HZ.
PEYGAMBER’İN KUR’AN-I KERİM’İ TEFSİRİ.
Hz.
Peygamber @'İn Tefsirine Vesile Teşkil
Eden Durumlar
1-
Hz. Peygamber @'in Âyeti
Okuyarak Kendiliğinden Tefsir Etmesi
2-
Hz. Peygamber @'in Âyet
Hakkında Soru Sorarak Âyetin Manasını Açıklaması
3-
Muhtelif Şahısların
Sormaları Üzerine Açıklamaları
4-
Hadislerin Sonunda Âyet
Okumak Suretiyle Açıklaması
5-
Siyak Münasebetiyle
Açıklaması
6-
Tefsir Edici Kısa
İlâvelerle Açıklaması
1-
Kur'ân'ın Kur'ân ile
Tefsiri
3-
Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ın
Mânasını Pekiştirmek Suretiyle Beyanı
5-
Mutlaki Kayıt Altına
Alması
11-
Lûgavî İzahlarda
Bulunması
16-
Ayetlerle Delillendirmek Suretiyle Açıklaması
17-
Muhatabın Durumuna Göre
Açıklaması
İnsanın Yaratılışı Ve Din'in
Tesbiti
Peygamberlerin
Gönderiliş Gayesi
İNSAN İLE ALLAH
ARASINDAKİ İLİŞKİ
TEVHİDİN
VE ALLLAH'IN
SIFATLARININ ÖNEMİ
İlâhî Birliğin Delili Olarak
Rabbânî Nizam
İlâhî Vahyin Delili Olarak
Rabbânî Nizam
Âhiret Hayatının Delili
Olarak Rabbânî Nizam
İlâhî Rahmetin Sonucu Olarak
Kâinat Nizâmı
Kademeli
Faaliyet Ve Yavaş
İşleyiş
Tezvic:
Herşeyi Çift Yaratma
Kanunu
İlâhî Birliğe Delili Olarak
Rahmet
Ahiret
Hayatının Delili Olarak
İlâhi Rahmet
Vahyin
Delili Olarak İlâhî
Rahmet
Güçlü Olanın Yaşaması İlkesi
ve Milletler
İlâhî Rahmet: Ferdî Hayat Ve Dünyevî Veçhesi
Nefsi
Hesaba Çekme Ve Tevbe
İçin Fırsatlar
Allah
Ve İnsan Arasındaki
Sevgi Bağı
Ari
ve Sâmî Bakış Açıları
Arasındaki Fark
Daha önce belirtildiği gibi Rasûlullah (5), Kur'ân'dan ashabına açıklamış olduğu hususları, programla ders veren öğretmen gibi anlatmıyordu. Birtakım vesilelerle bazı âyetleri izah ediyordu. Kendisine vahyolunan âyetleri insanlara tebliğ eder, amelî hüküm ihtiva eden âyetlerden, kısa ve az sözle anlatılmış birçoğunu açıklar, ne şekilde amel edileceğini yeterince beyan ederdi. Onlara daha fazla ayrıntı ilave edilmesi, daha sonra kendilerinin tatbikat ve izahları, müslümanların uygulamalarını değerlendirmesi şeklinde zamanla oluyordu. O bazen herhangi bir âyeti okurken kendiliğinden açıklıyor, bazen müslümanların veya gayrimüslimlerin sorularına muhatap* olması üzerine, yahut sözün gelişi ve bitişi dolayısıyla açıklıyordu. Bazen bir hadisinin sonunda, hadisin tefsirini içine alan âyeti okumak suretiyle Kur'ân'ın manalarını öğretiyordu.
Ayetin nazil olmasının akabinde, hutbe irad ederken yahut başka bir vesile ile Rasûlullah (§> âyeti okurken, herhangi bir soruya muhatap olmaksızın, bazen tefsir edeceğini belirterek, bazen belirtmeyerek, bazı âyetlerin manasını bildirirdi. Aşağıda bunların misallerini zikredeceğiz.
a- Tefsir edeceğini belirtmesi: Hz. A1İ dedi ki: Size en büyük müjde ihtiva eden âyeti bildireyim mi? O âyet şudur: "Başınıza gelen her musibet, kendi yaptıklarınız sebebiyledir. Allah ise günahların bir çoğunu bağışlıyor" (42: 30). Rasûlullah bu âyeti okuyup bana dedi ki: "Ey Ali, bu âyeti sana tafsir edeceğim:
Size dünyada gelen her türlü hastalık, ceza veya belâ yaptıklarınız sebebiyledir. Allah Teâlâ, ahirette onları ayrıca tekrar cezalandırmayacak bir kerem sahibidir. Dünyada affedip de ceza vermediği duruma gelince, Allah Teâlâ, affından sonra cezalandırmaya dönmeyecek olan bir hilim sahibidir." (Müsned-i Ahnıed).
b- Herhangi bir vesile ile Kur'ân okurken tefsiri: Adiy b. Hatem dedi ki: Tevbe sûresinden "(Yahudiler ve Hıristiyanlar) hahamlarını ve rahiplerini, Allah'tan ayrı rabler edindiler..." (9: 31) âyetini okuduğu sırada Rasûlullah'ın huzuruna vardım, dedi ki: Onlar, hahamlarına ve papazlarına ibadet etmediler, lakin onlar herhangi bir şeyi helâl kılınca, öbürleri de onlara uyarak helâl saydılar (Buharı, Tirmizî).
Bir başka misâl: Berâ b. Âzİb'den; Hz. Peygamber @ "Allah, İman edenleri dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tesbît eder..." (14: 27) âyeti hakkında: Bu âyet kabir azabı hakkında nazil olmuştur. Kabirde ölüye: Rabbin kimdir? diye sorulur. O da: Rabbim Allah ve Peygamberim Muham-med'dir. İşte bu Azîz ve Celîl olan Allah'ın bu âyetindeki "sağlam sÖz"ün delâlet ettiği sözdür, buyurdu (Müslim, Tirmizî, Neseî, İb-ni Mâce).
c- Âyetin nüzulünü müteakip tefsir etmesi: Ebû Hureyre dedi ki: "Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir topluluk getirir de onlar sizin gibi olmazlar" (47: 38) âyeti indiğinde Selman, Rasülullah'ın yanında bulunuyordu. Ashab: Biz yüz çevirdiğimizde yerimize getirilecek olanlar kimlerdir acaba? deyince, Rasûlullah, elini Selman'm omuzuna koyarak: Bunun kavminden kimseler olacaktır. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki din, Ülker yıldızına asılı olsaydı bile Faris diyarından bazı şahsiyetler ona kavuşa-bilirdi, buyurdu (Tirmizî, İbnİ Kesîr, Taberî).
ç- Hutbe irad ederken açıklamasına dair misâl: Ebu'd-Derdâ diyor ki: Hz. Peygamber'in minberde "Rabbinin huzurunda (hesap vermekte)n korkan kimseye iki cennet var" (55: 46) âyetini okuduğunu işitince dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, zina etse, hırsızlık yapsa da (buna nail olur) mu? Rasûlullah @ yine ayeti okudu. Ben tekrar aynı soruyu sordum. Hadisin devamında, üçüncü defa sormasından sonra Rasûlullah yine âyeti okudu ve "Ebu'd-Derdâ istemese de (böyledir)" buyurur (Tefsiru'n-Nesâî; Ahmed b. Hanbel, el-fethu'r-Rabbânî; Taberî, İbn Kesîr).
4) "Allah'ın şu kavli hakkında Rasûlullah @ dedi ki..." şekliyle varid olan tefsirler: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz..." (3: 110) âyeti hakkında, Rasûlullah @'in "Siz daha Önce gelmiş olan yetmiş ümmetin en hayırlısı ve Allah katında en kerim olanısınız" dediği rivayet olunmaktadır (İbni Mâce, Müsned-i Ahmed, Süneni Dârimî). Bu türden başka misaller de mevcuttur.
Bu Rasûlullah'ın herhangi bir âyeti okuyarak "mânası nedir bilir misiniz?", "Bu ayetin ne hakkında indiğini bilir misiniz?" gibi muhataplarının dikkatini çekecek bir soru sorması suretiyle olur. Soru bazen ayette geçen bir kelime ile ilgili olur. Bazı hallerde de "Niçin güldüğümü biliyor musunuz?" gibi, ayet İle ilgili olmadığı halde, verdiği cevap bir ayetin tefsiri olur.. Maksat, etrafındakilerİn zihinlerini yeni bir şey öğrenmeye hazırlamaktır. Meselâ: Hz. Peygamber @, "Kim Benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir..." (20: 124) ayeti, biliyor musunuz kimin hakkında inzal buyurulmuştur? diye sorunca dediler ki; "Allah ve Rasûlü pek iyi bilir." Buyurdu: " O, kâfirin kabrinde göreceği azaba dairdir..." Rasûlullah @ bundan sonra, ona doksan dokuz yılan musallat kılınıp, kıyamete kadar onu ısıracaklarını bildirmiştir (Taberî, İbni Kesir, Müsned-i Ahmed, Müstedrek).
Bu hususta bir başka misâl: Rasûlullah @ "O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır" âyetini okuyarak, "Onun haberleri nedir, bilir misiniz?'1 dedi. "Allah ve Rasûlü pek iyi bilir" dediler. Buyurdu: "Onun haberleri, sırtında taşıdığı her erkek ve kadın hakkında 'falan gün, falan şeyi yaptı' diyerek şahitlik yapmasıdır." (Tirmİzi, Terfsiru'n-Nesâi, İbni Kesir).
a- Çok soru sormanın nehyedilmesi: Öğrenme arzusu ile sorulan faydalı sorular olduğu gibi eğlenmek, hafife almak, zorda bırakmak gibi gayelerle sorulan yahut inkâr edası ile yöneltilen veya neticesinde fayda terettüp etmeyen sorular da bulunabilir. Sözkonusu ne-hiyler bu türden sorular içindir. Ancak nasla-nn zahirine bakarak nehyin kapsamını geniş anlayan ve genişletmek isteyen kimseler de olmuştur. Soru sormanın nehyine dair âyet-i kerîme şudur: "Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. Halbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah bağışlayandır, halimdir. Sizden önce gelen bir toplum da onları sormuştu da sonra onları tanımaz olmuşlardı." (5: 101-102). Bu âyetin nüzul sebebi olarak muhtelif hadiseler rivayet edilmiştir. Taberî'nin zikrettiği gibi, "Sebebi, çok soru sorarak Peygamber @'i bunaltmalarıdır. Babasının kim olduğunu soran, haccın her sene mi olduğunu soran ve buna benzer sorular soranlar hakkında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu hususlarda sahih haberler varid olmuştur." (et-Taberî).
Bu konudaki bir başka âyet meali şöyledir: "Yoksa siz de elçimizden, daha önce Musa'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değişirse, şüphesiz (o) dümdüz yolu sapıtmış-tır." (2: 108).
Aynı konuda rivayet edilen hadislerde Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Ben sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni bırakın; size bir şey söylediğimde ise derhal benden öğrenin. Sizden önceki ümmetlerin helakine sebep olan şey, çok soru sormaları olmuştur." (Tirmizî). "...Ben bir şey söylemediğim müddetçe, siz de sükût edin (sormayın). Zira sizden önceki milletleri çok sormaları ve peygamberlerine karşı olan ihtilafları mahvetmiştir." (Nesei, Tirmizî, Müsned-i Ahmed, Müstedrek, Buharî, Müslim).
Enes b. Mâlik, "Rasûlullah'a bir şey hakkında soru sormaktan nehyolunmuştuk. Bundan dolayı çöl ahalisinden akıllı bir kimsenin gelmesi, Peygambere sual sorup bizlerin de onu dinlememiz hoşumuza giderdi" demektedir (Müslim). Ziyarete gelen yabancıların soru sormak hususunda mazur tutulması dolayısıyla ashab da onlara verilen cevaptan istifade ediyorlardı.
İbni Abbas da ashabın soru sorma hakkındaki tutumlarını şu sözleriyle ifade etmektedir: "Rasûlullah @'in ashabından daha hayırlı olan hiç kimse görmedim. Rasûlullah aralarından ayrıldığında, ondan sadece on üç mesele sormuş bulunuyorlardı. O meselelerin hepsi de Kur'ân'da mevcuttur: 'Sana haram olan o ayı, ondaki.muharebeyi sorarlar...' (2: 217) 'Sana kadınların ay halini sorarlar...' (2: 222) gibi. Onlar sadece kendilerine faydası olan şeyleri sorarlardı." (Dârimî).
Soru sormanın nehyedilmesine şöyle bir izah getirilmektedir: Bu nehîy, ihtiyaç duyulmayan, abes olarak ve tekellüfe girerek soru soran hakkındadır; yoksa zaruret ve ihtiyaç halinde soran için değildir. Mesela, îsrailoğulia-rının "bakara" hakkındaki sualleri abesle iştigal türündendir. Ancak bir hükmün açıklanmasını İsteyen ve ilmî bir istifade İçin soran kimse, bu tehdidin kapsamına dahil değildir.
b- Müslümanlar tarafından sorulan sorular: I. Müphemin tayinine dair sorular: Kur'ân-ı Kerîm'de bazı hususlar müphem bırakılmış, kasden tayin edilmemiştir. Tayin etmemek şu gayelere matuftur: Başka yerde açıklandığın-
dan ihtiyaç olmaması, şöhreti sebebiyle bilinmesi, setredilmesinin istenmesi, tayininde zikre değer bir fayda bulunmaması, hükmün genel olduğuna tenbih etme gayesi, ismi zikretme yerine mükemmel bir tavsifle tazim etme veya eksik tavsifle tahkir etme gayesiyle-dir (el-Itkan). Bazı Müslümanlar Kur'ân'daki bazı müphemleri sormuş, Rasûlullah da onları tayin etmiştir. Buna misâl olarak, birisinin Hz. Peygamber'den Sebe' hakkında (34: 15) "Ey Allah'ın Rasûlü! Sebe1 nedir, erkek mi, kadın mı yoksa bir yerin adı mıdır?" sorusuna Rasûlullah'ın "Bir adamın adıdır, onun on evladı oldu. Onlardan altısı Yemen'e, dördü de Şam'a yerleşti. Yemen'dekileri Mezcih, Kinde, Ezd, Eş'ariyyûn, Enmâr ve Him-yer'dir, hepsi de Araptır. Şam'dakiler ise Lahm, Cüzam, Âmile ve Gassan'dır." şeklindeki cevabıdır. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî). Bir başka misâl de Hz. Ali'den: "Rasûlul-lah'dan hacc-ı ekber gününü sordum, o da 'Kurban bayramı günüdür' dedi." (Tirmizî, Ebu Davûd).
II. Mücmel âyetler hakkındaki sorular: Mücmel, kısa ve az sözle anlatılmış, neye delâlet ettiği açık olmayan, maksadın kesin olarak anlaşılması için açıklanması gereken söze denir. Bu konudaki misâlimiz: Haccın farziye-tine dair "...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır..." (3: 97) âyetindeki "yol"un mânası sorulmuş, Rasûlullah @ "azık ile binek" olduğunu bildirmiştir (Tİr-mizî, İbni Mâce).
Bîr başka misâl olarak: Mahmûd b. er-Rebi diyor ki: elhâkümü't-tekâsür nazil olunca Rasûlullah sureyi bize okudu, "Sonra o gün size verilen nimetlerden elbette sorulacaksınız" (102: 8) âyetine gelince, yanındakiler: "Hangi nimetlerden sorulacağız.ki, ola ola bir suyumuz, bir de hurmamız var, kılıçlarımız boynumuzda asılı (her an savaş içindeyiz), düşmanımız ise karşıda, daha neden sorulacak bize?" deyince buyurdu ki: "Bu nimetler ileride olacaktır" (Tirmizî, İbni Mâce). Gönül ferahlığının, sıhhat ve emniyetin, karın doyurma, soğuk su, gölge, güzel ve normal ya-ratılışm, uyku lezzetinin, insanı örtecek esvabın, başını sokacak evin sorulacak nimetler cümlesinden olduğuna dair rivayetler vardır.
III. Lûgavî sorular: Bazı Müslümanlara garib gelen kelimelerin Rasûlullah @'e sorulduğuna da rastlamaktayız: Hz. Aişe'nin sorusu Üzerine Rasûlullah @ (22: 78) âyetindeki "harec" kelimesini "darlık" olarak tefsir etmiştir. (Müstedrek). Bir rivayete göre Rasûlullah @'e teşbihin yani subhânallahi sözünün mânası sorulmuş, o da "Allah'ı kötülüklerden tenzih etmektir" cevabını vermiştir (Taberi).
IV. Ayetten kastedilenin belirlenmesi için sorulan sorular: Ubâde b. Sâmit'ten rivayete göre o, Peygamber @'e şöyle bir soru sormuştu: Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ'nın "Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır" (10 :64) kavli hakkında ne dersiniz (bu müjde nedir?). Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Ümmetimden hiç kimsenin senden önce sormadığı -veya senden önce hiç kimsenin sormadığı- bir şey sordun; âyetteki buşrâ (müjde), sâlih kişinin gördüğü veya ona gösterilen sâdık rüyadır." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbni Mâce).
V. Mânasını bildikleri ismin sıfatlarını sormaları: Nûr sûresinin "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp (istinas) halkına selam vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız." (24: 27) âyetinde geçen istinas kelimesi ile ilgili sorulması üzerine Rasûlullah @: "Adamın subhanallah, elhamdülillah, Allahu ekber (gibi bir şey) söylemek, öksürmek suretiyle hâne halkına geldiğini bildirmesidir" şeklinde açıklamıştır.
Bu soru bahsine bir başka misâl de İbnİ Ab-bas'm bir rivayetinde vardır: "İyi bil ki, Allah'ın velilerine (sevdiklerine) korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (10: 62) âyetinde geçen "Allah'ın velileri"nin vasfı istenmiş, Rasûlullah: "O kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah Teâlâ hatırlanır" buyurmuştur.
VI. Bilinmeyen, gizli şeylere dair sorular: Rasûlullah @'den "...Rabbinin seni güzel bir makama ulaştırması umulur." (17: 79) âyetindeki makam sorulmuştu. Onun "şefaat" makamı olduğunu söyledi (Tirmizi).
c- Ehl-i kitabın soruları: Müminler Allah'ın kitabını anlamak ve üzerlerine terettüp eden amellerin keyfiyetini Öğrenmek için sorarken, diğer taraftan müşrikler, Hıristiyanlar ve bilhassa Yahudiler bazen alaya almak ve imtihan etmek, bazen Müslümanları şaşırtmak üzere veya Hz. Peygamber'i zor durumda bırakmak zan ve emeliyle bir takım sorular sorarlardı. Bu sorular konu itibariyle, Kur'ân'da çelişki arama, kâinat, ilk yaratılış, geçmiş ümmetlerin ve peygamberlerin ahvali gibi meselelere dönüktür. Şekil itibariyle bu sorular çoğunlukla bir heyet tarafından düzenli bir tarzda yöneltilirdi.
1- Yahudilerle ilgili sorular: Yahudilerin Peygamberimize sormaları: Yahudiler gelerek Rasûlullah @'e dediler ki: "Senden beş şey soracağız. Bunların cevabını verirsen hak peygamber olduğunu anlayacağız." Sonra İsrail'in kendine haram kıldığı şeyi (3: 93), peygamberin alâmetini, ra'di ve sesini (13: 13), çocuğun erkek veya kız olmasının sebebini ve semanın haberini kendisine kimin getirdiğini (2: 97) sordular. Rasûlullah @ bunların cevaplarını vererek ilgili ayetleri açıklamıştır. Uzunca olan bu hadiste, rivayete göre Rasûlullah @ birinci soruya "deve eti", ikincisine "gözleri uyur, kalbi uyumaz", üçüncüsüne "buluta müvekkel melektir", dördüncüsüne "İkisinin suyu birleşir, erkeğinki galip gelirse çocuk erkek, kadmmki galip gelirse kız olur", beşincisine "Cibril" diye cevap vermiştir. Yahudiler de tasdik etmişlerse de Cibril hakkında "O bizim düşmammızdır, savaş ve azap indirir, Mikail deseydiniz tâbi olurduk" demişlerdir. (Nesei, Tirmizî).
Rasûlullah @'in Yahudilere sorması: Yahudiler birçok meseleyi Hz. Peygambere sordukları gibi bazen Rasûlullah @'in de onlara soru sorduğuna ve bu sorunun herhangi bir âyetin tefsirine vesile olduğuna şahit oluyoruz.
Zeyde diyor ki: Rasûlullah Yahudilere haber gönderdi ve dedi ki: "Onlara niçin haber gönderdiğimi biliyor musunuz?" Dediler: Allah ve Rasulü bilir. Buyurdu: "Ben onlara Allah'ın 'O gün ki yer başka bir yere tebdil olunacaktır...' (14: 48) sözü hakkında sormak için haber gönderdim. O gün yer gümüş gibi beyaz olacaktır." Yahudiler gelince onlara sordu. Cevaben dediler: "Beyaz, has undan yapılmış ekmek gibi beyaz olacaktır." (et-Ta-beri, İbni Kesir).
2- Hıristiyanların soruları: Muğire b. Şu'be, Necran Hıristiyanlarının "Senin inandığın peygamber, Musa'nın kardeşi olan Harun'un, Meryem'in kardeşi olduğunu iddia etmiyor mu?" şeklindeki sorularına muhatap olduğunu, bu durumu Hz. Pey-gamber'e sorduğunda "Hz. Meryem zamanındaki insanlar, kendilerinden önce geçen peygamberlerinin ve iyi kimselerin isimlerini çocuklarına isim yaparlardı" cevabını aldığını bildirir (Müslim, Tirmizî). Bu hadis, Hıristiyanların inkâr mahiyetini taşıyan sorulan vesilesiyle (19: 28) âyeti açıklamıştır.
Rasûlullah @ bazen bir hükmü belirttikten yahut izah ettikten, bir nasihatta veya herhangi bir davranışta bulunduktan sonra bir âyet okurdu. Rasûlullah @'in âyet okuması her zaman aynı gayeye matuf değildir ve aynı makamda cari olmaz. Bunlar pekiştirmek veya mücmel bir mânayı açıklamak gayesiyle olabildiği gibi, âyetle istidlal ettiğini bildirmek veyahut makam münasebetiyle âyeti okurdu.
Rasûlullah <o> bazı hallerde, âyetle doğrudan doğruya ilgisi olmayan bir mevzu hakkında konuşurken, siyak münasebetiyle konuyu bir âyete getirir ve bu vesile ile o âyet hakkında beyanda bulunurdu.
Bir rivayete göre, bir gün Rasûlullah @ diyordu ki: "Kim Allah'a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz." Ravi diyor ki: Bunun üzerine oradakilerden bir topluluk yere kapanıp ağlamaya koyuldular. "Niçin ağlıyorsunuz?" deyince "Biz de ölümden hoşlanmıyoruz" dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: "öyle değil, ölüm gelip çattığında '(O can, Allah'a) yaklaştırılanlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve nimet cenneti var.' (56: 88-89). O vakit ölen kimse bununla müjdelenince Aziz ve Celil olan Allah'a kavuşmayı daha çok ister. Ancak 'Ama yalanlayıcı sapıklardan ise, kaynar sudan bir ziyaret ve cehenneme atılma vardır.' (56: 92-94). O adam bununla müjdelenince Allah'a kavuşmayı istemez, Allah Teâalâ ise ona kavuşmayı daha çok kerih görür." (Müsned-i Ahmed).
Bu hususta ikinci misalimiz şöyledir:
Rasûlullah @'e içinde taze hurma bulunan ir tabak getirilince "...Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." (14: 24) ayetini okudu ve "O ağaç hurmadır" dedi. "Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, sabit olmayan kötü bir ağaca benzer." (14: 26). "O da hanzala (ebu cehil karpuzu)dır" dedi, (Tirmizî). Hurma getirilmesi, bu âyetlerin böylece açıklanmasına vesile olmuştur.
Kısa, ilâve kelimeler kullanmak suretiyle bazı veciz âyetleri açıklama tarzının ilk örneklerini Peygamber @'in tefsirinde bulmaktayız. Bu ziyadeler kısa olmakla birlikte bazen çok önemli açıklamalara eksen teşkil ederler. Umumun tasisi, mücmelin beyan edilmesi gibi vazifeleri îfha ederler.
Bz Ebu Bekir'den rivayete göre Rasûlullah n '" .Kim bir kötülük yaparsa onunla ceza-, ,r" (4: 123) âyetini, kısa bir ziyade ile "Kim bir kötülük yaparsa onunla dünyada ezalanır" şeklinde, dünya hayatına tahsis et-meK suretiyle tefsir etmiştir (Müsned-i Ah-med). Başka hadislerden, bu tahsisin müminler hakkında olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Hz Aişe'nin rivayet ettiği bir hadiste, bu âyet hakkında Hz. Peygamber @: "Mümin, işlemiş olduğu en kötü amelle dünyada cezalanır" dedikten sonra hastalık, meşakkat, musibet gibi elem veren durumların, müminin günahlarına keffaret olacağı ve onun, dünyadan temizlenmiş olarak çıkacağı bildirilir (Buharı, Tirmizî, Ebû Davûd).
Diğer misal de; Rasûlullah @, "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez..." (5: 105) âyetine kısa bir ziyade ile şu açıklamayı getirmiştir: "Kendiniz doğru yolu bulunca kâfirlerden sapanlar size zarar veremez." (Müsned-i Ahmed, et-Taberânî). Böyle bir açıklama olmasa, âyetten bir çoklarının anladığı gibi, herkesin sadece nefsi ile ilgilenmesi şeklinde bir mana çıkarılırdı. Bu tefsir, müminlerin kendi aralarında "neme lâzım"cılık olamayacağını, marufu emir, münkerden nehyetmelerinîn lâzım geldiğini göstermektedir.
Hz. Peygamber @'in Tefsirinin Belli Başlı Kısımları
Bunlar, şu başlıklar altında, misâller verilerek anlatılacaktır:
1- Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsiri,
2- Mücmeli beyan etmesi: Hükümlere, bilin-meyenlere, ahlâka dair mücmel ayetleri beyanı Ve Kur'ân'da kısaca temas edilen kıssaları açıklaması.
3- Kur ân'ın mânasını te'kid suretiyle beyanı
4- Umumu tahsis etmesi
5- Mutlakı takyîd etmesi
6- Müşkili tavzih etmesi
7- Müphemi beyan etmesi
8- Neshi beyan etmesi
9- Amelî olarak tefsir etmesi
10- Takrîrî olarak beyanı
11- Lûgavî izahlarda bulunması
12- Kasdolunam tayin etmesi
13- Tavsif ederek açıklaması
14- Temsillerle açıklaması
15- Tasvîr ederek açıklaması
16- Âyetlerle delülendİrmek suretiyle açıklaması
17- Muhatabın durumuna göre açıklaması
Herhangi bir âyette kısaca geçilen bir husus, bir başka âyette geniş olarak zikredilmiş olabilir. Bunlara ait misaller pek çoktur. Kur'ân'ın açıklanmasında başvurulan bu yola ait ilk örnekleri de Rasûlullah @'in tefsirinde buluyoruz.
Bununla ilgili ilk misalimiz; "İman edenler ve İmanlarını zulümle de bulaştırmayanlar... İşte ancak onlardır ki emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulanlardır." (6: 82) ayeti inince, "İçimizde nefsine zulmetmeyen kim var?'1 diyerek, bu durum Rasûlullah @rin ashabına ağır gelmişti. Bunun üzerine Rasûlullah @ dedi kİ: "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulümden kastedilen Lokman'ın oğluna nasihatidir: "Evladım, sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür." (31: 13) (Buharî, Tirmizî). Böylece Peygamber @, başka bir ayete dayanarak, genel mânayı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.
İkinci misâl: "De ki: 'Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar." (39: 53) ayeti inince bir adam kalkarak: "Şirki de mi ey Allahın Rasûlü?" deyince Hz. Peygamber @ bu soruyu kerih görerek şöyle buyurdu; "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allaha ortak koşan da gerçekten büyük bir günâh işlemiştir" (4: 48) (İbni Kesîr, Taberî).
Burada Hz. Peygamber @ 'in, mutlak bir ayeti, mukayyed olan diğer bir ayete hamletmek suretiyle Kur'ân'ı Kur'ân ile tefsir ettiğini görüyoruz.
Üçüncü misalimiz: Peygamber @: "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, onları O'ndan başkası bilemez..." (6: 59) mücmel ayetinde geçen "gaybın anahtarlarından muradın ne olduğunu şu mübeyyen ayetle tefsir etmiştir.
Gaybın anahtarları beştir ki onfan Allah'tan başkası bilemez: "Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden haberdar olandır." (31: 34). (Buharî, Müslim, İbni Mâce).
Bu konuda bir başka misal de şöyledir: Hz. Âişe "Andolsun, sizi ilk defa (doğumunuzda) yarattığımız gibi (âhirette de) yapayalnız, teker teker (çırılçıplak) huzurumuza gelmişsi-nizdir (geleceksiniz)..." (6: 94) ayetini okuyunca: "Eyvah, o ne sefalet! Erkeklerle kadınlar bir arada haşrolunacaklar, birbirinin ayıbına bakacaklar!" dedi. Rasûlullah bunun üzerine dedi ki: "O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır." (80: 37). Ne erkekler kadınlara, ne de kadınlar erkeklere bakmazlar. İnsanlar birbirine bakamayacak derecede meşguldürler."
Bİr başka rivayette İbn Abbas demiştir ki:
Hz. Peygamber "Yalınayak, çırılçıplak, söU pümüş (kendini koyvermiş) bir hâlde haşro-lunacaksınız" deyince, bir kadın: "Ne o, birbirimizin avret yerine mi bakacağız?" dedi Rasûlullah adını söyleyerek: "Ey falanca, 0 gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır" (80: 37) dedi.
Burada Hz. Peygamber @, birinci ayetin ifade ettiği mânayı, başka bir ayetteki işaretten istifade ederek vuzuha kavuşturmuştur. Bu durumun başka misalleri de vardır.
a- Ahkâma dair mücmelleri beyan etmesine m isal/er:
"... İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan, veya kurbandan (biriyle) fidye (versin)..." (2: 196) ayetinin tefsiri makamında şu hadis varid olmuştur. Kâ'b b. Ucre diyor kî: İhramda iken Rasûlullah bana uğradı. O sırada ben de tencerenin altında ateş yakıyordum Bitler ise yüzüme dağılacak kadar fazla idi. Rasûlullah bana: "Başındaki bu haşerat sana eziyet vermiyor mu?" dedi. "Evet" dedim. Buyurdu ki: "Başını tıraş et, üç gün oruç tut, ya (her fakire yarım şa' olmak üzere) altı fakir doyur, yahut da bir koyun boğazla" demiştir (Buharî, Müslim, Tirmİzî). Böylece ayetteki oruç, sadaka veya kurban fidyesinin keyfiyyetini izah etmiştir.
Diğer misal: Kur'ân'da "... bir hak olmadıkça Allah'ın haram ettiği cana kıymayın..." (15) buyurulmuştur. Rasûlullah @ bu hadisiyle ayetteki "bir hak olmadıkça" kısmını açıklayarak, hangi hallerde Öldürmenin haklı olacağını şöyle açığa kavuşturmuştur: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Rasûlü olduğuma iman eden hiçbir müslü-man kişinin kanı helâl olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (kanı helâl olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek, dinden çıkıp Müslümanlardan ayrılmak (Buharî, Müslim, Müsned-i Bezzar, Müsned-i Ebu Ya'la).
gir başka misal de şöyledir: Hırsızlık yapanlar hakkında Kur'ân'da "Hırsız erkek ve kadının yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesiniz" (5: 38) buyurulur. Ayette umumi olarak zikredilen hırsızlığın, ukubete müstahak olan haddini, Rasûlullah @ şu hadisiyle şöyle tahsis ve beyan etmiştir: ^Çeyrek dinar veya daha fazla miktardan çalanın eli kesilir." (Ebû Dâvud, Tirmizî, er-Ri-sale).
Hz. Peygamber @'in ibadetlere ve muamelata dair mücmel ayetleri beyan etmesinin misalleri sayilamıyacak kadar çok ve teferruatlıdır. Fıkıh mevzularına göre tertip edilmiş olan sahih hadis kitapları, hep bu neviden olan açıklamalarla doludur.
b- Mugayyebata dair mücmel ayetleri beyanı:
Miktar itibariyle Hz. Peygamber @'in tefsirini incelerken kaydettiğimiz gibi, İbni Âtiyye ve başka âlimlere göre, "tefsirini Cibril'in öğrettiği ayetlerin" önemli bir kısmı, mugayyebata ait olan ayetlerdir.
I. Hilkatin başlangıcı hakkındaki açıklamalarına misal: Bu hadis "O, rahmet etmeyi (lûtfu ile) kendi üstüne almıştır" (6: 12) ayetini açıklamaktadır. Buna göre Ebû Hureyre, Hz. Peygamber @'in şöyle dediğini bildirmektedir: Allah Teâlâ mahlûkatı ilk yarattığında, ''Muhakkak ki Benim merhametim gazabımdan ileridir" diye nezdinde duran bir taahhüd-name yazarak Arşının üzerine koymuştur (Taberî, İbni Kesîr, Buharî, Müslim).
İnsanın yaratılışı hakkındaki açıklamalarıma misal: Ebû Musa el-Eş'ari'den şöyle dedi-S1 rivayet olunur: Rasûlullah @ şöyle buyurdu: Allah Teâlâ Âdem'i, yeryüzünün her ye-rınden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı, "Undan ötürüdür ki, Âdemoğulları yere göre °lrnuşlardir; onlardan kimisi pembe tenli, ki- siyah, kimisi beyaz, kimisi de esmer ve bu renklerin arasındaki renklerdedir. Adem oğullarının da (yer gibi) sarp olanı, düz ve yumuşak olanı, iyi olanı ve kötü olanı vardır (Ebû Dâvud, Taberî, Müsned-i Amed, Tirmizî).
Bu hadis "Sizi bir topraktan yaratmış olması da, O'nun ayetlerindendİr" (30: 20) ve "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun ayetlerindendİr" (30: 22) ayetleri ile ilgilidir.
Bu çeşit birkaç misal daha vardır .
III. İnsanın ana karnında yaratılmasına dair açıklaması ise şöyledir: Abdullah b. Mes'ud bildiriyor: Hem doğru söyleyen, hem de Allah tarafından doğrulanan Rasûlullah @ bize dedi ki: Sizden her birinizin hilkati ilk kırk gün zarfında derlenip toparlanır. Bunun kadar bir zaman zarfında alaka olur. Sonra bu kadar bir müddet içinde bir çiğnem et parçası (gibi şeyler) olur. Daha sonra melek gönderilip ona ruh üflenir ve dört söz emredilir, yani rızkını, ecelini, amelini, bir de bedbaht mı bahtiyar mı olacağını yazması emredilir (Buharî, Müslim).
Rasûlullah @ bu hadisiyle "Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun zürriyetini) insan suyundan, sonra alakadan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık..." (22: 5; 23: 14) ayetini tefsir etmiştir.
IV. Allah Teâlâ'nm kâinatı tedbirine dair açıklaması: Ebû Hureyre Hz. Peygamber @'in şöyle söylediğini bildirmiştir: Cenab-ı Hak gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman, Allah Teâlâ'nın -düz bir taş üstündeki zincir sesi gibi mehabetli oldn- bu ilâhî hükmüne melekler tamamiyle boyun eğerek (korku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler (Cebrail ve Mikâil gibi mukarreb meleklere): "Rabbiniz ne söyledi" diye sorarlar. (Mukarreb melekler:)
"Allah'ın söylediği hak sözdür", diye Allah'ın hüküm ve takdirini bildirirler ve "Allah Yücedir, Büyüktür" derler (34: 23). Allah'ın emir ve takdirini, söz hırsızı bir şeytan işiterek, birbiri üstüne dizilmiş söz hırsızı şeytanlara iletir (Ravî Süfyan onların bu sık-lığirıı elleriyle de göstermişti). Böylece işittikleri sözü birbirine naklede ede nihayet büyücünün veya kâhinin lisanına kadar gelir. Şeytanlar bu vaziyette iken meleklerin konuşmalarını işiten en üstteki şeytana bîr ateş parçası yetişip altındakilere o haberi ulaştırmadan onu yakar. Bazı defa da ateş erişme-yip altındaki kâhine haber verir. O da haberle beraber yüz yalan da üstüne koyarak halka sö'yler (ilâhî emir yeryüzünde tahakkuk edin-ce-de) "kâhin falan gün bize şöyle söylememiş miydi?" denir durur, yani gökten sızdırılan o söz sebebiyle doğrulanır (Buharı, Tirmizî, İbni Mâce).
Rasûlullah @ tarafından ayetin (34: 23) zikredilmesinden de açıkça anlaşılıyor ki bu hadis, ayetin tefsirini ihtiva etmektedir .
V. Kaderle ilişkili ayetleri açıklaması: Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah @ bir gün oturmuş, elinde bulunan bir değneği düşünceli bir halde yere vurup dürtüştürüyordu, Bir ara başını kaldırdı ve: "Sizden hiç bir nefis müstesna olmamak üzere cennetteki yeri de, ateşteki yeri de bilinmiştir," buyurdu. Bunun üzerine sahabîler: "Yâ Rasûlullah! O halde niçin amel edip çalışıyoruz? Biz bu bilinmiş olan yazımız üzerine itimad etmİyelİm mi? (yani, o halde amelin faydası nedir)" dediler. Rasûlullah: "Hayır, siz o bilinmiş olan yazınıza dayanıp durmayınız. Amel edip çalışınız. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa o, kendisine kolaylaştırılmıştır." buyurdu. Sonra da şu mealdeki ayetleri okudu: "Bundan sonra kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız." (92: 5-10) (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbni Mâce).
İmrân b. Husayn'ın bildirdiğine göre (Müslim), Muzeyne kabilesinden iki kimse Rasûlullah @'in yanına geldiler ve şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların bu gün işlemekte oldukları ve emek çekip didinegel-dikleri şeye ne buyurursun? Bu, üzerlerine hükmedilen ve geçmiş bir kaderden olarak kendilerine gelen bir şey midir? Veya Peygamberlerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sabit olan şeylerden olarak kendilerinin karşılaşacakları şeyler içinde midir?" Rasûlullah şöyle buyurdu: "Hayır, bu ikinci şekil değil. Fakat üzerlerine hükmolunan ve kendilerine gelen bir şeydir (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allah'ın Kitabında bunun tasdîki şu ayet-tir:"Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem korunmasını ilham edene..." (91: 7-8).
Birinci hadisin sonunda Hz. Peygamber @'in ayetle misallendirmesinden, ikincide de ayetle şahit göstermesinden de açıkça anlaşılıyor ki zikredilen hadisler, söz konusu ayetleri tefsir etmektedir.
VI. Kalbi hâllere ait mücmelleri açıklaması: Ebû Hureyre'den; Peygamber @ buyurdu ki: "Kul bir günah yaptı mı kalbine siyah bir nokta konulur. O, bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır. Fakat tekrar (günaha) dönerse o noktalar artırılır. Nihayet kalbini kaplar. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın şu ayette beyan buyurduğu "pas"dır: "Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (83: 14) (Tirmizî, Müsned-i Ahmed, İbni Mâce).
VII. Müslümanların geleceğine ait ayetler hakkında beyanı: Hz. Peygamber @'e "De ki: 'O, size üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye veya sîzi birbirinize katıp kiminize kiminin hıncını tattırmaya kaadirdir." (6: 65) ayeti hakkında sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar olacaktır, fakat bu ayetin te'vili (ayete uygun hadiseler) henüz gelmemiştir." (Tirmizî, Taberî).
Bu ayetin tefsiri ile ilgili bir başka hadis şöyledir:
Câbİr'den yapılan bir rivayete göre: Bu ayet nazil olduğunda Rasûlullah, birinci ve ikinci azabdan Allah'a sığınmış, üçüncüden sonra ;se "Bu ehvendir." demiştir (Buharî, Tirmizî). Gelecek hadis, bu Câbir hadisinden maksadı açıklamaktadır: İbn Abbas'ın Peygamber /©'den rivayeti şöyledir:
"Ümmetimden dört şeyi kaldırması için Allah'a dua ettim. Bunlardan ikisini kaldırdı, diğer ikisini kaldırmaya razı olmadı. Gökten recmi (taş yağmasını), hasfı (yere batmayı), onları birbirine katmayı ve birbirinin hıncını tattırmayı ümmetimden kaldırmasını diledim. Hasf ile recmi kaldırdı, öbür ikisini kaldırmaya razı olmadı." (Fethu'1-Bari) hadisi (Taberî, Tirmizî), hasf ile recm'in de vaki olacağını bildirmektedir. İbn Hacer, Câbir'in rivayet ettiği hadisle bu hadis arasında —ilk nazarda zannedilen— tearuzu gidermek maksadı ile der ki: "Câbir hadisindeki mezkûr iâze muayyen bir zamana mahsustur. O zaman da sahabe devri ile "hayrul-kurûn" zamanıdır. (Muhtemelen tabiûn ve etbâu't-tabiîn neslini kastediyor). Fakat o devirlerden sonra bunların vukuu caizdir." der ve az önce zikredilen "Onlar olacaktır; fakat bu ayetin te'vili henüz gelmemiştir." hadisiyle istidlal eder.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber @ söz konusu ayette, İslâm ümmetinin istikbaline dair bazı işaretlerin bulunduğunu müteaddit hadisleriyle bildirmiştir.
Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olan Zâta yemin ederim ki, sizden öncekilerin tutumlarını karış karış, zira zira, kulaç kulaç izleyeceksiniz; öyle ki onlar bir kertenkele de-«gıne girmiş olsalar siz de gireceksiniz." "Onlar kimdir, ey Allah'ın Rasûlü? Ehl-i Kitap mıdır?" diye sorulunca: "Başka kim olacak ki?" dedi. Ebû Hureyre devamla dedi ki: iterseniz Kur'ân'm şu ayetini okuyun: "Siz, ^y münafıklar) kendinizden öncekiler gibisiniz. Üstelik onlar kuvvetçe sizden daha çetin, mal ve evlat bakımından sizden daha varlıklı İdiler. Dünya hayatından nasibleri kadar zevk sürmeye bakmışlardı. İşte sizden öncekiler, nasibleri ile nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de öyle kısmetinizle zevk sürmeye baktınız; siz de (gaflete) dalanlar gibi daldınız (...)" (9: 69). Ebû Hureyre: "(Bu ayetteki) halâk (na-sib), din demektir, "siz de (gaflete) dalanlar gibi daldınız" hakkında, "ey Allah'ın Rasûlü, İranlıların ve Rumların yaptıkları gibi mi?" diye sordular. Cevaben: "Evet, burada bahsedilen "insanlar"dan maksat, onlardır" buyurdu (Taberî).
VIII. Kıyamet alâmetleri hakkındaki mücmel ayetleri açıklamasına misâl: Ebu Hurey-re'den; Rasûlullah @ şöyle buyurmuştu: Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kop-mayacaktır. Güneş batı tarafından doğduğu zaman, toptan bütün insanlar iman edecekler. Fakat işte o gün '... önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmanı bir fayda sağlamaz..." (6: 158). Hz. Peygamber @ bu hadisiyle, âyetin baş taraflarında, geleceği bildirilen "Rabbin alâmetlerinden birinin" güneşin batıdan doğması olduğunu hatırlatmıştır. (Buharî, Müslim, Ebû Dâvud).
IX. Kıyamet ahvali hakkındaki mücmelleri açıklamasına misal: Bir rivayete göre Rasûlullah @ ashabını toplayarak "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü kıyamet zelzelesi müthiş bir şeydir." (22: 1) ayetini okuduktan sonra, "Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, müteakiben o günün dehşetini anlatarak "ve her gebe kadının çocuğunu düşüreceği zamandır. Ve onda mahşer halkını sarhoşlar halinde görürsün. Halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (22: 2) ayetinin bu esnada tahakkuk edeceğini bildirmiştir (Buharî, Müslim, Tirmizî).
X. Cennet ve cehennem ahvaline dair mücmelleri açıklamasına misal: Ebû Hureyre'den rivayetle, Peygamber @ şöyle buyurmuştur:
"Cennet ve cehennem münakaşa ettiler. Cennet şöyle dedi: 'Neden bana insanların yalnız fakirleri giriyor?' Cehennem de: 'Neden bana sadece zorbalar ve mütekebbirler giriyor?1 dedi. Cenâb-ı Allah cehenneme: 'Sen benim azabımsın, dilediğimi seninle azaplandırı-rım', cennete ise 'Sen benim rahmetimsin, seninle dilediğime rahmet ederim, sizin her biriniz için dolmak vardır.' buyurur. Cenâb-ı Hak cennetin boşluklarını doldurmak için yeniden birtakım halk yaratır. Cehenneme gelince, insanlar oraya atıldıkça o, 'daha var mı?' der. Nihayet Allah Teâlâ ayağını cehenneme koyar (kahr ve tezlil eder), o da: 'Yetişir, yetişir, yetişir!' der. İşte o zaman cehennem dolar ve bazısı bazısına büzülüp toplanır." (Buharî, Müslim, Dârimî).
Bu hadis, "O gün cehenneme 'Doldun mu?' diyeceğiz. O da 'Daha var mı?' diyecek." (50: 30) ayetinin tefsirine dairdir.
Hz. Peygamber @'in mugayyebat sahasına giren daha başka konulardaki ayetler hakkında da açıklamaları varsa da bu konuyu daha fazla uzatmayacağız.
c- Ahlâka dair mücmel ayetleri beyanına misaller:
Kur'ân'da müttakîlerin vasıfları zikr edilirken: "Bir de onlar işledikleri (günâh) üzerinde, bilip dururlarken ısrar etmeyenlerdir." (3: 135) sıfatı da sayılmaktadır. Rasûlullah @ "İstiğfar eden ısrar etmiş olmaz, günde yetmiş kerre (günâha) dönse bile." (Ebû Dâvud, Tirmizî) demekle, samimî olarak tevbe edip nedamet duyanın, aynı günâhı defalarca tekrarlamış olmasından dolayı ısrarlı sayılmayacağını belirtmiştir. Böylece insanların önünde, ahlaken yükselme imkânlarının her zaman için mevcut olduğunu göstermiştir.
Diğer bir misal de şöyledir: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günâh)lardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve sizi şerefli bir mevkiye (getirip) sokarız." (4: 31). Bu ayetteki büyük günâhların neler olduğu müteaddit hadislerde şöylece bildirilmiştir.
Enes İbn Mâlik naklediyor: Rasûlullah günahları zikretti (veya kendisine büyük g^j, nahlar soruldu). Dedi ki: "Allah'a şirk koş. mak, adam öldürmek, bir de ana babaya is. yan etmektir". Sonra dedi ki: "En büyük gft. nahın ne olduğunu söyleyeyim mi? O da ya, lan sözdür (yahut yalancı şahitliktir). Râvj Şu'be diyor ki: Galip zannıma göre "yalan şahitlik" demiştir (Müslim).
Hz. Peygamber @'e Allah nezdinde en büyük olan günahlar sorulduğunda cevaben: "Seni yaratmış olduğu halde Allah'a bir nazır uydurmandır, sonra seninle beraber yemesinden korktuğun için çocuğunu öldürmendir, sonra komşunun hanımıyla zina etmendir." buyurmuştur. (Buharî, Tirmizî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud).
Ebû Hureyre'den; Rasûlullah @: "Helak edici olan yedi şeyden çekininiz" buyurdu. Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar nedir? denildi. Rasûlullah @: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak müstesna Allah'ın haram kıldığı bir hayatı öldürmek, yetim malı yemek, faiz kazancı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak, zinadan masun olup hatırından bile geçmîyen Müslüman kadınlara zina isnad etmek" buyurdu (Müslim, Buharî, Ebû Dâvud).
Bir defasında Hz. Peygamber @'e "Büyük günahlar" {kehair) nedir?" diye sorulunca "Dokuzdur" dedikten sonra şirk, sihir, adam öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu mü'min kadınlara zina iftirasında bulunmak, ana ve babaya isyan etmek, Beyt-i Haram'i helâl sayma günâhlarını zikretmiştir (Ebû Dâvud).
Bir başka hadiste "...ve yedi büyük günahtan kaçınırsa..." (Buharî, Neseî) şeklinde vârid olmuştur ki, sınırlama intibaını uyandırmaktadır. Bu konuda başka sahih hadisler de vardır.
ç- Kur'ân'da mücmel olan kıssaları açıklaması İle ilgili misaller: mücmel olan peygamberler hakkında kıssalar ve geçmişte cereyan etmiş bazı hadiseler hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Bu kıssalar Kur'ân'da mücerret, o vak'alan bildirmek için değil cereyan etmiş hadiselerden insanların ibret alması gayesiyle varid olmuştur. Kıssalar, Kur'ân'ın indiriliş maksatlarını gerçekleştirmek için nakledilir. Hz. Âdem'den beri bütün peygamberlerin tevhide çağırdıklarını bildirmek, Hz. Muhammed @'in nübüvvetini ispat etmek, hem onun hem de müminlerin kalplerini takviye edip teselli vermek, ibret çıkarılmasını temin etmek, şeytandan sakındırmak gibi esasa ait gayeler, bunla-nn başında gelir. Rasûlullah @'in açıklamaları da aynı gayelere yöneliktir. Gerek merak saikiyle sorulan bir soruya cevap olarak anlatırken, gerek vaaz sırasında hikâye ederken, onun bildirdiği kıssalar, hep hisse çıkarmak gayesini güder. İnsanların ekserisinin hakikatleri, daha ziyade dinlemeye teşvik edici kıssalar arasında öğrendiği malumdur. Bu hikmete binaen, gerek Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri, gerek Hz. Peygamber @'in hadisleri, Kur'ân'ın indiriliş maksatlarını gerçekleştirmek gayesiyle, muhatapların dikkatlerini uyanık tutan, fikirleri daha kolay ve etkili bir tarzda karşısındakine maleden ve bir çeşit "tevhid tarihi" demek olan kıssaları, bol bol serdetm işlerdir.
Sünnette vârid olan kıssaların büyük bir kısmının özü Kur'ân'da mevcuttur; sünnet sadece tafsilat verir. Rasûlullah @'in hikâye etiği bazı kıssaların esası Kur'ân'da yoktur; fakat bu kıssalar vasıtasıyla bazı ayetleri anlamak kolaylaşır. Şimdi her iki türe dair misaller vereceğiz.
I Rasûlullah @'in anlattığı kıssanın doğrucan doğruya Kur'ân-ı Kerim'i açıklaması: Kasûlullah @ şöyle buyurmuştur: İsrailoğul-ları, çırıl çıplak yıkanırlar ve birbirlerinin Mahrem yerlerini görürlerdi; halbuki Mûsâ teK başına yıkanırdı. (Bir gün) dediler ki: Allah'a yemîn ederiz, Musa'yı bizimle birlikte yıkanmaktan meneden, husye İltihabından başka bir şey değildir." Hz. Peygamber @ devam etti: Bir gün Musa, yıkanmak için ayrılmıştı; elbiselerini bir taş üzerine koydu; fakat taş, elbiseleriyle birlikte yuvarlanmağa başladı. Mûsâ, "elbisem, ey taş, elbisem, ey taş!" diyerek taşın arkasından koşturunca, İs-railoğulları Musa'nın mahrem yerlerini gördüler ve, "Allah'a yemîn ederiz, Musa'da hiç bir şey yokmuş" dediler. Hazreti Peygamber @ ilave etti: Musa'nın mahrem yerleri görününce taş durdu; Mûsâ elbiselerini aldı ve taşa vurmağa başladı (Buharî, Müslim).
Tirmizî ile Taberî rivayetlerinin sonunda, "İşte Allah Teâlâ'nın 'Ey îman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı.' (2: 261) kavl-i ilâhisi bunu ifade eder." ziyadesi vardır. İsrailoğullarının Hz. Musa'yı ne şekilde incittiklerini ve onun nasıl temize çıktığını böylece öğrenmiş oluyoruz.
Diğer misalimiz Abdullah b. Mes'ûd'un rivayet ettiğidir: Rasûlullah @ dedi ki: "Bizden öncekiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar; onlardan üçü kurtuldu, diğerleri ise helak oldu. Bu üç fırkadan biri krallara karşı gelip Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dini uğruna onlarla savaştı, krallar da onları öldürdüler. Bunlardan ikinci fırkanın krallara karşı duracak kuvvetleri olmadığından, kavimleri arasında kalıp onları, Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ettiler. Krallar onları da öldürdüler, testerelerle biçtiler. Üçüncü fırkanın ise ne kralların karşısına çıkacak, ne de kavimlerinin İçinde kalarak onları Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet edecek güçleri yoktu. Onlar da dağlara ve sahralara gidip, oralarda zühd hayatına girdiler. İşte Allah Teâlâ'nın "...İcadettikleri ruhbanlığı, biz onlara yazmamıştık..." (57: 27) sözünden maksat budur. Dedi kİ: Bunu sırf Allanın rızasını aramak gayesiyle yapmışlardı. (Âyetteki) "ama ona gereği gibi uymadılar" ifadesi hakkında dedi ki: "Yani kendilerinden sonra gelenler buna hakkiyle riayet etmediler. "Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik" ifadesi hakkında da: "İşte onlar, bana iman edip benim risaletimi tasdik edenlerdir. "Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmıştır." Bu, yoldan çıkanlar ise, beni inkâr eden ve yalanlayanlardır." (Taberî, İbni Kesîr, Ebû Dâvud).
Bu rivayete göre Rasûlullah @ "...icadettikle-ri ruhbanlığı biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan îman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan bir çoğu da yoldan çıkmıştır." (57: 27) ayetini tefsir etmiş ve Hz. İsa'dan sonra hıristiyanların durumunu bildirmiştir. Bu mânada bir haber İbn Ab-bas'a mevkuf olarak da rivayet olunmuştur (Tefsiru'n-Neseî).
Bir başka misalimiz: Ebû Ubeyde b. el-Cer-rah anlatıyor: "Yâ Rasûlullah! Kıyamet günü azabı en fazla olanlar kimler olacaktır?" diye sormuştum. "Bir peygamberi öldüren yahut münkeri emredip marufu yasaklayan kimselerdir" diye cevap verip sonra da şu ayeti okudu: "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (var ya), onlara acı bir azabı müjdele. İşte onların yaptıkları, dünyada da ahİrette de boşa çıkmıştır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur." (3: 21-22) Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ey Ebâ Ubeyde, İsrailoğulları bir günün evvelinde bir saat içinde kırk üç peygamber öldürmüşlerdi. İsrailoğullarının âbid-lerinden yüz on iki yiğit ayağa kalkıp, onları öldürenlere marufu emr ve münkerden neh-yettiler. Bunun üzerine aynı günün sonunda, onların da hepsi öldürüldü. İşte Allah Azze ve Celle hazretlerinin (bu ayette) zikrettiği kişiler bunlardır." (Taberî).
Rasûlullah @ bu hadisiyle, hadisin metninde zikri geçen Âlî İmrân suresinin 21 ve 22. ayetlerini açıklamış, İsrailoğullarının, peygamberleri ve marufu emr eden temiz insanları nasıl öldürdüklerini anlatmıştır.
II. Rasûlullah @'ın anlattığı kıssanın dolayı olarak Kur'ân'ı açıklaması: Yukarıda belirtf ğimiz gibi bunlar, esasları Kur'ân'da mevcut olmadığı halde Hz. Peygamber @ tarafında. anlatılan ve herhangi bir ayetin izahını kolay laştıran kıssalardır.
Habbab b. el-Eret diyor ki: "(Peygamberliği. nin başlangıcında) Rasûlullah, Kabe'nin göjj gesinde bir cübbeye bürünmüş bir halde iken kendisine halimizden şikâyet ettik: "Bizim için Allah'tan yardım dilemez misin? dua etmez misin?" dedik. Buyurdu ki:"Sizden önceki ümmetlerde mümin kişi alınır, onun için yerde bir çukur kazılır, oraya konulup testere getirilir, başı ikiye biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden taranmak suretiyle ayrılırdı da, bütün bu yapılanlar onu dininden döndürmezdi. Allah'a yemin ederim ki, Allah bu dini kemale erdirecektir. Öyle ki bir süvari San'a'dan kalkıp Hadramut'a kadar -Allah'tan ve kurdun koyunlarına saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmaksızın- gidebilecektir, fakat siz acele ediyorsunuz." (Buharı).
Bu rivayet "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki..." (2: 214) ayetinde mücmel olarak geçen "öncekilerin başına gelen halleri", bazı misaller vermek suretiyle açıklamaktadır.
Diğer bir misal: Cabir b. Abdullah şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber Hicr diyarından geçerken dedi ki: "Mucize istemeyin, zira Hz. Salih'in kavmi mucize istedi. Ona verilen mucizevî dişi deve, şu geçitten gelip, şu geçitten de çıkıyordu. Onlar, Rablerinin emrini dinlemeyip onu boğazladılar. Nöbetleşe olarak bir gün deve onların suyunu içiyor, bir gün de onlar onun sütünü içiyorlardı. (Nankörlük ederek) onu boğazlayınca, o müthiş sayha onları ansızın yakalayıverdi. Allah Teâlâ, haremine sığınan bir tek adam haricinde, onların hepsini helak etti." Dediler ki: "Kimdi o adam, ya Rasûlullah?" Dedi kî:
"Ebû Riğal idi, haremden çıkınca diğerlerinin başına gelen azap, ona da isabet etti." (Müs-ned_İ Ahmed, Taberî, İbni Kesîr).
Hz. Salih'in dişi devesi ve Semûd kavminin onu öldürdükleri bazı ayetlerde bildirilirse de Peygamber @'in anlattığı şekliyle, kıssanın bir kısım unsurları Kur'ân'da mevcut değildir. Aynı konuya dair, Semûd kavminden dişi deveyi öldüren adamın tavsifini ihtiva eden şu hadis de böyledir.
Rasûlulah @ bir defasında, hutbe irad ederken, Semûd kavmine verilen dişi deveden ve onu boğazlayan adamdan bahsetti. "En nasib-sizleri ayaklandığı zaman" (91: 12) ayetini okuyup: "Kavminde muteber, şımarık, (Zü-beyr b. Avvâm'ın amcası) Ebû Zem'a gibi güçlü kuvvetli bir adam, deveye doğru (boğazlamak üzere) ayaklanmıştı." (Buharı, Müslim).
Bu sıfatlar Kur'ân'da zikr edilmemektedir. Bu türden başka çok örnekler mevcuttur .
Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ı açıklama tarzlarından biri de sünnetin, Kitabın mânasına muvafık bir tarzda vârid olması şeklinde görülür. Beyanın bu tarzından maksat, hükmün takviye edilmesidir. Yoksa aynı mâna, ayette de ifade edilmiştir. Ayetin ifade ettiği hüküm ve mâna, farklı vesilelerle belirtilmek suretiyle kuvvet kazanmakta ve böylece Hz. Peygamber hatırlatma vazifesini yerine getirmektedir.
Sa'id el-Hudrî tarafından merfû olarak rivayet edilen uzun bir hadiste (Müslim, Tirmizî, İbni Kesîr), Cenâb-ı Hakk'ın, hiçbir Çayırları olmadığı halde cennete dahil edece-S1 insanların şöyle söyleyecekleri bildirilir: by Rabbimiz! Sen âlemlerden hiç kimseye germediğini bize ihsan ettin, derler. Kendilere: Size bundan üstün bir hediyem var, Ey Rabbimiz! Bundan efdal ne var?
derler. Allah Teâlâ: Benim rızam! Artık bundan sonra ebediyyen sizi gazap etmem, buyurur.
Bu hadis "Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte en büyük saadet budur." (9: 72) ayetinde bildirilen mânayı kuvvetlendirmektedir.
Bİr başka misal: Rasûlullah @: "Din hususunda aşırılıktan sakının; çünkü sizden öncekiler dinde mübalağa ve aşırılıkları yüzünden helak olmuşlardır." (Müsned-i Ahmed, Neseî) buyurmak suretiyle "De ki: 'Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın..." (5: 77) ayetinin mânasını, pekiştirerek açıklamaktadır.
Ebu Hureyre şöyle riveyet etmiştir: Birisi Rasûlullah @'e; "Ey Allah'ın Rasûlü, biz deniz seyahatına çıkıyor ve yanımıza az miktar su alıyoruz. Bununla abdest alsak, içecek su sıkıntısı çekiyoruz. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?" diye sordu. Rasûlullah şöyle buyurdu: "Denizin suyu pâk, meytesi ise helâldir" (Ebû Dâvud, Tirmİzî, Neseî, İbni Mâce, Muvatta). Başka bir hadiste: "Bize iki meyte ve iki kan helal kılındı; meyteler: balık ile çekirge, kanlar ise: karaciğer ile dalaktır." (İbni Mâce, İbni Kesîr).
Birinci hadis deniz meytesinin (boğazlanmayarak ölen hayvan eti) helal olduğunu belirtmektedir. İkinci hadis İse meytelerden balık ile çekirgenin, kanlardan İse ciğer ile dalağın helal kılındığını ifade etmektedir. "Size meyte, kan, domuz eti... haram kılındı" (113) ayeti meyte ile kanı umumî olarak haram kılmaktadır. Mezkûr hadisler ise bu ayeti tahsis etmek suretiyle murad-i ilahîyi açıklamaktadır.
İkinci bir misal: "Zina eden kadınla erkekten her birine yüz değnek vurun" (24: 2) ayetinde zina eden herkese yüz değnek vurulması umumî olarak emrolunmuş, Rasûlullah @ bu emri bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tesbit etmiştir (İbni Kesîr).
Hz. Peygamber buyurdu ki: "Allah, onlara bir yol gösterdi (yani haklarındaki hükmünü bildirdi): Evli zinakâr değnekle döğülüp sonra recmolunur, bekâr ise değnekle döğülür sonra da sürülür." (İbni Mâce, Müslim, Ebû Dâvud, Taberî).
Bir başka rivayette, hadis şu lafızla varid olmuştur: "Evli zİnakâra yüz değnek vurulup taşlanır, bekâr ise yüz değnek vurulup bîr sene sürgün edilir" (Müslim, Müsned-i Ahmed, Taberî).
İmam Şâfi'î'nin rivayetinin başındaki ilaveden anlaşıldığına göre, önceleri zina suçunu irtikâp edenler "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse o kadınları ölüm (alıp) götürünceye kadar ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). İçinizden bir çift fuhuş yaparsa onlara eziyyet edin..." (4: 15-16) hükmünce evlerden dışarıya çıkarılmıyor veya buna ilave olarak onlara dille eziyette de bulunuluyordu. Had ayeti (24: 2) inince Rasûlullah @ bekârlara yüz değnek ve bir sene de sürgün cezası olduğunu söyledi. Bu hükmün Nisa suresinin 15. ayetinde vaadedi-len hüküm olduğunu belirtmek için de "İşte! Allah onlara bîr yol gösterdi." demiştir. İmam ŞâfiTnin dediğine göre, bu hadiste bildirilen evli zinakârlar hakkında değnek cezası, Rasûlullah @'in tatbikatı ile mensuhtur. Zira o evli olarak birbiriyle zina eden Mâ'iz b. Mâlik ile zânîye kadını sadece recm ile cezalandırmış, değnek vurdurmamış!! (Ahkâ-mu'l-Kur'an). Taberî bu hususta icma olduğunu söyler. Fakat Ahmed b. Hanbel hadisin zahiriyle amel ederek, değnek cezasıyla rec-mi beraber tatbik etmeyi doğru bulur (İbni Kesîr).
Üçüncü misal: "O (Hak Kitabı)nda onlara-cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (Ödeş. me) yazdık." (5: 45) ayeti umumîdir. Buna göre kâfir zimmiyi öldüren Müslüman, kısas olarak öldürülür. Aynı şekilde öldürülen köleye kısas olarak hür kimse öldürülür. Nitekim Ebû Hanîfe ayetin umumiyetini delil kabul ederek böylece içtihad etmiştir. Fakat Sahîheyn'de Hz. Ali'den merfûen Rasûlullah (S)'in "Kâfire kısas olarak müslüman öldürülmez." (Buharî, Ebû Dâvud, Tirmizî) dediği rivayet edilince, onun ayetin umumiyetini tahsis ettiği malûm olur." (İbni Kesîr).
Hanefî âlimleri, bu hadisteki "kâfir"den muradın, harbî kâfir olup zimmî kâfir olmadığını, Hz. Peygamber @'den de bir zİmfnîye kısas olarak bir Müslümanı öldürttüğünün rivayet olunduğunu belirtirler.
Mutlak; teklik, çokluk veya vasıf gibi şeylere bakılmaksızın vaz'edildiği mânaya delalet eden lâfızdır. Başka bir İfadeyle mutlak, yalnız mahiyete delalet eder. (M. Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi). Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ı açıklama şekillerinden biri de, ondaki bazı mutlak lafızları takyîd etmek suretiyle olmuştur. Meselâ: "(Namazda) Fâtihatu'l-Kitabı okumayanın hiç namazı yoktur." (Müslim, Dârimî, Tirmizî, İbni Mâce)
Bu hadisle "...Artık Kur'ân'dan kolay geleni okuyunuz..." (73: 20) ayetini takyid etmekte, kıraatin Fatiha olarak tayini bahis konusu olmaktadır. İmam Ebû Hanîfe ayetin ıtlakına ve içtihadını teyid eden bazı hadislere dayanarak namazda kıraatin Fatiha olarak belirlenmediğini, ancak vâcib olduğunu kabul eder.
Diğer bir misâl: Hz. Peygamber @'in hanımı Ümmü Seleme anlatıyor: Bir adam bir kadınla evlenmiş ve onu arka üstü yatırmak iste-^iş, kadın ise reddetmiş ve "Rasûlullah'a sor-nıadıkça buna müsaade etmem" demişti. Kadın gelip bu durumu bana anlattı. Ümmü Se-leine de Rasûlullah'a nakledince: "Ona haber gönder (gelsin)" dedi. Kadın gelince Rasûlullah ona şu ayeti okudu: "(Ey erkekler) kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. O halde tar-ıanıZa nasıl dilerseniz öyle varın" (2: 223); anıma tek yerden, tek yerden!" (Tirmizî, Taberî, Beyaki).
Huzeyme b. Sabit'ten: "Bir adam Hz. Peygamber @'e, kadınlara arka taraftan varmanın hükmünü sordu. Cevaben: "Helaldir" dedi, Adam arkasına dönüp ayrılınca, (yanlış anlamaması için) onu çağırdı veya çağrılmasını istedi. Sonra buyurdu ki: "Ne demiştim? İkisinden hangisi, arka taraftan öndekine ise evet; amma arka taraftan arkadakine gelince hayır! Allah doğruyu söylemekten haya etmez (çekinmez): Kadınlara arkadan varmayınız" (Tirmizî, Dârimî, Neseî, İbni Mâce).
Bu hadislerle Rasûlullah "(Ey erkekler) kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz Öyle varın." (2: 223) ayetinin genelliğini kayıt altına almaktadır.
Üçüncü bir misâl: Birisi Hz. Peygamber @ 'e şöyle bir soru sordu: "Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?" Buyurdu ki: "Yediğinde yedirirsin, giydiğinde giydirirsin. Onun yüzüne vurma, ona çirkinlik isnad etme ve onu ev dışına çıkarma, kovma (ondan uzak kalmak istediğinde bunu evin içinde yap)" (Tefsiru'n-Neseî, Taberî, Ebû Dâvud, İbni Mâce).
Ikrime'den rivayetle buyrulur ki: "... Dik kafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün" ayetini *zah ederken "şiddetli olmayan bir şekilde dövün" demiş ve şöyle ilave etmiştir: "asûlullah şöyle buyurdu: "Meşru bir husus-ta size isyan ederlerse, onları şiddetli olma-^an bir şekilde dövün." (Taberî, Müslim, Müsned-i Ahmed).
Aşağıda rivayet edilen hadislerden de bu husus açıkça anlaşılmaktadır.
Abdullah b. Amr'dan rivayete göre şöyle demiştir: Rasûlullah @ hayatta iken bir kadın hırsızlık yapmıştı. Malları çalınanlar gelip dediler ki "Yâ Rasûlullah, bu kadın malımızı çaldı." Kadının akrabaları dediler ki: "Biz tazmin edelim, fidye verelim." Rasûlullah: "Elini kesin!" dedi. Bu kere: "Beş yüz dinar fidye verelim (de kesilmesin)" dediler. O: "elini kesin!" dedi. Bundan sonra kadının sağ eli kesildi. Kadın: "Tevbem kabul edilir mi?" deyince Rasûlullah: "Bugün, sen yaptığın suçtan dolayı, anandan doğduğun gündeki gibisin." Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Kİm yaptığı zulümden sonra tövbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayan, merhamet edendir" (5: 39) ayetini indirdi.
Benî Mahzûm kabilesinden olan bu kadının durumu Sahîheyn'de tafsilatlı olarak rivayet edilmektedir. Üsâme'nİn şefaat teşebbüsü Rasûlullahı çok kızdırmış, "Muhammed'in kızı Fatıma da çalsa, elini kestirirdim" demiştir. Hz. Aişe'den öğreniyoruz ki "bu kadın sonradan hâlini düzeltip evlendi. Ara sıra yanıma gelirdi, ben de onun ihtiyaçlarını Rasûlullah'a iletirdim" diyor. (Müslim, Buharî).
Bu hadislerle, serkeşlik eden kadınları, kocalarının dövmesine izin veren ayetin (4: 34) "yataklarından ayrılın ve dövün" ifadesi, dövmenin şiddetli olmaması ve yüze vurulmaması tarzında takyid edilmiştir.
Diğer bir misâl: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin!" (5: 38) ayetinin ıtlakı, sünnet tarafından "sağ el" olarak takyid edilmiştir (Müsned-i Ahmed, Taberî, İbnİ Kesîr, Ebû Dâvud).
Kur'ân'ın müşkilinden murat, herhangi bir ayetin, diğer bir ayete muarız olduğunu ilham etmesidir {el-Itkan). "Onlar halâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah-tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan bir çok şeyier bulurlardı." (4: 82) ayetinin belirttiği gibi, Kur'ân'da çelişki olması mümkün değildir. Birbirine zıt sanılan hususların izale edilmesi gerekir. Sahabe ve sonradan gelen bazı âlimlerin bu nevî izahları bulunduğu gibi, Hz. Peygamber'in de bazı müşkülen açığa kavuşturduğunu görmekteyiz.
Ebû Sümeyye şöyle rivayet etmektedir: Meryem suresinin 71. ayetindeki vürâd'vm mânası hakkında ihtilafa düştük. Câbir b. Abdullah'a rastladım. İhtilafımızı, bir kısmımızın "Mümin cehenneme girmez1', diğer bir kısmımızın da "Herkes cehenneme girer." dediğini söyledim. Elleriyle kulaklarını tutarak: "Sağır olsunlar, Rasûlullah'dan şöyle işitme-diysem: Buyurdu ki: (Âyette geçen) vürûd, duhûl, yani girmek manasınadır; hiçbir muttaki veya kâfir yoktur ki cehenneme girmesin. Fakat müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olur; hatta ateşin (ya-nut cehennemin, dedi) onların serinliğinden dolayı hışırtısı vardır. "Sonra muttakileri kurtarır ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız." (19: 72).
Buradaki güçlük şundan ileri gelmektedir: Ayette "İçinizden oraya girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbinin üzerine aldığı kesin bir borçtur." (19: 71) buyurulmaktadır. Halbuki birçok ayette muttakîlerin cehennemde yanmayacağı bildirilmektedir. Rasûlullah @ bütün insanların cehenneme gireceğini, fakat müminler İçin, Hz. İbrahim'e olduğu gibi, ateşin "serin ve selâmet olacağını" (21: 69) beyan etmek suretiyle bu güçlüğü gidermiştir.
Şu hadisler de zikredilen ayetin izahına dairdir:
Hz. Hafsa diyor ki: Rasûlullah @'in şöyle dediğini işittim: "Bedir veya Hudeybiye gazvesine iştirak eden herhangi bir Muslümanin cehenneme girmeyeceğini ümit ederim." Bu, nun üzerine dedim ki: "Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ "İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. (Oraya girmeleri) Rabbinin, üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür" buyurmuyor mu?" Hz. Peygamber "Allah Teâlâ'nm "Sonra muttakileri kurtarır ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız" buyurduğunu işitmedin mi?" dedi (İbni Mâce, Taberî).
İbn Mes'ûd'un merfû olarak rivayetine göre Rasûlullah @: Yani: "Bütün insanlar oraya gelir, sonra da amelleri ile oradan çıkarlar" demiştir (Tirmizî).
Sahîheyn'de vürûd'un "duhûl" mânasına geldiğine delâlet eden şu hadis rivayet edilmektedir: "Müslümanlardan, üç çocuğu ölüp de kendisine -Allah'ın andı yerini bulacak kadar müstesna- cehennem ateşi dokunacak hiçbir kimse yoktur" (Müslim, Buhari, Tirmizî, İbni Mâce, Neseî). Hadisteki "tahilletu l-kasem", yemini helâl kılan şey yani yemini yerine getiren şey demektir. Buradaki yeminden maksat da (19: 71) ayetinde mukadder olan yemindir..." {Sahih-i Müslim ve Tercemesî).
Bir diğer misal: "... Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele!" (9: 34) ayeti nazil olunca, bu Müslümanlara ağır geldi. Çünkü bu ayetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı. Ömer b. el-Hattâb Müslümanları temsilen Hz. Peygamber @ 'den açıklama istedi. Rasûlullah @: "Allah zekâtı sadece mallarınızın geriye kalan kısmını temizlemek İçin farz kılmıştır. (Ölümünüzden) sonraya bırakacağınız mallarda İse mîrası farz kılmıştır." buyurdu (Müstedrek). Böylece bu ayetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, ayet-i kerîmedeki tehdidin ancak mallarının zekâtını vermeyenler hakkında olduğu açığa kavuşmuştur.
Burada herhangi bir sebeple. Kur'ân-ı Kerîmce kapalı ve muğlak bırakılan, haklarında kesin izahın ancak nakle mütevakkıf olduğu müphem hususların Rasûlullah @ tarafından açıklanmasına misaller verilmektedir.
Birinci misâl: Suheyb, Peygamber @'den söyle rivayet ediyor: Cennetlikler cennete girince yüce Allah buyurur ki: "Daha fazla bir şey ister misiniz?" (... Sonra Allah, cemâlini onlara gösterir). Artık yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir nimete mazhar olamazlar." Sonra "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var..." ayetini okudu. (Müslim, Tirmizî, İbni Mâce). Bu ayetteki "fazlalığın" "cemâl-i ilâhîye nazar" olduğu, bu hadisten anlaşılmaktadır.
Bir başka hadiste ise, kıyamet günü bir münadînin:
En güzel iyilik: Cennet, ziyade ise Yüce Allah'ın cemâline bakmaktır" diyeceği bildirilir. İbni Kesîr'in ifadesine göre, bu hususta başka hadisler de vardır ve Selefden Ebû Bekr es-Sıddîk, Huzeyfe, İbn Abbâs, Sa'îd b. el-Museyyeb, Mücâhid, Katâde, Hasanu'l-Basrî ve diğerleri de "fazlalığın" Allah Teâlâ'nm vechi kerimine nazar olduğunu söylemişlerdir (İbni Kesîr).
ikinci misâl: Semüre'den rivayete göre Rasûlullah şöyle demiştir: "es-salâtu'l-vustâ, ikindi namazıdır." (Tirmizî, Müsned-i Ahmed). Bu hadis "Namazları ve es-salâtu'l-vustâyı devamlı olarak yerine getirin." (2: 238) ayetindeki "es-salâtu'l-vustâ"nın ikindi namazı olduğunu bildirmektedir.
Hz. Ali'den nakille, Rasûlullah @, Hendek muharebesinin olduğu gün dedi ki: "Bizi es-salâtu'l-vustâdan alıkoydular, tâ ki güneş batana kadar. Allah onların kabirlerini ve evlerini (yahut "içlerini" dedi, tereddüt râvi Yahya'dan ileri gelmektedir) ateşle doldursun.". (Ruharî) hadisi de ikindi namazı olduğunu bildirmektedir.
Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Nikâh bağını elinde tutan kocadır." (el-It-kan). Bir erkek, nikâh kıyıldıktan sonra, henüz karı koca olmadan karısını boşadığı takdirde, belirtilen mehrin yarısını, boşadığı karısına vermekle mükelleftir. Ama "kadın veya nikâh bağı elinde olan" kimse bu haktan vazgeçerse, o takdirde bir şey gerekmez. Bu hükmü bildiren ayette (2: 237) geçen "nikâh bağım elinde tutan"ın kim olduğu müphemdir. Bu hadiste Hz. Peygamber @'in "nikâh bağını elinde tutan, kocadır" dediği bildirilmektedir. Koca olmasına göre mâna şöyle olur: "Ey kocalar! bu durumda vermeniz va-cib olan miktar, mehrin yarısıdır. Fakat tamamını da bağışlayabilirsiniz". Hz. Peygamber @ tarafından müphemin tayin edildiğine başka misaller de vardır.
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyette bulunmak, takva sahipleri üzerine bir borçtur." (2: 180) ayeti en sahih kavle göre, Nisa sûresinin 11 ve 12. ayetlerindeki mîras hükümleriyle nesh edilmiştir. Zikredeceğimiz şu hadis de bu neshi beyanla kuvvetleştirmektedir.
Ebû Ümâme diyor ki: "Veda haccı sırasındaki hutbesinde Rasûlullah @'in şöyle dediğini işittim: "Allah, her hak sahibine hakkını verdi, artık vâris için vasiyyet yoktur." (Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî).
Bİr başka misâl: "Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah'ın yolundan çevirmek, Mescid-i Haram'm ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük bir günahtır." (2: 217) ayeti, haram aylarda savaşmanın haram olduğunu tasrîh etmektedir. Taberî'nin ifadesine göre: "Tevil ehli bu ayetin mensuh mu yahut hükmünün sabit mi olduğunda ihtilaf etmişlerdir." Bu müellif her iki görüş sahiplerinin mütalalarını naklettikten sonra devamla şöyle demektedir: "Bize göre doğru olan Atâ b. Meysere'nin şu sözüdür: Haram aylarda müşriklerle kıtali yasaklayan hüküm, "... (Bununla beraber) müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın..." (9: 36) İlahî kavliyle neshedilmiştir. Bu ayetin Bakara suresinin 2X1. ayetini neshetmiş olduğu şundan dolayı kabul edilir ki; haram ayların bir kısmında, Rasûlullah @'in Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'de Sakîf kabilesiyle savaştığı ve Ebû Âmir'i, oradaki müşriklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu hadise Şevval ve Zilka-de'nin bir kısmında olmuştu ki bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylarda savaşmak haram olsaydı ve bu iş masiyet sayılsaydı, Rasûlullah bu fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu." (Taberî, İbni Kesîr). Şu halde Hz. Peygamber @'in bu davranışı, haram aylarda savaşmayı, mutlak olarak nehyeden ayetin mensuh olduğuna delâlet etmiştir.
Hz. Peygamber @ bir çok ayetlerde emrolu-nan hususları, bizzat tatbik ederek göstermiş, böylece o ayetlerden ilâhî muradın ne olduğunu iyice açıklamıştır.
Câbir, Hz. Peygamber @'in haccını tafsilatlı olarak anlatan uzun hadisinin bir yerinde diyor ki: "Nihayet onunla birlikte Beytullaha geldik. Hacer-i esvedi istilam etti. Üç defa koşar adımlarla, dört defa da mûtad yürüyüşle tavaf yaptı. Sonra da Makam-ı İbrahim'e geçti ve hemen: 'Siz de Makam-ı İbrahim'den bir namazgah edinin' (2: 125) ayetini okudu. Makamı, kendisiyle Beyt arasına alarak iki rekat namaz kıldı." (Müslim, Taberî). Rasûlullah @'in bu tatbikatından "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin..." emr-i ilâhîsinden neyin murad edildiğini, nerede ve ne şekilde yapılacağı anlaşılmaktadır. Zira Makâm-i İbrahim için Arafat Muzdelife, şeytan taşlama yerleri, harem-i şerif vs. mahaller olduğu da söylenmiştir. Nitekim müslümanlar arasında maruf olan da bu hadiste bildirilen yerdir.
Misallerine az rastlanılan bu kısımda, herhangi bir ayetin Rasûlullah @'in yanında izah edilmesine karşı, onun sükût etmek suretiyle bu izahı tasvip ettiğine dair misaller verilecektir.
Birinci misâl: Amr b. el-As, ZâtuVselasil gazvesinin cereyan ettiği hicrî 7. yılda Peygamber @ tarafından gönderildiği bir sefer sırasında, soğuk bir gecede yıkanması gerekince sıhhatinden endişe ederek yıkanmamış, teyemmüm etmek suretiyle arkadaşlarına imamlık etmişti. Dönüşünde Rasûlullah'a durumu anlatmış, O: "Arkadaşlarına cünüp olarak mı namaz kıldırdın?" diye sorunca Amr: "Ey Allanın Rasûlü, ben çok soğuk bir gecede ihtilam oldum, yıkandığım takdirde helak olacağımdan korktum ve Azîz olan Allah'ın şu kavlini hatırladım: 'Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir.' (4: 29). Ben de teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma namaz kıldırdım." dedi. Rasûlullah güldü ve bir şey söylemedi (Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, İbnİ Kesîr).
Ebû Davud'un bundan sonraki hadisinde Amr'ın bir seriyye kumandanı olarak gönderildiği, teyemmüm değil de cünüp iken namaz abdesti gibi abdest almış olduğu rivayet olunur.
İkinci misâl: Abdullah b. Mes'ûd şöyle dedi: Bir kerre Peygamber @ 'in huzurunda Yahudi âlimlerinden bir âlim geldi ve: Yâ Muhammedi -yahut da: Yâ Ebu'l-Kasım!- Hiç şüphesiz yüce Allah kıyamet gününde gökleri bir parmağında, yer tabakalarını da bir parmağında, bütün dağları, ağaçları da bir parmağında, suları ve toprakları da bir parmağında diğer mahlûkları da bir parmağında tutar. conra onları hareket ettirerek: Melik ancak benim! buyurur dedi. Rasûlullah @, Yahudi aijrninin söylediği bu haberden memnun olup u tasdîk etmek üzere güldü. Sonra gasûlullah şu âyeti okudu: " Allah'ı gereği eİbi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." (39: 67) {Müslim, Buharî, Tirmizî).
Rasûlullah @'in bu davranışı, Yahudi bilgininin söylediklerini tasvip ettiğini ve bu sözlerin, kendisi tarafından okunan ayetin tefsirine ait olduğunu göstermektedir.
a- Doğrudan doğruya lûgavî izahları: Karşılaştığımız misallerden anlaşıldığına göre Rasûlullah @'in Kur'ân hakkında lûgavî yönden açıklamalarda bulunmasına, ekseriyetle soruya muhatap olması vesile teşkil etmektedir. Onun açıklamaları, ekseriyet itibariyle lügat ve tefsir ehlinin lûgavî izahları tarzında değildir. Ayrıntıya girmeden, soranın durumuna göre, en kısa yoldan mânanın anlaşılmasını hedefler. Dolayısıyla bazen kelimenin sadece eşanlamlısını söyler, bazen vasfını içerene tariflerde bulunur, yahut ondan maksadın ne olduğunu bildirirdi. Bazı hallerde kelimenin şer'î mânasını belirtirdi. Bunlara dair misaller:
I- Kelimeyi eşanlamlısı ile açıklaması: Hz. Peygamber @, "Böylece sizi (ey Muhammed Ümmeti) vasat bir ümmet yapmışızdır." (2: '43) ayetinde varid olan ve çeşitli mânalara gelen "vasat" kelimesinin, burada "âdil" ^anasına olduğunu bildirmiştir (Tirmizî).
Hz. Aişe "Dîn (işlerin)de üzerinize hiçbir §üÇlük de yüklemedi..." (22: 78) ayetinde va-rı<J olan "haraç" kelimesini, Peygamberimize s°nnuş, o da: "darlık" olarak açıklamıştır (Müstedrek).
"Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler..." (9: 112) ayetîndeki sâihînm hangi mânaya geldiği sorulunca Rasûlullah: "oruç tutanlar" demek olduğunu söyledi (Müstedrek, Ebû Dâvud).
Bir rivayete göre Rasûlullah @, Kur'ân'da geçen kunût kelimesi (2:238), "her yerde taat mânasına gelir" demiştir (Fethu'r-Rabbani, Taberî). Tâat, bu kelimenin "sükût eylemek, dua etmek, namazda ayakta durmak", gibi eşanlamlılarından biridir.
Rasûlullah @'in Kur'ân'daki bazı kelimeleri eşanlamlıları ile açıklamasına dair başka misaller de vardır.
II. Tarif etmek suretiyle izahı: Mâide sûresinin ikinci ayetinde ve başka ayetlerde geçen birr ve ism hakkında Rasûlullah ilBirr\ ahlâk güzelliği, ism ise vicdanını tırmalayıp seni huzursuz kılan ve insanların muttali olmasını istemediğin şeydir" (Müslim) demiştir.
III. Kelimenin şer'î mânasını bildirrrlesi: Rasûlullah @ "Kulaklar başa dahildir." demekle, abdest ayetinde (5: 6) yıkanması farz olarak emredilen "yüz"ü tarif etmekte, kulakların yüzden sayılmadığını belirtmektedir.
Bir defa sakalını örten bir adamı görünce ona: "Aç onu, zira sakal yüze dahildir." demişti (İbni Kesîr).
Rasûlullah @ "gıybet nedir bilir misiniz?" diye sorduktan sonra "Allah ve Rasûlü bilir." diye cevap verdiler. Buyurdu: "Gıybet, dîn kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anman-dır." Bunun üzerine kendisine: "Ya benim söylediğim şey kardeşimde mevcut ise, buna ne dersin ey Allah'ın Rasûlü" denildi. Buyurdu ki: "Eğer senin söylediğin husus onda varsa, onun gıybetini yapmış olursun, onda bulunmuyorsa ona iftira etmiş olursun" (Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî). Böylece "Kiminiz kiminizi gıybet etmesin" (49: 12) ayetini açıklamaktadır.
Bir misal de şöyledir: "Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda (İhrama girerek) haccı kendisine farz kılarsa, bilsin ki hacda ne re-fes, ne füsûk ve ne de cidal olamaz..." (2: 197) ayeti hakkında Hz. Peygamber @'in:
"Refes: kadınlarla cinsî münasebete dair fahiş söz veya îma, füsûk: her türlü masiyet, cidal: kişinin yanındaki kimse ile olan müna-kaşasıdır" dediği rivayet olunmaktadır (el-It-kan).
IV. Kelimenin kasteddiğini bildirmesi: "Cenâb-ı Allah, Hz. İbrahim'i insanlara imam (rehber) yaptığını bildirince o, zürriye-tinden de kendisi gibi imamlar yaratmasını dilemiş, Allah ise: 'Zalimlere ahdim erişmez' demişti." (2: 124) ayetinde geçen "ahd"'\, "nübüvvet* ile tefsir etmiştir (İbni Kesîr). Bu kelimenin lûgattaki birçok mânaları arasında nübüvvet mânası görülmez. Fakat burada ondan nübüvvetin kastedildiği belirtilmiştir.
Bir başka misâl: Cenâb-ı Allah'ın Hz. Musa'ya emrini nakleden "... ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat..." (14: 5) ayetindeki "Allah'ın günîert'nâen maksadın, "Allanın nimetleri" olduğunu bildirmiştir (Taberî, İbni Kesîr). Bu mânaya gelmesi "hâliyyet ve ma-hallİyyet itibariyledir" (Kamus Tercemesi).
IV. Kelimenin geniş anlamının kastedildiğinin bildirmesi: Bir rivayete göre Rasûlullah @, "Bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini düşünün ki içinizden peygamberler gönderdi, sizi melikler yaptı" (5: 20) ayetindeki "melik" kelimesinin geniş mânada kullanıldığına dikkati çekmiştir.
Hz. Peygamber @'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrail oğullarında birisinin hizmetçisi, bineği ve karısı olunca onu melik (kıral) sayarlardı" (İbni Kesîr).
Zeyd b. Eşlem, ayette geçen "sizi melikler yaptı" ifadesi hakkında Rasûlullah'iın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kim bir eve ve hizmetçiye mâlik olursa, o meliktir." (Taberî).
"Kendilerine Kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tâğûta (bâtıla) inanıyorlar ve inkâr edenler için: 'bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar." (4: 5l) ayetinde geçen "cibt* kelimesi lügatte pm kâhin, sihirbaz, hayırsız ve faidesiz, hasis ve kötü şeye denir. Tark: yere çizgiler çizmektir; burada kastedilen remil ilmidir. İyâfe; kuş uçurmak suretiyle fala bakmak; tiyara; kendisiyle uğur aranan yaramaz fal demektir. Bu mefhumlar da, cibft katılmak suretiyle bu kelimenin delâleti genişletilmektedir.
VI. Lügavî inceliklere temas etmesi: Bir bedevi gelerek "Ey Allahın Rasûlü! Beni cennete gönderecek bir amele delâlet et." dedi. Cevaben buyurdu ki: "Vecîz söz söylersem, meseleyi daha geniş anlatmış olurum: Neşeme i'îak (âzad) et veya. fekk-i rakabe et (bir boyunu kölelik zincirinden çöz)". Bunun üzerine bedevî: "Bu ikisi aynı şey değil midir?" Rasûlullah @: "İ'tak-ı neşeme: tek başına âzad etmendir, fekk-İ rakabe ise: âzad edilmesine yardımda bulunmandır." (Müs-ned-i Ahmed).
Burada Rasûlullah @ birbirinin eşanlamlısı olan iki kelime arasındaki nüansı belirterek "Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek, yahut şiddetli bir açlık gününde... doyurmaktır." (90: 12-13) ayetinin tam ve inceden inceye tahdit edilmiş mânasını açıklamıştır.
Yine: Arabînin biri gelerek "Ya Rasûlullah, Allah cennette insana eza veren, inciten bir ağacın olduğunu zikrediyor" dedi. "Nedir o?" diye sorunca sidr olduğunu söyledi. Rasûlullah buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenini (2256: 288) silmiştir de her dikenin yerine bir meyve yapmıştır..." (İbni Kesîr, Müstedrek).
Sidr-i mahdûd, Arabistan kirazı tabir olunan meşhur nabk ağacının ismidir. "Mahdud" iki mâna ile tefsir edilmiştir. Birisi silinmiş, tesviye edilmiş, düzgün demektir. Arabistan sidri dikenli bir ağaç olduğu için bununla Cennet sidrinin dikensiz olduğu anlatılmıştır. Rasûlullah @ kelimenin bu mânasına dikkati çekmiş ve bu mâna üzerinde temerküz eden mühim farkı belirtmiştir.
b- Dolayısiyle olan lûgavî açıklamaları: Bundan maksat ,Hz. Peygamber @'in ICur'ân'da varid olan herhangi bir garib kelimeyi, doğrudan doğruya ayeti açıklama mevkiinde değil de, başka bir vesile ile ayetteki mânada kullanmasıdır. Müfessirler bazı kelimeleri açıklarken Hz. Peygamber @'in bu kabil kullanımlarından istifade ederler.
Meselâ: Sahabeden Osman b. Maz'ûn vefat edince Rasûlullah @: "Ona yakîn geldi, vallahi ben onun için hayır(lı âkibet) ümid ederim." (İbni Kesîr).
Bir başka hadisinde, insanların yaşayış tarzlarının en hayırlısını bildirirken: "... Namazı ikame eder, zekâtı verir, İnsanlardan yana da, hayırdan başka bir işte bulunmayarak kendisine yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet eder durur." demiştir (Müslim, İbni Mâce, Müsned-i Ahmed).
Her İki hadiste de yakîn kelimesi ölüm mânasına gelmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber @'in bu mânada kullanması "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (15: 99) ayetindeki "yakîn"in mânasını anlamamızı temin etmektedir.
Bir diğe'r misâl: Ebû Hüreyre'den rivayetle: Hz. Peygamber, ashabı ayrı ayrı halkalar halinde otururken onların yanına varınca: "Ne o, niye böyle izîn (dağınık) oturuyorsunuz?" dedi (Müslim, Taberî, Ebû Dâvud).
Ba hadiste izîn kelimesi, halka halka, dağınık bir şekilde bulunmak hakkında kullanılmıştır. "Sağdan soldan ayrı ayrı ..gruplar halinde..." (70: 37) ayetinde geçen bu kelimenin mânası, bu hadis vasıtasiyle anlaşılır.
Son bir misâlimiz: Taberî, "Musa kavmine demişti ki: 'Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O sizi Firavun hanedanından kurtardi. Onlar, sizi işkencenin en kötüsüne mâruz bırakıyorlardı. Bunda Rabbinizden, size büyük bir imtihan vardı" (14: 6) ayetinin tefsirinde yestehyune hakkında: "Mânası, bırakıyorlar demektir. Hayat, terk demektir. Nitekim Rasûlullah @'den gelen haberde de boy ledir: "Müşriklerin kocalarını Öldürün, kadın larını bırakın." (Taberî). Bu neviden başka misaller de vardır.
c- Edebî sanatları ihtiva eden ayetleri açıklaması: Bilindiği gibi edebî sanatları isimlendirme ve edebî terimler sonraki devirlerde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygmber @'in bu sınıfa giren ayetleri açıklamasını, belagat âlimlerinin izahları ile kıyas etmemelidir. Hz. Peygamber @, sonradan mecaz, hazf, kinaye vs. şeklinde adlandırılan hususiyetleri ihtiva eden ayetlerin, sadece maksatlarının anlaşılmasına medar olacak bazı irşad-larda bulunmuştur. Bunlara ait misallerimiz aşağıya kaydedilmiştir.
Adîy b. Hatem diyor ki: "Sizin için fecrin beyaz İpliği siyah iplikten seçilinceye kadar ye-yin, için...." (2: 187) ayeti nazil olunca, biri siyah diğeri beyaz olarak iki ip alıp yastığımın altına koydum. Böylece onlara bakıp beyazı siyahtan ayırdedecek zaman gelince oruca başladım. Sabah olunca Rasûlullah'm huzuruna varıp yaptığım işi anlattım. Buyurdu ki: "Öyleyse senin yastığın çok enlidir (yani kafan kalın olduğundan bundaki inceliği an-layamadm). Bu ayetten maksat, sadece gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığıdır" (Buharı, Müslim).
Buharı ve Müslim'in ashabdan Sehl b. Sa'd'dan rivayet ettikleri bir hadisten anlaşıldığına göre, bu ayet ilk nazil olduğunda mi-nel-feai: fecrin beyanı yoktu. Sonra nazil oldu. Hz. Peygamber @ ile temas eden Müslümanlar, onun açıklamasından murad edilen mânayı anlıyorlardı. Fakat temas etmeyen bedeviler, yahut "hayf\n lügatte gece ve gündüz mânasında kullanılabileceğini bilmeyenler, ayeti Adîy b. Hâtem gibi anlamışlardı.
Bu ayetin ve ilgili hadislerin anlaşılması hakkında çok kaviller varsa da bizim burada belirtmek istediğimiz şudur; Ayetteki haytdan muradın, lügatteki hakikî mânanın (ip) değil de bilinen mecaz olarak gece ve gündüz olduğudur ki, "bu (ayetten maksat) sadece gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığıdır." sözü ile Rasûlullah @ tarafından beyan edilmiştir.
Diğer misal: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz biçimde varın..." (2: 223). Hars; esasen ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, mezra mânasına isim de olur ki burada bu mânayadır. Bu tabir ile kadının kadınlık uzvu bir tarlaya, erkeğin nutfesi tohuma, doğacak çocuk da bitecek hasılata teşbih edilerek bir istiare yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği mevzi-i hars, izah buyurulmuştur ki mâna şu olur: Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslü-man tohumları ekip hasılat olarak zürriyyet yetiştireceksiniz. Bundan dolayı harsınıza -hars mânası unutulmamak ve mevzi-i harstan olmak şartı ile- dilediğiniz taraftan, herhangi bir vaziyette isterseniz gidiniz.
Ayetin müfessirler tarafından bildirilen bu inceliklerini, -nisbeti sahih ise- İbn Abbas'dan rivayet olunan şu hadis ifade etmektedir: İbn Abbas'tan, Rasûlullah (S)'in "Kadınlarınız sİ-zin tarlanızdır..." ayeti hakkına şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mahsûl nerede olursa tarla oraya denilir." Bu hadis harsın, ancak nebatın bittiği yer olduğunu ifade etmektedir. Bu teşbihi ihtiva etmese bile, dübürü mene-den, ancak bir yolun helal olduğunu bildiren bir çok hadis de aynı mânayı gösterir. Peygamber @'in beyanının delaletiyle buradaki teşbihin hakikatine ve benzetme yönüne nüfuz edilmese, bazılarının anladığı gibi, her türlü davranışın mubah olduğu neticesi çıkarılabilirdi.
Rasûlullah'ın Kur'ân'i açıklama tarzlarından biri de herhangi bir ayetin genel olarak neye delâlet ettiğini bildirip, ondan kasdolu-nanın ne olduğunu tayin etmek şeklindedir Bu kabîl açıklamalarda pek tabiîdir ki, bazan tam lûgavî delâlet bulunmaz. Bu türden misaller de bir hayli fazladır.
İlk misâl: "Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'e der ki: 'Ben filanı sevdim, sen de sev.' Cebrail de göktekilere aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde de bir sevgi yerleşmiş olur. İşte Azîz ve Celîl olan Allah'ın, "îman edip de faydalı işler yapanlar için Rahman, (gönüllerde) bir .sevgi yaratacak (onları herkese sevdirecektir." (19: 96) ayeti bunu ifade eder. (Tirmizî, Müslim).
İkinci misâl: Ebû Saîd el-Hudrî ile Ebû Hu-reyre'den; Peygamber @: "(Cennette) Bir münadî: Daima sıhhatli kalmanız ve ebediy-yen hasta olmamanız sizin hakkınızdır. Daima genç kalmanız ve ebediyyen ihtiyarlamamanız sizin hakkınızdır. Daima nimetler içinde hoş hâl olmanız ve ebediyyen sıkıntı ve çetinliğe maruz kalmamanız sizin hakkınızdır! diye nida edecektir" buyurdu. İşte bu, Azîz ve Celîl olan Allah'ın şu kavlidir: "Onlara: İşte yapmakta devam ettiğiniz (iyi işler) sayesinde mirasçı edildiğiniz cennet budur! diye nida edilecekdir." (7: 43) (Tirmizî, Müslim).
Aynı ayetin baş tarafı şöyledir: "... Hamdol-sun Allah'a ki, derler, bizi hidâyetiyle buna (Cennete) kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olmazdık. Andolsun ki, Rabbi-mizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir."
Şu hadis de ayetin bu kısmından anlaşılması gerekenin ne olduğunu bildirmektedir:
Ebû Saîd dedi ki: Resûlullah şöyle buyurdu: "Cehenneme girenlerin her biri (iman etmiş olması halinde) cennette kendisine ayrılan konağı görecek ve diyecek ki: 'Keşke Allah bizi hidayet etseydi!' Böylece bu (görmeleri) onlar için hasret ve pişmanlık olur. Cennete girenlerden her biri (İman etmemiş olması halinde) cehennemde varacağı yeri görüp diyecek ki: 'Allah bizi hidayet etmemiş olsaydı (halimiz ne olurdu!)' îşte bu da onların şükürleri olur." (Taberî, Müsned-i Ahmed, İbni Her insan için, hem cennet hem de cehennemde birer yer hazırlanmış olduğunu, cennete giren müminlerin, oradaki cehenem ehline ait yerlere varis olacaklarını, ayetteki verasetin bu keyfiyetle ilgili olduğunu, cehennemliklerin hasret ve pişmanlıklarını, cennetliklerin ise şükrünün ayetteki gibi olacağını bu hadis bildirmektedir.
Üçüncü misâl: "Onlar sabah akşam ateşe ar-zolunurlar..." (40: 46) ayetinden kasdoluna-nın ne olduğunu şu hadis tayin etmektedir: "Sizden biriniz ölünce, sabah akşam (öbür dünyadaki) yeri kendisine gösterilir; Cennet ehlinden ise cennetten, cehennem ehlinden ise cehennemden (yeri gösterilir), kıyamet günü Allah kendisini diriltinceye kadar böylece devam eder." (Tefsiru'n-Neseî, Tabera-nî). Böylece bu ayetten, -müstehak olanlar için- kabir azabının sabit olduğunu Rasûlullah @ bildirmiş olmaktadır.
Rasûlullah @'in Kur'ân'ı açıklama tarzlarından biri de, onda zikredilen bir hususun, birtakım vasıflarını belirtmek suretiyle, insanların akıllarına ve kalplerine daha iyi yerleştirmek gayesine yöneliktir. Tavsif etmesi ter-ğib, terhîb, şer'î bir meseleyi açıklama, övülen veya zemmedilen şahıs veya durumların vasıflarını belirtme vs. için olur.
Birinci misâl: Ebû Hureyre, "İşte şunlar Rab-leri hakkında çekişen iki hasım taraf: Nankörler için ateşten elbiseler biçildi, başlarının üstünden de kaynar su dökülüyor. Onunla karınlarının içindekiler ve derileri eritiliyor." (22: 19-20) ayetini okuyarak buna dair @'den şu sözü işittiğini söyler:
"Kaynar su başlarının üzerinden dökülür, beyinlerinden geçer, tâ karınlarına varır, içlerindeki bağırsakları gövdelerinden sıyırarak ayaklarından çıkar (yahut ayaklarını darma dağınık eder). İşte (Allah Teâlânın zikrettiği) eritme budur. Sonra bu ameliye tekrarlanır (durur)." (Müstedrek, Tirmizî, Taberî).
Görüldüğü gibi bu hadis terhîb gayesine matuf olarak, ayette zikrolunan eritmenin dehşetini tafsil ve tavsîf etmektedir.
İkinci misâl: Ebû Saîd el-Hudrî, "(Orada onların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki (ateşin) içinde (dehşetten dudakları gerilir de) dişleri açıkta kalır." (23: 104) ayeti hakkında Rasûlullah'ın şöyle dediğini bildirir: "Ateş onu büryan eder de, üst dudağı başının ortasına ulaşır, alt dudağı ise sarkar, nerdeyse göbeğine varır." (Tirmizî, Taberam, Müstedrek).
Üçüncü misâl: Ümmü Seleme, kendisi ile Rasûlullah @ arasında şöyle bir konuşma geçtiğini bildirir: "Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ'nm hûrun iyn sözü ne demektir, anlatır mısın?" "Hûr. beyaz, îyn: ceylan gözlü demektir. Onlar, pembe beyaz tenlidirler, beyazlıkları nesr (kerkenes) kuşunun kanatlarının beyazlığı gibidir." "Allah Teâlâ'nın "Onlar saklı inciler gibidirler" (56: 23) kavlini anlatır mısın?" "Onların saffeti, sadeflerin içinde el değmemiş, gün görmemiş incilerin-ki gibidir." 'O cennetlerde, iyi ve güzel kadınlar vardır' sözünü anlatır mısın?" Rasûlullah: "İyi huylu, güzel yüzlü demektir." Ümmü Seleme: "Allah Teâlâ'nın 'Saklı yumurta gibi bembeyaz eşler' (37: 49) sözünün ne demek olduğunu anlatır mısın?" Rasûlullah: "Onların tenlerinin nazikliği, yumurtanın kabuğuna bitişik olan zarın İnceliği gibidir." Ümmü Seleme: "Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ'nın 'Hep yaşıt sevimli kadınlar' sözü ne demektir?" "Onlar, dünyada ihtiyarlıktan gözleri sulanıp çapaklanmış, saçlarının akı karasına karışmış olarak ruhları kabzedi-len ve fakat Allah Teâlâ'nın ahirette genç, bakire, sevilen, kocasını seven kadınlar halinde yeniden yarattığı etrâben, yani aynı yaşta olan kadınlardır." (İbni Kesîr, Taberî, Tirmizî).
Bu hadiste cennet nimetlerinin bazılarına ait, arzu uyandırmaya yönelik birtakım tavsifler yer almaktadır.
Bir başka misâl: Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir: "Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar..." (6: 125) ayeti nazil olunca Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Nûr kalbe girince genişler ve açılır." "Bu hâlin (dışarıda) alâmeti var mıdır?" diye sordular. Rasûlullah: "Ebediyyet yurduna yönelmek, aldanma diyarından uzaklaşmak, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır." buyurdu (Taberî, İbni Kesîr).
Meseller Kur'ân-ı Kerîm'de önemli bîr yer işgal eder. Beyhakî'nin rivayet ettiği merfû bir hadiste mesellerin, Kur'ân'ın beş vechinden biri olduğu ve onlardan ibret alınmasının lüzumu hatırlatılır (eî-Itkan). Hatırlatma, teşvik, zorlama, ibret, sağlamlaştırma, mânaları akla yaklaştırma, soyut mânaları hissedilir bir hale getirme, mesellerin faydaları arasında sayılabilir. Bu gibi hikmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak Kitabında birçok mesel îrad etmiş, Rasûlullah @'in beyanında da mesel önemli bir yer tutmuştur. Şimdi Hz. Peygamber @'in temsil yolu ile bazı ayetleri açıklamasına misaller vereceğiz.
Birinci misâl: Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bîr gün Rasûlullah yanımıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrail baş ucumda, Mikâil ayaklarımın yanında durup biri öbürüne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel İrâd et". Bunun üzerine şöyle dedi: "Kulağın işitsin kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümmetinin durumu şuna benzer" Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder. Müteakiben bir elçi göndererek ahaliyi ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terke-der. İşte Allah Teâlâ: o hükümdar, mülk: İslâm, mesken: cennet ve sen de, ey Muhammedi elçisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de cennete girer; cennete giren de oradaki nimetlerden istifade der" (Tirmizî, Taberî, Dârimî).
Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Rasûlullah @ yanımıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrail baş ucumda, Mikâil ayaklarımın yanında durup biri öbürüne diyor ki: 'Şu zat hakkında bir mesel irâd et.1 Bunun üzerine şöyle dedi: 'Kulağın işitsin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümmetinin durumu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra orada bir mesken bina ettirir, daha sonra orada bir ziyafet tertip eder. Arkasından bir elçi göndererek ahaliyi ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terkeder. İşte Allah Teâlâ: o hükümdar, mülk: İslâm, mesken: cennet ve sen de, ey Muhammed: elçisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de cennete girer; cennete giren de oradaki nimetlerden istifade eder." (Tirmizî, Dârimî, Müstedrek).
Bu mesel ile "Allah selâm evine (cennete) çağırır ve O, kimi dilerse onu doğru yola iletir." (10: 25) ayetini açıklamış olmaktadır.
İkinci misâl: İbn Mes'ûd rivayetinde Rasûlullah @'in eliyle bir çizgi çizdiğini, sonra: "İşte bu Allah'ın dosdoğru yoludur." dediğini, arkasından o çizginin sağından ve solundan birtakım çizgiler daha çizdiğini ve "Bunlar da dağınık ve aykırı yollardır. Bunlardan hiçbir yol yoktur ki, üzerinde oraya çağıran bir şeytan bulunmasın." buyurarak sonra da şu ayeti okuduğunu bildirmiştir: "İşte benim dosdoğru yolum budur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın! Korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (6: 153).
Aynı mânayı anlatmak için Rasûlullah @ tarafından îrad olunan bir başka temsil de şöyledir: Nevvas b. Sem'ân naklediyor: Rasû-lullah buyurdu ki: "Allah, sırat-i müstakîm hakkında şöyle bir temsil îrad buyurdu: Dosdoğru bir yol ve bu yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda ise açık olan çeşitli kapılar var; kapılar, sarkıtılmış örtülerle örtülmüş. Bu yolun girişinde bir davetçi bulunup diyor ki: Ey ahali, geliniz ve hepiniz bu doğru yola giriniz, dağılmayınız. Aynı şekilde seslenen bir başka davetçi de yolun üstünde bulunmaktadır ki, insan o kapılardan herhangi birini açmak ister istemez: 'Eyvah! Ne yapıyorsun! Sakın açma, zira açarsan girersin!' der. İşte o doğru yol: İslâm'dır. (Yolun İki tarafındaki) iki duvar: Allah'ın hududlandır. Yola bakan (açık ve fakat perdeli) kapılar: Allah'ın haramlarıdır. Yolun başındaki davetçi: Allah'ın Kitabı, yolun üstündeki davetçi ise: Her müslüman kişinin kalbindeki Allah'ın vaizidir." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî).
Üçüncü misâl: İbni Ömer, Hz. Peygamber @'İn şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizden önceki ümmetlerin ömür müddetleri ile, sizin ömür müddetinizin durumu, ikindi namazı ile akşam namazı arasındaki süre gibidir. Sizinle Yahudi ve Hıristiyanların durumu da şuna benzer: Bir zat birtakım işçiler tutar ve onlara der ki: 'Kim benim işimde günün yansına kadar bir kırata çalışmak ister?' Yahudiler kabul edip çalıştılar. Sonra o zat der ki: 'Kim benim işimde günün ortasından İkindiye kadar çalışmak ister?' Hıristiyanlar kabul edip çalıştılar. İşte şimdi de siz, ikindiden akşama kadar iki kırata çalışıyorsunuz. (Durum böyle olunca) onlar (itiraz edip) dediler ki: 'Niçin biz daha çok çalıştığımız halde daha az ücret alıyoruz?' O zat cevaben dedi ki: 'Size zulmedip hakkınızdan noksan verdim mi?' Onlar: 'Hayır (noksan verme-din)' deyince o zat: 'İşte bu benim lütfumdur ki dilediğime veririm1 dedi (Buharî, Tirmizî, Taberî).
Ebû Musa el-Eş'arî'nin rivayet ettiği bir başka temsil de şöyledir: Müslümanlarla, Yahudi ve Hıristiyanların mesli, şu adamın durumuna benzer ki, o kendisine belirli bir İş yapmaları için birtakım kimseleri geceye kadar, belli bir ücret karşılığında işçi olarak tutar. O adamlar gün ortasına kadar çalışırlar, sonra derler ki: "Bizim şart koştuğun ücretine ihtiyacımız yok, boşuna çalıştık." İş sahibi adam onlara: "Böyle yapmayın, işinizin kalan kısmını tamamlayın, ücretinizi tam olarak alın." dediyse de, onlar kabul etmediler ve işi bıraktılar. Onlardan sonra başkalarını tuttu ve dedi ki: "Günün kalan kısmım tamamlayın, onlara (daha öncekilere) şart koytuğum ücreti size vereceğim." Onlar da çalıştılar, ikindi vakti girip de ikindi namazını kılınca dediler ki: Çalıştığımız boşuna, bu iş için bize vereceğin ücret de sana olsun." Bunun üzerine iş sahibi adam: "Kalan işinizi tamamlayın, günün bitmesine çok az bir şey kaldı." dediyse de kaçındılar. Daha sonra günün kalan kısmını ta-malamak, güneş batıncaya kadar çalışmak üzere başkalarını tuttu. Onlar da her iki takımın yaptığı işi tamamladılar (ücretlerini aldılar). İşte Müslümanların kabul ettikleri (maz-har oldukları) nûr yüzünden durumları, bu temsildeki gibidir (Buharî).
Bu temsillerle Hz. Peygamber @ şu ayeti açıklamış olmaktadır: "Böylece Kitap ehli, kendilerinin Allah'ın lûtfundan hiçbir şeye mâlik olmadıklarını, bütün lûtfun Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine vereceğini bilmezlik etmesinler. Allah büyük lütuf sahibidir." (57: 29).
Bundan bir önceki ayet de, Ehl-İ Kitabı son peygambere îman etmeye çağırmakta, böyle yaptıkları takdirde, Allah'ın rahmetinden iki kat nasibe mazhar olacaklarını bildirmektedir. Rasûlullah @ verdiği temsil ile, onların bu kabîl davetlere kulak vermediklerini de anlatmak istemiştir. Keza bu ümmetin Allah'ın fazl ve keremiyle, kolay ve müsamahakâr bir şeriata tâbi olmalarından dolayı, az amel ile çok mükâfata nail olacaklarını açıklamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de netice ve özü, hüküm halinde bildirilen bazı hakikatlerin, akıllara ve kalplere iyice nakşedilmesi gayesiyle, o hakikatlerle alâkalı olarak cereyan edecek hadiseler, Rasûlullah @ tarafından tasvîr edilir, onlara dair ayrıntı verilir. Tasvirler çok canlıdır, hareketle doludur. Öyle ki bunları dinleyen, âdeta anlatılan hadiseleri görüp yaşadığını zanneder. Bu kabîl tasvirler çoktur ve Kur'ân tefsiri bakımından son derece önemlidir. Bir çok ayetin tefsirini gereği gibi anlamak bunlar sayesinde mümkün olur.
Birinci misâl: Ebû Said el-Hudrî, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet günü (cennet ehli, cennete; cehennemlikler de cehenneme ayrıldıktan sonra) ölüm, aklı karalı alaca bir koyun suretinde olarak getirilir (Ebû Kureyb şunu ilave etti: Cennet ile cehennem arasında durdurulur). "Daha sonra: Ey cennet ahalîsi! Sizler bunu tanıyor musunuz? denilir. Cennetlikler hemen boyunların uzatıp başlarını ona doğru kaldırırlar ve ona (o koyuna) bakarlar. Ve cennet ahâlîsi: Evet, tanıyoruz, bu ölümdür derler. Sonra: Ey cehennem ahâlîsi! Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorulur. Onlar da başlarını kaldırarak bakarlar ve: Evet tanıyoruz, bu ölümdür derler. Bunu takiben koyun suretindeki ölümün (cennetle cehennem arasında) kesilmesi emrolunur ve derhal boğazlanır. Bundan sonra: Ey cennet halkı! Cennette ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm yoktur. Ve ey cehennem halkı! Sizler de karargâhınızda ebedîsiniz, artık ölüm yoktur denilir." Bundan sonra Rasûllah şu ayeti okudu: "Onları şu hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri gaflet içinde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitirilmiş olur." (19: 39). Rasûlullah @ bu ayeti okurken eliyle dünyaya işaret etmiştir (Müslim, Buharî, Tirmizî, İbni Mâce).
Böylece, bu ayette bildirilen "ilahî emrin yerini bulacağı büyük pişmanlık günü", nisbî mücerretliğinden çıkarılarak müşahhaslaştınlmakta ve muhatapların hayallerinde her zaman asılı duran canlı bir tablo haline getirilmek suretiyle, kolay kolay unutulamayacak bir muhteva içine yerleştirilmektedir. Rasûlullah @'in eliyle işaretinden de, ayette işaret olunan gaflet diyarının, dünya olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci bir misâl: Safvân b. Mihrez şöyle dedi: Kabe'de Abdullah b. Ömer ile beraberdik. O tavaf ederken, bir adam yanına gelerek: "Ey İbn Ömer, Rasûlullah'ın necva hakkında ne söylediğini işittin?" diye sordu. O da, Rasûlullah'm şöyle dediğini işittim, dedi: "Kıyamet gününde mümin Rabbine yaklaşır. Hatta Allah onun üzerine şefkat kanadım koyar da (gizlice) ona bütün günâhlarını takrir edip söyler. Rabbi kuluna: Sen şu günâhı tanıyor musun? der. Kul: Tanıyorum, yâ Rabbi! diye cevap verir. Bu İki defa tekrarlanır. Bu sıkıntılı hâl Allah'ın dilediği bir hadde ulaştıktan sonra, Cenâb-ı Hak buyurur ki: "Ey kulum! Ben senin aleyhindeki bu günâhları dünyada iken halkdan gizledim. Bu gün de senin lehine bunları mağfiret ediyorum." Arkasından ona hasenatının sahifesi (veya kitabı) sağ eline verilir. Kâfirlere ve münafıklara gelince, onlar birçok şahidin gözleri önünde 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimlerin tepesindedir" diye nida olunup ilan edilirler." (Taberî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Buharî, İbni Mâce).
Hz. Peygamber bu hadîsiyle, bir sahnesi şu ayette bildirilen bir hadiseyi tasvir etmiştir: "... Onlar Rablerine sunulacaklar. Şahitler de: İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır' diyecekler. İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir." (31: 18).
Bazı hallerde Hz. Peygamber @, söylediği herhangi bir söze yahut belirttiği bir hükme, bir ayetle istidlal ettiğini belirtirdi. Bu açıklama çoğunlukla ilgili ayeti hadisin sonunda okuması tarzında olurdu. Bazen ayetin nüzulünün ardından, ondan çıkardığı neticeyi bildirir, yahut bir hadîs îrad ettikten sonra, fe innallahe yegûlü "çünkü Allah şöyle buyuruyor..." şeklinde belirtir. Bazen ayeti herhangi bir şekilde aynen zikretmez, fakat onun mânasını ifade ettikten sonra, bu mânaya dayanarak bir netice çıkarır. Bu türden netice çıkarmalarıyla umumî bir kaide ortaya koyar, ayetteki ince bir nükteyi bildirir veyahut ciddî bir tefekkür neticesinde malûm olacak bir hususa dikkati çekerdi. Böylece söz konusu ayetin ihtiva ettiği birtakım mânaları beyan etmiş olurdu.
Bunlara misâl: Rasûlullah @: "Dua ibadetin ta kendisidir." (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce) dedikten sonra; "Rabbiniz (şöyle) buyurdu: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (40: 60) ayetini okumakla, mezkûr hükmü bu ayetten çıkardığını belirtmektedir. Çünkü önce tahsisen dua emredilmekte, sonra da emro-lunan İbadetten büyüklük taslayarak uzaklaşanların duçar olacakları azap bildirilmektedir. Bundan duanın ibadetin özü olduğu anlaşılmaktadır.
Bir diğer misâl: "Bir kimsenin mescide devam itiyadında bulunduğunu gördünüz mü onun îmanına şahid olun. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: "Allanın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar şenlendirirler. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlar-dır." (9: 18) (Tirmizî, Müsned-i Ahmed, İbni Mâce, Dârimî).
Üçüncü misâl: Nasr sûresinin İndirilmesinden Hz. Peygamber @ ecelinin yaklaştığını çıkarmıştı. Zira fethin müyesser olmasından' ve dinin kemale ermesinden risalet vazifesinin tamamlandığı anlaşıldığı gibi, istiğfarı emrolunmasından da ahirete irtihalİnin yaklaştığı çıkarıldı. Nitekim nüfuz-u nazar sahibi bir kısım sahabe de bunu sezmişlerdi. Rasûlullah @'in zikredilen hadisinde ise bu netice şöyle bildiriliyor: "Sanki bu sene (yani bu sûrede bildirilenlerin tahakkuk ettiği sene) vefat edeceğime dair bana haber veriliyor." (Fethu'r-Rabbânî, Tefsiru'n-Neseî, Taberî).
Dördüncü misâl: "Hiçbir nefs zulm ile öldürülmez kî onun kanı(nın günâhı)ndan Adem'in birinci oğlu (Kabil hesabına) muhakkak bir pay ayrılmış olmasın. Çünkü Adem'in o oğlu, öldürme cinayetini âdet edenlerin ilki olmuştu." (Tirmizî, Neseî, Taberî). Bu kural şu ayetten çıkarıldığı intibaını vermekte ve ayeti açıklamaktadır: "... Kim bir canı, -bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak- öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur..." (5: 32).
Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak İçindir; insan hayatının korunması için herkesin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onun korunmasına yardım etmesi gerekir. Haksız yere bir başkasının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, başkalarına karşı merhamet duygusu taşımadığını göstermiş demektir. Bundan dolayı o bütün insanlığın düşmanı olmuştur. Zira herkes aynı tür katı kalpliliğin kurbanı olursa, bütün insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan hayatının korunmasına yardım ederse, bütün insanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, insan neslinin devamına katkıda bulunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir (Tefhimü'l-Kur'ân).
İşte Rasûlullah @ bir taraftan ayetten böyle bir hüküm çıkarırken, diğer taraftan ayetin zahiri üzere anlaşılmasını temin etmek gayesiyle, sözkonusu mesuliyetin "bir pay ayrılmak" şeklinde olacağını bildirmektedir.
Yİne Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Her kim iyi bir âdet koyar da ona uyulursa, o kimseye kendi sevabıyla beraber, kendisine tâbi olanların da sevabının bir misli verilir; onların ecirlerinden de hiçbir şey noksanlaştınlmaz. Herkim de kötü bir âdet çıkarır da ona uyulursa, kendi günahıyla beraber kendisine tâbi olanların da günahının bir mislini yüklenir; onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaştınlmaz." (Tirmizî, Müslim) hadisi de bu kabildendir. "Çünkü onlar kıyamet gününde kendi günah yüklerini tam olarak taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını da yükleneceklerdir..." (16: 25) ayeti de mezkûr hadisi teyid etmektedir.
Son bir misâl de şudur: İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah @ şöyle demiştir: "İşitmek, gözle görmek gibi değildir; Allah, buzağı mevzuunda kavminin ne yaptığını Musa'ya bildirdiğinde elindeki levhaları bırakmamıştı, ne zaman ki ne yaptıklarını gözleriyle gördü, o zaman levhaları bıraktı." Hz. Mûsâ Tûr'da iken Cenâb-ı Hak ona "Biz senden sonra kavmini imtihana çektik. Samirî onları saptırdı." (20: 85) diye onların yaptıklarını bildirmişti. Bunun üzerine "Musa, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız? Rabbinizin emrini (beklemeyıp) acele mi ettiniz?' dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): 'Anamın oğlu, dedi, bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) düşmanları bana güldürme, beni bu zalim kavimle beraber tutma!" (7: 150) (Müstedrek).
Görüldüğü gibi Rasülullah @: "işitmek, gözle görmek gibi değildir" kanaatine, zikredilen Kur'ân metni ile istidlal ettiğini açıkça bildirmektedir. Onun bu türden istidlallerinin başka misalleri de vardır (Mesela 2: 282 hakkında Müslim; 3: 21 için Taberî; 3: 36 için Buharı).
Rasülullah @, muhataplarının aklî seviyelerine göre, onların anlayacakları şekilde konuşurdu. Beyanlarında karşısındakinin haleti rûhiyesini dikkate alır, irşadın gerektirdiği en uygun tavır ve ifadeyi kullanırdı. Soyut gerçekleri müşahhas (somut) hâle getirir, gaybî ve uhrevî hâdise, nimet, azap ve benzeri hususları, insanların alışıp gördükleri durumlarla anlamalarına çalışırdı. Çünkü risaletin hedefi, her seviyeden fertleri ihtiva eden umum beşeriyeti irşad etmektir, sadece belirli ve yüksek bir kültür seviyesine hitabetmek değildir. Bundan dolayı Hz. Peygamber @'in açıklamalarında, bu esas noktayı gözden uzak tutmamak gerekir.
Bir misâl: Cennet hakkında bilgi edinmek isteyen bir bedevi ile Rasülullah @ arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet olunmaktadır; Bedevî: "Orada meyve bulunur mu?" "Evet, bulunur. Orada Tuba denilen bir ağaç da vardır." "Dünyamızdaki hangi ağaca benzer?" "Senin arzındaki ağaçlarlardan hiç birine benzemez." Sonra Hz. Peygamber dedi ki: "Şam'a gittin mi?" "Hayır." Peygamber: "Şam'da cavza (ceviz veya bir nevi üzüm) denilen bir ağaca benzer ki, bir gövde üzerinde yükselir, üst kısmı ise alabildiğine yayılır." "Kökünün (kaidesinin) genişliği ne kadardır?" "Senin henüz büyümüş genç deven yola düşse, ihtiyarlığından boyun kemiği kırı-lıncaya kadar (dolansa yine de) onun kaidesini ihata edemezdi." "Onda üzüm olur mu?" "Evet." "Salkımın büyüklüğü ne kadardır?" "Yorulmak bilmez alaca karganın gidişiyle bir aylık mesafe kadardır." "Tanesinin büyüklüğü ne kadardır?" "Baban, sürüsünden hiç büyükçe bir teke kesmiş midir?" "Evet." "Peki, derisini yüzüp de anana vererek: 'Al da bunu bize kova yapıver.' demiş midir?" "Evet." Sonra bedevî dedi ki: "Şu halde o cennet beni de ailemi de doyurur." Rasülullah: "Evet, aşiretini de (doyurur)!" dedi (Müsned-i Ahmed, İbni Kesîr).
Bu karşılıklı konuşma, Kur'ân-i Kerîm'in "Ne eksilen ne de yasaklanan her çeşit meyveler arasında" (56: 32-33) âyetlerinin, bir Arap bedevisine Rasûlullah @ tarafından, onun alışkın olduğu şeylerle izahını ortaya koymaktadır. (S. Yıldırım, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsin, Kayıhan yayınevi, İstanbul, 1983).
İnsana bu dünyada şeref ve güç bahşeden, sahip olduğu bilgidir. İlk insan, bilgisi ve öğ-;ndiğiyle, Meleklerden daha üstün bir konu-ıa yükseldi: "Allah, Âdem'e bütün isimleri çretti, sonra onları meleklere arzetti." (2: il).
Tâlut'u, bilgisi ve fizikî gücü sebebiyle 'ahudilere kral olarak seçti. (2: 247).
Dâvud peygambere, onların üstünde bir derece verildi. (2:251 ve 21: 80).
Allah, Yusuf peygambere hüküm ve İlim verdi, böylece kardeşlerinden üstün oldu. (12:22)
Musa peygamber, Allah'ın, rahmet ve ilim bahşettiği kullarından biri ile karşılaşmak istedi.(18:65).
"Bilgiyi öğretmek, peygamberlerin görevlerinin biriydi. (2: 151).
Son peygamber Hz. Muhammed @'e vahye-dilen ilk âyetler, öğrenme konusu üzerinde yoğunlaşmaktadır. (96: 1-5).
Dolayısıyla İslâm'ın bütün felsefesi ve yapısı, bilgi ve öğrenme üzerine kurulmaktadır.
İnsanın, Meleklere olan üstünlüğü, kâinatın fizikî tezahürlerini incelemek yoluyla Allah'ın sıfatlarından haberdar olması temeline dayanmaktadır. Allah'ın yarattıklarının hârikaları üzerinde düşünen, maddî âlemin kanunlarının sağladığı faydaların farkına varan ve bütün bunların arkasında Allah'ın Eli'ni gören insanlar, Allah'ın varlığına iman edeceklerdir. Böylelikle Kur'ân öğretisinin ve bilimlerin birliği sağlanacaktır. Bu, maddeye inanç ile ruha inanç arasındaki suni engelleri kaldıracaktır; çünkü maddî ve manevî herşe-yin kaynağının Allah ve O'nun emri ve iradesi olduğunu göstererek, maddî tezahüre daya-nan inanç ile düşüncenin birliğini sağlayacaktır. (Ayrıntılı bilgi için hkz., Sîret Ansiklopedisi, c. L, "İnsanlığın Eğiticisi" bölümü).
Maddî yapıda Allah'ın yaratış sırlarının gözlemlenmesi, maddî ve manevî arasındaki bütün ayırımları giderecek ve ebediyete tekâmülün kapılarını açacaktır. Kâinatın incelenmesi ve anlaşılması yoluyla insan, maddî, manevî ve ahlâkî mükemmelliğe ulaşacak ve Ebedî Saadeti elde edecektir.
Maddeyi inceleyerek böyle bir sonuca ulaşma metodunu takip etmeyi reddeden kimse, makamını kaybedecek ve cehalet çukuruna düşecektir. Daha sonra, Kur'ân'da olmayan, hayatın ve kâinatın ilme aykırı yorumlarını yapacak, kâinat ve ondaki hârikalar Allah'a iman için yeterli değilmiş gibi, imana ulaşmak için başka şeyler arayacaktır. Bu tavrı dolayısıyla dünyanın değerlerini ihmal edecek ve bu âlemde saklı olan harikaları göremeyecektir. Bu ise onu, Allah'ın varlığını ispat eden somut delillerden ve hakikatler dünyasından uzakta, bir hayal ve illüzyon dünyasına itecektir.
Gerçekte, maddî yapı, Allah'ın mucizevi kudretinin, hayret ve hayranlık uyandıran bir yansımasını sunmaktadır; fakat birçok insan bunu görmemektedir: "Göklerde ve yerde nice ayet(ler) var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek geçerler." (12: 105). Yunus sûresinde de şu ayet yer almaktadır: "Göklerde ve yerde olanlara bakın!' de; ama (göklerde ve yerde bulunan) o ayetler ve uyarmalar, inanmayacak bir kavme yarar sağlamaz." (10: 101). Bu tür insanlar, bu dünyadan, Allah'ın yarattığı sayısız sırra ve garipliğe dikkat etmeden ve onları görmeden geçip gitmektedirler. Allah'ın şanını ve yüceliğini gözler önüne seren bu maddî harikalara karşı tam bir kayıtsızlık içinde kalmaktadırlar.
Hatırlanması gereken bir başka şey, İslâm'ın, manevî hayat ve maddî hayat ayırımını yapmadığıdır. İslâm, maddî ve manevî hayatı iki ayrı unsur olarak görmemekte, onları birbirleriyle ilişkili ve birbirlerini tamamlayan iki unsur olarak görmektedir. İşte bu yüzden maddî hayat dikkatimizi cezbetmektedir. Çünkü, öncelikle Allah, ona dikkat çekmekte ve onu diğer şeylerle birlikte anmaktadır. İkincisi, ancak kâinatı bilinçli bir şekilde inceleyerek Yaratıcının sıfatlarının önemini anlayabiliriz. Bu, maddî âlem ve Yaratıcısı arasındaki ilişkiyi kavramamıza olanak tanır. Üçüncüsü, bu bize, hükmü gökleri ve yeri kaplayan Yaratıcının varlığına işaret eden kâinat kanunlarındaki dengenin ve birliğin delilini verir. Dördüncüsü, maddî dünyadaki amellerimiz, âhiretteki konumumuzu belirleyecektir. Hiç kimse bu dünya hayatında iyi amel etmediği sürece, âhirette iyiye sahip olamaz.
Doğrusu, bu dünyadaki iyi bir amel, hem dünyada hem de âhirette mutluluğun ve saadetin teminatıdır. (75:13; 3:30; 99:7-8 ve 3-25).
İnsanın, vazifesini iyi anlamasını, amellerinin meyvelerini hem bu dünyada hem ahirette görmesini sağlamak için, Allah, ona her türlü imkânı temin etti, onları kullanmasını ve hatta belli ölçüler içinde onlardan haz almasını tavsiye etti. (7:32; 3:14 ve 18:7).
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, bu dünya için çalışmak ve âhiret için çalışmak birbirini tamamlamaktadır. Bu oldukça tabiî, mantıkî ve İslâm'ın hayat felsefesi ile uyumlu bir hakikattir. Âhiretteki hayat, insanın bu hayatında yaptıklarına göre şekillenen, bu dünyadaki hayatın devamı olan bir hayattır.
Allah Teâlâ, insanlara rehberlik etmeleri için zaman zaman nebiler ve rasûller göndermiştir. İnsanlardan bir kısmı bu elçilerin getirdiklerini kabul etmiş, çoğu ise yüz çevirerek cahili hayat tarzlarını izlemeye devam ettmiş-lerdir. Sonunda Hz. Muhammed @, en mükemmel hayat görüşünü sunan kapsamlı şeriat nizamı ile birlikte gelerek, bu mükemmelliğin pratik bir göstergesi olan ve bu nizama dayanan hayat nizamını kurmuştur.
Bu nizama göre, Yaratan ile yaratılan (kâinat, hayat ve insan) arasındaki ilişki, İlâhî iradenin, herşeyi hiçbir vasıta veya yardım olmaksızın yarattığı esasına dayanıyordu: "O'nun emri, bir şeyi dilediği zaman ona, sadece 'ol' demesinden ibarettir. O da oluverir." (36: 82).
Madde veya kuvvet türünden olsun, Yaratan ile yaratılan arasında hiçbir aracı yoktur; aksine, bütün varlıklar O'nun Mutlak İradesi'nin doğrudan bir sonucu olarak derhal meydana gelir. Yaratıkların korunması, düzeni ve plânlaması O'nun Mutlak ve Mükemmel İradesiyle bağlantılıdır: "(Yaratma) işi(ni) düzenler, âyetleri açıklar ki, Rabb'inİzle karşılaşacağınıza kesin olarak manasınız." (13: 2).
Hac sâresi'ndç şu ifadeler yer alır: "...Yer üzerine düşmesin diye göğü tutuyor. (Gök) ancak O'nun izniyle düşer." (22: 65). Yasin sûresVnds ise şöyle denilmektedir: "Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler." (36: 40). Mülk sûresi'nde de şu ifadeler yer almaktadır: "Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah, kutludur, O, her şeye kaadirdir." (67: 1).
Mutlak iradenin vücuda getirdiği bu varlık âlemi, her parçası birbiriyle mükemmel bir uyum gösterecek şekilde yaratılan tam bir bütündür (vahdet). Bu âlemin her bir parçasında, bu orantılı ve mükemmel sistemle yakın ilişkili bir hikmet gizlidir: "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25: 2). "Biz herşeyi kadere (nezdimizde bulunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık." (54: 49). "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. GÖ-zü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner." (67: 3-4). "Ona (arza) üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda - arayıp soranlar için - gıdalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)." (41: 10). "Allah, rüzgârları gönderir, bulutu kaldırır, sonra onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; arasından yağmurun çıktığını görürsün. Derken onu kullarından dilediğine uğratınca hemen sevinirler." (30: 48).
Kur'ân-ı Kerîm'in bu âyetlerinden anlaşıldığına göre, yaratılan her şeyde, var olmam gayesi ile uyum hâlinde olan belli bir hikme vardır. Yaratan ve yarattıktan sonra idar eden, planlayan ve gözeten irade, aynı 2a manda her bir varlığın (ve sistemin), kâinatln ortak hedefi doğrultusunda davranmasını v onunla mükemmel bir ahenk içinde olmasın sağlamaktadır. Doğrudan doğruya Mutlak ve Mükemmel İradeden kaynaklanan varlık âlemi bir bütündür (vücud). Parçalan birbirine bağımlıdır ve herbiri diğerleriyle mutlak uyum içindedir. Bu yüzden hayata, hayatın en anlamlı yönüne, manevî hayata karşı elverişli, razı, yardımcı ve destekleyicidirler.
Dolayısıyla kâinatın, ne hayata'ne de insana düşman olmadığını görürüz. "Modern câhiliyyenin" ifadesiyle, "tabiat" insanla savaşan, insanın bir düşmanı değildir. O, Allah'ın bir yaratığı ve İnsanın dostudur, onun ve insanın eğilimleri arasında bir ihtilaf yoktur. Onun kucağında yaşadıkları için, tabiatla mücadele etmek canlıların işi değildir, hepsi Tek Bir İradenin sonucu olarak vücuda gelen kâinata aittirler. İnsan, bizzat kendi dostu ve yardımcıları olan diğer yaratıkların arasında, elverişli, dost ve âşinâ bir ortamda yaşar. Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği şu ifadelerle belirtmektedir: "Arza üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)" (41: 10). Nahl sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar yaptı ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz)" (16: 15). Rahman sûresinde: "(Allah) yeri halk için koydu." (55: 10); Mülk sûresinde: "O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin." (67:15) ve Bakara sûresinde: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı." (2: 29) buyurulmaktadır.
Gökyüzü de bütün yıldızlarıyla, kâinatın diğer kısımlarıyla birlikte mükemmel bir parçasıdır. Dolayısıyla göklerde ve yeryüzündeki herşey> kâinatın diğer kısımlarıyla beraber aviıı yolun yolcusu ve yol arkadaşıdırlar. Kâinat onlarla uyum içinde ve onların yar-jjmcısı, yol göstericisidir. Nebe sûresinde yer alan ayette bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: "Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizi çifter çifter yarattık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Gündüzü geçim(iniz için çalışıp kazanma) zamanı yaptık. Geceyi (karanlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik. .(Orada) parıl parıl parlayan bir lâmba yarattık. Sıkışan (bulutlardan şarıl şarıl su indirdik. Ki onunla çıkaralım: dane51er, bitkiler. Ve (ağaçları) birbirine sarmaş dolaş bahçeler." (78: 6-16). Mülk sûresinde de benzer ifadel vardır: "An-dolsun biz, (dünyaya) en yakın göğü lâmbalarla donattık." (67: 5).
Görüldüğü gibi İslâm İnancı, Alemlerin Rab-bİ Allah'ın bütün bi kuvvetleri, insanın dostu ve yardımcıları olsunlar diye yarattığını açık-belirtmektedir. Bu dostluğu kazanmanın /olu ise, onun bu güçleri ve kuvvetleri yakın-inceleyip, onları tanıması, onlarla yar-hmlaşmasıdır. Eğer zaman zaman insana za-verdiklerine inanılıyorsa, bunun sebebi, insanın bu güçleri yakından tanımaması ve folların tâbi oldukları prensip ve kuralları anlamamış olmasıdır.
Bununla beraber şu hatırlanmalıdır ki, insanı diğer varlıkları, kâinatın elverişli ortamınla yaratan Yaratıcı, onları ihtimamsız, ina-'etsiz ve yardımsız bırakmamıştır. O'nun İra-BSİ bütün kâinata, herşeye aynı anda ve bir doğrudan doğruya rehberlik etmekte-»ır: "Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri maktadır. Andolsun, yıkılsalar kendisinden *°nra artık onları kimse tutamaz." (35: 41). sûresinde: ''Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) °nun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bi-lr-' (11: 6) ve Kaf sûresinde: "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ne fısıldadığını yakınız." (50: 16) buyurulmaktadır.
Benzer şekilde Mü'min sûresinde: "Rabb'iniz buyurdu ki: 'Bana duâ ediniz, ben de duanıza icaset edeyim" (40: 60) ve En'âm sûresinde: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz; sizi de, onları da biz besliyoruz." (6:151) ifadeleri zikredilmektedir.
Mutlak Birliğin aynası olan kâinat, Tek İradenin bir sonucudur. İnsan, herbir parçası birbiriyle bağlantılı olan bu kâinatın bir parçasıdır. Kâinat sistemi içinde herbir parçayı birbiriyle bağlantılı kılan şart, aynı zamanda bütün bireylerin kendi aralarında birbirleriyle alâkadar olmalarım gerektirmektedir. İslâm, insanların birliği (uhuvvet) kavramını yüceltmektedir. Eğer bu bütünün parçaları birbirlerinden farklılarsa, bu dayanışmaları ve birara-ya gelmeleri amacıyladır. Farklı yollar takip ederek, işbirliği yapmaya yönelirler, çünkü kâinatın birliği hepsini işbirliği yapmaya yöneltmektedir. "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık." (49:13).
Allah Teâlâ'mn koymuş olduğu kanun ve kaideye uygun olarak bu yardımlaşma ve uyum sağlanamadıkça insanlığın hayat sisteminin düzelmesine imkân yoktur. Bütün insanlığın refahı ve faydası için bu öylesine gereklidir ki, bu yoldan sapanları geri döndürmek için güç kullanımına izin verilebilisin: "Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmağa çalışanların cezası: (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir (5: 33).
Hucurat sûresinde: "Eğer insanlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasım düzeltin ve (her hususta) âdil olun" (49: 9) ve Bakara sûresinde: "Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savma-saydı, dünya bozulurdu" (2: 251) âyetleri zikredilmektedir.
Aslolan Allah'ın Şerİatı'nın sınırları dahilinde yardımlaşmak, tanışmak ve uyum içerisinde olmaktır. Kim bu asıl kuralın dışma çıkarsa, her yol denenerek geri döndürülür. Çünkü kâinatta geçerli olan Allah'ın Sünneti'ne uymak, kişi ve toplumların nevasına uymaktan daha önemlidir. Diğer taraftan hepsi arasında yardımlaşmanın varlığı, kâinatın Yaratıcısı ve Hâkimİ'nin gayesine uygun düşer.
İnsan, hem cins hem fert olarak bir bütündür. Onda bu bütünün farklı unsurları bulunmakla beraber, gerçekte bunlar aynı hedefe yöneliktirler. Bu açıdan insan, bir gerçek gücün farklı tezahürlerinin gözlendiği kâinatı hatırlatır.
Kâinat ve insandaki güçlerden habersiz, oı hakkında kapsamlı bir düşünceye sahip lunmaksızın İnsanlık uzun dönemler yaşar tır. Uzun dönemler ruhî güçlerle maddî leri birbirinden ayrı düşünerek bu kon farklı kavramlar geliştirmiştir. İslâm'ın runa kadar bu bilmece çözüm beklemiştir
Şüphesiz ki İslâm bir Tevhid Dinidir, ç kâinatın bütün güçleri ve kuvvetlerinde ı bir ahenk ve vahdeti öngörür. Tek bir ] (Allah) vardır ve Allah'ın Yolunda (Alla] dini) bütün dinler birdir. Ve yeryüzünde yatın başlangıcından bu yana, Tek Di (Din-i Vâhicf) temsilcileri olan bütün Elç Peygamberlik zincirinin birer halkasıdır "İşte bu sizin ümmetiniz (olan tevhid İslâm milleti), bir tek ümmettir. Rabb'iniz benim. Yalnız bana kulluk edin." (21: (Seyyid Kutub, Social Justice in islam).
Kur'ân-ı Kerîm ile bize bildirilen hakikat den biri de, Hz. Muhammed @'in getirdiği kitap, önceki peygamberlerin kitapları Hak'tır, çünkü Vahiy Bilgisine dayanma! dır: "İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne v£ yalnız Allah'ındır. O halde, Allah'tan ba ortaklara tapanlar neyin ardına düşüyor! Doğrusu onlar, sadece zanna uyuyorlar yalan söylüyorlar. Geceyi sizin istirahat menize elverişli, gündüzü de (geçiminizi s lamanız için) aydınlık yapan O'dur. Şüphe bunda dinleyen bir toplum için ibretler v dır." (10: 66-67).
Kur'ân'm bu kısa ifadesi kâinat hakkıi esaslı bir hakikate açıklama getirmekte» "Vahyedilmiş olanın dışındaki bütün dinle bâtıl olduğunu, çünkü onların kâinatın va ğının temel sebebi konusunda daha ziy< felsefi düşüncelere dayandıklarını vurgu maktadır. Herşeyden önce felsefî düşül tahmine dayanır ve tabiatı gereği Hakik ulaşmaya muktedir değildir. Hakikate ul manın doğru yolu, rasûllerin getirdiği vah Şaşılmasından geçer. Bu Hakikati keşfetmenin tek yolu budur; aksi takdirde, yanlış yollar takıp edilirse hep yanlış sonuçlara varılacaktır. Şimdi çeşitli kesimlerden insanların bu bilgiye ulaşmak için izledikleri yollan sözden geçirelim:
Müşrikler (çoktanrıcılar) araştırmalarım tamamen ve yalnızca bâtıl itikada dayandırırlar.
Keşişler ve riyazetçiler bilgiyi tefekkür (me-ditasyon) ile elde ettiklerini ve Hakikati sırları aralamak suretiyle görebileceklerini iddia ederler. Fakat gerçek şu ki onlar Hakikati göremezler; gördükleri sadece hayal güçlerinin bir oyunudur. Onlar zihnî bir hayali tasavvur edip, sonra onun üzerinde zihinlerini yoğun-laştırırlar ve böylece bu tasavvur 'hakikat1 şeklini alır. Bu yolla İki ayrı kişinin ulaştığı 'hakikat'in asla birbirini tutmaması, söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Filozof denen kimseler, araştırmalarını akılcılık (rasyonalizm) üzerine temellendİrdikle-rini ileri sürerler, ulaştıkları sonuçlan desteklemek için 'mantıkî1 delliler ve 'muteber' sebepler sunsalar bile, yaptıkları gerçekte sadece zan ve şüphedir.
Bir de, bilim adamları vardır. Bunlar fizikî âlemde ilmî araştırma metodlarmı takip etseler bile, metafizik üzerine araştırma yaparken bunu tamamen terkederler ve zanlarını, tahminlerini konuşturmaya başlarlar. Kâinatın yaratılışı teorisi 'big bang' böyle bir tahmindir.
Bu grupların hepsi, peşin hükümlerine boyun eğmişlerdir; bakış açıları kendilerinden farklı olanları anlamaya yanaşmazlar ve dolayısıyla kendi farklılıkları Vahiy yoluyla elde edilen bilgiyle karşılaştırıldığında, teorilerini inatla terketmezler. Yukarıda meali verilen Kur'ân ayetlerinde görüldüğü gibi bu bilgiye ulaşma yolları temelde yanlıştır. "Sizin sapmanızın gerçek sebebi, Hakikati şüphe ve tahmine dayanarak araştırmanızdır, önyargılarınız dolayısıyla, mâkul olanları bile dinlemeyi reddediyorsunuz" denmektedir. Sonuç olarak sadece Doğruyu bulmakta başansızhğa uğramı-yor, aynı zamanda Elçiler tarafından sunulan Vahiy Dinini layıkıyla değerlendiremiyorsu-nuz."
Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur'ân kendi yolunu bildirmekte ve hakikata ulaşmanın yalnızca doğru, aklî ve ilmî yolunun o yol olduğunu beyan etmektedir. Hakikati araştırmanın yolu şudur: Araştırmaya başlamadan önce daha evvel edindiğiniz önyargılarınızdan vazgeçmeli ve Hakikat hakkındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşahede ve soyut tahliller üzerine değil, doğrudan doğruya "vahiy" üzerine temellen-diğini ileri süren kimselerin mesajını dinlemelisiniz. Sonra Kur'ân'ın dikkatinize sunduğu kâinattaki ibretleri düşünmelisiniz. Eğer bunlar, vahyedildiği iddia edilen Hakikate işaret ediyorsa, o zaman rasûl ve nebilerin öğrettiği Hakikati reddetmeniz için hiçbir mazeretiniz kalmıyor demektir. İslâm felsefesinin temeli işte budur.
Kur'ân bu metodu birçok yerde zikretmekte ve birer Hakikat delili olarak birçok tezahürü tekrar ve tekrar gözler önüne sermektedir. Böylece insanlara Hakikati kavramak için doğru sonuçlara nasıl ulaşılacağı Öğretilmektedir. Nitekim 67. âyette gece ve gündüz bir ibret olarak insanların derin idraklerine sunulmaktadır. Gece ve gündüzün dönüşümleri olağanüstü birer ayettir ve Musavvir olan, herşeye kadir bulunan Allah'a delalet etmektedir. Zira bu dönüşüm arzın matematiksel bir kesinlikle kendi ekseni ve güneş etrafında dönmesi ile oluşur. Bu ardarda geliş, Musavvir olan Allah'ın yüce hikmetini gösterir ve arkasında büyük bir gaye yatmaktadır. Nitekim bu dönüşümün arz üzerinde bulunan tüm varlıklara sayısız faydalar sağladığı ortadadır. Bu aynı zamanda Yaratıcının arz üzerindeki nimetine işaret eder ve sonuç olarak yaratıkları için ne mükemmel düzenlemelerde bulunduğunu gösterir. Ayrıca şu büyük Haki-kat'e delalet eder ki, tapınılmaya en layık olan, Veli ve Rabb olarak Allah'tır, başkası değil. Zira, O'nun dışında olan her varlık gece ile gündüzün ard arda gelişiyle ihtiyaçlarını giderir. Bu ihtiyaçları başka kimse gideremez, bu yüzden bu muhtaç varlıklardan hiçbiri Rabb ve Veli olamaz. Bu ayetlerin ışığında, yalnızca şüphe ve zan üzerinde temelle-nen diğer dinlerin, böyle apaçık ayetlere dayanan semavi dinle karşılaştırıldıklarında hakiki din oldukları nasıl düşünülebilir? (Ebu'l-A'Ia Mevdûdî, The Meaning of îhe Qur'an, c. V, sh. 42-43).
Kur'ân-ı Kerîm, madde dünyasının yorumlanmasına yeni boyutlar ilâve ve insanın varlıklar alemindeki engelleri aşmasına yardım etmiştir. Maddenin âdi veya aşağı birşey olarak görülmemesi gerektiğini, çünkü insanı Allah'a, O'nun sıfatlarına ve mucizelerine y* nelten âyetleri İçerdiğini göstermiştir. Bütün kâinat, o muazzam büyüklüğüyle Allah'ın bi yaratığıdır. Kur'ân, insanı onun üzerinde d(K şünmeye, esrarını ve olağanüstü yönlerjnj keşfetmeye ve hem kendi faydası için onun çok geniş nimetlerini kullanmaya, hem de Yaratıcısını anlamaya davet etmektedir.
Kur'ân, insanı maddî dünya, onun kanunları ve dış görünümleri üzerinde düşünmeye, müşahedeye ve tefekküre davetle, Allah ve O'nun sıfatlarına ulaşmasına yardım eder. Bir başka ifadeyle Kur'ân, kâinatın somut maddî dünyasından oluşan "Sessiz Kitap" üzerinde düşünmemizi ve gözlem yapmamızı, sözlerle anlatan Kitab'dır. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-t selîm sahipleri için ibretler vardır." (3: 190). A'râf sûresinde şöyle buyurul-maktadır: "Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp (ibret al)madılar mı?" (7: 187)
Bütün kâinat, o muazzam büyüklüğüyle Allah'ın bir yaratığıdır. Kur'ân bu gerçeğe işaret etmekte, insanı düşünmeye ve mucizeleri keşfetmeye davet etmektedir. Böylelikle Kur'ân, yaratılış ve tüm yeryüzünde ve gökte görülen somut hakikatler vasıtasıyla insanı Allah'a yöneltmektedir. Basit sözlerle ifade edersek, Kur'ân kâinattaki harikaları ve onların muhtelif maddî görünümlerini göstermeye ve onlar vasıtasıyla insanı, Yaratıcısı ve Hükümdarından haberdar etmeye çalışmaktadır. "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda her güzel çifti bitirdik!" (50: 6-8). Lokman sûresinde şöyle zikredilir: "(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı, sizi sarsar diye yere de sağlam ve yüksek dağlar attı ve orada her çeşit hayvanı yaydı. Gökten birsu indirdik de orada her güzel çifti bitirdik. İşte bunlar. Allah'ın yarattıklarıdır. Gösterin bana. O'ndan başka (tanrı dedik)leri(niz) ne yarattı?" (31-10-11) Sâffat sûresinde de öyle buyurulur: "Saf saf dizilenlere, köîümkten alıkoyanlara ve bir de Allah'ın uyarısı okuyanlara yemin olsun ki, İlâhınız tektir; göklerin* yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabbi, doğuların da Rabbidir!" (37: 1-5).
Okyanusların sırlan şu sözlerle ifade edili-vor: "İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Şimdi Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 19-21) fâtır sûresi şunları söylüyor: "İki deniz bir olmaz: Şu tatlı, susuzluğu keser, içimi (boğazdan) kayar; şu da tuzlu, (boğazı) yakar. Hepsinden de taze et yersiniz ve taktığınız (inci sedef gibi) süs (eşyası) çıkarırsınız. (Allah'ın) lütfundan payınızı arayıp şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün." (35: 12).
Kur'ân'ın aşağıdaki ayetleri, insanın dikkatini mevsimlerin birbiri ardınca gelmesindeki hikmet ve ibretlere davet etmektedir. "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan: yılların sayısını ve (va-itlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bİlen bir topluluk için âyetleri açıklamaktadır" (10: 5). Nah! sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle (size) boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığına ve hikmetine) işaretler vardır. Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki (hayvanları, bitkileri de sîzin hizmetinize verdi.) Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır.)" (16:12-13). İnsanın yaratıl ışındaki esrar şu sözlerle tarif edilmektedir: "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) °'arak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra "Utfeyi alâka (embriyo)ya çevirdik, alaka 'enibriyo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. En güzel yaratanların Allah, ne yücedir!" (23: 12-14). Rum sûresinde de şunlar zikredilmektedir: "O'nun, yüce kudretine delâlet eden âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz, her tarafa yayılmış insanlar olmuşsunuzdur." (30: 20).
Karşı cinslerin çekİciliğindeki sırra şu ifadelerle değinilmektedir: "O'nun âyetlerinden biri de, size, kendi nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." (30: 21) Şuarâ sûresinde yer alan âyette şöyle buyurulmaktadır: "Yeryüzüne bakmıyorlar mı, orada her çeşit güzel çifti bitiriyoruz. Şüphesiz ku bunda (kudretimize) kesin bir delil vardır, ama onların çoğu inanmazlar." (26: 7-8).
Görüldüğü gibi Kur'ân, sürekli olarak insana, farklı konularda çeşitli misallerle, çevresini saran, ona hikmet ve bilgi hazineleri sunan ve muhtelif şekil ve renklerde çokça görülen tezahürlerden Öğüt almasını hatırlatmaktadır. Yani Allah'ın Sessiz Kitab'ını gözlemlemesini ve O'nun varlığına dair işaretler bulmasını istemektedir. Kısacası Kur'ân tekrar ve tekrar insana, maddî dünyadan oluşan Sessiz Ki-tab'ta O'nun ayetlerini, harikalarını ve sırlarını araştırmasını tenbih etmektedir: "(Bu Kur'ân), çok mübarek bir Kitâb'dır. Onu sana indirdik kî, ayetlerini düşünsünler ve aklı selim sahipleri Öğüt alsınlar." (38: 29).
Gerçek bilimden beklenen, gözlem ve deneye dayanarak fizik kanunlarım gözlemek, tetkik etmek ve sonra netice çıkarmaktır. Başka bir ifadeyle, gece ve gündüz madde âleminde gözlenen fizikî tecellilerin arkasındaki bilinmezleri ifşa etmeye çalışır; düşünce, gözlem ve deneyi kullanarak maddî âlemin tecellisin-deki her bîr parçanın gerçek sebebim açıklamaya çalışır. Bilim, dinin bir parçasıdır, İslâm'da bilim ve din aynı şey demektir.
Bilim kâinatın kısımlarım ayrı ayrı inceler, her bir tecelli hakkında bilgi toplar, çeşitli sonuçlara ulaşır ve bu bilgiye dayanarak belirli kanunları ortaya koyar. Diğer yandan Din (İslâm), kâinatı bir bütün olarak inceler ve insanı kâinatın varlığına nüfuz eden tek bir hakikati görmeye davet eder. Böylelikle bilimler, tabiattaki tecellîleri İdare eden kanunları kat'iyet ve doğrulukla gözlemleyerek Yara-dan'a ulaşırlar. Kur'ân, O'nun yaratışının arkasındaki bu aklî hakikate şöyle değinmektedir: "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı, Rahmân'm yaratmasında bir aykırılık uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keser, güçsüz ve yorgun bir halde sana döner." (67: 3-4).
Yaradan'ın sözü ve fiili arasında (mesela yaratılış) hiçbir çatışma olamayacağı için, Vahiy Dini ile kâinatın "Sessiz Kitab"ını doğr, layan gerçek bilim arasında çelişki olama "(Ey Muhammed), biz bu Kur'ân'ı sana güc lük çekesin diye indirmedik. Ancav (Allah'tan) korkanlara bir öğüt (olarak intiir dik)." (20:1-4). En'âm sûresinde şöyle buyu rulmaktadır: "Gökleri ve yeri hak (ve hikmeti ile yaratan O'dur. 'Ol!' dediği gün, oluverir Sözü haktır." (6: 73).
Bu demektir ki, Kur'ân ve ilim arasında bir çelişki olamaz; çünkü Kur'ân'm vahyedicisi ve ilmin konusu olan kâinatın yaratıcısı, Allah'tır. Allah, Kur'ân vasıtasıyla insanları, bütün mahlûkata yayılmış bulunan tezahürlerine ve ayetlerine bakarak Zâtım tanımaya davet etmektedir. İlim, gözlem ve deney yoluyla mahlâkatı inceler ve Allah'ın emriyle kâinatta işleyen kanunları formüle eder. Görüldüğü gibi hem din, hem de ilmî çalışmalar sonuca ulaşmak için gözlem, deney ve mantık metotlarını uygulamaktadırlar.
Din ile akıl sahibi insan kendisini, kökenini, kaderini ve madde alemindeki rolünü sorgular. Biz kimiz? Kâinat nedir? Bizi ve kâinatı kim yarattı? Sonumuz ne olacak? Bunlar ve benzeri sorular hem bilim, hem de din tarafından sorulan, mantıkî sorulardır. Ancak bir Vahiy Dini ve objektif ilim bu sorulara doğru cevaplar getirebilir.
Kur'ân, dini ilimden ayırmamıştır, bilakis her ikisini kâinatın, hayatın ve onların bu dünyada ve âhirette, Yaradan ile olan sürekli İlişkilerini kapsayan En Yüce İlmin bir parçası saymıştır. İlmi, kendi kuşatıcı seviyesinin altında, eksik ve yetersiz olarak görmektedir: "Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler; âhiretten İse onlar tamamen ga-| fildirler. Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancakj hak olarak ve belirtilmiş bir süre için yarattığını düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rabblerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler." (30: 7-8). İnsanın, ölümder sonra hayatını sürdüreceği şeklinde sunular bu görüş, amla ve mantıka uygundur. Komüpistlerin ve laiklerin düşündüğü gibi., sınırsız ve eşsiz güçleri olan böyle fevkalâde ve Üretken bir varlık, nasıl olur da ölümle yok olur! Cok geniş zihni kapasitesi ile, Allah'ın böyle harika bir yaratığının nasıl olur da yok olmasına izin verilir? "Dediler ki: 'Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor.' Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (45:24).
Bu gibi fikirler zandan ibarettir, hİçkimse, hatta bilimadamları ve filozoflar bile onları destekleyecek doğru ve mâkul sebepler sunamamaktadır.
r'ân, kavramlarını insanlara bilgi ile sunar, süslü fikirlere veya tahminlere değil, bilgiye dayanarak delillerini tenkide davet eder. İnsanlar bu delilleri mantıkî olarak çürüteme-dikleri ve kendi alternatif kavramlarını suna-madıklan zaman, onların gerçekten iman etmelerini ister. Bütün bunlar, göstermektedir ki, Kur'ân bir ilim ve ilim de bir dindir (İslâm). Bu görüş yeni değildir ve tarihi deliller tarafından desteklenmektedir: "Ama siz, bu dünya hayatını tercih ediyor ve seviyorsunuz; oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Şüphesiz bunlar, o eski sahifelerde mevcuttur, elbette ilk sahifelerde de vardır: İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde." (87: 16-19).
Bu hakikatin inkârı bütün hayat sistemlerinde anarşi ve karışıklığa yol açar, fertleri hayatın boş, anlamsız ve amaçsız olduğu hissine sev-kederek, barışı ve huzuru bozar. Barış ve emniyet toplumunu yıkar ve onu kargaşaya, kavgaya ve isyana iter. İlim adamlarının Ya-radan'i inkâr etmeleri, O'nun nimetlerinin İnsanın ve insani değerlerin imhası için kullanılmasına yolaçar. İnsan bilimsel ihtisası ve teknolojiyi kullanarak Allah'ın nimetlerinden pekçok fayda elde edebilir; zevk ve sefa içinde bir hayat sürdürebilir, fakat Yaradan'a karşı nankörlük hâlinde, gerçek bir ruh huzuru ve sükûnundan mahrum kalır. Daha fazla maddî bolluk ve zenginlik tam bir zihin ve ruh tatminini sağlamaz. Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Kâinat nedir? Onu kim yarattı ve kim idare ediyor? Onun geleceği ne olacak. Yaratılışımızın amacı nedir?, gibi sorular cevapsız kalır ve insanın zihin huzurunu rahatsız etmeye devam eder. (Ab-del Monem Kallaf, Islamic Materialism and itsDimensions, Kahire 1971, sf. 83-184).
İnsanın zihnî seviyesi, Yaradan'ın varlığını tanıyana kadar, hayvanlarınkinden aşağıda kalır. Diğer insanların mallarını, mülklerini ve hatta başka halkların ülkelerini zorla gas-bederek yer, içer, hayvanlar gibi çoğalır ve hayvanlar gibi ölür. Öyleyse, Allah'ın Hakimiyetini ve O'nun Şeriatını inkâr eden bir âsi, O'nun Hükümdarlığında barış ve emniyetten nasıl hoşlanır?
Dikkat edilirse, modern bilimde bile sonuçlar, öncüller deney ve gözleme uygun ve his-sedilebilir olsun veya olmasın, zihnî muhakeme yoluyla bu Öncüllerden çıkarılır. Son analizde, nesneleri gözleyen ve anlayan, sonra kanun ve kavramları çıkaran ve daha sonra, bilim ve bilginin üzerine kurulduğu temel olan doğru mantık usûllerine göre formüle eden, bilim adamının zihnidir.
Bilimi ister aslî ister modern anlamı içinde düşünelim, zihnî muhakeme onun temelidir. Hem maddî, hem zihnî meselelerde, kelimelerin ve gerçeklerin anlamı ve kapsamı İçin bir kıstastır. Bütün matematiksel gerçekler ve kurallar zihnin çıkarımıdır. Maddî ve ahlâkî alanlarda sahip olduğumuz bütün kanun ve kurallar zihin tarafından çıkarılır ve zihnî muhakeme ile anlamlandırılır.
İşte bu, Kur'ân'ın insanı çeşitli yollarla defalarca davet ettiği, bilimsel düşünme metodudur. Meseleler üzerinde son kararı vermeden önce iyice düşünülmesini ve öğüt alınmasını tavsiye etmektedir: "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (14:82). Yunus sûresinde şöyle zikredilir: "Dünyâ hayâtı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı: nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği ve halkı da on(un ürünü biçip topla-mağ)a kaadir olduklarını zannettikleri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç (bitkisiyle süslenip) şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık (süsünü, zenginliğini biçtik, yok ettik). İşte, Biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz." (10: 24).
Haşr sûresi'nde şu ifadeler vardır: "Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, onu saygı ile eğilip Allah korkusundan parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz." (59: 21).
İnsanlar, akıl ve bilgi ile varlık alemindeki harikalar üzerinde tefekkür ettikleri zaman Kur'ân'ın aşağıdaki ayetinde tarif edilen sonuçtan başkasına ulaşamazlar: "Onlar ayakta oturarak ve yanlan üzerine yatarken Allah'ı' anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler 'Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!' (derler)." (3:191). Eğer Kur'ân'ın anlattığı Hakikate ulaşmak istiyorsak, dar anlamıyla bilimi ilahiyata uygulamamalı ve onun kural ve prensiplerini reddetmemeliyiz, çünkü bunlar müşahede ile değil tecrübe ile algılanabilir, zihnî muhakeme ile anlamlandırılır ve şekillendirilir. Bilim adamlarının bile, algılanabilir gözlem ile ispatlayamadıkları bir-şeyin varlığını ispatlamak zorunda oldukları zaman zihnî muhakemeye başvurdukları bilinmektedir. Meselâ, ışık, ses ve diğer elektromanyetik dalgaların uzak mesafelere yayıldıklarını ispat etmek için, bütün madde âlemine yayılmış olan eterin varlığını önceden kabul ettiler. Aynı şekilde, heryerde varolan Yaradan'ın, Kadiri Mutlak'ın varlığını ispat etmek için, ilahiyat ilmi zihni muhakeme yoluyla çıkarımlar oluşturmak için kâinatta mevcut olan delilleri kullanır. Fizikçi ve gökbilimci, kâinattaki fizikî tezahürleri gözler ve onları kontrol eden kural ve kanunları çıkarır. Benzer şekilde ilâhiyatçılar fizikî âlemdeki kuvvetleri inceledikten sonra, zihnî muhakeme yoluyla kâinatın Allah (Tek İlâh, Âlim ve Yüce Varlık) tarafından yaratıldığı ve her an için O'nıın tarafından kontrol edildiği sonucuna ulaşırlar.
Kur'ân, Allah'ın ve O'nun sıfatlarının varlığını ispat etmek için aynı metodu kullanır. Kur'ân, fizikî âlemde ve insanın iç dünyasında görülen ve hissedilen tezahürlerden çıkarılan sıfatları vasıtasıyla, O'nu tanımlar. Bunu yaparken Allah'ın ulûhiyyetini (zât) veya mevcudiyetini (Vücud) tanımlamaz, çünkü bunlar insan idrakinin ötesindedir.
Allah'ın sıfatlarını anlamamız için gerekli olan bilgiyi kâinat bize sunar; bütün kâinatta hulıman istikrar, dayanışma, güzellik ve nizam göstermektedir ki O, Âlimdir, Hakimdir, ve Ebedîdir, Rahmandır. Allah'ın varlı- ve sıfatlarını gösterme konusunda n'ın kullanmış olduğu teknik, tabiattaki tezahürleri gözleyen ve onlardan kanun ve kuralları çıkaran tabiî bilimler ile tamamen uyum içindedir. Kur'ân'ın ve bilimin mantıkî düşünüş tarzı aynıdır.
İşte bu yüzden, dürüst ve samimi bir bilim a-damı, dini (İslâm) asla inkâr edemez, ona göre bilim, Allah'ın varlığına delâlet eden en önemli vasıtalardan bindir ve o, Allah için şehadet edip gerçek bilgiye ulaşan insanlara hürmet ederek, takipçilerini bilgi sahibi olmaya davet eder: "Bizzat Allah, kendinden başka İlâh olmadığına şahittir. Melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına şahittirler. O azizdir, hikmet sahibidir.1' (3:18).
Bu sebeple, Allah ilim sahibi insanlara yüksek dereceler ve çok İyİ mevkiler vaadetmek-tedir: "Size: 'Kalkın' dendiği zaman, kalkın ki Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (58: 11).
Allah'tan gereği gibi korkanlar, yine bilgi sahibi insanlardır (35: 28). Allah'ın katında bilenler ile bilmeyenler bir değildir (39: 9).
İslâm'ın incelenmesi, ilme ne kadar büyük bir önem verildiğini göstermektedir. Hakikaten, ilini Allah'ın hilkatinin, O'nun kâinatının ve insanın rolünün sırlarını anlamada Allah'ın bütün elçileri İçin bir kılavuzdu. Bu kısa ispat Kur'ân'ın bilim ve bilimin Kur'ân olduğunu göstermek için yeterli delili sağlamaktadır.
Birincisi, Kur'ân hayatın ve kâinatın en iyi açıklamasını vermektedir. İkincisi, Kur'ân ile Çelişen hiçbir bilimsel gerçek yoktur. İlmi gerçeğin, Batılı bilim adamlarının yorumladığı gibi değil, kelimenin en geniş anlamıyla bilimsel olması gerektiğini hatırlatalım. Yine Şunu hatırlayalım ki, günümüzün sözümona bilimsel gerçekleri, gelecekle insanların daha
fazla bilgiye sahip olmalarıyla değişebilirler. Üçüncüsü, kâinat ve kâinata ait bilimler, Kur'ân'ın en büyük yorumcularıdırlar, bu hususta Kur'ân onlara rehberlik etmektedir: "O hem gökte ilâh, hem de yerde ilâhtır. O, hikmet sahibidir, bilendir." (43: 84).
Madde veya maddî zenginlik ne kötü, ne de zararlıdır. Onun kullanılışının arkasında yatan felsefe kötü veya zararlı olabilir. Hakikaten, maddenin incelenmesi esrarengiz ve mucizevi yönlerinin gözlenmesiyle, insan Allah'ın gerçek Şan ve Azametini görür. Madde, O'nun sıfatlarını insana gösterir, O'nun varlığına şahitlik eder ve insanın kalbine, zihnine ve diline O'nu teşbih etme coşkusunu verir.
Bilgi ve anlayış sahibi İnsanlar, kâinatın maddî harikalannı gözlemlemek suretiyle, ilk ve en büyük akli hakikatin Allah olduğunu tespit ederler. Samimi ve dürüst gözlemci, bu maddî yapıda Allah'ın bahşettiği harikaları ve gizemleri görür ve bu harikalar karşısındaki coşkunluğu onu Allah'a döndürür, iyi bir mümin ve duacı olur ve hayranlıkla şöyle haykırır: "Rabb'imiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!" (3: 191).
Benzer biçimde, fizikî tezahürlerin haşmeti, kanunların nizamı ve mükemmel dengesi karşısında hayrete düşen bilimadamı, bütün kâinata nüfuz etmiş olan Tevhid düşüncesine ulaşır ve bu noktada zihni ve düşüncesi nihâi olarak tatmine ulaşır.
Maddeye bu gözle bakmak, ne bilim adamım yolundan alıkoyar, ne de inanan bir insanı küçük düşürür; bilâkis her ikisine de hedeflerine giden yolda sürekli huzur sağlar. İnanan insan Rabb'ini zikretmekle huzur bulurken, bilim adamı boşluğun, inkârın, şüphenin ve gerçek bir gaye olmaksızın bir boşlukta yaşama korkusunun sebep olduğu ızdırap ve şaşkınlıktan kurtulur. Bu hususta az bir düşünce, maddî vasıtaları, serveti, gücü vs. elde etmenin böylesi bir huzuru getiremeyeceğini anlatır: "Bu böyledir: Çünkü inkâr edenler bâtıla uymuşlar; iman edenler ise Rablerinden gelen hakka uymuşlardır. (Allah da böylece herkesin lâyığını vermiştir). İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır." (47:3).
Şüphe yok ki, Yaradan'ı inkâr insanı şaşkınlığa, kendini ve kâinatın kaderi konusunda şüpheye sevkeder.
Kur'ân'ın yaptığı şudur: basit ve dürüst bir yolla, insanları Yaratıcı fikri ile tanıştırmaya çalışmaktadır. Onları, önce etraflarını kuşatan maddî çevreye ve 'kendilerine' bakmaya davet etmektedir, bundan sonra zihinleri, bu kâinatın hakikatlerini yavaş yavaş daha üst seviyelerde anlamaya başlayacaktır: "Biz lara, hem kainatın uçsuz bucaksız genişliğjj de ve hem de onların bizzat kendilerinde, âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek ol] duğu kendilerine iyice belli olsun. RabbiniJ herşeyden haberdar olması sana yetmez mi?' (41: 53). Zâtiyat sûresinde şu sözlerle karşJ larışırız: "Kesin inanacak insanlar için arzda (Allah'ın varlığım ve kudretini gösteren) nice işaretler var. Kendi canlarınızda da öyle Görmüyor musunuz?" (51: 20-21). Allah'ın nimetleri konusunda öğüt almaları için insanların dikkatleri çekilmektedir: "De ki: "Söyleyin bana, eğer Allah işitme (duyu)nuzu ve I gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne de mühür vursa, Allah'tan başka bun(lar)ı size ge~ tir(ip ver)ecek tanrı kimdir?' Bak, nasıl âyetleri döndürüp türlü türlü açıklıyoruz, sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?" (6: 46).
Aşağıdaki ayetler insana çevresine bakmasını ve kâinattaki dengeyi ve muhteşem düzeni görmesini tembih etmektedir. Onlar, bir Yaratıcı olmadan vücuda gelebilir ve ahenk içinde süreklilik kazanabilirler mi? "Görmedin mi Allâh(i); göklerde, yerde bulunan kimseler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep O'na secde ediyorlar. Ama birçoğuna da azap hak olmuştur." (22:18).
Nur sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Görmedin mi Allah bulutları sürer, sonra onları birbirine geçirir, sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır), arasından yağmurun çıktığını görürsün. Gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan bir dolu indirir de onunla dilediğini vurur (ziyana uğratır), dilediğinden de onu öteye çevirir. Şimşeğinin parıltısı ner-deyse gözleri alır. Allah gece ile gündüzü çevirir (birbirini takip ettirir veya birinin süresini artırır, diğerini azaltır). Şüphesiz gözleri olanlar için bunda bir ibret vardır." (24:43-44).
İnsan, bu meseleler üzerinde düşÜntıcK, öğüt alarak kâinattaki gerçek değerini ve yerini kazanır. İnsanın, kâinatı, onun hedefini ve kendi kaderini bilme talebi, gereği gibi karşılanmadığı sürece, problemlerin maddî çözümleri tek başına, insana yardımcı olamaz ve onu tatmin edemez. Başka bir deyimle, düşünce ve inanış sorunları, bir hayat kurmanın getirdiği sorunlar kadar, belki de daha önemlidir. Çünkü insanî değerler, dünyadaki ve ebediyetteki hayat, düşünce ve inanışlarla ilgilidir. İnsanı hayvanlardan ve diğer yaratıklardan ayıran bunlardır. Düşünce ve inanış sorunlarım ise, ancak Allah'ın birliğine inanmak çözer. Ancak bu şekilde insan, bir yandan geçim sıkıntısını giderirken, bir yandan da toplumda adaleti sağlayabilir. Bu Kur'ân-ı Kerîm'in ilmî yaklaşımıdır.
Din olmaksızın, insan zihni kâinatın maddî yapısının ötesine geçemez, dinsiz bir İnsan, çok tabiî olarak, diğer insanların haklarını dikkate almadan, mala önem verir ve her türlü menfaat ve nimetin sadece kendisine ait olması için çabalar. Materyalist ve komünist İnsanlar için dürüstlük, aşk, fedakârlık gibi asil his ve niteliklerin hiçbir önemi yoktur. Herşeyden Önce, bir materyalist veya komünist, hiçbir maddî karşılık veya fayda olmadan, niçin fakir ve muhtaca yardım olsun diye zenginliğinin bir kısmını versin? Sonuç olarak, bu tip insanlar hırslarına yenik düşer, para peşinde koşar ve her yolu meşru bilerek nefislerinin isteklerini tatmin ederler. Bu dünyada elde edebilecekleri her şeyi toplamaya kalkar ve hiçbir şeyi kaçırmak istemedikleri için taleplerinin yanlışlığı veya haksızlığı onları ilgilendirmez.
Kur'ân, insanın isteklerine ve zenginlik arzusuna gereken önemi vermekte ve onlara hak ettikleri kadar ilgi göstermektedir. Fakat bununla beraber onları yüce ve daha ulvî gayelere yöneltmeye çalışmaktadır: "İnkâr edenlere dünyâ hayatı süslü gösterildi; (onlar) inananlarla alay ederler. Oysa korunanlar, kıyamet gününde onlardan Üstündürler.
Allah, dilediğine hesapsız nzık verir" (2:212). Al-i Imrân sûresinde şöyle buyurul-maktadır: "Kadınlardan, oğullardan kantar-larca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayâtının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. De ki: "Bunlardan daha iyisini size söyliyeyim mi? Allah'tan korkanlar için Rabb'lerİ katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır." Allah, kullan görür." (3:14-15).
En'âm sûresinde, bir mümin ve bir müşriğin tavır ve amelleri şöyle karşılaştırılmaktadır: "Ölü iken hayat verdiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere, yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir." (6:122). "Ölü iken" ifadesi "cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken", "hayat verdiğimiz" ifadesi ise "bilgi ve anlayış verip, hakikati tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız" mânasındadır. Gerçekten doğruyu eğriden ayıramayan ve doğru yolu bilmeyen fizi-ken canlı kabul edilebilirse de aslında o, kendisini gerçekten insan yapacak "hayat"tan mahrumdur. Yaşayan bir insan değil, ancak hayat süren bir hayvandır. Yaşayan bir insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilendir."
Bu ve buna benzer birçok ayet şu gerçeği tasdik etmektedirler ki, Kur'ân tarzı maddî düşünce ve madde âleminde Yaradan'ı tanımaya, kâinatın sırlarını, güçlerini ve hârikalarını ifşa etmeye çalışmakta ve insana tabiatın güç ve hazinelerinden istifade etmesini tavsiye etmektedir. Aynı zamanda, bu maddî güç ve kuvvetlerin, insanlığın istifadesi için Allah tarafından yaratıldığını vurgulamaktadır.
Bunun yanında, bütün maddî zenginliği, insanın âcil ihtiyaçlarını karşılaması, hem maddî, hem de manevî olarak hayatının niteliğini geliştirmesi için bir vasıta olarak görmektedir. Bu noktada Kur'ân'ın sınırlayıcı bir özelliği yoktur.
Şüphesiz, bu tarz maddecilik, ebedî mutluluğun temeli olup, kâinatın ve Kur'ân'ın mantığı ile tamamen uyum içindedir.
Dolayısıyla, İslâm'da madde, şu anda düşünüldüğü gibi ne herşeyin en önemlisi, ne de küçümsenecek ve ihmâl edilece bir şeydir. Samimi bir mümin, maddeyi kullanır ve bu hayatın bütün heyecanlarını, nazlarını ve nimetlerini tadar, fakat bütün bunlar onu daha büyük bir gayret ve coşkuyla Allah'a ibadete iter ve bunu da Allah'a daha bağlı yapar.
Kur'ân, insanları maddî dünyayı, onun muhtelif güç ve imkânlarını kullanmaya, tabiattaki hârikalar ve tezahürler üzerinde etmeye ve onun kaynaklarını kendi fayda] için kullanmaya, herşeye ve her yere nüf ' eden Allah'ın Kudretini tespit etmeye ve hj setmeye davet etmektedir. Hakikaten, hayat her anında insana Allah'ın işaretlerini sergi]e yen, Allah'ın varlığına şahitlik eden, insanı zihnini ve kalbini Allah'ın şan ve yüceliğjn yönlendiren ve O'nun âyetlerinden biri olan maddedir: "(Allah) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. îşte Rabb'iniz Allah budur, mülk O'nundur." (35:13).
Al-i Imrân sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (3:83). Benzer ifadeler Lokman sûresinde de yer almaktadır: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan şeyleri size boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31: 20).
Kur'ân, insana maddî dünya hakkında bilgi ve idrak sunarak, onun yavaş yavaş Yaratıcısına yönelmesini sağlamaktadır. İnsanları hayatın yalın hakikatlerine, herşeyde Yara-dan'in ayet ve işaretlerini görebilecekleri dış dünyaya ve kendi iç dünyalarına yaklaştırmaktadır. Hem maddî dünyaya hakim olmaları için maddî kaynaklardan istifade etmelerini, hem de Ezelî ve Ebedi olan Allah karşısında maddî dünyanın fâni olduğunu ve bu dünyanın maddî seviyesinin Ötesinde nihai olarak O'na döndürüleceklerini bilmelerini istemektedir: "Onlardan kimilerini denemek için kendilerini yararlandırdığımız dünya refahında gözün kalmasın. Rabbinin sana verdiği nimet hem daha değerli, hem daha kalıdır" (20: 131). Kasas sûresinde şöyle bu-urulmaktadır: "Size verilen herşey, bu dün-bayatının geçimi ve süsüdür. Allah katındaki İse daha hayırlı ve süreklidir. Hâlâ bunu düşünmeyecek misiniz?" (28: 60) Şûra üresinde, de benzer ifadeler yer almaktadır: "Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimi-Hir. İnanıp Rab'lerine dayananlar için Allah'ın vanında bulunanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (42: 36J. (Abdul Monem Khallaf, Islanüc Materialtsm and its Dimensions, sh. 83-184).
İslâm kendi yapısını öyle bir şekilde oluşturmaktadır ki, bu bünye içersinde Kelime-İ Şe-hadefm her iki veçhesi de, İslâmî hayat sistemini, onun asil ve parlak hususiyetlerini ve temel vasıflarını belirlemede aynı derecede işbirliği yapmaktadır. Eşsiz tarzı, onu diğer beşerî sistemlerden ayırmakta ve onu sadece insan için değil, bütün kâinat için geçerli olan Merkezî Kanun (sünnetullah) ile tamamen uyumlu hâle getirmektedir.
İslâm düşüncesine göre, bütün kâinat Allah'ın yaratmayı dilemesiyle vücuda gelmiştir. Allah, kâinata belli bir şekil ve bütün sistemlerinin büyük uyumluluk ve işbirliği içinde işlemesini sağlayan belli bir kanun vermiştir: "Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sâdece ona 'ol' dememizdir, derhal oluverir." (16:40). Allah kâinattaki sistemlerin işlemesi için bir nizam ve düzen vermiştir: "O, herşeyi yaratmış, ona Ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25:2).
Bu geniş hakikatin arkasında, sistemleri kuran bir irade, ona hareket veren bir Güç ve sistemleri muayyen düzende tutan bir Kanun vardır.
Kâinatın farklı sistemlerini ve parçalarını, bi-rarada durmaları ve kaosa düşmemeleri için muhteşem bir disiplin içinde tutan işte bu Güçtür. Bütünlük arzeden bu sistemlerde, hiçbir surette intizamsızlık veya kargaşalık yoktur. Kâinatın bütün sistemleri, Allah istediği sürece büyük bir uyumluluk ve düzen içinde işlemeye devam edeceklerdir. Kâinatın hiçbir parçası bu disiplinin dışına çıkamaz.
Allah'ın kanununa itaat etmeleri ve boyun eğmeleri dolayısıyla, kâinatın herhangi bir sisteminde fevkalâde veya âni bir bozulma görmeyiz. Allah bütün sistemin nihayete ermesini isteyinceye kadar, herhangi bir intizamsızlık veya dağılma olmadan işlemeye devam ederler. A'râf süresi bu gerçeği şu sözlerle dile getirmektedir: "Gerçekte Rabbi-niz o Allah'tır ki; gökleri ve yeri altı zaman bölümü içinde yaratmış, sonra kâinat üzerinde hükümranlığım kurmuştur. O, gecenin karanlığı ile hemen arkasından kendisini takip eden gündüzü örtmüştür; güneş, ay ve yıldızları da daima iradesine baş eğmiş durumda varetmiştir. İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne yücedir!" (7: 54).
İnsan bu kâinatın parçasıdır. İnsan tabiatına yön veren kanunlar, bütün kâinatı kuşatan ve yöneten merkezî sistem (kanun)den ayrı değildir. İnsanı ve kâinatı yaratan Allah'tır. İnsan çamurdan yaratılmıştır, fakat Allah onu bu çamurdan üstün kılan nitelikleri ve görünümü vermiştir. İnsan fizikî yapısı itibariyle, isteyerek veya istemeyerek, kendisi için yaratılan tabiat kanununa boyun eğmektedir.
İnsanın yaratılışının başlangıcı, kendisinin veya ebeveynlerinin değil, Allah'ın iradesine bağlıdır. Ebeveynler sadece cinsî münasebetlerini kontrol ederler, fakat kesinlikle ne hamilelik, ne de bir nutfeye insan şekli verme üzerinde hiçbir kontrolleri yoktur. İnsan, hamilelik süresince geçerli olan prensiplere göre ve doğum sonucunda vücuda gelir. İnsan, Allah'ın kendisi için yarattığı havada nefes almakta ve yine aynı miktarı, aynı havaya kendisi için tespit edilen aynı yolla geri vermektedir. Hissetme ve anlama gücü vardır; yer, içer, aç olduğunu, susadığını ve acı çektiğini hisseder. Kısacası, hoşlansın veya hoşlanmasın, bütün ömrünü Allah'ın kanununa göre geçirmek zorundadır, kendi iradesinin ve gücünün hiçbir etkisi yoktur. Bu açıdan, kendisi ve kâinatta bulunan canlı veya cansız diğer yaratıklar arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. Hepsi kayıtsız şartsız Allah'ın hukukuna, gücüne ve iradesine boyun eğmektedirler.
Kâinatı yaratan Allah, insanı da yaratmış ve bütün kâinatın uyduğu fizik kanunlarına onu da boyun eğdirmiştir. Allah onun için bir H yat Kanunu (Şeriat) belirlemiştir. İnsan, h ve sahip olduğu serbest iradeyle hayatın fizikî olmayan kısmında bu kanunu uygul yabilmektedir. Bu açıdan Şeriat, insanın t biatına ve bütün kâinatın müşterek tabiatlı hükmeden ve değişmez bir disiplin kanunuı göre işleyen, şümullü İlâhî kanunun bir pa ç asıdır.
Allah'ın her sözü, her emri, her yasağı, ht vaadi, her ikazı ve her kanunu, kısacası ins; na rehberlik etmek üzere gönderdiği her şe> kâinatın merkezî kanununun bir parçasıdı Bu yüzden hepsi, bu dünyadaki ebedi hakikî te göre işleyen ve tabiat kanunları olara isimlendirdiğimiz Allah'ın fizik kanunların daki aynı gerçeklik ve hakikate uygun düş mektedir. Bu kanunların işleyişinde, Allah'ır onlar için tespit ettiği ölçülerin bir yansıma sim bulabiliriz.
Şeriat, Merkezî Kanun {Sünnetullah) ile Uyum içindedir
Allah'ın, insan hayatının düzenlenmesi içir hazırladığı Şeriat, aslında bir evrensel Sedat'tır. Bunun sebebi, onun kâinatın merkezi kanunu ile uyumlu ve ona bağlı olmasıdır. Bu yüzden Şeriat'ı tatbik ve ona itaat, insan hayatı için vazgeçilmez bir şart haline gelmektedir; ancak bu şekilde insan ve insanın içinde yaşadığı kâinat arasında bir uyum ve işbirliği sağlanabilir. Sadece bu değil, insanın tabiata bağlı olan maddî hayatındaki fizik kanunları ve insanın kendi iradesiyle planladığı ve oluşturduğu manevî hayatı arasında İstenilen uyum ve işbirliği, ancak Şeriata itaat ve onun takip edilmesiyle mümkün olmaktadır. Yine ancak bu şekilde insanın iç ve dış hayatı aynı yöne itilebilir.
Kâinat kanunlarını ve onun içinde işleyen merkezi sistemi anlama konusunda İnsan tamamen âcizdir. Kâinatın kanunlarını anlamak insanı aşar; insan kendi hayatını tamamen kontrol eden ve ondan hiçbir şekilde kaçarnayacağı kanunu bile anlamamaktadır. Bu acziyetin bir ifadesi olarak insan, kendi hayati ve kâinatın genel kanunları veya en azından kendi iç tabiatı ve dış hayat arasında işbirliğini sağlayacak herhangi bir Şeriat oluşturmaya muktedir değildir. Hakikaten, bu güce sahip olan, insanı ve bu kâinatı yaratan, hem kâinatı hem de insanın işlerini planlayan, düzenleyen ve hepsini seçtiği ve irade buyurduğu tek merkezî kanuna bağlı tutan ancak Allah'tır. Bu gerçekten dolayı, insan kendisi ve kâinat arasında tam bir uyum yaratmak istiyorsa, Şeriata itaat etmesi mecburi ve kaçınılmaz olmaktadır. İslâmı doktrinel ve ideolojik olarak kurmak kadar, ona itaat etmek de mecburî ve kaçınılmazdır. İnsanlar sadece Allah'a ibadet edinceye ve Hz. Mu-hammed (S)'in insanlığa öğrettiği ibadet şeklini uygulayıncaya kadar, bireylerin ve toplumun hayatı İslâm'ın gerçek renginden yoksun kalacaktır. Başka bir deyişle, İslâm'ın amen-tiisü olan la ilahe illallah Muhammedü'r-Rasûlullah şehadet cümlesinin her İki kısmını uygulamaya geçmeden, ferdî veya sosyal günlük hayat İslâm'ın ışığından faydalanamayacaktır.
İnsan tabiatı ve evrensel kanun arasındaki kuşatıcı denge, insan için iyilik ve fayda kaynağıdır. İnsan hayatını, İstismar ve serden korumanın tek yolu bu gerçeği tanımaktır, insan kâinatta güvenlik içinde yaşamak ve aynı zamanda kendisi ile barışık kalmak istiyorsa, kâinat ile tam bir uyum ve dayanışma içinde olması kendisi için kaçınılmazdır. Benzer biçimde, İnsanın zihnî huzuru, ancak fiilleri ve fıtratının talepleri arasında tam bir 'Şbirliği olmasıyla mümkündür. Bu sağlandıktan sonra, İnsanın iç ve dış dünyası arasında bir çatışma olmayacaktır.
A.ncak Şeriat, işbirliği ve uyumu kolay ve düzenli olarak sağlayabilir. Bu işbirliği ve üyum, Şeriat'ın başarısıyla, bir yandan insanın maddî hayatı ve gerçek (iç) tabiatı arasında, diğer yandan insan ve kâinat arasında sağlanır.
İnsanın kendi tabiatıyla işbirliği ve uyum sağlamasıyla, insanlar ve hayatın genel işleyişi arasında bir işbirliği ilişkisi kendiliğinden kurulur. Çünkü, tabiat ile insan arasında işbirliği geliştirildiği zaman, bunu beşeriyet hayatı ve kâinat arasında tam bir uyum takip eder. Böylece, insan hayatının içtimaî yönü, bütün karşılıklı çelişki ve bozukluklardan temizlenir, insanlık Allah'ın tüm varlık âlemine sunduğu genel faydanın meyvelerini toplar.
Bundan sonra, kâinatın sırları insan için sır olarak kalmaz ve insan tabiat sırlarının bir bilicisi olur. Kâinatın gizli güçleri insan için aşikâr olur ve insan kâinatın derinliklerinde yatan gizli hazinelerin anahtarını bulur. Bundan sonra da, bu güçleri ve hazineleri, İlâhî Şeriat'ın ışığında, insanlığın genel faydası ve terakkisi için, insan ve tabiat arasında ne bir çelişki ne de bir bozukluk yaratmayan, bilâkis mükemmel bir ahenk sağlayan bir yolda kullanır. İnsanın Şeriat'ten dönmesi halinde ortaya çıkan çelişki ve tehlikelere Kur'ân şu sözlerle değiniyor: "Eğer Hak, onların arzularına uysaydı, gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar düzensizliğe uğrayıp altüst olurdu. Biz onlara zikri (şan ve şereflerini) getirdik; fakat onlar, sırt çeviriyorlar." (23: 71). Âyettekj "zikr" ifadesi şu üç mânaya gelmektedir: a) İnsan tabiatının ve isteklerinin antlısı; b) Uyan; c) Şan, şeref, ün. Bunların ışığında âyetin tam mânası şöyle olmaktadır: "Sizin Kur'ân'ı reddetmeniz akıl işi değildir. Çünkü Kur'ân insan tabiatında iyi gelişen şeyleri ihtiva etmektedir. O, kendi iyiliğiniz ve mutluluğunuz ile sonuçlanacak bir uyandır; hem dünyada, hem de âhirette size şan ve şeref kazandıracaktır." (The Meaning ofîhe Quf an)
İslâm düşüncesine göre Hak, Bir'dir. Bu vahdet Dinin temeli olup, yeryüzü ve gökyüzündeki bütün düzenler bu temel üzerine bina edilmiştir; dünyanın ve âhiretin sorunlarını çözen ve düzene koyan bu temeldir. Bütün insanlık Kıyamet Günü, Allah'ın huzurunda bu temele göre yargılanacaktır. Kim haddini aşarsa Allah tarafından cezalandırılır.
Hak, Bir'dİr ve bölünemez. Bu birlik, Kadir ve her yerde Hâzır ve Nazır olan Allah'ın, her türlü durum ve şart için yarattığı ve dünyadaki canlı türlerinin ve cansız yaratıkların boyun eğdiği kâinatın merkezî kanunu ile ilişkilidir: "Andolsun, size, içinde sânınız (şerefiniz) bulunan bir Kitâb indirdik. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Oysa biz. zulüm içinde yüzen nice memleket halkım kırıp geçirdik; arkasından da başka topluluklar meydana getirdik. Azabımızı hissettikleri zaman oradan kaçmaya başladılar. 'Kaçmayın! Şımarıklık içinde yaşadığınız nimetlere yurtlarınıza dönün! Çünkü size sorular sı lacak" (denildi). 'Eyvah bizlere,' ded 'gerçekten biz zâlim kimselermişiz.' kendilerini, biçilmiş ot durumuna, ocak sönüp kül yığını hâline getirinceye kada feryatları sürüp gider. Biz göğü, yeri ve t lar arasında bulunanları, eğlence olmak ü: yaratmadık. Eğer eğlence edinmek iste: dik, onu kendimize yakışacak bir şekilde pardık, ama bunu yapacak değiliz. Bil; biz, hakkı, bâtılın tepesine atıp indiririz onu paramparça eder; bir de bakarsın ki I yok olup gitmiştir. Allah'a isnad ettiğin niteliklerden ötürü vay hâlinize! Göklerdi yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun ı dinde bulunanlar, büyüklük taslayıp ( kulluk etmekten çekinmez ve yorulma; Gece ve gündüz bıkıp usanmadan O'nu bih ederler." (21: 10-20).
İnsan fıtratı, bu Hak'kı derinden kavrar. yandan insanın vaziyeti ve yaradılışı (ş ve yapısı), her an insana, bu kâinatın Hal belirlendiğini; Hak'ın onun temeli ve ruhi duğunu ve ona istikrar ve süreklilik vı kâinatın merkezi kanunu ile çalıştığını a tır. Dolayısıyla, bu kâinatta ne intizamsı ve bozulma meydana gelir, ne de kâinatır rimleri ayrı ayrı yollar takip ederler;s uzaklıklar arasında bir değişme veya karı lık olmadığı gibi, kâinatı oluşturan öğ arasında bir çatışma da yoktur. Ne geçic zulara, ne de kör ve sağır tesadüfe göre ı şırlar. Bir plan ve önceden tespit edilmiş takvim dahilinde çalışırlar; değişken arz rın ve ihtirasların bir oyuncağı değildi Tam tersine hiç tereddüt etmeden, belirl gayeyi takip eder, sabit ve değişmez bir tem içinde çalışırlar.
Kendi fıtratıyla çelişkiye düşen, fıtratının rinliklerinde saklı olan bu Hak'tan uzakl; ve arzularının esiri olan insan, istisnadır. yat kanununu Allah'ın Şeriatı'ndan almak rine, kendi nefsinin Şeriatı'ndan alır. Kâ: Rabb'ine itaat ettiği ve boyun eğdiği insan kendi gücü ve iradesiyle, O'na itaat et-^ek yerine, O'nun Önünde isyan, itaatsizlik ve meydan okuma tavrı sergiler.
İnsan ve fıtratı ile İnsan ve kâinat arasında çelişki ve farklılıklar zuhur ederse, benzeri çelişki ve farklılıklar yavaş yavaş bireyler, insan grupları, milletler ve ırklar arasında yayılır. Bunun sonucu olarak, kâinatın bütün güçleri, kaynakları ve hazineleri insanlığın refahı ve faydası için kullanılmak yerine, imhaya, ihtilafa ve parçalanmaya hizmet ederler.
Şu ana kadar bahsettiklerimiz göstermektedir ki, yeryüzünde Allah'ın Şeriatı'm yerleştirmenin asıl amacı, Ahiret için sadece iyi amel biriktirmek değildir. Dünya ve âhiret, ayrı ve farklı şeyler değil, aynı yolculuğun birbirinin devamı olan iki aşamasıdır. Her ikisi aynı öneme sahip, eşit statüyü paylaşmakta ve birbirlerini tamamlamaktadırlar. Allah'ın Şeriatı, bir yandan beşer hayatının iki aşaması arasında uyum ve işbirliği havası yaratmakta, diğer yandan insan hayatı ile kâinatın merkezî kanunu arasında uyum sağlamaktadır. Kâinatın merkezî kanunu ile uyumlu bir hayat sürdürüldüğü zaman, insanın beklediği başarı zenginliği ve saadet âhirete ertelenmez, bilâkjs yolculuğun bu ilk aşaması (dünya hayatı)nda da tadılabilir. Bu saadet, âhi-rette mükemmelliğe ve kemale erişir.
Bu ideolojiye göre, kâinat ve hayat ile hem insan fıtratına hem de kâinata hükmeden kanun arasında tam bir uyum ve dayanışmanın sağlanabilmesi için Allah'ın Şeriatı'na İtaat Şarttır. Kâinatın merkezî kanunu ile, insanın hayatına uygulayacağı Şeriat arasında tam uyumun bulunması bir başka şarttır. Çünkü, nasıl bu kâinat sadece O'nun kanununa ibadet (itaat) ediyorsa, insan da ancak İlâhi Şeriat yoluyla Allah'a karşı ibadet görevini hakkıyla yerine getirebilir.
Hz. İbrahim, Bâbil Kralı Nemrut'a, Hak'kı ve Gerçeği (ki kâinataki bütün kuvvetler üzerinde otorite sahibi olan, insan hayatı üzerinde de otoriteye sahiptir) gösterdiği zaman Nemrut şaşırıp kaldı ve dili tutuldu. Kur'ân, onların konuşmalarını şöyle özetlemektedir: "Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şı-mararak) Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldürür.' demişti. 'Ben de yaşatır, öldürürüm.' dedi. İbrahim: 'Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!' deyince inkâr eden o adam şaşırıp kaldı. Allah, zâlim toplumu doğru yola iletmez." (2: 258).
Âl-i Imrân sûresi, yukarıda açıklandığı gibi insan hayatının ve bu kâinatın düzenlenmesi ile ilgili temel prensibi şu sözlerle açıklamaktadır: "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (3:83).
Allah, Dini'ni, Hz. Peygamber @'e ve onun ümmetine şu sözlerle bildirdi: "...Bugün dininizi mükemmele ulaştırdım, üzerinize gönderdiğim nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." (5: 3). Ve başka hiçbir dinin geçerli olmadığını bildirdi: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır." (3: 85).
Şüphesiz, doğru hayat yolu, insan hayatı ile kâinatın merkezî kanunu (sünnetullah) arasında doğru uyumu sağlayan Allah'ın yolu, Din'dk. (Seyyid Kutub, Me'alimfi't-Tanq).
Allah, insanı kendisine ibadet etmesi, itaat etmesi ve bütün fiillerinde O'nun kanununu takip etmesi için yarattı. Zâriyat sûresinde bu gerçek açıkça belirtilmektedir: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (51: 56). Ayette geçen "ibadet" kelimesi, Allah'a ve O'nun hayat tarzına ibadet ve itaat anlamında kullanılmıştır. Âyet, cinlere ve insanlara yaratılışlarının gaye ve hedefinin, bütün amellerinin altında yatması gerekenin ibâdet olduğunu anlatmak istemektedir.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Allah bu kâinatın ve içindeki herşeyin yaratıcısı ise, niçin sadece emlerin ve insanların ancak Allah'a İbadet ve itaat etmeleri için yaratıldıkları söylenmektedir? Cevap şudur: Sadece cinlere ve insanlara, yalnızca Allah'a itaat ve ibadet etmeleri ve O'nu takip etmeleri için akıl ve irade hürriyeti verilmiştir. Diğer yaratıkların eylem serbestisi yokken, insanlara ve cinler tam bir eylem serbestisi tanınmıştır. Kur'ân'ın aşağıdaki ayetinde ifade edildiği gibi, Allah'a ve O'nun kanununa itaat etmekten başka seçenekleri yoktur: "Göklerde ve yerde olanlaran hepsi, ister İstemez Allah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam (uzanıp kısalarak O'na secde etmektedirler)." (13:15; 3:83).
Bu yüzden bu ayet sadece, Allah'a itaat etme veya etmeme gücü olan cinlere ve insanlara seslenmektedir. Bu ayet onları ikaz etmektedir aynı zamanda; onlar için sâlih amel di rızalanyla Allah'a boyun eğmeleridir kü diğer yaratıklar arasında sadece on amaç için yaratılmışlardır. Böyle davr; lan hem kendi fıtratlarına, hem de kâ genel işleyişine uygundur. Böyle davra hem kendi fıtratlarının taleplerini karş cak hem de yaratılış gayelerine hizme çeklerdir, muvaffakiyetleri bu noktad; maktadır. Allah'ın yolundan ayrılır ve yollara saparlarsa, sadece kendi fıtrat karşı kaybedecekleri bir savaş vermek yaradılış gayelerine ters düşmekle kalr cak, aynı zamanda yaratıcılarının genel nuna tam bir itaat içinde olan bütün kî karşı bir savaş ilân edeceklerdir. BÖylec şan şanslarını kaybedecek ve kendi hay: nı mahvedeceklerdir. Bu da onların som çaktır.
Dolayısıyla, insanlar bu dünyada hayatı nel işleyişine karşı adım atmadan öncı şünmek ve öğüt almak zorundad Kâinatın bir parçası oldukları için, kâi merkezi kanununa ters düşen bir eylem ; rini sonuna kadar takip edemezler. Kâ idare kanununu, Din'i, ihlâl ettikleri si kendi sistemlerinde ve kurumlarında dei sağlayamayacakları için kaybedecekler sindir.
Burada ibadet kelimesinin sadece na oruç, cinlerin ve insanların Allah'ı zikre leri için tesbit edilen benzeri ibadet şek anlamında kullanılmadığını hatırlatalım mânayı da kapsadığı hâlde, sadece şekli det tam manayı vermez, çünkü benzer hatırlatma insanın yaratılışı ânında melel yapılmıştır: "Bir zamanlar Rabbin melek 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' misti. (Melekler): 'Orada bozgunculuk y cak, kan dökecek birisini mi yaratacak Oysa biz seni överek teşbih ediyor ve takdis ediyoruz?' dediler. (Rabbin): 'Be: zin bilmediklerinizi bilirim', dedi." (2: Bu ayet açıkça göstermektedir ki, insanır radılış gayesi sadece Allah'ı zikretmek dir İnsanlar ve cinler, Allah'ın kanununu /Dİn) takip etmek ve O'na itaat etmek için ratıldılar. Kâinattaki diğer yaratıklar da bu kanunu takip etmektedirler. Aradaki fark şudur diğer mahluklar Allah'ın kanununa gayri radî tabi olurken, cinlere ve insanlara kendi muhakemelerini olumlu bir şekilde kullanmaları ve dengeyi bulmaları tavsiye edilmiştir çünkü böylesi kendileri için daha hayırlı ve elverişlidir. Yoldan sapanlar her iki dünyada kaybederken, tavsiyeye uyanlara refah ve başarı va'dedilmiştir. (Tafheem al-Qur'an c. V, ss. 155-156).
İnsan hayatında hileli yolların ve sonu hüsranla biten eğilimlerin sözkonusu olması dolayısıyla, Allah, şeytanın kötü yollarından sakınarak hüsrana uğramamaya çalışan insana, yaklaşmayı va'detmiştîr. Aşırı güçlüklerle karşılaşmadan Allah'ın yolunu (Din) takip etmek üzere hayatını, kurumlarım ve bütün sistemlerini düzenlemesi için İnsana Şeriat nizamı gönderilmiştir. Bu nizam insanı, kâinatın her sistemine ve parçasına nüfuz etmiş olan Tevhid prensibine yöneltmektedir. Daha önce açıkladığımız gibi, bütün kâinat sistemi birlik prensibine (Tevhid) dayanmaktadır. Bu demektir ki, bütün kâinata tek bir merkezî kanun hükmetmektedir ve kâinatın bütün birimleri arasında mutlak dayanışma ve işbirliği vardır. Aynı şeyi başka sözlerle ifade edersek; bütün kâinat sistemi adalete ve Rabb'inden gelen Hakka dayanmaktadır. Bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah onu sürekli kontrol etmektedir. Yerdeki, gökteki bunların arasındaki bütün sistemlere adalet kaidesinin hâkim olması, O'nun otoritesinin ve kanununun bir gereğidir'; Güneş de, ay da bir hesap i'e (cereyan etmekte)dir. Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler. Göğü yükseltti ve mîzanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın." (55: 5-8).
Kâinatın bütün sistemleri matematiksel bir denge (mizan) ile sabit kılınmıştır. İnsanın, kainatın merkezi değerleri (merkezî kanunu) "e uyum içinde kalması için, Sedat'ın ışığında bîr dengeyi ve adaleti {kist) koruması öğütlenmiştir: "Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın." (55: 9). "Bu ayet, hem mecazi hem şekli anlamda alınmalıdır. Bir insan bütün günlük meselelerde dürüst olmalıdır; meselâ sattığı malın tartısında; ve yine insan bütün ilişkilerinde, sadece diğer insanlara karşı değil, aynı zamanda, kendisine ve Allah'ın hukukuna karşı âdil ve dürüst olmalıdır. Adalet merkezî bir husustur, ilişkilerde hem aşırıya gitmekten, hem de noksanlıktan kaçınmak insanın dünyasını, gök cisimlerinin matematiksel düzeni gibi dengede tutar." (A. Yusuf Ali, The Hoîy Qwr'a«,Note3178, sh. 1473).
Kâinattaki her sistemde muvaffakiyet, denge (mizan) ve adalet (kist) prensibinin büyük bir Özen ve dikkatle takip edilmesine bağlıdır. Bütün sistemin muvaffakiyeti ise onu oluşturan parçaların gereği gibi çalışmasına bağlıdır. Herhangi bir parçanın rotasından en ufak bir şekilde sapması bütün sistemi çökertir. Bu kâinat sisteminin bir parçası olarak insandan, Allah'ın diğer bütün yaratıklarında bulunan aynı denge ve adalet kaidesini sağlaması istenmektedir. Bu ise insanın rızasına bağlıdır ve o kendi özgür iradesiyle bu dengeyi sağlamak için vereceği kararla kişisel olarak Allah'a karşı sorumludur. Vereceği karar ile ya Allah'ın lütfunu kazanır ya da O'na karşı gelir ve kendisini hezimete götürür.
Allah, bu dünyada insanlara yol göstermesi için, elçileri aracılığıyla hidâyetini gönderdi: 'Hepiniz oradan inin,' dedik. 'Yalnız (iyi bilin ki) size benden bir hiddet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayan ise ateş halkıdır, onlar orada ebedî kalacaklardır." (2: 38-39).
Peygamberlere bilgi ve hikmet verilmiştir; insanları eğitsinler, Din'e ve Şeriat'a uymalarını sağlasınlar... Böylelikle insanlar kendi rızalarıyla bütün kâinatın takip ettiği yola gelecek ve Yaradan'ın birlik prensibini uygulayacaklardır. Peygamberlerin gayesi, fiziki dünyanın her zerresine nüfuz etmiş olan evrensel birlik prensibi ile uyum içinde, hem fert hem de cemiyet olarak kendi hayatında dengeyi ve adaleti tesis etmesi insana yardım etmekti: "Andolsun biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı ve (adalet) ölçii(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler." (57: 25).
Bu ayet peygamberlerin bu dünyadaki gayelerini özetliyor: insanların davranış ve düşüncelerini, hem fert hem de cemiyet olarak adalet temeli üzerine kurmalarına yardım etmek. Her birey, Allah'ın hakkını, kendi nefsinin hakkını ve herhangi bir vesileyle münasebet kurduğu insanların haklarını bilmeli ve bu hakların karşılığım mutlak adaletle vermelidir; diğer yandan sosyal hayat sistemi, toplumda hiçbir adaletsizlik ve haksızlık ratmayacak İlkelere göre kurulmalı ve dü lenmelidir. Kültür ve medeniyetin her v her çeşit ifrat ve ihmalden uzak olmalı doğru bir denge sosyal hayatın bütün kur larında sağlanmalıdır; toplumun her birim öğesi kendi hakkını bilmeli, vazifelerini vecibelerini yerine getirmelidir. Bir ba deyimle, peygamberlerin gönderiliş ga; hem ferdi hem de içtimai adaleti getirme Her bireyin davranışlarında, kişiliğinde, i kilerinde ve tavırlarında dengeyi (miz sağlamak amacıyla, ferdi hayatta adaleti V mak istediler; anı zamanda, bir bütün ola cemiyette, fertlerin birbirlerini engellemek yerine, maddî başarı ve manevî huzur yolı da birbirlerine yardımcı olmaları için, in; toplumunda adalet temeli üzerinde tam sistem tesis etmek istediler. (Mevdudi, T heem aİ-Qur'an, c. V, s. 322).
İlâhî hidayet, insana sadece manevî rehber sağlamakla kalmamış, anı zamanda on dikkatini somut maddî dünyanın gözlemle mesi ve incelenmesine yöneltmiştir. Bu hid yatin insana en önemli iki faydası şudur; t rincisi, fizikî âlemin kaynaklarına ve güçle ne hükmetmesi için insana yeni araştırma | inceleme ufukları açmıştır: "Göklerde ve ye de, günün sonunda da, Öğleye erdiğiniz z man da hamd, O'na mahsustur. (Allah), ölı den diri çıkarır, diriden Ölü çıkarır, yeri Öli rutinden sonra diriltir. İşte sizde (kabirlerdeı böyle (diriltilip) çıkarılacaksınız. O'nun aye lerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) bi sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeı yüzüne) yayılan insan(Iar) oluverdiniz. O'nu ayetlerinden biri de, size, kendi nefislerini; den, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler ya ratması ve aranıza sevgi ve merhamet koy maşıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplun için ibretler vardır." (30: 18-22).
Böylelikle hidâyet, bilgi ve araştırma yoluyfc tabiatın saklı hazinelerini bulması, gözlemle mesi ve onları kullanması için insanı, yete neklerini sonuna kadar kullanmaya teşvik et mektedir. Bu şekilde, insanın gelişimi, bilim-teknolojide ve sanayideki ilerlemesi vur-ılanfliış ve önceden görülmüştür.
İkincisi hidâyet, Allah'ın somut dünyasını lk ve incelemek yoluyla insanın kazandığı manevî uyanışa yeni boyutlar katmıştır. Fizikî dünyanın gizli ve saklı kanunla-konusunda artan bilgileri, insanı kâinatın . ak.ikatlerine daha da yaklaştırır. İnsan kâinata nüfuz eden, kâinatın bütün birimlerinin hareketini ve işleyişini kontrol eden merkezî kanunun birliğini, önemim ve onda-kj dayanışmayı hissetmeye ve anlamaya başlar. Gerçek ve samimi bilim adamları yavaş yavaş, fakat İstikrarlı bir şekilde Allah'ın birlik kanununu tanımaya yaklaşırlar. Varlığına her yerde şahit oldukları Allah'ın birliğini kavramaları hidâyet ile çok daha kolaylaşır ve sonunda, Allah'ın birliğini, yani Tevhid kavramını bütün yönleriyle kabul ederler.
Maddî dünyanın tahkik edilmesi, sonunda insan için hem maddî, hem de manevî bir lütuf sağlayabilir ve insanı Yaradanı ile daha yakın olmaya yöneltebilir.
İnsanın kendi rızâsı ve katılımı ile hayat alanlarında gerçek bir denge kurmasına yardımcı olmak için Allah ard arda peygamberlerini "gönderdi: "Andolsun biz Nuh'u da kavmini de gönderdik: 'Ben sizin için apaçık bîr uyarıcıyım. Yalnız Allah'a tapın" (11: 25-26). Çağrısına cevap vermedikleri zaman şöyle dedi: "Eğer (benim öğütümden) yüz Çevirdiyseniz (neden?), ben sizden bir ücret istemedim ki! Benim ücretim, ancak Allah'ın üzerinedir. Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir." (10: 72). Hud Peygamber halkına şöyle seslendi: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur." (31; 50). Salih Peygamber de halkına Şöyle dedi: "Ey kavmim, Allah'a kulluk ed<n. O'ndan başka tanrınız yoktur!1' (11: 61). ->uayb Peygamber halkına aynı mesajı getir-dı: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, si-cın O'ndan başka tanrınız yoktur; ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde
görüyorum ve ben sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum! Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı tam dengeli yapın, insanların eşyasını eksik etmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin!" (11: 84-85).
Görüldüğü gibi yukarıda adı geçen ve diğer bütün peygamberler insanları, Hak olan ve içinde hiçbir sapmanın varlığını sürdüreme-diği kâinatın birlik ilkesine davet ettiler. Şu-ayb Peygamber, daha sonra, Hak'tan ayrılan bir sistemin niçin varlığını sürdüremeyeceğini açıklamıştır. Hak'tan ayrılan bir sistem, ülkede haksızlık ve tecavüz üretir, toplumda ayrılık ve bozulma yaratır, sonunda toplumun dengesi bozulur ve bütün sistemleri dağılır. İnsanların hayat sistemlerinin ilerleyeceği ve varlıklarım sürdürecekleri tek durum, kâinatın merkezi kanunu (Tevhid ilkesi) ile uyum içinde olan denge durumudur.
İbrahim aleyhisselâm, Rabb'inin çağrısına verdiği cevap şu ayette gösterilmiştir: "Rabb'i ona: 'İslâm ol!' demişti, 'Alemlerin Rabb'ine teslim oldum.1 dedi." (2:131). Hz. İbrahim, gökte Rabb'inin İşaretlerini gözlemledikten sonra şöyle dedi: "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O(na) ortak koşanlardan değilim!" (6: 79). Ve o da aynı şeyi oğullarına ve torunlarına öğütledi. Hz. Yakub aynı mirası çocuklarına bıraktı: "Oğullarım, Allah sizin için o dinî seçti, bundan dolayı sâdece Müslümanlar olarak ölünüz." (2:132). Hz. Yrcakub, ölüm döşeğindeyken oğullarına şöyle seslendi: "Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?1 demişti.'Senin tanrın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tanrısı olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz, biz O'na teslim olanlarız.'dediler." (2: 133).
Aynı şekilde, Hz. Muhammed @'e de, kâinatın her zerresine nüfuz etmiş olan aynı vahdet ilkesine teslim olması emredildi: "De ki: 'Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?1 'Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum.' de ve sakın ortak koşanlardan olma!" (6: 14). Aynı sûrede, şu ifadeleri okuyoruz: "De ki: 'Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde (eski durumumuzda) döndürülüp; şeytanların ayartarak şaşkın bir halde çölde bıraktıkları, arkadaşların İse «Bize gel!» doğru yola çağırdıkları kimse gibi (şaşkın bir duruma) mı düşelim?' De ki: 'Yol gösterme, ancak Allah'ın yol göstermesidir. Bize, âlemlerin Rabb'ine teslim olmamız emredildi. Namazı kılın ve O'ndan korkun (diye redildi)!' Varıp huzuruna toplanaca O'dur. Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) i|e ratanO'dur."(6:71-73).
A'raf sûresi'nde şu ifadelerle karşılaş, 1 "De ki: 'Rabbim bana adaleti emretti ü*: mescidde yüzlerinizi O'na doğrultun ve h-j yalnız kendisine has kılarak O'na yalvar!' (Allah'a eş koşmadan, gönlünüze başka tan lar getirmeden sırf Allah'a yönelerek 0' kulluk edin)." (7: 29). Mü'min sûresinde h şöyle buyurulmaktadır: "De ki: 'ge Rabb'imden bana açık deliller gelince, sizi Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum ve âlemlerin Rabb'ine teslim olmakla emrolundum." (40: 66).
Hz. Muhammed @'e ve dolayısıyla müminlere, Kİtab Ehli ile karşılaştıklarında dinleri konusunda münazara ve münakaşa yaparken daha yumuşak bir tavır takınmaları ve onları ataları İbrahim, Musa ve İsa aleyhisselâmın yoluna (Din'e) davet etmeleri emredilmiştir, "De ki: 'Biz, bize indirilene de size indirilene de inanıyoruz. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir, ve bîz de O'na teslim olanlarız." (29: 46). Kur'ân'ın bu ayetleri de göster-' mektedir ki, bütün kâinat ve onun içindeki herşey boş yere değil, bir gaye için yaratılmıştır. (3:191; 21:16 ve 23:115). Hakikatte,1 "bütün kâinat Hak'kın değişmez temelleri üzerine kurulmuştur. Kâinattaki herşey .doğ' ru, âdil ve mâkul kanunlara dayanmaktadır; orada adaletsizliğin, akılsızlığın veya bâtılın kök salması ve meyve vermesi mümkün değildir. Kimse, bâtılın kısmî ve geçici başarısına aldanrhamalıdır. Zaman zaman, bâtıhn takipçilerine bâtılın, adaletsizliğin ve yanhŞ yolların başarısını deneme fırsatı verilebilir-Bundaki amaç, onlara çabalarının sonunda boşa çıkacağını göstermektir. Bâtılın bütün takipçilari, hesap gününde boş bir dava İçin harcadıkları bütün çabaların boşa gittiğim göreceklerdir." (Mevdudi, The Meaning < îheQur'an, c. III, ss. 121-324).
Bu özlü tartışma şu hususta hiçbir şüpheyi bırakmamaktadır: Allah'ın bütün elçi-1. t6ic bir gaye için gönderilmişlerdir. Onla-görevi Önce kâinatın Yaratıcısı olan Al- merkezî birlik kanununa teslim olmak, sonra bütün insanlığı, kâinatın bütün uyum içinde olmaları ve onun S'metlerinden en iyi biçimde yararlanmaları . . kendi rızalanyla O'na teslim olmaya ve n'nûn adalet ve birlik kanununa itaat etmeye davet etmektir. Kâinatın bir parçası olarak in-n âdil olmayan kanunlar üzerine kendi sistemini kurmakla başarıya ulaşamaz. Bu sistem çalışmaz, çünkü kâinatın merkezî birlik kanunu ile tam bir uyum içinde olamaz. Do-ıayısıyle insanların hayat sistemlerinde düzensizliğe ve karışıklığa yol açar. İnsan bu durumu ancak hayat sisteminin, adalet ve Hak temeline dayanan birlik ilkesine göre yeniden tanzimle düzeltebilir. Bu, kâinatın Hak ve Tevhid temeli üzerinde çalışmasının anahtarı ve hikmetidir.
Dikkatli bir gözlem ve inceleme, kâinatın kanunlarındaki mükemmel istikrarı ve dengeyi gösterir. Dış uzayda, bizden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki cisimler hakkında, radyo-te-leskop yoluyla bize ulaşan bilgi, Allah'ın yarattığı kâinattaki dayanışma ve mutlak ahengi gösteriyor. İnsanın, bize yakın galaksilerin ötesindeki dış uzaydan bu bilgiyi toplayabil-mesi, bütün kâinatın dört bir yanına yayılan bir birlik kanununun varlığını göstermeye, tek başına yeterli bir delildir. Bu sistemde tam bir dayanışma ve istikrar vardır. Bütün kâinata tek bir kanun hükmetmektedir. Bu kanun Yaradanınm ve Hükümdarının sıfatlarını yansıtmaktadır. Kâinatın kanunlarındaki mutlak istikrar ve değişmezlik, kanunları bütün kâinat sistemine hükmeden Yaratıcının birliğinin somut bir delilidir. "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mî, ona sâdece 'ol' der, o da hemen oluverir." (2: 116-117).
Bu kâinattaki herşey mutlak bir şekilde O'nun kontrolü altındadır ve O'nun gücünün ötesinde hiçbir güç yoktur: "Dilerse, sizi alıp götürür ve yerinize yeni bir topluluk getirir. Bu, Allah'a güç değildir." (35: 16-17). Vakıa sûresi'nde şu mealdeki âyetler yer almaktadır: "Sizi Biz yarattık; ne diye tasdik etmiyorsunuz? Söyleyin öyleyse: Rahimlere döktüğünüz meni nedir? Siz mi onu insan şekline koyuyorsunuz, Biz mi ona o şekli veriyoruz? Aranızda ölümü takdir eden (ne zaman öleceğinizi belirleyen) Biziz. Ve Bizim Önümüze geçilmiş değildir. (Kimse bizim tâyin eti-ğimiz vakti geçemez). (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim. Muhakkak ki, ilk yaratılışınızı bilmektesiniz, öyleyse ne diye düşünüp bîrinin ayağının sağlam bastığını, mâkul stuğunu, yaratılış ve Yaradan hakkında in edici argümanlar sunduğunu görürsu-O'nun muhakemesine göre, Allah, Yaradan'ı, nihaî hakikat ve bütün se-sebebidir. Hiçbir şey yokken vardı herşey yokolduğu zaman O kalacak: "O'nun yüzü (zâtı)ndan başka herşey helak lacaktir. Hüküm O'nundur." (28: 88). Diğer ndan, bır inkârcı kaygan zemin üzerinde durur ve konuşmaları zanna ve tahmine da-vanır. Ufku, maddî yapının görüntüsü ile engellenmiş ve daraltılmıştır; onun ötesinde hiçbir şeyi göremez.
İnanan ve inkarcının tavırları ve düşünüşleri arasında büyük bir farklılık vardır. İnanan özgürce düşünür, maddî dünyanın ve maddî kavramların dar sınırlarını yıkar ve aynı tablonun iki yüzü gibi, maddî dünyanın başlangıcından önceki ve bitiminden sonraki hayatı görür; diğer yandan maddî kâinatta bir esir olan İnkarcı, hayatın bu dünya ile sınırlı olduğuna inanır ve maddî kâinatı ebedi ve sürekli olarak görür. Ezelî ve ebedî olanın ancak Allah olduğunu anlayamaz: "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Yaşatır, öldürür, O herşeyi yapabilir. O, ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, herşeyi bilendir." (57: 2-3).
Şu husus bir
kez daha hatırlanmalıdır ki, insana, Rabbini tanıyabilmesi ve bu dünyanın
kaynaklarından İstifade edebilmesi için bilgi hazineleri verilmiştir: "O
ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı" (2: 29).
göklerde ve yerde ne varsa hepsini" (45: 13); "... geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı" (16: 127; "... emrinize verdiği geceyi ve gündüzü" (14: 33) ve "... size boyun eğdirdiği denizi." (45: 12).
Yeryüzü ve göklerdeki her şey, insanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaratılmıştır, kainatta işleyen Allah'ın kanunu (Sünnetul-'a"), insanın arzın hem iç hem dış hazinelerden faydalanmasını mümkün kılmaktadır. °Ütün bu hazinelerin sahibi Allah, bütün nimetlerini insana bağışlamıştır ki, sınırsız ve
hesapsız nimetlerini hissetsin, verdiği nimetler için O'na şükretsin, O'nun mülkünde bir âsi gibi yaşamasın ve hem kendi menfaatlerini hem de başkalarınınkini zedelemesin.
İnsana sadece yerin ve göğün hazinelerinin sorumluluğu değil, aynı zamanda, yerin sınırlarının ötesine geçmesi, Allah'ın tezahürlerini gözlemlemesi ve yeryüzünün üstündeki güçleri kendi istifadesi için kullanmak üzere güç ve imkân verilmiştir: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz." (55: 33).
Bu ayet, insanın uzayın sınırlarım fethetmesi ve kâinatı keşfetmesi için hem bir davet hem de bir meydan okuma niteliğindedir. Fakat ona, bunu ancak Allah'ın verdiği bir kudret ve Allah'ın nimeti olan zekânın gücü ile yapabileceği, ancak böyle mâkul bir şekilde istifade edebileceği söylenmiştir. Başka bir deyimle, yaratılış anında Allah'ın ona verdiği bilgi hazinesini, kendi gücünü geliştirmesi ve madde âleminin kuvvetlerini kontrol etmesi için kullanması söylenmiştir. Bu ayet, aynı zamanda, İnsanlığın muazzam teknolojik ve bilimsel ilerleyişini vurgulamakta ve önceden görmektedir. Yeryüzündeki ve yeryüzünün çevresindeki fiziksel olaylarda, mümtaz bir rol için mukadder kılındığını bilmeye teşvik etmektedir. İnsanın dış uzaya çıkmasıyla, Yaradan'ının daha İyİ anlamasına yardım edecek bilgiye ulaşması olasılığı vardır. Kâinat kanunlarındaki eşsiz ahenk ve istikrar, birlik ilkesini ve Yaradan'ın birliği ile yakından ilişkisini, bâtılı bilimsel düşünceye taşıyabilir. Yukarıdaki ayet (55: 33) bütün bu imkânları içermektedir.
Aynı zamanda insana, hayat mücadelesi, karmaşa ve telâşı içinde nihaî sonucu unutmaması hatırlatılmaktadır, İnsan bilimsel ve teknolojik ilerlemede önemli bir noktaya gelebilir, en temel ihtiyaçlarını ve sanatsal güzellik arayışını tatmin etmek ve medeniyetini geliştirmek için yeryüzünün ve göğün bütün kaynaklarını kullanabilir, fakat Önemli olan bu şeylerin içinde kendisini kaybetmemesidir. Hayatın fâni olduğunu, aslî görevinin Rabb'ine karşı olduğunu ve nihaî mutluluğunun bu dünyadaki hayatını nasıl harcadığına; yani kâinattaki diğer yaratıklar gibi Allah'ın kanununa itaat veya kovulmuş Şeytan gibi âsi olmasına bağlı olduğunu unutmamalıdır. Şüphesiz, nihaî başarı bütün hayatını, maddî seviyenin ötesindeki hayatı unutmadan yaşayanlarındır: "Allah'ın sana verdiği nimetlerle, âhİret yurdunda kendine bir yer sağlamaya çalış, dünyadan da nasibini unutma; Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de İyilikte bulun; yeryüzünde de fesat çıkarmaktan çekin; çünkü Allah fesat çıkaranları sevmez..." (28: 77).
Bu tür insanlar için, Allah'ın Özel nimeti v özel mekanı ayrılmıştır: "Ey huzura eren ne fis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! Has kullarım arasına karısı Cennetime gir!" (89: 27-30).
Böylelikle Kur'ân insana dünyevî ve ilâhî bj Umlerin anahtarını sunmakta ve her iki dünyanın sırlarını açığa çıkarması İçin gerekti olan herşeyi sağlamaktadır. Dünyada edine. bileceği ve kendi faydasına kullanabileceği her şeyi alması için teşvik etmektedir. O aym zamanda tabiatın gücünün verdiği tabii korkuyu dağıtmaya ve insanı onları uygun bir şekilde kullanmaya teşvik etmektedir. Çünkü hepsi insana hizmet için yaratılmıştır. Maddî kaynakları uygun bir şekilde kullanarak maddî kürenin sınırlarının ötesindeki ilâhî dünyaya ve hatta kozmik uzaya nasıl gireceğini göstermektedir. F. Schuon, "cennet bizim içimizdeki ve eşyanın tabiatındakİ Özdedir", derken aynı Hakikat'e işaret etmektedir. Dolayısıyla tabiî kanuna itaat bizim en büyük mutluluğumuzdur; diğer yandan, ona muhalefet ise bizi kendi ferdiyetçiliğimizin "çıkmaz sokağına" götürür.
İslâm'ın öğrettiği ve Kur'ân'in söylediği budur. İnsan, kendi kabiatıyla uyum içinde olan Allah'ın tabiat kanununu takip ederek gerçek sulh ve saadete ulaşabilir. "Bunlar, iman edip kalpleri Allah'ın zikriyle huzur bulan kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler sadece Allah'ın zikriyle huzur bulurlar." (13: 28).
Bundan daha asil bir gaye var mıdır? Bundan daha büyük bir asalet var mıdır? İnsana, maddî kaynakların kullanılması yoluyla göklerin hâkimiyeti teklif ediliyor. Hangi akıllı insan bu asil daveti redededir? Hiç şüphe yok, kaybedecek olanlar, hayatlarını tamamen bedenlerinin zevki için geçirenler ve kâinatın maddî yapısının ötesini göremeyenlerdir. Bir kör gibi boş arzularının peşinde koşar, kendilerine sunulan şeref ve asaleti reddederler. Hayatlarında mükemmelliğe ulaşmaları için kendilerine sunulan fırsatı iterek, aşağı bir seviyede kalmayı tercih ederler.
Kainatın fizikî sınırlarının ötesindeki dünyaya ararnak için kapasitelerini ve güçlerini kullanılazlar. Kendilerine gösterilen gaye için maddî yeteneklerini kullanmayarak, kullan-jjjarı maddî gereç ve kaynaklar gibi kendilerini sağır ve dilsizleştirir ve maddî dünya-n sınırları içinde hapsederler. Kur'ân, bu İsanların durumuna şu ifadelerle değinmektedir: "Kim Beni anmaktan veya Kur'ân'dan viiz çevirirse, onun İçin sıkıntılı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak hasredeceğiz. O, 'ey Rabb'im' der, 'neden beni kör olarak hasrettin, oysa ben gören biri idim?' Allah ona: 'Bak, neden: Ayetlerimiz sana geldi, ama sen onları unuttun; bugün de sen, unutulup terkedilmiş olacaksın!' diyecektir. İşte, kötülükte sınırı aşanları ve Rab-binin âyetlerini yalanlayanları böyle cezalandıracağız. Muhakkak ki, âhiret azabı daha şiddetli, daha kalıcıdır." (20: 124-127).
Bakara sûresi'nâe de şu ifadeler yer almaktadır: "O İnkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak haykıran hayvanın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden hiçbir şey anlamazlar." (2: 171). Bu insanlar, cansız yaratıklardan daha aşağıdırlar; düşünmeleri ve anlamaları için onlara yetenek ve kudret verilmişken, diğerlerinin bu gücü yoktur: "Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hattâ daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer." (2: 74).
Hakikaten bu tür insanlar, bilimde, teknolojide veya kamu yönetiminde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, beşer olma seviyesinin altındadırlar; uzaya gitmiş, oraya roket ve uydu göndermiş olabilirler; fakat insan olma seviyesine yükselememişlerdir, hatta hayvanlardan daha aşağı bir konumdadırlar: "Andol-sun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamaz-'ar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; ku-
lakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık... Ve işte gafiller onlardır!" (7: 179).
Hayatlarını koyun sürüsü gibi yiyerek, İçerek ve adeta otlayarak geçirirler. Kâinattaki fizikî tezahürün altında yatan hârikalar üzerinde akletme, düşünme ve inceleme özgürlüğüne asla yükselmezler. Gerçek şudur ki, ne görür ne de anlamak için çaba harcarlar; hakikat konusunda tamamen kör ve cahildir; hayatın maddî yönünün ötesini görmek, kâinatın ve onun yaratıcısının ezeliyetinin gerçek boyutunu anlamak için potansiyel yeteneklerini kullanamazlar. Câhil İnsanların bu tavrı, Dar-win'in evrim teorisi tarafından desteklenmektedir. Dr. S. H. Nasr'ın belirttiği gibi, bu teori insana, hiçbir yüksek gayeye değinmeden herşeyi en aşağı seviyede açıklaması için bir formül vermiştir, dolayısıyla bütün bilgiyi materiyalizme indirgemektedir. (Islamic Science).
Kâinatın sürekli meydan okumasına ve Kur'ân'ın, varlıklar âleminin sırlarına ermede kendi fıtratını takip etmeye açıkça davet etmesine rağmen, dar ve aşağı hayatından memnun, maddî zihniyete sahip insanların varlığı şaşırtıcıdır. Görünen o ki, bu tür insanlar hayatın günlük akışına kendilerini oldukça kaptırmış ve fizikî dünyaya hükmeden birlik prensibi üzerinde düşünmeye vakit bulamamaktadırlar. Bu durum onu, kâinatın birliği vasıtasıyla yaratıcının birliğini görmeye davet eden birlik ilkesi hakikati karşısında tamamen kör olmaya sevketmektedir; çünkü anlayış ancak düşünmek için vakit harcamakla gelir. Sonuç olarak bu insanlar, bütün hayatlarını fizik bilimlerinin ve madde âleminin incelenmesine harcamakta ve tabiat güçlerinin ötesindeki Hakikati görememektedirler: "Fakat onların çoğu bilmezler. Onlar, sâdece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildirler." (30: 6-7).
Dinin öne sürdüğü, kâinat sisteminin tek yaratıcı (Allah) tarafından yaratıldığı ve idare edildiği İddiası, hiçbir şüpheye yer bırakmadan, maddî delil tarafından doğrulanmakta ve ispatlanmaktadır. Aralarındaki etkileşimlerin istikrarlı ve dengelenmiş kanunlarca kontrol edildiği, kâinatla yanyana bulunan karmaşık sistemler kendilerini yaratamazlar. Algılanabilir gözlem ve incelemenin de ispatladığı gibi, bütün sistemlerde ve kâinatın kanunlarında tam bir ahenk ve dayanışma vardır. Bu ahenk, yaratıcının birliğinin bir yansımasıdır. Kendi iradeleri olmayan, fizikî dünyada gözlemlediğimiz ve İnsan tarafından kontrol edilen ve kullanılan kuvvetler ve oluşumlar, her-şeye kadir olan bir güç tarafından -Allah tarafından- yaratılmışlardır.
İnsan, kâinatın sırlarını ve harikalarını bul, mak amacıyla, yeryüzünün engellerini aşmak için bir arzu hissetmektedir şimdi. Bu arzu onu, bu dünyanın yaratılmasının arkasındaki gerçeklere yaklaştırmaktadır. Kâinata yaklaştıkça ve Allah tarafından yaratılan diğer dünyaları inceledikçe, her yerde gözlemlediği ahenk ve uyum konusunda daha fazla etkilenecektir. Fizikî dünyanın kanunlarında bir değişme yoktur, bu durum kâinatın birliğine yansır ve Yaradan'm birliğine işaret eder. Bu keşif, kâinat, hayat ve yaratıcı hakkında insanın muhakemesini etkiler.
İnsanın artan gücünün, kâinatta işleyen fizik kuvvetlerini ve fizik kanunlarını araştırmak için daha büyük fırsatlar vereceği ve böylece kâinat ve onun yaratıcısı hakkında bilgisinin artacağı açıktır. İnsan, kâinatın maddî yapısını anlama gücünü kısıtlayan eksiklikleri ve yetersizlikleri aşacaktır. Fiziki dünya üzerindeki kontrolü, insanı, huşu ve huzur telkin eden bir düzene sahip olan bu muhteşem kâinatın, kendi kendine veya bir tesadüf sonucu meydana gelemeyeceği ve kâinattaki kesinlik ve şaşmazhğin, merkezî bir kontrol olmadan süreklilik kazanamayacağı gerçeğini tesbit etmeye yaklaştırır. Kâinatta işleyen sistemlerin ve kanunların yakından incelenmesi ve gözlenmesi insanı bu sonuca götürür.
İnsan bu kuvvetlere hükmedemez, kâinatın sürekliliğinin sırrı açığa çıkar. İnsanın bu kuvvetleri kontrol edebilme yeteneği ve seçme özgürlüğü varken, bu kuvvetler tek başlarına bir hiçtirler ve Allah'ın kanunları ile sınırlıdırlar. Kendilerine ebedî ve mükemmel olmayan insan tarafından hükmedildiği İçin, bu maddeler ve kuvvetler ebedî ve mükemmel olamazlar. Güneş, ay ve yıldızlar gibi fizikî varlıkların ilâhlığı konusundaki fikir ve felsefeler böylece yokolmaktadır. Kur'ân, bütün kuvvetlerin insana hizmet etmeleri için Allah tarafından yaratıldığını insana göstererek tm £erÇeİe işaret etmektedir: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan şeyleri sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve batın (dış ve İÇ' görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31:20).
Âyette geçen Sahara kelimesi, "boyun eğdirmek ve hizmet ettirmek" anlamında kullanılmıştır. Bir şeyi birinin menfaatine musah-har kılmanın iki şekli vardır. Birincisi, nesneler insanın tam kontrolü altına verilebilir ve insan istediği herhangi bir yolla onları kullanabilir. İkincisi, insanın değişik şekillerde faydalandığı ve herşeyin onlar sayesinde işlediği, istikrarlı ve düzenli bir kanunlar sisteminin var olduğu anlamına gelebilir. Göklerdeki ve yerdeki birçok şey insanın faydalanması için birinci şekilde, birçoğu da ikinci şekilde yaratılmış. Birçok canlı, meselâ bitkiler, yeryüzü ve mineral zenginliği ilk anlamda insana boyun eğdirilmiştir, buna karşılık diğer yıldızlar ve diğer galaksiler ikinci anlamda insan tarafından kullanılmaktadır. Allah'ın 'görülen' nimetleri, insanın hissedebileceği veya diğer duyularıyla bilebileceği şeylerdir, diğer yandan 'görülmeyenler' ise insan tarafından tamamen bilinmemektedir. insan haberdar olmadığı halde, bedeninde ve kâinatta sessizce (ve bilinmeyen bir şekilde) faydası için çalışan sayısız şey vardır. Yaratıcısı, güvenliği, rahatça yaşaması ve refahı için, hem içinde hem de dışında çalışan bir-Çok şeyi görevlendirmiştir.
insan, bilgisi arttıkça, daha Önce kendisi için °ır sır olan Allah'ın nimetlerini keşfetmektedir. Fakat daha nicesinin "görülmeyen" bir Şekilde kendisi için çalıştığını bilmemektedir. Bununla beraber, bilimsel bilgideki ilerleme-*er, Allah'ın varlığını doğrulayan ve insanı ^na yaklaştıran birçok sırrı açığa çıkaracak-tır: "Allah, gökten su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti, şüphesiz bunda işiten bir millet için bir âyet vardır. Hayvanlarda da sizin için büyük ibret vardır. Onların karınlarından, sindirilmiş besin ile kan arasından (çıkardığımız) lezzetli ve içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis süt içiriyoruz." (16: 65-66).
İnsan yavaş yavaş, fizikî dünyanın sırlarını aralaması için Kim'İn bu gücü ve kapasiteyi verdiğini merak etmeye başlar. Birçok kuvveti kontrol etmesi ve onları kendi lehine kullanması için bu yeteneği Kİm vermiştir?
Bu niteliklerle niçin donatılmıştır ki, kâinatın bütün sırları, kanunları ve kuvvetleri sonunda ona boyun eğmektedir? Niçin sürekli ileri gitmesi için ona bu fırsatlar tanınmıştır?
Bunların hepsi bir gerçeğe işaret etmektedir; insandan, O'nun yeryüzündeki bir temsilcisi gibi davranması, Yaradan'm bir yansımasını oluşturması, O'nun sıfatlarını taklit etmesi, kendi zayıflığının üstesinden gelmesi ve böylece Allah'ın mükemmelliğine yaklaşması beklenmektedir. Böylece hedefin, Allah'ın sıfatları ışığında insanın kişiliğinin mükem-melleştirilmesi olduğu görülmektedir. Bu demektir ki, insanın hedefi ve geleceği sürekli çabalamasında yatmaktadır (53; 39), çünkü Allah'ın mükemmeliği her ölçünün ötesindedir. Dolayısıyla sürekli olarak gücünü, kâinat hakkındaki bilgisini ve anlayışını geliştirmeye çabalamaktadır.
Bu aynı zamanda demektir ki, insan bütün kanunların, bilinmezlerin ve kâinatın fizikî tezahürünün arkasındaki hakikati inkâr etmemelidir. Çünkü bu kendi zihnini inkâr etmesi anlamına gelir. Bu da fizikî dünyanın kanunları hakkında bilgi edinmesini ve onları kendi yararına kullanmasını engeller.
İnsanın tabiattaki işlevi, yüce ve mükemmel varlığın sıfatlarının bir minyatürü veya kopyası (benzeri) değil midir? İnsan zihni, kendi zihnini kontrol eden yüce varlığın sıfatlarının bir yansıtıcısı gibi davranmıyor mu? Öyleyse insan, kâinatı yaratan, onu düzenleyen, sabit, dengelenmiş kanunlarını yapan yüce zihni nasıl inkar edebilir?
Samimi bilim adamı, kâinatın sistemlerini, kanunlarını ve tezahürlerini inceler ve bütün bunları herşeye kadir olan Allah'ın yarattığını ve O'nun mükemmelliği ve haşmetinin bir yansıması olduğu sonucuna varır: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (onları yaratıp yöneten kimdir?) Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğumu) yürütüyor (kainatı yönetiyor)?'.
'Allah' diyecekler. De ki: 'O halde azabından) korunmuyor musunuz? j§t Rabb'iniz Allah budur. Gerçekten sonra sa pıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10- 3] 32).
Gerçek bilim adamı, imanını arttıran, kendili ve medeniyetini maddî olarak zenginleştiren araştırmasına devam eder ve Allah'ın yaratı-şındaki harikaları keşfetmek için kâinatın derinliklerine dalar. Bu şekilde elde edilen bilgi, hayatın maddî ve manevî yönlerini ayırmaya yönelik eğilimleri dağıtır. Allah'ın, kâinatın her yanına yayılmış olan fizikî tezahürlerinin bu şekilde incelenmesi, insanı Allah'a yöneltir ve insanın maddî ve manevî dünyaları arasında uygun bir ilişki oluşturur. Bu tavır değişikliği insanın yücelmesi için yeni ufuklar açar ve hakikatin daha üst seviyelerine yükselmesine yardım eder. Başka bir deyişle, kâinatın maddî yapısının ve onun içinde işleyen kanunların iyi bir şekilde anlaşılması, Yaradan'm daha iyi anlaşılmasını sağlar ve insanı O'na yaklaştırır.
Bu beraberinde şu sonucu getirir: Fizikî kâinatın kuvvetlerine ve öğelerine yavaş yavaş hükmeden, sağlam bir şekilde ilerleyen ve etkisini ve kontrolünü giderek attıran insan zihni, aslında, kâinattaki bütün sistemleri ve fizikî tezahürleri kontrol eden ve onlara hükmeden yüce Zihnin bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda demektir ki, yüce Zihin, insanı, bu kanun ve kuvvetleri kontrol ederek, İnceleyerek ve gözlemleyerek O'nu anlaması gayesiyle yaratmıştır. "Yeryüzünde ve kendinizde, kesin İnanç sahipleri için birçok deliller vardır. Artık görmeyecek misiniz?" (51: 20-21).
İşte bu yüzden insan tabiattaki herşeyin kendisiyle işbirliği yapmaya elverişli olduğunu görür. İnsan, fizikî olarak zayıf ve güçsüzdür, fakat Allah, fizikî kuvvetleri kontrol etmesi için ona bilgi ve zekâ lütfetmiştir. Kur'ân bu ilâhi nimetleri şu sözlerle hatırlatmaktadır: "Doğrusu biz insanı, imtihan etmek içir karısllc bir nutfeden yarattık da onu işitici, gorü-cii yaptık- Şüphesiz Biz ona doğru yolu gösterdik* ister şükredip inanır, ister nankörlük edip inkâr eder; bu artık onun bileceği şeydir'(76:2-3).
Bu sayesinde fizik kanunlarını ve kâinat sistemini kavradığı zekâsını inkâr edene ve yaratıcıyı inkârları için sebep ileri sürenlere karşı bir savunmadır. İstikrarlı ve dengeli kanunlarıyla insan zihnini ve bütün kâinatı yaratan yüce Zihnin inkârı nasıl mümkün olmaktadır?
"AHâh, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret vardır." (29: 44). Yasin sûresinde de şu ifadeler yer almaktadır: "Ne yücedir O (Allah) ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar İçin bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müste-karrı (karâr bulacağı yer veya karâr bulması) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allâh)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline d.Öndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün Önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler." (36: 36-40).
Enbiyâ sûresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yer onları sarsmasın diye onun üstünde yüksek dağlan yarattık. Ve istedikleri yere gidebilmeleri için orada geniş yollar açtık. Gök kubbesini de emniyeta alınmış bir tavan yaptık; onlar ise bundaki alâmet ve delillerden yüz çevirmektedirler." (21: 31-32).
sûresi bize şunları söylemektedir: "Allah'ın yarattığı her şeyin gölgelerinin nasıl sağdan, soldan sürünüp Allah'a secde ederek döndüğünü görmediler mi? Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılardan, gerek meleklerden hepsi Allah'a secde ederler, onlar asla büyüklenmezler. Üstlerindeki Rab'lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar." (16: 48-50).
Bu ayetler, insan zihninin, ister kabul etsin veya etmesin, bütün kâinatı yaratan ve sürekli kontrol eden yüce Zihin tarafından yaratıldığında şüphe bırakmamaktadır. Kâinatın gözlenmesi, sıfatlan ve tezahürleri mükemmel, istikrarlı ve dengelenmiş kanunlar şeklinde tabiatta kendini gösteren yaratıcının varlığına açık bir delil getirmektedir. Kur'ân bu gerçeğe şu sözlerle değinmektedir: "Göğün ve yerin Rabb'ine andolsun ki bu iş, sizin konuştuğunuz gibi gerçektir." (51:23).
Kur'ân'ın bu âyeti, Allah hakikatine değinmektedir: Allah, nihaî otorite ve bu kâinattaki tek hakikattir. Fizik kanunlarını veya insanlık tarihini inceleyen her zeki insan ancak şu sonuca varır: Allah'ın varlığı bir gerçektir.
Kur'ân açıkça göstermektedir ki, bütün maddî yapıyı ve onun kanunlarını idare eden yüce zihnin, muhakeme metodu kâinatın her yerinde aynıdır ve insan, Hak'ka ulaşırken aynı muhakemeyi takıp eder. Doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ölçüsü hiçbir zaman değişmez. Bu, insan zihninin hayat boyu, kâinata hükmeden aynı Hak tarafından yönlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Başka bir ifadeyle, kâinatı saran yüce zihnin ve nihaî hakikatin bir parçasıdır. Dolayısıyla kâinatın birlik ilkesi O'nun ilmini, rahmetini sulhunu ve mükemmelliğini gösteren Allah'ın nurunun (ve sıfatlarının) küçük bir parçası ve yansımasıdır. Kur'ân'ın ifadeleriyle: "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (konuşup, düşüncelerini açıklamayı) öğretti. Güneş de, ay da bir hesap ile (cereyan etmektendir. Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedir. Göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın." (55:1-9).
Bu ayetler, bütün kâinat sisteminin Allah'ın yaratışının bir sonucu olduğunu ve O'nun planına göre işlediğini göstermektedir. Bu işleyişe müdahale edebilecek ve kâinatın kanunlarını değiştirebilecek güçte kimse yoktur. Bununla beraber, bu ayetler bütün kâinat sisteminin adalet (ve denge) ilkesine dayandığına işaret etmektedir. Büyük yıldızlardan, küçük otlara kadar herşey, eşsiz adalet ve denge kanunları ile kontrol edilmekte ve süreklilik kazanmaktadır; onlar olmadan hiçbir şey varlığını sürdüremez. Bu sistemin bir parçası olarak insan, üzerinde kontrol ve güce sahip bulunduğu yer kürede adaletle davranmak zorundadır; aksi takdirde hem kendi tabiatına hem de bütün kâinat sistemine karşı çalışacak, bu adaletsiz davranışlarının getirdiği kaos ve karmaşaya katlanmak zorunda kalacaktır.
Bu ayetler aynı zamanda insanı, kendi fıtratına ve kâinatın tabiatına karşı sâdık olmaya davet etmektedir. Onun için doğru yol budur ve tabiî olarak kendisi ve herşey için faydalıdır. Fakat kendi tabiatına ve kâinatın (tabiatına (adalet ve denge) karşı gelirse, kendi varlığını uzun süre sürdüremeyecek ve eninde sonunda bütün sistemlerini mahvedecektir. Tam bir adalet, denge ve ahenge dayanan kâinat sistemini terkettiğİ için bunlar başına gelecektir. Adalet sisteminden ayrılan ve yanlış ve dengesiz yollara sapan herhangi bir öğe veya birim, uzun süre ayakta kalamaz; çünkü böyle yapmakla kendi tabiatına karşı gelmekte ve denge noktasından ayrılmaktadır. Tabiatı, ona dengeli ve istikrarlı bir konum belirler. Kâinattaki her yaratık, kendi tabiatına itaat ederek merkezî konumunu koruduğu sürece düzgün ve başarılı yaşar veya çalışır, fakat bu dengeli durumu terk eder etmez bertaraf olur. İnsan ise bir istisna değil-dır.
İnsan, Allah'ın sürekli kendisini gördüğünü bilmelidir. Yaptığı herşey Allah'ın bilgisi dahilindedir. Allah'ın kendisini göremeyeceği hiçbir yere gidemez: "Ne işte bulunsan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz içine daldığınız an üzerinizde şâhidir. Ne yerde, ne de göte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb'in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (10: 61).
Sebe' sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni, oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır. İnkâr edenler: 'Kıyamet sâat(i) bize gelmez,' dediler. De ki: 'Hayır gaybı bilen Rabb'im hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta olmasın. (Herşeyi apaçık bir Kitapta tesbit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları mükâfatlandırsın. Onlar İçin mağfiret ve güzel bir rızık vardır." (34: 2-4).
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, kâinattaki herşey, her an O'nun bilgisi dahilinde ve kontrolü altındadır: "O, hem gökte ilâh, hem de yerde ilâh'tır. O, hikmet sahibidir, bilendir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındi şeylerin mülkü ve saltanatı kendisine âit 0Ian (Allah) ne yücedir. Kıyamet saatini ancak O bilir ve siz O'na döndürüleceksiniz."
(43: 84-85).
Bu ayetler, Yaradan'm kudretinin ve ilminin mahiyetini ve sonsuzluğunu eşsiz ve en güzel bir biçimde tanımlamakta, Allah'ın "Sessiz Kitabı" (maddî kâinat ve ötesindeki dünya) İle olan ilişkisini göstermektedir. Kur'ân, maddî kâinatı tanımlamakta ve insanı Allah'ın bu harika dünyasını incelemeye, anlamaya ve böylece maddî sınırlamaların ötesine geçmeye ve madde dünyasının ötesindeki hakikatleri; Rabb'ini, O'nun sıfatlarını ve O'nun mükemmelliğini bulmaya ve bütün bunlardan sonra kendi aslî görevini anlamaya davet etmektedir.
İnsanın, "güneşte, ayda", "gölgelerin uzamasında", "gecenin ve gündüzün değişmesinde", "insan renginin ve dilinin çeşitliliğinde" Allah'ın işaretlerini gözlemleyerek anlayabileceği nihai hedefine Dr. İkbâl de işaret etmektedir. Hakikatte, insanın algısına hitap eden varlıklar âlemi, tüm hârikalar ve esra-nyla, bu nihâî hakikati gösteren bir levhadır. İnanan bir insan bu işaretler üzerinde düşünmek zorundadır; kör ve sağır gibi davranıp onları görmemezlikten gelemez. Aksi durumda fizikî tezahürlerdeki hayat işaretlerini anlayamaz ve ezelî hakikat karşısında sonsuza kadar kör kalır.
Görüldüğü gibi İslâm, kâinattaki somut gerçekleri gözlemlemenin ve irdelemenin önemini vurgulayarak ve buradan Hakka ulaşıp, eski Yunan filozoflarının soyut düşüncelerini yıkmıştır. Kur'ân'm öğretisi Müslümanlara, kâinatın aslen dinamik ve genişlemeye muktedir olduğu ve bunun, somut gerçeklerin gözlemlenmesine dayanan ve Grek felsefesinin tamamen teorik ve spekülatif tabiatına karşı olan muhakeme fikrini sunmuştur. Algıya dayanan bu tümevarımlı muhakeme, bilgi edinmenin tek etkili metodu olarak kabul edilmiştir.
Kur'ân böylelikle, somut olanı incelemenin ve düşünmenin, insanı kâinatın fiziksel sınırlarının ötesine taşıdığını Öğretmektedir (55: 33). Kâinatı sadece "sonlu varlıkların bir kol-leksiyonu" ve zamanı "bölünmüş anların bir serisi" olarak düşünmek, insan zihnini karıştırır ve zekâyı tereddüde düşürür. Sonuç olarak insan bir yere varamaz. İnsan gerçek amacını geliştirmek ve kâinat gerçeğini yakalamak için bu engelleri aşmak zorundadır. Kur'ân, en sonunda Allah'a döneceğini göstererek, bu konuda insana yardım eder.
"Sizi ilk defa O yaratmıştı, ve işte O'na döndürülüyorsunuz..." (41: 21). Ve yine, "Allah, yoktan yaratır, sonra da bunu tekrarlar. Sonra da O'na döndürüleceksiniz." (30: 11).
Kur'ân, yıldızlara ve aya değil, fakat Allah'a döndürüleceğini göstererek, İnsanın enerjisini ve çabalarını doğru yola yönlendirmekte, böylece sonsuz manevî bir hayat için, ufuk kazandırmaktadır. İnsanın nihai hedefine, Allah'a giden yolda ona başarı sunmaktadır. Bu felsefe insana, Greklerin sonlu ve sınırlı hedefine karşı, hem saf zihnî dünyada hem de dinî düşünüşte sonsuz bir ideal sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, kâinata statik bakışın yetersizliğini İspatlamakta ve insana sabit bir hedeften öte dinamik bir hedef sunmaktadır.
Böylece Kur'ân, zaman ve mekân dünyasında insan mücadelesine, daha önceki herhangi bir dünya görüşü tarafından tamamen bilinmeyen yeni boyutlar kazandırmıştır. Sürekli genişleyen bir zaman-mekân dünyasını, yani büyüyen kâinat fikrini anlatmaktadır. Böylece müslüman felsefesi ve düşüncesi büyümekte ve "dinamik kâinat kavramı" temelinde gelişmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, insan için bir başka bilgi kaynağı olarak "tarih"i, yani kendi ifadesiyle "Allah'ın günleri"ni sunmaktadır. Kur'ân'ın bize öğretmek istediği başlıca kurallardan biri şudur: Milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışlarının cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği iyice vurgulamak İçin sürekli tarihten örnekler gösterir, ve okuyucuları, insanoğlunun geçmişte ve şimdiki tecrübeleri üzerinde durup düşünmeye davet eder. Buna dair bazı misaller verelim:
"Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' dîye âyetlerimizle birlikte göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) vadır." (14: 5).
"Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım sağlamdır." (7: 181-183).
"Sizden önce İlâhî kanun demek olan birçok 1 vak'alar gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşln da peygamberleri yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün." (3: 137).
"Siz bir yara aldıysanız, muhakkak onlar da sizin yaranız gibi bir yara almışlardı. Bu günleri, kiminin lehine, kiminin aleyhine olmak üzere insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz..." (3: 140).
Ve bütün felsefe şu sözlerde özetlenmiştir-"Her ümmetin bir sonu vardır ve o son geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler." (7: 34).
Yukarıdaki son âyet daha özel bir tarihî genelleme niteliğindedir. Bu, vecizeli bir formül şeklinde ifade edilince, organizmalar olarak telâkki edilen insan topluluklarının hayatını ilmî şekilde ele alma imkânına işaret eder.
Kur'ân-ı Kerîm'in beşerî bilginin kaynağı olan tarihle ilgisi, sadece genel olarak tarihî olayları gözümüzün önüne koymakla bitmemiş, çok daha öteye giderek, tarihî eleştirinin en önemli kurallarından birini bize bahsetmiştir. İslâm'da tarihe ilgi ve tarih anlayışının doğup gelişmesi başlı başına ilgi çekici bir mevzudur. Kur'ân-ı Kerîm'in sık sık gerçeklere dikkatimizi çekmesi, Hz. Peygamber @'in söylediklerinin doğru ve sağlam bir biçimde aktarılması gereği, müslümanların gelecek nesillere- daimi ilham kaynakları hazırlama tutkusu, ünlü tarihçilerin dünya sahnesine çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak tarih, okuyucunun hayal gücünü harekete geçirecek ve onu coşturacak bir sanat haysiyetiyle, tarihin gerçek bir bilim dalı olarak gelişmesinde sadece bir basamak olmuştur. Tarihin ilmî bir şekilde incelenmesi, daha geniş bir hayat tecrübesi, pratik aklın daha çok olgunlaşması ve nihayet, hayat ile zamanın niteliği konusunda bazı temel görüşlerin tam olarak anlaşılması demektir. (Dr. Muham-med İkbâl, The Reconsîrucîion of Religious Thought in islam).
İnsan ile Allah arasında çok yakın bir ilişki vardır ve bu ilişkide hiçbir engel yoktur. Allah insana kendi ruhundan veya Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre şah damarından daha yakındır (50: 16). Dolayısıyla kendi tabiatına karşı dürüst olan bir insan O'nu ve varlığını inkâr edemez, kendi muhakemesine göre O'nu kabul etmek zorundadır. Aslında, Allah'ı inkâr etmesi kendi varlığını ve tabiatını İnkâr etmesi demektir. Böyle bir insan, kendi fıtratından uzaklaşan, kendini kaybeden veya rüzgârla sürüklenen biri gibidir (22: 31). Yaptıkları, çabaları boştur ve akıbeti belidir: "Ama onlar öyle kimselerdir ki âhirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır." (11: 16). Zümer sûresinde yer alan bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Eğer Allah'a ortak koşarsan, muhakkak amelin boşa gider ve ziyana uğrayanlardan olursun!" (39: 65). Bütün işlerine ve eylemlerine, rüzgârda savrulan kül kadar bile değer verilmeyecektir: "Rab'lerine karşı nankörlük edenlerin iyi işleri tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey ele geçiremezler. İşte bu, ağır bir hüsranın ta kendisidir." (14: 18). Bütün yaptıkları çöldeki bir seraptan farksızdır: "İnkâr edenler(e gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanma gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur." (24: 39).
Çünkü, Allah'ın mülkünde, insanların kurduğu diğer yönetİmlerdekine benzer şekilde, sadece samimi müminlerin (kanuna riayet eden vatandaşlar) yaptıkları ve amelleri dikkate alınacak ve ödüllendirilecektir, fakat kâinatın hükümdarının kanununa karşı gelen ve inkâr eden kâfirler (âsiler) bütün nimetlerden mahrum kalacak ve amelleri boşa gidecektir:
"Kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır!" (4: 18). Ve yine aynı sûredeki bir başka ayet: "Allah'a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür." (4: 116).
Fıtratlarının sesini dinleyerek tek hükümdarın kanununu tanıyan ve kâinattaki fizikî tezahürleri gözlemlemek ve incelemek suretiyle genel model hakkında doğru sonuca varanlar, yolculuklarını selâmetle tamamlayanlardır. Her iki cihanda da mutluluğa ereceklerdir. Bütün azaptan korunacaklardır: "Onlardan kimi de: 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver, bizi ateş azabından koru!' der. İşte onlara kazandıklarından bir pay vardır. " (2: 201-202). Allah'ın yanındaki değerleri, sadece dünya hayatındaki takvalarına göredir. (49:137. Ruhları, fenalığın her türlü etkisinden korunacaktır ve "onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 62; 2: 112).
Kur'ân-i Kerîm'in çağrısı evrenseldir (3: 19, 85). Aynı çağrı, Hz. Muhammed @'den Önceki Allah elçilerine de gönderilmiştir (42: 13); kainatın Rabb'i sadece Allah'tır, bütün insanlık kardeştir (49: 10), dolayısıyla Din (hayat yolun)de ve kardeşlikte bölünmelere yer verilmemelidir. Bu iman, ırka, renge ve dile dayanan bütün ayrımları yıkmakta ve insanın konumunu fazilet tabanında değerlendirmektedir. (49: 13). Bütün zaman ve mekân bölünmelerini aşmakta ve bütün insanlığı tek bir merkeze; değişmeyen ve değişmez olan Tevhide yöneltmektedir (40:66). Bu çağrı bütün çağlar İçin geçerlidir; akraba-yabancı ve dost -düşman ayrımı yapmadan, herkese selâmet veren bir adalet sağlamaktadır (4: 135). Çünkü bütün insanlık, Rabblerinin rahmet ve merhameti altında mutlu yaşayan tek bir ümmettir (21: 92). Yaratıcı tarafından bütün elçilere gönderilen bu çağrı, herkesi tek bir topluluğa ait olduklarım ve tek bir ataya ve hayat tarzına (Din) sahip olduklarını görmeye çağıran açık bir davettir. Bütün kötülüklere, taassuba, bağnazlığa ve saldırganlığa karşı bir ilâçtır; çünkü bütün mevzularda eşitlik ve özgürlük getirmektedir. (2: 256).
Daha Önceki kısımda kâinatın maddî yapısının Allah'ın varlığına; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın ölçüsünün birliğine; kâinatın birliğine; yüce zihin (Yaratıcı) ve insan zihni arasındaki muhakemenin birliğine ve Kur'ân'ın sözleriyle kâinatın kanunları arasındaki yakın ilişkiye delil sağladığını söylemiştik. Burada, insan ve madde arasındaki ilişki, İlâhi Ruh'un insanı nasıl yücelttiği, madde ve ruh dünyalarında ona nasıl yeni boyutlar kazandırdığı açıklanmaya çalışılacaktır.
Kur'ân, zarif ve sâde bir üslûpla, insanın kökenini anlatmakta ve lâiklerin bir-iki çürümüş kemiğe ve sadece zânna dayanan teorilerini ve fikirlerini çüütmektedir. Bu dünya daki bütün oluşumların ardında Yaratıcı'nln olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır, o hepsini her zaman gözlemlemekte, kontrol etmekte ve yönlendirmektedir. Allah'ın elini göremeyen ve hissedemeyen kör materyaliz, me öğretmemekte, fakat kâinatı tamamen kontrol eden Allah'ın ezeli varlığına işaret etmektedir: "Gayb'm (görünmez bilginin) anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu bilir,- yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitâb'da olmasın" (6: 59).
Şüphesiz, Allah'ın bilgisi yerdeki ve göklerdeki herşeyi kuşatmaktadır. O herşeye, kâinatın sırlarına ve olaylarına dikkat etmektedir ve herşey O'nun tespit ettiği kesin bir yolla düzenlenmekte, sınıflandırılmakta ve kaydedilmektedir. O'nun tespit ettiği, işleyiş metodunda herhangi bir kesinti, ihmâl veya gecikme yoktur. Herşeye eşit önem vermekte ve insanın gözünde küçük veya Önemsiz olabilecek hiçbir şeyi, plânı dışında bırakmamaktadır: "Allah, bir sivrisineği hattâ onun da üstünde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı) misâl vermekten utanmaz." (2: 26). Büyük veya küçük olsun, O'nun nezdinde herşey bir öneme sahiptir; hepsi kâinatın maddî yapısında bir yer tutarlar ve onda kendi rollerini oynarlar. Küçük şeyleri ihmal eden veya kâinattaki olayları görmeyen, onların Önemini anlamayan ve onlardan doğru sonuçları çıkarmayan sadece insandır.
Bununla beraber, İslâmî maddî bilimler Kur'ân'ın hidâyetini takip ederler ve bundan dolayı maddenin her küçük parçasına Önem verir, onu inceler ve gözlem ve bilgi yoluyla doğru sonuçları çıkarırlar. Allah'ın kâinatta yarattığı herşeyi açıklıkla görür, Yaratıcıları tarafından tespit edilen hedeflerini ve fonksiyonlarını anlamaya çalışırlar. Kur'ân'ın rehberliği, müslümanı bilimsel araştırma ve incelemenin zirvesinde tutar, onu hurafe çukuruna düşmekten veya (sanat ve şiir dünyasgenellikle olduğu gibi) boş mitoloji veya fsaiıe uçurumlarına yuvarlanmaktan korur. Ona bilgi' aracılığıyla doğru yolu gösterir; ve muhakeme yoluyla kâinatın maddî ısındaki hârikalardan ve sırlardan doğru ı çıkarmasına yardım eder.
İnsanın maddeden yaratılmış olması mucizevi bir olaydır ve onun maddeden yaratılmış olması bu mucizenin değerini azaltmaz. Bir bakıma insanın maddeden yaratılmış olması, bağımsız bir ruh veya semavî cisimden yaratılmış olmasından daha büyük ustalık gerektiren bir iştir. Çünkü Kur'ân maddî yapının harikulade yaradılışını vurgulamakta ve çok farklı görünüşleri ile bütün kâinatın, Allah'ın ne kadar da olağanüstü bir yaratığı olduğunu göstermektedir. Bu maddî yapı sayısız harikayı ve gizemi içerir; Allah'ın varlığı bu yapının her yerine yayılmıştır ve insan aklı, bu düzenin ardındaki ele inanmaktan kendini alıkoyamaz.
Madde âlemi ve onun çok çeşitli harikaları ve esrarları, (kavranılması daha zor bir ruha sahip olan) insanın mucizevî yaradılışından daha fazla, insan aklını ve düşüncesini etkilemektedir. Kur'ân bu gerçeğe şu sözlerle değiniyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (birşey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57).
Bu âyet açıkça göstermektedir ki, yıldızları Ve galaksileri ile Allah'ın maddî dünyası, in-Sanm sahip olduğundan çok daha fazla yara- mucizesine ve gizemine sahiptir. sayısız esrar vardır. İnsanın kavrayamaması, onların mevcut olmadığı anlamı-na gelmez. Benzer şekilde, Allah'la ilgili inandaki kavrayış eksikliği, onu Allah'ın varlı-5ından şüphe etmeye veya inkâr etmeye yö-neltmemelidir.
Maddi dünyadaki bu bilinmeyenler, Allah'ın mevcudiyetim gösteren delillerdir. Yaratıcılarının ezeliyetine ve her yerde varlığına şe-hadet ederler. Kur'ân, yaratılma sürecine ve onun kontrolüne şu ifadelerle değinmektedir: "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur." (7: 54). Furkan sûresi: "Her şeyi yaratmış, ona Ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25:2) ve A'lâ sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "O (Rab) ki (herşeyin biçimini, Özelliğini ve süresini) belirleyip hedefini gösterdi." (87: 2-3).
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, Allah hem kanun koyucu hem de hükümdardır. Kâinataki bütün hâdiseleri kontrol etmekte ve hedef göstermektedir. O'nun emri veya bilgisi dışında hiçbir şey gerçekleşmez. Emri hemen gerçekleşir ve bir itaatsizlik sözkonu-su olmaz: "Bir işin olmasını istedi mi, ona sâdece 'ol!' der, o da olur." (40: 68). Yasin sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: "O'nun işi, bir şeyi'n olmasını) istedi mi ona, sâdece 'ol' demektir, hemen oluverir." (36: 82).
İnsanın kökeni, diğer canhlarınki gibi, madde ve gözlem dünyasına aitir. Kur'ân, maddî harikaları ve Allah'ın yaratış mucizelerini, O'nun varlığını ispatlamak için kullanmaktadır. Maddenin, ruhla karşılaştırıldığında daha aşağı seviyede olduğu düşüncesini paramparça etmektedir. Eski Yunan ve Hindu filozoflarının düşüncesi, ruhun iyilği ve asilliği ile karşılaştırıldığında maddenin aşağılığı ve körlüğü dogmasını öğreterek, insanın ufkunu karartmış ve kafasını karıştırmıştır. Akıl, hayatın anlamı konusunda doğru düşünme metodundan tamamen saptırılmıştır. Hayatı ve yaratıcısını uygun bir şekilde yorumlama ve doğru sonuçlara ulaşma konusunda Kur'ân rehberlik etmektedir.
Modern bilim hâlâ hayatın sırrı ve kökeni problemi ile uğraşmakta, fakat kullandığı metotların yanlışlığı yüzünden bir sonuca ulaşamamaktadır.
İlmî düşünce, şu basit gerçeği gözlemleyerek ayağına dolaşan karmaşıklıklardan kendisini kurtarabilir: Hayatın kökeni, anlaşılması, ne göklerin ve yerin yaratılmasından daha zor, ne de daha hayret vericidir. Hârikaları ve gizemleri ile bütün kâinat, yaratıcısını işaret etmektedir. İnsan küçük bir yaratıktır. Allah bütün yıldızların ve galaksilerin hârika dünyalarını yaratabiliyorsa, neden insanı veya başka bir canlıyı yaratamasın? Elbette kadir olan Allah, İstediği her şeyi yaratabilir. İşte bu yüzden Kur'ân zor problemleri basit ve dümdüz bir yolla çözmektedir: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanları çoğu bilmezler." (40: 57).
Kur'ân insanlardan, Allah'ın yarattığı bu muazzam dünya üzerinde düşünmelerini, Öğüt almalarını ve daha sonra kendilerine, Allah niçin insanı yaratamasın?, diye sormalarını istemektedir. "Görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerini yaratmağa da kaadirdir?" (17: 99). Kur'ân insanlardan karar vermelerini istemektedir-"Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık." (37. 11). Kur'ân, meseleyi şu sözlerle sonuca bağlamaktadır: "Sizi mi yaratmak daha zOr gökyüzünü mü? (Allah) onu bina etti," (79! 27). Lokman sûresinde şu ayet geçmektedir-"Sizin yaratılmanız ve diriltilmenİz, bir tek kişi(nin yaratılıp diriltilmesi) gibidir. " (3j. 28).
İster
bitkilerde olsun, ister daha karmaşık bir canlı yapıya sahip olan hayvan veya
insanlarda olsun, maddenin nasıl canlılık kazandığını tespit ederken Kur'ân'ın
akıl yürütmesi ile bilimsel düşünce (veya bir dini düşünce) arasında
benzerlik olduğunu söylemek mantıkî değildir. Çünkü bu canlı formların hepsi yaratıcının
emri ile meydana gelmiştir. İnsan gibi harikulade bir yaratığın çamurdan yaratılmış
olması ne onun konumunu düşürür, ne de yaratıcısının büyüklüğünü azaltır.
Aksine, bunun böyle olması insanı, insanı yaratan, İnsan dışında insana hizmet
için varolan herşe-yin itaat ettikleri Allah'ın kudretini düşünmeye
yöneltmelidir. Yine bu durum karşısında insan, maddî dünyanın alçak ve değersiz
olduğu, asil bir varlığa uymadığı ve ruhun bu maddî bedene hapsedilerek
cezalandırıldığı (Budist ve Hindu felsefelerinin öğrettiği gibi) şeklindeki
düşünceyi zihninden atmalıdır. Kur'ân bize bu yeni felsefeyi ve bilimi vermiştir;
bundan sonra insan bu doğrultuda düşünmeli ve onu gözlem ve deneyle doğrulamalıdır.
Kur'ân düşüncesine göre, hayat da dahil olmak üzere dünyada hiçbir şey anlaşılması
güç veya başka birşeyden daha fazla şaşkınlık ve hayret sebebi değildir, çünkü
hepsi Allah'ın kudretinin bir sonucudur. Dolayısıyla bilimsel kafa, hayatın
veya insan ruhunun yaradılışı karşısında, kâinataki diğer herhangi birşeyin
yaradılışı karşısında duyacağı hayret ve heyecandan daha fazlasını juyinamalıdır. Maddenin yaradılışına daha
fazla hayret etmelidir, çünkü yoktan varedil-rtjjştir, buna karşılık insan veya
canlılık maddeden yaratılmıştır.
îlrnî düşüncenin önündeki engel şudur; o bü-run problemleri Allah'tan ve O'nun kanunundan bağımsız olarak çözmek istemektedir. Fakat başladığı yerin, canlılık ve cansızlık arasındaki sınırın ötesine geçememekte, Allah'ın iradesi veya emrine değinmeden canlılığı incelemektedir. Hakikatte, bedenin ve İnsan ruhunun varlığı, Allah'ın varlığının ve kudretinin delilidir. Kur'ân'da yaratılışın değişik şekillerine şöyle değinilmektedir. "O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun Üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten (Allah) elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." (41: 39). Yasin sûresinde şu ayetler geçmektedir: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi; 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' dedi. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.1 O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır." (36: 78-81).
İnsanların ve onlardan gelen neslin yaratılış süreci, şu sözlerle veciz bir şekilde ifade ediliyor: "O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir ve su(yun özü)nden yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için ku-lak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (32: 7-9).
En önemli bilgi kaynağı olan vahiy ile, insanın konumu yükseltilmiştir. Meleklere, ona ıtaat etmeleri emredilmiştir: "Onu düzen-'e(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!'1 (15: 29). Bu âyet, insanın melekle-re olan üstünlüğünü açıkça göstermektedir.
Fakat, daha önce de açıklandığı gibi, Kur'ân bütün yaratılış sürecini, Allah'tan gelen emre doğrudan cevap veren maddî süreç, tek ve aynı şey olarak görmektedir. Büyür, gelişir ve farklı türler yaratıcının kanununa göre varlıklarını sürdürürler: "Ey insanlar eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda isenez (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alâka (emrio)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz birçiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim." (22: 5). Daha sonra İnsana, onu yaratan gücün, ölümden sonra yeniden yaratacağı hatırlatılmaktadır: "Sizi ondan (yâni yerden) yarattık yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız." (20: 55). Bu hayat süreci, Allah'ın emriyle içine nice harikaları ve gizemleri de alarak devam eder. İnsan ve ruhu O'nun emriyle yaratılmıştır ve yaratılışın mucizelerini sergilemektedir. Bu açıdan yaratılış, insanın incelemesi için uygun bir konudur ve sonuçta Allah'ın yaratıcı gücünün bir tasdiği niteliğindedir.
Yaratıcının emri ve iradesi, kâinattaki bütün canlılığın ve maddenin oluşumu için modellerin kaynağıdır; O'nun emri oluşum sürecini meydana getirir: "Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" (19: 34), Ankebut sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor. Bu, Allah'a göre kolaydır." (29: 19). Yaratılışın sırları bilimsel düşündüğünü söyleyen zihinleri karıştırabilir, fakat sadece 'ol' demekle herşeyi meydana getiren Allah için hepsi kolaydır.
Kur'ân aynı zamanda bu yaratılış sürecinin bir açıklamasını vermektedir: "Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak verdiği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için (yeniden yaratır). İnkâr edenlere gelince, küfürlerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içki ve acı bir azap vardır." (10: 4). Rûm sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah, yaratmağa başlar, sonra onu çevirip yeniden yapar; sonra O'na döndürülürsünüz. (Kıyamet) saat(i) başladığı gün, suçlular (umutsuzluk içinde) susarlar. O saat başladığı gün, o gün (inananlar ve inanmayanlar) ayrılırlar. İnanıp iyi işler yapanlar, onlar (çiçekli ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler." (30: 11-15).
Bir anlamda Kur'ân-ı Kerîm, yaratılış sürecinin ilmî gerçeklerini ifade etmektedir. Hayatın maddeden yaratılmış olması, aşağılık, anlamsızlık veya yaratıcının varlığının inkârı için bir sebep değildir. Ancak boş bir kafa ve gerçekçi olmayan bir bilimsel düşünce O'nun varlığını inkâr edebilir. Kur'ân, bu tür düşüncelerin çıkmazlarını şu âyetlerle belirtmektedir: "Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de inanmazlar. Yoksa Rabb'inin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan kendileri midir? Yoksa onların, (göğe çıkıp meleklerin sözlerini ve onlara vahyedileni) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsin. Yoksa gayb (görülmeyen bilgi) kendilerinin yanındadır da kendileri mi (oradan istediklerini) yazıyorlar?" (52: 36-41), Gerçek şudur ki, kâinattaki tezahürlerin hakikatini tanımadan veya bilmeden insanlar aptalca sözler sarfederler. "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (onlar senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)!" (17:92). Buna benzer saçma talepler, Rabblerinin ltitfûndan habersiz kimseler tarafından yapılmaktadır.
İslâm'ın temel hakikati, mevcudiyetin birliği ilkesidir. Sadece aklî değil, aynı zamanda bütün değerlerin koruyucusu olan bu ilkeye göre bütün hakikat birdir. Kur'ân'a göre, bu ilkeye inananlar ve hayatlarında yaşayanlar, Hakk'a ulaşmışlardır: "Hayır, kim Allah'ı görür gibi ibadet ederek O'na teslimiyet gösterirse, onun Allah katında mükâfatı vardır. Onlara korku yoktur-ve onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 112). Hz. Peygamber @, meşhur iman hadisinde ihsanı tarif ederken; " Allah'a, sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür." buyurmuştur (Buharı). Ebû Zer'in rivayet ettiği bir başka hadiste Rasûlullah @: "Her kim Allah'a bir şeyi ortak kabul ve iti-kad etmeden ölürse, Cennete dahil olur." buyurmuştur." Ebû Zer'in,"Ya Rasûlullah! O adam zina ettiği ve hırsızlık yaptığı halde yine cennete girer mi?" diye sorusuna Rasûlullah @: "Evet, zina ettiği ve hırsızlık yaptığı halde de cennete girer." diye cevap verdi.
Bu hususta benzer rivayetler vardır: Muâz b. Cebel de, Hz. Peygamber @'in: "Her kim ki, son sözü 'Lâ ilahe illa'llâh' demek olursa, o kimse cennete girer" buyurduğunu belİrtmiş-Ur. Enes b. Mâlik, Rasûlullah @'in: "Ey Enes! Bil ve herkese bildir ki; her kim 'Lâ Uâhe illa'llâh diye şehâdet ederse cennete dahil olur" buyurduğunu haber vermiştir.
Hadis-i şeriflerde ifade edilen; kalbi ve ruhuyla tevhid akidesine inanan bir insanın sürekli günah içinde kalamayacağı, er veya geç islâm'ın temel İlkesinde -Lâ ilahe illa'llâh tyuhamedu'r-Rasûlullah "Allah'tan başka 'lâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Usûlüdür"- belirtildiği gibi tevhid akidesin-tfeki imanına geri döneceğidir. Çünkü İslâm, nefsi teslim etmek yani boyun eğme, salim bulundurmak, selim ve lekesiz tutmak, selâmete girmek, selâmete çıkarmak, müsâlemet ve ihlâs" gibi muhtelif mânaları ifade etmektedir.
Modern bilim varlıklar alemindeki bu birlik akidesini daha yeni keşfettiği halde, tslâm onu çok önce açıklamıştır. Bu, dinin temel birliği akidesi, peygamberleri vasıtasıyla her topluluğa vahyedilmiştir. Her millet farklı gelenekleri, kanunları ve ibadet yollarını takip ediyor olabilir, fakat bir olan Allah'a iman, hepsine ezelî ve ebedi bir Hak olarak öğretilmiştir: "...Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardı." (13: 7). Fâtir sûresinde: şöyle buyuru 1 maktadır: "Biz seni birlikte müjdeci ve uyarıcı olarak gerçek ile gönderdik. Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir." (35: 24). Fakat zamanla insanlar hakikatin aslını unutmuş, kendi örf ve âdetlerine bağlanarak haksız ve zâlim olmuşlardır. Farklılıklar derinleşmiş ve her topluluk kendi dininin en doğru din olduğunu düşünerek diğer dinleri reddetmiştir. Hakikatte, din her zaman aynıydı, çünkü her elçinin kendi halkına öğrettiği aynı ve aslî hakikati içeriyordu: "İşte bu, bir tek din olarak sizin dinİnizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Yalnız bana kulluk edin. Onlar, yani insanlar ise, din işlerinde bölünüp parça parça oldular. Ama hepsi Bize dönecekler. Artık kim, iman ettiği hâlde sâlih amel işlerse, onun yaptığı mükâfatsız kalmayacak. Şüphesiz Biz onun yaptıklarını kaydetmekteyiz." (21: 92-94 ve 23: 52-53). Yûnus sûresinde, de şöyle buyurulmaktadır: "İnsanlar bir tek ümmet idiler, sonra ayrılığa düştüler.. .'(10: 19).
Dolayısıyla din, köken itibariyle bir idi ve sürekli, bütün kâinata hükmeden Allah'ın Hak olduğu gerçeğini öğretti. Kur'ân'a, Allah'ın birliği hakikatine işaret etmektedir. Gerçekte, İslâm'ın temel öğretisi ile modern bilimin ulaştığı sonuçlar arasında bir fark yoktur: kâinatta tek Hak vardır, yani kâinatın her yerinde birlik vardır. Bütün milletler ve tüm insanlar Allah'ın kullarıdır ve O, hepsinin Rab-bidir (2: 92-93). Bakara sûresinde şu sözlere yer verilmektedir: "Hayır, kim Allah'ı görür gibi ibadet ederek O'na teslimiyet gösterirse, onun Allah katında mükâfatı vardır." (2: 112). Çünkü Allah, sadece bir kavmin veya bir bölgenin Rabbi değildir: "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye yönelirseniz Allah'ın kıblesi orasıdır. Şüphesiz, her şeyi bilen Allah'ın rahmet ve kudreti geniştir." (: 115). Rabb olarak Allah'ı kabul etmek ve hayata ezelî ve ebedî değerleri uygulamak, bütün hak dinlerin çağnsidır: "Herkes kendi kıblesine yönelir. Siz ise hayır işlerinde yarışarak başkalarını geçmeye çalışın. Nerede bulunu 1 sanız, Allah hepinizi bir aoraya getirecekr Allah, gerçekten herşeye gücü yetendir." J' 148). Görüldüğü gibi İslâm, daimi ve değj ! mez olan evrensel hakikate ve ebedî değeri re davet etmektedir: "Bize indirilene de si? indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve si^ ilâhınız birdir; ve biz O'na teslim olanlari?i" (29: 46).
Kur'ân-ı Kerîm, yaratıcının hem Kadîr, hem de Hakîm olduğunu vurgulamaktadır, öyle kj O'nun yarattıkları O'nun ilminin niteliğini sergilemektedir. O, gayesiz hiçbir şeyi yaratmamıştır. O'nun yaratışında bir gayesizlik yoktur: "Göğü yeri ve ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık, (bunlar bir tesadüf eseri değildir) bu inkâr edenlerin zanmdir." (38: 27). Varlıklar alemindeki kesin kanun ve düzen, bu âlemin yaratıcısının hikmetinin, görülebilen delilidir. Bütün kâinat sisteminin aklî temeli, yaratıcısının aklîliğine şehadet etmektedir. Kur'ân insanları yaratılış üzerine düşünmeye ve öğüt almaya davet etmektedir: "Gece ve gündüzün değişmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ibretler vardır." (10: 6). İbrahim sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yarattığını görmedin mi?'1 (14: 19).
Bütün kâinatın sebebi, bu dünyayı hak ile ve bir sebep üzerine yaratan Allah'tır ve bütün kanunlar ve sistemler O'nun iradesine itaat ettirilmiştir, Madde âleminde, insan kendi faydası için, çeşitli fizikî kuvvetleri kullanmakta ve uygulamaktadır. Gelişkin zekâsından dolayı, maddî kuvvetlerin tüm kontrolünü ve nüfuzunu elinde tuttuğunu zannetmekte ve onları istediği gibi kullanmaktadır. Benzer şekilde, insanın bedeni, ruha nazaran aşağıdır, yaratılış derecesine göre beden, ruh tarafından idare edilmektedir. Bir başka ifadeyle,(varlığın yüksek bir derecesi), kendi ida-eSİ altında işleyen fizikî vücut (varlığın aşağı hîr derecesi) üzerinde kontrole sahiptir. Dola-vıS)yla, sebeplerin sebebi ve ilâhlık mertebe-cînde bulunan Allah, insan ruhunun, zihninin ve de maddenin varlık derecelerini ayarlamaktadır.
O'nun sözü kanundur ve hiçbir yaratık O'nu hiçbir şeyle karşılaştıramaz: "O, yücedir. Bir İşİ yapmak istedi mi ona sadece 'ol' der, (o da) olur." (19: 35). Yasin sûresinde şöyle bu-yurulmaktadır: "O'nun işi, bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, hemen oluverir." (36:82). Ve O'nun emrine hiçbir yaratık itaatsizlik edemez: "...Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na boyun eğmiştir ve hepsi O'na döneceklerdir." (3: 83). Râ'd sûresinde şu âyet geçmektedir: "Göklerde ve yerde ne varsa, ister İstemez, Allah'a secde ederler. Onların gölgeleri de sabah akşam secde ederler." (13: 15). Kâinatta kesin bir disiplin ve denge vardır, düzensizliğe ve dengesizliğe yer yoktur. Eğer kâinatta birlik olmasaydı ve birçok ilâhın kontrolü altında alsaydı, bu şaşmaz düzen ve denge mevcut olmazdı: "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, her ikisinde de düzensizlik baş gösterirdi..." (21: 22).
Kur'ân normal şartlar altında yaratılana bakıp Allah'ın varlığını idrak edemeyenlerin, olağanüstü şartlar altında, yani mucize olması durumunda bile, O'nu idrak edemeyeceklerini ve varlığını göremeyeceklerini iddia etmektedir. Yorulmadan Hakkı arayanlar için, Allah'ın maddî dünyasının makul bir şekilde gözlemlenmesi O'nun işaretlerini keşfedecektir: "Kesin inanacak insan için arzda (Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren) nice işaretler vardır. Kendi canlarınızda da öyle. Görmüyor musunuz? (51: 20-21). Âl-i İmrân sûresinde: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gerişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır." (3: 190); En'âm sûresinde: "Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızlan yaratan O'dur. Gerçekten Biz, anlayan bir topluluk İçin ayetlerimizi inceden inceye açıklamışızdır." (6:97); ve Râ'd sûresi'nûe: "Odur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, her türlü meyve ve ürünü çift çift yarattı. Geceyi gündüze O bürüyüp durur. Muhakkak ki bunda, düşünen bir topluluk için birçok deliller vardır." (13: 3).
Kur'ân hayatın her yönüne değinmekte ve başlıbaşına Allah'ın varlığının güçlü birdelili olan mükemmel ve aklî düzeni, bütün kâinat sisteminin yansıttığını ilmî ve felsefi delillerle göstermektedir. Bitki âleminde ve astronomi dünyasında mevcut olan düzen, yaratıcının açık bir işareti ve kâinata hâkim iradenin bir göstergesidir. Tabiatın işleyişi, mükemmel bir iradenin esendir. Allah'ın tek bir yaratığının anatomisinin ve çevresi ile olan uyumunun incelenmesi, insanı er-Rahmân ve el-Lâtîf olan Allah'ın varlığını kabule sevke-der. Göklerdeki ve yerdeki diğer şeylerin incelenmesi de, aynı hakikati işaret eder: "Bir bakmazlar mı deveye, nasıl yaratılmış ve göğe, nasıl yükseltilmiş ve dağlara, nasıl dikilmişler? Ve yeryüzüne, bir kısmı nasıl yayılıp döşenmiş?!" (88: 17-20).
Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, beşeriyet Hz. Musa ve Hz. İsa'nın devirlerinde olduğu gibi mucizeler ve tabiatüstü olaylar çağını çoktan geride bırakmış ve din konusunda aklî delilleri anlayabilecek seviyeye gelmiştir. Bu gerçekten, dinin gelişiminde gözle görülebilen bir merhaleydi. Bu yüzden İslâm, görülmeyen şeylerin bile varlığını ispat etmek için mantıkî delilleri sunmaya devam etmektedir. Mantıki sonuçlara ulaşmak için hem tümevarım hem de tümden gelim metodlarını kullanmaktadır. Tümden gelim metodunu, zaten Allah'a inananların faydası için kullanmaktadır, tümevarım metodunu ise tabiattaki olayları ayrı ayrı inceleyip, oradan Allah'ın varlığına götürecek sonuçlan çıkarmak için kullanmaktadır. Bir başka deyişle, Allah'ın var olduğunu bilerek, tabiata O'nun varlığına delil olan işaretleri inceleriz (tümden gelîmci düşünme) veya yarattıklarını inceler ve onlar aracılığıyla O'nun varlığını ispat etmeye çalışırız (tümevarımcı düşünce). Kur'ân, bu düşünüş tarzlarını şu sözlerle açıkça ifade etmektedir: "O, ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, her şeyi bilendir." (57: 3). Hûd sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Göklerin ve yerin gaybı (görünmez bilgisi), Allah'a aittir." (11: 123). Ankebut sûresİ'ndt şu ifadeler geçmektedir: "Düşünmüyorlar mı, Allah eşyayı nasıl yaratıyor, sonra yok edip onu tekrar var ediyor. Bu Allah'a göre gerçekten kolaydır. De ki: 'Yeryüzünde gezip dolaşın; dikkatle bakıp, yaratmağa nasıl başladığını düşünün; sonra da Allah, onları ikinci defa yaratacaktır. Muhakkak ki, Allah, her şeye gücü yetendir." (29: 19-20).
Kur'ân insanı, Allah'ın gücü ve otoritesi konusunda ikna etmek için, hayatın çeşitli alanlarından, bunlara benzer Örnekler getirmektedir. Fizikî âleme değindikten sonra, insanın dikkatini kendi tabiatına çevirmektedir:
"O'nun âyetlerinden biri de, size, kendi nefis. lerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız esler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." (30: 2\).Zâriyai sûresî'nde şu ifadelerle karşılaşmaktayız-"Yeryüzünde kesin inanç sahipleri için birçok deliller vardır. Sizin kendinizde de. Artık görmeyecek misiniz?" (51: 20-21). Görüldüğü gibi Kur'ân, öncelikle insan tabiatının incelenmesini vurgulamakta ve İslâm'ın fıtrat dini olduğunu göstermektedir: "Sen yüzünü Allah'ı birleyicİ olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, İnsanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (30: 30).
Kur'ân'da, "sadece, Allah'ın yollarım anlamak için tabiatın incelenmesi tavsiye edilmemekte, aynı zamanda, tabiat hak ise doğru dinin bununla özdeşleştirilmesi gerektiği söylenmektedir. Bazı insanlar bilim ve din arasında bir çatışmayı söz konusu etmekte; bilimin, tabiatın incelemenmesİni temsil ettiğini ve dinin tabiatüstü gerçeklerle ilgilendiğini söylemektedir. İslâm, bu çatışmayı kendisini tabiat ile özdeşleştirerek çözmektedir. Tabiatın mantığının keşfedilmesi için onun yakından incelenmesini tavsiye eden bir din, bilim ile nasıl çelişebilir? Burada akıl, tabiat ve Allah'ın niyeti tanımlanmıştır ve hak din, bu tanımlamayı kabul etmektedir. Din yolundan sapar ve bilim sığlaşırsa, tabiî olarak çatışırlar. Fakat bilim varlığın birliğini ve bütünlüğünü keşfetmek ve din birçokları arasında biri keşfetmek demekse, bu ikisi elelele yürür ve birbirlerini desteklerler." (Dr. Abdul Kha-lifa Hakim, Islamic îdeology, Lahore 1974).
İslâm'ın beşeriyete kazandırdığı temel kavram, Allah kavramıdır. İslâm beşeriyeti, bir yandan çok tanrıcılık inancından, diğer yandan tenasüh (inkarnasyon) inancından kurtarmaya ve görünmeyen Allah'a döndürmeye çalıştı. O Allah ki, "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O Lâtif, (gözle görülmez veya lütuf sahibi), herşeyi haber alandır." (6: 103). O, yücedir ve bütün yaratıklar ister istemez O'na itaat ederler. O'nun huzurunda bütün tabiat tam bir teslimiyet (İslâm) halindedir ve O'na itaat eder.
Bilgi de, mükemmellikte, iyilikte ve kullara karşı adalette O, ulaşılmak istenen, fakat hiç kimsenin ulaşamayacağı, görünmez bir idealdir. İslâm insanları, tabiyatı itibariyle sürekli görünmez kalması gereken bu ideale davet etmektedir. İşte onun güzellik ve cazibesi bu noktada yatmaktadır, çünkü bir ideale gerçekte ulaşılabiliyorsa, o artık bir ideal değildir. Ve tamamen kavranılan bir İlâh, erişile-bilen bir idealin ideal olmadığı gibi, Allah değildir (6: 103). İnsanın mükemmelliği ve dinamizmi, fizikî ve biyolojik varlığın sınırlamalarından uzak olarak, görünmeyen (Allah) idealine bağlıdır. Görünmeyen ideale doğru yükselmeksizin, İnsan, varlığın en mükemmel modeli, yaratılmışların en üstünü ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olamaz. Tabiatın gerçek ve hayali güçleri tarafından bastırıldığı veya sindirildiği sürece, hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşer: "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (7: 179).
İslâm'a göre, Allah'tan başkasına ibadet veya itaat, günâhların en beteridir, "çünkü insan bu durumda sadece Allah'a itaatsizlik etmekle kalmamakta, aynı zamanda kendi değerini düşürmekte ve alçakların en alçağı olmaktadır. Kur'ân'a göre insan, en iyi aklî ve fizikî niteliklerle donatılmıştır (64: 3 ve 95: 4), fakat sahte ilâhlardan korkmakla ve onlara ibadet etmekle en aşağıdan daha aşağıya düşmektedir. İslâm, Allah'ın ulûhiyyetini Ön plânda tutarken, insanın izzet ve şerefine de Önem vermektedir. O, Rabb'inin yeryüzünde bir halifesi olarak çalışması İçin, diğer yaratmışların efendisi olarak yaratıldı. Bütün ta-
biatın ona hizmet etmesi için birçok melekelerle donatılan ve efendi olması gereken bu insan, başkalarının veya kendi arzularının kölesi olmuştur." (Islamic Ideology).
Tevhid dini İslâm, insanı iki şekilde etkilemektedir: Birincisi, ona el-Kaadir olan Allah'ın sonsuz idealini sağlamaktadır. İkincisi, insan olma şerefini ona geri vermekte ve onu bütün yaratılmışların, hatta meleklerin üstüne çıkarmaktadır. İşte hak dinin görevi budur, o insanı özgür yapar: Kendi içinde ve dışında özgür. İnsan anlamsız azulardan ve aşın ihtiraslardan kurtulur ve kendisine ve çevresine hâkim olur.
Kur'ân'ın şu âyeti, hangi şekilde olursa olsun insanın insan üzerindeki tahakkümünü yasaklamaktadır: "Rabb'in, kendisinden başkasına kulluk etmeyin; anaya ve babaya da iyi muamele edin!" diye emretti." (17: 23), İslâm şu noktayı açıklığa kavuşturmuştur; insan ancak görünmeyen Allah'a tam bir teslimiyet ile manevî gelişme, siyasî bağımsızlık kazanabilir ve bütün fizikî dünya üzerinde hâkimiyet sağlayabilir. Bu inanç, ebedi tekamülün, şahsî felahın bir teminatıdır, "çünkü insanı kendi hayatında, sonsuz olan ve insanın ebedî tekâmülüne imkân veren Allah'ın sıfatlarını, somutlaştırmaya teşvik etmektedir. Sonsuz bilgi ve kudret sahibi, görünmeyen Allah, insan için bir ilham kaynağıdır. Manevî tekâmül, ilhamla olur ve amacı mükemmele erişmek değildir; çünkü sadece görünmeyen Allah ebedi mükemmelliğe sahiptir." (a.g.e.).
Varlığın birliği (vahdet ilkesi), bilimin olduğu kadar İslâm'ın da kabulü vazgeçilmez bir esasadır. Kur'ân'm dayanağı oldukça basittir. "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti." (21: 22). Bu ayet, Allah'tan başka ilâhların olması durumunda kâinatta uyumsuzluğun başgöstereceğini ve bütün istikrarının ve düzeninin kaybolacağım vurgulamaktadır. Aynı şekilde, bilim de benzeri istikrarlı kanunların işlediği kâinatı bir birlik içinde görmekte ve öyle sunmaktadır. Kâinatın her yerinde tam bir uyum ve dayanışma vardır. Bu kuşatıcı birlik içinde, her parçanın kendisine özel bir bütünlüğü vardır ve hepsi ahenk içinde daha büyük bir bütüne uymaktadır.
Bilim ve din arasındaki fark, bilimin sadece-zahiri dünyanın açıklanması ile ilgilenmesi, dinin ise bunun ötesine geçmesidir. Aslında din bilimin bittiği yerde başlamakta ve görünen âlemin kendi içinde bir bütün olduğunu vurgulamaktadır, halbuki bu gerçek bize, algıya dayanan deneyin bir tesbiti olarak sunul-mamaktadır. Kur'ân'a göre, fizikî, zihnî ve manevî dünyalar, irâdesi yüce olan yaratıcının tek kanunu tarafından birleştirilmiştir: "Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki yaratma ve emir O'nundur." (7: 54). Aslında tek ilâh inancının, kâinatın birliği şeklindeki temel amentüsü, son uzay araştırmalarıyla da doğrulanmaktadır. Ünlü bir felsefe tarihçisi olan profesör Hoffding, Batı'daki tek tanrı İnancının, varlığın birliğine dayanan ve onu her adımda doğrulayan bilimsel gelişmelerden sonra, çok büyük bir merhale katettiğini kabul etmektedir. Ona göre, bilimin birleyici-liği ile dinin tek tanrıcılığı birbirine çok yaklaşmıştır. Bilim, bütün kâinata tek bir kanunun hükmettiğini ve en ilgisiz görülen bir hâdesenin bile aynı kanuna sebeplik ilkesi ile bağlandığını ve tâbi olduğunu doğrulamaktadır. İslâm da fizikî âlemde her yere birlik akidesinin nüfuz ettiğini ve her şeyin ona itaat ettiğini, fakat yaratıcının emri ile bağlandığını belirtmektedir.
İslâm bu tek tanrı inancının insanlık kadar eski olduğunu, bütün peygamberlerin tevhid akidesine inandıklarım ve kavimlerine öğrettiklerini ifade etmektedir. Bilim son zamanlarda İslâm'a yaklaşmışsa da, bilimin birlik düşüncesi tek tanrı düşüncesi ile aynı değildir. Çünkü fizikî varlığın ve fenomenin birliğinin Ötesine geçmemektedir, fakat bu, ona doğru bir adımdır.
Allah'ın akıl ile kavranamayacağı doğrudur. İşte bu yüzden İslâm, Allah'ın zâtının insan tarafından bilinemiyeceğini ve anlaşılamaya-cağını kesinliğe kavuşturmuştur: "O, yaratan, var eden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nun sânının yüceliğini anarlar. O, aziz (mutlak galip), hâkim (hükümdar, herşeyi hikmetle yapan)dır." (59: 24). Bütün mükemmellikler O'nun Zâtında toplanmıştır, insanî değerler fâni ve eksik olduğu halde, bütün mükemmellikler O'na aittir. İnsanın derecesinin yükselmesi için, Allah'ın sıfatları insana mükemmel idealler ve ebedî değerler olarak sunulmuştur.
Platon (Eflâtun), en yüksek ideanm yani bütün diğer değerlerin kaynağının "iyi" olduğunu söylerken Allah'ın sıfatlarının bu yönünü çok iyi tespit etmiştir. Platon tarafından sunulan üç yüksek değer şunlardır: Doğruluk, Güzellik ve İyilik; mutluluk bu değerleri kabul etmenin bir sonucudur. Başka bir ifadeyle, bu kabulün bir yan ürünüdür. Kur'ân bunu şu basit sözlerle sunmaktadır: "Onlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." (13: 28).
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın hakikat, iyilik, muhabbet, af, güzellik ve rahmet sıfatlarıyla doludur. O'nun rahmeti herşeyi kuşatmaktadır (40: 7). İslâm insanları, hayatlarını, sonsuz idealler olarak Allah'ın sıfatlarına göre şekillendirmeye gayret etmeye, böylelikle kısmen de olsa bu sıfatları yaşamalarını teşvik etmektedir. Bu yöndeki çaba sadece maddî ilerlemeyi teminat altına almaz, aynı zamanda dünyada gerçek barış ve huzuru sağlar.
Allah'ın takdiri, bu evrensel sistem ve canlılığın ve fiilin asıl sebebi üzerinde düşünülünce; bu sistemin hayatı geliştirmek, devamım sağlamak ve onda bulunan her gizli kapasiteyi korumak için ayarlandığı görülür. Güneş, ışık ve ısı vermek ve sistemli bir şekilde okyanuslardan suyu çıkarmak için vardır. Rüzgârlar serinlik ve sıcaklık üretmek için vardır. Bazen su zerreciklerini göğe sürükler ve onları bulut katmanlarına dönüştürürler; bazen bu bulutlan tekrar suya dönüştürür ve yere indirirler. Yer, bir gıda deposu gibi hizmet eder ve her bitkinin gelişimi için gerekli tüm mineralleri içerir. Kısacası varlığın atel-yesi her zaman faaldir ve hayat sürecine doğrudan katılmaktadır. Her kuvvet etkisini sergilemekte ve her sebep sonucunu doğurmaktadır. Bir şey büyüme sürecine girdiği zaman, bütün hayat mekanizması dikkatini ona yöneltir. Güneşin faaliyetleri, mevsimlerin dönüşümü, yerin kuvvetleri ve elementler arasındaki etkileşimler bir karınca yavrusunun yumurtadan çıkışını, bir tohumun toprağa düşüşünü görmek için vardır sanki: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45: 13).
Bütün bu kâinat manzarasında en çok dikkati çeken, altında yatan birlik ve uyumdur. Varolan her nesne için gerekli varlık koşullarının sağlanması her yerde aynıdır. Her şeyde tek ilke çalışmaktadır. Taş, güzel kokulu çiçekten farklı görünebilir; fakat ikisi de aynı şekilde varlıklarını sürdürmektedir. Bir insan çocuğu ve bir bitki fidanı, farklı iki sisteme ait gözükebilirler; fakat gelişme şekillerine bakarsanız aynı hayat sistemine göre büyüdüklerini görürsünüz. Bir taş parçasının, bir çiçek tomurcuğunun, bir insan çocuğunun veya bir karıncanın, hepsinin bir doğumu vardır; hayata başlar başlamaz devamları için gerekli maişet hazırdır. Hepsinin bir çocukluk aşaması ve bu aşamaya göre ihtiyaçları vardır. Yani insan çocuğu için olduğu gibi, tomurcuk için, taş için de ortaktır. Herşeyin bir çocukluğu vardır. Daha sonra hepsi için gençlik, erginlik, olgunluk ve yaşlılık aşamaları gelir. Yükseliş ve düşüş prensibi hepsi İçin aynıdır: "Sizi güçsüz yaratan, güçsüzlükten sonra size güç veren; güçlülüğün arkasından da sizi yine güçsüz ve ihtiyar duruma getiren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, herşeye gücü yetendir." (30: 54). "Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor ve onu yer altındaki kaynaklara sev-kediyor, sonra onunla cinsleri başka başka bitkiler çıkarıyor; sonra bunlar soluyor ve sen onları sararmış görüyorsun. Sonunda da onu çer-çöp hâline sokuyor. Şüphesiz ki bunda aklıselim sahipleri İçin bir ibret ve uyan vardır." (39: 21).
Gıdaların tedarik edilişine bakınız. Hayvan türü içerisinde bazı hayvan yavruları süt ile beslenirken, bazıları diğer gıda maddeleri ile beslenmektedir. Onlar için tespit edilen beslenme sistemi üzerinde düşününüz. İnsanın-durumunu göz önüne alınız. Doğduğu anda ihtiyaç duyduğu besin, vücudunun hazmedeceği şekilde ve hemen yakınında mevcuttur. Anne, sevgisinin gücüyle onu kucağına alır, göğsüne dayar ve orada bebek besin pınarım bulur. Sürekli değişen besin ihtiyacının nasıl karşılandığına bakın. Aldığı besinler vücudunun gelişimiyle uyum içinde olmak zorundadır. Başlangıçta çocuğun midesi Öylesine hassastır ki, onun için çok hafif süt gereklidir. İşte bu yüzden anne sütü, diğer hayvanlar içinde bile başlangıç için oldukça yumuşaktır. Fakat zamanla çocuk büyür ve midesi güçlenir, anne sütü yavaş yavaş koyulaşır; bebeklik dönemi bitip, midesi normal besinleri sindirecek kadar gelişince annenin memeleri kurur. Bu, çocuğun artık anne sütüne ihtiyacı olmadığını ve diğer gıdaları yiyebileceğini gösteren İlâhî işarettir: "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." (46: 15).
Yine, annenin fıtratına yerleştirilen ilâhi prensibi düşünün. Çocuklarına gösterdiği sevgi, bir insanın gösterebileceği duyguların en asilidir.
Anne, çocuğu büyüyünceye kadar kendisi için değil, onun için yaşar. Çocuğu uğrunda yapamayacağı fedakârlık yoktur. Çocuğuna duyduğu sevgi, kendisine duyduğu sevgiden çok daha büyüktür. Anne fedakârlığının örnekleri çoktur ve kimsede şaşkınlık uyandırmaz.
Bu ilâhi sistem üzerinde biraz derin düşünün! Çocuk büyüdükçe, annenin çocuğuna olan sevgisi gayriihtiyarî yavaş yavaş azalır. Bir zaman gelir, diğer canlılar arasında olduğu gibi bu sevgi tamamen ölmediği halde, eski sıcaklığında önemli bir azalma olur. Bu niçin böyledir? Niçin çocuk doğduğu an bu sevgi aniden yükselir ve niçin yavaş yavaş azalır? Çünkü ilâhî prensibin, varlığının şartının işleyişi böyledir. Allah'ın takdiri, çocuğun yardıma ihtiyacının bulunduğu merhalede başkaları tarafından beslenmesini gerektirir. Dolayısıyla, çocuğa yardım hissi annenin gönlüne yerleştirilmiştir. Çocuğun anne bakımına ihtiyacı kalmadığı zaman, annedeki itina azalmıştır zaten. Aslında bu titizliğin devamı annede gereksiz gerilime yolaçar ve çocuğun gelişimini engeller. Çocuğun sadece bebeklik döneminde müşfik bakıma ihtiyacı vardır. Bu yüzden bu dönemde anne sevgisi şiddetlidir. Fakat çocuk zamanla geliştikçe, her türlü yardıma olan ihtiyacı azalır. Hiç şüphe yok, annenin sevgisi yetişkin çocuklarına karşı devam eder. Fakat bu sadece sosyal bir değerdir. Bu sevgi, bebeğe olan itinadan farklıdır.
Bununla beraber, çocuğun bakımı ile diğer canlılardaki yavrunun bakımı arasında farklı-lık'vadır. Meselâ yumurtadan çıkan bir civcivin tabiatı, süt emmeye ihtiyaç duyan bir be-beğinkinden farklıdır. Daha başlangıçta normal veya basit besinleri yiyebilir. Bu besini nasıl temin edeceğini gösterecek biri hazırdır. Dikkat edilirse, civciv yumurtadan çıkınca yiyecek bulmaya çalışır ve annesi ona yiyeceği nasıl toplayacağını gösterir. Bazen ana tavuk, kendi ağzında yumuşattığı yiyeceği yavrusunun ağzına koyar.
Bu ilâhî manzaranın dış yönünden daha ilginç olanı, iç yönüdür. Eğer canlılar, hayatın maddî yönünde buldukları levazımı en uygun şekilde kullanarak iç yeteneklerle donatılmış olmasalardı, bu levazımın onlar için bir Önemi de olmazdı. Hayatın iç ve dış yönü öylesine ayarlanmıştır ki, hayatın maddî tedariki ile uyum içindedirler. Varlığının devamı için gerekli şartlara tabiatı uymayan hiçbir canlı yoktur.
Bu bağlamda gözönüne aldığımız hayatın gerçeklerinden ikisi vardır ki, Önemlerinden dolayı Kur1 ân tekrar ve tekrar insanın dikkatini çekmektedir. Bunlardan biri takdir, diğeri hidayettir.
Takdîrin anlamı, ister nicel İster nitel olsun herşeye bir rol tayin etmektir. Dolayısıyla her nesnenin, tabiatının gerektirdiği dış ve iç şartlarla sınırlandırıldığını ve bu şartların büyüme ve gelişme talepleriyle tam bir uyum içinde olduğunu görürüz: "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25: 2).
Niçin her nesne kendisine en uygun çevrede gelişir? Niçin her yaratık, hem iç hem dış yönü itibariyle bulunduğu çevrenin yapısıyla uyum içindedir? Bütün bunlar her nesne için takdir edilenden veya herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah'ın her nesne için tesbit ettiği hayat şartlarından dolayıdır. Takdir kanunu sadece hayvan veya mineral dünyasına Özgü değildir, kâinattaki herşey için geçerli-
dir. Hatta gezegenler âlemi bu takdir kanununa bağımlı tutulmuştur. "Güneş de kendi müstekarrı (karar bulacağı yer veya karar bulması) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allâh)ın takdiridir.
Bu bir arada bulunabilme kanunu dolayısıy-ladır ki, yaşayan her nesne devamı ve gelişmesi için gerekli herşeyi çevresinde bulmaktadır. Uçan kuşun, yüzen balığın, yürüyen dört ayaklının ve sürüngenin, yaşadıkları ortamlara uygun veya bu ortamların gerektirdiği birer vücudu vardır. Balık kuru bir yerde yaşayamaz, çünkü kuruluk onun hayatiyetine uygun değildir. Belli bir çevrede doğan bir canlı başka bir ortama göç ederse, hayat kanunuyla, takdir kanunuyla çelişkiye düşer. Ya artık yaşayamaz, ya da yeni çevresinin karakterine uygun yeni bir yapı geliştirerek varolmaya devam eder.
Her türün belirli bir çevreye mahsus bir yapısı vardır. Soğuk iklimde yaşayan bir canlının başka bir iklimde hayat sürmesi güçleşir. Aynı durum sıcak iklimde yaşayanlar için de geçerlidir. Kuzey Kutbu'nda yaşayan bir canlıya, kolay kolay ekvatorda rastlamayız. Sıcak bölge hayvanları, soğuk bölgede bulunmaz.
Hidayet, "yol göstermek, bir yol boyunca yönlendirmek, rehberlik etmek" anlamlarına gelir. Daha ileride ayrıntılı olarak izah edilecek değişik şekilleri mevcuttur. Burada hidayetin sadece bir sistem dahilindeki şekline dikkat çekilecektir. Hidayetin bu şekli, yaratılan her nesne İçin uygun beslenme yollarını açmakta, hayat boyunca ilerlemesine yardım etmekte ve taleplerini harekete geçirerek, onu tatmin edici vasıtalara yönlendirmektedir. Bu tabiî yöneliş, gerçekten Rabbanî bir hidayettir. Rabbani hidayeti olmasaydı, hiç bîr varlık çevresindeki maişet ve inkişaf unsurlarından faydalanamayacaktı, daha da ötesi, hayatın kendisi faaliyetlerini ortaya koymaktan alıko-nacaktı.
Peki bu rabbanî hidayet veya İlâhi hikmet ne zaman oluşur? Kur'ân bunun yaratılıştaki insiyaki içgüdü veya idrakteki mevcut yetenek olduğunu ifade etmektedir. Bu, ilk bakışta Allah'ın, önce bir güdü biçimini alan ve daha sonra idrak olarak işleyen yönlendirmesidir. Sevk-i tabiî ve idrak, hidayetin üzerine aldığı iki şekildir.
Sevk-i tabiî, mevcut çevrede kendi içgüdüsüyle yaşama vasıtasına doğru harekete geçirilen bir şeyin iç kuvvetidir. Dıştan gelen bir yönlendirmeye veya yardıma ihtiyacı yoktur. Bir insan veya hayvan dünyaya geldiğinde, ana rahminden çıkar çıkmaz, hayat kaynağının annesinin memelerinde olduğunu insiyaki olarak hisseder ve derhal onlara yönelir. Annesinin meme uçlarına dokunduğunda, hemen emme işlemi başlar. Sık sık kedi yavrularının, doğduktan hemen sonra, daha gözlerini açmadan anneleri tarafından yalandıklarını, kendilerini annelerinin memelerine doğru yönelttiklerini görürüz. Henüz dünyaya gelmiş ve hiçbir dış kuvvetin etkisine girmemiş bir bebeğin, annesinin memelerinin gıda deposu olduğunu nasıl farkettiğini ve onlara ağzını nasıl uzattığını düşününüz. Böyle beslenebileceği âdeta bir melek tarafından kulaklarına fısıldanmaktadır. Elbette ki, bu bir sevk-i tabiîdir. Yavru, kendi duyumlanyla yönelmeden önce içgüdüsü ona yol gösterir.
Evinizde bir kedi besliyorsanız, hamilelik döneminde neler yaptığına dikkat ediniz. İlk defa hamile kaldığını farzediniz. Doğum vaktinin yaklaştığını hissedince, doğacak yavrularının emniyette olacağı bir yer aramaya başlar. Uygun bir yer bulabilmek için evin her köşesini dolaşır. Bir yerde yavrularını doğurduktan sonra, onların emniyetiyle ilgili içini endişe kaplar. Öyle ki yavrularının yerini sürekli değiştirir. Kediyi, doğacak yavruları için emniyet ortamı aramaya sevkeden nedir? Veya onların güvenliğe ihtiyaçları olduğunu ona aşılayan kimdir? Yavruları doğduğu an, düşmanları erkek kedinin etrafta dolaştığı, onları avlamak için fırsat kolladığı ve zaman zaman onların emniyet ortamlarım değiştirmesi gerektiğini hissettiren nedir? Açıkça bu bir hidayet, yani ilâhi rububiyetin kedide meydana getirdiği sevk-i ilâhîdir. Yaşayan her varlıkta, hayat yolunu ve geçimini bulması İçin bu içgüdü mevcuttur.
Bu rehberlik manzarasında bir sonraki safha, duyu ve muhakeme melekeleridir. Hayvanlar, akletmelerini ve düşünmelerini sağlayacak zekaya sahip olmadıkları halde, kendilerine mahsus hayat ortamlarında ihtiyaçlarını karşılayacak kadar duyu yeteneğine sahiptirler. Bu yetenekleri sayesinde hayat şartlarım; barınma, beslenme, üreme ve emniyet İhtiyaçlarını karşılar ve düzenlerler. Fakat bu yetenek hepsinde aynı değildir. Hepsine İhtiyaçları oranında verilmiştir. Karıncada koku duyusu çok hassastır; bu algı sayesinde besinini toplayabilmektedir. Kartal veya akbabada görme duyusu çok keskindir, diğer birçok kuş ise avını yukardan tesbit edemez. Hayvanlarda bu yeteneğin doğuştan mı varolduğu, yoksa ihtiyaçlarına göre zamanla mı geliştiğini araştırmak gereksizdir. Onlardaki bu yeteneğin fıtratın bir hediyesi olduğunu, büyüme ve gelişme kanununun, bu fıtrat ile sabitleştiri-len bir kanun olduğunu bilmek yeterlidir.
Kısacası, Kur'ân'ın vahiy veya ilâhi rububi-yetin harekete geçirdiği ilham diye tarif ettiği eşyanın tabiatı budur. Arapça'da vahiy, "sezgi, iç hareket, ilham" demektir. Gerçekte her yaratığa kendi hayat yolunu sunan Allah'ın bir nevi ilhamıdır: "Rabb'in bal ansına şöyle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin!" (16: 68).
Hz. Musa, Firavun'un bir sorusuna cevap verirken dikkati rububiyetin bu emrine çekmektedir: "Firavun sordu: 'Kimdir şu sizin Rab-biniz?' Musa: 'Rabb'imiz, var olan her şeye uygun şeklini ve niteliğini veren, sonra da yolunu gösterendir!' karşılığını verdi." (20: 49-50).
Aşağıdaki ayette, hayatın kolaylaştırılm asından bahisle, rububiyetin yol göstericiliğine işaret edilmektedir: "Allah onu neden yarattı? Bİr damla tohumdan. Onu yarattı ve tavırdan tavıra geçirerek en güzel biçimi verdi. Sonra ona doğru yolu kolaylaştırdı." (80: 18-20).
Bu "yolun kolaylaştırılması", her nesneye verilen içgüdünün yönlendirmesiyledir. Fıtratın bu yönlendirmesi olmasaydı, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz vasıtaları elde etmemiz mümkün olmayacaktı
Bundan sonraki Kur'ân-ı Kerîm'in yaratma sürecindeki dört safhadan bahsettiğini göreceğiz. Bunlar, tahlile (var etme, meydana getirme), tesviye (uygun bir biçim verme), takdir (özel bir rol tayin etme) ve hidayet (rehberlik, yol gösterme)tir:
"Rabb'inin yüce ismini teşbih et (O'nun eksikliklerden uzak olduğunu an). O (Rab) ki (her şeyi) yaratıyor ve yarattığına düzen veriyor. O (Rab) kî her varlığı, ölçü içinde tasarlayıp gayesine yöneltiyor." (87: 1-3).
Kur'ân-ı Kerîm nerede Allah'ın varlığından, birliğinden ve sıfatlarından bahsederse, kâinatta var olan hayat düzeninden onun delilini de göstermektedir. Kur'ân'ın anlatış metodunu farkhlaştıran, kıyasa dayalı çıkarımdır. Fakat bu metodun herhangi bir yorumu yapılmadan Önce, onun dayandığı bazı temelleri açıklamak gerekir. Kur'ân'ın sunuş üslubunun bu yönü, çeşitli sebeplerden dolayı geçmişte büyük ölçüde ihmal edilmiştir ve yeniden ortaya çıkarılmaya ihtiyaç duymaktadır.
Kur'ân'ın kullandığı anlatış üslûbunun en önemli özelliği, akla başvurmasıdır. Kur'ân, hayatın dış ve iç tecrübeleri üzerinde düşünmenin, geçerli sonuçlar çıkarmanın, aklın ve ezginin kullanılmasının ve doğruyu araştır-lanın önemini tekrar ve tekrar vurgulamak-ıdır. Kur'ân'da insana düşünmesini öğütlen-ıeyen hiçbir bölüm yoktur. "Yeryüzünde ke-in inanç sahipleri için birçok deliller vardır, izin kendinizde de. Artık görmeyecek misi-iz?" (51: 20-21).
lur'ân, insanın akıl ve sezgiyle donatıldığını e bu yeteneklerini uygun bir şekilde kullan-ıaktan sorumlu tutulduğunu söylemektedir: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşte. Çünkü kulak, göz ve kalb; bunların her iri ondan sorumludur." (17: 36).
erde, gökte ne varsa ve hayatın insanlara ınduğu her şeyde insan için derin anlam ifa-; eden âyetlerin olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de k sık belirtilmektedir; yeter ki insan bakma-ı, düşünmeye özen göstersin: "Göklerde ve ^rde nice deliller vardır ki onların yanından izlerini çevirerek geçerler." (12: 105).
İnsanın, kâinatın işleyişi üzerinde düşündüğü man bulduğu gerçek nedir? Kur'ân, onun rafını saran ilk düşüncenin, hayatın evren-1 bir kanunu olduğunu, bu kanunun bütün rlıkları birbirine bağladığı Tahlik bi'l-Hak ni hak ile yaratma olduğunu söyler, ünataki herşey öyle düzenli yaratılmıştır ki, dİerine hayatın bir tek ilkesi altında bağır ve her şey özel bir gaye için bu düzene gun hâle getirilmiştir. Hiç bir şey boşuna ratıİmamıştır. Bütün kâinatın belirli bir he-fi vardır: "Allah, gökleri ve yeri hak ile yatı. Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret rdır." (29: 44).
-i İmrân sûresinde çok iyi bilinen bir âyette /le buyurulmaktadır: "Onlar, ayakta iken, ırurken ya da yatarken Allah'ı anarlar; gök-in ve yerin yaratılışı hakkında derin derin jünürler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna atmadın; Seni her türlü eksikliklerden ten-ederiz; bizi ateşin azabından koru!' (derler)." (3: 191).
Bir başka yerde, Tahlik bîl-bâtıl, Taîa'ub'un veya sadece eğlenmenin eşanlamlısı olarak kullanılmıştır: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlence olsun diye yaratmadık! Onları sadece gerçek bir sebeple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Ama onların çoğu bunu bilmezler." (44: 38-39).
Yukarıda geçen Tahlik bi'İ-bâtıl ifadesinin izahını Kur'ân birkaç yerde vermektedir. Meselâ, bir yerde bu ifadenin yaptığı çağrışıma dikkat çekmektedir; her varlığın hayat için bir değere sahip olduğu ve tabiatın hayatın devamlılığını sağlayacak şekilde donatıldığı bildirilmektedir. "Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır." (39: 5).
Bir başka yerde, güneş sisteminin hayat bah-şedici işleyişine dikkat çekilirken Tahlik bi'l-Hak kavramı kullanılmıştır: "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) ko-naklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır. (10: 5).
Yİne bir başka yerde aynı kavram, tabiatın güzelliği veya kâinatın sinesinde işlemekte olan bir güzellik ve denge kanununun var olduğu anlamında kullanılmıştır: "Gökleri ve yeri hak (hikmet) ile yarattı, sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O'nadır." (64:3).
Aynı şekilde, Kur'ân Tahlik bil-Hak kavramının imâ ettiği sebeplilik ilkesinden bahsetmektedir. Dünyadaki her şeyin, hayatta yerine getireceği işleve uygun bir yeteneği vardır ve bu rolüne has sonuçlar vermek zorundadır. Onlardaki bu yetenekler, nitelikler ve çıkardıkları sonuçlar sabittir. Fiillerimizin iyi veya kötü oluşlarına göre, benzer sonuçlar doğurmayayacağını nasıl bekleriz? Herşeyde iyi ve kötü ayırımını yapan tabiat kanunu insanın fileri sahasında işlemeyebilir mi? "Yoksa kötü-Kjlderi işleyenler, kendilerini, iman edip iyi anael-i sâlih işleyenler gibi yapacağımızı mı sanıyorlar? Hayatlarını ve ölümlerini bir mi tutacağız? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri gerçek olarak yarattı; tâ ki her kes kazandığının karşılığını görsün. Onlar hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklar.'1 (45: 21-20).
Bundan sonraki veya âhiret hayatı da, aynı Jahlik bi'l-Hak kuralına bağlıdır. Kâinattaki herşey bir gayeye hizmet etmekte veya özel bir hedefe doğru hareket etmektedir. İnsanın hayatının da hizmet edeceği bir gayesi veya yönelmek zorunda olduğu bir hedefi vardır. Bu hedef, ahiretteki hayattır. İnsanın sadece bir müddet yaşaması ve ondan sonra tamamen yok olması için yaratıldığı düşünülemez: "Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki Allah, göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan nerşeyi anca hak ile ve belirtilmiş bir süre ile yaratmıştır? İnsanlardan çoğu, Rabble-rine kavuşmayı inkâr etmektedirler." (39: 8).
Kısacası, Kur'ân-ı Kerîm'in temel savunusu şöyledir:
1- Kur'ân'ın indirildiği zaman, her yerde yaygın olan din anlayışı akıldan ziyade sadece inanış temellerine dayanıyordu. Diğer yandan Kur'ân, dini aklî temellere dayandırmak için geldi.
2- Kur'ân'ın en büyük müracaat vasıtası akıl ve düşünme melekesidir. Herkesi yaratılış dünyası üzerinde düşünmeye davet etmektedir.
3- Kur’an, Tahlik bi'l-Hak'm sırrının, yaratılışın İncelenmesiyle açığa çıkacağını söylemektedir. Dolayısıyla insana, yaratılmış her şeyin mutlaka bir gayeye hizmet ettiğini ve her şeyin tek bir bütün içinde kendisine uygun bir yeri işgal ettiğine dikkat etmesi çağrısında bulunmaktadır. Bir dizi evrensel gayeye hizmet eden belirli bir sistem içinde herşey, bir diğeriyle bağlantılıdır ve kendine has yollar takip etmektedir.
4- Yine Kur'ân bildiriyor ki, insan bu gayeler üzerinde düşünürse, hakikate giden yol kendiliğinden açılacak ve onu her türlü shabit fikirlikter, cehaletten, zihnî ve manevî körlükten oluşan endişeden sıyı-racaktır.
Kâinata yön veren ilâhî sıfatlar arasında, Kur'ân'ın Allah'ın birliğini göstermek için delil olarak en çok kullandığı rubûbiyettir. Kâinatın işleyişi kendini öyle bir şekilde düzenlemelidir ki, ondaki her unsur her durum ve şart altında hayata katkıda bulunur. Kur'ân, bu gerçek karşısında insanda insiyakı olarak şu düşüncenin hasıl olması gerektiğini belirtmektedir: Bütün kâinata hayat bahşeden, onu sürekli gözeten bir varlık vardır. Bu varlık kaçınılmaz olarak bazı özel sıfatlara sahiptir. Bu sıfatları sayesinde, mükemmel varlık makinesi sürekli olarak işlemektedir.
Kur'ân şöyle sormaktadır: İnsanın içgüdüsü onu, bütün bu varlık mekanizmasının kendi kendine meydana geldiğine ve bir amacının olmadığına inanmaya sevkedebilir mi? Başlı başına Allah'ın elinin delili olan bu varlık makinesinin, O'na yönelik bir gayesinin olmaması mümkün müdür? Kendi iradesi ve zekâsı olmayan bu hayat düzeneği varlığını kör ve sağır bir tabiata, cansız bir maddeye veya küçücük bir elektrona borçlu olabilir mi?
Öyle inanılırsa sonuç bu olur. Her yerde Allah'ın fiili varken, bu fiilin arkasında bir âmilin olmadığına; her yerde lütuf olduğu halde, bu lütfü tevzi eden bir varlığın olmadığına. Kısacası, herşey olduğu halde hiçbir şeyin olmadığına... İnsanın tabiatı, bir fail olmadan bir fiilin asla olamayacağına, bir idareci olmadan bir düzenin, bir planlayıcı olmadan bir planın, bir inşaatçı olmadan bir ya-binanin ve bir çizimci olmadan bir motifin olamayacağına inanmaya yatkındır. İçindeki ses ona bütün bunların gerçekleşemeyeceğini söyler. İnsanın fıtratı bu gerçeği doğrulayacak şekilde yaratılmıştır. Onda inkâra veya şüpheye yer yoktur.
Kur'ân, kâinatın işleyişi üzerinde düşündüğü halde, kaadir olan Allah'ın varlığını inkâr etmesinin insanın tabiatına aykırı olduğuna İşaret etmektedir. Kur'ân, insanın umusamazlı-ğın ve haddini bilmezliğin etkisi altında her-şeyi inkâr edebileceğini, ancak kendi fıtratını inkâr etmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. İnsan, çevresine bakıp, rubûbiyetin her tarafta işleyiş hâlinde olduğunu gördüğünde, onun fıtratı, gözlemlediği şeyin rububiyet olmadan var olamayacağını haykırır.
Kur'ân'ın kullandığı anlatış üslubu ön kabul. ler veya zihnî tavırlar sunmaz ve delilini bun. lara dayandırmaz. Diğer yandan insanın fıtri yapısına ve istidatlarına başvurur. Kur'ân Allah'ın varlığının insanın fıtratı tarafından hissedildiğine işaret etmektedir. Bir insan kayıtsızlık sonucu bu hislerini inkâr ederse, bu kayıtsızlığına karşı uyarılmalıdır. Fakat bu ikâz üslubu tamamen zihnî nitelikte olmamalıdır. İnsanın kalbine dokunulmak ve öylelikle vicdanı uyarılmalıdır. Bu yapıldı mı, artık onu ikna edecek delile gerek yoktur. Bu ona tabiî gelecektir. İşte bu yüzden Kur'ân insa-mn kendi nefsini ona bir delil olarak göstermektedir: "Doğrusu insan kendi nefsini görür." (75: 14).
Bu yüzden Kur'ân sık sık insanın fıtratına seslenmekte ve onun derinliklerinden bir cevap beklemektedir: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o ku-lak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (Onları yaratıp yöneten kimdir?) Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kâinatı yönetiyor)?' 'Allah!' diyecekler. De ki: 'O halde (O'nun azabından) korunmuyor musunuz?1 İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Gerçeğin Ötesinde sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklığa) döndürülüyorsunuz?" (10: 31-32).
Daha sonra Kur'ân şöyle sormaktadır: "De ki: 'Hamd olsun Allah'a, selâm O'nun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yahut gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten su indirdi de onunla sizin bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdik? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onlar (haktan) sapan bir kavimdir. Yahut şu dünyâyı durulacak yer yapan, arasından ırmaklar çıkaran, üstünde sağlam dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır çokları bilmiyorlar. Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden) kaldırıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka j,ir tanrı mı var? Ne de az düşünüyorsunuz? yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen kim? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hâşâ, Allah onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir, münezzehtir. (O, eksikliklerden uzaktır). Yahut yaratmaya kim başlıyor, sonra onu (kim) iade ediyor (Ölüp ortadan kalkan şeyleri yeniden yaratıyor)? Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? De ki: 'Eğer doğru iseniz delilinizi getirin." (27: 59-64).
Buradaki soruların herbiri başlıbaşına kesin birer delildir; her birinin tek bir cevabı olup bunu da insanın fıtratı verir. Geçmişte âlimlerimiz bu hususu gözden kaçırmışlardır. Kur'ân'ın sunuş üslubunu anlamada hataya düşmüşler ve sonuç olarak zorlama kavramların arasında kaybolmuşlardır.
Kur'ân, deliline temel olarak birçok kez, tabiatta her nesneye sağlanan hayat vasıtalarına, hayat sisteminin değişik veçhelerine ve gelişme şekline değinmektedir: "İnsan (şu) yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik dâne(ler), üzüm(ler), yonca(lar), zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyva(lar) ve çayır(lar). Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için." (80: 24-32).
Buradaki "insan bir baksın" ifadesi tefekkürün ana noktasını oluşturmaktadır. Umursamaz bir kimse hayatın gerçekleriyle yüzyüze gelmekten kaçabilir, fakat bu gerçekler kuşa-tıcılıklan ve evrensellikleri ile her köşe ba-Şinda karşısına çıkacaktır. İnsan gözlerini dünyadaki herşeye kapatabilir; fakat geçimi !çin kullandıklarına kapatamaz. Önünde duran yiyeceğe baksın. Meselâ bir buğday dânesine. Onu elinin içine alsın ve bu hale gelinceye kadar geçirdiği aşamaları düşünsün. Şimdiki biçimini kazanan bu zayıf dânenin, büyürken tabiattaki bu hayat teşkilatından etkilenmemiş olması mümkün müdür? Böyle bir düzenli işbirliği sistemi faaliyetteyken, onun işleyişini yönlendiren bir düzen koyucunun olmadığı söylenebilir mi?
Nahl sûresinde delil bir başka biçimde sunulmaktadır: "Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz. Hurma ağaçlarının mey-valarından ve üzümlerinden de içki ve güzel rızık elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın büyüklüğüne) işaret vardır. Rabb'in bal arısına şöylle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin! Sonra her çeşit meyvalardan ye de Rabb'inİn yollarında boyun eğerek yürü!' Onun karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insanlara şifâ vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir millet için (Allah'ın büyüklüğüne) işaret vardır." (16: 66-69).
Kur'ân, yaratıcının varlığına delil olarak yaratılış dünyasından bahsederken, aynı zamanda kâinatta mevcut hayat ve gelişme düzenine de dikkat çeker. Bunu yapmaktaki amaç, hâkim ve üstün bir irade sahibi olanın varlığına sâdece delil olsun diye olmayıp, O'nun koyduğu nizamın kusursuz ve eksiksiz olduğunu ifade etmek içindir.
Daha açık deliller sunulabilir. Dünyada her şeyin geçime ihtiyacı olduğunu ve bu geçimin karşılandığını görüyoruz. Şüphesiz bunu sağlayabilecek biri olmalıdır. Fakat bu kim olabilir? Şüphesiz kendisi geçime ihtiyacı olan biri değil. Bu delillendirine metodunun kullanıldığı aşağıdaki ayetleri okuyalım: "Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz? Dileseydik, onu çer-çöp hâline getirirdik de, şaşar kalırdınız. 'Doğrusu çok zarara uğradık, hatta büsbütün mahrum olduk!1 derdiniz. İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indirenler biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi? Şu tutuşturduğunuz ateşi, onun ağacım siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan Biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık." (56: 63-73).
Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm ilâhî birlik için kullandığı delili, kâinattaki hayat nizamına dayandırmaktadır: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) konmasınız. O (Rabb) ki, yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın." (2: 21-22) "Ey İnsanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Gökten ve yerden rızkınızı sağlayan Allah'tan başka bir yaratan mı var?! O'ndan başka ilâh yoktur! O hâlde niçin O'ndan döndürülüyorsunuz?" (35: 3).
Aynı şekilde Kur'ân, ilâhi rubûbiyet düzeninden insan hayatında faaliyet gösteren iyilik ve kötülik ilkesini ve ilâhi vahye delil olacak sonuçları çıkarmaktadır. Bütün yaratıkların hayatlarının devamı için geçimlerini temin eden âlemlerin Rabb'inin, insanların manevî ihtiyaçlarını karşılayan bir hayat kanununu veya sistemini oluşturmadığı düşünülemez. Maddî hayat sahasında olduğu gibi, insanın manevî hayatım tatmin etmek için bir sistem indirilmiştir; bu ilâhi vahyin getirdiği kanundur. "Kitab'ın indirilmesi, o üstün, hikmet sahibi Allah tarafındandır. Şüphesiz göklerde ve yerde, inananlar için ibretler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (yeryüzünde) yaymakta olduğu canlılarda, kesin olarak inananlar için âyetler (işaretler) vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın gökten rızık (sebebi) indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde, rüzgârları estirmesinde aklını kullanan bir toplum için işaretler vardır. İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Bunları sana (taşıdıkları) gerçek ile okuyoruz. Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?" (45: 1-6).
Kur'ân, vahye şüphe ile bakanlardan muhakkak ki haberdardır: "Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü 'Allah, hiç bir beşere bir şey indirmedi1 dediler..." (6: 91).
Bu durumda Kur'ân, insanın maddî ihtiyaçlarının düzenli bir şekilde karşılandığı gibi insanın manevî ihtiyaçlarını karşılayan bir sistemin olduğunu dolaylı birbiçimde anlatmak için maddî dünya benzetmesini kullanmaktadır. "Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O halde nasıl (yalnız O'na inanmaktan) çevriliyorsunuz? Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur.Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin bilinmesi için) birer hesap (Ölçüsü) yapmıştır. Bu, o üstün ve bilen (Allah)ın takdiridir. O'dur ki karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için size yıldızları yarattı. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık. O dur ki sizi tek nefisten inşâ etti. Sizin için bir kalış ve bir emanet olarak konuluş yeri ve süresi vardır." (6: 95-98).
Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm, âhiret hayatı için delilini hâdiseler dünyasındaki İlâhî rubûbiyetin olağan sistemi ve görünür yanıyla mukayese temeline oturtur. Kılı kırk yaran bir titizlikle yaratılan her şeyin daima hizmet edeceği bir gayesi vardır. Aynı titizlikle yeryüzündeki yaratıkların en mükemmeli olarak yaratılan ve ihtiyaçları aynı titizlikle karşılanan insan gibi bir varlığın, bir süre yeryüzünde dolaşması ve daha sonra sonsuza kadar kaybolması için varolduğu düşünülemez. Herşeyi bir amaç İçin yaratmış olan Allah Teâlâ, yaratıkların en mükemmelim boş yere yaratmış olamaz. "Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah, pek yücedir. O'ndan başka ilâh yoktur. O, yüce ve şerefli Arşm sahibidir." (23: 115-116).
Şimdiye kadar dikkatimizi Kur'ân'm sâde Üslubuna yönelttik. Bununla beraber, ilim diliyle söylenebilir ki, insan, yeryüzündeki tekâmül zincirinin en son ve en asil halkasıdır. Bilime göre, yeryüzünde ilk hayat belirtilerinin görüldüğü zamanlara kadar gidilirse, hayatın, insanı amaçlayan ve onda mükemmelliğe erişen çok uzun bir gelişme süreci geçirdiği görülür. Başka bir ifadeyle, kâinatın insana zemin hazırlaması milyarlarca yılı almıştır. Bu olaylar zincirini gözümüzün önüne getirmeye çalışalım: Dünya gezegeninin güneşten kopan bir parça olduğunu, soğuması için geçirdiği uzun dönemi ve orada hayata müsait bir ortamın hazır hâle geldiğini. İlk hayat hücresi olan protoplazmanm oluşmasına, oradan insanın yaratılmasına kadar ne kadar süre geçtiğini kim bilebilir? Ve daha sonra kültür dünyasında insanın kendisine gerekli olan zekânın verilmesi işinin ne kadar sürdüğünü kim bilebilir? Bilim diline göre, yeryüzünün şekillenişinden sonra insanın gelişmesi için çok uzun zaman geçtiğini söylersek yanlış olmaz.
Burada hemen şu soru akla gelebilir: Yaratılışında büyük ihtimam ve uzun bir zaman sar-fedilen bir nesne, yeryüzünde sadece yemek, içmek ve sonra ebediyyen yok olmak için mİ vardır?
Buna benzer bir başka soru daha sorulabilir:
Madem ki insanın hayatı geçmişte sonsuz değişime tâbi tutulmuş -her zaman daha üst seviyede bir konuma erişmek için gelecekte de aynı işlemin devamını neden beklemiyoruz? Bu süreç içinde, geçmişte bir hayat merhalesinin bitip diğerini başarıyla başlatması bizi şaşırtmazken, insanın daha yüksek bir form oluşturmak için öldüğü söylendiğinde niçin şüpheyle karşılıyoruz? 'insan başı boş bırakılacağını, sorumlu tutulmayacağını mı sanır? O, ana rahmine atılan bir damla tohum değil miydi? Sonra yapışkan bir maddeye dönüştü, ardından da Allah onu yaratıp biçimlerin en güzelini verdi." (75; 36-38).
Zâriyaî sûresi başlıbaşma hesap yani din konusu veya bu dünyadaki amellere göre ahiret-te alınacak karşılık konusuna tahsis edilmiştir: Sûrenin ilk âyetleri, "Andolsun" diye başlamaktadır, "size va'dedilen mutlaka doğrudur." Rububiyetin tabiattaki İşlevine değinilerek bu konu daha iyi vurgulanmıştır: "Savurup kaldıranlara (esip bulutları, tozlan kaldıran rüzgârlara, yanardağlardan lâvlar püskürten tabiat kuvvetlerine, yaratıkları savuran meleklere). (Yağmur) yük(üy)le yüklü (bu-lut)lara, kolayca akıp giden (gemilere, rüzgârlara yörüngelerinde dönüp seyreden gezegen)lere, iş(ler)i taksim edenlere (nzıkla-rı, yağmurları dağıtan güçlere) andolsun ki, va'dolunduğunuz şeyler elbette yerine gelecek; ceza ve mükâfat da mutlaka gerçekleşecektir!" (51: 1-6).
Bu iddia, hayatın gerçekleri delil gösterilerek desteklenmiş ve 23. âyet ile konu pekiştirilmiştir: "Yeryüzünde kesin inanç sahipleri için birçok deliller vardır. Sizin kendinizde de. Artık görmeyecek misiniz? Gökte de de rızkınız ve va'dedildiğiniz şey var. Gök ve yerin Rabbi hakkı için, muhakkak bu, bir gerçektir; sizin konuşmanızın bir gerçek olduğu kadar." (51: 20-23).
İfade çarpıcıdır ve bu dünyadaki rızkın Allah tarafından karşılandığı gibi, âhirette her fiilin karşılığının Allah tarafından verileceğini belirtmektedir.
Kur'ân'ın, doğrularını savunmak İçin takip ettiği üslup, karmaşık delillendirme içeren bir mantık değildir. Bilâkis, açık ve doğrudan bir çağrısı vardır. Sorduğu sorular uygun cevapları teşvik etmektedir. Aslında verdiği cevaplar, sorduğu sorular gibi etkileyicidir. Bu yüzden çağrıda bulunurken şu şekilde hitap etmektedir:
"Ey insanlar! Rabbinize kulluk edin!"
"Gerçekten Allah, benim ve sizin Rabbiniz-
dİr, Öyleyse O'na itaat edin!"
"Şüphesiz Allah benim ve sizin Rabbinizdir; o halde O'na itaat edin!"
"Doğrusu bu imanınız bir imandır ve Ben Rabbinizim; Öyleyse itaat edin!"
"De ki: 'Niçin Allah hakkında tartışıyorsunuz? O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir?"
Şunu üzülerek belirtmeliyiz ki, Kur'ân'ı tefsir edenler, onun anlatımındaki bu Özelliğe dikkat etmemişlerdir. Kendilerini diyale.tik tartışmaların İçinde kaybederek, Kur'ân'ın doğrudan metodunu kavramak ve onu takdir etmekten uzak kalmışlardır. Sonuçta, Kur'ân'ın ruhu, onlar tarafından yeterince hissettirile-memiştir. (Ebu'l-Kalam Azad, The Tarjuman al-Qur'an, English Translation by Dr. Abdul Latif, Lahore).
Rahman ve Rahîm kavramları rahmet kelimesinden türetilmiştir. Arapça'da rahmet kelimesi, birini diğerlerine karşı ihsana sevk eden bir duyguyu tanımlamak için kullanılır. Bu terimin muhtevasında sevgi, merhamet, bağışlama ve lütuf nitelikleri vardır.
Rahman ve Rahîm kavramları aynı rahmet kökünden türemelerine rağmen, onun İki ayrı veçhesine işaret etmektedirler. Rahman, rah-met'e sahip olan varlık demektir; ve Rahîm ebedî rahmete sahip olandır, kâinattaki her-şey her an O'nun ihsanından faydalanmaktadır.
Kur'ân'm bu iki veçheyi birarada hatırlatmadaki amacı, Allah'ın rahmetinin kuşatıcılık niteliğini vurgulamaktır. "Rahmetim ise her-şeyi kaplamıştır." (7: 156).
Peki Allah'ın rahmeti nedir? Kur'ân, hayattaki her güzellik ve mükemmelliğin ilâhî rahmetin bir ifadesi olduğuna işaret etmektedir.
Kâinatın işleyişi ve hareketi üzerinde düşündüğümüz zaman, bizi ençok etkileyen hakikat onda mevcut olan düzen, rububiyet nizamıdır. Bu düzen sayesinde hayata başladık: onu biraz yakından tanımaya çalıştığımızda, bu düzenden daha büyük bir hakikatin faaliyette olduğunu ve bu düzenin ona bağlı olduğunu görürüz.
Peki bu düzenin, rububiyetin hedefi nedir? Kâinattaki hayatın nzıklandmlrnasıdır. Fakat rızık bütün hedef değildir. Bundan daha büyük bir şey olmalıdır. Rızık her şeyin güzelliğini geliştiren bir araçtır. Kâinat hayatında bir tertibin olduğunu görürüz ve bu tertipte bir güzellik vardır. Görünümünde bir güzellik vardır. Sesinde musikî vardır. Kokusu esans kokusudur. Hiçbir parça yoktur ki, bu muazzam yapının güzelliğine katkıda bulunmasın. Hayatın bu veçhesi, nizamın (rububiyet) uzanamadığı yerlere uzanır. Bu hakikate Kur'ân-i Kerîm, Allah'ın her iki sıfatı olan Rahman ve Rahîm özelliklerini içeren rahmet sıfatı olarak işaret etmektedir.
Kâinat nizamının işleyişini sağlayan hayat unsurlarının her birine düzenli mükemmelliği sağlayan yetenekler verilmemiş olsaydı, bu hayat unsurları da olmazdı. Peki niçin bu istidat? Amaç, yok etmek değil var etmektir, anarşi değil ahenk sağlamaktır. Peki niçin böyle? İnsan zekâsı hayatın bu gerçeği üzerinde çok düşündü ve akla yatkın bir açıklama bulamadı. Fakat Kur'ân bunun rahmetten ve rahmetin ahenk üretmeyi talep etmesinden dolayı böyle olduğuna işaret etmektedir; öyle ki kâinatın oluşumunda ve oradaki her nesnenin İnşasında belirli bir tertip yatmaktadır. Her canlının belirli miktarlarda rızıklandırıl-ması dengenin veya nisbetin işaretidir. Her nesnenin yapısında bir denge vardır. Mükemmelliğe giden her şeyin büyümesinde ve gelişmesinde bir denge vardır. Her yaratıcı hareketi işaret eden de denge unsurudur.
Fakat kâinatın yapısında niçin böyle bir denge veya ahenk mavcuttur? Niçin elementler birbirleriyle belli ölçülerde karıştıkları zaman bu dengeye uymalı veya niçin madde tamamen oranlılık niteliğini göstermeli ve bunu ihlâl etmemeli? İnsan bilgisi buna cevap bulmakta yetersiz kalmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, kâinatı yaratan Allah'ın rahmetinden dolayı bunun böyle olduğunu ve O'nun bu Rah-met'inin ifadesini aradığını, dolayısıyla ifade edilen her şeyin, güzellik, rahmet veya ahengin bileşimi olması gerektiğini ifade eder.
Felsefe, tabiattaki içgüdünün, biçimi ve güzelliği hedeflediğim söyler. Biçim orantıyı ve güzellik ahengi gerektirir. Bu ikisi hayatın zorlayıcı kanununu meydana getirirler. Peki niçin bu zorlayıcılık? Niçin ahenk de, niçin bunun tersi değil? Felsefe bu tür sorulara cevap vermekten uzaktır. Ünlü bir filozof, "ni-çin"in başladığı yerde felsefenin tükendiğini bildirmektedir. Kur'ân ise cevap olarak, bu zorlayıcıhğm, İlâhi Rahmet'ten olduğuna İşaret etmektedir. Allah'ın Rahmeti, yaratılan her şeyin iyi ve güzel olmasını dilemekte, o da öyle olmaktadır. Kur'ân şöyle sormaktadır: "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' 'Allah'ındır!' de. O, merhametli olmayı üzerine almıştır..." (6: 12). "...Rahmetim ise herşeyi kuşatır. Onu, kötülükten sakınanlara, zekât verecek olanlara ve âyetlerimize devamlı iman edecek olanlara vereceğim." (7: 156).
Kâinatta varolan veya yaratılan herşeyin ke dilerine mahsus niteliklere sahip olduklar ve bu niteliklerin bizim hayatımızın belirli İh' tiyaçlarını karşıladığını görüyoruz. Güneşi ayın, yıldızların, havanın, yağmurun, nehir] ' rin, okyanusların ve dağların kendilerjn~ mahsus nitelikleri vardır ve bunlar rahatımız katkıda bulunurlar. "Göklerde ve yerde n varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) Sj. ze boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bjr toplum için ibretler vardır." (45: 13). "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirip onunla size rızık olma üzere türlü ürünler çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Güneş ile ay'ı da, ilâhî sünnet gereği yörüngelerinde seyreder oldukları halde hizmetinize verdi. Gece ile gündüzü de istifadenize âmâde kıldı. Ve O size, muhtaç bulunup dilediğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. İnsan gerçekten çok zâlim, gerçekten çok nankördür!" (14: 32-34).
Yeryüzüne bakın! Üstünde meyvalar ve sebzelerle doludur. Üzerinden ırmaklar akmaktadır. Derinliklerinden altın ve gümüş çıkmaktadır. Yüzeyi kıvrım kıvrım olmasına rağmen öylesi bir biçim verilmiştir ki, bize düz bir zeminmiş gibi gözükür: "O'dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada bütün meyvalardan bir çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için âyetler vardır. Arzda birbirine komşu kıt'alar (toprak parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır; bunların hepsi bir su ile sulanır ama ürün(Ierin)de bunları, birbirinden üstün yapıyoruz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır." (13: 3-4). "Doğrusu biz sizi yeryüzünde yerleştirdik, onda yaşamak için gerekli herşeyi size verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz!" (7: 10).
Aynı şekilde denizlere bir bakın! Üzerinden gemiler akıp gitmektedir, altlarında balıklar yaşamakta ve daha derinlerde mercanlar ve inciler yaratılmıştır: "O, denizi de (hizmetini-xe) râm etti ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan kuşanacağınız süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp «İtmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir." (16: 14).
Hayvanlar âlemini gözleyin! Yerde dolaşan hayvanlar, havada uçan kuşlar ve denizdeki balıklar hep bizim faydamız içindir: "Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısın-nıa(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar vadır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer'adan getirdiğiniz sabahleyin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır. (Onların gidiş gelişleri size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağırlıklarınızı da öyle (uzak) şehirlere taşırlar kî, (onlar olmasa) canlar(mız), büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabb'iniz, çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve bir de zînet olmak üzere atları katırları ve merkepleri de yaratmıştır." (16: 5-8). "Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Onların karınlarından, fers (yan sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içîriyo-ruz." (16: 66). "Allah, evlerinizi bir huzur ve dinlenme yeri yaptı; hayvanların derilerinden de, göç ettiğiniz ve konup yerleştiğiniz günlerde kolay taşıyabileceğiniz çadırlar meydana getirdi; yün, tüy ve kıllarından da, bir süreye kadar kullanacağınız giyimlik, ev eşyası ve ticaret malı sağladı." (16: 80).
İnsan, hayatı ne kadar dar ve kültürden yoksun olsa da, çevresini saran nimetlere karşı duyarsız olamaz. Mütevazi bir orman köylüsünü düşünün. Kulübesinin önünde otururken çevresinde müşahade ettiği şeyleri yorumla-yamaz belki, ama çevresindeki herşeyin rahatına katkıda bulunduğunu kesinlikle hisseder. Hastalandığı zaman, iyileşmek İçin çevresinden topladığı şifalı bitkileri yer. Güneşin sıcaklığını hissettiği zaman ağaç gölgesinde uzanır. Bu serin ortamda dinlenirken çevresindeki yeşile ve güzel çiçeklere bakarak gözlerinin dinlendirir. Çevresindeki ağaçlar ona meyvalarını sunar. Kurudukları zaman ona odun temin ederler. Bunları yemek pişirmek ve başka amaçlar için kullanır: "O ki, yaş ağaçtan sizin için ateş çıkmasını sağladı da, siz onunla ateşinizi yakıp durursunuz." (36: 80).
Bütün bu nimetlerden faydalanırız. Fakat tabiatın sunduğu tüm nimetleri kim bilebilir? İnsan onlardan çok azını bilmektedir. "...Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir..." (74: 31).
Bütün yaratıklar tabiatın nimetlerinden ihtiyaçlarına göre aynı anda faydalanmaktadırlar. Bir sarayda yaşayan insan bile, yaratılmış her şeyin kendisinin istifadesine sunulmuş olduğunu hissedebilir. Bir karınca dahi herşeyin kendi ihtiyaçlarını karşıladığını söyleyebilir. Bunu kim inkâr edebilir? Gerçekte güneş karıncaya ısı temin etmek için, yağmur ona nem sunmak için ve hava şeker kokusunu onun burnuna taşımak için var değil midir? Yer, bu karıncanın mevsimlere göre barınma ihtiyacını karşılamak için var değil midir? Kâinattaki nimetler, var olan herşeye ihtiyaçlarını evrensel bir biçimde ve aynı anda karşılayan bir kanunu takıp etmektedirler: "Yerde yürüyen ne kadar hayvan, kanatlarıyla uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi bir toplulukturlar..." (6: 38).
Dünya hayatında bize çelişki olarak görülen birçok şey vardır. Burada bozmak beraberinde İnşâ etmeyi getirmektedir. Her bir araya toplanışın bir de dağılışı vardır. Bir taşı parçalamakla bir süs eşyası elde edebiliriz, hatta tabiattaki parçalama işlemi bir güzelliğin inşâsına hizmet edebilmektedir. Tabiat, hayat binasının her köşesini sürekli olarak inşâ etmektedir. Hayat binasının her parçasına aynı özenle şekil vermektedir. Güzellik uğruna engellere karşı koymaktadır. Yıkımın emareleri olmalarına rağmen bazen sarsıntı veya tabiî felaketler üreten bu güzellik dürtüşüdür. Aslında hayatın hiçbir yerinde imha yoktur. Bunların hepsi oluşuma hizmet etmektedirler. Denizlerdeki fırtınalar, nehir taşkınları, dağlardaki volkanik patlamalar, çığlar, yazın sıcak rüzgârları, yağmurlu mevsimlerdeki gök gürlemeleri, bulutlar, kasırgalar, bunların hepsi korku veriyor olabilir. Hayatin işleyişi içindeki rahatsızlık verici olayların mükemmelliğe katkıda bulunan güçler olmadıklarım bilmeyebilirsiniz. Denizlerdeki fırtınalar olmasaydı, karalara yağmur düşmezdi. Şimşeğe sebep olan bulutlar olmasaydı yağmur yağ-mazdı. Dağlardaki volkanik patlamalar olmasaydı yerin merkezindeki kaynayan lavlar daha büyük alanlara yayılırdı. Yerin merkezinde kaynayan lavın niçin varolması gerektiğini sorabilirsiniz. Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bilinen buna benzer hâdiselerin y ve gelişmelerindeki özellik, hiçbir zaman kendini açığa vurmaz. Hayatın bu gerçeğine Kur'ân defalarca dikkat çekmektedir. Meselâ Rum sûresinde şöyle buyurulmaktadır-"Ö'nun âyetlerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklım kullanan bir toplum için ibretler vardır." (30: 24).
Tabiattaki en büyük nimet, onun cezbedici görüntüsüdür. Tabiat basit şekilde yıkıp yapmaz. Onun onarımı göze hoş gelecek bir şekildedir. Bütün kâinatı göz önüne alın veya sadece bir köşesine bakın. Üzerinde bir güzellik maskesi vardır; öyle ki, bütün kâinat, her parçanın biçimi ve dengesi için itina ile çalışan ve bütün kuvvetlerini herşeyin güzelliği İçin harcayan bir sergi sarayı gibi gözükür.
Aslında güzellik kâinatın hamuruna işlenmiştir. Kâinata biçim vermeleri için yaratılan elementler, ona güzellik vermek için renk, ışık, gölge, ritim ve melodik özellikleri ile donatılmışlardır. "İşte O, görülmeyen ve görülen şeyleri bilen, çok güçlü ve merhametli olan Zât'tır. O'dur ki, herşeyİ güzel ve mükemmel yaratmış ve insanı da başlangıçta çamurdan yaratmıştır." (32: 6-7).
Hayatta her gün göze hoş gelen nesneler yanında çirkin olanlarına da rastlarız. Bir tarafta bülbülün melodik sesini dinlerken, diğer tarafta karganın rahatsız edici sesini duyarız. Tabiatın melodisine birçok farklı ses iştirak eder. "Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihlerini anlamazsınaz." (17: 44).
İnsan aklı hâla, tabiattaki yıkım ve yapım faaliyetinin altında yatan sırrı anlamaya çalışmaktadır. Bunun böyle olmasını Kur'ân, onu yaratanın hem Rahman, hem de Rahîm olmasına bağlamakta, O'ndaki Rahmet sıfatının ifade aramanın dışında olduğunu belirtmektedir. İlâhi Rahmet, bir yandan insana maddî dünyadan zevk ve mutluluk elde etme kabiliyetini, diğer yandan tabiattaki unsurları insan gözüne hoş gelecek şekilde güzelliklerle donatmak kudretine sahiptir.
"O en güzel yaratan Allah, ne yücedir!" (23: 14).
İnsanların yapımı ve sunî rahatlıklarla öylesine ilgileniyoruz ki, yaratıcının bize sunduğu rahatlıkları güçlükle hatırlıyor ve bazen de önemlerini küçümsüyoruz. Bir süre için kayıtsızlığımızı yenebilirsek, tabiatın bize sunduğu sonsuz güzellik hazinesini takdir edebilir ve onsuz hayatın bir an bile devam etmeyeceğini görebiliriz. Bu güzelliği hiç takdir edemiyorsak, bu bizim ölüm sürecine gidiği-mizi gösterir.
Bir an İçin bütün güzelliklerden ve güzelliği isteyen duygulardan yoksun bir dünyayı gözünüzün önüne getirin. Gökyüzü var, fakat o içaçıcı rengi yok. Yıldızlar var, fakat ışıldayan görüntüleri yok. Ağaçlar var, fakat yaprakları yok. Çiçekleri var, fakat kokuları ve renkleri yok. Herşeyin bir biçimi var, fakat orantısız. Böyle bir dünyada yaşayan bir insan için ne korkunç manzara! Bu dünya algımızın ötesinde, iğrenç bir dünya olurdu.
Fakat bize hayat nimetini veren güç, nimetlerin en kıymetlisi olan güzellik nimetinin ihtiyaç olduğunu düşünmüş. Bir yandan güzellik duygusu hamurumuza işlenmiştir, diğer yandan seyirlik güzel nesneler temin edilmiştir. ilâhî Rahmet sıfatının her yerde faaliyette olduğunu düşündüren, gördüğümüz bu düzenlemedir. Hayat perdesinin altında, sadece yaratma sıfatı faaliyette olsaydı, tabiatın yardımseverliğinin tezahürlerini göremezdik. "Görmüyor musunuz ki Allah, size açık ve gizli olarak nimetlerini yağdırdı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini emrinize âmâde kıldı. Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp durur." (31: 20).
İnsanın mizacındaki evrensel zaaf, bir nimetin kıymetini, elinden alınıncaya kadar gereği gibi takdir etmemesidir. Dünyada insan için, her türlü rahatlık ve hadsiz güzellik bahşedilmiştir. Bunların bol oluşu insanı, onların hayattaki kıymetlerine karşı kayıtsız yapar.
Kur'ân, her yerde görülebilen bu gerçeğe sık sık dikkat çekmektedir. "Ve O size, muhtaç bulunup dilediğiniz herşeyi verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalkişsanız, onları sayamazsınız. İnsan gerçekten çok zâlim, gerçekten çok nankördür." (14: 34).
Allah, insanı uygun bir biçimde yaratmakla kalmayıp ona aynı zamanda bir iç oluş vermiş ve her ikisi de eşit şekilde dengelenmiştir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran bu iç donanımdır. Bu yapı ona aklın ve zekânın ışığını vermektedir. '"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı (zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (16: 78).
Hayat mekanizmasının içine işleyen sırlar ve gizlilikler sayısızdır, Onları çözmek kolay değildir. Göze çok küçük görünen yaratıkların yapısı dahi çok esrarlıdır. Karıncalara ve solucanlara bile kendilerine mahsus duyu ve kavrayış verilmiştir. Yapılarındaki madde karışımı onlara bu nitelikleri nasıl kazandırmaktadır? Kur'ân, bunu Allah'ın Rahmet sıfatının gerektirdiğini ifade etmektedir. İlâhî Rahmet, onlara bir iç güzelliği bahşetmeyi dilemektedir: "İşte O, görülmeyen ve görülen şeyleri bilen çok güçlü ve merhametli olan Zât'tır. O'dur ki, her şeyi güzel ve mükemmel yaratmış ve insanı da başlangıçta çamurdan-yaratmıştır. Sonra onun neslini hakir bir suyun özünden meydana getirmiştir. Sonra belirli ölçülerde şekillendirip kendi ruhundan ona üflemiş ve bu suretle size kulak, göz ve idrak vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!" (32: 6-9).
İç ve dış güzelliğiyle hayat, şayet bu güzelliği koruyacak şartlar olmasaydı ve ona tesir eden unsurlardan arınmış olsaydı, uzun süre devam edemezdi. Bu şartlar "tabiî eyıklama" olarak isimlendirilir. Tabiat sürekli, zararlı olanı temizler ve korunmayı hak edeni korur. Bu faaliyet, güçlü olanın hayatta kalma prensibi olarak isimlendirilir. Kur'ân işin fizikî
yönünü değil, fakat hayata genel katkıyı vurgulamaktadır. Kur'ân'a göre sadece hayata faydası olanın veya genelde hayata iyi bir şey sunanın yaşaması gerekmektedir. "O, gökten yağmuru indirir de vadilerden kendi ölçüşünce seller akıp gider; ve bu sel de üstünde yüzen köpüğü taşıyıp götürür. Zînet veya yararlanacak başka bir şey elde etmek için, insanların erittikleri madenlerden de bu köpüğe benzer bir köpük meydana gelir. Allah, hak ile bâtıla işte böyle misal veriyor: Köpük yok olup gider; ama insanlara yararlı olan kısım yerde kalır. İşte Allah misalleri böyle açıklar." (13: 17).
Tabiattaki kanunlar öylesine tesbit edilmiştir ki, herhangi bir şeyde âni bir değişiklik için çalışmazlar. Diğer yandan bazı sabit yolları takip etmektedirler. Hareketleri veya işleyişleri tekâmül edici bir sırayı takip etmektedir. Bu konuya açıklık getiren Kur'ân-ı Kerîm'de; "...Allah'ın sürüp giden kanununda hiçbir değişiklik bulamayacaksın." (33: 62) ve "Bende söz değişmez; ve Ben kullanma zulmedici de değilim." (50: 29) denilirken, aynı zamanda insana kaldıramayacağından fazlasının yüklenmeyeceğine işaret edilmekte'dir. Allah her-şeye bir büyüme ve yaşama süresi tayin etmiştir ve bu yavaş yavaş cereyan etmektedir. Her kademe kendisi ile ilgili özellikleri sergilemektedir.
Hayat ve ölüm kanunlarına bakınız. Herşey kendi hayatı boyunca belirli merhalelerden geçer; yavaş yavaş gelişir, olgunlaşır, daha sonra bir gerileme sürecine girer ve bu süreç ölümle noktalanır. Bu süreç, sadece insanın değil, diğer yaratıkların hayatında da gözlenebilir. Bu muayyen zaman zarfı Kur'ân tarafından ecel olarak isimlendirilmektedir. Bu süre her yaratıkta değişiktir, öyle ki bu insanlara binlerce yıl gibi gelebilir: "Rabb'ın yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." (22: 47).
Tabiattaki bu tedricî sürece Kur'ân'da Tekviı denmektedir. Gün ilk anda bütün parlaklığıyla doğmaz. O da gece gibi yavaş yavaş gelir. "Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin Üzerine doluyor. Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir." (39: 5).
Özellikle insan hayatında, bu sürecin besbelli bir tedricilik özelliğine sahip olmasındaki amaç, İnsanın her safha üzerinde düşünmesine ve bunlardan çıkardığı derslere göre kendini düzeltmesine yardım etmektir. Bu kendini düzeltme imkânı Allah'ın rahmetinin bir eseridir. Eğer insana hayatı boyunca bu imkân tanınmamış olsaydı, insan hayattan bir fayda elde edemez, en ufak bir sapma, cezaya sebep olurdu. "Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden (hemen) cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat onları belirli bir vakte kadar erteler, vakitleri geldiğinde de (gerekeni yapar). Muhakkak ki Allah, kullarını görmektedir." (35: 45).
Bu değişim süreci hayatın hem gelişme hem de gerileme dönemlerinde mevcuttur. Gelişme döneminde aşama aşama mükemmelliğe ulaşılır; gerileme döneminde hatalar telâfi edilir. Rabbimiz, iyi olanlara da kötü olanlara da nimetlerini verdiği hâlde insanlardan birçoğu inkâr içindedir. Eğer insan bu süreç içinde sunulan müsamahadan faydalanmak isterse, hatalarını telafi edip yükselebilir. Diğer yandan kendisine sunulan bu imkânları değerlendirmezse davranışları değişmeden kaçınılmaz sonuna doğru ilerler ve bu aşamada kimse ona yardım edemez. "...Allah, onları belirli bir süreye kadar geciktirir.' Süre sonu geldiğinde de onu ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler." (16: 61).
Bir başka misali gözönüne alalım. İnsan hayatında belirgin bir hayat mücadelesi vardır. Bu mücadeleye hayatın her alanında şahit oluruz. Hayat bir zorluklar bütünü gibidir. "Biz insanı, birinden kurtulup diğerine geçtiği bir takım zorluklar içinde yarattık." (90: 4).
Bu hayat mücadelesine rağmen, insan tabiatı öylesine yaratılmıştır ki, arzuların ve ihtirasların baskısına rağmen insan, bir faaliyetten diğerine şevkle koşabilmektedir. İnsanın hayatın zorluklarının üstesinden gelmesine ve ihtiyaç duyduğu mutluluğu ve rahatı elde etmesine yardım eden bu yaşama zevkidir. Go-ğüslenebilen zorluklar büyüdükçe insanın hayattan aldığı haz artar. Hayat zorluklardan arındırılırsa, insan şüphesiz bir boşluk hissedecek ve hayatı yaşamaya değer bulmayacaktır.
Dikkat edilirse, hayatta o kadar çok çeşitlilik vardır ki, değişik eğilimler, dereceler, meşguliyetler ve gayeler birbirleriyle çarpışıp dururlar. Buna rağmen, kadnverkek, faziletli-düşük herkes hayatta eşit biçimde yerlerini almaktadırlar. Hiç kimse, hangi meşgalenin daha büyük olduğunu söyleyemez.
Yine dikkat edilirse, çocuğun dünyaya gelişi, anne için ciddi bir zorluktur. Çocuğu büyütmek ise bir başka zorluk. Çocuğu için her türlü rahatlığı feda eder. Benzer sıkıntılara birçok misâl gösterilebilir. Fakat hayat güçlüklerden ve sıkıntılardan arındırılırsa kimse kendini rahat hissetmez. Bu güçlüklerle beraber insan mutlu olabilmektedir, işte bu Allah'ın rahmetidir. Hem acıyı hem zevki veren rahmettir. Rahmet bunu gerektirmektedir.
Kur'ân sık sık, hayattaki barışın farklı veçhelerine dikkat çekmektedir. Hem tabiatta hem insanın hayatında zıtlıklar yanyana bulunur, hayattaki barışa katkıda bulunmak için işler ve birbirlerine tepkide bulunurlar. İnsan tabiatı itibariyle monotonluktan hoşlanmaz. Bu konuda Kur'ân gecenin ve gündüzün değişken davranışlardan bahsetmektedir. Onların davranışında düşünebilen insanlar için sayısız işaretler vardır. Zaman sürekli olarak gece veya gündüzden ibaret olsaydı hayat imkansızlaşırdı. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır." (3: 190).
Gece ve gündüz arasındaki bu farklılık hayatı iki bölüme ayırmaktadır. Gün ışığı insanın hayat faaliyetlerine girmesine yardım etmektedir ve gece karanlığı insanda dinlenme isteğini uyandırmaktadır. Gündüz faaliyeti geceleri dinlenme ile başarıya ulaşır ve geceleri iyi dinlenme dopdolu ve taze bir gündüz faaliyetini müjdeler. "Rahmetinden dolayı sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki, geceleyin dinlenesiniz ve (gündüzün) Allah'ın lütfunu arayasmız ve (Allah'ın nimetine) şükredesi-niz." (28: 73).
Sadece bu değil, gündüzün bile hayatımıza tat veren bir dizi safha vardır. "Öyle ise akşama girdiğiniz zaman da, sabaha erdiğiniz zaman da teşbih Allah'ındır (O'nun şanının yüceliği anılır). Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zamanda hamd, O'na mahsustur." (39: 17-18).
İnsan kendi varlığma ve hayvanlar âlemine baksın. Tabiat çekiciliğini arttırmak için zenginliğini nasıl da güzel kullanmaktadır! "İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var." (35: 28).
Aynı tezahür gezegenler âleminde de gözlenebilir: "Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada her çeşit yüksek bitkinin filizlenmesini sağladık." (26: 70). "Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki (hayvanları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır." (16: 13). "Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurma(ları), ekin(ler)i, zeytinleri, narları -birbirine benzer, benzemez biçimde-yaratan hep O'dur." (6: 141).
Aynısı yeryüzü üzerinde de görülmektedir.
"Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık)." (35: 27).
Hayattaki çeşitlilik kanunu Kur'ân'da Tezvic veya Tesniye (herşeyi çift yaratma kanunu) ile İfade edilmektedir. Hiçbir şey tek başına yaratılmamıştır. Hiçbir şey tek değildir, her-şey bir diğerini tamamlar. Gündüzün tamamlayıcısı gece; sabahın tamamlayıcısı akşam; dişinin tamamlayıcısı erkek; erkeğin tamamlayıcısı kadın, hayatın tamamlayıcısı ölüm. "Herşeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık ki düşünüp Öğüt alasınız." (51: 49). "Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır." (36: 36).
İnsanları kadın ve erkek olarak iki cinste toplayan ve onlara karşılıklı çekicilik özelliklerini veren Allah'ın sünneti, o vesileyle aile hayatı için gerekli ortamı da sağlamıştır: "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır; size kendi nev'inizden eşler, hayvanlar nev'inden de kendilerine eşler meydana getirdi; bu suretle sizi çoğaltıp duruyor..." (42: 11).
Kur'ân bu düzenlemenin kadın ve erkek arasına sevgi koymak, zihin huzurunu sağlamak, karşılıklı işbirlikleriyle hayatın zorluklarını aşmalarına yardım etmek için yapıldığını söylemektedir. "O'nun ayetlerinden biri de, size, kendi nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." (39: 21).
Üremeyi, aile çevresinin genişlemesini ve sosyal bağların kuvvetlenmesini sağlayan bu hayat ortaklığıdır. "O'dur insanı sudan yaratan ve onda soy ve hısımlık meydana getiren. Rabbin, herşeye gücü yetendir." (25: 54).
Aslında insan toplumunun bütün yapısı kadın ve erkek arasındaki evlilik ilişkisinin bir sonucudur. "Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan, ondan da eşini vareden ve ikisinden de birçok erkek ve kadınlar meydana getiren Rabbinİzden sakının ve o Allah'tan korkun ki, kendisiyle birbirinizden dilekte bulunursunuz; akraba bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah, sizi gözetip durmaktadır." (4: 1). "Allah, size kendi cinsinizden zevceler meydana getirdi, zevcelerinizden de oğullar, torunlar ihsan etti..." (16: 72).
Aynı şekilde, farklı fertlerin hayatlarında gözlediğimiz değişim büyük bir öneme sahiptir. Herkes hayatın çocukluk, gençlik, yetişkinlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerinden geçmek zorundadır. Her dönem yeni hisleri ve algıları beraberinde getirir ve yeni tecrübeler ve zorluklar sunar; öyle ki bir safhada yaşadığımız tecrübelere doymamışken, bir sonraki safha bizi yaşadığımız hayatın uzunluğu karşısında hissizi eştirerek varlığını kaçınılmaz bir şekilde belli eder. "O'dur ki (önce) size topraktan sonra nutfe (sperma)dan, sonra kan pıhtısından yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız dîye sizi yaşatıyor. İçinizden kimi de daha (erginlik ve ihtiyarlık çağma) ermeden önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetlerini anla)manız için (böyle yapıyor.)" (49: 67).
Hayat yolunda önümüze çeşitli arzular, ihtiraslar, zenginlik, onur ve güç sahibi olma isteği, nesil ve çocuk arzusu, zevkler ve hayatla ilgili çeşitli zihin meşguliyetleri çıkmaktadır. "Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Oysa bunlar, bu dünya hayatının zevk ve nimetleridir. Asıi varılacak güzel yer, Allah'ın kalındadır." (3: 14).
Aslında, toplumda çatışmaları arttıran ve gerilimlere sebep olan gelir eşitsizlikleri, bahsettiğimiz yaşama zevkine katkıda bulunmaktadır. "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden üstün kılan O'dur. Muhakkak ki Rabbin çabuk cezalandırandır ve şüphesiz ki O, hem bağışlayan, hem çok merhamet edendir." (6: 165).
Kur'ân'm, Allah'ın birliğini göstermek için ilâhî rahmetin tezahürüne veya ifadesine dayanarak benzer çıkarımlar elde etmesinin sebebi budur. Yine aynı şekilde Kur'ân rububi-yetin tezahüründen de delilini çıkarmaktadır. Bu Kur'ân'ın kullandığı bir başka metoddur. Kur'ân her yaratığın belli ölçüde İlâhî rahmeti sergilediğini ve tabiî olarak bu lütfü bahşedebilecek birinin varlığına İşaret ettiğini söylemektedir. Kur'ân eşyanın tabiatında var olan iyiye eğilim Özelliğine, dengeye, güzelliğe, mükemmelliğe ve ölçüye dikkat çekerken bu metodu kullanmaktadır. "İlâhınız bir tek İlâh'tır, O'ndan başka ilâh yoktur, O Rah-man'dır, Rahim'dir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." (2: 163-164). "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda her güze) çifti bitirdik! (Bütün bunları) Allah'a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık)." (50: 6-8).
"Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar İçin süsledik." (15: 16). "Andofsun biz, (dünyaya) en yakın göğü lâmbalarla donattık." (67: 5). "Ve akşamleyin hayvanları mer'adan getirdiğiniz, sabahleyin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır." (16: 6).
Güzel olarak nitelendirdiklerimizin hakikati nedir? Ahenk ve ölçüdür. Bir güzelliği belli eden ondaki ahenk veya ölçüdür. "Arzı da yaydık, oraya sağlam dağlar attık ve orada Ölçülü mütenâsib şeyler bitirdik." (15: 19).
Aynı düşünceleri ifade etmek için Kur'ân bir başka terim olan Tesvİye'yi kullanmaktadır. Tesviye 'düzene koymak' anlamına gelmektedir. "Rabb'inin yüce adını teşbih et (Onun eksikliklerinden uzak olduğun an). O (Rab) ki (her şeyi) yarattı, düzene koydu. O (Rab) kİ (her şeyin biçimini, özelliğini ve süresini) belirleyip hedefini gösterdi." (87: 1-3). "Ey insan, seni engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldatıp isyana sürükledi? O (Rab) ki seni yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi. Seni(n organlarını) dilediği şekilde birbirine ekledi." (82: 6-8).
Yine aynı şeye işaret etmek için Kur'ân It-kan terimini kullanmaktadır. Kâinatta herşe-yin düzene sokulduğu ve bu düzende bir bozukluk veya bir çatlağın olmadığı anlamına gelmektedir. "O, burayı saygıdeğer kıldı ve herşey O'nundur." (27: 91). "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı, Rahmân'in yaratmasında bir aykırılık uygunsuzluk görmezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner." (67: 3-4).
"Rahman'ın yaratması", burada kullanılan bir terimdir. Kur'ân-ı Kerîm'in işaret ettiği herşey, sadece yaratıcı olmakla kalmayıp, aynı zamanda Rahman ve Rahim olan Allah'ın yaratmasıyladır. Nerede rahmet varsa orada güzellik ve mükemmellik vardır.
Kur'ân, yaratılıştaki ilâhî rahmet ve ihsanın Allah'ın rahmetinin eseri olduğundan bahisle, bunun ölümden sonraki hayatın varlığım gösterdiğini belirtmektedir. Rahmetin amacı insan hayatını mükemmelliğe ulaştırmaktır, öyleyse niçin insan bu mükemmelleşme sürecinin yeryüzündeki fâni bir hayattan sonra biteceğine inanır? "Onlar, gökleri ve yeri yarat-mış olan Allah'ın, kendilerinin de benzerlerini yaratmaya muktedir olduğunu ve onlarm diriltilecekler! ânı kesin olarak tesbit ettiğini bilmiyorlar mı? Bununla birlikte zâlimler, inkâr ve nankörlükte direnip duruyorlar." (17: 99).
Kur'ân-ı Kerîm aynı tarzda vahyin gerekliliğini vurgulamaktadır. O, Rahmet'in alanının bu kadarlık büyüme ve gelişme sağlaması yanında, mükemmelliğe doğru yönelme hissinin de sağlanması gerektiğini ifade etmektedir. Doğruya yöneltme, bir dizi kitap ve peygamber ile gönderilen vahiylerle sağlanmaktadır.
"Dilersek sana vahyettiklerimizi giderip ortadan kaldırırız; sonra Bize karşı kendini koruyacak bir yardımcı bulamazsın. Ancak, Rab-binin sana bir rahmeti olarak (o vahyettikleri-miz gideriknemiştir): Gerçekten O'nun sana olan lûtfu çok büyüktür." (17: 86-87).
Muhakkak ki sen, gönderilen peygamberlerdensin. Güçlü ve çok merhametli Allah'ın vahyiyle oosdoğru bir yol üzerindesin. Atala-n ^yarılmamış, bu yüzden kendileri de kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik)." (36: 3-6).
Kur’an sık ve sık, insana Tevrat'ın, İncil'in ve Allah'ın Rahmeti sonucu indirildiklerini beyan etmektedir: "O (Kur'a)n'dan önce ^e bir önder ve rahmet olarak Musa'nın Kitabı var." (11:17). "Ey insanlar, size Rab binizden bîr öğüt, kalblerinizdeki hastalıklara bir şifâ ve müminlere bir hidâyet ve rahmet geldi. De ki: 'Allah'ın bol lûtfu ve rahmetiy-le; bununla ferahlansınlar. Onların toplayıp yığdıklarından bu daha hayırlıdır." (10: 57-58). "Bu Kur'ân, insanlar için bir ışık; kesin inanan bir topluluk için doğru yolu gösterici ve büyük bir rahmettir." (45: 20). "Âyetleri kendilerine açıktan okunan Kitâb'ı sana in-dermemiz onlara yetmedi mi? Muhakkak ki bunda, açık gerçeği kavramaya yatkın bir topluluk için rahmet ve öğüt vardır." (29: 51).
Bu temel Kur2an İslam peygamberini bütün dünyaya gönderilmiş bir rahmet olarak nitelendirmektedir. "(Ey Muhammed!) Biz, seni sadece bütün kâinata rahmet olarak gönderdik." (21: 107).
Aynı şeklide Kur'ân, fizikî dünyada hayata faydalı olanın varlığını sürdürmesi gibi, insanın iç dünyasında da ancak en faydalı olanın varlığını sürdürme istidadına sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Bu mahiyette Kur'ân Hak ve Bâtıl terimlerim kullanmaktadır. "Allah, hak ile bâtılı böyle bir benzetme İle anlatır." (13: 17). Ayetlerin devamında bu benzetme anlatılmaktadır. "Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan İse yerde kalır. İşte Allah böyle güzel meseller verir. Rabble-rinin buyruğuna uyanlara, en güzel karşılık vardır. Ona uymayanlar ise, yeryüzünde bulunan her şey ve bunun bir misli daha kendilerinin olsa, (Allah'ın azabından kurtulmak için) onu fidye verirlerdi." (13: 17-18).
Arapça'da Hakkak kökü istikrara, dayanıklılığa, sürekli olanın //«^olduğuna işaret etmektedir; Bâtıl ise bunun tam tersi olup devamlı olmayan anlamındadır. Bu yüzden Kur'ân sürekli bu farklılığı vurgulamaktadır. "Gerçek olan İslâm'ı ortaya koysun ve bâtıl olan şirki büsbütün ortadan kaldırsın; suçlu müşriklerin hoşuna gitmese dahi." (8: 8).
Kur'ân, hayatın maddî cephesinde olduğu gibi ruhî cephesinde de hayatta faydası olmayanın kökünün kesilmesi işleminin sürüp gittiğini belirtmektedir. Hak ile Batıl arasında bîr mücadele olduğu zaman zafer Hak ile beraberdir. Bu durumu Kur'ân, Kaza bi'l-Hak, "hakkın gerçekleşmesi" olarak nitelendirmektedir. "Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allah'ın ayetlerini) boşa çıkarmağa uğraşanlar, hüsrana uğrarlar. "(40: 78).
Hak kelimesinin kullanıldığı yerlerd Kur'ân sadece hakkın istikrarlı oldupn . ' hükmetme özelliğine sahip bulunduğu iddi sini ileri sürmemekte, aynı zamanda bunu tespit edilebileceği ölçüyü ortaya koymakt dır. Böylece neyin hak neyin bâtıl oldu&ı neyin ayakta kaldığı ve neyin yok olduğu kolaylıkla ayrılabilmektedir; öyle ki Allah1 Hakk ve Yüce sıfatları verilmektedir. u}ste Allah sizin Rabbinizdir, Hakk olan O'dur" (20: 33). "Gerçek hükümdar olan Allah, yü_ cedir."(20: 114).
Aynı ifade, vahyin bir sıfatı olarak da kullanılmaktadır: "Ve sen sana vahyolunana uy Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en iyisidİr." (10: 109). "Biz o (Kur'a)nı hak olarak indirdik ve o hak ile inmiştir. Senİ de ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (17: 109).
Aynı şekilde, Hakk'm yanında başka sıfatlar kullanılsa bile anlam aynı kalmaktadır. İşte bu yüzden Kur'ân sık sık ve birçok durumda sadece Hak İfadesini kullanmayı yeterli bulmaktadır. Sebep aşikârdır. Eğer Hak devam ediyorsa veya neticede ayakta kalıyorsa, bu hayatta kalış gerçeği, onun mukavemetinin veya hak oluşunun bir delilidir.
Kur'ân-ı Kerîm, Hak ile Bâtıl arasındaki mücadeleden nerede bahsetse, Hakk'ın galip geleceğini, Bâtıl'ın ise yenileceğini vurgular. Bu Hakk'm yerine gelişi kanunu, Kaza bi'l-Haktır. "Bilâkis Biz, hakkı, bâtılın üstüne atıp indiririz de onu paramparça eder; bir de görürsün ki, o bâtıl yok olup gitmiştir..." (21: 18). "De ki: 'Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl mutlaka yok olmaya mahkûmdur." (17: 81).
Hakk'm delili, münasip bir zamanda kendini hissettirmesidir. Bu anda kimin Hakkı, kimin bâtılı takip ettiği görülür. Bu Hakk'ın hükmü veya böylece bâtılın ne olduğuna karar vermektedir. "De kî: 'Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bâtıla İnanıp Allah'ı inkâr edenler, işte ziyana uğrayacaklar onlar."(29:52).
paşka bir yerde Kur'ân, Allah'ın şahitliğini #akk'ın en büyük ölçüsü olarak göstermektedir. "Onlara de ki; 'En güvenilen şahit kimdir?' Ve kendin cevap ver: 'Benimle sizin aranızda şahit Allah'tır..." (6: 19).
Kur'ân şöyle sormaktadır: "Yerler ve gökler İlâhî hükümle idare edildiği halde, nasıl İnkâr edebiliyorsunuz? Faydasız olanın zail oluşu ile faydalı olanın kalıcılığı olmasaydı hayatta büyük bir kaos meydana gelirdi. Dış dünya için gerçek bu iken, iç dünyada niçin böyle olmasın? "Eğer Hak, onların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar düzensizliğe uğrayıp altüst olurdu." (23: 71).
Kur'ân sabıra davet ettiği zaman veya Hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin nasıl sonuçlanacağını görmek için beklememizi istediğinde, aşağıdaki ayette olduğu gibi aynı ilkeyi desteklemektedir. "De ki; 'O halde bekleyin; ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" (10: 102).
Fakat Hak ilkesi, her bâtılın veya hayata faydası olmayanın derhal yok olmak zorunda olduğunu veya her hak ifadesinin âni bir etki üretmesi gerektiğini iddia etmemektedir. Kur'ân, kesin olarak bunun böyle olmayacağını beyan etmektedir. Aslında, bu tür bir faaliyet çizgisi rahmet kanununa terstir. Dış fizikî dünyada olduğu gibi iç dünyada da ted-ricilik veya süreklilik İlkesi, rahmet kanunu hakimdir. Düşünmek ve düzeltme yapmak için zaman verilmektedir. Öyle olmasaydı, günahla yoğrulmuş bir kimse veya topluluk, bir an dahi yaşayamazdı. "Allah insanlara Şerri, hayrın gelmesini istemekte acele ettikleri gibi çabuklaştırsaydı, ecelleri hemen yerine gelip bitmiş olurdu. Ne var ki, Bize ulaşmayı arzu etmeyenleri, taşkınlıkları içinde sürünüp gider bir hâlde bırakırız." (10: 11).
Kur'ân, hayatta her hareketin zamanı gelince karşılığını göreceğini belirtir. Hak veya bâtıl olsun, her şey için bir süre tesbit edilmiştir. "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Hepinize aynı şekilde, ayırım yapmadan (bana vahyolunanı) anlattım. Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." (21: 109).
Fakat Kur'ân zamanı, algıladığımız şekilde hayattaki her şeye uygulamamamızı söylemektedir. Kâinatın işleyişi öyle derindir ki, bizim zaman anlayışımıza göre, en büyük hesaplama Allah'ın yanında bir güne eşdeğer olabilir. "Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah asla va'dinden dönmeyecektir; ve şu muhakkak ki, Rabbİnin nezdin-de bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir. Nice ülkeler vardır ki, zulmedip dur-dukari halde Ben onlara mühlet verdim. Sonra onları yakalayıp yok ettim. Sonunda dönüş ancak Banadır." (22: 47-48).
İnsanlar genellikle yaptıklarının sonuçlarını hemen görmeyi beklerler. Hz. Peygamber @ devrinin inkarcı Arapları, takip ettikleri yolun kötü olduğu halde niçin hemen cezalandırılmadıklarını söyleyerek onunla alay ederlerdi. Fakat âkibetlerinİn, düşünmeleri ve kendilerini düzeltmeleri için ertelendiğini unutuyorlardı. İşte, kâinatta hükmünü uygulayan Rah-met'in kanunu böyledir. "Onlar soruyorlar: 'Eğer doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir, söyleyin. De ki: 'Çabucak gelmesini istediğiniz cezanın bir kısmı muhakkak başınıza gelecektir!' Şüphesiz Rabbin insanlara karşı bol nimet sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler." (27: 71-73). "Onlar, senden azabın çabuk inmesini istiyorlar. Belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azâb onlara muhakkak gelirdi. Fakat hiç farkına varmadıkları bir sırada o, kendilerine ansızın gelecektir." (29: 53). "Biz onu, ancak belirli bir süreye kadar erteleriz." (11: 104).
Burada dikkat edilmesi gereken husus, kötü bir hareketin karşılığının ne zaman görüleceği değil de, hangi tür amelin mükâfata lâyık olacağıdır. Kur'ân, sonunda kazanacak olanların doğru yolda yürüyenler olduğunu belirtiyor: "De ki: 'Ey kavmim, yapabileceğinizi yapın, ben de görevimi yapacağım. Yakında, dünya ve âhiret yurdunda kimin sonunun hayırlı olacağını öğreneceksiniz. Muhakkak ki zâlimler felah bulmayacaktır!" (6: 135).
Kur'ân, her türlü kötülüğün başarısızlığa ve iyiliğin başarıya mahkum olduğunu bir ilke olarak vurgulamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu ilkenin değinildiği veya vurgulandığı yerlerde, şu türden ifadeler kullanılmaktadır:
"Zâlimler asla felah bulamayacaklardır." (6: 21).
"Muhakkak ki, suçlular felaha erişemeyecektir." (10: 17).
"Muhakkak ki, kâfirler asla kurtuluşa ermeyeceklerdir!" (23: U7).
"Çünkü Allah fesat çıkaranların işini düzeltmez!" (10: 81).
"Allah, küfürde sürünüp giden bir topluluğu doğru yola eriştirmez." (9: 37).
"Allah, kendine zulmeden topluluğu doğru yola eriştirmeyecektir." (3: 86).
Burada söz konusu olan ilke, ıslâh veya hidayet kapısının kapalı olduğunu veya bu tür insanların kasten yanlış yönlendirildikleri anlamında değildir. Maalesef, tefsirciler Kur'ân-ı Kerîm'de gözlenen inceliği kavramaktan uzak olmuşlardır.
İnsanların ıslah olmaları için tanınan imkânları anlatmak için Kur'ân temettü' kelimesini kullanmaktadır. Bu imkân bütün hayat şartlarına uygulanabilir ve ayırım gözetmeden bütün insanlara tanınmıştır: "Biz, onları da atalarını da uzun bir süre bu dünya nimetlerinden faydalandırdık, mutlu günleri uzun sürdü..." (21: 44).
Kur'ân'da kullanılan "Güzel bir hayat yaşasınlar diye cezalarını bir süre erteledik" -"Güzel bir hayat yaşayın, fakat sonunda hakikati bileceksiniz" gibi ifadeler bu ilkeyi vurgulamaktadır.
Güçlü olanın hayatını sürdürmesi İlkesi insan topluluklarına ve milletlere de uygulanabilir; onların yükseliş ve düşüş şartlarını belirler. Kur'ân, fertlerin hayatında olduğu gibi toplumların hayatında da bir değeri ve faydası olmayanın elendiğine işaret etmektedir. Sadece, hayatın gayesine hizmet edenler ve bu yolda yürüyenler yaşayabilir. Bu Allah'ın rahmetidir; aksi halde insanın işlediği günahların haddi hududu olmazdı. "...Allah, insanları birbiriyle önleyip savmasaydı, yeryüzünün düzeni muhakkak bozulurdu. Fakat Allah'ın bütün varlıklara karşı iyilik ve ihsanı sonsuzdur." (2: 251). Aynı hakikat aşağıdaki ayette de ifade edilmiştir. "Allah, insanların bir kısmıyla diğer bîr kısmına karşı koyma-saydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çokça anılan mescidİer yıkılıp giderdi..." (22: 40).
Canlıların hayatında olduğu gibi, milletlerin hayatında da tedrici hareket mevcuttur. Doğru yola dönüş ve ıslah kapısı her zaman açıktır onlara; bu hayata hükmeden rahmet ilkesidir.
"Onları yeryüzüne bölük bölük parçalayıp dağıttık; onların iyileri de vardır, iyinin altında aşağı ve düzensiz olanları da. Onları akıllanıp iyiliğe dönsünler diye iyilikler ve kötülüklerle imtihana tâbi tuttuk." Q: 168).
Eğer doğru yoldan sapmışlarsa, fertlere olduğu gibi toplumlara da doğru yola dönmeleri için belirli bir süre tanınmıştır. Tanınan bu fırsatlar kaçırılırsa, kanun tecellî eder. "Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler." (7: 34). "Biz, hiçbir memleketi, onun, bilinen bir takdir yazısı olmadan helak etmedik. Hiçbir millet ecelini öne alamaz, onu geciktiremez de!" (15: 4-5).
Aynı kanun, insan hayatına faydalı olmayan ve arzu edilmeyenleri ayıklar, onların yerine hayatın gayesine hizmet edenleri yeleştirir. "Bu böyledir, çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir. Her birinin yaptıkları İşlere göre mükâfat ve cezası vardır. Rabbİn onların işlediklerinden habersiz değildir. Rabbin herşeyden müstağnidir, merhamet sahibidir. Dilerse sizi ortadan kaldırır ve sizi başka bir topluluğun soyundan getirdiği gibi, sizin yerinize de arkanızdan dilediğini getirir." (6: 131-133).
Aynı şekilde bu kanun, amellerimizin nihaî karşılığının veya sonucunun ancak âhirette açıkça anlaşılacağına işaret etmektedir. O zamana kadar, hem iyi insanlara hem de sapıklara aynı rahat ve mutluluk imkânı sağlanmıştır. Her ikisine de eşit muamele eden rahmet veya lütuf kanunu bunu gerektirmektedir. Çünkü insan hayatı iki döneme ayrılmıştır; dünya hayatı ile sınırlı bir dönemde insanın kendini düzeltmesi için her imkân sağlanmıştır, diğeri ölümden sonraki hayat ile ilgilidir. Nihaî karşılık veya nihaî hüküm ikincisi ile ilgilidir. "Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabb'in eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onların azabını çabuk-laştırırdi. Fakat onlar için va'dedilen bir zaman vadır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır." (18; 58). "Sizi çamurdan yaratan ve Ölüm ânını belirleyen O'dur. Kıyametin vakit ve saatini de sadece O bilir; siz ise yine şüphe eder durursunuz." (6: 2).
Kur'ân fizikî dünyada olduğu gibi insanın iç dünyasında da kendine yönelmesi ve hatalarını düzeltmesi için imkânların sunulduğunu ifade etmektedir. Her eylem kaçınılmaz olarak bir tepki doğurur, fakat kanunu telâfi kapısını kapatmamaktadır; öyle ki telâfi fırsatları her şart altında herkese tanınmıştır. Tevbe ve düzeltme fırsatları, insanın işlediği günah ne olursa olsun mevcuttur. İnsan tevbe etmeye başladığı an, Allah'ın lütfü kendisine gelmeye başlar, pişmanlığından ötürü döktüğü her gözyaşı damlası bir günah lekesini yıkar ve insan kendisini hiç günah işlememiş gibi hisseder. Rasûlullah @'in buyurduğu gibi: "Samimi bir şekilde tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir."
"Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir. Allah bağışlayan ve merhamet edendir." (25: 70).
Kur'ân'da da buyurulduğu gibi İlâhî bağışlamanın alanı geniş ve sınırsızdır. İşlenen günah ne kadar ciddi, insanın kötülüğünün niteliği, günah içinde yaşadığı süre ne kadar olursa olsun, Rahmet kapısını samimi bîr şekilde çalmaya başladığı an, cevap bağıştan başka bir şey değildir: "Ey kendilerine zulmedip aşırılığa sapmış olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Rab-binize pişmanlıkla yönelin ve azâb gelmeden önce, bütün gönlünüzle O'na teslim olun.
Sonra, bir taraftan yardım görmeyeceksiniz" (39: 53-54).
Kur'ân'ın akaide yönelik kavramları ve onların telkin ettiği fiilleri tamamen rahmet, lütuf ve sevgiye dayandırmasının sebeplerinden biri de budur. Bu yüzden İnsanın manevî hayatını maddî hayatından ayrı düşünmemektedir; aksine onun bütünleyici bir kısmı olarak görmektedir. Çünkü tabiatın her zerresine rahmet nüfuz etmiştir, dolayısıyla İnsanın iç dünyasına hükmeden kanun da rahmet olarak düşünülebilir.
Kur'ân-ı Kerîm, Allah İle O'nun yarattığı insan arasındaki mevcut bağın sevgi bağı olduğunu sık sık açıklamaktadır. Bu yüzden, en yüce itaatin de sadece Allah için olması gerekmektedir. Allah, bu mânada, kul tarafından sevilendir. "İnsanlar arasında Allah'tan başkasını O'na ortak tanıyan kimseler vardır ki, bunları, Allah'ı sever gibi severler. Ama gerçek müminler Allah'ı daha çok severler..." (2: 165). "Deki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah daima bağışlayan ve merhamet ederidir." (3: 31).
Tekrar ve tekrar, Kur'ân Allah inancıyla Allah sevgisine ulaşılması gerektiğini vurgulamaktadır: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, bilsin ki, Allah onların yerine, kendisinin sevdiği ve onların da O'nu seveceği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurlu, Allah yolunda savaşan, hiçbir kimsenin kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah'ın bir lûtfudur..."(5:54).
Kur'ân, Allah sevgisinin Allah'ın yarattıklarına gösterilen sevgi ile ifade edildiğini belirtnıektedir. Allah'ı sevmeyi isteyen kimsenin O'nun yarattıklarını da sevmeyi öğrenmesi şarttır. "... Malını, ona olan sevgisine rağmen, akrabaya, yetimlere, ydksullara, yolda kalmış olanlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren..." (2: 177). "Allah sevgisi için yoksula, yetime ve esire yemek yedirirlerdi: 'Biz, sadece Allah rızâsı için size yediriyoruz; sizden ne bir karşılık ister, ne de bir teşekkür bekleriz." (76: 8-9).
Bu hakikat Hz. Peygamber @'in bir hadisinde etkili bir biçimde ifade edilmiştir: "Kıyamet • gününde Allah şöyle buyuracaktır: 'Ey Ademoğlu! Ben hastalandım da sen beni ziyaret etmedin.' Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni hastalıktan dolayı nasıl ziyaret ederdim? Allah şöyle cevap verecek: 'Fİlan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin; bunu bilmiyor musun? Eğer onun ziyaretine gitmiş olsaydın, Beni orada bulacağını bilmiyor muydur?' Aynı şekilde Allah tekrar buyuracak: 'Ey Ademoğlu! Senden bir parça ekmek istemiştim; fakat sen Bana vermedin.' Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl ekmek verebilirdim ki?' Allah diyecek ki: 'Filan kulum senden ekmek istemişti de sen ona vermemiştin. Eğer ona yedirmiş olsaydın, bunun karşılığını elbette bulacaktın. Bunu bilmiyor muydun? Allah tekrar buyuracak: 'Ey Ademoğlu! Senden su istemiştim de bana su vermedin." Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirim?' Allah şöyle cevap verecek: Filan kulum senden su istedi de sen ona içirmedin. Sen ona su içirmiş olsaydın, bunun karşılığını yanımda bulacağını bilmiyor muydun?" (Müslim).
Aynı anlayış, Kur'ân'ın insandan yapmasını istediği ibadet ve fiilde çeşitli şekillerde gizlidir. Kur'ân, insanın sahip olmak zorunda olduğu özel vasıflara, faziletlere ve meşru ve meşru olmayan arasındaki farka önem verirken aynı bakış açısını yansıtmak İstemektedir, insanda nisbeten bulunması gereken rahmet veya lütuf niteliğine Kur'ân çok büyük önem vermektedir. Gerçekten de Kur'ân Allah'ın diğer sıfatları arasında özellikle bu sıfatına öncelik tanımaktadır. Kur'ân'da 300'den fazla yerde bu sıfata değinilmektedir; eğer basiret, bağışlama, merhamet, esirgeme ve sabretme gibi diğer nitelikleri bu sıfatın tabii sonuçlan olarak kabul edersek bu sayı artmaktadır; öyle ki Kur'ân, başından sonuna kadar, tek bir ilâhî lütuf veya rahmet mesajı olma görevini üstlenmektedir.
Rahmet konusunda hadis külliyatında bulunan her ayrıntıya değinmek istemiyoruz. Buna gerek de yok. Bu konuda İslâm Peygamberinin hayatı ve öğretisi o kadar açıktır ki bir cümle ile ifade edilebilir; Allah'a iman ve O'nun yarattıklarına karşı sevgi. İyi bilinen bir hadis-i şerifte, Allah'ın rahmetinin, Allah'ın yarattıklarına merhamet gösterenlerin
üzerine olacağı ifade edilmektedir. Allah'ın rahmetini kazanmak için yeryüzünde yaşayanlara şefkat gösterilmesi gerektiğini söyleyen Hz. İsa'nın bu nasihati Hz. Peygamber @'in şu sözlerinde yansıtılmaktadır: "Yeryüzünde yaşayanlara merhamet edin ki, Allah'ın lûtfu ve keremi de üzerinizde olsun." Merhamet unsuru bîr serçe kadar önemsiz görünse de, Allah'ın rahmetinin, başkalarına merhamet edenlerin üzerine olduğunu bildiren pek çok hadis vardır.
Kur'ân'a göre imanın temeli şu düşüncede yatmaktadır; insan hayatının gayesi insanın kendi tasavvuru ve faaliyeti ile Allah'ın sıfatları üzerinde düşünmesidir. Kur'ân insanın varlığını hayvanlığın bitip daha yüksek bir hayatın kendini göstermeğe başladığı bir çiz-gi olarak görmektedir. İnsanı hayvandan ayıran ve ona hayat cetvelindeki derecesini veren onun insanlığıdır; bu da Allah'ın sıfatlarının veya niteliklerinin yansımasından başka bir şey değildir. İlâhi nitelikler insan hayatında ne kadar fazla olursa, o derece mükemmelliğe varılabilir. İşte bu yüzden Kur'ân insanın özel vasıflarına değindiği yerlerde daima bu vasıflarla Allah'ın sıfatları arasında ilişki kurmaktadır, öyle ki insanî özelliğine değinirken "Allah'ın üflemesinden" söz eder. "Sonra belirli ölçülerde şekillendirip kendi ruhundan ona liflemiş ve bu suretle size kulak, göz ve idrak vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz." (32: 9).
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, insanın dünyadaki mevkii Allah'ın ona kendi ruhundan üflemesiyle yükseltilmiştir; yine, insana doğru yolu bulabilmesi için gerekli akıl ve duyular bahşedilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'ın rahmetini zihinlerimize nakşetmeye çalışmasındaki amacı, bizde merhamet duygusunu uyandırmak içindir. Kur'ân'ın rububiyet ve diğer sıfatlara da sık sık değinmesindeki amaç aynıdır. Çok sık olarak Allah'ın rahmetinin sının olmadığı vurgulanır ve insandan da kısıtlayıcı olmayan
bir merhamet niteliği geliştirmesi istenir. Zaten, Allah'ın yaratıklarını affetmeyi öğrenmeden, Allah'ın bizi bağışlamasını nasıl bekleriz? "O takva sahipleri ki, onlar, bollukta da darlıkta da dağıtırlar; kızdıklarında öfkelerini yenerler ve isanları bağışlarlar. Allah da güzel davrananları sever." (3: 134).
Şimdiye kadar toplumla ilgili kanunları gözö-nüne aldığımızda, Kur'ân'ın insandan düşmanlarını sevmesini istemediğini görüyoruz. Kur'ân düşmanlarımızı bağışlamamızın bizim için iyi olduğunu söylemektedir; çünkü düşmanlarım bağışlamasını Öğrenen bir insan kinden ve nefretten uzaklaşır ve arınır. "Ve onlar ki, Rab'lerinin yüzünü (rızâsını) arzu ederek (nefsin gücüne giden şeylere) sabrederler; namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak (hayır yoluna) harcarlar ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bu (dünya yurdu)nun güzel sonucu onlarındır." (13: 22). "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Bu (kötülüğü iyilikle savma olgunluğu)na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur." (41: 34-35).
Kur'ân, her zaman kısasın yapılması gerektiğini söylememektedir. Buna izin verdiği yerlerde de hayatın emniyetini gözetmektedir. Fakat buna izin verilirken, bağışlamanın daha iyi bir fiil olduğu ve kötülüğe karşı iyilikle cevap vermenin daha iyi sonuçlar getireceği vurgulanmaktadır. "Eğer (bir topluluğa) azâb edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azâb edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir. Sabret, sabrın ancak Allah'(m yardımı) iledir." (16: 126-127). "Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir." (42: 40).
Yahudilerin ve Hıristiyanların tanrı telakkileri şüphesiz bir nebze olsun iyileştirilmişti. Fakat hala eski inançlarının aslî karakterini taşıyordu. Yahudiler Allah'ın diğerlerinin tanrıları gibi, mutlak bir diktatör olduğuna inanıyorlardı. Eğer onlardan memnun olursa kendisini İsrail'in Allah'ı olarak nitelendirir-dİ; memnun olmazsa öç alır, mahvolmalarına sebep olurdu. Hıristiyanların anlayışı daha İyi değildi. Adem'in asıl günahından dolayı onun bütün soyunun veya insanlığın ilâhi hoşnutsuzluk sebebi olduğuna ve sonuç olarak Hz. İsa'nın çarmıha gerilerek bu asıl günahı yüklendiğine ve insanın kurtuluşuna sebep olduğuna inanıyorlardı.
Fakat Kur'ân "ceza" ve "mükâfat" kavramlarını farklı temellere oturtmaktadır. Bunu yaparken mükâfat veya ceza muamelesini kâinatta işleyen sebeplilik kaidesinden farklı bir çerçevede ele almaz. Aksine onu, ona ait bir görüntü olarak ele alır. Herşey bir vasfa sahiptir ve bu vasfa uygun bir sonuç üretir veya onunla alakalı bir şekilde kendini ifade eder. Aynı tezahür, insanın düşünce ve faaliyet dünyasında da mevcuttur. Her düşünce, duygu veya davranış kaçınılmaz bir tepki doğurur. Bu tepki, onun karşılığıdır; ya mükâfat ya da ceza. İyi fiilin karşılığı iyi ve bu mükâfattır. Aynı şekilde kötü fiilin sonucu kötüdür ve bu da "ceza"dır. Birinin adı cennet, diğerinin cehennemdir. Cehennem azabı kötü amelde bulunanlar için, cennetin rahatlıkları iyi amelde bulunanlar içindir. "Ateş halkıyla cennet halkı bir olmaz. Kurtulanlar, ancak cennet halkıdır." (59: 20).
Kur'ân, ister dış dünyada olsun ister insanın iç dünyasında olsun her şeyin kendine mahsus bir tabiat ile donatıldığına işaret etmektedir. Ateşin tabiatı yakmak; suyun tabiatı serinletmek, vs. Hiçbirşey kendi tabiatının elverdiğinden başka bir sonuç üretmez. Her türlü insan davranışında da aynı durum söz konusudur. Her fiil kendisine mahsus bir sonuç doğurur. İşte bu Kur'ân'ın karşılık, bedel veya adalet dediği şeydir: "Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini, inanıp iyi ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri gerçek olarak yarattı, tâ ki her can, kazandığıyla cezalandırılsın. Onlara haksızlık edilmez." (45: 21-22).
Aynı sebepten dolayı Kur'ân, iyi veya kötü olsun her fiili kesb olarak isimlendirmektedir. Arapça'da kesb bir kişinin kazandığı veya bir kişinin fülİnin sonucu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kesb insanın neticede ya hoşlanacağı ya da katlanmak zorunda olduğu şeydir. "...Herkes sadece kendi kazandığına (kesb) bağlıdır" (52: 21). Bu ilke Kur'ân'ın ikinci sûresinde açıkça gözler önüne serilmiştir: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi za-rarınadır." (2: 286). Aynı ilke topluluklara ve milletlere uygulanmaktadır. "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız." (2: 134).
Yine, şu konuya tekrar ve tekrar açıklık getirilmiştir ki, din insanı iyilik yapmaya ve kötülükten sakınmaya davet ederken, bunu insanın mutluluğu vye felahı için yapmaktadır. "Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisİnedir ve kim de kötülük yaparsa zararı kendisine-dİr. Rabb'in kullarına zulmedici değildir." (41:46).
Hz. Peygamber @'in meşhur bir hadisi bu hayat ilkesine işaret etmektedir: "Allah der ki: 'Ey kullarım! Doğmuş veya doğacak olanlarınızın tümü, bütün insanlar ve cinler; aranızdaki en iyiler kadar iyi olsalar, onların davranışlarının benim dünya üzerindeki hükümranlığıma zerre miktarı katkısı olmayacaktır. Ey kullarım! Aynı şekilde, sizden Önce yaşamış olanlar ve sizden sonra gelecek olanlar, bütün insanlar ve cinler; aranızda en günahkâr olanlar kadar günah işlemiş olsalar bile, davranışlarının hiç biri hükümranlığımdan bir zerre dahi ekşitmez. Ey kullarım! Sizden önce yaşamış olanların ve sizden sonra gelecek olanların hepsi bir yerde toplanıp benden lütuf beklese ve ben onların karşılığını versem, bir denizin katresi kadar bile rahmet hazinelerimi ekşitmez. Ey kullarım! Hatırlayın, sizin iyiliğiniz için kendi amellerinizin karşılığını ben size gönderiyorum. Öyleyse amelinin karşılığı iyi olan Allah'a şükretsin; ve amelinin karşılığını memnun edici bulmayan, onunla kendisini suçlasın, başkasını değil." (Müslim).
Mükâfat veya cezanın Allah'ın arzusuna bağlı olduğu düşünülmemelidir. Kur'ân, bütün karşılıkların, mükafat veya cezanın doğrudan doğruya insanın kendi fiiline birer tepki olduğuna ve Allah'ın iyi ameli sevdiğini, kötü ameli sevmediğini ifade etmektedir.
Bu anlayış daha Önceki inançlardan farklıdır. Hayatta işleyiş hâlinde olan kanunu ifade etmek için en uygun kavram Din olup, sonuçta konuya bağlantılı tüm yanlış kavramla bir kenara itilmelidir. Dirim Fatiha süresindeki kullanımı, iyi veya kötü olarak nitelendirilen bir fiilden kaynaklanan mükâfat veya cezanın önemine açıklık getirmektedir.
Aynı sebepten dolayı Din kavramı şeriat, kanun ve hüküm anlamında kullanılmaktadır; çünkü dindeki temel inanış, insan davranışları için karşılık veya hesap inancıdır. Bu, aynı zamanda şeriatın temelidir. Yusuf sûresinde. Yusuf Peygamber'in küçük kardeşini yanında alıkoymasına değinilmektedir. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir: "Yoksa kralın dini (kanunu)na göre (Yusuf) kaddeşini alamazdı. Meğer Allah dilemiş olsun." (12: 76). Burada "Mısır Krah'nın dini" ifadesinden Mısır'da yürürlükte olan kanun kastedilmektedir.
Dikkat edilmesi gereken bir husus, Allah'ın rububiyet ve rahmet sıfatlarına değinen Kur'ân'ın, bunların tam tersi sıfatlar olan gazap ve azamet sıfatlarından doğrudan doğruya bahsetmemesidir. Buna karşılık Din Gti-nü'nün Sahibi ifadesi kullanılmakta ve böylelikle rububiyet ve rahmet sıfatlarında mevcut olan adalet sıfatına dikkat çekilmektedir. İlâhî sıfatlar içinde zorbalığa yer yoktur, insanın kendi selâmeti için onu korkmaya ve haşyete zorlayan adalettir.
Bu izahlardan sonra, kâinatta işleyiş hâlinde olan Allah'ın rahmet ve rububiyet sıfatlarının belirli sonuçlar doğurduğu rahatlıkla anlaşıla-bilmelidir. Fakat bu sonuçlar gazabın gerili-miyle değil, adaletin gücüyle ve münasip bir şekilde gerçekleşmektedir. İnsan zihni bu hakikati kolay kolay yakalayamamakta ve sonuç olarak gaflet içinde bulunmaktadır. İnsan zihni, gazap ve hükümranlık sıfatlarını Allah'ın atfederek, hayatta vuku bulan herşeyi Allah'ın hoşnutsuzluğuna bağlamaktadır. Oysa hakikati aramaya çalışsalardı, Allah'ın hoşnutsuzluğuna atfedilenin Rahmetin isteğinin ta kendisi olduğunu göreceklerdir
Herşeyin bedelini veren kanun kâinat hayatında faaliyette bulunmasaydı veya kemâl yolundaki bütün engelleri kaldıran mükemmellik süreci olmasaydı, hayatta iyilik için hizmet edecek adalet ve mizan duygusu olmayacaktı ve bu durumda netice büyük bir kaos olacaktı.
Bütün kâinat varlığını rubûbiyet ve rahmetten kaynaklanan güçlere borçlu olduğu gibi, idamesi de adalet ilkesine bağlıdır. Adalet ilkesi, her türlü çirkinliği yokederek güzelliği ve dengeyi ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden, İnsan hayatın bu veçhesi üzerinde derin düşünürse, hayatta mevcut her nizam ve güzellikten adaletin gücünün sorumlu olduğunu görecektir.
Arapça'da adi veya adalet, "tarafsız, eşit davranmak" anlamına gelmektedir. Bir Adalet Mahkemesi, huzurunda çekişen iki tarafın zıtlıklarını azaltmaya çalışır. Adi, aynı zamanda ölçü manasında kullanılır ve tartının her iki tarafının aynı ağırlığı göstermesini veya ölçünün adaletli yapılmasını ifade eder. Adalet hayatta dengeyi sağlar; birşeyi diğeriyle uyumlu hale getirir ve birliği teşkil eder. Her türlü düşünce ve hayat tarzında güzellik ve orantıdan sorumlu olan bu ilkedir. Bu ilke, kâinat düzeninin üzerinde yattığı gerçek temeldir. Her gezegen veya yıldız boşlukta hareket hâlinde, dengeli âdil veya birbirleriyle uyum halinde seyretmektedirler. Toplumu bi-rarada tutan bu ilkedir. Bu ilkeden en ufak sapma bile fizikî dünyada bir felâket İle sonuçlanır.
"Göğü yükseltti ve mizanı koydu" (55: 7).
"Allah O'dur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti." (13: 2).
"(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı." (31: 10).
Bu, kâinata işleyen denge ilkesidir. Ai-i Im-ran süresindeki ka'imen bi'l-kıst, "Dengeyi sağlama" (3: 18) ifadesi bu kavramı iki kelime ile perçinlemektedir.
Kur'ân bizden, madde dünyasında tezahürleri açıkça görülen bu denge ilkesinin işlediği saha içersinde insan faaliyetlerinin gözardı edilip edilmeyeceği üzerinde düşünmemizi istemektedir. İşte bu yüzden hangi hayat sahasında olursa olsun dengeli olan her fiili Kur'ân amel-i sâlih olarak nitelendirmektedir. Bu adalet ilkesi hayatın her alanında orantı, denge ve güzellik için gerçekten faaliyet gösteriyorsa niçin inkâr edilmektedir. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (3: 83).
Kur'ân, denge veya adalet ilkesini ihlâl eden her türlü fiili göstermek üzere çeşitli ifadeler kullanmaktadır. Bunlardan bazıları: Zulm, Tuğyan, israf, Tebzir, Ifsad, Iîİda ve Ud-van'dır. Şimdi bu kelimelerin her birinin neyi ifade ettiğine bakalım. Arapça'da zulm ile nitelendirilen şey, "uygun biçimde veya düzen içinde" olmayandır. Bu yüzden şirk veya Allah'a ortak koşmak, bundan daha uygunsuz bir şey tasavvur etmek imkân dahilinde olmadığından, en büyük zulm olarak tanımlanmaktadır. Düzen içinde olmayan herşeyİn denge ve adaletten yoksun olduğu açıktır. Aynı şekilde tuğyan ifadesi "aşırı veya asıl Ölçünün üstünde" anlamına gelmektedir. Bir nehrin taşmasını ifade etmek için tuğyan kelimesi kullanılır. Böyle bir durum normale, dengeye ve adalete aykırıdır. Aynı şekilde İsraf, Tebzir, İfsad ifadeleri îtida ve Udvan gibi ikisi de sınırı aşmak anlamına gelmekte olup, aynı kategoriye dahildir. (Ebû'l-Kelâm Azad, The Tarjuman al-Qur'an).
Kur'ân-ı Kerîm'in nazil olduğu, Hristiyanlı-ğın altıncı asrında monoteistik (tek tanrıcı) ideoloji geniş boyutlarda gelişmişti. Peki Kur'ân'm sunduğu itikadın niteliği nedir? Diğer ideolojileri inceleyip bu yeni nizama baktığımızda, bu yeni inanç sisteminin kapsamlı bir Allah'ın Birliği kavramını yerleştirdiğini görürüz.
Antropomorfizm (Allah'ı insan şeklinde ve İnsanın haiz olduğu vasıflarda bir şahsiyet gibi tasavvur etmek) zıddı transandantalizm (aşkınlık felsefesi) noktasından Kur'ânî aş-kmlık anlayışı, daha önce erişilmemiş olan bir mükemmellik hâlini varsayar. Kur'ân indirilmeden önce insan zihninin ulaşabildiği en yüksek nokta, tasvirlerin yerine görünmeyen bir Tanrı'ya ibadet İdi. Fakat ilâhi sıfatlar konusunda, hiçbir yerde Allah'ı insanla ilgili sıfatların Ötesinde nitelendiren bir kavram yoktu. Musevilikteki kavram bile, hangi biçimde olursa olsun tasvire ibadeti yasakladığı halde, benzetme hastalığından kurtulamamıştır. Allah'ın, Yakub ile güreşmesi, Sînâ Dağı'nda ateş şeklinde görünmesi, Musa'nın Tanrı'yı arkadan görüşü, Musa'nın Tanrı'sının kayıtsızlık içinde davranması ve sonra da pişman olması, İsrail'e sevgili karısı gibi davranması ve onun vefasızlığı karşısında Üzülmesi, kendi içinde bir ağrı duyması ve kalbinde bir yaranın açılması ve buna benzer şeyler Eski Ahit'te sunulan Tanrı'nm portresidir.
Kur'âni kavramdan önce insan zihni antropo-morfik benzetmeler yapmaktan kurtulamıyor ve İlâhî sıfatların ihtişamını doğrudan göre-miyordu. Eski Ahitte mükemmel sıfatlarla birlikte insana has vasıfların ve ihtirasların Allah'a yakıştınldığını görüyoruz. Hz. İsa bile evrensel lütuf için Allah ile konuşmak istediği zaman, baba ile oğul arasındaki ilişki benzetmesine tâbi tutuluyordu. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu konumuna yükselten bu temayüldü. Fakat Kur'ân'ın kavramlarına baktığımızda yeni bir düşünce dünyasının gözlerimizin önüne serildiğini görürüz. Bu düşünce dünyasında antropomorfik benzetmelere yer yoktur ve aşkmcılık mükemmelliğe ulaşmıştır. "O'na benzer hiçbir şey yoktur." (41: 11). "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür." (6: 103). "De ki: O Allah birdir. Allah Samed'dir. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (112: 1-4).
Eski Ahine ve Kur'ân'da ortak olan bu konuyu inceleyin. Eski Ahit görünen bir Allah'tan bahsederken, Kur'ân sadece Allah'ın görünen nurundan bahsetmektedir. Eski Ahit Allah'a somut bir şekil biçerken, Kur'ân Allah'ın görünen bir meleğinden bahsetmektedir. Konuyu daha İyi açıklamak için Eski Ahiftsa. alınan aşağıdaki bölümlere bakalım:
"Ve Sına Dağı hep tütüyordu, çünkü Rab onun üzerine ateş içinde İnmişti..." (Çıkış, 19: 18). "Ve Rab dedi: İşte, yanımda bir yer var, ve kaya üzerinde duracaksın; ve vâki olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni kayanın bir kovuğuna koyacağım, ve ben geçinceye kadar elimle seni örteceğim; ve elimi kaldıracağım, ve arkamı göreceksin; fakat yüzüm görülmiyecek." (Çıkış, 33: 21-23). "Ve Rab bulut direğinde indi, ve çadırın kapısında durdu, ve Haninle Miryamı çağırdı; ve onların ikisi çıktılar. Ve dedi: Şimdi sözlerimi iyi dinleyin; eğer aranızda bir peygamber varsa, ben, Rab, ruyetkte ona kendimi bildireceğim, rüyada onunla söyleşeceğim. Kulum Musa öyle değildir; bütün evimde sâdıktır; onunla remz ile değil, açıkça, ağız ağıza söyleşeceğim; ve Rabbin suretini görecek; öyleyse kulum Musa aleyhinde söylemekten niçin kork-madınız?" (Sayılar, 12: 5-8).
Kur'ân yukarıdakileri şöyle yorumlamaktadır: "Musa, tâyin ettiğimiz vakit gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca: 'Ey Rabbim, Kendini bana göster de Seni göreyim!' dedi. Rabbini hiçbir zaman göremeyeceksin, ancak şu dağa bak, eğer dağ yerinde durabilirse, sen de Beni görürsün!' buyurdu. Ve Rabbi dağa tecelli edince, onu paramparça etti, Musa da baygın bir hâlde yere düştü; kendine gelince: 'Münezzehsin, Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim!' dedi." (7: 143).
Aşkmlık (müteâliyet) ve reddediş arasında elbette bir fark vardır. Aşkınhk insan zihninin ilâhî sıfatlara yaklaşırken her türlü beşerî Özellikten sıyrılmasını öngörür,. Diğer yandan inkarcılık Allah'a giden yolda insan zihni tarafından kavranabilecek her sıfatı reddederek boşluk ile sonuçlanır. Kur'ân'ın amacı tam anlamıyla fizikötesi bir Allah kavramı sunmaktır, bir inkâr faaliyeti başlatmak değil. Şüphesiz Upanişadlardaki Neti Neti metodu ileri bir fizikötesi görüş meydana getirdi. Fakat uygulamadaki sonuç neydi? Mutlak Brahma, hiçlikten kaçınmak için İşvara'nın somut hâline bürünmek zorunda kaldı.
Sıfatların kabul edilmesi insana benzetmeye götürürken, inkâr tamamen hiçliğe götürür. Aynı şekilde kişileştirme veya benzetme hakikati kavramamızı engellerken, inkâr faaliyeti bizi kesin inancın tesellisinden mahrum bırakır. İşte bu yüzden Kur'ân orta yolu seçmiştir.
Akla gelecek her sıfatın beşerî sıfatlarla ilişkisi olacağı için insan zihnine Allah'ın sıfatlarını tahayyül etme imkânı tanınmazsa, aşkınhk (müteâliyet), tamamen Allah'ı inkâra yol açar, hiçbir zaman kesin bir inanç oluşmaz. Şayet Allah'a yaklaşımımızda, sıfatların tümden inkârına kalkışırsak, sonuçta kişinin İlâh ile ilgili müşahedelerinde tesir alam Allah'ı inkâr olacaktır; çünkü, yokluk anlayışını varlık anlayışından ayrı düşünemeyiz.
Allah'a inanmak insan tabiatının bir iç talebidir. Bu talebi hayvanlık seviyesinden insanlık seviyesine yükseltmek için insanın Önüne bir ideal koyması lâzımdır. Buradaki zorluk zihnimizin gözü önüne Mutlak'ın hiçbir resmini koyamamamızdır. Bunu ancak açık (pozitif) sıfatlarla kişileştirerek yapabiliriz. Hakikatin güzelliğine açık sıfatlar perdesi aracılığıyla bakmaya çalışmamızın sebebi budur. Perde bazen ince, bazen kalındır, bazen korkutucu ve bazen cezbedici, faat hep oradadır. Asla kaldırılamaz.
Gerçek şudur ki, hakikat kendi üzerine bir perde koymamıştır. Ona dikkatli bakma yeteneği olmayan bizim gözümüzdür. Onu gözlerimizin önüne koyulmuş perdelerle görmeyi arzularız ve hakikatin üzerinde perde olduğunu hayal ederiz. İnsan niteleyici olmayan bir kavramı anlayamaz. Dolayısıyla anlayabileceği ve sahip olabileceği bir nesnenin peşinden koşmak ister. İhtiraslı bir şekilde aşık olabileceği ve ardından çılgınc*a koşabileceği bir güzelliği arzular. Uğrunda ellerini açıp dua edebileceği ihsanı arzular ve mevkisine rağmen gözü hep yükseklerdedir. "Çünkü Rabbin, devamlı gözetendir." (89: 14).
Niteleyici olmayan bir sıfat karakter itibariyle olumsuzdur. İnsanın susuzluğunu gideremez. Elbette felsefî bir bakış getirir, fakat hiçbir zaman faal ve yaşayan bir inanç olamaz. İşte bu yüzden Kur'ân, üzerinde sadece mükemmel bir fizikötesi bakış kazanacağımız değil, aynı zamanda insana benzetmenin her çeşidine karşı koyabileceğimizi hissedeceğimiz bir yol takip etmektedir. Ferdî sıfatları tek tek tasdik etmektedir. Fakat aynı zamanda benzetmeyi reddetmektedir. Allah'ın insanın aklının alamayacağı bütün sıfatlara sahip olduğunu söylemektedir. O Hay (yaşa-yan)'dır, Kadir (kudret sahibİ)'dir, Mükevvin (yaratıcı)'dır, Lûtufkâr (rahmet sahibi)'dır, Basir (her şeyi gören)'dir, Semi (her şeyi işi-ten)'dir, Alim (her şeyi bilen)'dir. Bununla kalmayıp Kur'ân literatürde kabul gören her türlü şeklî açıklamayı tereddütsüz kullanmaktadır. "Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır." (5: 64). "O'nun Kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır." (2: 255).
Aynı zamanda hiçbir şeyin Allah ile mukayese edilemeyeceğini açıkça belirtmektedir. "O'na benzer hiçbir şey yoktur." (42: 11). "Gözler O'nu görmez." (6: 103). "Allah'a meseller vermeğe kalkmayın! (16: 74). O'nun varoluşu, rubûbiyeti, görmesi', işitmesi veya bilmesi bizimkine benzemez. "El" benzetmesi O'nun kudretine ve merhametine, "Arş" benzetmesi O'nun hükümranlığına ve denetimine işaret etmek İçin kullanılmıştır. Fakat buradaki yaklaşım tarzı, bizim onları insan faaliyeti ile ilişkilerini kurarak kafamızda canlandırma tarzımız ile aynı değildir.
Allah kavramı açısından Kur'ân'm tavrı tek çıkar yoldur. Başka hiçbir yaklaşım tarzı bu düğüme bir çözüm olamaz. Bİr yandan Hakikat o kadar yüksektir ki insan zihni ona yeti-şemeyeceğini hissetmektedir. Diğer yandan insan tabiatında bu Hakikate bir şekil vermek dinmeyen bir istektir. Bununla beraber insanın onu yakalama çabası her defasında boşa çıkmaktadır. Fakat Allah'ın bir görüntüsünü yakalama arzusu herşeye rağmen derindir.
Sadece aşkmhğa yönelirsek inkâra gideriz. Sıfatları kabul edersek kendimizi kişileştirme içinde kaybederiz. Selâmet bir orta yolu takip etmekte yatıyor. Ne dizginleri aşkınlığın eline vermek zorundayız, ne de sıfatların kabulünü tamamen terketmek zorundayız. Tasdik etmek sıfatları hoş bir şekilde sergileyecektir. Aşkınlık bakışımızı karartan benzetme gölgelerini engelleyecektir. Biri, Mutlak'in güzelliğinin sıfatların ışığı altında görünmesini sağlayacaktır. Diğeri bütün benzetmelerin bu güzelliği gölgelemelerine engel olacaktır.
Upanişadlann yazarları sıfatların inkârında haddi aştılar. Müslüman diyalektikçilerin farklı ekolleri Upani§ad\ardan daha ileri gittiler ve ilâhî sıfatlar meselesini İçinden çıkılmaz bir hâle getirdiler. Cehmiye ve Bâtıniye, sıfatları kesin olarak reddetti.
Mutezile ise onları açıkça reddetmedi, fakat eğilimleri iki gruba ayrıldı. İmam Ebu'l-Ha-san Eş'ari, el-İbane adlı eserinde görülebileceği gibi dengeli bir tavrı öngördü. Fakat takipçileri sıfatları yorumlarken aşırıya gittiler ve meseleyi karmaşıklaştırdılar. İmam Cüveynî bu dünyadan ayrılırken şunlan söylüyordu: "Bu dünyadan, annemin bana söylediği inançlara inanarak gidiyorum." Ortaya bir çözüm konulduğunda, bu Kur'ânî oluyordu. Bu ihtilâfta önemli bir yeri olan Eş'ari Mektebinden İmam Fahruddin Râzî, son çalışmasında nihai olarak bu gerçeği teslim etti-"Felsefe ve diyalektiğin sunduğu bütün usûlleri kullandım, fakat sonunda bu usûllerin işleyen kalblere bir teselli vermediği gibi, susayanın da susuzluğunu gideremeyeceğini anladım. En İyi metod ve gerçeğe en yakın olan Kur'ân'ın sunduğu usûldür." Sıfatların tasdik edilmesi hususunda "Rahim olan Allah göklerin Tahtına oturuyor" ve benzerliğin reddi için "O'na benzeyen hiçbir şey yoktur." âyetlerini oku. Bir başka deyişle, hem tasdiki hem de reddi elden bırakmayın. Benim tecrübe ettiklerimi tecrübe etme fırsatını bulanlar, benim yaptığım gibi, hakikati anlayacaklardır."
İşte bu yüzden ilk gelenekçiler Kur'ân'da Allah tarafından bildirilenlere inanıp tasdik ederek, fakat onlar üzerinde akıl yürütmeyerek ve yorum yapmayarak tefviz veya boyun eğme tavrı sergilediler. Bu yüzden Cehmiye'nin sıfatları reddini, Mutezile ve Eş'ariye'nin yorumlan gibi inkâr olarak nitelendirdiler. Tam tersine diyalektikçiler onları insana benzetme temayülleri ile suçladılar; fakat onlar bu isnada kendilerinin sözde insana benzetişlerinin diyalektikçilerin inkârından daha iyi olduğunu söyleyerek cevap verdiler. Buna gerekçe olarak, diyalektikçilerin negatif tavrının hiçbir iyi yanı yokken kendi tavırlarında kesin bir inancın bulunduğunu söylüyorlardı.
Sonraki gelenekçilerden İmam İbni Teymiye ve öğrencisi İmam İbni Kayyım mesele üzerine ciddiyetle eğildiler ve ilk gelenekçiler tarafından ortaya konan tavrın yeterince sağlıklı olduğu sonucuna vardılar.
Bu konuda Ârî've Semitik tavırlar arasındaki farkı şimdi daha iyi ayırabiliyoruz. Ârî felsefesi, surete ibadet kapısını açarak insanın Allah'ı kişileştirme içgüdüsünü tatmin ederken, Kur'ân bu içgüdüyü sadece Allah'ın sıfatlarını kişilesürerek ve daha ileri gidilmesini engelleyerek tatmin etti. Sonuçta her türlü surete ibadet eğilimi engellendi.
Kur'ân-ı Kerîm, muhtevasını iki kısmı ayırmaktadır: Bîri muhkem ve diğeri müteşâbih. Muhkem, insan zihni tarafından anlaşılır olanlardır, günlük hayat ile ilgilidirler ve eş anlam içermezler. Dİğer yandan müteşâbih, Kur'ân'ın insan aklının tamamen kavrayamadığı ve bu sebeple bunları İncelemeye teşebbüs etmemesi gereken veya derinliğine bir inceleme konusu yapılmaması gereken âyetlerdir. "Kitâb'ı sana o indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (kesin anlamlıdır), bunlar Kitâb'ın temelini oluşturur. Diğerleri de anlamlan belirsiz olanlardır. Kalblermde eğrilik olanlar, saptırmak ve arzularına göre yorumlamak gayesiyle anlamları belirsiz olanlara uyarlar. Oysa onların gerçek anlamını sadece Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabb'imiz katındandır!' derler ve bunları ancak gerçeği kavrama Özelliği olanlar düşünür ve anlarlar." (3: 7).
Sıfatlar müteşabihat olarak ele alınmalıdır. Bundan dolayı Kur'ân, onları yorumlamak için harcanan zihnî çabaları faydasız olarak değerlendirmektedir. Bu durumda ortaya konacak en uygun tavır tefviz, yani onları tasdik ve iman tavrı, hüküm vermeme tavrıdır. Di-yalektikçilerimizin ortaya attıkları bütün felsefi tartışmalar Kur'ân'ın öğretisine uymamaktadırlar.
Rahmet ve güzellik açısından da Kur'ân'ın aşkınhğı mükemmeldir. Kur'ân indirildiği zaman Yahudilerin Allah kavramında dehşet unsuru hâkimdi. Magian anlayışı ise, aydınlığın ve karanlığın gücünü iki ayrı varlık gibi sundu. Hıristiyanlık, sevgi ve lûtfu vurgulamakla birlikte insan davranışları için karşılık vermenin önemi ikinci plâna İtilmişti. Benzer şekilde, Budizm taraftarları sevgi ve lûtfu vurguladılar, fakat adalet anlayışı gereken kabulü görmedi. Kur'ân, bir yandan dehşet unsuruna mahal bırakmayan, öte yandan İnsan fiilinin karşılığı kanununu gereği gibi kabul eden bir rahmet ve güzellik kavramı sundu. Bu kavram adalette karşılık kaidesine dayanıyordu. Allah'ın sıfatları konusunda Kur'ân'ın tavrı aşağıdaki âyetlerde ifade edilmektedir: "De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırsanız en güzel isimler O'nundur." (17: 110).
Burada Kur'ân Allah'ın sıfatlarına Allah'ın en güzel isimleri olarak işaret edilmektedir. Bir başka deyişle, Allah'ın güzel olmayan sıfatı yoktur. Kur'ân onlara Kitab boyunca sık sık değinmektedir. Bunlar arasında şiddet ve azamet sıfatları gibi görünebilen çok az sıfat va-dır. Bunları bile, adaletle bütünleşen bir gücü temsil ettiklerinden, güzel olarak nitelendirmektedir. Güç ve adalet, hayatın faydalarında kullanıldıklarında güzel sıfatlardır; şiddet ve korkutuculuk olarak nitelendirilemezler. Haşr sûresi'nde rahmet ve güzellik, hiddet ve gazapla içİçedir ki her biri Allah'ın güzel isimleri olarak anılmaktadır: "O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yotur. Bütün mülkün sahibidir, mukaddestir, selâmete erdirendir, güven sağlayandır (mümin), görüp gözetendir (müheymin), üstündür (aziz), zor kullanma gücüne sahiptir (cebbar), uludur (mütekeb-bir); Allah, onlann ortak koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir. O, yaratan, yoktan var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde her şey O'nu teşbih eder. O, üstündür (aziz), hikmet sahibidir (hâkim)." (59: 23-24).
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na onlarla (o güzel isimlerle) dua edin ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın." (7: 180).
Bu nedenle Fatiha sûrestnde Allah'ın sıfatları Rububiyet, Rahmet ve Adi olmak üzere üç sıfatla özetlenmiş ve burada şiddete (gazaba) kesinlikle yer verilmemiştir.
Kur'ân'ın Allah'ın Birliği kavramı öyle mükemmel ve kesindir ki ondan daha etkilisini bulmak çok güçtür. Allah varlığında tek ise sıfatlarında da tek olmalıdır. O'nun sıfatlarını bir başkası paylaşacak olsaydı, eşsizliğinden bahsedilemezdi. Kur'ân'ın indirilmesinden önce diğer dinlerin hepsi Allah'ın Birliği'nin olumlu yanını vurgulamış!ardır.Fakat onun olumsuz yanını vurgulayan olmamıştır. Olumlu yanı, Allah'ın tek olduğudur. Olumsuz yanı O'na benzer hiçbir şeyin bulunmamasıdır. O'na benzer hiçbir şey yoksa, O'nun için sözkonusu edilen sıfatların hiçbiri aynı zamanda başkası için sözkonusu edilemez. İlk kabul "Varlıkta Birlik", ikinci kabul "Sıfatlarda Birlik" olarak isimlendirilir. Şüphesiz Kur'ân'ın getirdiği kavramdan önce Varlık Birlik kavramı vurgulanıyordu, fakat daha sonra Sıfatlarda Birlik kavramındaki incelikler anlaşılmaya başlandı.
İşte bu yüzden eski dinlerin tümünde Allah'ın Birliği inancını, bir surete veya bir kahramana ilâh gibi tapınma inancı ile yanyana görüyoruz. Hindistan'da belki de başlangıçtan beri bir kahramana ilâh gibi tapınmanın ve yarı insan-yan ilâhlara ibadetin halk için gerekli olduğuna, Allah'ın Bİliği kavramının sadece elit tabaka İçin sözkonusu olduğuna inanılmıştı. Eski Yunan'da da aynı durum sözkonu-suydu. Eski Yunan düşünürleri Olimpus tanrılarının kendileri için hakikati ifade etmediğinin farkındaydılar. Buna rağmen Sokrat dışında hiçbiri halkın bu tanrılara olan inancına karışma ihtiyacım hissetmemişti. Eğer tanrılara ibadet sürdürülmezse halkın dinî hayatı-
nın karışacağını düşünüyorlardı. Pisagor'un. Aritmetik Sistemini tamamladıktan sonra minnettarlığını belirtmek üzere yüz öküzü tanrılara kurban ettiği söylenir.
Bu vesileyle, özellikle dikkat edilmesi gereken husus, bir dinin kurucusuna veya bir fikrin öncüsüne verilen statüdür. Öğretici, büyüklük vasfını sergilemediği sürece bir Öğretinin büyüklük şanını kazanamayacağı açıktır. Fakat şahsiyetin büyüklüğünün sınırları vardır. Birçok kimse bir sınır çizgisi çekemediği için hataya düşmüştür. Sonuçta bir dinin veya felsefî ekolün öncüsü bazen bir Avatar, bazen bir Tanrı'nm oğlu ve bazen de Tan-n'nın ortağı olarak nitelendirilmiş, bunun mümkün olmadığı yerlerde ona genelde Tanrı'ya gösterilen saygı ve bağlılık gösterilmiştir. Mesela Yahudiler, ilk cahiliyye dönemlerinden sonra, surete ibadeti öğrenmedikleri halde peygamberlerinin ardından heykeller diktiler ve onlara, ibadet yerlerine olduğu gibi kutsallık atfetmişlerdir. Buda'nın Öğretisinde kesinlikle surete ibadet yoktur. Gerçekte, onun ele geçen son vasiyetinde: "Benim küllerime tapmayın. Eğer taparsanız kurtuluş yolu size kapanır." demektedir. Buna karşılık ona bağlı olanların ne yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Buda'nın külleri üzerine tapınaklar kurmakla kalmadılar, dinini yaymakta bir araç olarak dünyanın her yerine heykellerini diktiler. Şu bir gerçektir ki, bugün Buda'nın heykelleri dünyadaki diğer ilâh veya şahsiyetlerin heykellerinden çok daha fazladır. Yine aynı şekilde biliyoruz ki Hıristiyanlığın gerçek öğretisi Allah'ın birliği üzerinde yoğunlaşmıştır, fakat daha yüzyıl gemeden Hz. İsa'nın kendisi Tanrı konumuna yükseltildi.
Fakat Kur'ân her türlü sapmayı önleyecek kadar mükemmel bir sıfatlarda birlik görüşü sunmuştur. Sadece Allah'ın birliğini öncelikli olarak vurgulamakla kalmadı, aynı zamanda çok tanrıcılığa giden bütün yolları kapadı. Bu onun en temel özelliğidir.
Kur'ân sadece Allah'ın ibadet edilmeye layık olduğunu söylemektedir. Yolunuzdan saparak bir başkasına yönelirseniz, Allah'ın Birliği'ne inanan bir mümin olmaktan çıkarsınız. Kur'ân insanın çağrısına cevap verenin ve dualarını kabul edenin O olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla dualarınızda O'ndan başkasına yalvarırsanız Allah'ın ilâhlığına başkasını ortak koşuyorsunuz demektir. Bütün ibadet şekilleri Allah ile insan arasındaki bağlardır. İbadetinizde başkasına ortak koşarsanız, ibadetin ruhu kaybolur. Daha da önemlisi Allah'ın Birliği'ne olan inancınız kaybolur. Bu yüzden duanın biçimi Fatiha sûresinde şu şekilde tayin ediliyor: "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım İsteriz!" 'Ancak sana' ifadesi özellikle vurgulanmaktadır. Kur'ân yine aynı şekilde 'Allah'ın sıfatlarında birliğini' büyük bir önemle vurgulamaktadır, Öyle ki Kur'ân'ın tümünde bu hakikate işaret etmeyen bir sayfa bulmak güçtür.
Kur'ân'ın ilgilendiği en önemli mesele, Kur'ân'ın sunduğu çerçevede peygamberlerin tam konumudur. Kur'ân tekrar ve tekrar İslâm Peygamberi Hz. Muhammed @'in bir beşer ve Allah'ın bir kulu olduğuna işaret etmektedir. İslâm'ın amentüsü şudur: "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Bu yeminde Allah'ın Birliği'ne şahitlik, Allah'ın bir kulu ve O'nun mesajının temsilcisi olarak Hz. Peygamber @'in konumuna şahitlik kadar vurgulanmıştır. Bu niçin islâm'ın esasıydı? Şüphesiz Hz. Peygamber @'in bir Avatar olarak nitelelendirilmesi, Allah'ın kulu konumundan Allah konumuna yükseltilmesini engellemek içindi. Bir insan Allah'ın birliğine iman etse bile, Peygamberin Allah'ın bir kulu olduğuna iman etmediği sürece İslâm dairesine giremez. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar arasında birçok ihtilâf çıkmasına rağmen, onun şahsiyeti konusunda bir farklılığın savunulmamasınm sebebi buydu. Vefatından birkaç saat sonra minberde bir konuşma yapan Hz. Peygam-ber'in kaymbabası ve İslâm'ın ilk halifesi Ebu Bekr şöyle demektedir: "Kim Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed öldü. Kim Allah'a tapıyorsa, bilsin ki, Allah hayat sahibidir (Hayy), ölümsüzdür (la yemut)!"
Kur'ân'ın indirilmesinden önce, dini tebliğde halk ile elit arasında fark gözetilmekteydi. Hindistan'da tesbit edilen üç sınıf vardır: Avam için surete tapınma ve elit için Allah'a yakınlık metodu uygun görülürken, elitlerin eliti için panteist hayatın imtiyazı öngörülüyordu. Eski Yunan'da da aynı durum sözko-nusuydu. Soyut bir tanrı fikrinin sadece felsefe ilminde derinleşmiş kimseler tarafından kavranılmasının mümkün olduğuna ve avamın yarı insan-yarı tanrılara ibadetle ilgilenmesinin daha uygun olduğuna inanılıyordu. Kur'ân bu ayırımı kaldırdı ^Allah'a yaklaşmanın tek bir yolunu göstererek, ilâhi sıfatlar konusunda tek bir görüş sundu. Hem avama hem de filozoflara hakikatin aynı ışığını gönderdi. Onların hepsine tek bir inanç ve iman kapısı açtı.Kur'ân'ın sunduğu Allah kavramının gayesi hem filozofu ve bilgeyi, hem köylüyü ve çobanı tatmin etmekti.
Bu meselenin üzerinde durulması gereken başka bir yönü daha vardır. Hindistan'da görülen avam İle elit arasındaki bu ayırım pratik uzlaşma duygusunun bir sonucuydu. Orada her dinî inanç ve tatbik biçiminin büyüme ve gelişme imkânı vardı. Başka milletler arasında iç savaşlara sebep olan dînî farklılıklar burada bir uzlaşma konusu haline geldi. Uyumluluk burada hayatın ruhuydu. Bir Vedantist, hakikate yakınlığın surete ibadetten daha zor olduğunu bilir. Fakat hiçbir zaman surete ibadete sırt çevirmez; çünkü Allah'a giden yolda ilk merhalenin bu olduğunu, insanın katet-mek için seçtiği yol ne olursa olsun nihaî hedefin herkes için bir ve aynı olduğunu düşünür. Prof. C. E. M. Joad, Hindistan tarihinin bu özelliğine daha önceki bazı yazarların yaptığı gibi Özel bir yer ayırmaktadır.
Kur'ân'ın özelliği, inanç konusunda herhangi bir tavize yanaşmayı reddetmesidir. Onun tek ve yüce ilâh anlayışı kesin olup değişmezdir. Bu kesinlik ise onu diğer inançlara karşı hoşgörülü olmaktan alıkoymaz. Fakat onlarla uzlaşmaya yanaşmaz.
Kur'ân, Allah anlayışım insan fıtratının evrensel ve aslî hislerine dayandırmaktadır. Bu kavramı sadece özel bir entellektüel sınıfın çözebileceği bir muamma haline getirmemektedir. Hayat hakkında evrensel insan hissi nedir? Bu, kâinatın kendi kendine meydana gelmediğidir; yaratılmıştır: dolayısıyla bir yaratıcısı olmalıdır. Kur'ân'ın işaret ettiği sadece budur. Bundan başka ve bunun üzerinde ilgilendiği herşey dinî öğretiye girmemektedir. Bunların hepsi insanlar tarafından düşünülmesi ve tecrübe edilmesi için bırakılmıştır. "Ama biz(im uğrumuz)da cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir." (29: 69). "Kesin inanacak insanlar için arzda (Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren) nice işaretler var. Kendi canlarınızda da öyle. Görmüyor musunuz?" (51: 20-21).
Hindu düşünürler toplumun farklı sınıfları arasında farklı düşünce dereceleri dağıttılar. İslâm'daki düşünce ve inanç bakış açısı böyle bir fark gözetmemektedir. Fakat yetenekler farklıdır. Herkes bilgi için aynı susuzluğu hissetmez. Bir sınıf olarak kitlelerin belirli kalıpları olabilir, fakat onlar içinde bireyler bunlarla sınırlı değildir. Onları aşabilir ve kendi şahsî yetenek ve eğilimlerini takip edebilirler.
Buhari ve Müslim'den rivayet edilen ve Cibril hadisi olarak bilinen sahih bir hadiste, zihnin üç düşünce kademesinden bahsedilmektedir, islâm, iman ve ihsan. İslâm, İslâm'ın şartlarını tasdiki, Ramazan ayında orucu, günlük ibadeti, haccı ve zekâtı içermektedir. İman ise sadece bu şartların kabulü ile yetinmemekte, onlara kesin teslimiyeti telkin etmektedir. İhsan ise, Allah'ı görüyor gibi ibadet etmek, biz O'nu göremiyorsak da O'nun bizi gördüğüne inanmaktır.
İlk kademe genel tavıra işaret etmektedir. İnancın şartlarını kabul eden ve belirli sorumluluklar yüklenen kimse İslâm dairesine gir-mİştİr. Fakat bu giriş bir teslimiyet hâlini gerektirmemektedir. İslâm'ın İlk basamağı sadece onun dış yüzünü temsil etmektedir. İslâm'ın ikinci kademesi olan İman'da, İslâm kişinin zihnini ve kalbini sarmaktadır. Bu kademeye ulaşılınca insan seçtiği daireye girer. Fakat mesele burada bitmez. Hakikatin bilgisi veya gerçek inanç daha sonraki kademede oluşur ki, bu İhsan dönemidir. Fakat bu, toplulukların ulaşabileceği bir inanç veya aklî kazanım safhası değildir. Bu, ferdî tecrübe veya şahsî aydınlanma aşamasıdır. Eğitim, inanç öğetileri veya aklî faaliyet bu aşamanın geçilmesini temin etmez. Şahsi manevî gayretin bir sonucudur. Ne öğretilecek ne de öğrenilecek bir meseledir. Bu merhaleyi geçen kimse şayet birşey söyleyecekse, söyleyeceği şey, "Benim gİbİ ol ve göreceğini gör! "den başka bir şey değildir. Biri bana "aşk nedİr?': diye sordu: "Benim gibi ol, sonra ne olduğunu öğreneceksin" dedim.
İslâm her türlü manevî susuzluğun, tatmin edilmesi için şartlar hazırlamıştır. Ortalama bir insan için bir başlangıç dönemi, daha ilerde olan için ikinci bir dönem, ve elit için bur üçüncüsü vardır. Hepsinin susuzluğu aynı anda giderHecetir, fakat kullandıkları kap farklı olabilir. Herkes kendisine uygun kabı alır.
Burada şunu belirtelim ki, insan Kur'ân'daki belirli ifadeleri dikatlice okursa bu İfadelerin varlıkta birlik veya panteizm kavramı konusunda çeşitli yorumlara müsait olduklarını görecektir. Mesela "O İlktir ve Sondur", "O Zahir ve Bâtındır", "Nereye dönerseniz Allah'ın yüzünü görürsünüz", "O sîze şahdama-rınızdan daha yakındır" ve "O her an sânını gösterir." Aynı kavram, var olan herşeyin sonunda Allah'a döneceğini ifade eden sözlerde de görülebilir. Bu kavramı kabul edenler bu ifadeleri kendilerini desteklemek için kullanırlar. Şah Veliyullah daha da ileri giderek şunu iddia etmektedir: "Panteist 'Varlıkta Bir-Ük teorisini ispat etmek istersem bunu Kur'ân'a veya Hadise müracaat ederek yapabilirim." Fakat şu bir gerçektir ki bu ifadelere zorlanmış yorumlar vermenin veya onlara Hz. Peygamber @ zamanında yaşayan müslü-manların vermediği anlam veya önemi bahşetmenin uygun olmayacağını söylemek haksızlık olmaz. Gnostikler tarafından takip edilen, aydınlanma yoluyla Allah'ın nuruyla aydınlanma metodu, Kur'ân'ın Allah kavramının prensipleriyle kesinlikle çelişkide değildir. Kur'âni kavram, Allah ile İlgili olarak birleyici her kavramı ifade edecek kadar geniştir. İhsan derecesine ulaşan kimseler, hakikati bütün parlaklığıyla görebilirler ve insan ruhu için mümkün olan en yüksek mevkiye doğru tırmanırlar.
Şu belirtilmelidir, ki hakikatin araştırılmasında, insan zihni Fatiha sûresinin üzerinde yoğunlaştığı Allah'ın üç sıfatına, Rubûbiyeî, Rahmet ve Adalet sıfatlarına dikkat etmelidir. Hayatın veya kâinatın işleyişinde görüldüğü gibi, bu sıfatların bir incelemesi gösterecektir ki her bir sıfat bir diğerini sürekli olarak desteklemekte, nesnelerin ilâhî düzeninden oluşan güzelliği gözler önüne sermektedir. Böyle bîr inceleme hakikatin her arayıcısına düşünmesi için muazzam bir saha suna: çaktır." (Ebu 1-Kelâm Azâd).
İhdinas-sîrat-el-Mustakim - Sırat el-Lezine en'amte' Aleyhim; ğayril mağdubi 'aleyhim vele-ddallîn.
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil!"
Hidâyet rehberlik etmek, yol göstermek anlamına gelir. Konuya genel olarak zaten değinilmiştir. Burada, hidayetin Kur'ân'da geçen farklı çeşitlerine değineceğiz. Bunlardan Vahiy özel Öneme sahiptir.
Allah'ın rubûbiyetinin her canlı türüne uygun bedenler sağladığı gibi, bu bedenlere uygun nitelikler de bahşettiğini daha önce zikretmiştik. Her canlı türünü fıtratı gereği hayat için lüzumlu tedarikleri ve rızkı arayıp bulmaya yönelten, onlara bahşedilmiş olan nitelik ve kabiliyettir. Kur'ân, hayatın bu gerçeğine tekrar ve tekrar dikkat çekmektedir. Bir canlının büyümesini, gelişmesini ve kemâle ulaşmasını sağlayan farklı vasıtalar vardır; bunlar arasında en yüksek dereceye sahip olan hidayettir. Kur'ân'ın A'iâ sûresi dört safhadan bahsetmektedir:
"Yüce Rabbinin İsmini teşbih et. O ki, yaratıyor ve yarattığına düzen veriyor. Her varlığı, ölçü içinde tasarlayıp gayesine yöneltiyor." (87: 1-3).
Bu âyetlerde gösterilen safhalar şunlardır: Tahlik, Tesviye, Takdir ve Hidâyet. Şimdi hepsini sırayla inceleyelim.
Tahlik, yoktan var etmek anlamına gelir. Tesviye, yaratılan bu varlığa uygun bir biçim vermektir. Takdir, daha önce uzunca açıklan-