KISM 9. 1

HZ. PEYGAMBER’İN KUR’AN-I KERİM’İ TEFSİRİ. 1

Hz. Peygamber @'İn Tefsirine Vesile Teşkil Eden Durumlar 1

1- Hz. Peygamber @'in Âyeti Okuyarak Kendiliğinden Tefsir Etmesi 1

2- Hz. Peygamber @'in Âyet Hakkında Soru Sorarak Âyetin Manasını Açıklaması 1

3- Muhtelif Şahısların Sormaları Üzerine Açıklamaları 2

4- Hadislerin Sonunda Âyet Okumak Suretiyle Açıklaması 3

5- Siyak Münasebetiyle Açıklaması 4

6- Tefsir Edici Kısa İlâvelerle Açıklaması 4

1- Kur'ân'ın Kur'ân ile Tefsiri 5

2- Mücmeli Beyan Etmesi 5

3- Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ın Mânasını Pekiştirmek Suretiyle Beyanı 5

4- Umûmu Tahsis Etmesi 5

5- Mutlaki Kayıt Altına Alması 5

6- Müşkili Aydınlatması 5

7- Kapalı İfadeyi Açıklaması 5

8- Neshi Beyan Etmesi 5

9- Amelî Olarak Tefsir Etmesi 5

10- Takriri Olarak Beyanı 5

11- Lûgavî İzahlarda Bulunması 5

12- Kaydolunanı Tayin Etmesi 5

13- Tavsîf Ederek Açıklaması 5

14- Temsillerle Açıklaması 5

15- Tasvir Ederek Açıklaması 5

16- Ayetlerle Delillendirmek Suretiyle Açıklaması 5

17- Muhatabın Durumuna Göre Açıklaması 5

BEŞİNCİ BÖLÜM... 5

Kur'ân ve Dünya. 5

Giriş. 5

KISIM 1. 5

KUR'ÂN VE MADDÎ HAYAT. 5

Doğru Yol Bilgiye Dayanır 5

Kur'ân Ve İlim.. 5

Zihnî Muhakeme. 5

Maddî Âlemin Rolü. 5

Maddî Düşünceler 5

KISIM 2. 5

İSLÂM DİNİ VE KÂİNAT SİSTEMİ. 5

Şeriata Mecburî İtaat 5

Hak'ka İsyanın Sonuçları 5

İnsanın Yaratılışı Ve Din'in Tesbiti 5

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi 5

KISIM 3. 5

BÜTÜN SEBEPLERİN SEBEBİ. 5

Yaratıcının Varlığı 5

KISIM 4. 5

İNSAN İLE ALLAH ARASINDAKİ İLİŞKİ. 5

Kur'ân'ın Maddeye Bakışı 5

Maddeden Yaratılma Mucizesi 5

İnsanın Yaratılışı 5

Kur'ânî Akıl Yürütme. 5

KISIM 5. 5

TEVHİDİN VE ALLLAH'IN SIFATLARININ ÖNEMİ. 5

Allah'ın Varlığının Delili 5

Birlik Kavramı (Tevhid) 5

Kur'ân Ve Bilim.. 5

KISIM 6. 5

ALLAH'IN SIFATLARI VE KÂİNAT. 5

Ruhî Ve Aklî Donanım.. 5

Takdir 5

Hidayet 5

Rububiyetin Delili 5

Aklın Kullanılması 5

Yaratılış Düzeni 5

Rubûbiyetin Delilleri 5

İlâhî Birliğin Delili Olarak Rabbânî Nizam.. 5

İlâhî Vahyin Delili Olarak Rabbânî Nizam.. 5

Âhiret Hayatının Delili Olarak Rabbânî Nizam.. 5

KISIM 7. 5

İlahÎ MERHAMET: RAHMET. 5

Rahman Ve Rahîm.. 5

Rahmet 5

İlâhî Rahmetin Sonucu Olarak Kâinat Nizâmı 5

Bozmak Ve Yapmak. 5

Tabiatın Güzelliği 5

Tabiatın Sunduğu Rahatlık. 5

Faydalı Olanın Kalıcılığı 5

Kademeli Faaliyet Ve Yavaş İşleyiş. 5

Tayin Edilmiş Süre. 5

Hayatın Lezzeti 5

Tezvic: Herşeyi Çift Yaratma Kanunu. 5

Erkek Ve Dişi 5

Ferdî Hayattaki Değişim.. 5

İlâhî Birliğe Delili Olarak Rahmet 5

Ahiret Hayatının Delili Olarak İlâhi Rahmet 5

Vahyin Delili Olarak İlâhî Rahmet 5

Hak Ve Bâtıl 5

Seçme Süreci 5

Seçme İlkesinin Evrenselliği 5

Güçlü Olanın Yaşaması İlkesi ve Milletler 5

İlâhî Rahmet: Ferdî Hayat Ve Dünyevî Veçhesi 5

Nefsi Hesaba Çekme Ve Tevbe İçin Fırsatlar 5

Bağışlamanın Sınırı 5

İslâm Akaidi Ve Rahmet 5

Allah Ve İnsan Arasındaki Sevgi Bağı 5

Şeriat Ve Merhamet Meselesi 5

Şeriat Anlamında Din. 5

KISIM 8. 5

KUR'ANÎ DÜŞÜNCE SİSTEMİ. 5

Aşkınlığın Mükemmelliği 5

Aşkınhk Ve Sıfatların İnkârı 5

Ari ve Sâmî Bakış Açıları Arasındaki Fark. 5

Muhkem Ve Müteşâbih. 5

Rahmet Ve Güzellik Sıfatları 5

Peygamberliğin Sınırları 5

Sıfatlarda Birlik. 5

Hepsi İçin Bir Kavram.. 5

KISIM 9. 5

İLÂHÎ REHBERLİK: HİDAYET. 5

Hidâyet: Rehberlik. 5

 

 

 

 

 

KISM 9

 

HZ. PEYGAMBER’İN KUR’AN-I KERİM’İ TEFSİRİ

 

Hz. Peygamber @'İn Tefsirine Vesile Teşkil Eden Durumlar

 

Daha önce belirtildiği gibi Rasûlullah (5), Kur'ân'dan ashabına açıklamış olduğu husus­ları, programla ders veren öğretmen gibi an­latmıyordu. Birtakım vesilelerle bazı âyetleri izah ediyordu. Kendisine vahyolunan âyetleri insanlara tebliğ eder, amelî hüküm ihtiva eden âyetlerden, kısa ve az sözle anlatılmış birçoğunu açıklar, ne şekilde amel edileceği­ni yeterince beyan ederdi. Onlara daha fazla ayrıntı ilave edilmesi, daha sonra kendilerinin tatbikat ve izahları, müslümanların uygula­malarını değerlendirmesi şeklinde zamanla oluyordu. O bazen herhangi bir âyeti okurken kendiliğinden açıklıyor, bazen müslümanla­rın veya gayrimüslimlerin sorularına muhatap* olması üzerine, yahut sözün gelişi ve bitişi dolayısıyla açıklıyordu. Bazen bir hadisinin sonunda, hadisin tefsirini içine alan âyeti okumak suretiyle Kur'ân'ın manalarını öğre­tiyordu.

 

1- Hz. Peygamber @'in Âyeti Okuyarak Kendiliğinden Tefsir Etmesi

 

Ayetin nazil olmasının akabinde, hutbe irad ederken yahut başka bir vesile ile Rasûlullah (§> âyeti okurken, herhangi bir soruya muha­tap olmaksızın, bazen tefsir edeceğini belirte­rek, bazen belirtmeyerek, bazı âyetlerin ma­nasını bildirirdi. Aşağıda bunların misallerini zikredeceğiz.

a- Tefsir edeceğini belirtmesi: Hz. A1İ dedi ki: Size en büyük müjde ihtiva eden âyeti bil­direyim mi? O âyet şudur: "Başınıza gelen her musibet, kendi yaptıklarınız sebebiyledir. Allah ise günahların bir çoğunu bağışlıyor" (42: 30). Rasûlullah bu âyeti okuyup bana de­di ki: "Ey Ali, bu âyeti sana tafsir edeceğim:

Size dünyada gelen her türlü hastalık, ceza veya belâ yaptıklarınız sebebiyledir. Allah Teâlâ, ahirette onları ayrıca tekrar cezalandır­mayacak bir kerem sahibidir. Dünyada affe­dip de ceza vermediği duruma gelince, Allah Teâlâ, affından sonra cezalandırmaya dönme­yecek olan bir hilim sahibidir." (Müsned-i Ahnıed).

b- Herhangi bir vesile ile Kur'ân okurken tefsiri: Adiy  b.   Hatem   dedi   ki:   Tevbe sûresinden "(Yahudiler ve Hıristiyanlar) ha­hamlarını ve rahiplerini, Allah'tan ayrı rabler edindiler..." (9: 31) âyetini okuduğu sırada Rasûlullah'ın huzuruna vardım, dedi ki: On­lar, hahamlarına ve papazlarına ibadet etme­diler, lakin onlar herhangi bir şeyi helâl kılın­ca, öbürleri de onlara uyarak helâl saydılar (Buharı, Tirmizî).

Bir başka misâl: Berâ b. Âzİb'den; Hz. Pey­gamber @ "Allah, İman edenleri dünya haya­tında da, ahirette de sağlam sözle tesbît eder..." (14: 27) âyeti hakkında: Bu âyet ka­bir azabı hakkında nazil olmuştur. Kabirde ölüye: Rabbin kimdir? diye sorulur. O da: Rabbim Allah ve Peygamberim Muham-med'dir. İşte bu Azîz ve Celîl olan Allah'ın bu âyetindeki "sağlam sÖz"ün delâlet ettiği sözdür, buyurdu (Müslim, Tirmizî, Neseî, İb-ni Mâce).

c- Âyetin nüzulünü müteakip tefsir etmesi: Ebû Hureyre dedi ki: "Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir topluluk getirir de onlar sizin gibi olmazlar" (47: 38) âyeti indiğinde Selman, Rasülullah'ın yanında bu­lunuyordu. Ashab: Biz yüz çevirdiğimizde yerimize getirilecek olanlar kimlerdir acaba? deyince, Rasûlullah, elini Selman'm omuzuna koyarak: Bunun kavminden kimseler olacak­tır. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ede­rim ki din, Ülker yıldızına asılı olsaydı bile Faris diyarından bazı şahsiyetler ona kavuşa-bilirdi, buyurdu (Tirmizî, İbnİ Kesîr, Taberî).

ç- Hutbe irad ederken açıklamasına dair misâl: Ebu'd-Derdâ diyor ki: Hz. Peygamber'in minberde "Rabbinin huzurunda (hesap vermekte)n korkan kimseye iki cennet var" (55: 46) âyetini okuduğunu işitince dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, zina etse, hırsızlık yapsa da (buna nail olur) mu? Rasûlullah @ yine ayeti okudu. Ben tekrar aynı soruyu sordum. Hadisin devamında, üçüncü defa sormasın­dan sonra Rasûlullah yine âyeti okudu ve "Ebu'd-Derdâ istemese de (böyledir)" buyu­rur (Tefsiru'n-Nesâî; Ahmed b. Hanbel, el-fethu'r-Rabbânî; Taberî, İbn Kesîr).

4) "Allah'ın şu kavli hakkında Rasûlullah @ dedi ki..." şekliyle varid olan tefsirler: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz..." (3: 110) âyeti hakkında, Rasûlullah @'in "Siz daha Önce gelmiş olan yetmiş ümmetin en hayırlısı ve Allah katında en kerim olanısınız" dediği rivayet olunmak­tadır (İbni Mâce, Müsned-i Ahmed, Süneni Dârimî). Bu türden başka misaller de mev­cuttur.

 

2- Hz. Peygamber @'in Âyet Hakkında Soru Sorarak Âyetin Manasını Açıklaması

 

Bu Rasûlullah'ın herhangi bir âyeti okuyarak "mânası nedir bilir misiniz?", "Bu ayetin ne hakkında indiğini bilir misiniz?" gibi muha­taplarının dikkatini çekecek bir soru sorması suretiyle olur. Soru bazen ayette geçen bir kelime ile ilgili olur. Bazı hallerde de "Niçin güldüğümü biliyor musunuz?" gibi, ayet İle ilgili olmadığı halde, verdiği cevap bir ayetin tefsiri olur.. Maksat, etrafındakilerİn zihinle­rini yeni bir şey öğrenmeye hazırlamaktır. Meselâ: Hz. Peygamber @, "Kim Benim zik­rimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir..." (20: 124) ayeti, biliyor musunuz kimin hakkında inzal buyurulmuştur? diye sorunca dediler ki; "Allah ve Rasûlü pek iyi bilir." Buyurdu: " O, kâfirin kabrinde görece­ği azaba dairdir..." Rasûlullah @ bundan sonra, ona doksan dokuz yılan musallat kılı­nıp, kıyamete kadar onu ısıracaklarını bildir­miştir (Taberî, İbni Kesir, Müsned-i Ahmed, Müstedrek).

Bu hususta bir başka misâl: Rasûlullah @ "O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır" âyetini okuyarak, "Onun haberleri nedir, bilir misiniz?'1 dedi. "Allah ve Rasûlü pek iyi bi­lir" dediler. Buyurdu: "Onun haberleri, sırtın­da taşıdığı her erkek ve kadın hakkında 'falan gün, falan şeyi yaptı' diyerek şahitlik yapma­sıdır." (Tirmİzi, Terfsiru'n-Nesâi, İbni Kesir).

 

3- Muhtelif Şahısların Sormaları Üzerine Açıklamaları

 

a- Çok soru sormanın nehyedilmesi: Öğren­me arzusu ile sorulan faydalı sorular olduğu gibi eğlenmek, hafife almak, zorda bırakmak gibi gayelerle sorulan yahut inkâr edası ile yöneltilen veya neticesinde fayda terettüp et­meyen sorular da bulunabilir. Sözkonusu ne-hiyler bu türden sorular içindir. Ancak nasla-nn zahirine bakarak nehyin kapsamını geniş anlayan ve genişletmek isteyen kimseler de olmuştur. Soru sormanın nehyine dair âyet-i kerîme şudur: "Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sorma­yın. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsa­nız, size açıklanır. Halbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah bağışlayandır, halimdir. Siz­den önce gelen bir toplum da onları sormuştu da sonra onları tanımaz olmuşlardı." (5: 101-102). Bu âyetin nüzul sebebi olarak muhtelif hadiseler rivayet edilmiştir. Taberî'nin zikret­tiği gibi, "Sebebi, çok soru sorarak Peygam­ber @'i bunaltmalarıdır. Babasının kim oldu­ğunu soran, haccın her sene mi olduğunu so­ran ve buna benzer sorular soranlar hakkında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu hu­suslarda sahih haberler varid olmuştur." (et-Taberî).

Bu konudaki bir başka âyet meali şöyledir: "Yoksa siz de elçimizden, daha önce Mu­sa'dan istendiği gibi bir takım isteklerde bu­lunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değişirse, şüphesiz (o) dümdüz yolu sapıtmış-tır." (2: 108).

Aynı konuda rivayet edilen hadislerde Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Ben sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni bırakın; size bir şey söylediğimde ise derhal benden öğrenin. Sizden önceki ümmetlerin helakine sebep olan şey, çok soru sormaları olmuştur." (Tirmizî). "...Ben bir şey söylemediğim müddetçe, siz de sükût edin (sormayın). Zira sizden önceki milletleri çok sormaları ve pey­gamberlerine karşı olan ihtilafları mahvet­miştir." (Nesei, Tirmizî, Müsned-i Ahmed, Müstedrek, Buharî, Müslim).

Enes b. Mâlik, "Rasûlullah'a bir şey hakkın­da soru sormaktan nehyolunmuştuk. Bundan dolayı çöl ahalisinden akıllı bir kimsenin gel­mesi, Peygambere sual sorup bizlerin de onu dinlememiz hoşumuza giderdi" demektedir (Müslim). Ziyarete gelen yabancıların soru sormak hususunda mazur tutulması dolayı­sıyla ashab da onlara verilen cevaptan istifa­de ediyorlardı.

İbni Abbas da ashabın soru sorma hakkındaki tutumlarını şu sözleriyle ifade etmektedir: "Rasûlullah @'in ashabından daha hayırlı olan hiç kimse görmedim. Rasûlullah arala­rından ayrıldığında, ondan sadece on üç me­sele sormuş bulunuyorlardı. O meselelerin hepsi de Kur'ân'da mevcuttur: 'Sana haram olan o ayı, ondaki.muharebeyi sorarlar...' (2: 217) 'Sana kadınların ay halini sorarlar...' (2: 222) gibi. Onlar sadece kendilerine fayda­sı olan şeyleri sorarlardı." (Dârimî).

Soru sormanın nehyedilmesine şöyle bir izah getirilmektedir: Bu nehîy, ihtiyaç duyulma­yan, abes olarak ve tekellüfe girerek soru so­ran hakkındadır; yoksa zaruret ve ihtiyaç ha­linde soran için değildir. Mesela, îsrailoğulia-rının "bakara" hakkındaki sualleri abesle işti­gal türündendir. Ancak bir hükmün açıklan­masını İsteyen ve ilmî bir istifade İçin soran kimse, bu tehdidin kapsamına dahil değildir.

b- Müslümanlar tarafından sorulan sorular: I. Müphemin tayinine dair sorular: Kur'ân-ı Kerîm'de bazı hususlar müphem bırakılmış, kasden tayin edilmemiştir. Tayin etmemek şu gayelere matuftur: Başka yerde açıklandığın-

dan ihtiyaç olmaması, şöhreti sebebiyle bilin­mesi, setredilmesinin istenmesi, tayininde zikre değer bir fayda bulunmaması, hükmün genel olduğuna tenbih etme gayesi, ismi zik­retme yerine mükemmel bir tavsifle tazim et­me veya eksik tavsifle tahkir etme gayesiyle-dir (el-Itkan). Bazı Müslümanlar Kur'ân'daki bazı müphemleri sormuş, Rasûlullah da onla­rı tayin etmiştir. Buna misâl olarak, birisinin Hz. Peygamber'den Sebe' hakkında (34: 15) "Ey Allah'ın Rasûlü! Sebe1 nedir, erkek mi, kadın mı yoksa bir yerin adı mıdır?" sorusu­na Rasûlullah'ın "Bir adamın adıdır, onun on evladı oldu. Onlardan altısı Yemen'e, dördü de Şam'a yerleşti. Yemen'dekileri Mezcih, Kinde, Ezd, Eş'ariyyûn, Enmâr ve Him-yer'dir, hepsi de Araptır. Şam'dakiler ise Lahm, Cüzam, Âmile ve Gassan'dır." şeklin­deki cevabıdır. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî). Bir başka misâl de Hz. Ali'den: "Rasûlul-lah'dan hacc-ı ekber gününü sordum, o da 'Kurban bayramı günüdür' dedi." (Tirmizî, Ebu Davûd).

II. Mücmel âyetler hakkındaki sorular: Müc­mel, kısa ve az sözle anlatılmış, neye delâlet ettiği açık olmayan, maksadın kesin olarak anlaşılması için açıklanması gereken söze de­nir. Bu konudaki misâlimiz: Haccın farziye-tine dair "...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır..." (3: 97) âyetindeki "yol"un mânası sorulmuş, Rasûlullah @ "azık ile binek" olduğunu bildirmiştir (Tİr-mizî, İbni Mâce).

Bîr başka misâl olarak: Mahmûd b. er-Rebi diyor ki: elhâkümü't-tekâsür nazil olunca Rasûlullah sureyi bize okudu, "Sonra o gün size verilen nimetlerden elbette sorulacaksı­nız" (102: 8) âyetine gelince, yanındakiler: "Hangi nimetlerden sorulacağız.ki, ola ola bir suyumuz, bir de hurmamız var, kılıçlarımız boynumuzda asılı (her an savaş içindeyiz), düşmanımız ise karşıda, daha neden sorula­cak bize?" deyince buyurdu ki: "Bu nimetler ileride olacaktır" (Tirmizî, İbni Mâce). Gönül ferahlığının, sıhhat ve emniyetin, karın do­yurma, soğuk su, gölge, güzel ve normal ya-ratılışm, uyku lezzetinin, insanı örtecek esva­bın, başını sokacak evin sorulacak nimetler cümlesinden olduğuna dair rivayetler vardır.

III.  Lûgavî sorular: Bazı Müslümanlara garib gelen kelimelerin Rasûlullah @'e sorulduğu­na da rastlamaktayız: Hz. Aişe'nin sorusu Üzerine Rasûlullah @   (22: 78) âyetindeki "harec" kelimesini "darlık" olarak tefsir et­miştir.   (Müstedrek).   Bir  rivayete   göre Rasûlullah @'e teşbihin yani subhânallahi sözünün mânası sorulmuş, o da "Allah'ı kö­tülüklerden tenzih etmektir" cevabını vermiş­tir (Taberi).

IV. Ayetten kastedilenin belirlenmesi için so­rulan sorular: Ubâde b. Sâmit'ten rivayete göre o, Peygamber @'e şöyle bir soru sor­muştu: Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ'nın "Dün­ya hayatında da ahirette de onlara müjde var­dır" (10 :64) kavli hakkında ne dersiniz (bu müjde nedir?). Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Ümmetimden hiç kimsenin senden önce sor­madığı -veya senden önce hiç kimsenin sor­madığı- bir şey sordun; âyetteki buşrâ (müj­de), sâlih kişinin gördüğü veya ona gösterilen sâdık rüyadır." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbni Mâce).

V.  Mânasını bildikleri ismin sıfatlarını sor­maları: Nûr sûresinin "Ey iman edenler, ken­di evlerinizden başka evlere, izin alıp (isti­nas) halkına selam vermeden girmeyin. Her­halde bunun, sizin için daha iyi olduğunu dü­şünüp anlarsınız." (24: 27) âyetinde geçen is­tinas kelimesi ile ilgili sorulması üzerine Rasûlullah @: "Adamın subhanallah, elham­dülillah, Allahu ekber (gibi bir şey) söyle­mek, öksürmek suretiyle hâne halkına geldi­ğini bildirmesidir" şeklinde açıklamıştır.

Bu soru bahsine bir başka misâl de İbnİ Ab-bas'm bir rivayetinde vardır: "İyi bil ki, Al­lah'ın velilerine (sevdiklerine) korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (10: 62) âyetinde geçen "Allah'ın velileri"nin vasfı istenmiş, Rasûlullah: "O kimselerdir ki, gö­rüldüklerinde Allah Teâlâ hatırlanır" buyur­muştur.

VI. Bilinmeyen, gizli şeylere dair sorular: Rasûlullah @'den "...Rabbinin seni güzel bir makama ulaştırması umulur." (17: 79) âyetindeki makam sorulmuştu. Onun "şefaat" makamı olduğunu söyledi (Tirmizi).

c- Ehl-i kitabın soruları: Müminler Allah'ın kitabını anlamak ve üzerlerine terettüp eden amellerin keyfiyetini Öğrenmek için sorarken, diğer taraftan müşrikler, Hıristiyanlar ve bil­hassa Yahudiler bazen alaya almak ve imti­han etmek, bazen Müslümanları şaşırtmak üzere veya Hz. Peygamber'i zor durumda bı­rakmak zan ve emeliyle bir takım sorular so­rarlardı. Bu sorular konu itibariyle, Kur'ân'da çelişki arama, kâinat, ilk yaratılış, geçmiş ümmetlerin ve peygamberlerin ahvali gibi meselelere dönüktür. Şekil itibariyle bu soru­lar çoğunlukla bir heyet tarafından düzenli bir tarzda yöneltilirdi.

1- Yahudilerle ilgili sorular: Yahudilerin Peygamberimize sormaları: Ya­hudiler gelerek Rasûlullah @'e dediler ki: "Senden beş şey soracağız. Bunların cevabını verirsen hak peygamber olduğunu anlayaca­ğız." Sonra İsrail'in kendine haram kıldığı şeyi (3: 93), peygamberin alâmetini, ra'di ve sesini (13: 13), çocuğun erkek veya kız olma­sının sebebini ve semanın haberini kendisine kimin getirdiğini (2: 97) sordular. Rasûlullah @ bunların cevaplarını vererek ilgili ayetleri açıklamıştır. Uzunca olan bu hadiste, rivayete göre Rasûlullah @ birinci soruya "deve eti", ikincisine "gözleri uyur, kalbi uyumaz", üçüncüsüne "buluta müvekkel melektir", dör­düncüsüne "İkisinin suyu birleşir, erkeğinki galip gelirse çocuk erkek, kadmmki galip ge­lirse kız olur", beşincisine "Cibril" diye ce­vap vermiştir. Yahudiler de tasdik etmişlerse de Cibril hakkında "O bizim düşmammızdır, savaş ve azap indirir, Mikail deseydiniz tâbi olurduk" demişlerdir. (Nesei, Tirmizî).

Rasûlullah @'in Yahudilere sorması: Yahu­diler birçok meseleyi Hz. Peygambere sor­dukları gibi bazen Rasûlullah @'in de onlara soru sorduğuna ve bu sorunun herhangi bir âyetin tefsirine vesile olduğuna şahit oluyo­ruz.

Zeyde diyor ki: Rasûlullah Yahudilere haber gönderdi ve dedi ki: "Onlara niçin haber gön­derdiğimi biliyor musunuz?" Dediler: Allah ve Rasulü bilir. Buyurdu: "Ben onlara Al­lah'ın 'O gün ki yer başka bir yere tebdil olu­nacaktır...' (14: 48) sözü hakkında sormak için haber gönderdim. O gün yer gümüş gibi beyaz olacaktır." Yahudiler gelince onlara sordu. Cevaben dediler: "Beyaz, has undan yapılmış ekmek gibi beyaz olacaktır." (et-Ta-beri, İbni Kesir).

2- Hıristiyanların soruları: Muğire b. Şu'be, Necran Hıristiyanlarının "Senin inandığın peygamber, Musa'nın kar­deşi olan Harun'un, Meryem'in kardeşi oldu­ğunu iddia etmiyor mu?" şeklindeki soruları­na muhatap olduğunu, bu durumu Hz. Pey-gamber'e sorduğunda "Hz. Meryem zamanın­daki insanlar, kendilerinden önce geçen pey­gamberlerinin ve iyi kimselerin isimlerini ço­cuklarına isim yaparlardı" cevabını aldığını bildirir (Müslim, Tirmizî). Bu hadis, Hıristi­yanların inkâr mahiyetini taşıyan sorulan ve­silesiyle (19: 28) âyeti açıklamıştır.

 

4- Hadislerin Sonunda Âyet Okumak Suretiyle Açıklaması

 

Rasûlullah @ bazen bir hükmü belirttikten yahut izah ettikten, bir nasihatta veya herhan­gi bir davranışta bulunduktan sonra bir âyet okurdu. Rasûlullah @'in âyet okuması her zaman aynı gayeye matuf değildir ve aynı makamda cari olmaz. Bunlar pekiştirmek ve­ya mücmel bir mânayı açıklamak gayesiyle olabildiği gibi, âyetle istidlal ettiğini bildir­mek veyahut makam münasebetiyle âyeti okurdu.

 

5- Siyak Münasebetiyle Açıklaması

 

Rasûlullah <o> bazı hallerde, âyetle doğrudan doğruya ilgisi olmayan bir mevzu hakkında konuşurken, siyak münasebetiyle konuyu bir âyete getirir ve bu vesile ile o âyet hakkında beyanda bulunurdu.

Bir rivayete göre, bir gün Rasûlullah @ di­yordu ki: "Kim Allah'a kavuşmak isterse, Al­lah da ona kavuşmayı ister. Kim Allah'a ka­vuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuş­maktan hoşlanmaz." Ravi diyor ki: Bunun üzerine oradakilerden bir topluluk yere kapa­nıp ağlamaya koyuldular. "Niçin ağlıyorsu­nuz?" deyince "Biz de ölümden hoşlanmıyo­ruz" dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: "öy­le değil, ölüm gelip çattığında '(O can, Al­lah'a) yaklaştırılanlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve nimet cenneti var.' (56: 88-89). O vakit ölen kimse bununla müjdelenince Aziz ve Celil olan Allah'a kavuşmayı daha çok ister. Ancak 'Ama yalanlayıcı sapıklar­dan ise, kaynar sudan bir ziyaret ve cehenne­me atılma vardır.' (56: 92-94). O adam bu­nunla müjdelenince Allah'a kavuşmayı iste­mez, Allah Teâalâ ise ona kavuşmayı daha çok kerih görür." (Müsned-i Ahmed).

Bu hususta ikinci misalimiz şöyledir:

Rasûlullah @'e içinde taze hurma bulunan ir tabak getirilince "...Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibi­dir." (14: 24) ayetini okudu ve "O ağaç hur­madır" dedi. "Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, sabit olmayan kö­tü bir ağaca benzer." (14: 26). "O da hanzala (ebu cehil karpuzu)dır" dedi, (Tirmizî). Hur­ma getirilmesi, bu âyetlerin böylece açıklan­masına vesile olmuştur.

 

6- Tefsir Edici Kısa İlâvelerle Açıklaması

 

Kısa, ilâve kelimeler kullanmak suretiyle ba­zı veciz âyetleri açıklama tarzının ilk örnek­lerini Peygamber @'in tefsirinde bulmakta­yız. Bu ziyadeler kısa olmakla birlikte bazen çok önemli açıklamalara eksen teşkil ederler. Umumun tasisi, mücmelin beyan edilmesi gi­bi vazifeleri îfha ederler.

Bz Ebu Bekir'den rivayete göre Rasûlullah n '" .Kim bir kötülük yaparsa onunla ceza-, ,r" (4: 123) âyetini, kısa bir ziyade ile "Kim bir kötülük yaparsa onunla dünyada ezalanır" şeklinde, dünya hayatına tahsis et-meK suretiyle tefsir etmiştir (Müsned-i Ah-med). Başka hadislerden, bu tahsisin mümin­ler hakkında olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Hz Aişe'nin rivayet ettiği bir hadiste, bu âyet hakkında Hz. Peygamber @: "Mümin, işle­miş olduğu en kötü amelle dünyada cezala­nır" dedikten sonra hastalık, meşakkat, musi­bet gibi elem veren durumların, müminin gü­nahlarına keffaret olacağı ve onun, dünyadan temizlenmiş olarak çıkacağı bildirilir (Buharı, Tirmizî, Ebû Davûd).

Diğer misal de; Rasûlullah @, "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez..." (5: 105) âyetine kısa bir ziyade ile şu açıklamayı getirmiştir: "Kendiniz doğ­ru yolu bulunca kâfirlerden sapanlar size za­rar veremez." (Müsned-i Ahmed, et-Taberânî). Böyle bir açıklama olmasa, âyetten bir çoklarının anladığı gibi, herkesin sadece nefsi ile ilgilenmesi şeklinde bir mana çıkarılırdı. Bu tefsir, müminlerin kendi arala­rında "neme lâzım"cılık olamayacağını, marufu emir, münkerden nehyetmelerinîn lâzım geldiğini göstermektedir.

 

Hz. Peygamber @'in Tefsirinin Belli Başlı Kısımları

 

Bunlar, şu başlıklar altında, misâller verilerek anlatılacaktır:

1- Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsiri,

2- Mücmeli beyan etmesi: Hükümlere, bilin-meyenlere, ahlâka dair mücmel ayetleri beyanı Ve Kur'ân'da kısaca temas edilen kıssaları açıklaması.

3- Kur ân'ın mânasını te'kid suretiyle beyanı

4- Umumu tahsis etmesi

5- Mutlakı takyîd etmesi

6- Müşkili tavzih etmesi

7- Müphemi beyan etmesi

8- Neshi beyan etmesi

9- Amelî olarak tefsir etmesi

10- Takrîrî olarak beyanı

11- Lûgavî izahlarda bulunması

12-  Kasdolunam tayin etmesi

13- Tavsif ederek açıklaması

14- Temsillerle açıklaması

15- Tasvîr ederek açıklaması

16- Âyetlerle delülendİrmek suretiyle açıkla­ması

17- Muhatabın durumuna göre açıklaması

 

1- Kur'ân'ın Kur'ân ile Tefsiri

 

Herhangi bir âyette kısaca geçilen bir husus, bir başka âyette geniş olarak zikredilmiş ola­bilir. Bunlara ait misaller pek çoktur. Kur'ân'ın açıklanmasında başvurulan bu yola ait ilk örnekleri de Rasûlullah @'in tefsirinde buluyoruz.

Bununla ilgili ilk misalimiz; "İman edenler ve İmanlarını zulümle de bulaştırmayanlar... İşte ancak onlardır ki emin olmak hakkı ken­dilerinindir. Onlar doğru yolu bulanlardır." (6: 82) ayeti inince, "İçimizde nefsine zul­metmeyen kim var?'1 diyerek, bu durum Rasûlullah @rin ashabına ağır gelmişti. Bu­nun üzerine Rasûlullah @ dedi kİ: "Zannetti­ğiniz gibi değil, buradaki zulümden kastedi­len Lokman'ın oğluna nasihatidir: "Evladım, sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk elbet­te büyük bir zulümdür." (31: 13) (Buharî, Tirmizî). Böylece Peygamber @, başka bir ayete dayanarak, genel mânayı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.

İkinci misâl: "De ki: 'Ey kendilerinin aley­hinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'ın rah­metinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar." (39: 53) ayeti inin­ce bir adam kalkarak: "Şirki de mi ey Allahın Rasûlü?" deyince Hz. Peygamber @ bu soru­yu kerih görerek şöyle buyurdu; "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allaha ortak koşan da gerçekten büyük bir günâh işlemiştir" (4: 48) (İbni Kesîr, Taberî).

Burada Hz. Peygamber @ 'in, mutlak bir aye­ti, mukayyed olan diğer bir ayete hamletmek suretiyle Kur'ân'ı Kur'ân ile tefsir ettiğini gö­rüyoruz.

Üçüncü misalimiz: Peygamber @: "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, onları O'ndan başkası bilemez..." (6: 59) mücmel ayetinde geçen "gaybın anahtarlarından muradın ne olduğunu şu mübeyyen ayetle tefsir etmiştir.

Gaybın anahtarları beştir ki onfan Allah'tan başkası bilemez: "Kıyamet saatini bilmek an­cak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıy­la bilen ve her şeyden haberdar olandır." (31: 34). (Buharî, Müslim, İbni Mâce).

Bu konuda bir başka misal de şöyledir: Hz. Âişe "Andolsun, sizi ilk defa (doğumunuzda) yarattığımız gibi (âhirette de) yapayalnız, te­ker teker (çırılçıplak) huzurumuza gelmişsi-nizdir (geleceksiniz)..." (6: 94) ayetini oku­yunca: "Eyvah, o ne sefalet! Erkeklerle ka­dınlar bir arada haşrolunacaklar, birbirinin ayıbına bakacaklar!" dedi. Rasûlullah bunun üzerine dedi ki: "O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır." (80: 37). Ne erkekler kadınlara, ne de kadın­lar erkeklere bakmazlar. İnsanlar birbirine bakamayacak derecede meşguldürler."

Bİr başka rivayette İbn Abbas demiştir ki:

Hz. Peygamber "Yalınayak, çırılçıplak, söU pümüş (kendini koyvermiş) bir hâlde haşro-lunacaksınız" deyince, bir kadın: "Ne o, bir­birimizin avret yerine mi bakacağız?" dedi Rasûlullah adını söyleyerek: "Ey falanca, 0 gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır" (80: 37) dedi.

Burada Hz. Peygamber @, birinci ayetin ifa­de ettiği mânayı, başka bir ayetteki işaretten istifade ederek vuzuha kavuşturmuştur. Bu durumun başka misalleri de vardır.

 

2- Mücmeli Beyan Etmesi

 

a- Ahkâma dair mücmelleri beyan etmesine m isal/er:

"... İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş ol­mak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadaka­dan, veya kurbandan (biriyle) fidye (ver­sin)..." (2: 196) ayetinin tefsiri makamında şu hadis varid olmuştur. Kâ'b b. Ucre diyor kî: İhramda iken Rasûlullah bana uğradı. O sıra­da ben de tencerenin altında ateş yakıyordum Bitler ise yüzüme dağılacak kadar fazla idi. Rasûlullah bana: "Başındaki bu haşerat sana eziyet vermiyor mu?" dedi. "Evet" dedim. Buyurdu ki: "Başını tıraş et, üç gün oruç tut, ya (her fakire yarım şa' olmak üzere) altı fa­kir doyur, yahut da bir koyun boğazla" de­miştir (Buharî, Müslim, Tirmİzî). Böylece ayetteki oruç, sadaka veya kurban fidyesinin keyfiyyetini izah etmiştir.

Diğer misal: Kur'ân'da "... bir hak olmadıkça Allah'ın haram ettiği cana kıymayın..." (15) buyurulmuştur. Rasûlullah @ bu hadisiyle ayetteki "bir hak olmadıkça" kısmını açıkla­yarak, hangi hallerde Öldürmenin haklı olaca­ğını şöyle açığa kavuşturmuştur: "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın Rasûlü olduğuma iman eden hiçbir müslü-man kişinin kanı helâl olmaz. Ancak şu üç şeyden birini yaparsa (kanı helâl olur): Adam öldürmek, evli iken zina etmek, dinden çıkıp Müslümanlardan ayrılmak (Buharî, Müslim, Müsned-i Bezzar, Müsned-i Ebu Ya'la).

gir başka misal de şöyledir: Hırsızlık yapan­lar hakkında Kur'ân'da "Hırsız erkek ve kadı­nın yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesiniz" (5: 38) buyurulur. Ayette umumi olarak zikredilen hırsızlığın, ukubete müstahak olan haddini, Rasûlullah @ şu hadisiyle şöyle tahsis ve beyan etmiştir: ^Çeyrek dinar veya daha fazla miktardan ça­lanın eli kesilir." (Ebû Dâvud, Tirmizî, er-Ri-sale).

Hz. Peygamber @'in ibadetlere ve muamela­ta dair mücmel ayetleri beyan etmesinin mi­salleri sayilamıyacak kadar çok ve teferruatlı­dır. Fıkıh mevzularına göre tertip edilmiş olan sahih hadis kitapları, hep bu neviden olan açıklamalarla doludur.

b- Mugayyebata dair mücmel ayetleri beya­nı:

Miktar itibariyle Hz. Peygamber @'in tefsiri­ni incelerken kaydettiğimiz gibi, İbni Âtiyye ve başka âlimlere göre, "tefsirini Cibril'in öğrettiği ayetlerin" önemli bir kısmı, mugay­yebata ait olan ayetlerdir.

I. Hilkatin başlangıcı hakkındaki açıklamala­rına misal: Bu hadis "O, rahmet etmeyi (lûtfu ile) kendi üstüne almıştır" (6: 12) ayetini açıklamaktadır. Buna göre Ebû Hureyre, Hz. Peygamber @'in şöyle dediğini bildirmekte­dir: Allah Teâlâ mahlûkatı ilk yarattığında, ''Muhakkak ki Benim merhametim gazabım­dan ileridir" diye nezdinde duran bir taahhüd-name yazarak Arşının üzerine koymuştur (Taberî, İbni Kesîr, Buharî, Müslim).

İnsanın yaratılışı hakkındaki açıklamaları­ma misal: Ebû Musa el-Eş'ari'den şöyle dedi-S1 rivayet olunur: Rasûlullah @ şöyle buyur­du: Allah Teâlâ Âdem'i, yeryüzünün her ye-rınden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı, "Undan ötürüdür ki, Âdemoğulları yere göre °lrnuşlardir; onlardan kimisi pembe tenli, ki- siyah, kimisi beyaz, kimisi de esmer ve bu renklerin arasındaki renklerdedir. Adem oğullarının da (yer gibi) sarp olanı, düz ve yumuşak olanı, iyi olanı ve kötü olanı vardır (Ebû Dâvud, Taberî, Müsned-i Amed, Tirmizî).

Bu hadis "Sizi bir topraktan yaratmış olması da, O'nun ayetlerindendİr" (30: 20) ve "Gök­leri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renkleri­nizin birbirine uymaması da O'nun ayetlerin­dendİr" (30: 22) ayetleri ile ilgilidir.

Bu çeşit birkaç misal daha vardır .

III.  İnsanın ana karnında yaratılmasına dair açıklaması ise şöyledir: Abdullah b. Mes'ud bildiriyor: Hem doğru söyleyen, hem de Al­lah tarafından doğrulanan Rasûlullah @ bize dedi ki: Sizden her birinizin hilkati ilk kırk gün zarfında derlenip toparlanır. Bunun kadar bir zaman zarfında alaka olur. Sonra bu kadar bir müddet içinde bir çiğnem et parçası (gibi şeyler) olur. Daha sonra melek gönderilip ona ruh üflenir ve dört söz emredilir, yani rızkını, ecelini, amelini, bir de bedbaht mı bahtiyar mı olacağını yazması emredilir (Buharî, Müslim).

Rasûlullah @ bu hadisiyle "Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhak­kaktır ki biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun zürriyetini) insan suyundan, sonra ala­kadan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık..." (22: 5; 23: 14) ayeti­ni tefsir etmiştir.

IV.  Allah Teâlâ'nm kâinatı tedbirine dair açıklaması: Ebû Hureyre Hz. Peygamber @'in şöyle söylediğini bildirmiştir: Cenab-ı Hak gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını   hükmettiği   zaman,    Allah Teâlâ'nın -düz bir taş üstündeki zincir sesi gibi mehabetli oldn- bu ilâhî hükmüne melek­ler tamamiyle boyun eğerek (korku ile) ka­natlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler (Cebrail ve Mikâil gibi mukarreb meleklere): "Rabbiniz ne söy­ledi" diye sorarlar. (Mukarreb melekler:)

"Allah'ın söylediği hak sözdür", diye Al­lah'ın hüküm ve takdirini bildirirler ve "Al­lah Yücedir, Büyüktür" derler (34: 23). Al­lah'ın emir ve takdirini, söz hırsızı bir şeytan işiterek, birbiri üstüne dizilmiş söz hırsızı şeytanlara iletir (Ravî Süfyan onların bu sık-lığirıı elleriyle de göstermişti). Böylece işit­tikleri sözü birbirine naklede ede nihayet bü­yücünün veya kâhinin lisanına kadar gelir. Şeytanlar bu vaziyette iken meleklerin ko­nuşmalarını işiten en üstteki şeytana bîr ateş parçası yetişip altındakilere o haberi ulaştır­madan onu yakar. Bazı defa da ateş erişme-yip altındaki kâhine haber verir. O da haberle beraber yüz yalan da üstüne koyarak halka sö'yler (ilâhî emir yeryüzünde tahakkuk edin-ce-de) "kâhin falan gün bize şöyle söyleme­miş miydi?" denir durur, yani gökten sızdırı­lan o söz sebebiyle doğrulanır (Buharı, Tirmizî, İbni Mâce).

Rasûlullah @ tarafından ayetin (34: 23) zikredilmesinden de açıkça anlaşılıyor ki bu hadis, ayetin tefsirini ihtiva etmektedir .

V. Kaderle ilişkili ayetleri açıklaması: Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah @ bir gün oturmuş, elinde bulunan bir değneği dü­şünceli bir halde yere vurup dürtüştürüyordu, Bir ara başını kaldırdı ve: "Sizden hiç bir ne­fis müstesna olmamak üzere cennetteki yeri de, ateşteki yeri de bilinmiştir," buyurdu. Bu­nun üzerine sahabîler: "Yâ Rasûlullah! O hal­de niçin amel edip çalışıyoruz? Biz bu bilin­miş olan yazımız üzerine itimad etmİyelİm mi? (yani, o halde amelin faydası nedir)" de­diler. Rasûlullah: "Hayır, siz o bilinmiş olan yazınıza dayanıp durmayınız. Amel edip çalı­şınız. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa o, ken­disine kolaylaştırılmıştır." buyurdu. Sonra da şu mealdeki ayetleri okudu: "Bundan sonra kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür ve o en güzeli yalan sayarsa, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız." (92: 5-10) (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbni Mâce).

İmrân b. Husayn'ın bildirdiğine göre (Müs­lim), Muzeyne kabilesinden iki kimse Rasûlullah @'in yanına geldiler ve şöyle de­diler: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların bu gün işlemekte oldukları ve emek çekip didinegel-dikleri şeye ne buyurursun? Bu, üzerlerine hükmedilen ve geçmiş bir kaderden olarak kendilerine gelen bir şey midir? Veya Pey­gamberlerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sabit olan şeylerden olarak kendilerinin karşı­laşacakları şeyler içinde midir?" Rasûlullah şöyle buyurdu: "Hayır, bu ikinci şekil değil. Fakat üzerlerine hükmolunan ve kendilerine gelen bir şeydir (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allah'ın Kitabında bunun tasdîki şu ayet-tir:"Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem korunmasını ilham edene..." (91: 7-8).

Birinci hadisin sonunda Hz. Peygamber @'in ayetle misallendirmesinden, ikincide de ayet­le şahit göstermesinden de açıkça anlaşılıyor ki zikredilen hadisler, söz konusu ayetleri tef­sir etmektedir.

VI.  Kalbi hâllere ait mücmelleri açıklaması: Ebû Hureyre'den; Peygamber @ buyurdu ki: "Kul bir günah yaptı mı kalbine siyah bir nokta konulur. O, bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır. Fa­kat tekrar (günaha) dönerse o noktalar artırı­lır. Nihayet kalbini kaplar. İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın şu ayette beyan buyurduğu "pas"dır: "Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (83:  14) (Tirmizî, Müsned-i Ahmed, İbni Mâce).

VII.  Müslümanların geleceğine ait ayetler hakkında beyanı: Hz. Peygamber @'e "De ki: 'O, size üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye veya sîzi birbi­rinize katıp kiminize kiminin hıncını tattır­maya kaadirdir." (6: 65) ayeti hakkında soru­lunca şu cevabı verdi: "Onlar olacaktır, fakat bu ayetin te'vili (ayete uygun hadiseler) he­nüz gelmemiştir." (Tirmizî, Taberî).

Bu ayetin tefsiri ile ilgili bir başka hadis şöy­ledir:

Câbİr'den yapılan bir rivayete göre: Bu ayet nazil olduğunda Rasûlullah, birinci ve ikinci azabdan Allah'a sığınmış, üçüncüden sonra ;se "Bu ehvendir." demiştir (Buharî, Tirmizî). Gelecek hadis, bu Câbir hadisinden maksadı açıklamaktadır: İbn Abbas'ın Peygamber /©'den rivayeti şöyledir:

"Ümmetimden dört şeyi kaldırması için Al­lah'a dua ettim. Bunlardan ikisini kaldırdı, diğer ikisini kaldırmaya razı olmadı. Gökten recmi (taş yağmasını), hasfı (yere batmayı), onları birbirine katmayı ve birbirinin hıncını tattırmayı ümmetimden kaldırmasını diledim. Hasf ile recmi kaldırdı, öbür ikisini kaldırma­ya razı olmadı." (Fethu'1-Bari) hadisi (Taberî, Tirmizî), hasf ile recm'in de vaki olacağını bildirmektedir. İbn Hacer, Câbir'in rivayet ettiği hadisle bu hadis arasında —ilk nazarda zannedilen— tearuzu gidermek maksadı ile der ki: "Câbir hadisindeki mezkûr iâze muay­yen bir zamana mahsustur. O zaman da saha­be devri ile "hayrul-kurûn" zamanıdır. (Muhtemelen tabiûn ve etbâu't-tabiîn neslini kastediyor). Fakat o devirlerden sonra bunla­rın vukuu caizdir." der ve az önce zikredilen "Onlar olacaktır; fakat bu ayetin te'vili henüz gelmemiştir." hadisiyle istidlal eder.

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber @ söz konusu ayette, İslâm ümmetinin istik­baline dair bazı işaretlerin bulunduğunu mü­teaddit hadisleriyle bildirmiştir.

Ebû Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olan Zâta yemin ederim ki, sizden öncekilerin tu­tumlarını karış karış, zira zira, kulaç kulaç iz­leyeceksiniz; öyle ki onlar bir kertenkele de-«gıne girmiş olsalar siz de gireceksiniz." "Onlar kimdir, ey Allah'ın Rasûlü? Ehl-i Ki­tap mıdır?" diye sorulunca: "Başka kim ola­cak ki?" dedi. Ebû Hureyre devamla dedi ki: iterseniz Kur'ân'm şu ayetini okuyun: "Siz, ^y münafıklar) kendinizden öncekiler gibisiniz. Üstelik onlar kuvvetçe sizden daha çetin, mal ve evlat bakımından sizden daha varlıklı İdiler. Dünya hayatından nasibleri kadar zevk sürmeye bakmışlardı. İşte sizden öncekiler, nasibleri ile nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de öyle kısmetinizle zevk sürmeye baktınız; siz de (gaflete) dalanlar gibi daldınız (...)" (9: 69). Ebû Hureyre: "(Bu ayetteki) halâk (na-sib), din demektir, "siz de (gaflete) dalanlar gibi daldınız" hakkında, "ey Allah'ın Rasûlü, İranlıların ve Rumların yaptıkları gibi mi?" diye sordular. Cevaben: "Evet, burada bahse­dilen "insanlar"dan maksat, onlardır" buyur­du (Taberî).

VIII.  Kıyamet alâmetleri hakkındaki mücmel ayetleri açıklamasına misâl:  Ebu Hurey-re'den; Rasûlullah @ şöyle buyurmuştu: Gü­neş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kop-mayacaktır. Güneş batı tarafından doğduğu zaman, toptan bütün insanlar iman edecekler. Fakat işte o gün '... önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kim­seye artık îmanı bir fayda sağlamaz..." (6: 158). Hz. Peygamber @ bu hadisiyle, âyetin baş taraflarında, geleceği bildirilen "Rabbin alâmetlerinden birinin" güneşin batıdan doğ­ması olduğunu hatırlatmıştır. (Buharî, Müs­lim, Ebû Dâvud).

IX.  Kıyamet ahvali hakkındaki mücmelleri açıklamasına   misal:   Bir  rivayete   göre Rasûlullah @ ashabını toplayarak "Ey insan­lar, Rabbinizden sakının. Çünkü kıyamet zel­zelesi müthiş bir şeydir." (22: 1) ayetini oku­duktan sonra, "Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, müteakiben o günün dehşetini anlatarak "ve her gebe ka­dının çocuğunu düşüreceği zamandır. Ve on­da mahşer halkını sarhoşlar halinde görürsün. Halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (22: 2) ayeti­nin bu esnada tahakkuk edeceğini bildirmiştir (Buharî, Müslim, Tirmizî).

X.  Cennet ve cehennem ahvaline dair müc­melleri açıklamasına misal: Ebû Hureyre'den rivayetle, Peygamber @ şöyle buyurmuştur:

"Cennet ve cehennem münakaşa ettiler. Cen­net şöyle dedi: 'Neden bana insanların yalnız fakirleri giriyor?' Cehennem de: 'Neden bana sadece zorbalar ve mütekebbirler giriyor?1 dedi. Cenâb-ı Allah cehenneme: 'Sen benim azabımsın, dilediğimi seninle azaplandırı-rım', cennete ise 'Sen benim rahmetimsin, seninle dilediğime rahmet ederim, sizin her biriniz için dolmak vardır.' buyurur. Cenâb-ı Hak cennetin boşluklarını doldurmak için ye­niden birtakım halk yaratır. Cehenneme ge­lince, insanlar oraya atıldıkça o, 'daha var mı?' der. Nihayet Allah Teâlâ ayağını cehen­neme koyar (kahr ve tezlil eder), o da: 'Yeti­şir, yetişir, yetişir!' der. İşte o zaman cehen­nem dolar ve bazısı bazısına büzülüp topla­nır." (Buharî, Müslim, Dârimî).

Bu hadis, "O gün cehenneme 'Doldun mu?' diyeceğiz. O da 'Daha var mı?' diyecek." (50: 30) ayetinin tefsirine dairdir.

Hz. Peygamber @'in mugayyebat sahasına giren daha başka konulardaki ayetler hakkın­da da açıklamaları varsa da bu konuyu daha fazla uzatmayacağız.

c- Ahlâka dair mücmel ayetleri beyanına mi­saller:

Kur'ân'da müttakîlerin vasıfları zikr edilir­ken: "Bir de onlar işledikleri (günâh) üzerin­de, bilip dururlarken ısrar etmeyenlerdir." (3: 135) sıfatı da sayılmaktadır. Rasûlullah @ "İstiğfar eden ısrar etmiş olmaz, günde yet­miş kerre (günâha) dönse bile." (Ebû Dâvud, Tirmizî) demekle, samimî olarak tevbe edip nedamet duyanın, aynı günâhı defalarca tek­rarlamış olmasından dolayı ısrarlı sayılmaya­cağını belirtmiştir. Böylece insanların önün­de, ahlaken yükselme imkânlarının her za­man için mevcut olduğunu göstermiştir.

Diğer bir misal de şöyledir: "Eğer yasak edil­diğiniz büyük (günâh)lardan kaçınırsanız si­zin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve sizi şe­refli bir mevkiye (getirip) sokarız." (4: 31). Bu ayetteki büyük günâhların neler olduğu müteaddit hadislerde şöylece bildirilmiştir.

Enes İbn Mâlik naklediyor: Rasûlullah günahları zikretti (veya kendisine büyük g^j, nahlar soruldu). Dedi ki: "Allah'a şirk koş. mak, adam öldürmek, bir de ana babaya is. yan etmektir". Sonra dedi ki: "En büyük gft. nahın ne olduğunu söyleyeyim mi? O da ya, lan sözdür (yahut yalancı şahitliktir). Râvj Şu'be diyor ki: Galip zannıma göre "yalan şahitlik" demiştir (Müslim).

Hz. Peygamber @'e Allah nezdinde en bü­yük olan günahlar sorulduğunda cevaben: "Seni yaratmış olduğu halde Allah'a bir nazır uydurmandır, sonra seninle beraber yemesin­den korktuğun için çocuğunu öldürmendir, sonra komşunun hanımıyla zina etmendir." buyurmuştur. (Buharî, Tirmizî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud).

Ebû Hureyre'den; Rasûlullah @: "Helak edi­ci olan yedi şeyden çekininiz" buyurdu. Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar nedir? denildi. Rasûlullah @: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak müstesna Al­lah'ın haram kıldığı bir hayatı öldürmek, ye­tim malı yemek, faiz kazancı yemek, düşma­na hücum sırasında savaştan kaçmak, zinadan masun olup hatırından bile geçmîyen Müslü­man kadınlara zina isnad etmek" buyurdu (Müslim, Buharî, Ebû Dâvud).

Bir defasında Hz. Peygamber @'e "Büyük günahlar" {kehair) nedir?" diye sorulunca "Dokuzdur" dedikten sonra şirk, sihir, adam öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, sa­vaştan kaçmak, namuslu mü'min kadınlara zina iftirasında bulunmak, ana ve babaya is­yan etmek, Beyt-i Haram'i helâl sayma günâhlarını zikretmiştir (Ebû Dâvud).

Bir başka hadiste "...ve yedi büyük günahtan kaçınırsa..." (Buharî, Neseî) şeklinde vârid olmuştur ki, sınırlama intibaını uyandırmak­tadır. Bu konuda başka sahih hadisler de var­dır.

ç- Kur'ân'da mücmel olan kıssaları açıkla­ması İle ilgili misaller: mücmel olan peygamberler hakkında kıssalar ve geçmişte cereyan etmiş bazı hadiseler hak­kında açıklamalarda bulunmuştur. Bu kıssa­lar Kur'ân'da mücerret, o vak'alan bildirmek için değil cereyan etmiş hadiselerden insan­ların ibret alması gayesiyle varid olmuştur. Kıssalar, Kur'ân'ın indiriliş maksatlarını gerçekleştirmek için nakledilir. Hz. Âdem'den beri bütün peygamberlerin tevhide çağırdık­larını bildirmek, Hz. Muhammed @'in nü­büvvetini ispat etmek, hem onun hem de mü­minlerin kalplerini takviye edip teselli ver­mek, ibret çıkarılmasını temin etmek, şeytan­dan sakındırmak gibi esasa ait gayeler, bunla-nn başında gelir. Rasûlullah @'in açıklama­ları da aynı gayelere yöneliktir. Gerek merak saikiyle sorulan bir soruya cevap olarak anla­tırken, gerek vaaz sırasında hikâye ederken, onun bildirdiği kıssalar, hep hisse çıkarmak gayesini güder. İnsanların ekserisinin haki­katleri, daha ziyade dinlemeye teşvik edici kıssalar arasında öğrendiği malumdur. Bu hikmete binaen, gerek Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri, gerek Hz. Peygamber @'in hadisle­ri, Kur'ân'ın indiriliş maksatlarını gerçekleş­tirmek gayesiyle, muhatapların dikkatlerini uyanık tutan, fikirleri daha kolay ve etkili bir tarzda karşısındakine maleden ve bir çeşit "tevhid tarihi" demek olan kıssaları, bol bol serdetm işlerdir.

Sünnette vârid olan kıssaların büyük bir kıs­mının özü Kur'ân'da mevcuttur; sünnet sade­ce tafsilat verir. Rasûlullah @'in hikâye etiği bazı kıssaların esası Kur'ân'da yoktur; fakat bu kıssalar vasıtasıyla bazı ayetleri anlamak kolaylaşır. Şimdi her iki türe dair misaller ve­receğiz.

I Rasûlullah @'in anlattığı kıssanın doğru­can doğruya Kur'ân-ı Kerim'i açıklaması: Kasûlullah @ şöyle buyurmuştur: İsrailoğul-ları, çırıl çıplak yıkanırlar ve birbirlerinin Mahrem yerlerini görürlerdi; halbuki Mûsâ teK başına yıkanırdı. (Bir gün) dediler ki: Allah'a yemîn ederiz, Musa'yı bizimle birlikte yıkanmaktan meneden, husye İltihabın­dan başka bir şey değildir." Hz. Peygamber @ devam etti: Bir gün Musa, yıkanmak için ayrılmıştı; elbiselerini bir taş üzerine koydu; fakat taş, elbiseleriyle birlikte yuvarlanmağa başladı. Mûsâ, "elbisem, ey taş, elbisem, ey taş!" diyerek taşın arkasından koşturunca, İs-railoğulları Musa'nın mahrem yerlerini gör­düler ve, "Allah'a yemîn ederiz, Musa'da hiç bir şey yokmuş" dediler. Hazreti Peygamber @ ilave etti: Musa'nın mahrem yerleri görü­nünce taş durdu; Mûsâ elbiselerini aldı ve ta­şa vurmağa başladı (Buharî, Müslim).

Tirmizî ile Taberî rivayetlerinin sonunda, "İş­te Allah Teâlâ'nın 'Ey îman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet Al­lah onu dedikleri şeyden temize çıkardı.' (2: 261) kavl-i ilâhisi bunu ifade eder." ziyadesi vardır. İsrailoğullarının Hz. Musa'yı ne şekil­de incittiklerini ve onun nasıl temize çıktığını böylece öğrenmiş oluyoruz.

Diğer misalimiz Abdullah b. Mes'ûd'un riva­yet ettiğidir: Rasûlullah @ dedi ki: "Bizden öncekiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar; onlar­dan üçü kurtuldu, diğerleri ise helak oldu. Bu üç fırkadan biri krallara karşı gelip Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dini uğruna onlarla savaştı, krallar da onları öldürdüler. Bunlar­dan ikinci fırkanın krallara karşı duracak kuvvetleri olmadığından, kavimleri arasında kalıp onları, Allah'ın ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ettiler. Krallar onları da öldürdü­ler, testerelerle biçtiler. Üçüncü fırkanın ise ne kralların karşısına çıkacak, ne de kavimle­rinin İçinde kalarak onları Allah'ın ve Mer­yem oğlu İsa'nın dinine davet edecek güçleri yoktu. Onlar da dağlara ve sahralara gidip, oralarda zühd hayatına girdiler. İşte Allah Teâlâ'nın "...İcadettikleri ruhbanlığı, biz on­lara yazmamıştık..." (57: 27) sözünden mak­sat budur. Dedi kİ: Bunu sırf Allanın rızasını aramak gayesiyle yapmışlardı. (Âyetteki) "ama ona gereği gibi uymadılar" ifadesi hak­kında dedi ki: "Yani kendilerinden sonra gelenler buna hakkiyle riayet etmediler. "Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik" ifadesi hakkında da: "İşte onlar, bana iman edip benim risaletimi tasdik edenlerdir. "Fa­kat onlardan birçoğu da yoldan çıkmıştır." Bu, yoldan çıkanlar ise, beni inkâr eden ve yalanlayanlardır." (Taberî, İbni Kesîr, Ebû Dâvud).

Bu rivayete göre Rasûlullah @ "...icadettikle-ri ruhbanlığı biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için kendiliklerin­den uyguladılar ama ona gereği gibi uymadı­lar. Biz de onlardan îman edenlere mükâfat­larını verdik. Fakat onlardan bir çoğu da yol­dan çıkmıştır." (57: 27) ayetini tefsir etmiş ve Hz. İsa'dan sonra hıristiyanların durumunu bildirmiştir. Bu mânada bir haber İbn Ab-bas'a mevkuf olarak da rivayet olunmuştur (Tefsiru'n-Neseî).

Bir başka misalimiz: Ebû Ubeyde b. el-Cer-rah anlatıyor: "Yâ Rasûlullah! Kıyamet günü azabı en fazla olanlar kimler olacaktır?" diye sormuştum. "Bir peygamberi öldüren yahut münkeri emredip marufu yasaklayan kimse­lerdir" diye cevap verip sonra da şu ayeti okudu: "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler, insan­lar arasında adaleti emredenleri öldürenler (var ya), onlara acı bir azabı müjdele. İşte on­ların yaptıkları, dünyada da ahİrette de boşa çıkmıştır. Onların hiçbir yardımcıları da yok­tur." (3: 21-22) Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ey Ebâ Ubeyde, İsrailoğulları bir günün evvelinde bir saat içinde kırk üç pey­gamber öldürmüşlerdi. İsrailoğullarının âbid-lerinden yüz on iki yiğit ayağa kalkıp, onları öldürenlere marufu emr ve münkerden neh-yettiler. Bunun üzerine aynı günün sonunda, onların da hepsi öldürüldü. İşte Allah Azze ve Celle hazretlerinin (bu ayette) zikrettiği kişiler bunlardır." (Taberî).

Rasûlullah @ bu hadisiyle, hadisin metninde zikri geçen Âlî İmrân suresinin 21 ve 22. ayetlerini açıklamış, İsrailoğullarının, pey­gamberleri ve marufu emr eden temiz insan­ları nasıl öldürdüklerini anlatmıştır.

II. Rasûlullah @'ın anlattığı kıssanın dolayı olarak Kur'ân'ı açıklaması: Yukarıda belirtf ğimiz gibi bunlar, esasları Kur'ân'da mevcut olmadığı halde Hz. Peygamber @ tarafında. anlatılan ve herhangi bir ayetin izahını kolay laştıran kıssalardır.

Habbab b. el-Eret diyor ki: "(Peygamberliği. nin başlangıcında) Rasûlullah, Kabe'nin göjj gesinde bir cübbeye bürünmüş bir halde iken kendisine halimizden şikâyet ettik: "Bizim için Allah'tan yardım dilemez misin? dua etmez misin?" dedik. Buyurdu ki:"Sizden ön­ceki ümmetlerde mümin kişi alınır, onun için yerde bir çukur kazılır, oraya konulup testere getirilir, başı ikiye biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden taranmak suretiyle ayrılırdı da, bütün bu yapılanlar onu dininden döndür­mezdi. Allah'a yemin ederim ki, Allah bu di­ni kemale erdirecektir. Öyle ki bir süvari San'a'dan kalkıp Hadramut'a kadar -Al­lah'tan ve kurdun koyunlarına saldırmasın­dan başka hiçbir şeyden korkmaksızın- gide­bilecektir, fakat siz acele ediyorsunuz." (Buharı).

Bu rivayet "Yoksa siz, sizden önce geçenle­rin hâli başınıza gelmeden cennete girivere­ceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk­lar, sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki..." (2: 214) ayetinde mücmel olarak geçen "öncekilerin başına gelen halleri", bazı misal­ler vermek suretiyle açıklamaktadır.

Diğer bir misal: Cabir b. Abdullah şöyle an­latıyor: Hz. Peygamber Hicr diyarından ge­çerken dedi ki: "Mucize istemeyin, zira Hz. Salih'in kavmi mucize istedi. Ona verilen mucizevî dişi deve, şu geçitten gelip, şu ge­çitten de çıkıyordu. Onlar, Rablerinin emrini dinlemeyip onu boğazladılar. Nöbetleşe ola­rak bir gün deve onların suyunu içiyor, bir gün de onlar onun sütünü içiyorlardı. (Nan­körlük ederek) onu boğazlayınca, o müthiş sayha onları ansızın yakalayıverdi. Allah Teâlâ, haremine sığınan bir tek adam haricin­de, onların hepsini helak etti." Dediler ki: "Kimdi o adam, ya Rasûlullah?" Dedi kî:

"Ebû Riğal idi, haremden çıkınca diğerlerinin başına gelen azap, ona da isabet etti." (Müs-ned_İ Ahmed, Taberî, İbni Kesîr).

Hz. Salih'in dişi devesi ve Semûd kavminin onu öldürdükleri bazı ayetlerde bildirilirse de Peygamber @'in anlattığı şekliyle, kıssa­nın bir kısım unsurları Kur'ân'da mevcut de­ğildir. Aynı konuya dair, Semûd kavminden dişi deveyi öldüren adamın tavsifini ihtiva eden şu hadis de böyledir.

Rasûlulah @ bir defasında, hutbe irad eder­ken, Semûd kavmine verilen dişi deveden ve onu boğazlayan adamdan bahsetti. "En nasib-sizleri ayaklandığı zaman" (91: 12) ayetini okuyup: "Kavminde muteber, şımarık, (Zü-beyr b. Avvâm'ın amcası) Ebû Zem'a gibi güçlü kuvvetli bir adam, deveye doğru (bo­ğazlamak üzere) ayaklanmıştı." (Buharı, Müslim).

Bu sıfatlar Kur'ân'da zikr edilmemektedir. Bu türden başka çok örnekler mevcuttur .

 

3- Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ın Mânasını Pekiştirmek Suretiyle Beyanı

 

Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ı açıklama tarz­larından biri de sünnetin, Kitabın mânasına muvafık bir tarzda vârid olması şeklinde gö­rülür. Beyanın bu tarzından maksat, hükmün takviye edilmesidir. Yoksa aynı mâna, ayette de ifade edilmiştir. Ayetin ifade ettiği hüküm ve mâna, farklı vesilelerle belirtilmek suretiyle kuvvet kazanmakta ve böylece Hz. Peygamber hatırlatma vazifesini yerine getir­mektedir.

 Sa'id el-Hudrî tarafından merfû olarak rivayet edilen uzun bir hadiste (Müslim, Tirmizî, İbni Kesîr), Cenâb-ı Hakk'ın, hiçbir Çayırları olmadığı halde cennete dahil edece-S1 insanların şöyle söyleyecekleri bildirilir: by Rabbimiz! Sen âlemlerden hiç kimseye germediğini bize ihsan ettin, derler. Kendile­re: Size bundan üstün bir hediyem var, Ey Rabbimiz! Bundan efdal ne var?

derler. Allah Teâlâ: Benim rızam! Artık bun­dan sonra ebediyyen sizi gazap etmem, buyu­rur.

Bu hadis "Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetle­rinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyük­tür. İşte en büyük saadet budur." (9: 72) aye­tinde bildirilen mânayı kuvvetlendirmektedir.

Bİr başka misal: Rasûlullah @: "Din husu­sunda aşırılıktan sakının; çünkü sizden önce­kiler dinde mübalağa ve aşırılıkları yüzünden helak olmuşlardır." (Müsned-i Ahmed, Neseî) buyurmak suretiyle "De ki: 'Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın..." (5: 77) ayetinin mânasını, pekiştirerek açıkla­maktadır.

 

4- Umûmu Tahsis Etmesi

 

Ebu Hureyre şöyle riveyet etmiştir: Birisi Rasûlullah @'e; "Ey Allah'ın Rasûlü, biz de­niz seyahatına çıkıyor ve yanımıza az miktar su alıyoruz. Bununla abdest alsak, içecek su sıkıntısı çekiyoruz. Deniz suyu ile abdest ala­bilir miyiz?" diye sordu. Rasûlullah şöyle bu­yurdu: "Denizin suyu pâk, meytesi ise helâldir" (Ebû Dâvud, Tirmİzî, Neseî, İbni Mâce, Muvatta). Başka bir hadiste: "Bize iki meyte ve iki kan helal kılındı; meyteler: balık ile çekirge, kanlar ise: karaciğer ile dalaktır." (İbni Mâce, İbni Kesîr).

Birinci hadis deniz meytesinin (boğazlanma­yarak ölen hayvan eti) helal olduğunu belirt­mektedir. İkinci hadis İse meytelerden balık ile çekirgenin, kanlardan İse ciğer ile dalağın helal kılındığını ifade etmektedir. "Size mey­te, kan, domuz eti... haram kılındı" (113) aye­ti meyte ile kanı umumî olarak haram kıl­maktadır. Mezkûr hadisler ise bu ayeti tahsis etmek suretiyle murad-i ilahîyi açıklamakta­dır.

İkinci bir misal: "Zina eden kadınla erkekten her birine yüz değnek vurun" (24: 2) ayetinde zina eden herkese yüz değnek vurulması umumî olarak emrolunmuş, Rasûlullah @ bu emri bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tesbit etmiştir (İbni Kesîr).

Hz. Peygamber buyurdu ki: "Allah, onlara bir yol gösterdi (yani haklarındaki hükmünü bil­dirdi): Evli zinakâr değnekle döğülüp sonra recmolunur, bekâr ise değnekle döğülür sonra da sürülür." (İbni Mâce, Müslim, Ebû Dâvud, Taberî).

Bir başka rivayette, hadis şu lafızla varid ol­muştur: "Evli zİnakâra yüz değnek vurulup taşlanır, bekâr ise yüz değnek vurulup bîr se­ne sürgün edilir" (Müslim, Müsned-i Ahmed, Taberî).

İmam Şâfi'î'nin rivayetinin başındaki ilave­den anlaşıldığına göre, önceleri zina suçunu irtikâp edenler "Kadınlarınızdan fuhuş ya­panlara karşı içinizden dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse o kadınları ölüm (alıp) götürünceye kadar ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dı­şarı çıkarmayın). İçinizden bir çift fuhuş ya­parsa onlara eziyyet edin..." (4: 15-16) hük­münce evlerden dışarıya çıkarılmıyor veya buna ilave olarak onlara dille eziyette de bu­lunuluyordu. Had ayeti (24: 2) inince Rasûlullah @ bekârlara yüz değnek ve bir se­ne de sürgün cezası olduğunu söyledi. Bu hükmün Nisa suresinin 15. ayetinde vaadedi-len hüküm olduğunu belirtmek için de "İşte! Allah onlara bîr yol gösterdi." demiştir. İmam ŞâfiTnin dediğine göre, bu hadiste bil­dirilen evli zinakârlar hakkında değnek ceza­sı, Rasûlullah @'in tatbikatı ile mensuhtur. Zira o evli olarak birbiriyle zina eden Mâ'iz b. Mâlik ile zânîye kadını sadece recm ile ce­zalandırmış, değnek vurdurmamış!! (Ahkâ-mu'l-Kur'an). Taberî bu hususta icma oldu­ğunu söyler. Fakat Ahmed b. Hanbel hadisin zahiriyle amel ederek, değnek cezasıyla rec-mi beraber tatbik etmeyi doğru bulur (İbni Kesîr).

Üçüncü misal: "O (Hak Kitabı)nda onlara-cana can, göze göz, buruna burun, kulağa ku­lak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (Ödeş. me) yazdık." (5: 45) ayeti umumîdir. Buna göre kâfir zimmiyi öldüren Müslüman, kısas olarak öldürülür. Aynı şekilde öldürülen kö­leye kısas olarak hür kimse öldürülür. Nite­kim Ebû Hanîfe ayetin umumiyetini delil ka­bul ederek böylece içtihad etmiştir. Fakat Sahîheyn'de Hz. Ali'den merfûen Rasûlullah (S)'in "Kâfire kısas olarak müslüman öldürül­mez." (Buharî, Ebû Dâvud, Tirmizî) dediği rivayet edilince, onun ayetin umumiyetini tahsis ettiği malûm olur." (İbni Kesîr).

Hanefî âlimleri, bu hadisteki "kâfir"den mu­radın, harbî kâfir olup zimmî kâfir olmadığı­nı, Hz. Peygamber @'den de bir zİmfnîye kı­sas olarak bir Müslümanı öldürttüğünün riva­yet olunduğunu belirtirler.

 

5- Mutlaki Kayıt Altına Alması

 

Mutlak; teklik, çokluk veya vasıf gibi şeylere bakılmaksızın vaz'edildiği mânaya delalet eden lâfızdır. Başka bir İfadeyle mutlak, yal­nız mahiyete delalet eder. (M. Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi). Hz. Peygamber @'in Kur'ân'ı açıklama şekillerinden biri de, ondaki bazı mutlak lafızları takyîd etmek suretiyle olmuştur. Meselâ: "(Namazda) Fâtihatu'l-Kitabı okumayanın hiç namazı yoktur." (Müslim, Dârimî, Tirmizî, İbni Mâce)

Bu hadisle "...Artık Kur'ân'dan kolay geleni okuyunuz..." (73: 20) ayetini takyid etmekte, kıraatin Fatiha olarak tayini bahis konusu ol­maktadır. İmam Ebû Hanîfe ayetin ıtlakına ve içtihadını teyid eden bazı hadislere daya­narak namazda kıraatin Fatiha olarak belir­lenmediğini, ancak vâcib olduğunu kabul eder.

Diğer bir misâl: Hz. Peygamber @'in hanımı Ümmü Seleme anlatıyor: Bir adam bir kadınla evlenmiş ve onu arka üstü yatırmak iste-^iş, kadın ise reddetmiş ve "Rasûlullah'a sor-nıadıkça buna müsaade etmem" demişti. Ka­dın gelip bu durumu bana anlattı. Ümmü Se-leine de Rasûlullah'a nakledince: "Ona haber gönder (gelsin)" dedi. Kadın gelince Rasûlullah ona şu ayeti okudu: "(Ey erkekler) kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. O halde tar-ıanıZa nasıl dilerseniz öyle varın" (2: 223); anıma tek yerden, tek yerden!" (Tirmizî, Taberî, Beyaki).

Huzeyme b. Sabit'ten: "Bir adam Hz. Pey­gamber @'e, kadınlara arka taraftan varmanın hükmünü sordu. Cevaben: "Helaldir" dedi, Adam arkasına dönüp ayrılınca, (yanlış anla­maması için) onu çağırdı veya çağrılmasını istedi. Sonra buyurdu ki: "Ne demiştim? İki­sinden hangisi, arka taraftan öndekine ise evet; amma arka taraftan arkadakine gelince hayır! Allah doğruyu söylemekten haya et­mez (çekinmez): Kadınlara arkadan varmayı­nız" (Tirmizî, Dârimî, Neseî, İbni Mâce).

Bu hadislerle Rasûlullah "(Ey erkekler) ka­dınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz Öyle varın." (2: 223) ayetinin genelliğini kayıt altına almaktadır.

Üçüncü bir misâl: Birisi Hz. Peygamber @ 'e şöyle bir soru sordu: "Kadının kocası üzerin­deki hakkı nedir?" Buyurdu ki: "Yediğinde yedirirsin, giydiğinde giydirirsin. Onun yüzü­ne vurma, ona çirkinlik isnad etme ve onu ev dışına çıkarma, kovma (ondan uzak kalmak istediğinde bunu evin içinde yap)" (Tefsiru'n-Neseî, Taberî, Ebû Dâvud, İbni Mâce).

Ikrime'den rivayetle buyrulur ki: "... Dik ka­falılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz ka­dınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün" ayetini *zah ederken "şiddetli olmayan bir şekilde dövün" demiş ve şöyle ilave etmiştir: "asûlullah şöyle buyurdu: "Meşru bir husus-ta size isyan ederlerse, onları şiddetli olma-^an bir şekilde dövün." (Taberî, Müslim, Müsned-i Ahmed).

Aşağıda rivayet edilen hadislerden de bu hu­sus açıkça anlaşılmaktadır.

Abdullah b. Amr'dan rivayete göre şöyle de­miştir: Rasûlullah @ hayatta iken bir kadın hırsızlık yapmıştı. Malları çalınanlar gelip dediler ki "Yâ Rasûlullah, bu kadın malımızı çaldı." Kadının akrabaları dediler ki: "Biz tazmin edelim, fidye verelim." Rasûlullah: "Elini kesin!" dedi. Bu kere: "Beş yüz dinar fidye verelim (de kesilmesin)" dediler. O: "elini kesin!" dedi. Bundan sonra kadının sağ eli kesildi. Kadın: "Tevbem kabul edilir mi?" deyince Rasûlullah: "Bugün, sen yaptığın suçtan dolayı, anandan doğduğun gündeki gi­bisin." Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Kİm yaptığı zulümden sonra tövbe eder, halini dü­zeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayan, merhamet edendir" (5: 39) ayetini indirdi.

Benî Mahzûm kabilesinden olan bu kadının durumu Sahîheyn'de tafsilatlı olarak rivayet edilmektedir. Üsâme'nİn şefaat teşebbüsü Rasûlullahı çok kızdırmış, "Muhammed'in kızı Fatıma da çalsa, elini kestirirdim" demiş­tir. Hz. Aişe'den öğreniyoruz ki "bu kadın sonradan hâlini düzeltip evlendi. Ara sıra ya­nıma gelirdi, ben de onun ihtiyaçlarını Rasûlullah'a iletirdim" diyor. (Müslim, Buharî).

Bu hadislerle, serkeşlik eden kadınları, koca­larının dövmesine izin veren ayetin (4: 34) "yataklarından ayrılın ve dövün" ifadesi, dövmenin şiddetli olmaması ve yüze vurul­maması tarzında takyid edilmiştir.

Diğer bir misâl: "Hırsızlık eden erkek ve ka­dının, yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin!" (5: 38) ayetinin ıtlakı, sünnet tarafından "sağ el" olarak takyid edil­miştir (Müsned-i Ahmed, Taberî, İbnİ Kesîr, Ebû Dâvud).

 

6- Müşkili Aydınlatması

 

Kur'ân'ın müşkilinden murat, herhangi bir ayetin, diğer bir ayete muarız olduğunu ilham etmesidir {el-Itkan). "Onlar halâ Kur'ân'ı ge­reği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah-tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan bir çok şeyier bulurlardı." (4: 82) ayetinin belirttiği gibi, Kur'ân'da çe­lişki olması mümkün değildir. Birbirine zıt sanılan hususların izale edilmesi gerekir. Sa­habe ve sonradan gelen bazı âlimlerin bu ne­vî izahları bulunduğu gibi, Hz. Peygamber'in de bazı müşkülen açığa kavuşturduğunu gör­mekteyiz.

Ebû Sümeyye şöyle rivayet etmektedir: Mer­yem suresinin 71. ayetindeki vürâd'vm mânası hakkında ihtilafa düştük. Câbir b. Ab­dullah'a rastladım. İhtilafımızı, bir kısmımı­zın "Mümin cehenneme girmez1', diğer bir kısmımızın da "Herkes cehenneme girer." de­diğini söyledim. Elleriyle kulaklarını tutarak: "Sağır olsunlar, Rasûlullah'dan şöyle işitme-diysem: Buyurdu ki: (Âyette geçen) vürûd, duhûl, yani girmek manasınadır; hiçbir muttaki veya kâfir yoktur ki cehenneme gir­mesin. Fakat müminlere, Hz. İbrahim'e oldu­ğu gibi serin ve selâmet olur; hatta ateşin (ya-nut cehennemin, dedi) onların serinliğinden dolayı hışırtısı vardır. "Sonra muttakileri kur­tarır ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız." (19: 72).

Buradaki güçlük şundan ileri gelmektedir: Ayette "İçinizden oraya girmeyecek hiç kim­se yoktur. Bu Rabbinin üzerine aldığı kesin bir borçtur." (19: 71) buyurulmaktadır. Hal­buki birçok ayette muttakîlerin cehennemde yanmayacağı bildirilmektedir. Rasûlullah @ bütün insanların cehenneme gireceğini, fakat müminler İçin, Hz. İbrahim'e olduğu gibi, ateşin "serin ve selâmet olacağını" (21: 69) beyan etmek suretiyle bu güçlüğü gidermiş­tir.

Şu hadisler de zikredilen ayetin izahına dair­dir:

Hz. Hafsa diyor ki: Rasûlullah @'in şöyle de­diğini işittim: "Bedir veya Hudeybiye gazvesine iştirak eden herhangi bir Muslümanin cehenneme girmeyeceğini ümit ederim." Bu, nun üzerine dedim ki: "Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ "İçinizden oraya (cehenneme) girme­yecek hiç kimse yoktur. (Oraya girmeleri) Rabbinin, üzerine aldığı kesinleşmiş bir hü­kümdür" buyurmuyor mu?" Hz. Peygamber "Allah Teâlâ'nm "Sonra muttakileri kurtarır ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş ola­rak bırakırız" buyurduğunu işitmedin mi?" dedi (İbni Mâce, Taberî).

İbn Mes'ûd'un merfû olarak rivayetine göre Rasûlullah @: Yani: "Bütün insanlar oraya gelir, sonra da amelleri ile oradan çıkarlar" demiştir (Tirmizî).

Sahîheyn'de vürûd'un "duhûl" mânasına gel­diğine delâlet eden şu hadis rivayet edilmek­tedir: "Müslümanlardan, üç çocuğu ölüp de kendisine -Allah'ın andı yerini bulacak kadar müstesna- cehennem ateşi dokunacak hiçbir kimse yoktur" (Müslim, Buhari, Tirmizî, İbni Mâce, Neseî). Hadisteki "tahilletu l-kasem", yemini helâl kılan şey yani yemini yerine ge­tiren şey demektir. Buradaki yeminden mak­sat da (19: 71) ayetinde mukadder olan ye­mindir..." {Sahih-i Müslim ve Tercemesî).

Bir diğer misal: "... Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele!" (9: 34) ayeti nazil olunca, bu Müslümanlara ağır gel­di. Çünkü bu ayetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı. Ömer b. el-Hattâb Müslümanları temsilen Hz. Peygamber @ 'den açıklama is­tedi. Rasûlullah @: "Allah zekâtı sadece mal­larınızın geriye kalan kısmını temizlemek İçin farz kılmıştır. (Ölümünüzden) sonraya bırakacağınız mallarda İse mîrası farz kılmış­tır." buyurdu (Müstedrek). Böylece bu ayetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, ayet-i kerîmedeki tehdidin ancak mallarının zekâtını vermeyenler hakkında ol­duğu açığa kavuşmuştur.

 

7- Kapalı İfadeyi Açıklaması

 

Burada herhangi bir sebeple. Kur'ân-ı Kerîmce kapalı ve muğlak bırakılan, hakla­rında kesin izahın ancak nakle mütevakkıf ol­duğu müphem hususların Rasûlullah @ tara­fından açıklanmasına misaller verilmektedir.

Birinci misâl: Suheyb, Peygamber @'den söyle rivayet ediyor: Cennetlikler cennete gi­rince yüce Allah buyurur ki: "Daha fazla bir şey ister misiniz?" (... Sonra Allah, cemâlini onlara gösterir). Artık yüce Rablerine bak­maktan daha sevimli bir nimete mazhar ola­mazlar." Sonra "Güzel davrananlara daha gü­zel karşılık ve fazlası var..." ayetini okudu. (Müslim, Tirmizî, İbni Mâce). Bu ayetteki "fazlalığın" "cemâl-i ilâhîye nazar" olduğu, bu hadisten anlaşılmaktadır.

Bir başka hadiste ise, kıyamet günü bir münadînin:

En güzel iyilik: Cennet, ziyade ise Yüce Al­lah'ın cemâline bakmaktır" diyeceği bildiri­lir. İbni Kesîr'in ifadesine göre, bu hususta başka hadisler de vardır ve Selefden Ebû Bekr es-Sıddîk, Huzeyfe, İbn Abbâs, Sa'îd b. el-Museyyeb, Mücâhid, Katâde, Hasanu'l-Basrî ve diğerleri de "fazlalığın" Allah Teâlâ'nm vechi kerimine nazar olduğunu söylemişlerdir (İbni Kesîr).

ikinci misâl: Semüre'den rivayete göre Rasûlullah şöyle demiştir: "es-salâtu'l-vustâ, ikindi namazıdır." (Tirmizî, Müsned-i Ahmed). Bu hadis "Namazları ve es-salâtu'l-vustâyı devamlı olarak yerine getirin." (2: 238) ayetindeki "es-salâtu'l-vustâ"nın ikindi namazı olduğunu bildirmektedir.

Hz. Ali'den nakille, Rasûlullah @, Hendek muharebesinin olduğu gün dedi ki: "Bizi es-salâtu'l-vustâdan alıkoydular, tâ ki güneş ba­tana kadar. Allah onların kabirlerini ve evle­rini (yahut "içlerini" dedi, tereddüt râvi Yah­ya'dan ileri gelmektedir) ateşle doldursun.". (Ruharî) hadisi de ikindi namazı olduğunu bildirmektedir.

Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Nikâh bağını elinde tutan kocadır." (el-It-kan). Bir erkek, nikâh kıyıldıktan sonra, he­nüz karı koca olmadan karısını boşadığı tak­dirde, belirtilen mehrin yarısını, boşadığı ka­rısına vermekle mükelleftir. Ama "kadın ve­ya nikâh bağı elinde olan" kimse bu haktan vazgeçerse, o takdirde bir şey gerekmez. Bu hükmü bildiren ayette (2: 237) geçen "nikâh bağım elinde tutan"ın kim olduğu müphem­dir. Bu hadiste Hz. Peygamber @'in "nikâh bağını elinde tutan, kocadır" dediği bildiril­mektedir. Koca olmasına göre mâna şöyle olur: "Ey kocalar! bu durumda vermeniz va-cib olan miktar, mehrin yarısıdır. Fakat tama­mını da bağışlayabilirsiniz". Hz. Peygamber @ tarafından müphemin tayin edildiğine baş­ka misaller de vardır.

 

8- Neshi Beyan Etmesi

 

"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyette bulunmak, tak­va sahipleri üzerine bir borçtur." (2: 180) ayeti en sahih kavle göre, Nisa sûresinin 11 ve 12. ayetlerindeki mîras hükümleriyle nesh edilmiştir. Zikredeceğimiz şu hadis de bu neshi beyanla kuvvetleştirmektedir.

Ebû Ümâme diyor ki: "Veda haccı sırasında­ki hutbesinde Rasûlullah @'in şöyle dediğini işittim: "Allah, her hak sahibine hakkını ver­di, artık vâris için vasiyyet yoktur." (Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî).

Bİr başka misâl: "Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaş­mak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah'ın yolundan çevirmek, Mescid-i Haram'm ziya­retine mani olmak ve halkını oradan çıkar­mak ise Allah katında daha büyük bir günah­tır." (2: 217) ayeti, haram aylarda savaşmanın haram olduğunu tasrîh etmektedir. Taberî'nin ifadesine göre: "Tevil ehli bu ayetin mensuh mu yahut hükmünün sabit mi olduğunda ihti­laf etmişlerdir." Bu müellif her iki görüş sahiplerinin mütalalarını naklettikten sonra de­vamla şöyle demektedir: "Bize göre doğru olan Atâ b. Meysere'nin şu sözüdür: Haram aylarda müşriklerle kıtali yasaklayan hüküm, "... (Bununla beraber) müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın..." (9: 36) İlahî kavliyle neshedilmiştir. Bu ayetin Bakara suresinin 2X1. ayetini neshetmiş olduğu şundan dolayı kabul edilir ki; haram ayların bir kısmında, Rasûlullah @'in Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'de Sakîf kabilesiyle savaştığı ve Ebû Âmir'i, oradaki müşriklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu hadise Şevval ve Zilka-de'nin bir kısmında olmuştu ki bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylar­da savaşmak haram olsaydı ve bu iş masiyet sayılsaydı, Rasûlullah bu fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu." (Taberî, İbni Kesîr). Şu halde Hz. Peygamber @'in bu davranışı, haram aylarda savaşmayı, mutlak olarak nehyeden ayetin mensuh olduğuna delâlet etmiştir.

 

9- Amelî Olarak Tefsir Etmesi

 

Hz. Peygamber @ bir çok ayetlerde emrolu-nan hususları, bizzat tatbik ederek göstermiş, böylece o ayetlerden ilâhî muradın ne oldu­ğunu iyice açıklamıştır.

Câbir, Hz. Peygamber @'in haccını tafsilatlı olarak anlatan uzun hadisinin bir yerinde di­yor ki: "Nihayet onunla birlikte Beytullaha geldik. Hacer-i esvedi istilam etti. Üç defa koşar adımlarla, dört defa da mûtad yürüyüş­le tavaf yaptı. Sonra da Makam-ı İbrahim'e geçti ve hemen: 'Siz de Makam-ı İbrahim'den bir namazgah edinin' (2: 125) ayetini okudu. Makamı, kendisiyle Beyt arasına alarak iki rekat namaz kıldı." (Müslim, Taberî). Rasûlullah @'in bu tatbikatından "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edi­nin..." emr-i ilâhîsinden neyin murad edildi­ğini, nerede ve ne şekilde yapılacağı anlaşılmaktadır. Zira Makâm-i İbrahim için Arafat Muzdelife, şeytan taşlama yerleri, harem-i şerif vs. mahaller olduğu da söylenmiştir. Ni­tekim müslümanlar arasında maruf olan da bu hadiste bildirilen yerdir.

 

10- Takriri Olarak Beyanı

 

Misallerine az rastlanılan bu kısımda, herhan­gi bir ayetin Rasûlullah @'in yanında izah edilmesine karşı, onun sükût etmek suretiyle bu izahı tasvip ettiğine dair misaller verile­cektir.

Birinci misâl: Amr b. el-As, ZâtuVselasil gazvesinin cereyan ettiği hicrî 7. yılda Pey­gamber @ tarafından gönderildiği bir sefer sırasında, soğuk bir gecede yıkanması gere­kince sıhhatinden endişe ederek yıkanmamış, teyemmüm etmek suretiyle arkadaşlarına imamlık etmişti. Dönüşünde Rasûlullah'a du­rumu anlatmış, O: "Arkadaşlarına cünüp ola­rak mı namaz kıldırdın?" diye sorunca Amr: "Ey Allanın Rasûlü, ben çok soğuk bir gece­de ihtilam oldum, yıkandığım takdirde helak olacağımdan korktum ve Azîz olan Allah'ın şu kavlini hatırladım: 'Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir.' (4: 29). Ben de teyemmüm ettim ve arkadaşları­ma namaz kıldırdım." dedi. Rasûlullah güldü ve bir şey söylemedi (Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, İbnİ Kesîr).

Ebû Davud'un bundan sonraki hadisinde Amr'ın bir seriyye kumandanı olarak gönde­rildiği, teyemmüm değil de cünüp iken na­maz abdesti gibi abdest almış olduğu rivayet olunur.

İkinci misâl: Abdullah b. Mes'ûd şöyle dedi: Bir kerre Peygamber @ 'in huzurunda Yahudi âlimlerinden bir âlim geldi ve: Yâ Muham­medi -yahut da: Yâ Ebu'l-Kasım!- Hiç şüp­hesiz yüce Allah kıyamet gününde gökleri bir parmağında, yer tabakalarını da bir parma­ğında, bütün dağları, ağaçları da bir parma­ğında, suları ve toprakları da bir parmağında diğer mahlûkları da bir parmağında tutar. conra onları hareket ettirerek: Melik ancak benim! buyurur dedi. Rasûlullah @, Yahudi aijrninin söylediği bu haberden memnun olup u tasdîk etmek üzere güldü. Sonra gasûlullah şu âyeti okudu: " Allah'ı gereği eİbi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde durulmuştur. O, onların ortak koş­tuklarından uzak ve yücedir." (39: 67) {Müs­lim, Buharî, Tirmizî).

Rasûlullah @'in bu davranışı, Yahudi bilgi­ninin söylediklerini tasvip ettiğini ve bu söz­lerin, kendisi tarafından okunan ayetin tefsiri­ne ait olduğunu göstermektedir.

 

11- Lûgavî İzahlarda Bulunması

 

a- Doğrudan doğruya lûgavî izahları: Karşı­laştığımız misallerden anlaşıldığına göre Rasûlullah @'in Kur'ân hakkında lûgavî yönden açıklamalarda bulunmasına, ekseri­yetle soruya muhatap olması vesile teşkil et­mektedir. Onun açıklamaları, ekseriyet itiba­riyle lügat ve tefsir ehlinin lûgavî izahları tar­zında değildir. Ayrıntıya girmeden, soranın durumuna göre, en kısa yoldan mânanın anla­şılmasını hedefler. Dolayısıyla bazen kelime­nin sadece eşanlamlısını söyler, bazen vasfını içerene tariflerde bulunur, yahut ondan mak­sadın ne olduğunu bildirirdi. Bazı hallerde kelimenin şer'î mânasını belirtirdi. Bunlara dair misaller:

I- Kelimeyi eşanlamlısı ile açıklaması: Hz. Peygamber @, "Böylece sizi (ey Muhammed Ümmeti) vasat bir ümmet yapmışızdır." (2: '43) ayetinde varid olan ve çeşitli mânalara gelen "vasat" kelimesinin, burada "âdil" ^anasına olduğunu bildirmiştir (Tirmizî).

Hz. Aişe "Dîn (işlerin)de üzerinize hiçbir §üÇlük de yüklemedi..." (22: 78) ayetinde va-rı<J olan "haraç" kelimesini, Peygamberimize s°nnuş, o da: "darlık" olarak açıklamıştır (Müstedrek).

"Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd eden­ler, seyahat edenler, rükû edenler..." (9: 112) ayetîndeki sâihînm hangi mânaya geldiği so­rulunca Rasûlullah: "oruç tutanlar" demek ol­duğunu söyledi (Müstedrek, Ebû Dâvud).

Bir rivayete göre Rasûlullah @, Kur'ân'da geçen kunût kelimesi (2:238), "her yerde taat mânasına gelir" demiştir (Fethu'r-Rabbani, Taberî). Tâat, bu kelimenin "sükût eylemek, dua etmek, namazda ayakta durmak", gibi eşanlamlılarından biridir.

Rasûlullah @'in Kur'ân'daki bazı kelimeleri eşanlamlıları ile açıklamasına dair başka mi­saller de vardır.

II.   Tarif  etmek   suretiyle   izahı:  Mâide sûresinin ikinci ayetinde ve başka ayetlerde geçen birr   ve   ism hakkında Rasûlullah ilBirr\ ahlâk güzelliği, ism ise vicdanını tır­malayıp seni huzursuz kılan ve insanların muttali olmasını istemediğin şeydir" (Müs­lim) demiştir.

III.   Kelimenin şer'î mânasını bildirrrlesi: Rasûlullah @ "Kulaklar başa dahildir." de­mekle, abdest ayetinde (5: 6) yıkanması farz olarak emredilen "yüz"ü tarif etmekte, kulak­ların yüzden sayılmadığını belirtmektedir.

Bir defa sakalını örten bir adamı görünce ona: "Aç onu, zira sakal yüze dahildir." de­mişti (İbni Kesîr).

Rasûlullah @ "gıybet nedir bilir misiniz?" di­ye sorduktan sonra "Allah ve Rasûlü bilir." diye cevap verdiler. Buyurdu: "Gıybet, dîn kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anman-dır." Bunun üzerine kendisine: "Ya benim söylediğim şey kardeşimde mevcut ise, buna ne dersin ey Allah'ın Rasûlü" denildi. Buyur­du ki: "Eğer senin söylediğin husus onda var­sa, onun gıybetini yapmış olursun, onda bu­lunmuyorsa ona iftira etmiş olursun" (Müs­lim, Ebû Dâvud, Tirmizî). Böylece "Kiminiz kiminizi gıybet etmesin" (49: 12) ayetini açıklamaktadır.

Bir misal de şöyledir: "Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda (İhrama girerek) haccı kendisine farz kılarsa, bilsin ki hacda ne re-fes, ne füsûk ve ne de cidal olamaz..." (2: 197) ayeti hakkında Hz. Peygamber @'in:

"Refes: kadınlarla cinsî münasebete dair fa­hiş söz veya îma, füsûk: her türlü masiyet, cidal: kişinin yanındaki kimse ile olan müna-kaşasıdır" dediği rivayet olunmaktadır (el-It-kan).

IV. Kelimenin kasteddiğini bildirmesi: "Cenâb-ı Allah, Hz. İbrahim'i insanlara imam (rehber) yaptığını bildirince o, zürriye-tinden de kendisi gibi imamlar yaratmasını dilemiş, Allah ise: 'Zalimlere ahdim erişmez' demişti." (2: 124) ayetinde geçen "ahd"'\, "nübüvvet* ile tefsir etmiştir (İbni Kesîr). Bu kelimenin lûgattaki birçok mânaları arasında nübüvvet mânası görülmez. Fakat burada on­dan nübüvvetin kastedildiği belirtilmiştir.

Bir başka misâl: Cenâb-ı Allah'ın Hz. Musa'ya emrini nakleden "... ve onlara Al­lah'ın günlerini hatırlat..." (14: 5) ayetindeki "Allah'ın günîert'nâen maksadın, "Allanın nimetleri" olduğunu bildirmiştir (Taberî, İbni Kesîr). Bu mânaya gelmesi "hâliyyet ve ma-hallİyyet itibariyledir" (Kamus Tercemesi).

IV. Kelimenin geniş anlamının kastedildiği­nin bildirmesi: Bir rivayete göre Rasûlullah @, "Bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'ın sizin üzerinizdeki ni­metini düşünün ki içinizden peygamberler gönderdi, sizi melikler yaptı" (5: 20) ayetin­deki "melik" kelimesinin geniş mânada kul­lanıldığına dikkati çekmiştir.

Hz. Peygamber @'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrail oğullarında birisinin hiz­metçisi, bineği ve karısı olunca onu melik (kıral) sayarlardı" (İbni Kesîr).

Zeyd b. Eşlem, ayette geçen "sizi melikler yaptı" ifadesi hakkında Rasûlullah'iın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kim bir eve ve hizmetçiye mâlik olursa, o meliktir." (Taberî).

"Kendilerine Kitaptan nasip verilenleri gör­medin mi? Cibte ve tâğûta (bâtıla) inanıyorlar ve inkâr edenler için: 'bunlar iman edenler­den daha doğru yoldadır' diyorlar." (4: 5l) ayetinde geçen "cibt* kelimesi lügatte pm kâhin, sihirbaz, hayırsız ve faidesiz, hasis ve kötü şeye denir. Tark: yere çizgiler çizmek­tir; burada kastedilen remil ilmidir. İyâfe; kuş uçurmak suretiyle fala bakmak; tiyara; kendisiyle uğur aranan yaramaz fal demektir. Bu mefhumlar da, cibft katılmak suretiyle bu kelimenin delâleti genişletilmektedir.

VI. Lügavî inceliklere temas etmesi: Bir bedevi gelerek "Ey Allahın Rasûlü! Beni cennete gönderecek bir amele delâlet et." de­di. Cevaben buyurdu ki: "Vecîz söz söyler­sem, meseleyi daha geniş anlatmış olurum: Neşeme i'îak (âzad) et veya. fekk-i rakabe et (bir boyunu kölelik zincirinden çöz)". Bunun üzerine bedevî: "Bu ikisi aynı şey değil mi­dir?" Rasûlullah @: "İ'tak-ı neşeme: tek ba­şına âzad etmendir, fekk-İ rakabe ise: âzad edilmesine yardımda bulunmandır." (Müs-ned-i Ahmed).

Burada Rasûlullah @ birbirinin eşanlamlısı olan iki kelime arasındaki nüansı belirterek "Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bile­ceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çöz­mek, yahut şiddetli bir açlık gününde... do­yurmaktır." (90: 12-13) ayetinin tam ve ince­den inceye tahdit edilmiş mânasını açıklamış­tır.

Yine: Arabînin biri gelerek "Ya Rasûlullah, Allah cennette insana eza veren, inciten bir ağacın olduğunu zikrediyor" dedi. "Nedir o?" diye sorunca sidr olduğunu söyledi. Rasû­lullah buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenini (2256: 288) silmiş­tir de her dikenin yerine bir meyve yapmış­tır..." (İbni Kesîr, Müstedrek).

Sidr-i mahdûd, Arabistan kirazı tabir olunan meşhur nabk ağacının ismidir. "Mahdud" iki mâna ile tefsir edilmiştir. Birisi silinmiş, tes­viye edilmiş, düzgün demektir. Arabistan sidri dikenli bir ağaç olduğu için bununla Cen­net sidrinin dikensiz olduğu anlatılmıştır. Rasûlullah @ kelimenin bu mânasına dikkati çekmiş ve bu mâna üzerinde temerküz eden mühim farkı belirtmiştir.

b- Dolayısiyle olan lûgavî açıklamaları: Bundan maksat ,Hz. Peygamber @'in ICur'ân'da varid olan herhangi bir garib keli­meyi, doğrudan doğruya ayeti açıklama mev­kiinde değil de, başka bir vesile ile ayetteki mânada kullanmasıdır. Müfessirler bazı keli­meleri açıklarken Hz. Peygamber @'in bu kabil kullanımlarından istifade ederler.

Meselâ: Sahabeden Osman b. Maz'ûn vefat edince Rasûlullah @: "Ona yakîn geldi, val­lahi ben onun için hayır(lı âkibet) ümid ede­rim." (İbni Kesîr).

Bir başka hadisinde, insanların yaşayış tarzla­rının en hayırlısını bildirirken: "... Namazı ikame eder, zekâtı verir, İnsanlardan yana da, hayırdan başka bir işte bulunmayarak kendi­sine yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet eder durur." demiştir (Müslim, İbni Mâce, Müsned-i Ahmed).

Her İki hadiste de yakîn kelimesi ölüm mânasına gelmektedir. Dolayısıyla Hz. Pey­gamber @'in bu mânada kullanması "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (15: 99) ayetindeki "yakîn"in mânasını anlamamı­zı temin etmektedir.

Bir diğe'r misâl: Ebû Hüreyre'den rivayetle: Hz. Peygamber, ashabı ayrı ayrı halkalar ha­linde otururken onların yanına varınca: "Ne o, niye böyle izîn (dağınık) oturuyorsunuz?" dedi (Müslim, Taberî, Ebû Dâvud).

Ba hadiste izîn kelimesi, halka halka, dağınık bir şekilde bulunmak hakkında kullanılmıştır. "Sağdan soldan ayrı ayrı ..gruplar halinde..." (70: 37) ayetinde geçen bu kelimenin mânası, bu hadis vasıtasiyle anlaşılır.

Son bir misâlimiz: Taberî, "Musa kavmine demişti ki: 'Allah'ın üzerinizdeki nimetini ha­tırlayın; O sizi Firavun hanedanından kurtardi. Onlar, sizi işkencenin en kötüsüne mâruz bırakıyorlardı. Bunda Rabbinizden, size bü­yük bir imtihan vardı" (14: 6) ayetinin tefsi­rinde yestehyune hakkında: "Mânası, bırakı­yorlar demektir. Hayat, terk demektir. Nite­kim Rasûlullah @'den gelen haberde de boy ledir: "Müşriklerin kocalarını Öldürün, kadın larını bırakın." (Taberî). Bu neviden başka misaller de vardır.

c- Edebî sanatları ihtiva eden ayetleri açık­laması: Bilindiği gibi edebî sanatları isim­lendirme ve edebî terimler sonraki devirlerde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygmber @'in bu sınıfa giren ayetleri açıklamasını, belagat âlimlerinin izahları ile kıyas etmeme­lidir. Hz. Peygamber @, sonradan mecaz, hazf, kinaye vs. şeklinde adlandırılan hususi­yetleri ihtiva eden ayetlerin, sadece maksatla­rının anlaşılmasına medar olacak bazı irşad-larda bulunmuştur. Bunlara ait misallerimiz aşağıya kaydedilmiştir.

Adîy b. Hatem diyor ki: "Sizin için fecrin be­yaz İpliği siyah iplikten seçilinceye kadar ye-yin, için...." (2: 187) ayeti nazil olunca, biri siyah diğeri beyaz olarak iki ip alıp yastığı­mın altına koydum. Böylece onlara bakıp be­yazı siyahtan ayırdedecek zaman gelince oru­ca başladım. Sabah olunca Rasûlullah'm hu­zuruna varıp yaptığım işi anlattım. Buyurdu ki: "Öyleyse senin yastığın çok enlidir (yani kafan kalın olduğundan bundaki inceliği an-layamadm). Bu ayetten maksat, sadece gün­düzün beyazlığı ve gecenin karanlığıdır" (Buharı, Müslim).

Buharı ve Müslim'in ashabdan Sehl b. Sa'd'dan rivayet ettikleri bir hadisten anlaşıl­dığına göre, bu ayet ilk nazil olduğunda mi-nel-feai: fecrin beyanı yoktu. Sonra nazil ol­du. Hz. Peygamber @ ile temas eden Müslü­manlar, onun açıklamasından murad edilen mânayı anlıyorlardı. Fakat temas etmeyen bedeviler, yahut "hayf\n lügatte gece ve gündüz mânasında kullanılabileceğini bilme­yenler, ayeti Adîy b. Hâtem gibi anlamışlardı.

Bu ayetin ve ilgili hadislerin anlaşılması hak­kında çok kaviller varsa da bizim burada be­lirtmek istediğimiz şudur; Ayetteki haytdan muradın, lügatteki hakikî mânanın (ip) değil de bilinen mecaz olarak gece ve gündüz ol­duğudur ki, "bu (ayetten maksat) sadece gün­düzün beyazlığı ve gecenin karanlığıdır." sö­zü ile Rasûlullah @ tarafından beyan edil­miştir.

Diğer misal: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz biçimde varın..." (2: 223). Hars; esasen ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, mezra mânasına isim de olur ki burada bu mânayadır. Bu tabir ile kadının kadınlık uzvu bir tarlaya, erkeğin nutfesi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ha­sılata teşbih edilerek bir istiare yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği mevzi-i hars, izah buyurulmuştur ki mâna şu olur: Kadınlar si­zin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslü-man tohumları ekip hasılat olarak zürriyyet yetiştireceksiniz. Bundan dolayı harsınıza -hars mânası unutulmamak ve mevzi-i harstan olmak şartı ile- dilediğiniz taraftan, herhangi bir vaziyette isterseniz gidiniz.

Ayetin müfessirler tarafından bildirilen bu in­celiklerini, -nisbeti sahih ise- İbn Abbas'dan rivayet olunan şu hadis ifade etmektedir: İbn Abbas'tan, Rasûlullah (S)'in "Kadınlarınız sİ-zin tarlanızdır..." ayeti hakkına şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mahsûl nerede olursa tar­la oraya denilir." Bu hadis harsın, ancak ne­batın bittiği yer olduğunu ifade etmektedir. Bu teşbihi ihtiva etmese bile, dübürü mene-den, ancak bir yolun helal olduğunu bildiren bir çok hadis de aynı mânayı gösterir. Pey­gamber @'in beyanının delaletiyle buradaki teşbihin hakikatine ve benzetme yönüne nü­fuz edilmese, bazılarının anladığı gibi, her türlü davranışın mubah olduğu neticesi çıka­rılabilirdi.

 

12- Kaydolunanı Tayin Etmesi

 

Rasûlullah'ın Kur'ân'i açıklama tarzların­dan biri de herhangi bir ayetin genel olarak neye delâlet ettiğini bildirip, ondan kasdolu-nanın ne olduğunu tayin etmek şeklindedir Bu kabîl açıklamalarda pek tabiîdir ki, bazan tam lûgavî delâlet bulunmaz. Bu türden mi­saller de bir hayli fazladır.

İlk misâl: "Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'e der ki: 'Ben filanı sevdim, sen de sev.' Cebrail de göktekilere aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde de bir sev­gi yerleşmiş olur. İşte Azîz ve Celîl olan Al­lah'ın, "îman edip de faydalı işler yapanlar için Rahman, (gönüllerde) bir .sevgi yaratacak (onları herkese sevdirecektir." (19: 96) ayeti bunu ifade eder. (Tirmizî, Müslim).

İkinci misâl: Ebû Saîd el-Hudrî ile Ebû Hu-reyre'den; Peygamber @: "(Cennette) Bir münadî: Daima sıhhatli kalmanız ve ebediy-yen hasta olmamanız sizin hakkınızdır. Dai­ma genç kalmanız ve ebediyyen ihtiyarlama­manız sizin hakkınızdır. Daima nimetler için­de hoş hâl olmanız ve ebediyyen sıkıntı ve çetinliğe maruz kalmamanız sizin hakkınız­dır! diye nida edecektir" buyurdu. İşte bu, Azîz ve Celîl olan Allah'ın şu kavlidir: "On­lara: İşte yapmakta devam ettiğiniz (iyi işler) sayesinde mirasçı edildiğiniz cennet budur! diye nida edilecekdir." (7: 43) (Tirmizî, Müs­lim).

Aynı ayetin baş tarafı şöyledir: "... Hamdol-sun Allah'a ki, derler, bizi hidâyetiyle buna (Cennete) kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yo­lunu bulmuş olmazdık. Andolsun ki, Rabbi-mizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir."

Şu hadis de ayetin bu kısmından anlaşılması gerekenin ne olduğunu bildirmektedir:

Ebû Saîd dedi ki: Resûlullah şöyle buyurdu: "Cehenneme girenlerin her biri (iman etmiş olması halinde) cennette kendisine ayrılan konağı görecek ve diyecek ki: 'Keşke Allah bizi hidayet etseydi!' Böylece bu (görmeleri) onlar için hasret ve pişmanlık olur. Cennete girenlerden her biri (İman etmemiş olması halinde) cehennemde varacağı yeri görüp di­yecek ki: 'Allah bizi hidayet etmemiş olsaydı (halimiz ne olurdu!)' îşte bu da onların şü­kürleri olur." (Taberî, Müsned-i Ahmed, İbni Her insan için, hem cennet hem de ce­hennemde birer yer hazırlanmış olduğunu, cennete giren müminlerin, oradaki cehenem ehline ait yerlere varis olacaklarını, ayetteki verasetin bu keyfiyetle ilgili olduğunu, ce­hennemliklerin hasret ve pişmanlıklarını, cennetliklerin ise şükrünün ayetteki gibi ola­cağını bu hadis bildirmektedir.

Üçüncü misâl: "Onlar sabah akşam ateşe ar-zolunurlar..." (40: 46) ayetinden kasdoluna-nın ne olduğunu şu hadis tayin etmektedir: "Sizden biriniz ölünce, sabah akşam (öbür dünyadaki) yeri kendisine gösterilir; Cennet ehlinden ise cennetten, cehennem ehlinden ise cehennemden (yeri gösterilir), kıyamet günü Allah kendisini diriltinceye kadar böy­lece devam eder." (Tefsiru'n-Neseî, Tabera-nî). Böylece bu ayetten, -müstehak olanlar için- kabir azabının sabit olduğunu Rasûlullah @ bildirmiş olmaktadır.

 

13- Tavsîf Ederek Açıklaması

 

Rasûlullah @'in Kur'ân'ı açıklama tarzların­dan biri de, onda zikredilen bir hususun, bir­takım vasıflarını belirtmek suretiyle, insanla­rın akıllarına ve kalplerine daha iyi yerleştir­mek gayesine yöneliktir. Tavsif etmesi ter-ğib, terhîb, şer'î bir meseleyi açıklama, övü­len veya zemmedilen şahıs veya durumların vasıflarını belirtme vs. için olur.

Birinci misâl: Ebû Hureyre, "İşte şunlar Rab-leri hakkında çekişen iki hasım taraf: Nan­körler için ateşten elbiseler biçildi, başlarının üstünden de kaynar su dökülüyor. Onunla ka­rınlarının içindekiler ve derileri eritiliyor." (22: 19-20) ayetini okuyarak buna dair  @'den şu sözü işittiğini söyler:

"Kaynar su başlarının üzerinden dökülür, be­yinlerinden geçer, tâ karınlarına varır, içlerin­deki bağırsakları gövdelerinden sıyırarak ayaklarından çıkar (yahut ayaklarını darma dağınık eder). İşte (Allah Teâlânın zikrettiği) eritme budur. Sonra bu ameliye tekrarlanır (durur)." (Müstedrek, Tirmizî, Taberî).

Görüldüğü gibi bu hadis terhîb gayesine ma­tuf olarak, ayette zikrolunan eritmenin dehşe­tini tafsil ve tavsîf etmektedir.

İkinci misâl: Ebû Saîd el-Hudrî, "(Orada on­ların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki (ateşin) içinde (dehşetten dudakları gerilir de) dişleri açıkta kalır." (23: 104) ayeti hakkında Rasûlullah'ın şöyle dediğini bildirir: "Ateş onu büryan eder de, üst dudağı başının ortası­na ulaşır, alt dudağı ise sarkar, nerdeyse gö­beğine varır." (Tirmizî, Taberam, Müstedrek).

Üçüncü misâl: Ümmü Seleme, kendisi ile Rasûlullah @ arasında şöyle bir konuşma geçtiğini bildirir: "Ya Rasûlullah, Allah Teâlâ'nm hûrun iyn sözü ne demektir, anlatır mısın?" "Hûr. beyaz, îyn: ceylan gözlü de­mektir. Onlar, pembe beyaz tenlidirler, be­yazlıkları nesr (kerkenes) kuşunun kanatları­nın beyazlığı gibidir." "Allah Teâlâ'nın "On­lar saklı inciler gibidirler" (56: 23) kavlini anlatır mısın?" "Onların saffeti, sadeflerin içinde el değmemiş, gün görmemiş incilerin-ki gibidir." 'O cennetlerde, iyi ve güzel ka­dınlar vardır' sözünü anlatır mısın?" Rasûlullah: "İyi huylu, güzel yüzlü demek­tir." Ümmü Seleme: "Allah Teâlâ'nın 'Saklı yumurta gibi bembeyaz eşler' (37: 49) sözü­nün ne demek olduğunu anlatır mısın?" Rasûlullah: "Onların tenlerinin nazikliği, yu­murtanın kabuğuna bitişik olan zarın İnceliği gibidir." Ümmü Seleme: "Ya Rasûlullah, Al­lah Teâlâ'nın 'Hep yaşıt sevimli kadınlar' sö­zü ne demektir?" "Onlar, dünyada ihtiyarlık­tan gözleri sulanıp çapaklanmış, saçlarının akı karasına karışmış olarak ruhları kabzedi-len ve fakat Allah Teâlâ'nın ahirette genç, bakire, sevilen, kocasını seven kadınlar halinde yeniden yarattığı etrâben, yani aynı yaşta olan kadınlardır." (İbni Kesîr, Taberî, Tirmizî).

Bu hadiste cennet nimetlerinin bazılarına ait, arzu uyandırmaya yönelik birtakım tavsifler yer almaktadır.

Bir başka misâl: Abdullah b. Mes'ud'dan ri­vayet edilmiştir: "Allah, kimi doğru yola ilet­mek isterse onun göğsünü İslâm'a açar..." (6: 125) ayeti nazil olunca Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Nûr kalbe girince genişler ve açı­lır." "Bu hâlin (dışarıda) alâmeti var mıdır?" diye sordular. Rasûlullah: "Ebediyyet yurdu­na yönelmek, aldanma diyarından uzaklaş­mak, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlan­maktır." buyurdu (Taberî, İbni Kesîr).

 

14- Temsillerle Açıklaması

 

Meseller Kur'ân-ı Kerîm'de önemli bîr yer iş­gal eder. Beyhakî'nin rivayet ettiği merfû bir hadiste mesellerin, Kur'ân'ın beş vechinden biri olduğu ve onlardan ibret alınmasının lü­zumu hatırlatılır (eî-Itkan). Hatırlatma, teş­vik, zorlama, ibret, sağlamlaştırma, mânaları akla yaklaştırma, soyut mânaları hissedilir bir hale getirme, mesellerin faydaları arasında sayılabilir. Bu gibi hikmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak Kitabında birçok mesel îrad et­miş, Rasûlullah @'in beyanında da mesel önemli bir yer tutmuştur. Şimdi Hz. Peygam­ber @'in temsil yolu ile bazı ayetleri açıkla­masına misaller vereceğiz.

Birinci misâl: Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bîr gün Rasûlullah yanımıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrail baş ucumda, Mikâil ayaklarımın yanında durup biri öbürü­ne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel İrâd et". Bunun üzerine şöyle dedi: "Kulağın işit­sin kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümme­tinin durumu şuna benzer" Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder. Müteakiben bir elçi göndererek ahaliyi ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı elçi­nin davetine icabet, bir kısmı ise onu terke-der. İşte Allah Teâlâ: o hükümdar, mülk: İslâm, mesken: cennet ve sen de, ey Muham­medi elçisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de cennete girer; cennete giren de oradaki nimetlerden istifade der" (Tirmizî, Taberî, Dârimî).

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Rasûlullah @ yanımıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrail baş ucumda, Mikâil ayaklarımın yanında durup biri öbü­rüne diyor ki: 'Şu zat hakkında bir mesel irâd et.1 Bunun üzerine şöyle dedi: 'Kulağın işit­sin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümme­tinin durumu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra orada bir mesken bina etti­rir, daha sonra orada bir ziyafet tertip eder. Arkasından bir elçi göndererek ahaliyi ziya­fete davet eder. Onlardan bir kısmı elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terkeder. İş­te Allah Teâlâ: o hükümdar, mülk: İslâm, mesken: cennet ve sen de, ey Muhammed: el­çisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a gi­rer; İslâm'a giren de cennete girer; cennete giren de oradaki nimetlerden istifade eder." (Tirmizî, Dârimî, Müstedrek).

Bu mesel ile "Allah selâm evine (cennete) çağırır ve O, kimi dilerse onu doğru yola ile­tir." (10: 25) ayetini açıklamış olmaktadır.

İkinci misâl: İbn Mes'ûd rivayetinde Rasûlul­lah @'in eliyle bir çizgi çizdiğini, sonra: "İşte bu Allah'ın dosdoğru yoludur." dediğini, ar­kasından o çizginin sağından ve solundan bir­takım çizgiler daha çizdiğini ve "Bunlar da dağınık ve aykırı yollardır. Bunlardan hiçbir yol yoktur ki, üzerinde oraya çağıran bir şey­tan bulunmasın." buyurarak sonra da şu ayeti okuduğunu bildirmiştir: "İşte benim dosdoğ­ru yolum budur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın! Korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (6: 153).

Aynı mânayı anlatmak için Rasûlullah @ tarafından îrad olunan bir başka temsil de şöy­ledir: Nevvas b. Sem'ân naklediyor: Rasû-lullah buyurdu ki: "Allah, sırat-i müstakîm hakkında şöyle bir temsil îrad buyurdu: Dos­doğru bir yol ve bu yolun iki tarafında iki du­var, duvarlarda ise açık olan çeşitli kapılar var; kapılar, sarkıtılmış örtülerle örtülmüş. Bu yolun girişinde bir davetçi bulunup diyor ki: Ey ahali, geliniz ve hepiniz bu doğru yola giriniz, dağılmayınız. Aynı şekilde seslenen bir başka davetçi de yolun üstünde bulun­maktadır ki, insan o kapılardan herhangi biri­ni açmak ister istemez: 'Eyvah! Ne yapıyor­sun! Sakın açma, zira açarsan girersin!' der. İşte o doğru yol: İslâm'dır. (Yolun İki tarafın­daki) iki duvar: Allah'ın hududlandır. Yola bakan (açık ve fakat perdeli) kapılar: Allah'ın haramlarıdır. Yolun başındaki davetçi: Al­lah'ın Kitabı, yolun üstündeki davetçi ise: Her müslüman kişinin kalbindeki Allah'ın va­izidir." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî).

Üçüncü misâl: İbni Ömer, Hz. Peygamber @'İn şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Siz­den önceki ümmetlerin ömür müddetleri ile, sizin ömür müddetinizin durumu, ikindi na­mazı ile akşam namazı arasındaki süre gibi­dir. Sizinle Yahudi ve Hıristiyanların durumu da şuna benzer: Bir zat birtakım işçiler tutar ve onlara der ki: 'Kim benim işimde günün yansına kadar bir kırata çalışmak ister?' Ya­hudiler kabul edip çalıştılar. Sonra o zat der ki: 'Kim benim işimde günün ortasından İkindiye kadar çalışmak ister?' Hıristiyanlar kabul edip çalıştılar. İşte şimdi de siz, ikindi­den akşama kadar iki kırata çalışıyorsunuz. (Durum böyle olunca) onlar (itiraz edip) de­diler ki: 'Niçin biz daha çok çalıştığımız hal­de daha az ücret alıyoruz?' O zat cevaben de­di ki: 'Size zulmedip hakkınızdan noksan verdim mi?' Onlar: 'Hayır (noksan verme-din)' deyince o zat: 'İşte bu benim lütfumdur ki dilediğime veririm1 dedi (Buharî, Tirmizî, Taberî).

Ebû Musa el-Eş'arî'nin rivayet ettiği bir baş­ka temsil de şöyledir: Müslümanlarla, Yahudi ve Hıristiyanların mesli, şu adamın durumuna benzer ki, o kendisine belirli bir İş yapmaları için birtakım kimseleri geceye kadar, belli bir ücret karşılığında işçi olarak tutar. O adamlar gün ortasına kadar çalışırlar, sonra derler ki: "Bizim şart koştuğun ücretine ihtiyacımız yok, boşuna çalıştık." İş sahibi adam onlara: "Böyle yapmayın, işinizin kalan kısmını ta­mamlayın, ücretinizi tam olarak alın." dediy­se de, onlar kabul etmediler ve işi bıraktılar. Onlardan sonra başkalarını tuttu ve dedi ki: "Günün kalan kısmım tamamlayın, onlara (daha öncekilere) şart koytuğum ücreti size vereceğim." Onlar da çalıştılar, ikindi vakti girip de ikindi namazını kılınca dediler ki: Çalıştığımız boşuna, bu iş için bize vereceğin ücret de sana olsun." Bunun üzerine iş sahibi adam: "Kalan işinizi tamamlayın, günün bit­mesine çok az bir şey kaldı." dediyse de ka­çındılar. Daha sonra günün kalan kısmını ta-malamak, güneş batıncaya kadar çalışmak üzere başkalarını tuttu. Onlar da her iki takı­mın yaptığı işi tamamladılar (ücretlerini aldı­lar). İşte Müslümanların kabul ettikleri (maz-har oldukları) nûr yüzünden durumları, bu temsildeki gibidir (Buharî).

Bu temsillerle Hz. Peygamber @ şu ayeti açıklamış olmaktadır: "Böylece Kitap ehli, kendilerinin Allah'ın lûtfundan hiçbir şeye mâlik olmadıklarını, bütün lûtfun Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine vereceğini bilmezlik etmesinler. Allah büyük lütuf sahi­bidir." (57: 29).

Bundan bir önceki ayet de, Ehl-İ Kitabı son peygambere îman etmeye çağırmakta, böyle yaptıkları takdirde, Allah'ın rahmetinden iki kat nasibe mazhar olacaklarını bildirmekte­dir. Rasûlullah @ verdiği temsil ile, onların bu kabîl davetlere kulak vermediklerini de anlatmak istemiştir. Keza bu ümmetin Al­lah'ın fazl ve keremiyle, kolay ve müsama­hakâr bir şeriata tâbi olmalarından dolayı, az amel ile çok mükâfata nail olacaklarını açık­lamıştır.

 

15- Tasvir Ederek Açıklaması

 

Kur'ân-ı Kerîm'de netice ve özü, hüküm ha­linde bildirilen bazı hakikatlerin, akıllara ve kalplere iyice nakşedilmesi gayesiyle, o haki­katlerle alâkalı olarak cereyan edecek hadise­ler, Rasûlullah @ tarafından tasvîr edilir, on­lara dair ayrıntı verilir. Tasvirler çok canlıdır, hareketle doludur. Öyle ki bunları dinleyen, âdeta anlatılan hadiseleri görüp yaşadığını zanneder. Bu kabîl tasvirler çoktur ve Kur'ân tefsiri bakımından son derece önemlidir. Bir çok ayetin tefsirini gereği gibi anlamak bun­lar sayesinde mümkün olur.

Birinci misâl: Ebû Said el-Hudrî, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet günü (cennet ehli, cennete; cehen­nemlikler de cehenneme ayrıldıktan sonra) ölüm, aklı karalı alaca bir koyun suretinde olarak getirilir (Ebû Kureyb şunu ilave etti: Cennet ile cehennem arasında durdurulur). "Daha sonra: Ey cennet ahalîsi! Sizler bunu tanıyor musunuz? denilir. Cennetlikler he­men boyunların uzatıp başlarını ona doğru kaldırırlar ve ona (o koyuna) bakarlar. Ve cennet ahâlîsi: Evet, tanıyoruz, bu ölümdür derler. Sonra: Ey cehennem ahâlîsi! Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorulur. Onlar da başlarını kaldırarak bakarlar ve: Evet tanı­yoruz, bu ölümdür derler. Bunu takiben ko­yun suretindeki ölümün (cennetle cehennem arasında) kesilmesi emrolunur ve derhal bo­ğazlanır. Bundan sonra: Ey cennet halkı! Cennette ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm yoktur. Ve ey cehennem halkı! Sizler de karargâhınızda ebedîsiniz, artık ölüm yoktur denilir." Bundan sonra Rasûllah şu ayeti oku­du: "Onları şu hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri gaflet içinde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitirilmiş olur." (19: 39). Rasûlullah @ bu ayeti okurken eliyle dünya­ya işaret etmiştir (Müslim, Buharî, Tirmizî, İbni Mâce).

Böylece, bu ayette bildirilen "ilahî emrin ye­rini bulacağı büyük pişmanlık günü", nisbî mücerretliğinden çıkarılarak müşahhaslaştınlmakta ve muhatapların hayallerinde her za­man asılı duran canlı bir tablo haline getiril­mek suretiyle, kolay kolay unutulamayacak bir muhteva içine yerleştirilmektedir. Rasûlullah @'in eliyle işaretinden de, ayette işaret olunan gaflet diyarının, dünya olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci bir misâl: Safvân b. Mihrez şöyle dedi: Kabe'de Abdullah b. Ömer ile beraberdik. O tavaf ederken, bir adam yanına gelerek: "Ey İbn Ömer, Rasûlullah'ın necva hakkında ne söylediğini işittin?" diye sordu. O da, Rasûlullah'm şöyle dediğini işittim, dedi: "Kıyamet gününde mümin Rabbine yaklaşır. Hatta Allah onun üzerine şefkat kanadım ko­yar da (gizlice) ona bütün günâhlarını takrir edip söyler. Rabbi kuluna: Sen şu günâhı ta­nıyor musun? der. Kul: Tanıyorum, yâ Rab­bi! diye cevap verir. Bu İki defa tekrarlanır. Bu sıkıntılı hâl Allah'ın dilediği bir hadde ulaştıktan sonra, Cenâb-ı Hak buyurur ki: "Ey kulum! Ben senin aleyhindeki bu günâhları dünyada iken halkdan gizledim. Bu gün de senin lehine bunları mağfiret ediyo­rum." Arkasından ona hasenatının sahifesi (veya kitabı) sağ eline verilir. Kâfirlere ve münafıklara gelince, onlar birçok şahidin gözleri önünde 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. Haberiniz olsun ki Al­lah'ın laneti zalimlerin tepesindedir" diye ni­da olunup ilan edilirler." (Taberî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Buharî, İbni Mâce).

Hz. Peygamber bu hadîsiyle, bir sahnesi şu ayette bildirilen bir hadiseyi tasvir etmiştir: "... Onlar Rablerine sunulacaklar. Şahitler de: İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bun­lardır' diyecekler. İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir." (31: 18).

 

16- Ayetlerle Delillendirmek Suretiyle Açıklaması

 

Bazı hallerde Hz. Peygamber @, söylediği herhangi bir söze yahut belirttiği bir hükme, bir ayetle istidlal ettiğini belirtirdi. Bu açıklama çoğunlukla ilgili ayeti hadisin sonunda okuması tarzında olurdu. Bazen ayetin nüzulünün ardından, ondan çıkardığı neticeyi bildirir, yahut bir hadîs îrad ettikten sonra, fe innallahe yegûlü "çünkü Allah şöyle buyuru­yor..." şeklinde belirtir. Bazen ayeti herhangi bir şekilde aynen zikretmez, fakat onun mânasını ifade ettikten sonra, bu mânaya da­yanarak bir netice çıkarır. Bu türden netice çıkarmalarıyla umumî bir kaide ortaya koyar, ayetteki ince bir nükteyi bildirir veyahut ciddî bir tefekkür neticesinde malûm olacak bir hususa dikkati çekerdi. Böylece söz konu­su ayetin ihtiva ettiği birtakım mânaları be­yan etmiş olurdu.

Bunlara misâl: Rasûlullah @: "Dua ibadetin ta kendisidir." (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce) dedikten sonra; "Rabbiniz (şöyle) bu­yurdu: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (40: 60) ayetini okumakla, mezkûr hükmü bu ayetten çıkardığını belirtmektedir. Çünkü ön­ce tahsisen dua emredilmekte, sonra da emro-lunan İbadetten büyüklük taslayarak uzakla­şanların duçar olacakları azap bildirilmekte­dir. Bundan duanın ibadetin özü olduğu anla­şılmaktadır.

Bir diğer misâl: "Bir kimsenin mescide de­vam itiyadında bulunduğunu gördünüz mü onun îmanına şahid olun. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: "Allanın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimse­den korkmayanlar şenlendirirler. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlar-dır." (9: 18) (Tirmizî, Müsned-i Ahmed, İbni Mâce, Dârimî).

Üçüncü misâl: Nasr sûresinin İndirilmesin­den Hz. Peygamber @ ecelinin yaklaştığını çıkarmıştı. Zira fethin müyesser olmasından' ve dinin kemale ermesinden risalet vazifesi­nin tamamlandığı anlaşıldığı gibi, istiğfarı emrolunmasından da ahirete irtihalİnin yak­laştığı çıkarıldı. Nitekim nüfuz-u nazar sahibi bir kısım sahabe de bunu sezmişlerdi. Rasûlullah @'in zikredilen hadisinde ise bu netice şöyle bildiriliyor: "Sanki bu sene (yani bu sûrede bildirilenlerin tahakkuk ettiği sene) vefat edeceğime dair bana haber veriliyor." (Fethu'r-Rabbânî, Tefsiru'n-Neseî, Taberî).

Dördüncü misâl: "Hiçbir nefs zulm ile öldü­rülmez kî onun kanı(nın günâhı)ndan Adem'in birinci oğlu (Kabil hesabına) mu­hakkak bir pay ayrılmış olmasın. Çünkü Adem'in o oğlu, öldürme cinayetini âdet edenlerin ilki olmuştu." (Tirmizî, Neseî, Taberî). Bu kural şu ayetten çıkarıldığı inti­baını vermekte ve ayeti açıklamaktadır: "... Kim bir canı, -bir can mukabilinde veya yer­yüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olma­yarak- öldürürse bütün insanları öldürmüş gi­bi olur. Kim de onu kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur..." (5: 32).

Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak İçindir; insan hayatının korunması için herke­sin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onun korunmasına yardım etmesi gerekir. Haksız yere bir başka­sının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zul­metmekle kalmamış, aynı zamanda insan ha­yatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, baş­kalarına karşı merhamet duygusu taşımadığı­nı göstermiş demektir. Bundan dolayı o bü­tün insanlığın düşmanı olmuştur. Zira herkes aynı tür katı kalpliliğin kurbanı olursa, bütün insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan haya­tının korunmasına yardım ederse, bütün in­sanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, insan neslinin devamına katkıda bu­lunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir (Tefhimü'l-Kur'ân).

İşte Rasûlullah @ bir taraftan ayetten böyle bir hüküm çıkarırken, diğer taraftan ayetin zahiri üzere anlaşılmasını temin etmek gaye­siyle, sözkonusu mesuliyetin "bir pay ayrıl­mak" şeklinde olacağını bildirmektedir.

Yİne Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Her kim iyi bir âdet koyar da ona uyulursa, o kimseye kendi sevabıyla beraber, kendisine tâbi olan­ların da sevabının bir misli verilir; onların ecirlerinden de hiçbir şey noksanlaştınlmaz. Herkim de kötü bir âdet çıkarır da ona uyu­lursa, kendi günahıyla beraber kendisine tâbi olanların da günahının bir mislini yüklenir; onların günahlarından da hiçbir şey noksan­laştınlmaz." (Tirmizî, Müslim) hadisi de bu kabildendir. "Çünkü onlar kıyamet gününde kendi günah yüklerini tam olarak taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını da yüklenecekler­dir..." (16: 25) ayeti de mezkûr hadisi teyid etmektedir.

Son bir misâl de şudur: İbn Abbas'tan rivaye­te göre Rasûlullah @ şöyle demiştir: "İşit­mek, gözle görmek gibi değildir; Allah, buza­ğı mevzuunda kavminin ne yaptığını Musa'ya bildirdiğinde elindeki levhaları bı­rakmamıştı, ne zaman ki ne yaptıklarını göz­leriyle gördü, o zaman levhaları bıraktı." Hz. Mûsâ Tûr'da iken Cenâb-ı Hak ona "Biz sen­den sonra kavmini imtihana çektik. Samirî onları saptırdı." (20: 85) diye onların yaptık­larını bildirmişti. Bunun üzerine "Musa, kav­mine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptı­nız? Rabbinizin emrini (beklemeyıp) acele mi ettiniz?' dedi, levhaları yere attı ve karde­şinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): 'Anamın oğlu, dedi, bu in­sanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürü­yorlardı. (Ne olur) düşmanları bana güldür­me, beni bu zalim kavimle beraber tutma!" (7: 150) (Müstedrek).

Görüldüğü gibi Rasülullah @: "işitmek, göz­le görmek gibi değildir" kanaatine, zikredilen Kur'ân metni ile istidlal ettiğini açıkça bildir­mektedir. Onun bu türden istidlallerinin baş­ka misalleri de vardır (Mesela 2: 282 hakkın­da Müslim; 3: 21 için Taberî; 3: 36 için Buharı).

 

17- Muhatabın Durumuna Göre Açıkla­ması

 

Rasülullah @, muhataplarının aklî seviyeleri­ne göre, onların anlayacakları şekilde konu­şurdu. Beyanlarında karşısındakinin haleti rûhiyesini dikkate alır, irşadın gerektirdiği en uygun tavır ve ifadeyi kullanırdı. Soyut ger­çekleri müşahhas (somut) hâle getirir, gaybî ve uhrevî hâdise, nimet, azap ve benzeri hu­susları, insanların alışıp gördükleri durumlar­la anlamalarına çalışırdı. Çünkü risaletin he­defi, her seviyeden fertleri ihtiva eden umum beşeriyeti irşad etmektir, sadece belirli ve yüksek bir kültür seviyesine hitabetmek de­ğildir. Bundan dolayı Hz. Peygamber @'in açıklamalarında, bu esas noktayı gözden uzak tutmamak gerekir.

Bir misâl: Cennet hakkında bilgi edinmek is­teyen bir bedevi ile Rasülullah @ arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet olunmakta­dır; Bedevî: "Orada meyve bulunur mu?" "Evet, bulunur. Orada Tuba denilen bir ağaç da vardır." "Dünyamızdaki hangi ağaca ben­zer?" "Senin arzındaki ağaçlarlardan hiç biri­ne benzemez." Sonra Hz. Peygamber dedi ki: "Şam'a gittin mi?" "Hayır." Peygamber: "Şam'da cavza (ceviz veya bir nevi üzüm) denilen bir ağaca benzer ki, bir gövde üzerin­de yükselir, üst kısmı ise alabildiğine yayı­lır." "Kökünün (kaidesinin) genişliği ne ka­dardır?" "Senin henüz büyümüş genç deven yola düşse, ihtiyarlığından boyun kemiği kırı-lıncaya kadar (dolansa yine de) onun kaidesi­ni ihata edemezdi." "Onda üzüm olur mu?" "Evet." "Salkımın büyüklüğü ne kadardır?" "Yorulmak bilmez alaca karganın gidişiyle bir aylık mesafe kadardır." "Tanesinin bü­yüklüğü ne kadardır?" "Baban, sürüsünden hiç büyükçe bir teke kesmiş midir?" "Evet." "Peki, derisini yüzüp de anana vererek: 'Al da bunu bize kova yapıver.' demiş midir?" "Evet." Sonra bedevî dedi ki: "Şu halde o cennet beni de ailemi de doyurur." Rasülullah: "Evet, aşiretini de (doyurur)!" dedi (Müsned-i Ahmed, İbni Kesîr).

Bu karşılıklı konuşma, Kur'ân-i Kerîm'in "Ne eksilen ne de yasaklanan her çeşit mey­veler arasında" (56: 32-33) âyetlerinin, bir Arap bedevisine Rasûlullah @ tarafından, onun alışkın olduğu şeylerle izahını ortaya koymaktadır. (S. Yıldırım, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsin, Kayıhan yayınevi, İstanbul, 1983).

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Kur'ân ve Dünya

 

Giriş

 

İnsana bu dünyada şeref ve güç bahşeden, sa­hip olduğu bilgidir. İlk insan, bilgisi ve öğ-;ndiğiyle, Meleklerden daha üstün bir konu-ıa yükseldi: "Allah, Âdem'e bütün isimleri çretti, sonra onları meleklere arzetti." (2: il).

Tâlut'u, bilgisi ve fizikî gücü sebebiyle 'ahudilere kral olarak seçti. (2: 247).

Dâvud peygambere, onların üstünde bir derece verildi. (2:251 ve 21: 80).

Allah, Yusuf peygambere hüküm ve İlim ver­di, böylece kardeşlerinden üstün oldu. (12:22)

Musa peygamber, Allah'ın, rahmet ve ilim bahşettiği kullarından biri ile karşılaşmak istedi.(18:65).

"Bilgiyi öğretmek, peygamberlerin görevlerin­in biriydi. (2: 151).

Son peygamber Hz. Muhammed @'e vahye-dilen ilk âyetler, öğrenme konusu üzerinde yoğunlaşmaktadır. (96: 1-5).

Dolayısıyla İslâm'ın bütün felsefesi ve yapısı, bilgi ve öğrenme üzerine kurulmaktadır.

İnsanın, Meleklere olan üstünlüğü, kâinatın fizikî tezahürlerini incelemek yoluyla Al­lah'ın sıfatlarından haberdar olması temeline dayanmaktadır. Allah'ın yarattıklarının hâri­kaları üzerinde düşünen, maddî âlemin ka­nunlarının sağladığı faydaların farkına varan ve bütün bunların arkasında Allah'ın Eli'ni gören insanlar, Allah'ın varlığına iman ede­ceklerdir. Böylelikle Kur'ân öğretisinin ve bilimlerin birliği sağlanacaktır. Bu, maddeye inanç ile ruha inanç arasındaki suni engelleri kaldıracaktır; çünkü maddî ve manevî herşe-yin kaynağının Allah ve O'nun emri ve irade­si olduğunu göstererek, maddî tezahüre daya-nan inanç ile düşüncenin birliğini sağlaya­caktır. (Ayrıntılı bilgi için hkz., Sîret Ansik­lopedisi, c. L, "İnsanlığın Eğiticisi" bölümü).

Maddî yapıda Allah'ın yaratış sırlarının göz­lemlenmesi, maddî ve manevî arasındaki bü­tün ayırımları giderecek ve ebediyete tekâmülün kapılarını açacaktır. Kâinatın in­celenmesi ve anlaşılması yoluyla insan, maddî, manevî ve ahlâkî mükemmelliğe ula­şacak ve Ebedî Saadeti elde edecektir.

Maddeyi inceleyerek böyle bir sonuca ulaş­ma metodunu takip etmeyi reddeden kimse, makamını kaybedecek ve cehalet çukuruna düşecektir. Daha sonra, Kur'ân'da olmayan, hayatın ve kâinatın ilme aykırı yorumlarını yapacak, kâinat ve ondaki hârikalar Allah'a iman için yeterli değilmiş gibi, imana ulaş­mak için başka şeyler arayacaktır. Bu tavrı dolayısıyla dünyanın değerlerini ihmal ede­cek ve bu âlemde saklı olan harikaları göre­meyecektir. Bu ise onu, Allah'ın varlığını is­pat eden somut delillerden ve hakikatler dün­yasından uzakta, bir hayal ve illüzyon dünya­sına itecektir.

Gerçekte, maddî yapı, Allah'ın mucizevi kud­retinin, hayret ve hayranlık uyandıran bir yansımasını sunmaktadır; fakat birçok insan bunu görmemektedir: "Göklerde ve yerde nice ayet(ler) var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek geçerler." (12: 105). Yunus sûresinde de şu ayet yer almaktadır: "Gök­lerde ve yerde olanlara bakın!' de; ama (gök­lerde ve yerde bulunan) o ayetler ve uyarma­lar, inanmayacak bir kavme yarar sağlamaz." (10: 101). Bu tür insanlar, bu dünyadan, Al­lah'ın yarattığı sayısız sırra ve garipliğe dik­kat etmeden ve onları görmeden geçip git­mektedirler. Allah'ın şanını ve yüceliğini gözler önüne seren bu maddî harikalara karşı tam bir kayıtsızlık içinde kalmaktadırlar.

Hatırlanması gereken bir başka şey, İslâm'ın, manevî hayat ve maddî hayat ayırımını yap­madığıdır. İslâm, maddî ve manevî hayatı iki ayrı unsur olarak görmemekte, onları birbir­leriyle ilişkili ve birbirlerini tamamlayan iki unsur olarak görmektedir. İşte bu yüzden maddî hayat dikkatimizi cezbetmektedir. Çünkü, öncelikle Allah, ona dikkat çekmekte ve onu diğer şeylerle birlikte anmaktadır. İkincisi, ancak kâinatı bilinçli bir şekilde in­celeyerek Yaratıcının sıfatlarının önemini an­layabiliriz. Bu, maddî âlem ve Yaratıcısı ara­sındaki ilişkiyi kavramamıza olanak tanır. Üçüncüsü, bu bize, hükmü gökleri ve yeri kaplayan Yaratıcının varlığına işaret eden kâinat kanunlarındaki dengenin ve birliğin delilini verir. Dördüncüsü, maddî dünyadaki amellerimiz, âhiretteki konumumuzu belirle­yecektir. Hiç kimse bu dünya hayatında iyi amel etmediği sürece, âhirette iyiye sahip olamaz.

Doğrusu, bu dünyadaki iyi bir amel, hem dünyada hem de âhirette mutluluğun ve saa­detin teminatıdır. (75:13; 3:30; 99:7-8 ve 3-25).

İnsanın, vazifesini iyi anlamasını, amellerinin meyvelerini hem bu dünyada hem ahirette görmesini sağlamak için, Allah, ona her türlü imkânı temin etti, onları kullanmasını ve hat­ta belli ölçüler içinde onlardan haz almasını tavsiye etti. (7:32; 3:14 ve 18:7).

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, bu dünya için çalışmak ve âhiret için çalışmak birbi­rini tamamlamaktadır. Bu oldukça tabiî, mantıkî ve İslâm'ın hayat felsefesi ile uyumlu bir hakikattir. Âhiretteki hayat, insanın bu ha­yatında yaptıklarına göre şekillenen, bu dün­yadaki hayatın devamı olan bir hayattır.

 

KISIM 1

 

KUR'ÂN VE MADDÎ HAYAT

 

Allah Teâlâ, insanlara rehberlik etmeleri için zaman zaman nebiler ve rasûller göndermiş­tir. İnsanlardan bir kısmı bu elçilerin getir­diklerini kabul etmiş, çoğu ise yüz çevirerek cahili hayat tarzlarını izlemeye devam ettmiş-lerdir. Sonunda Hz. Muhammed @, en mü­kemmel hayat görüşünü sunan kapsamlı şeri­at nizamı ile birlikte gelerek, bu mükemmel­liğin pratik bir göstergesi olan ve bu nizama dayanan hayat nizamını kurmuştur.

Bu nizama göre, Yaratan ile yaratılan (kâinat, hayat ve insan) arasındaki ilişki, İlâhî irade­nin, herşeyi hiçbir vasıta veya yardım olmak­sızın yarattığı esasına dayanıyordu: "O'nun emri, bir şeyi dilediği zaman ona, sadece 'ol' demesinden ibarettir. O da oluverir." (36: 82).

Madde veya kuvvet türünden olsun, Yaratan ile yaratılan arasında hiçbir aracı yoktur; ak­sine, bütün varlıklar O'nun Mutlak İradesi'nin doğrudan bir sonucu olarak derhal meydana gelir. Yaratıkların korunması, düze­ni ve plânlaması O'nun Mutlak ve Mükem­mel İradesiyle bağlantılıdır: "(Yaratma) işi(ni) düzenler, âyetleri açıklar ki, Rabb'inİzle karşılaşacağınıza kesin olarak manasınız." (13: 2).

Hac sâresi'ndç şu ifadeler yer alır: "...Yer üzerine düşmesin diye göğü tutuyor. (Gök) ancak O'nun izniyle düşer." (22: 65). Yasin sûresVnds ise şöyle denilmektedir: "Ne gü­neş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün önü­ne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler." (36: 40). Mülk sûresi'nde de şu ifadeler yer almaktadır: "Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yü­ce Allah, kutludur, O, her şeye kaadirdir." (67: 1).

Mutlak iradenin vücuda getirdiği bu varlık âlemi, her parçası birbiriyle mükemmel bir uyum gösterecek şekilde yaratılan tam bir bü­tündür (vahdet). Bu âlemin her bir parçasın­da, bu orantılı ve mükemmel sistemle yakın ilişkili bir hikmet gizlidir: "Her şeyi yarat­mış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25: 2). "Biz herşeyi kadere (nezdimizde bu­lunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık." (54: 49). "O, yedi göğü, birbiri üzerinde taba­ka, tabaka yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. GÖ-zü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner." (67: 3-4). "Ona (arza) üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereket­ler yarattı ve onda - arayıp soranlar için - gı­dalarını (bitkilerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)." (41: 10). "Allah, rüzgârları gönderir, bulutu kaldırır, sonra onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; arasından yağmurun çıktığını gö­rürsün. Derken onu kullarından dilediğine uğratınca hemen sevinirler." (30: 48).

Kur'ân-ı Kerîm'in bu âyetlerinden anlaşıldığına göre, yaratılan her şeyde, var olmam gayesi ile uyum hâlinde olan belli bir hikme vardır. Yaratan ve yarattıktan sonra idar eden, planlayan ve gözeten irade, aynı 2a manda her bir varlığın (ve sistemin), kâinatln ortak hedefi doğrultusunda davranmasını v onunla mükemmel bir ahenk içinde olmasın sağlamaktadır. Doğrudan doğruya Mutlak ve Mükemmel  İradeden kaynaklanan varlık âlemi bir bütündür (vücud). Parçalan birbiri­ne bağımlıdır ve herbiri diğerleriyle mutlak uyum içindedir. Bu yüzden hayata, hayatın en anlamlı yönüne, manevî hayata karşı elve­rişli, razı, yardımcı ve destekleyicidirler.

Dolayısıyla kâinatın, ne hayata'ne de insana düşman olmadığını görürüz. "Modern câhiliyyenin" ifadesiyle, "tabiat" insanla sa­vaşan, insanın bir düşmanı değildir. O, Al­lah'ın bir yaratığı ve İnsanın dostudur, onun ve insanın eğilimleri arasında bir ihtilaf yok­tur. Onun kucağında yaşadıkları için, tabiatla mücadele etmek canlıların işi değildir, hepsi Tek Bir İradenin sonucu olarak vücuda gelen kâinata aittirler. İnsan, bizzat kendi dostu ve yardımcıları olan diğer yaratıkların arasında, elverişli, dost ve âşinâ bir ortamda yaşar. Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği şu ifadelerle be­lirtmektedir: "Arza üstünden ağır baskılar (sağlam dağlar) yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını (bitki­lerini ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti (düzene koydu)" (41: 10). Nahl sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar yaptı ki doğru yolu bulaşınız (amaçlarınıza eresiniz)" (16: 15). Rahman sûresinde: "(Allah) yeri halk için koydu." (55: 10); Mülk sûresinde: "O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin." (67:15) ve Bakara sûresinde: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarat­tı." (2: 29) buyurulmaktadır.

Gökyüzü de bütün yıldızlarıyla, kâinatın di­ğer kısımlarıyla birlikte mükemmel bir parça­sıdır. Dolayısıyla göklerde ve yeryüzündeki herşey> kâinatın diğer kısımlarıyla beraber aviıı yolun yolcusu ve yol arkadaşıdırlar. Kâinat onlarla uyum içinde ve onların yar-jjmcısı, yol göstericisidir. Nebe sûresinde yer alan ayette bu gerçek şöyle ifade edil­mektedir: "Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizi çifter çifter yarattık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Gün­düzü geçim(iniz için çalışıp kazanma) zamanı yaptık. Geceyi (karanlığıyla sizi ör­ten) bir elbise yaptık. Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik. .(Orada) parıl parıl parlayan bir lâmba yarattık. Sıkışan (bu­lutlardan şarıl şarıl su indirdik. Ki onunla çı­karalım: dane51er, bitkiler. Ve (ağaçları) bir­birine sarmaş dolaş bahçeler." (78: 6-16). Mülk sûresinde de benzer ifadel vardır: "An-dolsun biz, (dünyaya) en yakın göğü lâmbalarla donattık." (67: 5).

Görüldüğü gibi İslâm İnancı, Alemlerin Rab-bİ Allah'ın bütün bi kuvvetleri, insanın dostu ve yardımcıları olsunlar diye yarattığını açık-belirtmektedir. Bu dostluğu kazanmanın /olu ise, onun bu güçleri ve kuvvetleri yakın-inceleyip, onları tanıması, onlarla yar-hmlaşmasıdır. Eğer zaman zaman insana za-verdiklerine inanılıyorsa, bunun sebebi, insanın bu güçleri yakından tanımaması ve folların tâbi oldukları prensip ve kuralları an­lamamış olmasıdır.

Bununla beraber şu hatırlanmalıdır ki, insanı  diğer varlıkları, kâinatın elverişli ortamın­la yaratan Yaratıcı, onları ihtimamsız, ina-'etsiz ve yardımsız bırakmamıştır. O'nun İra-BSİ bütün kâinata, herşeye aynı anda ve bir  doğrudan doğruya rehberlik etmekte-»ır: "Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri maktadır. Andolsun, yıkılsalar kendisinden *°nra artık onları kimse tutamaz." (35: 41).  sûresinde: ''Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) °nun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bi-lr-' (11: 6) ve Kaf sûresinde: "Andolsun in­sanı biz yarattık ve nefsinin ne fısıldadığını yakınız." (50: 16) buyurulmaktadır.

Benzer şekilde Mü'min sûresinde: "Rabb'iniz buyurdu ki: 'Bana duâ ediniz, ben de duanıza icaset edeyim" (40: 60) ve En'âm sûresinde: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürme­yiniz; sizi de, onları da biz besliyoruz." (6:151) ifadeleri zikredilmektedir.

Mutlak Birliğin aynası olan kâinat, Tek İra­denin bir sonucudur. İnsan, herbir parçası bir­biriyle bağlantılı olan bu kâinatın bir parçası­dır. Kâinat sistemi içinde herbir parçayı bir­biriyle bağlantılı kılan şart, aynı zamanda bü­tün bireylerin kendi aralarında birbirleriyle alâkadar olmalarım gerektirmektedir. İslâm, insanların birliği (uhuvvet) kavramını yücelt­mektedir. Eğer bu bütünün parçaları birbirlerinden farklılarsa, bu dayanışmaları ve birara-ya gelmeleri amacıyladır. Farklı yollar takip ederek, işbirliği yapmaya yönelirler, çünkü kâinatın birliği hepsini işbirliği yapmaya yö­neltmektedir. "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıma­nız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık." (49:13).

Allah Teâlâ'mn koymuş olduğu kanun ve kai­deye uygun olarak bu yardımlaşma ve uyum sağlanamadıkça insanlığın hayat sisteminin düzelmesine imkân yoktur. Bütün insanlığın refahı ve faydası için bu öylesine gereklidir ki, bu yoldan sapanları geri döndürmek için güç kullanımına izin verilebilisin: "Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgun­culuk yapmağa çalışanların cezası: (ya) öldü­rülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayakla­rının çapraz kesilmesi veya bulundukları yer­den sürülmeleridir (5: 33).

Hucurat sûresinde: "Eğer insanlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğu­na dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasım düzeltin ve (her hususta) âdil olun" (49: 9) ve Bakara sûresinde: "Eğer Al­lah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savma-saydı, dünya bozulurdu" (2: 251) âyetleri zik­redilmektedir.

Aslolan Allah'ın Şerİatı'nın sınırları dahilinde yardımlaşmak, tanışmak ve uyum içerisinde olmaktır. Kim bu asıl kuralın dışma çıkarsa, her yol denenerek geri döndürülür. Çünkü kâinatta geçerli olan Allah'ın Sünneti'ne uy­mak, kişi ve toplumların nevasına uymaktan daha önemlidir. Diğer taraftan hepsi arasında yardımlaşmanın varlığı, kâinatın Yaratıcısı ve Hâkimİ'nin gayesine uygun düşer.

İnsan, hem cins hem fert olarak bir bütündür. Onda bu bütünün farklı unsurları bulunmakla beraber, gerçekte bunlar aynı hedefe yönelik­tirler. Bu açıdan insan, bir gerçek gücün fark­lı tezahürlerinin gözlendiği kâinatı hatırlatır.

Kâinat ve insandaki güçlerden habersiz, oı hakkında kapsamlı bir düşünceye sahip lunmaksızın İnsanlık uzun dönemler yaşar tır. Uzun dönemler ruhî güçlerle maddî leri birbirinden ayrı düşünerek bu kon farklı kavramlar geliştirmiştir. İslâm'ın runa kadar bu bilmece çözüm beklemiştir

Şüphesiz ki İslâm bir Tevhid Dinidir, ç kâinatın bütün güçleri ve kuvvetlerinde ı bir ahenk ve vahdeti öngörür. Tek bir ] (Allah) vardır ve Allah'ın Yolunda (Alla] dini) bütün dinler birdir. Ve yeryüzünde yatın başlangıcından bu yana, Tek Di (Din-i Vâhicf) temsilcileri olan bütün Elç Peygamberlik zincirinin birer halkasıdır "İşte bu sizin ümmetiniz (olan tevhid İslâm milleti), bir tek ümmettir. Rabb'iniz benim. Yalnız bana kulluk edin." (21: (Seyyid Kutub, Social Justice in islam).

 

Doğru Yol Bilgiye Dayanır

 

Kur'ân-ı Kerîm ile bize bildirilen hakikat den biri de, Hz. Muhammed @'in getirdiği kitap, önceki peygamberlerin kitapları Hak'tır, çünkü Vahiy Bilgisine dayanma! dır: "İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne v£ yalnız Allah'ındır. O halde, Allah'tan ba ortaklara tapanlar neyin ardına düşüyor! Doğrusu onlar, sadece zanna uyuyorlar yalan söylüyorlar. Geceyi sizin istirahat menize elverişli, gündüzü de (geçiminizi s lamanız için) aydınlık yapan O'dur. Şüphe bunda dinleyen bir toplum için ibretler v dır." (10: 66-67).

Kur'ân'm bu kısa ifadesi kâinat hakkıi esaslı bir hakikate açıklama getirmekte» "Vahyedilmiş olanın dışındaki bütün dinle bâtıl olduğunu, çünkü onların kâinatın va ğının temel sebebi konusunda daha ziy< felsefi düşüncelere dayandıklarını vurgu maktadır. Herşeyden önce felsefî düşül tahmine dayanır ve tabiatı gereği Hakik ulaşmaya muktedir değildir. Hakikate ul manın doğru yolu, rasûllerin getirdiği vah Şaşılmasından geçer. Bu Hakikati keşfet­menin tek yolu budur; aksi takdirde, yanlış yollar takıp edilirse hep yanlış sonuçlara varı­lacaktır. Şimdi çeşitli kesimlerden insanların bu bilgiye ulaşmak için izledikleri yollan sözden geçirelim:

Müşrikler (çoktanrıcılar) araştırmalarım ta­mamen ve yalnızca bâtıl itikada dayandırır­lar.

Keşişler ve riyazetçiler bilgiyi tefekkür (me-ditasyon) ile elde ettiklerini ve Hakikati sırla­rı aralamak suretiyle görebileceklerini iddia ederler. Fakat gerçek şu ki onlar Hakikati gö­remezler; gördükleri sadece hayal güçlerinin bir oyunudur. Onlar zihnî bir hayali tasavvur edip, sonra onun üzerinde zihinlerini yoğun-laştırırlar ve böylece bu tasavvur 'hakikat1 şeklini alır. Bu yolla İki ayrı kişinin ulaştığı 'hakikat'in asla birbirini tutmaması, söyle­diklerimizi doğrulamaktadır.

Filozof denen kimseler, araştırmalarını akıl­cılık (rasyonalizm) üzerine temellendİrdikle-rini ileri sürerler, ulaştıkları sonuçlan destek­lemek için 'mantıkî1 delliler ve 'muteber' se­bepler sunsalar bile, yaptıkları gerçekte sade­ce zan ve şüphedir.

Bir de, bilim adamları vardır. Bunlar fizikî âlemde ilmî araştırma metodlarmı takip etse­ler bile, metafizik üzerine araştırma yaparken bunu tamamen terkederler ve zanlarını, tah­minlerini konuşturmaya başlarlar. Kâinatın yaratılışı teorisi 'big bang' böyle bir tahmindir.

Bu grupların hepsi, peşin hükümlerine boyun eğmişlerdir; bakış açıları kendilerinden farklı olanları anlamaya yanaşmazlar ve dolayısıyla kendi farklılıkları Vahiy yoluyla elde edilen bilgiyle karşılaştırıldığında, teorilerini inatla terketmezler. Yukarıda meali verilen Kur'ân ayetlerinde görüldüğü gibi bu bilgiye ulaşma yolları temelde yanlıştır. "Sizin sapmanızın gerçek sebebi, Hakikati şüphe ve tahmine da­yanarak araştırmanızdır, önyargılarınız dola­yısıyla, mâkul olanları bile dinlemeyi reddediyorsunuz" denmektedir. Sonuç olarak sa­dece Doğruyu bulmakta başansızhğa uğramı-yor, aynı zamanda Elçiler tarafından sunulan Vahiy Dinini layıkıyla değerlendiremiyorsu-nuz."

Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur'ân kendi yolunu bildirmekte ve hakikata ulaşmanın yalnızca doğru, aklî ve ilmî yolu­nun o yol olduğunu beyan etmektedir. Haki­kati araştırmanın yolu şudur: Araştırmaya başlamadan önce daha evvel edindiğiniz ön­yargılarınızdan vazgeçmeli ve Hakikat hak­kındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşahede ve soyut tahliller üzerine değil, doğrudan doğruya "vahiy" üzerine temellen-diğini ileri süren kimselerin mesajını dinle­melisiniz. Sonra Kur'ân'ın dikkatinize sundu­ğu kâinattaki ibretleri düşünmelisiniz. Eğer bunlar, vahyedildiği iddia edilen Hakikate işaret ediyorsa, o zaman rasûl ve nebilerin öğrettiği Hakikati reddetmeniz için hiçbir mazeretiniz kalmıyor demektir. İslâm felsefe­sinin temeli işte budur.

Kur'ân bu metodu birçok yerde zikretmekte ve birer Hakikat delili olarak birçok tezahürü tekrar ve tekrar gözler önüne sermektedir. Böylece insanlara Hakikati kavramak için doğru sonuçlara nasıl ulaşılacağı Öğretilmek­tedir. Nitekim 67. âyette gece ve gündüz bir ibret olarak insanların derin idraklerine su­nulmaktadır. Gece ve gündüzün dönüşümleri olağanüstü birer ayettir ve Musavvir olan, herşeye kadir bulunan Allah'a delalet etmek­tedir. Zira bu dönüşüm arzın matematiksel bir kesinlikle kendi ekseni ve güneş etrafında dönmesi ile oluşur. Bu ardarda geliş, Musav­vir olan Allah'ın yüce hikmetini gösterir ve arkasında büyük bir gaye yatmaktadır. Nite­kim bu dönüşümün arz üzerinde bulunan tüm varlıklara sayısız faydalar sağladığı ortadadır. Bu aynı zamanda Yaratıcının arz üzerindeki nimetine işaret eder ve sonuç olarak yaratık­ları için ne mükemmel düzenlemelerde bu­lunduğunu gösterir. Ayrıca şu büyük Haki-kat'e delalet eder ki, tapınılmaya en layık olan, Veli ve Rabb olarak Allah'tır, başkası değil. Zira, O'nun dışında olan her varlık ge­ce ile gündüzün ard arda gelişiyle ihtiyaçları­nı giderir. Bu ihtiyaçları başka kimse gidere­mez, bu yüzden bu muhtaç varlıklardan hiç­biri Rabb ve Veli olamaz. Bu ayetlerin ışığın­da, yalnızca şüphe ve zan üzerinde temelle-nen diğer dinlerin, böyle apaçık ayetlere da­yanan semavi dinle karşılaştırıldıklarında ha­kiki din oldukları nasıl düşünülebilir? (Ebu'l-A'Ia Mevdûdî, The Meaning of îhe Qur'an, c. V, sh. 42-43).

 

Kur'ân Ve İlim

 

Kur'ân-ı Kerîm, madde dünyasının yorum­lanmasına yeni boyutlar ilâve ve insanın var­lıklar alemindeki engelleri aşmasına yardım etmiştir. Maddenin âdi veya aşağı birşey ola­rak görülmemesi gerektiğini, çünkü insanı Allah'a, O'nun sıfatlarına ve mucizelerine y* nelten âyetleri İçerdiğini göstermiştir. Bütün kâinat, o muazzam büyüklüğüyle Allah'ın bi yaratığıdır. Kur'ân, insanı onun üzerinde d(K şünmeye, esrarını ve olağanüstü yönlerjnj keşfetmeye ve hem kendi faydası için onun çok geniş nimetlerini kullanmaya, hem de Yaratıcısını anlamaya davet etmektedir.

Kur'ân, insanı maddî dünya, onun kanunları ve dış görünümleri üzerinde düşünmeye, mü­şahedeye ve tefekküre davetle, Allah ve O'nun sıfatlarına ulaşmasına yardım eder. Bir başka ifadeyle Kur'ân, kâinatın somut maddî dünyasından oluşan "Sessiz Kitap" üzerinde düşünmemizi ve gözlem yapmamızı, sözlerle anlatan Kitab'dır. "Göklerin ve yerin yaratılı­şında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-t selîm sahipleri için ibretler var­dır." (3: 190). A'râf sûresinde şöyle buyurul-maktadır: "Göklerin, yerin melekûtuna ve Al­lah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaş­mış olabileceğine bakıp (ibret al)madılar mı?" (7: 187)

Bütün kâinat, o muazzam büyüklüğüyle Al­lah'ın bir yaratığıdır. Kur'ân bu gerçeğe işaret etmekte, insanı düşünmeye ve mucizeleri keşfetmeye davet etmektedir. Böylelikle Kur'ân, yaratılış ve tüm yeryüzünde ve gökte görülen somut hakikatler vasıtasıyla insanı Allah'a yöneltmektedir. Basit sözlerle ifade edersek, Kur'ân kâinattaki harikaları ve onla­rın muhtelif maddî görünümlerini göstermeye ve onlar vasıtasıyla insanı, Yaratıcısı ve Hü­kümdarından haberdar etmeye çalışmaktadır. "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda her güzel çifti bitirdik!" (50: 6-8). Lokman sûresinde şöyle zikredilir: "(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı, sizi sarsar diye yere de sağlam ve yüksek dağlar attı ve orada her çeşit hayvanı yaydı. Gökten birsu indirdik de orada her güzel çifti bitir­dik. İşte bunlar. Allah'ın yarattıklarıdır. Gös­terin bana. O'ndan başka (tanrı dedik)leri(niz) ne yarattı?" (31-10-11) Sâffat sûresinde de öyle buyurulur: "Saf saf dizilenlere, köîümkten alıkoyanlara ve bir de Allah'ın uyarısı okuyanlara yemin olsun ki, İlâhınız tektir; göklerin* yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabbi, doğuların da Rabbidir!" (37: 1-5).

Okyanusların sırlan şu sözlerle ifade edili-vor: "İki denizi salıverdi, birbirine kavuşu­yorlar. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Şimdi Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 19-21) fâtır sûresi şunları söylüyor: "İki deniz bir olmaz: Şu tatlı, susuzluğu keser, içimi (bo­ğazdan) kayar; şu da tuzlu, (boğazı) yakar. Hepsinden de taze et yersiniz ve taktığınız (inci sedef gibi) süs (eşyası) çıkarırsınız. (Al­lah'ın) lütfundan payınızı arayıp şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görür­sün." (35: 12).

Kur'ân'ın aşağıdaki ayetleri, insanın dikkatini mevsimlerin birbiri ardınca gelmesindeki hikmet ve ibretlere davet etmektedir. "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan: yılların sayısını ve (va-itlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için aya (dolaş­ma) konaklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bİlen bir topluluk için âyetleri açıklamaktadır" (10: 5). Nah! sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı sizin hizmetinize ver­di. Yıldızlar da O'nun emriyle (size) boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşama­nız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmek­tedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığına ve hikmetine) işaretler vardır. Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki (hayvanları, bitkileri de sîzin hiz­metinize verdi.) Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır.)" (16:12-13). İnsanın yaratıl ışındaki esrar şu sözlerle tarif edilmek­tedir: "Andolsun biz insanı çamurdan bir süz­meden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) °'arak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra "Utfeyi alâka (embriyo)ya çevirdik, alaka 'enibriyo)yı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. En güzel yaratanların Allah, ne yüce­dir!" (23: 12-14). Rum sûresinde de şunlar zikredilmektedir: "O'nun, yüce kudretine delâlet eden âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz, her tarafa ya­yılmış insanlar olmuşsunuzdur." (30: 20).

Karşı cinslerin çekİciliğindeki sırra şu ifade­lerle değinilmektedir: "O'nun âyetlerinden bi­ri de, size, kendi nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler var­dır." (30: 21) Şuarâ sûresinde yer alan âyette şöyle buyurulmaktadır: "Yeryüzüne bakmı­yorlar mı, orada her çeşit güzel çifti bitiriyo­ruz. Şüphesiz ku bunda (kudretimize) kesin bir delil vardır, ama onların çoğu inanmaz­lar." (26: 7-8).

Görüldüğü gibi Kur'ân, sürekli olarak insana, farklı konularda çeşitli misallerle, çevresini saran, ona hikmet ve bilgi hazineleri sunan ve muhtelif şekil ve renklerde çokça görülen te­zahürlerden Öğüt almasını hatırlatmaktadır. Yani Allah'ın Sessiz Kitab'ını gözlemlemesi­ni ve O'nun varlığına dair işaretler bulmasını istemektedir. Kısacası Kur'ân tekrar ve tekrar insana, maddî dünyadan oluşan Sessiz Ki-tab'ta O'nun ayetlerini, harikalarını ve sırları­nı araştırmasını tenbih etmektedir: "(Bu Kur'ân), çok mübarek bir Kitâb'dır. Onu sana indirdik kî, ayetlerini düşünsünler ve aklı se­lim sahipleri Öğüt alsınlar." (38: 29).

Gerçek bilimden beklenen, gözlem ve deneye dayanarak fizik kanunlarım gözlemek, tetkik etmek ve sonra netice çıkarmaktır. Başka bir ifadeyle, gece ve gündüz madde âleminde gözlenen fizikî tecellilerin arkasındaki bilinmezleri ifşa etmeye çalışır; düşünce, gözlem ve deneyi kullanarak maddî âlemin tecellisin-deki her bîr parçanın gerçek sebebim açıkla­maya çalışır. Bilim, dinin bir parçasıdır, İslâm'da bilim ve din aynı şey demektir.

Bilim kâinatın kısımlarım ayrı ayrı inceler, her bir tecelli hakkında bilgi toplar, çeşitli so­nuçlara ulaşır ve bu bilgiye dayanarak belirli kanunları ortaya koyar. Diğer yandan Din (İslâm), kâinatı bir bütün olarak inceler ve in­sanı kâinatın varlığına nüfuz eden tek bir ha­kikati görmeye davet eder. Böylelikle bilim­ler, tabiattaki tecellîleri İdare eden kanunları kat'iyet ve doğrulukla gözlemleyerek Yara-dan'a ulaşırlar. Kur'ân, O'nun yaratışının ar­kasındaki bu aklî hakikate şöyle değinmekte­dir: "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı, Rahmân'm yaratmasında bir aykırılık uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keser, güçsüz ve yorgun bir halde sana döner." (67: 3-4).

Yaradan'ın sözü ve fiili arasında (mesela ya­ratılış) hiçbir çatışma olamayacağı için, Vahiy Dini ile kâinatın "Sessiz Kitab"ını doğr, layan gerçek bilim arasında çelişki olama "(Ey Muhammed), biz bu Kur'ân'ı sana güc lük   çekesin   diye   indirmedik.   Ancav (Allah'tan) korkanlara bir öğüt (olarak intiir dik)." (20:1-4). En'âm sûresinde şöyle buyu rulmaktadır: "Gökleri ve yeri hak (ve hikmeti ile yaratan O'dur. 'Ol!' dediği gün, oluverir Sözü haktır." (6: 73).

Bu demektir ki, Kur'ân ve ilim arasında bir çelişki olamaz; çünkü Kur'ân'm vahyedicisi ve ilmin konusu olan kâinatın yaratıcısı, Al­lah'tır. Allah, Kur'ân vasıtasıyla insanları, bü­tün mahlûkata yayılmış bulunan tezahürlerine ve ayetlerine bakarak Zâtım tanımaya davet etmektedir. İlim, gözlem ve deney yoluyla mahlâkatı inceler ve Allah'ın emriyle kâinatta işleyen kanunları formüle eder. Görüldüğü gibi hem din, hem de ilmî çalışmalar sonuca ulaşmak için gözlem, deney ve mantık metot­larını uygulamaktadırlar.

Din ile akıl sahibi insan kendisini, kökenini, kaderini ve madde alemindeki rolünü sorgu­lar. Biz kimiz? Kâinat nedir? Bizi ve kâinatı kim yarattı? Sonumuz ne olacak? Bunlar ve benzeri sorular hem bilim, hem de din tara­fından sorulan, mantıkî sorulardır. Ancak bir Vahiy Dini ve objektif ilim bu sorulara doğru cevaplar getirebilir.

Kur'ân, dini ilimden ayırmamıştır, bilakis her ikisini kâinatın, hayatın ve onların bu dünya­da ve âhirette, Yaradan ile olan sürekli İlişki­lerini kapsayan En Yüce İlmin bir parçası saymıştır. İlmi, kendi kuşatıcı seviyesinin al­tında, eksik ve yetersiz olarak görmektedir: "Onlar, dünya hayatının sadece görünen yü­zünü bilirler; âhiretten İse onlar tamamen ga-| fildirler. Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancakj hak olarak ve belirtilmiş bir süre için yarattı­ğını düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rabblerine kavuşmayı gerçekten inkâr et­mektedirler." (30: 7-8). İnsanın, ölümder sonra hayatını sürdüreceği şeklinde sunular bu görüş, amla ve mantıka uygundur. Komüpistlerin ve laiklerin düşündüğü gibi., sınırsız ve eşsiz güçleri olan böyle fevkalâde ve Üret­ken bir varlık, nasıl olur da ölümle yok olur! Cok geniş zihni kapasitesi ile, Allah'ın böyle harika bir yaratığının nasıl olur da yok olma­sına izin verilir? "Dediler ki: 'Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmi­yor.' Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (45:24).

Bu gibi fikirler zandan ibarettir, hİçkimse, hatta bilimadamları ve filozoflar bile onları destekleyecek doğru ve mâkul sebepler suna­mamaktadır.

r'ân, kavramlarını insanlara bilgi ile sunar, süslü fikirlere veya tahminlere değil, bilgiye dayanarak delillerini tenkide davet eder. İn­sanlar bu delilleri mantıkî olarak çürüteme-dikleri ve kendi alternatif kavramlarını suna-madıklan zaman, onların gerçekten iman et­melerini ister. Bütün bunlar, göstermektedir ki, Kur'ân bir ilim ve ilim de bir dindir (İslâm). Bu görüş yeni değildir ve tarihi delil­ler tarafından desteklenmektedir: "Ama siz, bu dünya hayatını tercih ediyor ve seviyorsu­nuz; oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcı­dır. Şüphesiz bunlar, o eski sahifelerde mev­cuttur, elbette ilk sahifelerde de vardır: İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde." (87: 16-19).

Bu hakikatin inkârı bütün hayat sistemlerinde anarşi ve karışıklığa yol açar, fertleri hayatın boş, anlamsız ve amaçsız olduğu hissine sev-kederek, barışı ve huzuru bozar. Barış ve em­niyet toplumunu yıkar ve onu kargaşaya, kavgaya ve isyana iter. İlim adamlarının Ya-radan'i inkâr etmeleri, O'nun nimetlerinin İn­sanın ve insani değerlerin imhası için kulla­nılmasına yolaçar. İnsan bilimsel ihtisası ve teknolojiyi kullanarak Allah'ın nimetlerinden pekçok fayda elde edebilir; zevk ve sefa içinde bir hayat sürdürebilir, fakat Yaradan'a karşı nankörlük hâlinde, gerçek bir ruh huzu­ru ve sükûnundan mahrum kalır. Daha fazla maddî bolluk ve zenginlik tam bir zihin ve ruh tatminini sağlamaz. Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Kâinat nedir? Onu kim yarattı ve kim idare ediyor? Onun gele­ceği ne olacak. Yaratılışımızın amacı nedir?, gibi sorular cevapsız kalır ve insanın zihin huzurunu rahatsız etmeye devam eder. (Ab-del Monem Kallaf, Islamic Materialism and itsDimensions, Kahire 1971, sf. 83-184).

İnsanın zihnî seviyesi, Yaradan'ın varlığını tanıyana kadar, hayvanlarınkinden aşağıda kalır. Diğer insanların mallarını, mülklerini ve hatta başka halkların ülkelerini zorla gas-bederek yer, içer, hayvanlar gibi çoğalır ve hayvanlar gibi ölür. Öyleyse, Allah'ın Haki­miyetini ve O'nun Şeriatını inkâr eden bir âsi, O'nun Hükümdarlığında barış ve emniyetten nasıl hoşlanır?

 

Zihnî Muhakeme

 

Dikkat edilirse, modern bilimde bile sonuç­lar, öncüller deney ve gözleme uygun ve his-sedilebilir olsun veya olmasın, zihnî muhake­me yoluyla bu Öncüllerden çıkarılır. Son ana­lizde, nesneleri gözleyen ve anlayan, sonra kanun ve kavramları çıkaran ve daha sonra, bilim ve bilginin üzerine kurulduğu temel olan doğru mantık usûllerine göre formüle eden, bilim adamının zihnidir.

Bilimi ister aslî ister modern anlamı içinde düşünelim, zihnî muhakeme onun temelidir. Hem maddî, hem zihnî meselelerde, kelime­lerin ve gerçeklerin anlamı ve kapsamı İçin bir kıstastır. Bütün matematiksel gerçekler ve kurallar zihnin çıkarımıdır. Maddî ve ahlâkî alanlarda sahip olduğumuz bütün kanun ve kurallar zihin tarafından çıkarılır ve zihnî muhakeme ile anlamlandırılır.

İşte bu, Kur'ân'ın insanı çeşitli yollarla defa­larca davet ettiği, bilimsel düşünme metodu­dur. Meseleler üzerinde son kararı vermeden önce iyice düşünülmesini ve öğüt alınmasını tavsiye etmektedir: "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah'tan başkası tarafından (in­dirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (14:82). Yunus sûresinde şöyle zikredilir: "Dünyâ hayâtı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbiri­ne karıştı: nihayet yer ziynetini takınıp süs­lendiği ve halkı da on(un ürünü biçip topla-mağ)a kaadir olduklarını zannettikleri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç (bitkisiyle süslenip) şenlen­memiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık (süsünü, zenginliğini biçtik, yok ettik). İşte, Biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz." (10: 24).

Haşr sûresi'nde şu ifadeler vardır: "Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, onu saygı ile eğilip Allah korkusundan parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri, düşünsünler diye in­sanlara veriyoruz." (59: 21).

İnsanlar, akıl ve bilgi ile varlık alemindeki harikalar üzerinde tefekkür ettikleri zaman Kur'ân'ın aşağıdaki ayetinde tarif edilen so­nuçtan başkasına ulaşamazlar: "Onlar ayakta oturarak ve yanlan üzerine yatarken Allah'ı' anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler 'Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!' (derler)." (3:191). Eğer Kur'ân'ın an­lattığı Hakikate ulaşmak istiyorsak, dar anla­mıyla bilimi ilahiyata uygulamamalı ve onun kural ve prensiplerini reddetmemeliyiz, çün­kü bunlar müşahede ile değil tecrübe ile algı­lanabilir, zihnî muhakeme ile anlamlandırılır ve şekillendirilir. Bilim adamlarının bile, al­gılanabilir gözlem ile ispatlayamadıkları bir-şeyin varlığını ispatlamak zorunda oldukları zaman zihnî muhakemeye başvurdukları bi­linmektedir. Meselâ, ışık, ses ve diğer elekt­romanyetik dalgaların uzak mesafelere yayıl­dıklarını ispat etmek için, bütün madde âlemine yayılmış olan eterin varlığını önce­den kabul ettiler. Aynı şekilde, heryerde va­rolan Yaradan'ın, Kadiri Mutlak'ın varlığını ispat etmek için, ilahiyat ilmi zihni muhake­me yoluyla çıkarımlar oluşturmak için kâinatta mevcut olan delilleri kullanır. Fizikçi ve gökbilimci, kâinattaki fizikî tezahürleri gözler ve onları kontrol eden kural ve kanun­ları çıkarır. Benzer şekilde ilâhiyatçılar fizikî âlemdeki kuvvetleri inceledikten sonra, zihnî muhakeme yoluyla kâinatın Allah (Tek İlâh, Âlim ve Yüce Varlık) tarafından yaratıldığı ve her an için O'nıın tarafından kontrol edil­diği sonucuna ulaşırlar.

Kur'ân, Allah'ın ve O'nun sıfatlarının varlığı­nı ispat etmek için aynı metodu kullanır. Kur'ân, fizikî âlemde ve insanın iç dünyasın­da görülen ve hissedilen tezahürlerden çıkarı­lan sıfatları vasıtasıyla, O'nu tanımlar. Bunu yaparken Allah'ın ulûhiyyetini (zât) veya mevcudiyetini (Vücud) tanımlamaz, çünkü bunlar insan idrakinin ötesindedir.

Allah'ın sıfatlarını anlamamız için gerekli olan bilgiyi kâinat bize sunar; bütün kâinatta hulıman istikrar, dayanışma, güzellik ve ni­zam göstermektedir ki O, Âlimdir, Hakimdir,  ve Ebedîdir, Rahmandır. Allah'ın varlı- ve sıfatlarını gösterme konusunda n'ın kullanmış olduğu teknik, tabiattaki tezahürleri gözleyen ve onlardan kanun ve kuralları çıkaran tabiî bilimler ile tamamen uyum içindedir. Kur'ân'ın ve bilimin mantıkî düşünüş tarzı aynıdır.

İşte bu yüzden, dürüst ve samimi bir bilim a-damı, dini (İslâm) asla inkâr edemez, ona gö­re bilim, Allah'ın varlığına delâlet eden en önemli vasıtalardan bindir ve o, Allah için şehadet edip gerçek bilgiye ulaşan insanlara hürmet ederek, takipçilerini bilgi sahibi ol­maya davet eder: "Bizzat Allah, kendinden başka İlâh olmadığına şahittir. Melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına şahittirler. O azizdir, hikmet sahibidir.1' (3:18).

Bu sebeple, Allah ilim sahibi insanlara yük­sek dereceler ve çok İyİ mevkiler vaadetmek-tedir: "Size: 'Kalkın' dendiği zaman, kalkın ki Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (58: 11).

Allah'tan gereği gibi korkanlar, yine bilgi sa­hibi insanlardır (35: 28). Allah'ın katında bi­lenler ile bilmeyenler bir değildir (39: 9).

İslâm'ın incelenmesi, ilme ne kadar büyük bir önem verildiğini göstermektedir. Hakikaten, ilini Allah'ın hilkatinin, O'nun kâinatının ve insanın rolünün sırlarını anlamada Allah'ın bütün elçileri İçin bir kılavuzdu. Bu kısa ispat Kur'ân'ın bilim ve bilimin Kur'ân olduğunu göstermek için yeterli delili sağlamaktadır.

Birincisi, Kur'ân hayatın ve kâinatın en iyi açıklamasını vermektedir. İkincisi, Kur'ân ile Çelişen hiçbir bilimsel gerçek yoktur. İlmi gerçeğin, Batılı bilim adamlarının yorumladı­ğı gibi değil, kelimenin en geniş anlamıyla bilimsel olması gerektiğini hatırlatalım. Yine Şunu hatırlayalım ki, günümüzün sözümona bilimsel gerçekleri, gelecekle insanların daha

fazla bilgiye sahip olmalarıyla değişebilirler. Üçüncüsü, kâinat ve kâinata ait bilimler, Kur'ân'ın en büyük yorumcularıdırlar, bu hu­susta Kur'ân onlara rehberlik etmektedir: "O hem gökte ilâh, hem de yerde ilâhtır. O, hik­met sahibidir, bilendir." (43: 84).

 

Maddî Âlemin Rolü

 

Madde veya maddî zenginlik ne kötü, ne de zararlıdır. Onun kullanılışının arkasında ya­tan felsefe kötü veya zararlı olabilir. Hakika­ten, maddenin incelenmesi esrarengiz ve mu­cizevi yönlerinin gözlenmesiyle, insan Al­lah'ın gerçek Şan ve Azametini görür. Mad­de, O'nun sıfatlarını insana gösterir, O'nun varlığına şahitlik eder ve insanın kalbine, zih­nine ve diline O'nu teşbih etme coşkusunu verir.

Bilgi ve anlayış sahibi İnsanlar, kâinatın maddî harikalannı gözlemlemek suretiyle, ilk ve en büyük akli hakikatin Allah olduğunu tespit ederler. Samimi ve dürüst gözlemci, bu maddî yapıda Allah'ın bahşettiği harikaları ve gizemleri görür ve bu harikalar karşısındaki coşkunluğu onu Allah'a döndürür, iyi bir mü­min ve duacı olur ve hayranlıkla şöyle haykı­rır: "Rabb'imiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!" (3: 191).

Benzer biçimde, fizikî tezahürlerin haşmeti, kanunların nizamı ve mükemmel dengesi karşısında hayrete düşen bilimadamı, bütün kâinata nüfuz etmiş olan Tevhid düşüncesine ulaşır ve bu noktada zihni ve düşüncesi nihâi olarak tatmine ulaşır.

Maddeye bu gözle bakmak, ne bilim adamım yolundan alıkoyar, ne de inanan bir insanı küçük düşürür; bilâkis her ikisine de hedefle­rine giden yolda sürekli huzur sağlar. İnanan insan Rabb'ini zikretmekle huzur bulurken, bilim adamı boşluğun, inkârın, şüphenin ve gerçek bir gaye olmaksızın bir boşlukta yaşa­ma korkusunun sebep olduğu ızdırap ve şaş­kınlıktan kurtulur. Bu hususta az bir düşünce, maddî vasıtaları, serveti, gücü vs. elde etme­nin böylesi bir huzuru getiremeyeceğini anla­tır: "Bu böyledir: Çünkü inkâr edenler bâtıla uymuşlar; iman edenler ise Rablerinden ge­len hakka uymuşlardır. (Allah da böylece herkesin lâyığını vermiştir). İşte Allah, onla­rın durumlarını, insanlara böyle anlatır." (47:3).

Şüphe yok ki, Yaradan'ı inkâr insanı şaşkınlı­ğa, kendini ve kâinatın kaderi konusunda şüpheye sevkeder.

Kur'ân'ın yaptığı şudur: basit ve dürüst bir yolla, insanları Yaratıcı fikri ile tanıştırmaya çalışmaktadır. Onları, önce etraflarını kuşatan maddî çevreye ve 'kendilerine' bakmaya da­vet etmektedir, bundan sonra zihinleri, bu kâinatın hakikatlerini yavaş yavaş daha üst seviyelerde anlamaya başlayacaktır: "Biz lara, hem kainatın uçsuz bucaksız genişliğjj de ve hem de onların bizzat kendilerinde, âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek ol] duğu kendilerine iyice belli olsun. RabbiniJ herşeyden haberdar olması sana yetmez mi?' (41: 53). Zâtiyat sûresinde şu sözlerle karşJ larışırız: "Kesin inanacak insanlar için arzda (Allah'ın varlığım ve kudretini gösteren) nice işaretler var. Kendi canlarınızda da öyle Görmüyor musunuz?" (51: 20-21). Allah'ın nimetleri konusunda öğüt almaları için insan­ların dikkatleri çekilmektedir: "De ki: "Söy­leyin bana, eğer Allah işitme (duyu)nuzu ve I gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne de mü­hür vursa, Allah'tan başka bun(lar)ı size ge~ tir(ip ver)ecek tanrı kimdir?' Bak, nasıl âyetleri döndürüp türlü türlü açıklıyoruz, son­ra yine onlar yüz çeviriyorlar?" (6: 46).

Aşağıdaki ayetler insana çevresine bakmasını ve kâinattaki dengeyi ve muhteşem düzeni görmesini tembih etmektedir. Onlar, bir Ya­ratıcı olmadan vücuda gelebilir ve ahenk içinde süreklilik kazanabilirler mi? "Görme­din mi Allâh(i); göklerde, yerde bulunan kimseler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep O'na secde ediyorlar. Ama birçoğuna da azap hak olmuştur." (22:18).

Nur sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Gör­medin mi Allah bulutları sürer, sonra onları birbirine geçirir, sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır), arasından yağmurun çıktığı­nı görürsün. Gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan bir dolu indirir de onunla dile­diğini vurur (ziyana uğratır), dilediğinden de onu öteye çevirir. Şimşeğinin parıltısı ner-deyse gözleri alır. Allah gece ile gündüzü çe­virir (birbirini takip ettirir veya birinin süresi­ni artırır, diğerini azaltır). Şüphesiz gözleri olanlar için bunda bir ibret vardır." (24:43-44).

İnsan, bu meseleler üzerinde düşÜntıcK, öğüt alarak kâinattaki gerçek değerini ve yerini kazanır. İnsanın, kâinatı, onun hedefini ve kendi kaderini bilme talebi, gereği gibi karşı­lanmadığı sürece, problemlerin maddî çö­zümleri tek başına, insana yardımcı olamaz ve onu tatmin edemez. Başka bir deyimle, düşünce ve inanış sorunları, bir hayat kurma­nın getirdiği sorunlar kadar, belki de daha önemlidir. Çünkü insanî değerler, dünyadaki ve ebediyetteki hayat, düşünce ve inanışlarla ilgilidir. İnsanı hayvanlardan ve diğer yara­tıklardan ayıran bunlardır. Düşünce ve inanış sorunlarım ise, ancak Allah'ın birliğine inan­mak çözer. Ancak bu şekilde insan, bir yan­dan geçim sıkıntısını giderirken, bir yandan da toplumda adaleti sağlayabilir. Bu Kur'ân-ı Kerîm'in ilmî yaklaşımıdır.

 

Maddî Düşünceler

 

Din olmaksızın, insan zihni kâinatın maddî yapısının ötesine geçemez, dinsiz bir İnsan, çok tabiî olarak, diğer insanların haklarını dikkate almadan, mala önem verir ve her tür­lü menfaat ve nimetin sadece kendisine ait olması için çabalar. Materyalist ve komünist İnsanlar için dürüstlük, aşk, fedakârlık gibi asil his ve niteliklerin hiçbir önemi yoktur. Herşeyden Önce, bir materyalist veya komü­nist, hiçbir maddî karşılık veya fayda olma­dan, niçin fakir ve muhtaca yardım olsun di­ye zenginliğinin bir kısmını versin? Sonuç olarak, bu tip insanlar hırslarına yenik düşer, para peşinde koşar ve her yolu meşru bilerek nefislerinin isteklerini tatmin ederler. Bu dünyada elde edebilecekleri her şeyi topla­maya kalkar ve hiçbir şeyi kaçırmak isteme­dikleri için taleplerinin yanlışlığı veya hak­sızlığı onları ilgilendirmez.

Kur'ân, insanın isteklerine ve zenginlik arzu­suna gereken önemi vermekte ve onlara hak ettikleri kadar ilgi göstermektedir. Fakat bu­nunla beraber onları yüce ve daha ulvî gaye­lere yöneltmeye çalışmaktadır: "İnkâr edenle­re dünyâ hayatı süslü gösterildi; (onlar) ina­nanlarla alay ederler. Oysa korunanlar, kıyamet  gününde  onlardan  Üstündürler.

Allah, dilediğine hesapsız nzık verir" (2:212). Al-i Imrân sûresinde şöyle buyurul-maktadır: "Kadınlardan, oğullardan kantar-larca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) sa­lınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süs­lü (cazip) gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayâtının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. De ki: "Bunlardan daha iyisini size söyliyeyim mi? Allah'tan korkan­lar için Rabb'lerİ katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, ter­temiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır." Allah, kullan görür." (3:14-15).

En'âm sûresinde, bir mümin ve bir müşriğin tavır ve amelleri şöyle karşılaştırılmaktadır: "Ölü iken hayat verdiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdi­ğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere, yaptıkları böyle süslü gösterilmiş­tir." (6:122). "Ölü iken" ifadesi "cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken", "hayat verdiği­miz" ifadesi ise "bilgi ve anlayış verip, haki­kati tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığı­mız" mânasındadır. Gerçekten doğruyu eğri­den ayıramayan ve doğru yolu bilmeyen fizi-ken canlı kabul edilebilirse de aslında o, ken­disini gerçekten insan yapacak "hayat"tan mahrumdur. Yaşayan bir insan değil, ancak hayat süren bir hayvandır. Yaşayan bir insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilendir."

Bu ve buna benzer birçok ayet şu gerçeği tas­dik etmektedirler ki, Kur'ân tarzı maddî dü­şünce ve madde âleminde Yaradan'ı tanıma­ya, kâinatın sırlarını, güçlerini ve hârikalarını ifşa etmeye çalışmakta ve insana tabiatın güç ve hazinelerinden istifade etmesini tavsiye et­mektedir. Aynı zamanda, bu maddî güç ve kuvvetlerin, insanlığın istifadesi için Allah tarafından yaratıldığını vurgulamaktadır.

Bunun yanında, bütün maddî zenginliği, insa­nın âcil ihtiyaçlarını karşılaması, hem maddî, hem de manevî olarak hayatının niteliğini ge­liştirmesi için bir vasıta olarak görmektedir. Bu noktada Kur'ân'ın sınırlayıcı bir özelliği yoktur.

Şüphesiz, bu tarz maddecilik, ebedî mutlulu­ğun temeli olup, kâinatın ve Kur'ân'ın mantı­ğı ile tamamen uyum içindedir.

Dolayısıyla, İslâm'da madde, şu anda düşü­nüldüğü gibi ne herşeyin en önemlisi, ne de küçümsenecek ve ihmâl edilece bir şeydir. Samimi bir mümin, maddeyi kullanır ve bu hayatın bütün heyecanlarını, nazlarını ve ni­metlerini tadar, fakat bütün bunlar onu daha büyük bir gayret ve coşkuyla Allah'a ibadete iter ve bunu da Allah'a daha bağlı yapar.

Kur'ân, insanları maddî dünyayı, onun muh­telif güç ve imkânlarını kullanmaya, tabiattaki hârikalar ve tezahürler üzerinde etmeye ve onun kaynaklarını kendi fayda] için kullanmaya, herşeye ve her yere nüf ' eden Allah'ın Kudretini tespit etmeye ve hj setmeye davet etmektedir. Hakikaten, hayat her anında insana Allah'ın işaretlerini sergi]e yen, Allah'ın varlığına şahitlik eden, insanı zihnini ve kalbini Allah'ın şan ve yüceliğjn yönlendiren ve O'nun âyetlerinden biri olan maddedir: "(Allah) geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güne­şi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtil­miş bir süreye  kadar akıp gidiyor.  îşte Rabb'iniz Allah budur, mülk O'nundur." (35:13).

Al-i Imrân sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndü­rülüp götürüleceklerdir." (3:83). Benzer ifa­deler Lokman sûresinde de yer almaktadır: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bu­lunan şeyleri size boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bil­diğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bil­gisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (du­rur)." (31: 20).

Kur'ân, insana maddî dünya hakkında bilgi ve idrak sunarak, onun yavaş yavaş Yaratıcı­sına yönelmesini sağlamaktadır. İnsanları ha­yatın yalın hakikatlerine, herşeyde Yara-dan'in ayet ve işaretlerini görebilecekleri dış dünyaya ve kendi iç dünyalarına yaklaştır­maktadır. Hem maddî dünyaya hakim olma­ları için maddî kaynaklardan istifade etmele­rini, hem de Ezelî ve Ebedi olan Allah karşı­sında maddî dünyanın fâni olduğunu ve bu dünyanın maddî seviyesinin Ötesinde nihai olarak O'na döndürüleceklerini bilmelerini is­temektedir: "Onlardan kimilerini denemek için kendilerini yararlandırdığımız dünya re­fahında gözün kalmasın. Rabbinin sana ver­diği nimet hem daha değerli, hem daha kalıdır" (20: 131). Kasas sûresinde şöyle bu-urulmaktadır: "Size verilen herşey, bu dün-bayatının geçimi ve süsüdür. Allah katın­daki İse daha hayırlı ve süreklidir. Hâlâ bunu düşünmeyecek  misiniz?"   (28:   60)  Şûra üresinde, de benzer ifadeler yer almaktadır: "Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimi-Hir. İnanıp Rab'lerine dayananlar için Allah'ın vanında bulunanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (42: 36J. (Abdul Monem Khallaf, Islanüc Materialtsm and its Dimensions, sh. 83-184).

 

KISIM 2

 

İSLÂM DİNİ VE KÂİNAT SİSTEMİ

 

İslâm kendi yapısını öyle bir şekilde oluştur­maktadır ki, bu bünye içersinde Kelime-İ Şe-hadefm her iki veçhesi de, İslâmî hayat sis­temini, onun asil ve parlak hususiyetlerini ve temel vasıflarını belirlemede aynı derecede işbirliği yapmaktadır. Eşsiz tarzı, onu diğer beşerî sistemlerden ayırmakta ve onu sadece insan için değil, bütün kâinat için geçerli olan Merkezî Kanun (sünnetullah) ile tama­men uyumlu hâle getirmektedir.

İslâm düşüncesine göre, bütün kâinat Al­lah'ın yaratmayı dilemesiyle vücuda gelmiş­tir. Allah, kâinata belli bir şekil ve bütün sis­temlerinin büyük uyumluluk ve işbirliği için­de işlemesini sağlayan belli bir kanun ver­miştir: "Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sâdece ona 'ol' dememizdir, derhal oluverir." (16:40). Allah kâinattaki sistemlerin işlemesi için bir nizam ve düzen vermiştir: "O, herşeyi yaratmış, ona Ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25:2).

Bu geniş hakikatin arkasında, sistemleri ku­ran bir irade, ona hareket veren bir Güç ve sistemleri muayyen düzende tutan bir Kanun vardır.

Kâinatın farklı sistemlerini ve parçalarını, bi-rarada durmaları ve kaosa düşmemeleri için muhteşem bir disiplin içinde tutan işte bu Güçtür. Bütünlük arzeden bu sistemlerde, hiçbir surette intizamsızlık veya kargaşalık yoktur. Kâinatın bütün sistemleri, Allah iste­diği sürece büyük bir uyumluluk ve düzen içinde işlemeye devam edeceklerdir. Kâinatın hiçbir parçası bu disiplinin dışına çıkamaz.

Allah'ın kanununa itaat etmeleri ve boyun eğmeleri dolayısıyla, kâinatın herhangi bir sisteminde fevkalâde veya âni bir bozulma görmeyiz. Allah bütün sistemin nihayete er­mesini isteyinceye kadar, herhangi bir intizamsızlık veya dağılma olmadan işlemeye devam ederler. A'râf süresi bu gerçeği şu sözlerle dile getirmektedir: "Gerçekte Rabbi-niz o Allah'tır ki; gökleri ve yeri altı zaman bölümü içinde yaratmış, sonra kâinat üzerin­de hükümranlığım kurmuştur. O, gecenin ka­ranlığı ile hemen arkasından kendisini takip eden gündüzü örtmüştür; güneş, ay ve yıldız­ları da daima iradesine baş eğmiş durumda varetmiştir. İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne yüce­dir!" (7: 54).

İnsan bu kâinatın parçasıdır. İnsan tabiatına yön veren kanunlar, bütün kâinatı kuşatan ve yöneten merkezî sistem (kanun)den ayrı de­ğildir. İnsanı ve kâinatı yaratan Allah'tır. İn­san çamurdan yaratılmıştır, fakat Allah onu bu çamurdan üstün kılan nitelikleri ve görü­nümü vermiştir. İnsan fizikî yapısı itibariyle, isteyerek veya istemeyerek, kendisi için ya­ratılan tabiat kanununa boyun eğmektedir.

İnsanın yaratılışının başlangıcı, kendisinin veya ebeveynlerinin değil, Allah'ın iradesine bağlıdır. Ebeveynler sadece cinsî münasebet­lerini kontrol ederler, fakat kesinlikle ne ha­milelik, ne de bir nutfeye insan şekli verme üzerinde hiçbir kontrolleri yoktur. İnsan, ha­milelik süresince geçerli olan prensiplere gö­re ve doğum sonucunda vücuda gelir. İnsan, Allah'ın kendisi için yarattığı havada nefes almakta ve yine aynı miktarı, aynı havaya kendisi için tespit edilen aynı yolla geri ver­mektedir. Hissetme ve anlama gücü vardır; yer, içer, aç olduğunu, susadığını ve acı çek­tiğini hisseder. Kısacası, hoşlansın veya hoş­lanmasın, bütün ömrünü Allah'ın kanununa göre geçirmek zorundadır, kendi iradesinin ve gücünün hiçbir etkisi yoktur. Bu açıdan, kendisi ve kâinatta bulunan canlı veya cansız diğer yaratıklar arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. Hepsi kayıtsız şartsız Allah'ın hukukuna, gücüne ve iradesine boyun eğ­mektedirler.

Kâinatı yaratan Allah, insanı da yaratmış ve bütün kâinatın uyduğu fizik kanunlarına onu da boyun eğdirmiştir. Allah onun için bir H yat Kanunu (Şeriat) belirlemiştir. İnsan, h ve sahip olduğu serbest iradeyle hayatın fizikî olmayan kısmında bu kanunu uygul yabilmektedir. Bu açıdan Şeriat, insanın t biatına ve bütün kâinatın müşterek tabiatlı hükmeden ve değişmez bir disiplin kanunuı göre işleyen, şümullü İlâhî kanunun bir pa ç asıdır.

Allah'ın her sözü, her emri, her yasağı, ht vaadi, her ikazı ve her kanunu, kısacası ins; na rehberlik etmek üzere gönderdiği her şe> kâinatın merkezî kanununun bir parçasıdı Bu yüzden hepsi, bu dünyadaki ebedi hakikî te göre işleyen ve tabiat kanunları olara isimlendirdiğimiz Allah'ın fizik kanunların daki aynı gerçeklik ve hakikate uygun düş mektedir. Bu kanunların işleyişinde, Allah'ır onlar için tespit ettiği ölçülerin bir yansıma sim bulabiliriz.

Şeriat, Merkezî Kanun {Sünnetullah) ile Uyum içindedir

Allah'ın, insan hayatının düzenlenmesi içir hazırladığı Şeriat, aslında bir evrensel Sed­at'tır. Bunun sebebi, onun kâinatın merkezi kanunu ile uyumlu ve ona bağlı olmasıdır. Bu yüzden Şeriat'ı tatbik ve ona itaat, insan hayatı için vazgeçilmez bir şart haline gel­mektedir; ancak bu şekilde insan ve insanın içinde yaşadığı kâinat arasında bir uyum ve işbirliği sağlanabilir. Sadece bu değil, insanın tabiata bağlı olan maddî hayatındaki fizik ka­nunları ve insanın kendi iradesiyle planladığı ve oluşturduğu manevî hayatı arasında İsteni­len uyum ve işbirliği, ancak Şeriata itaat ve onun takip edilmesiyle mümkün olmaktadır. Yine ancak bu şekilde insanın iç ve dış haya­tı aynı yöne itilebilir.

Kâinat kanunlarını ve onun içinde işleyen merkezi sistemi anlama konusunda İnsan ta­mamen âcizdir. Kâinatın kanunlarını anla­mak insanı aşar; insan kendi hayatını tama­men kontrol eden ve ondan hiçbir şekilde kaçarnayacağı kanunu bile anlamamaktadır. Bu acziyetin bir ifadesi olarak insan, kendi haya­ti ve kâinatın genel kanunları veya en azın­dan kendi iç tabiatı ve dış hayat arasında iş­birliğini sağlayacak herhangi bir Şeriat oluş­turmaya muktedir değildir. Hakikaten, bu gü­ce sahip olan, insanı ve bu kâinatı yaratan, hem kâinatı hem de insanın işlerini planla­yan, düzenleyen ve hepsini seçtiği ve irade buyurduğu tek merkezî kanuna bağlı tutan ancak Allah'tır. Bu gerçekten dolayı, insan kendisi ve kâinat arasında tam bir uyum ya­ratmak istiyorsa, Şeriata itaat etmesi mecbu­ri ve kaçınılmaz olmaktadır. İslâmı doktrinel ve ideolojik olarak kurmak kadar, ona itaat etmek de mecburî ve kaçınılmazdır. İnsanlar sadece Allah'a ibadet edinceye ve Hz. Mu-hammed (S)'in insanlığa öğrettiği ibadet şekli­ni uygulayıncaya kadar, bireylerin ve toplu­mun hayatı İslâm'ın gerçek renginden yoksun kalacaktır. Başka bir deyişle, İslâm'ın amen-tiisü olan la ilahe illallah Muhammedü'r-Rasûlullah şehadet cümlesinin her İki kısmı­nı uygulamaya geçmeden, ferdî veya sosyal günlük hayat İslâm'ın ışığından faydalanama­yacaktır.

 

Şeriata Mecburî İtaat

 

İnsan tabiatı ve evrensel kanun arasındaki kuşatıcı denge, insan için iyilik ve fayda kay­nağıdır. İnsan hayatını, İstismar ve serden korumanın tek yolu bu gerçeği tanımaktır, insan kâinatta güvenlik içinde yaşamak ve aynı zamanda kendisi ile barışık kalmak isti­yorsa, kâinat ile tam bir uyum ve dayanışma içinde olması kendisi için kaçınılmazdır. Benzer biçimde, İnsanın zihnî huzuru, ancak fiilleri ve fıtratının talepleri arasında tam bir 'Şbirliği olmasıyla mümkündür. Bu sağlan­dıktan sonra, İnsanın iç ve dış dünyası arasın­da bir çatışma olmayacaktır.

A.ncak Şeriat, işbirliği ve uyumu kolay ve düzenli olarak sağlayabilir. Bu işbirliği ve üyum, Şeriat'ın başarısıyla, bir yandan insanın maddî hayatı ve gerçek (iç) tabiatı arasın­da, diğer yandan insan ve kâinat arasında sağlanır.

İnsanın kendi tabiatıyla işbirliği ve uyum sağlamasıyla, insanlar ve hayatın genel işle­yişi arasında bir işbirliği ilişkisi kendiliğin­den kurulur. Çünkü, tabiat ile insan arasında işbirliği geliştirildiği zaman, bunu beşeriyet hayatı ve kâinat arasında tam bir uyum takip eder. Böylece, insan hayatının içtimaî yönü, bütün karşılıklı çelişki ve bozukluklardan te­mizlenir, insanlık Allah'ın tüm varlık âlemine sunduğu genel faydanın meyvelerini toplar.

Bundan sonra, kâinatın sırları insan için sır olarak kalmaz ve insan tabiat sırlarının bir bi­licisi olur. Kâinatın gizli güçleri insan için aşikâr olur ve insan kâinatın derinliklerinde yatan gizli hazinelerin anahtarını bulur. Bun­dan sonra da, bu güçleri ve hazineleri, İlâhî Şeriat'ın ışığında, insanlığın genel faydası ve terakkisi için, insan ve tabiat arasında ne bir çelişki ne de bir bozukluk yaratmayan, bilâkis mükemmel bir ahenk sağlayan bir yolda kullanır. İnsanın Şeriat'ten dönmesi ha­linde ortaya çıkan çelişki ve tehlikelere Kur'ân şu sözlerle değiniyor: "Eğer Hak, on­ların arzularına uysaydı, gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar düzensizliğe uğra­yıp altüst olurdu. Biz onlara zikri (şan ve şe­reflerini) getirdik; fakat onlar, sırt çeviriyor­lar." (23: 71). Âyettekj "zikr" ifadesi şu üç mânaya gelmektedir: a) İnsan tabiatının ve isteklerinin antlısı; b) Uyan; c) Şan, şeref, ün. Bunların ışığında âyetin tam mânası şöy­le olmaktadır: "Sizin Kur'ân'ı reddetmeniz akıl işi değildir. Çünkü Kur'ân insan tabiatın­da iyi gelişen şeyleri ihtiva etmektedir. O, kendi iyiliğiniz ve mutluluğunuz ile sonuçla­nacak bir uyandır; hem dünyada, hem de âhirette size şan ve şeref kazandıracaktır." (The Meaning ofîhe Quf an)

İslâm düşüncesine göre Hak, Bir'dir. Bu vah­det Dinin temeli olup, yeryüzü ve gökyü­zündeki bütün düzenler bu temel üzerine bi­na edilmiştir; dünyanın ve âhiretin sorunları­nı çözen ve düzene koyan bu temeldir. Bütün insanlık Kıyamet Günü, Allah'ın huzurunda bu temele göre yargılanacaktır. Kim haddini aşarsa Allah tarafından cezalandırılır.

Hak, Bir'dİr ve bölünemez. Bu birlik, Kadir ve her yerde Hâzır ve Nazır olan Allah'ın, her türlü durum ve şart için yarattığı ve dün­yadaki canlı türlerinin ve cansız yaratıkların boyun eğdiği kâinatın merkezî kanunu ile ilişkilidir: "Andolsun, size, içinde sânınız (şerefiniz) bulunan bir Kitâb indirdik. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Oysa biz. zulüm içinde yüzen nice memleket halkım kırıp ge­çirdik; arkasından da başka topluluklar mey­dana getirdik. Azabımızı hissettikleri zaman oradan kaçmaya başladılar. 'Kaçmayın! Şımarıklık içinde yaşadığınız nimetlere yurtlarınıza dönün! Çünkü size sorular sı lacak" (denildi). 'Eyvah bizlere,' ded 'gerçekten biz zâlim kimselermişiz.' kendilerini, biçilmiş ot durumuna, ocak sönüp kül yığını hâline getirinceye kada feryatları sürüp gider. Biz göğü, yeri ve t lar arasında bulunanları, eğlence olmak ü: yaratmadık. Eğer eğlence edinmek iste: dik, onu kendimize yakışacak bir şekilde pardık, ama bunu yapacak değiliz. Bil; biz, hakkı, bâtılın tepesine atıp indiririz onu paramparça eder; bir de bakarsın ki I yok olup gitmiştir. Allah'a isnad ettiğin niteliklerden ötürü vay hâlinize! Göklerdi yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun ı dinde bulunanlar, büyüklük taslayıp ( kulluk etmekten çekinmez ve yorulma; Gece ve gündüz bıkıp usanmadan O'nu bih ederler." (21: 10-20).

İnsan fıtratı, bu Hak'kı derinden kavrar. yandan insanın vaziyeti ve yaradılışı (ş ve yapısı), her an insana, bu kâinatın Hal belirlendiğini; Hak'ın onun temeli ve ruhi duğunu ve ona istikrar ve süreklilik vı kâinatın merkezi kanunu ile çalıştığını a tır. Dolayısıyla, bu kâinatta ne intizamsı ve bozulma meydana gelir, ne de kâinatır rimleri ayrı ayrı yollar takip ederler;s uzaklıklar arasında bir değişme veya karı lık olmadığı gibi, kâinatı oluşturan öğ arasında bir çatışma da yoktur. Ne geçic zulara, ne de kör ve sağır tesadüfe göre ı şırlar. Bir plan ve önceden tespit edilmiş takvim dahilinde çalışırlar; değişken arz rın ve ihtirasların bir oyuncağı değildi Tam tersine hiç tereddüt etmeden, belirl gayeyi takip eder, sabit ve değişmez bir tem içinde çalışırlar.

Kendi fıtratıyla çelişkiye düşen, fıtratının rinliklerinde saklı olan bu Hak'tan uzakl; ve arzularının esiri olan insan, istisnadır. yat kanununu Allah'ın Şeriatı'ndan almak rine, kendi nefsinin Şeriatı'ndan alır. Kâ: Rabb'ine itaat ettiği ve boyun eğdiği  insan kendi gücü ve iradesiyle, O'na itaat et-^ek yerine, O'nun Önünde isyan, itaatsizlik ve meydan okuma tavrı sergiler.

 

Hak'ka İsyanın Sonuçları

 

İnsan ve fıtratı ile İnsan ve kâinat arasında çelişki ve farklılıklar zuhur ederse, benzeri çelişki ve farklılıklar yavaş yavaş bireyler, insan grupları, milletler ve ırklar arasında ya­yılır. Bunun sonucu olarak, kâinatın bütün güçleri, kaynakları ve hazineleri insanlığın refahı ve faydası için kullanılmak yerine, im­haya, ihtilafa ve parçalanmaya hizmet eder­ler.

Şu ana kadar bahsettiklerimiz göstermektedir ki, yeryüzünde Allah'ın Şeriatı'm yerleştir­menin asıl amacı, Ahiret için sadece iyi amel biriktirmek değildir. Dünya ve âhiret, ayrı ve farklı şeyler değil, aynı yolculuğun birbirinin devamı olan iki aşamasıdır. Her ikisi aynı öneme sahip, eşit statüyü paylaşmakta ve bir­birlerini tamamlamaktadırlar. Allah'ın Şeria­tı, bir yandan beşer hayatının iki aşaması arasında uyum ve işbirliği havası yaratmakta, diğer yandan insan hayatı ile kâinatın merkezî kanunu arasında uyum sağlamakta­dır. Kâinatın merkezî kanunu ile uyumlu bir hayat sürdürüldüğü zaman, insanın beklediği başarı zenginliği ve saadet âhirete ertelen­mez, bilâkjs yolculuğun bu ilk aşaması (dün­ya hayatı)nda da tadılabilir. Bu saadet, âhi-rette mükemmelliğe ve kemale erişir.

Bu ideolojiye göre, kâinat ve hayat ile hem insan fıtratına hem de kâinata hükmeden ka­nun arasında tam bir uyum ve dayanışmanın sağlanabilmesi için Allah'ın Şeriatı'na İtaat Şarttır. Kâinatın merkezî kanunu ile, insanın hayatına uygulayacağı Şeriat arasında tam uyumun bulunması bir başka şarttır. Çünkü, nasıl bu kâinat sadece O'nun kanununa ibadet (itaat) ediyorsa, insan da ancak İlâhi Şeriat yoluyla Allah'a karşı ibadet görevini hakkıy­la yerine getirebilir.

Hz. İbrahim, Bâbil Kralı Nemrut'a, Hak'kı ve Gerçeği (ki kâinataki bütün kuvvetler üzerin­de otorite sahibi olan, insan hayatı üzerinde de otoriteye sahiptir) gösterdiği zaman Nem­rut şaşırıp kaldı ve dili tutuldu. Kur'ân, onla­rın konuşmalarını şöyle özetlemektedir: "Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şı-mararak) Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldürür.' demişti. 'Ben de yaşatır, öldürürüm.' dedi. İbrahim: 'Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!' deyince inkâr eden o adam şaşırıp kal­dı. Allah, zâlim toplumu doğru yola iletmez." (2: 258).

Âl-i Imrân sûresi, yukarıda açıklandığı gibi insan hayatının ve bu kâinatın düzenlenmesi ile ilgili temel prensibi şu sözlerle açıkla­maktadır: "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (3:83).

Allah, Dini'ni, Hz. Peygamber @'e ve onun ümmetine şu sözlerle bildirdi: "...Bugün di­ninizi mükemmele ulaştırdım, üzerinize gön­derdiğim nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." (5: 3). Ve başka hiçbir dinin geçerli olmadığını bildirdi: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır." (3: 85).

Şüphesiz, doğru hayat yolu, insan hayatı ile kâinatın merkezî kanunu (sünnetullah) ara­sında doğru uyumu sağlayan Allah'ın yolu, Din'dk. (Seyyid Kutub, Me'alimfi't-Tanq).

 

İnsanın Yaratılışı Ve Din'in Tesbiti

 

Allah, insanı kendisine ibadet etmesi, itaat etmesi ve bütün fiillerinde O'nun kanununu takip etmesi için yarattı. Zâriyat sûresinde bu gerçek açıkça belirtilmektedir: "Ben cin­leri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (51: 56). Ayette geçen "iba­det" kelimesi, Allah'a ve O'nun hayat tarzına ibadet ve itaat anlamında kullanılmıştır. Âyet, cinlere ve insanlara yaratılışlarının ga­ye ve hedefinin, bütün amellerinin altında yatması gerekenin ibâdet olduğunu anlatmak istemektedir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Allah bu kâinatın ve içindeki herşeyin yaratıcısı ise, niçin sadece emlerin ve insanların ancak Al­lah'a İbadet ve itaat etmeleri için yaratıldıkla­rı söylenmektedir? Cevap şudur: Sadece cin­lere ve insanlara, yalnızca Allah'a itaat ve ibadet etmeleri ve O'nu takip etmeleri için akıl ve irade hürriyeti verilmiştir. Diğer yara­tıkların eylem serbestisi yokken, insanlara ve cinler tam bir eylem serbestisi tanınmıştır. Kur'ân'ın aşağıdaki ayetinde ifade edildiği gibi, Allah'a ve O'nun kanununa itaat etmek­ten başka seçenekleri yoktur: "Göklerde ve yerde olanlaran hepsi, ister İstemez Allah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam (uzanıp kısalarak O'na secde etmektedirler)." (13:15; 3:83).

Bu yüzden bu ayet sadece, Allah'a itaat etme veya etmeme gücü olan cinlere ve insanlara seslenmektedir. Bu ayet onları ikaz etmektedir aynı zamanda; onlar için sâlih amel di rızalanyla Allah'a boyun eğmeleridir kü diğer yaratıklar arasında sadece on amaç için yaratılmışlardır. Böyle davr; lan hem kendi fıtratlarına, hem de kâ genel işleyişine uygundur. Böyle davra hem kendi fıtratlarının taleplerini karş cak hem de yaratılış gayelerine hizme çeklerdir, muvaffakiyetleri bu noktad; maktadır. Allah'ın yolundan ayrılır ve yollara saparlarsa, sadece kendi fıtrat karşı kaybedecekleri bir savaş vermek yaradılış gayelerine ters düşmekle kalr cak, aynı zamanda yaratıcılarının genel nuna tam bir itaat içinde olan bütün kî karşı bir savaş ilân edeceklerdir. BÖylec şan şanslarını kaybedecek ve kendi hay: nı mahvedeceklerdir. Bu da onların som çaktır.

Dolayısıyla, insanlar bu dünyada hayatı nel işleyişine karşı adım atmadan öncı şünmek ve öğüt almak zorundad Kâinatın bir parçası oldukları için, kâi merkezi kanununa ters düşen bir eylem ; rini sonuna kadar takip edemezler. Kâ idare kanununu, Din'i, ihlâl ettikleri si kendi sistemlerinde ve kurumlarında dei sağlayamayacakları için kaybedecekler sindir.

Burada ibadet kelimesinin sadece na oruç, cinlerin ve insanların Allah'ı zikre leri için tesbit edilen benzeri ibadet şek anlamında kullanılmadığını hatırlatalım mânayı da kapsadığı hâlde, sadece şekli det tam manayı vermez, çünkü benzer hatırlatma insanın yaratılışı ânında melel yapılmıştır: "Bir zamanlar Rabbin melek 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' misti. (Melekler): 'Orada bozgunculuk y cak, kan dökecek birisini mi yaratacak Oysa biz seni överek teşbih ediyor ve takdis ediyoruz?' dediler. (Rabbin): 'Be: zin bilmediklerinizi bilirim', dedi." (2: Bu ayet açıkça göstermektedir ki, insanır radılış gayesi sadece Allah'ı zikretmek dir İnsanlar ve cinler, Allah'ın kanununu /Dİn) takip etmek ve O'na itaat etmek için ratıldılar. Kâinattaki diğer yaratıklar da bu kanunu takip etmektedirler. Aradaki fark şu­dur diğer mahluklar Allah'ın kanununa gayri radî tabi olurken, cinlere ve insanlara kendi muhakemelerini olumlu bir şekilde kullan­maları ve dengeyi bulmaları tavsiye edilmiş­tir çünkü böylesi kendileri için daha hayırlı ve elverişlidir. Yoldan sapanlar her iki dün­yada kaybederken, tavsiyeye uyanlara refah ve başarı va'dedilmiştir. (Tafheem al-Qur'an c. V, ss. 155-156).

İnsan hayatında hileli yolların ve sonu hüs­ranla biten eğilimlerin sözkonusu olması do­layısıyla, Allah, şeytanın kötü yollarından sa­kınarak hüsrana uğramamaya çalışan insana, yaklaşmayı va'detmiştîr. Aşırı güçlüklerle karşılaşmadan Allah'ın yolunu (Din) takip etmek üzere hayatını, kurumlarım ve bütün sistemlerini düzenlemesi için İnsana Şeriat nizamı gönderilmiştir. Bu nizam insanı, kâinatın her sistemine ve parçasına nüfuz et­miş olan Tevhid prensibine yöneltmektedir. Daha önce açıkladığımız gibi, bütün kâinat sistemi birlik prensibine (Tevhid) dayanmak­tadır. Bu demektir ki, bütün kâinata tek bir merkezî kanun hükmetmektedir ve kâinatın bütün birimleri arasında mutlak dayanışma ve işbirliği vardır. Aynı şeyi başka sözlerle ifade edersek; bütün kâinat sistemi adalete ve Rabb'inden gelen Hakka dayanmaktadır. Bü­tün kâinatın yaratıcısı olan Allah onu sürekli kontrol etmektedir. Yerdeki, gökteki bunların arasındaki bütün sistemlere adalet kaidesinin hâkim olması, O'nun otoritesinin ve kanunu­nun bir gereğidir'; Güneş de, ay da bir hesap i'e (cereyan etmekte)dir. Necm (bitkiler, yıl­dızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedir­ler. Göğü yükseltti ve mîzanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın." (55: 5-8).

Kâinatın bütün sistemleri matematiksel bir denge (mizan) ile sabit kılınmıştır. İnsanın, kainatın merkezi değerleri (merkezî kanunu) "e uyum içinde kalması için, Sedat'ın ışığında bîr dengeyi ve adaleti {kist) koruması öğütlenmiştir: "Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın." (55: 9). "Bu ayet, hem mecazi hem şekli anlamda alınma­lıdır. Bir insan bütün günlük meselelerde dü­rüst olmalıdır; meselâ sattığı malın tartısında; ve yine insan bütün ilişkilerinde, sadece di­ğer insanlara karşı değil, aynı zamanda, ken­disine ve Allah'ın hukukuna karşı âdil ve dü­rüst olmalıdır. Adalet merkezî bir husustur, ilişkilerde hem aşırıya gitmekten, hem de noksanlıktan kaçınmak insanın dünyasını, gök cisimlerinin matematiksel düzeni gibi dengede tutar." (A. Yusuf Ali, The Hoîy Qwr'a«,Note3178, sh. 1473).

Kâinattaki her sistemde muvaffakiyet, denge (mizan) ve adalet (kist) prensibinin büyük bir Özen ve dikkatle takip edilmesine bağlı­dır. Bütün sistemin muvaffakiyeti ise onu oluşturan parçaların gereği gibi çalışmasına bağlıdır. Herhangi bir parçanın rotasından en ufak bir şekilde sapması bütün sistemi çökertir. Bu kâinat sisteminin bir parçası olarak in­sandan, Allah'ın diğer bütün yaratıklarında bulunan aynı denge ve adalet kaidesini sağla­ması istenmektedir. Bu ise insanın rızasına bağlıdır ve o kendi özgür iradesiyle bu den­geyi sağlamak için vereceği kararla kişisel olarak Allah'a karşı sorumludur. Vereceği karar ile ya Allah'ın lütfunu kazanır ya da O'na karşı gelir ve kendisini hezimete götü­rür.

 

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi

 

Allah, bu dünyada insanlara yol göstermesi için, elçileri aracılığıyla hidâyetini gönderdi: 'Hepiniz oradan inin,' dedik. 'Yalnız (iyi bi­lin ki) size benden bir hiddet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayan ise ateş halkıdır, onlar orada ebedî kalacaklardır." (2: 38-39).

Peygamberlere bilgi ve hikmet verilmiştir; insanları eğitsinler, Din'e ve Şeriat'a uyma­larını sağlasınlar... Böylelikle insanlar kendi rızalarıyla bütün kâinatın takip ettiği yola ge­lecek ve Yaradan'ın birlik prensibini uygula­yacaklardır. Peygamberlerin gayesi, fiziki dünyanın her zerresine nüfuz etmiş olan ev­rensel birlik prensibi ile uyum içinde, hem fert hem de cemiyet olarak kendi hayatında dengeyi ve adaleti tesis etmesi insana yardım etmekti: "Andolsun biz elçilerimizi açık de­lillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı ve (adalet) ölçii(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler." (57: 25).

Bu ayet peygamberlerin bu dünyadaki gaye­lerini özetliyor: insanların davranış ve düşün­celerini, hem fert hem de cemiyet olarak adalet temeli üzerine kurmalarına yardım et­mek. Her birey, Allah'ın hakkını, kendi nefsi­nin hakkını ve herhangi bir vesileyle müna­sebet kurduğu insanların haklarını bilmeli ve bu hakların karşılığım mutlak adaletle ver­melidir; diğer yandan sosyal hayat sistemi, toplumda hiçbir adaletsizlik ve haksızlık ratmayacak İlkelere göre kurulmalı ve dü lenmelidir. Kültür ve medeniyetin her v her çeşit ifrat ve ihmalden uzak olmalı doğru bir denge sosyal hayatın bütün kur larında sağlanmalıdır; toplumun her birim öğesi kendi hakkını bilmeli, vazifelerini vecibelerini yerine getirmelidir. Bir ba deyimle, peygamberlerin gönderiliş ga; hem ferdi hem de içtimai adaleti getirme Her bireyin davranışlarında, kişiliğinde, i kilerinde ve tavırlarında dengeyi (miz sağlamak amacıyla, ferdi hayatta adaleti V mak istediler; anı zamanda, bir bütün ola cemiyette, fertlerin birbirlerini engellemek yerine, maddî başarı ve manevî huzur yolı da birbirlerine yardımcı olmaları için, in; toplumunda adalet temeli üzerinde tam sistem tesis etmek istediler. (Mevdudi, T heem aİ-Qur'an, c. V, s. 322).

İlâhî hidayet, insana sadece manevî rehber sağlamakla kalmamış, anı zamanda on dikkatini somut maddî dünyanın gözlemle mesi ve incelenmesine yöneltmiştir. Bu hid yatin insana en önemli iki faydası şudur; t rincisi, fizikî âlemin kaynaklarına ve güçle ne hükmetmesi için insana yeni araştırma | inceleme ufukları açmıştır: "Göklerde ve ye de, günün sonunda da, Öğleye erdiğiniz z man da hamd, O'na mahsustur. (Allah), ölı den diri çıkarır, diriden Ölü çıkarır, yeri Öli rutinden sonra diriltir. İşte sizde (kabirlerdeı böyle (diriltilip) çıkarılacaksınız. O'nun aye lerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) bi sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeı yüzüne) yayılan insan(Iar) oluverdiniz. O'nu ayetlerinden biri de, size, kendi nefislerini; den, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler ya ratması ve aranıza sevgi ve merhamet koy maşıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplun için ibretler vardır." (30: 18-22).

Böylelikle hidâyet, bilgi ve araştırma yoluyfc tabiatın saklı hazinelerini bulması, gözlemle mesi ve onları kullanması için insanı, yete neklerini sonuna kadar kullanmaya teşvik et mektedir. Bu şekilde, insanın gelişimi, bilim-teknolojide ve sanayideki ilerlemesi vur-ılanfliış ve önceden görülmüştür.

İkincisi hidâyet, Allah'ın somut dünyasını lk ve incelemek yoluyla insanın kazandığı manevî uyanışa yeni boyutlar kat­mıştır. Fizikî dünyanın gizli ve saklı kanunla-konusunda artan bilgileri, insanı kâinatın . ak.ikatlerine daha da yaklaştırır. İnsan kâinata nüfuz eden, kâinatın bütün birimleri­nin hareketini ve işleyişini kontrol eden merkezî kanunun birliğini, önemim ve onda-kj dayanışmayı hissetmeye ve anlamaya baş­lar. Gerçek ve samimi bilim adamları yavaş yavaş, fakat İstikrarlı bir şekilde Allah'ın bir­lik kanununu tanımaya yaklaşırlar. Varlığına her yerde şahit oldukları Allah'ın birliğini kavramaları hidâyet ile çok daha kolaylaşır ve sonunda, Allah'ın birliğini, yani Tevhid kavramını bütün yönleriyle kabul ederler.

Maddî dünyanın tahkik edilmesi, sonunda in­san için hem maddî, hem de manevî bir lütuf sağlayabilir ve insanı Yaradanı ile daha ya­kın olmaya yöneltebilir.

İnsanın kendi rızâsı ve katılımı ile hayat alanlarında gerçek bir denge kurmasına yar­dımcı olmak için Allah ard arda peygamber­lerini "gönderdi: "Andolsun biz Nuh'u da kav­mini de gönderdik: 'Ben sizin için apaçık bîr uyarıcıyım. Yalnız Allah'a tapın" (11: 25-26). Çağrısına cevap vermedikleri zaman şöyle dedi: "Eğer (benim öğütümden) yüz Çevirdiyseniz (neden?), ben sizden bir ücret istemedim ki! Benim ücretim, ancak Allah'ın üzerinedir. Bana müslümanlardan olmam emredilmiştir." (10: 72). Hud Peygamber halkına şöyle seslendi: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur." (31; 50). Salih Peygamber de halkı­na Şöyle dedi: "Ey kavmim, Allah'a kulluk ed<n. O'ndan başka tanrınız yoktur!1' (11: 61). ->uayb Peygamber halkına aynı mesajı getir-dı: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, si-cın O'ndan başka tanrınız yoktur; ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde

görüyorum ve ben sizin için kuşatıcı bir gü­nün azabından korkuyorum! Ey kavmim, öl­çüyü ve tartıyı tam dengeli yapın, insanların eşyasını eksik etmeyin ve yeryüzünde boz­gunculuk yaparak kötülük etmeyin!" (11: 84-85).

Görüldüğü gibi yukarıda adı geçen ve diğer bütün peygamberler insanları, Hak olan ve içinde hiçbir sapmanın varlığını sürdüreme-diği kâinatın birlik ilkesine davet ettiler. Şu-ayb Peygamber, daha sonra, Hak'tan ayrılan bir sistemin niçin varlığını sürdüremeyeceği­ni açıklamıştır. Hak'tan ayrılan bir sistem, ülkede haksızlık ve tecavüz üretir, toplumda ayrılık ve bozulma yaratır, sonunda toplu­mun dengesi bozulur ve bütün sistemleri da­ğılır. İnsanların hayat sistemlerinin ilerleye­ceği ve varlıklarım sürdürecekleri tek durum, kâinatın merkezi kanunu (Tevhid ilkesi) ile uyum içinde olan denge durumudur.

İbrahim aleyhisselâm, Rabb'inin çağrısına verdiği cevap şu ayette gösterilmiştir: "Rabb'i ona: 'İslâm ol!' demişti, 'Alemlerin Rabb'ine teslim oldum.1 dedi." (2:131). Hz. İbrahim, gökte Rabb'inin İşaretlerini gözlem­ledikten sonra şöyle dedi: "Ben yüzümü ta­mamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çe­virdim ve artık ben O(na) ortak koşanlardan değilim!" (6: 79). Ve o da aynı şeyi oğulları­na ve torunlarına öğütledi. Hz. Yakub aynı mirası çocuklarına bıraktı: "Oğullarım, Allah sizin için o dinî seçti, bundan dolayı sâdece Müslümanlar olarak ölünüz." (2:132). Hz. Yrcakub, ölüm döşeğindeyken oğullarına şöyle seslendi: "Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?1 demişti.'Senin tanrın ve atala­rın İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tanrısı olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz, biz O'na teslim olanlarız.'dediler." (2: 133).

Aynı şekilde, Hz. Muhammed @'e de, kâinatın her zerresine nüfuz etmiş olan aynı vahdet ilkesine teslim olması emredildi: "De ki: 'Gökleri ve yeri yoktan var eden, besle­yen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?1 'Ben İslâm olanla­rın ilki olmakla emrolundum.' de ve sakın ortak koşanlardan olma!" (6: 14). Aynı sûrede, şu ifadeleri okuyoruz: "De ki: 'Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar ver­meyen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üze­rinde (eski durumumuzda) döndürülüp; şey­tanların ayartarak şaşkın bir halde çölde bı­raktıkları, arkadaşların İse «Bize gel!» doğru yola çağırdıkları kimse gibi (şaşkın bir duru­ma) mı düşelim?' De ki: 'Yol gösterme, an­cak Allah'ın yol göstermesidir. Bize, âlemlerin Rabb'ine teslim olmamız emredildi. Namazı kılın ve O'ndan korkun (diye redildi)!'   Varıp  huzuruna  toplanaca O'dur. Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) i|e ratanO'dur."(6:71-73).

A'raf sûresi'nde şu ifadelerle karşılaş,  1 "De ki: 'Rabbim bana adaleti emretti ü*: mescidde yüzlerinizi O'na doğrultun ve h-j yalnız kendisine has kılarak O'na yalvar!' (Allah'a eş koşmadan, gönlünüze başka tan lar getirmeden sırf Allah'a yönelerek 0' kulluk edin)." (7: 29). Mü'min sûresinde h şöyle   buyurulmaktadır:   "De   ki:   'ge Rabb'imden bana açık deliller gelince, sizi Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum ve âlemlerin Rabb'ine teslim olmakla emrolundum." (40: 66).

Hz. Muhammed @'e ve dolayısıyla mümin­lere, Kİtab Ehli ile karşılaştıklarında dinleri konusunda münazara ve münakaşa yaparken daha yumuşak bir tavır takınmaları ve onları ataları İbrahim, Musa ve İsa aleyhisselâmın yoluna (Din'e) davet etmeleri emredilmiştir, "De ki: 'Biz, bize indirilene de size indirilene de inanıyoruz. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir, ve bîz de O'na teslim olanla­rız." (29: 46). Kur'ân'ın bu ayetleri de göster-' mektedir ki, bütün kâinat ve onun içindeki herşey boş yere değil, bir gaye için yaratıl­mıştır. (3:191; 21:16 ve 23:115). Hakikatte,1 "bütün kâinat Hak'kın değişmez temelleri üzerine kurulmuştur. Kâinattaki herşey .doğ' ru, âdil ve mâkul kanunlara dayanmaktadır; orada adaletsizliğin, akılsızlığın veya bâtılın kök salması ve meyve vermesi mümkün de­ğildir. Kimse, bâtılın kısmî ve geçici başarı­sına aldanrhamalıdır. Zaman zaman, bâtıhn takipçilerine bâtılın, adaletsizliğin ve yanhŞ yolların başarısını deneme fırsatı verilebilir-Bundaki amaç, onlara çabalarının sonunda boşa çıkacağını göstermektir. Bâtılın bütün takipçilari, hesap gününde boş bir dava İçin harcadıkları bütün çabaların boşa gittiğim göreceklerdir." (Mevdudi, The Meaning < îheQur'an, c. III, ss. 121-324).

Bu özlü tartışma şu hususta hiçbir şüpheyi bırakmamaktadır: Allah'ın bütün elçi-1. t6ic bir gaye için gönderilmişlerdir. Onla-görevi Önce kâinatın Yaratıcısı olan Al- merkezî birlik kanununa teslim olmak, sonra bütün insanlığı, kâinatın bütün uyum içinde olmaları ve onun S'metlerinden en iyi biçimde yararlanmaları . . kendi rızalanyla O'na teslim olmaya ve n'nûn adalet ve birlik kanununa itaat etmeye davet etmektir. Kâinatın bir parçası olarak in-n âdil olmayan kanunlar üzerine kendi sis­temini kurmakla başarıya ulaşamaz. Bu sis­tem çalışmaz, çünkü kâinatın merkezî birlik kanunu ile tam bir uyum içinde olamaz. Do-ıayısıyle insanların hayat sistemlerinde dü­zensizliğe ve karışıklığa yol açar. İnsan bu durumu ancak hayat sisteminin, adalet ve Hak temeline dayanan birlik ilkesine göre yeniden tanzimle düzeltebilir. Bu, kâinatın Hak ve Tevhid temeli üzerinde çalışmasının anahtarı ve hikmetidir.

 

KISIM 3

 

BÜTÜN SEBEPLERİN SEBEBİ

 

Dikkatli bir gözlem ve inceleme, kâinatın ka­nunlarındaki mükemmel istikrarı ve dengeyi gösterir. Dış uzayda, bizden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki cisimler hakkında, radyo-te-leskop yoluyla bize ulaşan bilgi, Allah'ın ya­rattığı kâinattaki dayanışma ve mutlak ahengi gösteriyor. İnsanın, bize yakın galaksilerin ötesindeki dış uzaydan bu bilgiyi toplayabil-mesi, bütün kâinatın dört bir yanına yayılan bir birlik kanununun varlığını göstermeye, tek başına yeterli bir delildir. Bu sistemde tam bir dayanışma ve istikrar vardır. Bütün kâinata tek bir kanun hükmetmektedir. Bu kanun Yaradanınm ve Hükümdarının sıfatla­rını yansıtmaktadır. Kâinatın kanunlarındaki mutlak istikrar ve değişmezlik, kanunları bü­tün kâinat sistemine hükmeden Yaratıcının birliğinin somut bir delilidir. "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. (O), göklerin ve yerin yaratı­cısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mî, ona sâdece 'ol' der, o da hemen oluverir." (2: 116-117).

Bu kâinattaki herşey mutlak bir şekilde O'nun kontrolü altındadır ve O'nun gücünün ötesinde hiçbir güç yoktur: "Dilerse, sizi alıp götürür ve yerinize yeni bir topluluk getirir. Bu, Allah'a güç değildir." (35: 16-17). Vakıa sûresi'nde şu mealdeki âyetler yer almakta­dır: "Sizi Biz yarattık; ne diye tasdik etmi­yorsunuz? Söyleyin öyleyse: Rahimlere dök­tüğünüz meni nedir? Siz mi onu insan şekline koyuyorsunuz, Biz mi ona o şekli veriyoruz? Aranızda ölümü takdir eden (ne zaman öle­ceğinizi belirleyen) Biziz. Ve Bizim Önümü­ze geçilmiş değildir. (Kimse bizim tâyin eti-ğimiz vakti geçemez). (Size böyle ölümü tak­dir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi geti­relim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeni­den inşâ edelim. Muhakkak ki, ilk yaratılışı­nızı bilmektesiniz, öyleyse ne diye düşünüp bîrinin ayağının sağlam bastığını, mâkul stuğunu, yaratılış ve Yaradan hakkında in edici argümanlar sunduğunu görürsu-O'nun  muhakemesine  göre,  Allah, Yaradan'ı, nihaî hakikat ve bütün se-sebebidir. Hiçbir şey yokken vardı herşey yokolduğu zaman O kalacak: "O'nun yüzü (zâtı)ndan başka herşey helak lacaktir. Hüküm O'nundur." (28: 88). Diğer ndan, bır inkârcı kaygan zemin üzerinde durur ve konuşmaları zanna ve tahmine da-vanır. Ufku, maddî yapının görüntüsü ile en­gellenmiş ve daraltılmıştır; onun ötesinde hiçbir şeyi göremez.

İnanan ve inkarcının tavırları ve düşünüşleri arasında büyük bir farklılık vardır. İnanan özgürce düşünür, maddî dünyanın ve maddî kavramların dar sınırlarını yıkar ve aynı tab­lonun iki yüzü gibi, maddî dünyanın başlangıcından önceki ve bitiminden sonraki hayatı görür; diğer yandan maddî kâinatta bir esir olan İnkarcı, hayatın bu dünya ile sınırlı ol­duğuna inanır ve maddî kâinatı ebedi ve sü­rekli olarak görür. Ezelî ve ebedî olanın an­cak Allah olduğunu anlayamaz: "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Yaşatır, öldürür, O herşeyi yapabilir. O, ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, herşeyi bilendir." (57: 2-3).

Şu husus bir kez daha hatırlanmalıdır ki, in­sana, Rabbini tanıyabilmesi ve bu dünyanın kaynaklarından İstifade edebilmesi için bilgi hazineleri verilmiştir: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı" (2: 29).

göklerde ve yerde ne varsa hepsini" (45: 13); "... geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı" (16: 127; "... emrinize verdiği geceyi ve gündüzü" (14: 33) ve "... size boyun eğdirdiği denizi." (45: 12).

Yeryüzü ve göklerdeki her şey, insanın ihti­yaçlarını karşılamak üzere yaratılmıştır, kainatta işleyen Allah'ın kanunu (Sünnetul-'a"), insanın arzın hem iç hem dış hazinele­rden faydalanmasını mümkün kılmaktadır. °Ütün bu hazinelerin sahibi Allah, bütün ni­metlerini insana bağışlamıştır ki, sınırsız ve

hesapsız nimetlerini hissetsin, verdiği nimet­ler için O'na şükretsin, O'nun mülkünde bir âsi gibi yaşamasın ve hem kendi menfaatleri­ni hem de başkalarınınkini zedelemesin.

İnsana sadece yerin ve göğün hazinelerinin sorumluluğu değil, aynı zamanda, yerin sınır­larının ötesine geçmesi, Allah'ın tezahürlerini gözlemlemesi ve yeryüzünün üstündeki güç­leri kendi istifadesi için kullanmak üzere güç ve imkân verilmiştir: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz." (55: 33).

Bu ayet, insanın uzayın sınırlarım fethetmesi ve kâinatı keşfetmesi için hem bir davet hem de bir meydan okuma niteliğindedir. Fakat ona, bunu ancak Allah'ın verdiği bir kudret ve Allah'ın nimeti olan zekânın gücü ile yapabileceği, ancak böyle mâkul bir şekilde is­tifade edebileceği söylenmiştir. Başka bir de­yimle, yaratılış anında Allah'ın ona verdiği bilgi hazinesini, kendi gücünü geliştirmesi ve madde âleminin kuvvetlerini kontrol etmesi için kullanması söylenmiştir. Bu ayet, aynı zamanda, İnsanlığın muazzam teknolojik ve bilimsel ilerleyişini vurgulamakta ve önce­den görmektedir. Yeryüzündeki ve yeryüzü­nün çevresindeki fiziksel olaylarda, mümtaz bir rol için mukadder kılındığını bilmeye teş­vik etmektedir. İnsanın dış uzaya çıkmasıyla, Yaradan'ının daha İyİ anlamasına yardım edecek bilgiye ulaşması olasılığı vardır. Kâinat kanunlarındaki eşsiz ahenk ve istikrar, birlik ilkesini ve Yaradan'ın birliği ile yakından ilişkisini, bâtılı bilimsel düşün­ceye taşıyabilir. Yukarıdaki ayet (55: 33) bü­tün bu imkânları içermektedir.

Aynı zamanda insana, hayat mücadelesi, kar­maşa ve telâşı içinde nihaî sonucu unutma­ması hatırlatılmaktadır, İnsan bilimsel ve tek­nolojik ilerlemede önemli bir noktaya gelebi­lir, en temel ihtiyaçlarını ve sanatsal güzellik arayışını tatmin etmek ve medeniyetini geliş­tirmek için yeryüzünün ve göğün bütün kay­naklarını kullanabilir, fakat Önemli olan bu şeylerin içinde kendisini kaybetmemesidir. Hayatın fâni olduğunu, aslî görevinin Rabb'ine karşı olduğunu ve nihaî mutluluğu­nun bu dünyadaki hayatını nasıl harcadığına; yani kâinattaki diğer yaratıklar gibi Allah'ın kanununa itaat veya kovulmuş Şeytan gibi âsi olmasına bağlı olduğunu unutmamalıdır. Şüphesiz, nihaî başarı bütün hayatını, maddî seviyenin ötesindeki hayatı unutmadan yaşa­yanlarındır: "Allah'ın sana verdiği nimetlerle, âhİret yurdunda kendine bir yer sağlamaya çalış, dünyadan da nasibini unutma; Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de İyilikte bulun; yeryüzünde de fesat çıkarmaktan çe­kin; çünkü Allah fesat çıkaranları sevmez..." (28: 77).

Bu tür insanlar için, Allah'ın Özel nimeti v özel mekanı ayrılmıştır: "Ey huzura eren ne fis!   Razı   edici   ve  razı   edilmiş  olarak Rabb'ine dön! Has kullarım arasına karısı Cennetime gir!" (89: 27-30).

Böylelikle Kur'ân insana dünyevî ve ilâhî bj Umlerin anahtarını sunmakta ve her iki dün­yanın sırlarını açığa çıkarması İçin gerekti olan herşeyi sağlamaktadır. Dünyada edine. bileceği ve kendi faydasına kullanabileceği her şeyi alması için teşvik etmektedir. O aym zamanda tabiatın gücünün verdiği tabii kor­kuyu dağıtmaya ve insanı onları uygun bir şekilde kullanmaya teşvik etmektedir. Çünkü hepsi insana hizmet için yaratılmıştır. Maddî kaynakları uygun bir şekilde kullanarak maddî kürenin sınırlarının ötesindeki ilâhî dünyaya ve hatta kozmik uzaya nasıl girece­ğini göstermektedir. F. Schuon, "cennet bi­zim içimizdeki ve eşyanın tabiatındakİ Özde­dir", derken aynı Hakikat'e işaret etmektedir. Dolayısıyla tabiî kanuna itaat bizim en büyük mutluluğumuzdur; diğer yandan, ona muha­lefet ise bizi kendi ferdiyetçiliğimizin "çık­maz sokağına" götürür.

İslâm'ın öğrettiği ve Kur'ân'in söylediği bu­dur. İnsan, kendi kabiatıyla uyum içinde olan Allah'ın tabiat kanununu takip ederek gerçek sulh ve saadete ulaşabilir. "Bunlar, iman edip kalpleri Allah'ın zikriyle huzur bulan kimse­lerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler sadece Al­lah'ın zikriyle huzur bulurlar." (13: 28).

Bundan daha asil bir gaye var mıdır? Bundan daha büyük bir asalet var mıdır? İnsana, maddî kaynakların kullanılması yoluyla gök­lerin hâkimiyeti teklif ediliyor. Hangi akıllı insan bu asil daveti redededir? Hiç şüphe yok, kaybedecek olanlar, hayatlarını tama­men bedenlerinin zevki için geçirenler ve kâinatın maddî yapısının ötesini göremeyen­lerdir. Bir kör gibi boş arzularının peşinde koşar, kendilerine sunulan şeref ve asaleti reddederler. Hayatlarında mükemmelliğe ulaşmaları için kendilerine sunulan fırsatı ite­rek, aşağı bir seviyede kalmayı tercih ederler.

Kainatın fizikî sınırlarının ötesindeki dünyaya ararnak için kapasitelerini ve güçlerini kullanılazlar. Kendilerine gösterilen gaye için maddî yeteneklerini kullanmayarak, kullan-jjjarı maddî gereç ve kaynaklar gibi kendi­lerini sağır ve dilsizleştirir ve maddî dünya-n sınırları içinde hapsederler. Kur'ân, bu İsanların durumuna şu ifadelerle değinmek­tedir: "Kim Beni anmaktan veya Kur'ân'dan viiz çevirirse, onun İçin sıkıntılı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak has­redeceğiz. O, 'ey Rabb'im' der, 'neden beni kör olarak hasrettin, oysa ben gören biri idim?' Allah ona: 'Bak, neden: Ayetlerimiz sana geldi, ama sen onları unuttun; bugün de sen, unutulup terkedilmiş olacaksın!' diye­cektir. İşte, kötülükte sınırı aşanları ve Rab-binin âyetlerini yalanlayanları böyle cezalan­dıracağız. Muhakkak ki, âhiret azabı daha şiddetli, daha kalıcıdır." (20: 124-127).

Bakara sûresi'nâe de şu ifadeler yer almak­tadır: "O İnkâr edenlerin durumu, bağırıp ça­ğırmadan başka bir şey duymayarak haykıran hayvanın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden hiçbir şey anlamazlar." (2: 171). Bu insanlar, cansız ya­ratıklardan daha aşağıdırlar; düşünmeleri ve anlamaları için onlara yetenek ve kudret ve­rilmişken, diğerlerinin bu gücü yoktur: "Son­ra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı; şimdi onlar, taş gibi, hattâ daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkı­rır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kay­nar, öylesi de var ki, Allah korkusundan aşa­ğı düşer." (2: 74).

Hakikaten bu tür insanlar, bilimde, teknoloji­de veya kamu yönetiminde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar, beşer olma seviyesinin al­tındadırlar; uzaya gitmiş, oraya roket ve uydu göndermiş olabilirler; fakat insan olma sevi­yesine yükselememişlerdir, hatta hayvanlar­dan daha aşağı bir konumdadırlar: "Andol-sun, cehennem için de birçok cin ve insan ya­rattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamaz-'ar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; ku-

lakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık... Ve işte gafiller onlardır!" (7: 179).

Hayatlarını koyun sürüsü gibi yiyerek, İçerek ve adeta otlayarak geçirirler. Kâinattaki fizikî tezahürün altında yatan hârikalar üzerinde akletme, düşünme ve inceleme özgürlüğüne asla yükselmezler. Gerçek şudur ki, ne görür ne de anlamak için çaba harcarlar; hakikat konusunda tamamen kör ve cahildir; hayatın maddî yönünün ötesini görmek, kâinatın ve onun yaratıcısının ezeliyetinin gerçek boyu­tunu anlamak için potansiyel yeteneklerini kullanamazlar. Câhil İnsanların bu tavrı, Dar-win'in evrim teorisi tarafından desteklenmek­tedir. Dr. S. H. Nasr'ın belirttiği gibi, bu teori insana, hiçbir yüksek gayeye değinmeden herşeyi en aşağı seviyede açıklaması için bir formül vermiştir, dolayısıyla bütün bilgiyi materiyalizme indirgemektedir. (Islamic Sci­ence).

Kâinatın sürekli meydan okumasına ve Kur'ân'ın, varlıklar âleminin sırlarına ermede kendi fıtratını takip etmeye açıkça davet et­mesine rağmen, dar ve aşağı hayatından memnun, maddî zihniyete sahip insanların varlığı şaşırtıcıdır. Görünen o ki, bu tür in­sanlar hayatın günlük akışına kendilerini ol­dukça kaptırmış ve fizikî dünyaya hükmeden birlik prensibi üzerinde düşünmeye vakit bu­lamamaktadırlar. Bu durum onu, kâinatın bir­liği vasıtasıyla yaratıcının birliğini görmeye davet eden birlik ilkesi hakikati karşısında ta­mamen kör olmaya sevketmektedir; çünkü anlayış ancak düşünmek için vakit harcamak­la gelir. Sonuç olarak bu insanlar, bütün ha­yatlarını fizik bilimlerinin ve madde âleminin incelenmesine harcamakta ve tabiat güçleri­nin ötesindeki Hakikati görememektedirler: "Fakat onların çoğu bilmezler. Onlar, sâdece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildirler." (30: 6-7).

 

Yaratıcının Varlığı

 

Dinin öne sürdüğü, kâinat sisteminin tek ya­ratıcı (Allah) tarafından yaratıldığı ve idare edildiği İddiası, hiçbir şüpheye yer bırakma­dan, maddî delil tarafından doğrulanmakta ve ispatlanmaktadır. Aralarındaki etkileşimlerin istikrarlı ve dengelenmiş kanunlarca kontrol edildiği, kâinatla yanyana bulunan karmaşık sistemler kendilerini yaratamazlar. Algılana­bilir gözlem ve incelemenin de ispatladığı gi­bi, bütün sistemlerde ve kâinatın kanunların­da tam bir ahenk ve dayanışma vardır. Bu ahenk, yaratıcının birliğinin bir yansımasıdır. Kendi iradeleri olmayan, fizikî dünyada gözlemlediğimiz ve İnsan tarafından kontrol edi­len ve kullanılan kuvvetler ve oluşumlar, her-şeye kadir olan bir güç tarafından -Allah ta­rafından- yaratılmışlardır.

İnsan, kâinatın sırlarını ve harikalarını bul, mak amacıyla, yeryüzünün engellerini aşmak için bir arzu hissetmektedir şimdi. Bu arzu onu, bu dünyanın yaratılmasının arkasındaki gerçeklere yaklaştırmaktadır. Kâinata yaklaş­tıkça ve Allah tarafından yaratılan diğer dün­yaları inceledikçe, her yerde gözlemlediği ahenk ve uyum konusunda daha fazla etkile­necektir. Fizikî dünyanın kanunlarında bir değişme yoktur, bu durum kâinatın birliğine yansır ve Yaradan'm birliğine işaret eder. Bu keşif, kâinat, hayat ve yaratıcı hakkında insa­nın muhakemesini etkiler.

İnsanın artan gücünün, kâinatta işleyen fizik kuvvetlerini ve fizik kanunlarını araştırmak için daha büyük fırsatlar vereceği ve böylece kâinat ve onun yaratıcısı hakkında bilgisinin artacağı açıktır. İnsan, kâinatın maddî yapısı­nı anlama gücünü kısıtlayan eksiklikleri ve yetersizlikleri aşacaktır. Fiziki dünya üzerin­deki kontrolü, insanı, huşu ve huzur telkin eden bir düzene sahip olan bu muhteşem kâinatın, kendi kendine veya bir tesadüf so­nucu meydana gelemeyeceği ve kâinattaki kesinlik ve şaşmazhğin, merkezî bir kontrol olmadan süreklilik kazanamayacağı gerçeği­ni tesbit etmeye yaklaştırır. Kâinatta işleyen sistemlerin ve kanunların yakından incelen­mesi ve gözlenmesi insanı bu sonuca götürür.

İnsan bu kuvvetlere hükmedemez, kâinatın sürekliliğinin sırrı açığa çıkar. İnsanın bu kuvvetleri kontrol edebilme yeteneği ve seç­me özgürlüğü varken, bu kuvvetler tek başla­rına bir hiçtirler ve Allah'ın kanunları ile sı­nırlıdırlar. Kendilerine ebedî ve mükemmel olmayan insan tarafından hükmedildiği İçin, bu maddeler ve kuvvetler ebedî ve mükem­mel olamazlar. Güneş, ay ve yıldızlar gibi fizikî varlıkların ilâhlığı konusundaki fikir ve felsefeler böylece yokolmaktadır. Kur'ân, bütün kuvvetlerin insana hizmet etmeleri için Allah tarafından yaratıldığını insana göstere­rek tm £erÇeİe işaret etmektedir: "Görmedi­niz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan şey­leri sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve batın (dış ve İÇ' görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yi­ne de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31:20).

Âyette geçen Sahara kelimesi, "boyun eğ­dirmek ve hizmet ettirmek" anlamında kulla­nılmıştır. Bir şeyi birinin menfaatine musah-har kılmanın iki şekli vardır. Birincisi, nesne­ler insanın tam kontrolü altına verilebilir ve insan istediği herhangi bir yolla onları kulla­nabilir. İkincisi, insanın değişik şekillerde faydalandığı ve herşeyin onlar sayesinde işle­diği, istikrarlı ve düzenli bir kanunlar siste­minin var olduğu anlamına gelebilir. Gökler­deki ve yerdeki birçok şey insanın faydalan­ması için birinci şekilde, birçoğu da ikinci şekilde yaratılmış. Birçok canlı, meselâ bit­kiler, yeryüzü ve mineral zenginliği ilk an­lamda insana boyun eğdirilmiştir, buna karşı­lık diğer yıldızlar ve diğer galaksiler ikinci anlamda insan tarafından kullanılmaktadır. Allah'ın 'görülen' nimetleri, insanın hissede­bileceği veya diğer duyularıyla bilebileceği şeylerdir, diğer yandan 'görülmeyenler' ise insan tarafından tamamen bilinmemektedir. insan haberdar olmadığı halde, bedeninde ve kâinatta sessizce (ve bilinmeyen bir şekilde) faydası için çalışan sayısız şey vardır. Yaratı­cısı, güvenliği, rahatça yaşaması ve refahı için, hem içinde hem de dışında çalışan bir-Çok şeyi görevlendirmiştir.

insan, bilgisi arttıkça, daha Önce kendisi için °ır sır olan Allah'ın nimetlerini keşfetmekte­dir. Fakat daha nicesinin "görülmeyen" bir Şekilde kendisi için çalıştığını bilmemektedir. Bununla beraber, bilimsel bilgideki ilerleme-*er, Allah'ın varlığını doğrulayan ve insanı ^na yaklaştıran birçok sırrı açığa çıkaracak-tır: "Allah, gökten su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti, şüphesiz bunda işiten bir millet için bir âyet vardır. Hayvanlarda da sizin için büyük ibret vardır. Onların karınla­rından, sindirilmiş besin ile kan arasından (çıkardığımız) lezzetli ve içenlerin boğazın­dan kolayca geçen hâlis süt içiriyoruz." (16: 65-66).

İnsan yavaş yavaş, fizikî dünyanın sırlarını aralaması için Kim'İn bu gücü ve kapasiteyi verdiğini merak etmeye başlar. Birçok kuv­veti kontrol etmesi ve onları kendi lehine kullanması için bu yeteneği Kİm vermiştir?

Bu niteliklerle niçin donatılmıştır ki, kâinatın bütün sırları, kanunları ve kuvvetleri sonunda ona boyun eğmektedir? Niçin sürekli ileri gitmesi için ona bu fırsatlar tanınmıştır?

Bunların hepsi bir gerçeğe işaret etmektedir; insandan, O'nun yeryüzündeki bir temsilcisi gibi davranması, Yaradan'm bir yansımasını oluşturması, O'nun sıfatlarını taklit etmesi, kendi zayıflığının üstesinden gelmesi ve böy­lece Allah'ın mükemmelliğine yaklaşması beklenmektedir. Böylece hedefin, Allah'ın sı­fatları ışığında insanın kişiliğinin mükem-melleştirilmesi olduğu görülmektedir. Bu de­mektir ki, insanın hedefi ve geleceği sürekli çabalamasında yatmaktadır (53; 39), çünkü Allah'ın mükemmeliği her ölçünün ötesinde­dir. Dolayısıyla sürekli olarak gücünü, kâinat hakkındaki bilgisini ve anlayışını geliştirme­ye çabalamaktadır.

Bu aynı zamanda demektir ki, insan bütün kanunların, bilinmezlerin ve kâinatın fizikî tezahürünün arkasındaki hakikati inkâr etme­melidir. Çünkü bu kendi zihnini inkâr etmesi anlamına gelir. Bu da fizikî dünyanın kanun­ları hakkında bilgi edinmesini ve onları kendi yararına kullanmasını engeller.

İnsanın tabiattaki işlevi, yüce ve mükemmel varlığın sıfatlarının bir minyatürü veya kop­yası (benzeri) değil midir? İnsan zihni, kendi zihnini kontrol eden yüce varlığın sıfatlarının bir yansıtıcısı gibi davranmıyor mu? Öyleyse insan, kâinatı yaratan, onu düzenleyen, sabit, dengelenmiş kanunlarını yapan yüce zihni nasıl inkar edebilir?

Samimi bilim adamı, kâinatın sistemlerini, kanunlarını ve tezahürlerini inceler ve bütün bunları herşeye kadir olan Allah'ın yarattığını ve O'nun mükemmelliği ve haşmetinin bir yansıması olduğu sonucuna varır: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kim­dir? (onları yaratıp yöneten kimdir?) Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buy­ruğumu) yürütüyor (kainatı yönetiyor)?'.

'Allah' diyecekler. De ki: 'O halde azabından)   korunmuyor   musunuz?   j§t Rabb'iniz Allah budur. Gerçekten sonra sa pıklıktan  başka  ne   var?   Öyleyse  nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?" (10- 3] 32).

Gerçek bilim adamı, imanını arttıran, kendili ve medeniyetini maddî olarak zenginleştiren araştırmasına devam eder ve Allah'ın yaratı-şındaki harikaları keşfetmek için kâinatın de­rinliklerine dalar. Bu şekilde elde edilen bil­gi, hayatın maddî ve manevî yönlerini ayır­maya yönelik eğilimleri dağıtır. Allah'ın, kâinatın her yanına yayılmış olan fizikî teza­hürlerinin bu şekilde incelenmesi, insanı Al­lah'a yöneltir ve insanın maddî ve manevî dünyaları arasında uygun bir ilişki oluşturur. Bu tavır değişikliği insanın yücelmesi için yeni ufuklar açar ve hakikatin daha üst sevi­yelerine yükselmesine yardım eder. Başka bir deyişle, kâinatın maddî yapısının ve onun içinde işleyen kanunların iyi bir şekilde anla­şılması, Yaradan'm daha iyi anlaşılmasını sağlar ve insanı O'na yaklaştırır.

Bu beraberinde şu sonucu getirir: Fizikî kâinatın kuvvetlerine ve öğelerine yavaş ya­vaş hükmeden, sağlam bir şekilde ilerleyen ve etkisini ve kontrolünü giderek attıran in­san zihni, aslında, kâinattaki bütün sistemleri ve fizikî tezahürleri kontrol eden ve onlara hükmeden yüce Zihnin bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda demektir ki, yüce Zihin, insa­nı, bu kanun ve kuvvetleri kontrol ederek, İn­celeyerek ve gözlemleyerek O'nu anlaması gayesiyle yaratmıştır. "Yeryüzünde ve kendi­nizde, kesin İnanç sahipleri için birçok delil­ler vardır. Artık görmeyecek misiniz?" (51: 20-21).

İşte bu yüzden insan tabiattaki herşeyin ken­disiyle işbirliği yapmaya elverişli olduğunu görür. İnsan, fizikî olarak zayıf ve güçsüzdür, fakat Allah, fizikî kuvvetleri kontrol etmesi için ona bilgi ve zekâ lütfetmiştir. Kur'ân bu ilâhi nimetleri şu sözlerle hatırlatmaktadır: "Doğrusu biz insanı, imtihan etmek içir karısllc bir nutfeden yarattık da onu işitici, gorü-cii yaptık- Şüphesiz Biz ona doğru yolu gös­terdik* ister şükredip inanır, ister nankörlük edip inkâr eder; bu artık onun bileceği şeydir'(76:2-3).

Bu sayesinde fizik kanunlarını ve kâinat sis­temini kavradığı zekâsını inkâr edene ve ya­ratıcıyı inkârları için sebep ileri sürenlere karşı bir savunmadır. İstikrarlı ve dengeli ka­nunlarıyla insan zihnini ve bütün kâinatı ya­ratan yüce Zihnin inkârı nasıl mümkün ol­maktadır?

"AHâh, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphe­siz bunda inananlar için bir ibret vardır." (29: 44). Yasin sûresinde de şu ifadeler yer al­maktadır: "Ne yücedir O (Allah) ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bil­medikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar İçin bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar ka­ranlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müste-karrı (karâr bulacağı yer veya karâr bulması) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allâh)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline d.Öndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün Önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüz­mektedirler." (36: 36-40).

Enbiyâ sûresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "Yer onları sarsmasın diye onun üstünde yüksek dağlan yarattık. Ve istedikleri yere gidebilmeleri için orada geniş yollar açtık. Gök kubbesini de emniyeta alınmış bir tavan yaptık; onlar ise bundaki alâmet ve deliller­den yüz çevirmektedirler." (21: 31-32).

 sûresi bize şunları söylemektedir: "Al­lah'ın yarattığı her şeyin gölgelerinin nasıl sağdan, soldan sürünüp Allah'a secde ederek döndüğünü görmediler mi? Göklerde ve yer­de bulunan gerek canlılardan, gerek melek­lerden hepsi Allah'a secde ederler, onlar asla büyüklenmezler. Üstlerindeki Rab'lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar." (16: 48-50).

Bu ayetler, insan zihninin, ister kabul etsin veya etmesin, bütün kâinatı yaratan ve sürek­li kontrol eden yüce Zihin tarafından yaratıl­dığında şüphe bırakmamaktadır. Kâinatın gözlenmesi, sıfatlan ve tezahürleri mükem­mel, istikrarlı ve dengelenmiş kanunlar şek­linde tabiatta kendini gösteren yaratıcının varlığına açık bir delil getirmektedir. Kur'ân bu gerçeğe şu sözlerle değinmektedir: "Gö­ğün ve yerin Rabb'ine andolsun ki bu iş, sizin konuştuğunuz gibi gerçektir." (51:23).

Kur'ân'ın bu âyeti, Allah hakikatine değin­mektedir: Allah, nihaî otorite ve bu kâinattaki tek hakikattir. Fizik kanunlarını veya insanlık tarihini inceleyen her zeki in­san ancak şu sonuca varır: Allah'ın varlığı bir gerçektir.

Kur'ân açıkça göstermektedir ki, bütün maddî yapıyı ve onun kanunlarını idare eden yüce zihnin, muhakeme metodu kâinatın her yerinde aynıdır ve insan, Hak'ka ulaşırken aynı muhakemeyi takıp eder. Doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ölçüsü hiçbir za­man değişmez. Bu, insan zihninin hayat bo­yu, kâinata hükmeden aynı Hak tarafından yönlendirildiğinin açık bir göstergesidir. Baş­ka bir ifadeyle, kâinatı saran yüce zihnin ve nihaî hakikatin bir parçasıdır. Dolayısıyla kâinatın birlik ilkesi O'nun ilmini, rahmetini sulhunu ve mükemmelliğini gösteren Allah'ın nurunun (ve sıfatlarının) küçük bir par­çası ve yansımasıdır. Kur'ân'ın ifadeleriyle: "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (konuşup, düşün­celerini açıklamayı) öğretti. Güneş de, ay da bir hesap ile (cereyan etmektendir. Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedir. Göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yap­mayın." (55:1-9).

Bu ayetler, bütün kâinat sisteminin Allah'ın yaratışının bir sonucu olduğunu ve O'nun planına göre işlediğini göstermektedir. Bu iş­leyişe müdahale edebilecek ve kâinatın ka­nunlarını değiştirebilecek güçte kimse yok­tur. Bununla beraber, bu ayetler bütün kâinat sisteminin adalet (ve denge) ilkesine dayan­dığına işaret etmektedir. Büyük yıldızlardan, küçük otlara kadar herşey, eşsiz adalet ve denge kanunları ile kontrol edilmekte ve sü­reklilik kazanmaktadır; onlar olmadan hiçbir şey varlığını sürdüremez. Bu sistemin bir parçası olarak insan, üzerinde kontrol ve gü­ce sahip bulunduğu yer kürede adaletle dav­ranmak zorundadır; aksi takdirde hem kendi tabiatına hem de bütün kâinat sistemine karşı çalışacak, bu adaletsiz davranışlarının getir­diği kaos ve karmaşaya katlanmak zorunda kalacaktır.

Bu ayetler aynı zamanda insanı, kendi fıtratı­na ve kâinatın tabiatına karşı sâdık olmaya davet etmektedir. Onun için doğru yol budur ve tabiî olarak kendisi ve herşey için faydalı­dır. Fakat kendi tabiatına ve kâinatın (tabiatı­na (adalet ve denge) karşı gelirse, kendi varlığını uzun süre sürdüremeyecek ve eninde sonunda bütün sistemlerini mahvedecektir. Tam bir adalet, denge ve ahenge dayanan kâinat sistemini terkettiğİ için bunlar başına gelecektir. Adalet sisteminden ayrılan ve yanlış ve dengesiz yollara sapan herhangi bir öğe veya birim, uzun süre ayakta kalamaz; çünkü böyle yapmakla kendi tabiatına karşı gelmekte ve denge noktasından ayrılmakta­dır. Tabiatı, ona dengeli ve istikrarlı bir ko­num belirler. Kâinattaki her yaratık, kendi ta­biatına itaat ederek merkezî konumunu koru­duğu sürece düzgün ve başarılı yaşar veya çalışır, fakat bu dengeli durumu terk eder et­mez bertaraf olur. İnsan ise bir istisna değil-dır.

İnsan, Allah'ın sürekli kendisini gördüğünü bilmelidir. Yaptığı herşey Allah'ın bilgisi da­hilindedir. Allah'ın kendisini göremeyeceği hiçbir yere gidemez: "Ne işte bulunsan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz içine daldığınız an üzerinizde şâhidir. Ne yerde, ne de göte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb'in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (10: 61).

Sebe' sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Ye­rin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni, oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok ba­ğışlayandır. İnkâr edenler: 'Kıyamet sâat(i) bize gelmez,' dediler. De ki: 'Hayır gaybı bi­len Rabb'im hakkı için o, mutlaka size gele­cektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan kü­çük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta olmasın. (Herşeyi apaçık bir Kitapta tesbit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları mükâfatlandırsın. Onlar İçin mağfi­ret ve güzel bir rızık vardır." (34: 2-4).

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, kâinattaki herşey, her an O'nun bilgisi dahi­linde ve kontrolü altındadır: "O, hem gökte ilâh, hem de yerde ilâh'tır. O, hikmet sahibi­dir, bilendir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındi şeylerin mülkü ve saltanatı kendisine âit 0Ian (Allah) ne yücedir. Kıyamet saatini an­cak O bilir ve siz O'na döndürüleceksiniz."

(43: 84-85).

Bu ayetler, Yaradan'm kudretinin ve ilminin mahiyetini ve sonsuzluğunu eşsiz ve en güzel bir biçimde tanımlamakta, Allah'ın "Sessiz Kitabı" (maddî kâinat ve ötesindeki dünya) İle olan ilişkisini göstermektedir. Kur'ân, maddî kâinatı tanımlamakta ve insanı Al­lah'ın bu harika dünyasını incelemeye, anla­maya ve böylece maddî sınırlamaların ötesi­ne geçmeye ve madde dünyasının ötesindeki hakikatleri; Rabb'ini, O'nun sıfatlarını ve O'nun mükemmelliğini bulmaya ve bütün bunlardan sonra kendi aslî görevini anlamaya davet etmektedir.

İnsanın, "güneşte, ayda", "gölgelerin uzama­sında", "gecenin ve gündüzün değişmesin­de", "insan renginin ve dilinin çeşitliliğinde" Allah'ın işaretlerini gözlemleyerek anlayabi­leceği nihai hedefine Dr. İkbâl de işaret et­mektedir. Hakikatte, insanın algısına hitap eden varlıklar âlemi, tüm hârikalar ve esra-nyla, bu nihâî hakikati gösteren bir levhadır. İnanan bir insan bu işaretler üzerinde düşün­mek zorundadır; kör ve sağır gibi davranıp onları görmemezlikten gelemez. Aksi durum­da fizikî tezahürlerdeki hayat işaretlerini an­layamaz ve ezelî hakikat karşısında sonsuza kadar kör kalır.

Görüldüğü gibi İslâm, kâinattaki somut ger­çekleri gözlemlemenin ve irdelemenin öne­mini vurgulayarak ve buradan Hakka ulaşıp, eski Yunan filozoflarının soyut düşüncelerini yıkmıştır. Kur'ân'm öğretisi Müslümanlara, kâinatın aslen dinamik ve genişlemeye muk­tedir olduğu ve bunun, somut gerçeklerin gözlemlenmesine dayanan ve Grek felsefesi­nin tamamen teorik ve spekülatif tabiatına karşı olan muhakeme fikrini sunmuştur. Al­gıya dayanan bu tümevarımlı muhakeme, bil­gi edinmenin tek etkili metodu olarak kabul edilmiştir.

Kur'ân böylelikle, somut olanı incelemenin ve düşünmenin, insanı kâinatın fiziksel sınır­larının ötesine taşıdığını Öğretmektedir (55: 33). Kâinatı sadece "sonlu varlıkların bir kol-leksiyonu" ve zamanı "bölünmüş anların bir serisi" olarak düşünmek, insan zihnini karış­tırır ve zekâyı tereddüde düşürür. Sonuç ola­rak insan bir yere varamaz. İnsan gerçek amacını geliştirmek ve kâinat gerçeğini yaka­lamak için bu engelleri aşmak zorundadır. Kur'ân, en sonunda Allah'a döneceğini gös­tererek, bu konuda insana yardım eder.

"Sizi ilk defa O yaratmıştı, ve işte O'na dön­dürülüyorsunuz..." (41: 21). Ve yine, "Allah, yoktan yaratır, sonra da bunu tekrarlar. Sonra da O'na döndürüleceksiniz." (30: 11).

Kur'ân, yıldızlara ve aya değil, fakat Allah'a döndürüleceğini göstererek, İnsanın enerjisi­ni ve çabalarını doğru yola yönlendirmekte, böylece sonsuz manevî bir hayat için, ufuk kazandırmaktadır. İnsanın nihai hedefine, Al­lah'a giden yolda ona başarı sunmaktadır. Bu felsefe insana, Greklerin sonlu ve sınırlı he­define karşı, hem saf zihnî dünyada hem de dinî düşünüşte sonsuz bir ideal sağlamakta­dır. Başka bir ifadeyle, kâinata statik bakışın yetersizliğini İspatlamakta ve insana sabit bir hedeften öte dinamik bir hedef sunmaktadır.

Böylece Kur'ân, zaman ve mekân dünyasın­da insan mücadelesine, daha önceki herhangi bir dünya görüşü tarafından tamamen bilin­meyen yeni boyutlar kazandırmıştır. Sürekli genişleyen bir zaman-mekân dünyasını, yani büyüyen kâinat fikrini anlatmaktadır. Böyle­ce müslüman felsefesi ve düşüncesi büyü­mekte ve "dinamik kâinat kavramı" temelin­de gelişmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm, insan için bir başka bilgi kaynağı olarak "tarih"i, yani kendi ifadesiyle "Allah'ın günleri"ni sunmaktadır. Kur'ân'ın bize öğretmek istediği başlıca kurallardan bi­ri şudur: Milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışlarının cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeği iyice vurgulamak İçin sürekli tarihten örnekler gösterir, ve oku­yucuları, insanoğlunun geçmişte ve şimdiki tecrübeleri üzerinde durup düşünmeye davet eder. Buna dair bazı misaller verelim:

"Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karan­lıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' dîye âyetlerimizle birlikte göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden, şük­reden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) vadır." (14: 5).

"Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecek­leri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıraca­ğız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım sağlamdır." (7: 181-183).

"Sizden önce İlâhî kanun demek olan birçok 1 vak'alar gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşln da peygamberleri yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün." (3: 137).

"Siz bir yara aldıysanız, muhakkak onlar da sizin yaranız gibi bir yara almışlardı. Bu gün­leri, kiminin lehine, kiminin aleyhine olmak üzere insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz..." (3: 140).

Ve bütün felsefe şu sözlerde özetlenmiştir-"Her ümmetin bir sonu vardır ve o son geldi­ğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler." (7: 34).

Yukarıdaki son âyet daha özel bir tarihî ge­nelleme niteliğindedir. Bu, vecizeli bir for­mül şeklinde ifade edilince, organizmalar olarak telâkki edilen insan topluluklarının ha­yatını ilmî şekilde ele alma imkânına işaret eder.

Kur'ân-ı Kerîm'in beşerî bilginin kaynağı olan tarihle ilgisi, sadece genel olarak tarihî olayları gözümüzün önüne koymakla bitme­miş, çok daha öteye giderek, tarihî eleştirinin en önemli kurallarından birini bize bahset­miştir. İslâm'da tarihe ilgi ve tarih anlayışının doğup gelişmesi başlı başına ilgi çekici bir mevzudur. Kur'ân-ı Kerîm'in sık sık gerçek­lere dikkatimizi çekmesi, Hz. Peygamber @'in söylediklerinin doğru ve sağlam bir bi­çimde aktarılması gereği, müslümanların ge­lecek nesillere- daimi ilham kaynakları hazır­lama tutkusu, ünlü tarihçilerin dünya sahne­sine çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak tarih, okuyucunun hayal gücünü harekete ge­çirecek ve onu coşturacak bir sanat haysiye­tiyle, tarihin gerçek bir bilim dalı olarak ge­lişmesinde sadece bir basamak olmuştur. Ta­rihin ilmî bir şekilde incelenmesi, daha geniş bir hayat tecrübesi, pratik aklın daha çok ol­gunlaşması ve nihayet, hayat ile zamanın ni­teliği konusunda bazı temel görüşlerin tam olarak anlaşılması demektir. (Dr. Muham-med İkbâl, The Reconsîrucîion of Religious Thought in islam).

 

KISIM 4

 

İNSAN İLE ALLAH ARASINDAKİ İLİŞKİ

 

İnsan ile Allah arasında çok yakın bir ilişki vardır ve bu ilişkide hiçbir engel yoktur. Al­lah insana kendi ruhundan veya Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre şah damarından daha yakındır (50: 16). Dolayısıyla kendi tabiatına karşı dürüst olan bir insan O'nu ve varlığını inkâr edemez, kendi muhakemesine göre O'nu kabul etmek zorundadır. Aslında, Al­lah'ı inkâr etmesi kendi varlığını ve tabiatını İnkâr etmesi demektir. Böyle bir insan, kendi fıtratından uzaklaşan, kendini kaybeden veya rüzgârla sürüklenen biri gibidir (22: 31). Yaptıkları, çabaları boştur ve akıbeti belidir: "Ama onlar öyle kimselerdir ki âhirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır." (11: 16). Zümer sûresinde yer alan bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Eğer Allah'a ortak koşar­san, muhakkak amelin boşa gider ve ziyana uğrayanlardan olursun!" (39: 65). Bütün işle­rine ve eylemlerine, rüzgârda savrulan kül kadar bile değer verilmeyecektir: "Rab'lerine karşı nankörlük edenlerin iyi işleri tıpkı fırtı­nalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey ele geçiremezler. İşte bu, ağır bir hüsranın ta kendisidir." (14: 18). Bütün yaptıkları çölde­ki bir seraptan farksızdır: "İnkâr edenler(e gelince): Onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanma gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanın­da Allah'ı bulur." (24: 39).

Çünkü, Allah'ın mülkünde, insanların kurdu­ğu diğer yönetİmlerdekine benzer şekilde, sa­dece samimi müminlerin (kanuna riayet eden vatandaşlar) yaptıkları ve amelleri dikkate alınacak ve ödüllendirilecektir, fakat kâinatın hükümdarının kanununa karşı gelen ve inkâr eden kâfirler (âsiler) bütün nimetlerden mah­rum kalacak ve amelleri boşa gidecektir:

"Kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır!" (4: 18). Ve yine aynı sûredeki bir başka ayet: "Allah'a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüş­tür." (4: 116).

Fıtratlarının sesini dinleyerek tek hükümda­rın kanununu tanıyan ve kâinattaki fizikî te­zahürleri gözlemlemek ve incelemek suretiy­le genel model hakkında doğru sonuca varan­lar, yolculuklarını selâmetle tamamlayanlar­dır. Her iki cihanda da mutluluğa erecekler­dir. Bütün azaptan korunacaklardır: "Onlar­dan kimi de: 'Rabbimiz, bize dünyada da gü­zellik ver, âhirette de güzellik ver, bizi ateş azabından koru!' der. İşte onlara kazandıkla­rından bir pay vardır. " (2: 201-202). Allah'ın yanındaki değerleri, sadece dünya hayatında­ki takvalarına göredir. (49:137. Ruhları, fenalığın her türlü etkisinden korunacaktır ve "onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecek­lerdir." (2: 62; 2: 112).

Kur'ân-i Kerîm'in çağrısı evrenseldir (3: 19, 85). Aynı çağrı, Hz. Muhammed @'den Ön­ceki Allah elçilerine de gönderilmiştir (42: 13); kainatın Rabb'i sadece Allah'tır, bütün insanlık kardeştir (49: 10), dolayısıyla Din (hayat yolun)de ve kardeşlikte bölünmelere yer verilmemelidir. Bu iman, ırka, renge ve dile dayanan bütün ayrımları yıkmakta ve in­sanın konumunu fazilet tabanında değerlen­dirmektedir. (49: 13). Bütün zaman ve mekân bölünmelerini aşmakta ve bütün in­sanlığı tek bir merkeze; değişmeyen ve de­ğişmez olan Tevhide yöneltmektedir (40:66). Bu çağrı bütün çağlar İçin geçerlidir; akraba-yabancı ve dost -düşman ayrımı yap­madan, herkese selâmet veren bir adalet sağ­lamaktadır (4: 135). Çünkü bütün insanlık, Rabblerinin rahmet ve merhameti altında mutlu yaşayan tek bir ümmettir (21: 92). Ya­ratıcı tarafından bütün elçilere gönderilen bu çağrı, herkesi tek bir topluluğa ait olduklarım ve tek bir ataya ve hayat tarzına (Din) sahip olduklarını görmeye çağıran açık bir davettir. Bütün kötülüklere, taassuba, bağnazlığa ve saldırganlığa karşı bir ilâçtır; çünkü bütün mevzularda eşitlik ve özgürlük getirmektedir. (2: 256).

 

Kur'ân'ın Maddeye Bakışı

 

Daha Önceki kısımda kâinatın maddî yapısı­nın Allah'ın varlığına; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın ölçüsünün birliğine; kâinatın bir­liğine; yüce zihin (Yaratıcı) ve insan zihni arasındaki muhakemenin birliğine ve Kur'ân'ın sözleriyle kâinatın kanunları ara­sındaki yakın ilişkiye delil sağladığını söyle­miştik. Burada, insan ve madde arasındaki ilişki, İlâhi Ruh'un insanı nasıl yücelttiği, madde ve ruh dünyalarında ona nasıl yeni boyutlar kazandırdığı açıklanmaya çalışıla­caktır.

Kur'ân, zarif ve sâde bir üslûpla, insanın kö­kenini anlatmakta ve lâiklerin bir-iki çürü­müş kemiğe ve sadece zânna dayanan teorilerini ve fikirlerini çüütmektedir. Bu dünya daki bütün oluşumların ardında Yaratıcı'nln olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır, o hepsini her zaman gözlemlemekte, kontrol etmekte ve yönlendirmektedir. Allah'ın elini göremeyen ve hissedemeyen kör materyaliz, me öğretmemekte, fakat kâinatı tamamen kontrol eden Allah'ın ezeli varlığına işaret et­mektedir: "Gayb'm (görünmez bilginin) anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu bilir,- yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitâb'da olmasın" (6: 59).

Şüphesiz, Allah'ın bilgisi yerdeki ve gökler­deki herşeyi kuşatmaktadır. O herşeye, kâinatın sırlarına ve olaylarına dikkat etmek­tedir ve herşey O'nun tespit ettiği kesin bir yolla düzenlenmekte, sınıflandırılmakta ve kaydedilmektedir. O'nun tespit ettiği, işleyiş metodunda herhangi bir kesinti, ihmâl veya gecikme yoktur. Herşeye eşit önem vermekte ve insanın gözünde küçük veya Önemsiz ola­bilecek hiçbir şeyi, plânı dışında bırakma­maktadır: "Allah, bir sivrisineği hattâ onun da üstünde olanı (ondan daha zayıf bir varlı­ğı) misâl vermekten utanmaz." (2: 26). Bü­yük veya küçük olsun, O'nun nezdinde her­şey bir öneme sahiptir; hepsi kâinatın maddî yapısında bir yer tutarlar ve onda kendi rolle­rini oynarlar. Küçük şeyleri ihmal eden veya kâinattaki olayları görmeyen, onların Önemi­ni anlamayan ve onlardan doğru sonuçları çı­karmayan sadece insandır.

Bununla beraber, İslâmî maddî bilimler Kur'ân'ın hidâyetini takip ederler ve bundan dolayı maddenin her küçük parçasına Önem verir, onu inceler ve gözlem ve bilgi yoluyla doğru sonuçları çıkarırlar. Allah'ın kâinatta yarattığı herşeyi açıklıkla görür, Yaratıcıları tarafından tespit edilen hedeflerini ve fonksi­yonlarını anlamaya çalışırlar. Kur'ân'ın reh­berliği, müslümanı bilimsel araştırma ve in­celemenin zirvesinde tutar, onu hurafe çukuruna düşmekten veya (sanat ve şiir dünyasgenellikle olduğu gibi) boş mitoloji veya fsaiıe uçurumlarına yuvarlanmaktan korur. Ona bilgi' aracılığıyla doğru yolu gösterir; ve muhakeme yoluyla kâinatın maddî ısındaki hârikalardan ve sırlardan doğru ı çıkarmasına yardım eder.

 

Maddeden Yaratılma Mucizesi

 

İnsanın maddeden yaratılmış olması mucize­vi bir olaydır ve onun maddeden yaratılmış olması bu mucizenin değerini azaltmaz. Bir bakıma insanın maddeden yaratılmış olması, bağımsız bir ruh veya semavî cisimden yara­tılmış olmasından daha büyük ustalık gerek­tiren bir iştir. Çünkü Kur'ân maddî yapının harikulade yaradılışını vurgulamakta ve çok farklı görünüşleri ile bütün kâinatın, Allah'ın ne kadar da olağanüstü bir yaratığı olduğunu göstermektedir. Bu maddî yapı sayısız hari­kayı ve gizemi içerir; Allah'ın varlığı bu ya­pının her yerine yayılmıştır ve insan aklı, bu düzenin ardındaki ele inanmaktan kendini alıkoyamaz.

Madde âlemi ve onun çok çeşitli harikaları ve esrarları, (kavranılması daha zor bir ruha sahip olan) insanın mucizevî yaradılışından daha fazla, insan aklını ve düşüncesini etkile­mektedir. Kur'ân bu gerçeğe şu sözlerle de­ğiniyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (birşey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (40: 57).

Bu âyet açıkça göstermektedir ki, yıldızları Ve galaksileri ile Allah'ın maddî dünyası, in-Sanm sahip olduğundan çok daha fazla yara- mucizesine ve gizemine sahiptir.  sayısız esrar vardır. İnsanın kavra­yamaması, onların mevcut olmadığı anlamı-na gelmez. Benzer şekilde, Allah'la ilgili in­andaki kavrayış eksikliği, onu Allah'ın varlı-5ından şüphe etmeye veya inkâr etmeye yö-neltmemelidir.

Maddi dünyadaki bu bilinmeyenler, Allah'ın mevcudiyetim gösteren delillerdir. Yaratıcı­larının ezeliyetine ve her yerde varlığına şe-hadet ederler. Kur'ân, yaratılma sürecine ve onun kontrolüne şu ifadelerle değinmektedir: "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur." (7: 54). Furkan sûresi: "Her şeyi yaratmış, ona Ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25:2) ve A'lâ sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "O (Rab) ki (herşeyin biçimini, Özelliğini ve sü­resini) belirleyip hedefini gösterdi." (87: 2-3).

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, Allah hem kanun koyucu hem de hükümdardır. Kâinataki bütün hâdiseleri kontrol etmekte ve hedef göstermektedir. O'nun emri veya bilgisi dışında hiçbir şey gerçekleşmez. Emri hemen gerçekleşir ve bir itaatsizlik sözkonu-su olmaz: "Bir işin olmasını istedi mi, ona sâdece 'ol!' der, o da olur." (40: 68). Yasin sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: "O'nun işi, bir şeyi'n olmasını) istedi mi ona, sâdece 'ol' demektir, hemen oluverir." (36: 82).

 

İnsanın Yaratılışı

 

İnsanın kökeni, diğer canhlarınki gibi, madde ve gözlem dünyasına aitir. Kur'ân, maddî ha­rikaları ve Allah'ın yaratış mucizelerini, O'nun varlığını ispatlamak için kullanmakta­dır. Maddenin, ruhla karşılaştırıldığında daha aşağı seviyede olduğu düşüncesini parampar­ça etmektedir. Eski Yunan ve Hindu filozof­larının düşüncesi, ruhun iyilği ve asilliği ile karşılaştırıldığında maddenin aşağılığı ve körlüğü dogmasını öğreterek, insanın ufkunu karartmış ve kafasını karıştırmıştır. Akıl, ha­yatın anlamı konusunda doğru düşünme me­todundan tamamen saptırılmıştır. Hayatı ve yaratıcısını uygun bir şekilde yorumlama ve doğru sonuçlara ulaşma konusunda Kur'ân rehberlik etmektedir.

Modern bilim hâlâ hayatın sırrı ve kökeni problemi ile uğraşmakta, fakat kullandığı metotların yanlışlığı yüzünden bir sonuca ulaşamamaktadır.

İlmî düşünce, şu basit gerçeği gözlemleyerek ayağına dolaşan karmaşıklıklardan kendisini kurtarabilir: Hayatın kökeni, anlaşılması, ne göklerin ve yerin yaratılmasından daha zor, ne de daha hayret vericidir. Hârikaları ve gizemleri ile bütün kâinat, yaratıcısını işaret et­mektedir. İnsan küçük bir yaratıktır. Allah bütün yıldızların ve galaksilerin hârika dün­yalarını yaratabiliyorsa, neden insanı veya başka bir canlıyı yaratamasın? Elbette kadir olan Allah, İstediği her şeyi yaratabilir. İşte bu yüzden Kur'ân zor problemleri basit ve dümdüz bir yolla çözmektedir: "Elbette gök­leri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanları çoğu bilmezler." (40: 57).

Kur'ân insanlardan, Allah'ın yarattığı bu mu­azzam dünya üzerinde düşünmelerini, Öğüt almalarını ve daha sonra kendilerine, Allah niçin insanı yaratamasın?, diye sormalarını istemektedir. "Görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerini ya­ratmağa da kaadirdir?" (17: 99). Kur'ân insanlardan karar vermelerini istemektedir-"Yaratılış bakımından kendileri mi daha çe­tin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz ken­dilerini yapışkan bir çamurdan yarattık." (37. 11). Kur'ân, meseleyi şu sözlerle sonuca bağlamaktadır: "Sizi mi yaratmak daha zOr gökyüzünü mü? (Allah) onu bina etti," (79! 27). Lokman sûresinde şu ayet geçmektedir-"Sizin yaratılmanız ve diriltilmenİz, bir tek kişi(nin yaratılıp diriltilmesi) gibidir. " (3j. 28).

 

Kur'ânî Akıl Yürütme

 

İster bitkilerde olsun, ister daha karmaşık bir canlı yapıya sahip olan hayvan veya insanlar­da olsun, maddenin nasıl canlılık kazandığını tespit ederken Kur'ân'ın akıl yürütmesi ile bi­limsel düşünce (veya bir dini düşünce) ara­sında benzerlik olduğunu söylemek mantıkî değildir. Çünkü bu canlı formların hepsi ya­ratıcının emri ile meydana gelmiştir. İnsan gibi harikulade bir yaratığın çamurdan yara­tılmış olması ne onun konumunu düşürür, ne de yaratıcısının büyüklüğünü azaltır. Aksine, bunun böyle olması insanı, insanı yaratan, İn­san dışında insana hizmet için varolan herşe-yin itaat ettikleri Allah'ın kudretini düşünme­ye yöneltmelidir. Yine bu durum karşısında insan, maddî dünyanın alçak ve değersiz ol­duğu, asil bir varlığa uymadığı ve ruhun bu maddî bedene hapsedilerek cezalandırıldığı (Budist ve Hindu felsefelerinin öğrettiği gibi) şeklindeki düşünceyi zihninden atmalıdır. Kur'ân bize bu yeni felsefeyi ve bilimi ver­miştir; bundan sonra insan bu doğrultuda dü­şünmeli ve onu gözlem ve deneyle doğrula­malıdır. Kur'ân düşüncesine göre, hayat da dahil olmak üzere dünyada hiçbir şey anlaşıl­ması güç veya başka birşeyden daha fazla şaşkınlık ve hayret sebebi değildir, çünkü hepsi Allah'ın kudretinin bir sonucudur. Do­layısıyla bilimsel kafa, hayatın veya insan ru­hunun yaradılışı karşısında, kâinataki diğer herhangi birşeyin yaradılışı karşısında du­yacağı hayret ve heyecandan daha fazlasını juyinamalıdır. Maddenin yaradılışına daha fazla hayret etmelidir, çünkü yoktan varedil-rtjjştir, buna karşılık insan veya canlılık mad­deden yaratılmıştır.

îlrnî düşüncenin önündeki engel şudur; o bü-run problemleri Allah'tan ve O'nun kanunun­dan bağımsız olarak çözmek istemektedir. Fakat başladığı yerin, canlılık ve cansızlık arasındaki sınırın ötesine geçememekte, Al­lah'ın iradesi veya emrine değinmeden canlı­lığı incelemektedir. Hakikatte, bedenin ve İn­san ruhunun varlığı, Allah'ın varlığının ve kudretinin delilidir. Kur'ân'da yaratılışın de­ğişik şekillerine şöyle değinilmektedir. "O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, top­rağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun Üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten (Allah) elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." (41: 39). Yasin sûresinde şu ayetler geçmektedir: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi; 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' dedi. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.1 O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır." (36: 78-81).

İnsanların ve onlardan gelen neslin yaratılış süreci, şu sözlerle veciz bir şekilde ifade edi­liyor: "O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir ve su(yun özü)nden yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için ku-lak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (32: 7-9).

En önemli bilgi kaynağı olan vahiy ile, insanın konumu yükseltilmiştir. Meleklere, ona ıtaat etmeleri emredilmiştir: "Onu düzen-'e(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ru­humdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!'1 (15: 29). Bu âyet, insanın melekle-re olan üstünlüğünü açıkça göstermektedir.

Fakat, daha önce de açıklandığı gibi, Kur'ân bütün yaratılış sürecini, Allah'tan gelen emre doğrudan cevap veren maddî süreç, tek ve aynı şey olarak görmektedir. Büyür, gelişir ve farklı türler yaratıcının kanununa göre var­lıklarını sürdürürler: "Ey insanlar eğer öldük­ten sonra dirilmekten kuşkuda isenez (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)dan, sonra alâka (emrio)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz birçiğnem et parçasın­dan yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gös­terelim." (22: 5). Daha sonra İnsana, onu ya­ratan gücün, ölümden sonra yeniden yarata­cağı hatırlatılmaktadır: "Sizi ondan (yâni yer­den) yarattık yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız." (20: 55). Bu hayat süreci, Allah'ın emriyle içine nice hari­kaları ve gizemleri de alarak devam eder. İn­san ve ruhu O'nun emriyle yaratılmıştır ve yaratılışın mucizelerini sergilemektedir. Bu açıdan yaratılış, insanın incelemesi için uy­gun bir konudur ve sonuçta Allah'ın yaratıcı gücünün bir tasdiği niteliğindedir.

Yaratıcının emri ve iradesi, kâinattaki bütün canlılığın ve maddenin oluşumu için model­lerin kaynağıdır; O'nun emri oluşum sürecini meydana getirir: "Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?" (19: 34), Ankebut sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başla­tıyor, sonra onu iade ediyor. Bu, Allah'a göre kolaydır." (29: 19). Yaratılışın sırları bilimsel düşündüğünü söyleyen zihinleri karıştırabilir, fakat sadece 'ol' demekle herşeyi meydana getiren Allah için hepsi kolaydır.

Kur'ân aynı zamanda bu yaratılış sürecinin bir açıklamasını vermektedir: "Hepinizin dö­nüşü O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak ver­diği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra ina­nıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık ver­mek için (yeniden yaratır). İnkâr edenlere ge­lince, küfürlerinden dolayı onlara kaynar su­dan bir içki ve acı bir azap vardır." (10: 4). Rûm sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah, yaratmağa başlar, sonra onu çevirip yeniden yapar; sonra O'na döndürülürsünüz. (Kıyamet) saat(i) başladığı gün, suçlular (umutsuzluk içinde) susarlar. O saat başladığı gün, o gün (inananlar ve inanmayanlar) ayrı­lırlar. İnanıp iyi işler yapanlar, onlar (çiçekli ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler." (30: 11-15).

Bir anlamda Kur'ân-ı Kerîm, yaratılış süreci­nin ilmî gerçeklerini ifade etmektedir. Haya­tın maddeden yaratılmış olması, aşağılık, an­lamsızlık veya yaratıcının varlığının inkârı için bir sebep değildir. Ancak boş bir kafa ve gerçekçi olmayan bir bilimsel düşünce O'nun varlığını inkâr edebilir. Kur'ân, bu tür düşüncelerin çıkmazlarını şu âyetlerle belirtmekte­dir: "Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Ha­yır, onlar düşünüp de inanmazlar. Yoksa Rabb'inin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan kendileri midir? Yoksa on­ların, (göğe çıkıp meleklerin sözlerini ve on­lara vahyedileni) dinleyecekleri bir merdi­venleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsin. Yoksa gayb (görülmeyen bilgi) kendilerinin yanındadır da kendileri mi (ora­dan istediklerini) yazıyorlar?" (52: 36-41), Gerçek şudur ki, kâinattaki tezahürlerin haki­katini tanımadan veya bilmeden insanlar ap­talca sözler sarfederler. "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirme­lisin (onlar senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)!" (17:92). Buna benzer saçma talepler, Rabblerinin ltitfûndan habersiz kim­seler tarafından yapılmaktadır.

 

KISIM 5

 

TEVHİDİN VE ALLLAH'IN SIFATLARININ ÖNEMİ

 

İslâm'ın temel hakikati, mevcudiyetin birliği ilkesidir. Sadece aklî değil, aynı zamanda bü­tün değerlerin koruyucusu olan bu ilkeye gö­re bütün hakikat birdir. Kur'ân'a göre, bu il­keye inananlar ve hayatlarında yaşayanlar, Hakk'a ulaşmışlardır: "Hayır, kim Allah'ı gö­rür gibi ibadet ederek O'na teslimiyet göste­rirse, onun Allah katında mükâfatı vardır. Onlara korku yoktur-ve onlar üzülmeyecek­lerdir." (2: 112). Hz. Peygamber @, meşhur iman hadisinde ihsanı tarif ederken; " Al­lah'a, sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür." buyurmuştur (Buharı). Ebû Zer'in rivayet ettiği bir başka hadiste Rasûlullah @: "Her kim Allah'a bir şeyi ortak kabul ve iti-kad etmeden ölürse, Cennete dahil olur." bu­yurmuştur." Ebû Zer'in,"Ya Rasûlullah! O adam zina ettiği ve hırsızlık yaptığı halde yi­ne cennete girer mi?" diye sorusuna Rasûlullah @: "Evet, zina ettiği ve hırsızlık yaptığı halde de cennete girer." diye cevap verdi.

Bu hususta benzer rivayetler vardır: Muâz b. Cebel de, Hz. Peygamber @'in: "Her kim ki, son sözü 'Lâ ilahe illa'llâh' demek olursa, o kimse cennete girer" buyurduğunu belİrtmiş-Ur. Enes b. Mâlik, Rasûlullah @'in: "Ey Enes! Bil ve herkese bildir ki; her kim 'Lâ Uâhe illa'llâh diye şehâdet ederse cennete dahil olur" buyurduğunu haber vermiştir.

Hadis-i şeriflerde ifade edilen; kalbi ve ru­huyla tevhid akidesine inanan bir insanın sü­rekli günah içinde kalamayacağı, er veya geç islâm'ın temel İlkesinde -Lâ ilahe illa'llâh tyuhamedu'r-Rasûlullah "Allah'tan başka 'lâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Usûlüdür"- belirtildiği gibi tevhid akidesin-tfeki imanına geri döneceğidir. Çünkü İslâm, nefsi teslim etmek yani boyun eğme, salim bulundurmak, selim ve lekesiz tutmak, selâmete girmek, selâmete çıkarmak, müsâlemet ve ihlâs" gibi muhtelif mânaları ifade etmektedir.

Modern bilim varlıklar alemindeki bu birlik akidesini daha yeni keşfettiği halde, tslâm onu çok önce açıklamıştır. Bu, dinin temel birliği akidesi, peygamberleri vasıtasıyla her topluluğa vahyedilmiştir. Her millet farklı ge­lenekleri, kanunları ve ibadet yollarını takip ediyor olabilir, fakat bir olan Allah'a iman, hepsine ezelî ve ebedi bir Hak olarak öğretil­miştir: "...Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardı." (13: 7). Fâtir sûresinde: şöyle buyuru 1 maktadır: "Biz seni birlikte müjdeci ve uyarıcı olarak gerçek ile gönderdik. Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir." (35: 24). Fakat zamanla insanlar hakikatin aslını unutmuş, kendi örf ve âdetlerine bağlanarak haksız ve zâlim olmuşlardır. Farklılıklar de­rinleşmiş ve her topluluk kendi dininin en doğru din olduğunu düşünerek diğer dinleri reddetmiştir. Hakikatte, din her zaman aynıy­dı, çünkü her elçinin kendi halkına öğrettiği aynı ve aslî hakikati içeriyordu: "İşte bu, bir tek din olarak sizin dinİnizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Yalnız bana kulluk edin. Onlar, yani insanlar ise, din işlerinde bölünüp parça parça oldular. Ama hepsi Bize dönecekler. Artık kim, iman ettiği hâlde sâlih amel işler­se, onun yaptığı mükâfatsız kalmayacak. Şüphesiz Biz onun yaptıklarını kaydetmekte­yiz." (21: 92-94 ve 23: 52-53). Yûnus sûresinde, de şöyle buyurulmaktadır: "İnsan­lar bir tek ümmet idiler, sonra ayrılığa düştü­ler.. .'(10: 19).

Dolayısıyla din, köken itibariyle bir idi ve sü­rekli, bütün kâinata hükmeden Allah'ın Hak olduğu gerçeğini öğretti. Kur'ân'a, Allah'ın birliği hakikatine işaret etmektedir. Gerçekte, İslâm'ın temel öğretisi ile modern bilimin ulaştığı sonuçlar arasında bir fark yoktur: kâinatta tek Hak vardır, yani kâinatın her ye­rinde birlik vardır. Bütün milletler ve tüm in­sanlar Allah'ın kullarıdır ve O, hepsinin Rab-bidir (2: 92-93). Bakara sûresinde şu sözlere yer verilmektedir: "Hayır, kim Allah'ı görür gibi ibadet ederek O'na teslimiyet gösterirse, onun Allah katında mükâfatı vardır." (2: 112). Çünkü Allah, sadece bir kavmin veya bir bölgenin Rabbi değildir: "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye yönelirseniz Allah'ın kıblesi orasıdır. Şüphesiz, her şeyi bilen Al­lah'ın rahmet ve kudreti geniştir." (: 115). Rabb olarak Allah'ı kabul etmek ve hayata ezelî ve ebedî değerleri uygulamak, bütün hak dinlerin çağnsidır: "Herkes kendi kıble­sine yönelir. Siz ise hayır işlerinde yarışarak başkalarını geçmeye çalışın. Nerede bulunu 1 sanız, Allah hepinizi bir aoraya getirecekr Allah, gerçekten herşeye gücü yetendir." J' 148). Görüldüğü gibi İslâm, daimi ve değj ! mez olan evrensel hakikate ve ebedî değeri re davet etmektedir: "Bize indirilene de si? indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve si^ ilâhınız birdir; ve biz O'na teslim olanlari?i" (29: 46).

 

Allah'ın Varlığının Delili

 

Kur'ân-ı Kerîm, yaratıcının hem Kadîr, hem de Hakîm olduğunu vurgulamaktadır, öyle kj O'nun yarattıkları O'nun ilminin niteliğini sergilemektedir. O, gayesiz hiçbir şeyi yarat­mamıştır. O'nun yaratışında bir gayesizlik yoktur: "Göğü yeri ve ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık, (bunlar bir tesadüf eseri de­ğildir) bu inkâr edenlerin zanmdir." (38: 27). Varlıklar alemindeki kesin kanun ve düzen, bu âlemin yaratıcısının hikmetinin, görülebi­len delilidir. Bütün kâinat sisteminin aklî te­meli, yaratıcısının aklîliğine şehadet etmekte­dir. Kur'ân insanları yaratılış üzerine düşün­meye ve öğüt almaya davet etmektedir: "Ge­ce ve gündüzün değişmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ib­retler vardır." (10: 6). İbrahim sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yarattığını görmedin mi?'1 (14: 19).

Bütün kâinatın sebebi, bu dünyayı hak ile ve bir sebep üzerine yaratan Allah'tır ve bütün kanunlar ve sistemler O'nun iradesine itaat et­tirilmiştir, Madde âleminde, insan kendi fay­dası için, çeşitli fizikî kuvvetleri kullanmakta ve uygulamaktadır. Gelişkin zekâsından do­layı, maddî kuvvetlerin tüm kontrolünü ve nüfuzunu elinde tuttuğunu zannetmekte ve onları istediği gibi kullanmaktadır. Benzer şekilde, insanın bedeni, ruha nazaran aşağı­dır, yaratılış derecesine göre beden, ruh tara­fından idare edilmektedir. Bir başka ifadeyle,(varlığın yüksek bir derecesi), kendi ida-eSİ altında işleyen fizikî vücut (varlığın aşağı hîr derecesi) üzerinde kontrole sahiptir. Dola-vıS)yla, sebeplerin sebebi ve ilâhlık mertebe-cînde bulunan Allah, insan ruhunun, zihninin ve de maddenin varlık derecelerini ayarla­maktadır.

O'nun sözü kanundur ve hiçbir yaratık O'nu hiçbir şeyle karşılaştıramaz: "O, yücedir. Bir İşİ yapmak istedi mi ona sadece 'ol' der, (o da) olur." (19: 35). Yasin sûresinde şöyle bu-yurulmaktadır: "O'nun işi, bir şeyi(n olması­nı) istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, he­men oluverir." (36:82). Ve O'nun emrine hiç­bir yaratık itaatsizlik edemez: "...Oysa gök­lerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na boyun eğmiştir ve hepsi O'na dönecek­lerdir." (3: 83). Râ'd sûresinde şu âyet geç­mektedir: "Göklerde ve yerde ne varsa, ister İstemez, Allah'a secde ederler. Onların gölge­leri de sabah akşam secde ederler." (13: 15). Kâinatta kesin bir disiplin ve denge vardır, düzensizliğe ve dengesizliğe yer yoktur. Eğer kâinatta birlik olmasaydı ve birçok ilâhın kontrolü altında alsaydı, bu şaşmaz düzen ve denge mevcut olmazdı: "Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, her ikisinde de düzensizlik baş gösterirdi..." (21: 22).

Kur'ân normal şartlar altında yaratılana bakıp Allah'ın varlığını idrak edemeyenlerin, olağa­nüstü şartlar altında, yani mucize olması du­rumunda bile, O'nu idrak edemeyeceklerini ve varlığını göremeyeceklerini iddia etmekte­dir. Yorulmadan Hakkı arayanlar için, Al­lah'ın maddî dünyasının makul bir şekilde gözlemlenmesi O'nun işaretlerini keşfedecek­tir: "Kesin inanacak insan için arzda (Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren) nice işaretler vardır. Kendi canlarınızda da öyle. Görmüyor musunuz? (51: 20-21). Âl-i İmrân sûresinde: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gerişinde elbette akıl sahiple­ri için ibretler vardır." (3: 190); En'âm sûresinde: "Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızlan yaratan O'dur. Gerçekten Biz, anlayan bir topluluk İçin ayetlerimizi inceden inceye açıklamışız­dır." (6:97); ve Râ'd sûresi'nûe: "Odur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, her türlü meyve ve ürünü çift çift yarattı. Ge­ceyi gündüze O bürüyüp durur. Muhakkak ki bunda, düşünen bir topluluk için birçok delil­ler vardır." (13: 3).

Kur'ân hayatın her yönüne değinmekte ve başlıbaşına Allah'ın varlığının güçlü birdelili olan mükemmel ve aklî düzeni, bütün kâinat sisteminin yansıttığını ilmî ve felsefi deliller­le göstermektedir. Bitki âleminde ve astrono­mi dünyasında mevcut olan düzen, yaratıcı­nın açık bir işareti ve kâinata hâkim iradenin bir göstergesidir. Tabiatın işleyişi, mükem­mel bir iradenin esendir. Allah'ın tek bir ya­ratığının anatomisinin ve çevresi ile olan uyumunun incelenmesi, insanı er-Rahmân ve el-Lâtîf olan Allah'ın varlığını kabule sevke-der. Göklerdeki ve yerdeki diğer şeylerin in­celenmesi de, aynı hakikati işaret eder: "Bir bakmazlar mı deveye, nasıl yaratılmış ve gö­ğe, nasıl yükseltilmiş ve dağlara, nasıl dikil­mişler? Ve yeryüzüne, bir kısmı nasıl yayılıp döşenmiş?!" (88: 17-20).

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, beşeriyet Hz. Musa ve Hz. İsa'nın devirlerinde olduğu gibi mucizeler ve tabiatüstü olaylar çağını çoktan geride bırakmış ve din konusunda aklî delilleri anlayabilecek seviyeye gelmiştir. Bu gerçekten, dinin gelişiminde gözle görülebi­len bir merhaleydi. Bu yüzden İslâm, görül­meyen şeylerin bile varlığını ispat etmek için mantıkî delilleri sunmaya devam etmektedir. Mantıki sonuçlara ulaşmak için hem tümeva­rım hem de tümden gelim metodlarını kullan­maktadır. Tümden gelim metodunu, zaten Allah'a inananların faydası için kullanmakta­dır, tümevarım metodunu ise tabiattaki olay­ları ayrı ayrı inceleyip, oradan Allah'ın varlı­ğına götürecek sonuçlan çıkarmak için kul­lanmaktadır. Bir başka deyişle, Allah'ın var olduğunu bilerek, tabiata O'nun varlığına de­lil olan işaretleri inceleriz (tümden gelîmci düşünme) veya yarattıklarını inceler ve onlar aracılığıyla O'nun varlığını ispat etmeye çalı­şırız (tümevarımcı düşünce). Kur'ân, bu dü­şünüş tarzlarını şu sözlerle açıkça ifade et­mektedir: "O, ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, her şeyi bilendir." (57: 3). Hûd sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Göklerin ve yerin gaybı (görünmez bilgisi), Allah'a ait­tir." (11: 123). Ankebut sûresİ'ndt şu ifadeler geçmektedir: "Düşünmüyorlar mı, Allah eş­yayı nasıl yaratıyor, sonra yok edip onu tek­rar var ediyor. Bu Allah'a göre gerçekten ko­laydır. De ki: 'Yeryüzünde gezip dolaşın; dikkatle bakıp, yaratmağa nasıl başladığını düşünün; sonra da Allah, onları ikinci defa yaratacaktır. Muhakkak ki, Allah, her şeye gücü yetendir." (29: 19-20).

Kur'ân insanı, Allah'ın gücü ve otoritesi ko­nusunda ikna etmek için, hayatın çeşitli alan­larından, bunlara benzer Örnekler getirmekte­dir. Fizikî âleme değindikten sonra, insanın dikkatini  kendi  tabiatına  çevirmektedir:

"O'nun âyetlerinden biri de, size, kendi nefis. lerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız es­ler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." (30: 2\).Zâriyai sûresî'nde şu ifadelerle karşılaşmaktayız-"Yeryüzünde kesin inanç sahipleri için bir­çok deliller vardır. Sizin kendinizde de. Artık görmeyecek misiniz?" (51: 20-21). Görüldü­ğü gibi Kur'ân, öncelikle insan tabiatının in­celenmesini vurgulamakta ve İslâm'ın fıtrat dini olduğunu göstermektedir: "Sen yüzünü Allah'ı birleyicİ olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, İnsanları ona göre yaratmıştır. Al­lah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (30: 30).

Kur'ân'da, "sadece, Allah'ın yollarım anla­mak için tabiatın incelenmesi tavsiye edilme­mekte, aynı zamanda, tabiat hak ise doğru di­nin bununla özdeşleştirilmesi gerektiği söy­lenmektedir. Bazı insanlar bilim ve din ara­sında bir çatışmayı söz konusu etmekte; bili­min, tabiatın incelemenmesİni temsil ettiğini ve dinin tabiatüstü gerçeklerle ilgilendiğini söylemektedir. İslâm, bu çatışmayı kendisini tabiat ile özdeşleştirerek çözmektedir. Tabia­tın mantığının keşfedilmesi için onun yakın­dan incelenmesini tavsiye eden bir din, bilim ile nasıl çelişebilir? Burada akıl, tabiat ve Al­lah'ın niyeti tanımlanmıştır ve hak din, bu ta­nımlamayı kabul etmektedir. Din yolundan sapar ve bilim sığlaşırsa, tabiî olarak çatışır­lar. Fakat bilim varlığın birliğini ve bütünlü­ğünü keşfetmek ve din birçokları arasında bi­ri keşfetmek demekse, bu ikisi elelele yürür ve birbirlerini desteklerler." (Dr. Abdul Kha-lifa Hakim, Islamic îdeology, Lahore 1974).

 

Birlik Kavramı (Tevhid)

 

İslâm'ın beşeriyete kazandırdığı temel kav­ram, Allah kavramıdır. İslâm beşeriyeti, bir yandan çok tanrıcılık inancından, diğer yandan tenasüh (inkarnasyon) inancından kurtar­maya ve görünmeyen Allah'a döndürmeye çalıştı. O Allah ki, "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O Lâtif, (gözle görülmez veya lütuf sahibi), herşeyi haber alandır." (6: 103). O, yücedir ve bütün yaratıklar ister istemez O'na itaat ederler. O'nun huzurunda bütün ta­biat tam bir teslimiyet (İslâm) halindedir ve O'na itaat eder.

Bilgi de, mükemmellikte, iyilikte ve kullara karşı adalette O, ulaşılmak istenen, fakat hiç kimsenin ulaşamayacağı, görünmez bir ideal­dir. İslâm insanları, tabiyatı itibariyle sürekli görünmez kalması gereken bu ideale davet etmektedir. İşte onun güzellik ve cazibesi bu noktada yatmaktadır, çünkü bir ideale ger­çekte ulaşılabiliyorsa, o artık bir ideal değil­dir. Ve tamamen kavranılan bir İlâh, erişile-bilen bir idealin ideal olmadığı gibi, Allah değildir (6: 103). İnsanın mükemmelliği ve dinamizmi, fizikî ve biyolojik varlığın sınır­lamalarından uzak olarak, görünmeyen (Al­lah) idealine bağlıdır. Görünmeyen ideale doğru yükselmeksizin, İnsan, varlığın en mü­kemmel modeli, yaratılmışların en üstünü ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olamaz. Tabia­tın gerçek ve hayali güçleri tarafından bastı­rıldığı veya sindirildiği sürece, hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşer: "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (7: 179).

İslâm'a göre, Allah'tan başkasına ibadet veya itaat, günâhların en beteridir, "çünkü insan bu durumda sadece Allah'a itaatsizlik etmekle kalmamakta, aynı zamanda kendi değerini düşürmekte ve alçakların en alçağı olmakta­dır. Kur'ân'a göre insan, en iyi aklî ve fizikî niteliklerle donatılmıştır (64: 3 ve 95: 4), fa­kat sahte ilâhlardan korkmakla ve onlara iba­det etmekle en aşağıdan daha aşağıya düş­mektedir. İslâm, Allah'ın ulûhiyyetini Ön plânda tutarken, insanın izzet ve şerefine de Önem vermektedir. O, Rabb'inin yeryüzünde bir halifesi olarak çalışması İçin, diğer yara­tmışların efendisi olarak yaratıldı. Bütün ta-

biatın ona hizmet etmesi için birçok meleke­lerle donatılan ve efendi olması gereken bu insan, başkalarının veya kendi arzularının kö­lesi olmuştur." (Islamic Ideology).

Tevhid dini İslâm, insanı iki şekilde etkile­mektedir: Birincisi, ona el-Kaadir olan Al­lah'ın sonsuz idealini sağlamaktadır. İkincisi, insan olma şerefini ona geri vermekte ve onu bütün yaratılmışların, hatta meleklerin üstüne çıkarmaktadır. İşte hak dinin görevi budur, o insanı özgür yapar: Kendi içinde ve dışında özgür. İnsan anlamsız azulardan ve aşın ihtiraslardan kurtulur ve kendisine ve çevresine hâkim olur.

Kur'ân'ın şu âyeti, hangi şekilde olursa olsun insanın insan üzerindeki tahakkümünü yasak­lamaktadır: "Rabb'in, kendisinden başkasına kulluk etmeyin; anaya ve babaya da iyi mua­mele edin!" diye emretti." (17: 23), İslâm şu noktayı açıklığa kavuşturmuştur; insan ancak görünmeyen Allah'a tam bir teslimiyet ile manevî gelişme, siyasî bağımsızlık kazanabi­lir ve bütün fizikî dünya üzerinde hâkimiyet sağlayabilir. Bu inanç, ebedi tekamülün, şahsî felahın bir teminatıdır, "çünkü insanı kendi hayatında, sonsuz olan ve insanın ebedî tekâmülüne imkân veren Allah'ın sıfatlarını, somutlaştırmaya teşvik etmektedir. Sonsuz bilgi ve kudret sahibi, görünmeyen Allah, in­san için bir ilham kaynağıdır. Manevî tekâmül, ilhamla olur ve amacı mükemmele erişmek değildir; çünkü sadece görünmeyen Allah ebedi mükemmelliğe sahiptir." (a.g.e.).

 

Kur'ân Ve Bilim

 

Varlığın birliği (vahdet ilkesi), bilimin oldu­ğu kadar İslâm'ın da kabulü vazgeçilmez bir esasadır. Kur'ân'm dayanağı oldukça basittir. "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup git­mişti." (21: 22). Bu ayet, Allah'tan başka ilâhların olması durumunda kâinatta uyum­suzluğun başgöstereceğini ve bütün istikra­rının ve düzeninin kaybolacağım vurgula­maktadır. Aynı şekilde, bilim de benzeri istikrarlı kanunların işlediği kâinatı bir birlik içinde görmekte ve öyle sunmaktadır. Kâina­tın her yerinde tam bir uyum ve dayanışma vardır. Bu kuşatıcı birlik içinde, her parçanın kendisine özel bir bütünlüğü vardır ve hepsi ahenk içinde daha büyük bir bütüne uymakta­dır.

Bilim ve din arasındaki fark, bilimin sadece-zahiri dünyanın açıklanması ile ilgilenmesi, dinin ise bunun ötesine geçmesidir. Aslında din bilimin bittiği yerde başlamakta ve görü­nen âlemin kendi içinde bir bütün olduğunu vurgulamaktadır, halbuki bu gerçek bize, al­gıya dayanan deneyin bir tesbiti olarak sunul-mamaktadır. Kur'ân'a göre, fizikî, zihnî ve manevî dünyalar, irâdesi yüce olan yaratıcı­nın tek kanunu tarafından birleştirilmiştir: "Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki yaratma ve emir O'nundur." (7: 54). Aslında tek ilâh inancının, kâinatın birliği şeklindeki temel amentüsü, son uzay araştırmalarıyla da doğrulanmaktadır. Ünlü bir felsefe tarihçisi olan profesör Hoffding, Batı'daki tek tanrı İnancının, varlığın birliğine dayanan ve onu her adımda doğrulayan bilimsel gelişmeler­den sonra, çok büyük bir merhale katettiğini kabul etmektedir. Ona göre, bilimin birleyici-liği ile dinin tek tanrıcılığı birbirine çok yak­laşmıştır. Bilim, bütün kâinata tek bir kanu­nun hükmettiğini ve en ilgisiz görülen bir hâdesenin bile aynı kanuna sebeplik ilkesi ile bağlandığını ve tâbi olduğunu doğrulamakta­dır. İslâm da fizikî âlemde her yere birlik aki­desinin nüfuz ettiğini ve her şeyin ona itaat ettiğini, fakat yaratıcının emri ile bağlandığı­nı belirtmektedir.

İslâm bu tek tanrı inancının insanlık kadar es­ki olduğunu, bütün peygamberlerin tevhid akidesine inandıklarım ve kavimlerine öğret­tiklerini ifade etmektedir. Bilim son zaman­larda İslâm'a yaklaşmışsa da, bilimin birlik düşüncesi tek tanrı düşüncesi ile aynı değil­dir. Çünkü fizikî varlığın ve fenomenin birli­ğinin Ötesine geçmemektedir, fakat bu, ona doğru bir adımdır.

Allah'ın akıl ile kavranamayacağı doğrudur. İşte bu yüzden İslâm, Allah'ın zâtının insan tarafından bilinemiyeceğini ve anlaşılamaya-cağını kesinliğe kavuşturmuştur: "O, yaratan, var eden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Gökler­de ve yerde bulunanların hepsi O'nun sânının yüceliğini anarlar. O, aziz (mutlak galip), hâkim  (hükümdar,  herşeyi hikmetle yapan)dır." (59: 24). Bütün mükemmellikler O'nun Zâtında toplanmıştır, insanî değerler fâni ve eksik olduğu halde, bütün mükem­mellikler O'na aittir. İnsanın derecesinin yük­selmesi için, Allah'ın sıfatları insana mükem­mel idealler ve ebedî değerler olarak sunul­muştur.

Platon (Eflâtun), en yüksek ideanm yani bü­tün diğer değerlerin kaynağının "iyi" olduğu­nu söylerken Allah'ın sıfatlarının bu yönünü çok iyi tespit etmiştir. Platon tarafından sunu­lan üç yüksek değer şunlardır: Doğruluk, Gü­zellik ve İyilik; mutluluk bu değerleri kabul etmenin bir sonucudur. Başka bir ifadeyle, bu kabulün bir yan ürünüdür. Kur'ân bunu şu basit sözlerle sunmaktadır: "Onlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler an­cak Allah'ı anmakla huzur bulur." (13: 28).

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın hakikat, iyilik, mu­habbet, af, güzellik ve rahmet sıfatlarıyla do­ludur. O'nun rahmeti herşeyi kuşatmaktadır (40: 7). İslâm insanları, hayatlarını, sonsuz idealler olarak Allah'ın sıfatlarına göre şekil­lendirmeye gayret etmeye, böylelikle kısmen de olsa bu sıfatları yaşamalarını teşvik et­mektedir. Bu yöndeki çaba sadece maddî ilerlemeyi teminat altına almaz, aynı zaman­da dünyada gerçek barış ve huzuru sağlar.

 

KISIM 6

 

ALLAH'IN SIFATLARI VE KÂİNAT

 

Allah'ın takdiri, bu evrensel sistem ve canlılı­ğın ve fiilin asıl sebebi üzerinde düşünülün­ce; bu sistemin hayatı geliştirmek, devamım sağlamak ve onda bulunan her gizli kapasite­yi korumak için ayarlandığı görülür. Güneş, ışık ve ısı vermek ve sistemli bir şekilde ok­yanuslardan suyu çıkarmak için vardır. Rüzgârlar serinlik ve sıcaklık üretmek için vardır. Bazen su zerreciklerini göğe sürükler ve onları bulut katmanlarına dönüştürürler; bazen bu bulutlan tekrar suya dönüştürür ve yere indirirler. Yer, bir gıda deposu gibi hiz­met eder ve her bitkinin gelişimi için gerekli tüm mineralleri içerir. Kısacası varlığın atel-yesi her zaman faaldir ve hayat sürecine doğ­rudan katılmaktadır. Her kuvvet etkisini ser­gilemekte ve her sebep sonucunu doğurmak­tadır. Bir şey büyüme sürecine girdiği zaman, bütün hayat mekanizması dikkatini ona yö­neltir. Güneşin faaliyetleri, mevsimlerin dö­nüşümü, yerin kuvvetleri ve elementler ara­sındaki etkileşimler bir karınca yavrusunun yumurtadan çıkışını, bir tohumun toprağa dü­şüşünü görmek için vardır sanki: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bun­da düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45: 13).

Bütün bu kâinat manzarasında en çok dikkati çeken, altında yatan birlik ve uyumdur. Varo­lan her nesne için gerekli varlık koşullarının sağlanması her yerde aynıdır. Her şeyde tek ilke çalışmaktadır. Taş, güzel kokulu çiçek­ten farklı görünebilir; fakat ikisi de aynı şe­kilde varlıklarını sürdürmektedir. Bir insan çocuğu ve bir bitki fidanı, farklı iki sisteme ait gözükebilirler; fakat gelişme şekillerine bakarsanız aynı hayat sistemine göre büyü­düklerini görürsünüz. Bir taş parçasının, bir çiçek tomurcuğunun, bir insan çocuğunun veya bir karıncanın, hepsinin bir doğumu var­dır; hayata başlar başlamaz devamları için gerekli maişet hazırdır. Hepsinin bir çocuk­luk aşaması ve bu aşamaya göre ihtiyaçları vardır. Yani insan çocuğu için olduğu gibi, tomurcuk için, taş için de ortaktır. Herşeyin bir çocukluğu vardır. Daha sonra hepsi için gençlik, erginlik, olgunluk ve yaşlılık aşama­ları gelir. Yükseliş ve düşüş prensibi hepsi İçin aynıdır: "Sizi güçsüz yaratan, güçsüzlük­ten sonra size güç veren; güçlülüğün arkasın­dan da sizi yine güçsüz ve ihtiyar duruma ge­tiren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hak­kıyla bilendir, herşeye gücü yetendir." (30: 54). "Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor ve onu yer altındaki kaynaklara sev-kediyor, sonra onunla cinsleri başka başka bitkiler çıkarıyor; sonra bunlar soluyor ve sen onları sararmış görüyorsun. Sonunda da onu çer-çöp hâline sokuyor. Şüphesiz ki bunda aklıselim sahipleri İçin bir ibret ve uyan var­dır." (39: 21).

Gıdaların tedarik edilişine bakınız. Hayvan türü içerisinde bazı hayvan yavruları süt ile beslenirken, bazıları diğer gıda maddeleri ile beslenmektedir. Onlar için tespit edilen bes­lenme sistemi üzerinde düşününüz. İnsanın-durumunu göz önüne alınız. Doğduğu anda ihtiyaç duyduğu besin, vücudunun hazmede­ceği şekilde ve hemen yakınında mevcuttur. Anne, sevgisinin gücüyle onu kucağına alır, göğsüne dayar ve orada bebek besin pınarım bulur. Sürekli değişen besin ihtiyacının nasıl karşılandığına bakın. Aldığı besinler vücudu­nun gelişimiyle uyum içinde olmak zorunda­dır. Başlangıçta çocuğun midesi Öylesine has­sastır ki, onun için çok hafif süt gereklidir. İş­te bu yüzden anne sütü, diğer hayvanlar için­de bile başlangıç için oldukça yumuşaktır. Fakat zamanla çocuk büyür ve midesi güçle­nir, anne sütü yavaş yavaş koyulaşır; bebek­lik dönemi bitip, midesi normal besinleri sin­direcek kadar gelişince annenin memeleri ku­rur. Bu, çocuğun artık anne sütüne ihtiyacı olmadığını ve diğer gıdaları yiyebileceğini gösteren İlâhî işarettir: "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." (46: 15).

Yine, annenin fıtratına yerleştirilen ilâhi prensibi düşünün. Çocuklarına gösterdiği sevgi, bir insanın gösterebileceği duyguların en asilidir.

Anne, çocuğu büyüyünceye kadar kendisi için değil, onun için yaşar. Çocuğu uğrunda yapamayacağı fedakârlık yoktur. Çocuğuna duyduğu sevgi, kendisine duyduğu sevgiden çok daha büyüktür. Anne fedakârlığının ör­nekleri çoktur ve kimsede şaşkınlık uyandır­maz.

Bu ilâhi sistem üzerinde biraz derin düşünün! Çocuk büyüdükçe, annenin çocuğuna olan sevgisi gayriihtiyarî yavaş yavaş azalır. Bir zaman gelir, diğer canlılar arasında olduğu gibi bu sevgi tamamen ölmediği halde, eski sıcaklığında önemli bir azalma olur. Bu niçin böyledir? Niçin çocuk doğduğu an bu sevgi aniden yükselir ve niçin yavaş yavaş azalır? Çünkü ilâhî prensibin, varlığının şartının işle­yişi böyledir. Allah'ın takdiri, çocuğun yardı­ma ihtiyacının bulunduğu merhalede başkala­rı tarafından beslenmesini gerektirir. Dolayı­sıyla, çocuğa yardım hissi annenin gönlüne yerleştirilmiştir. Çocuğun anne bakımına ihti­yacı kalmadığı zaman, annedeki itina azal­mıştır zaten. Aslında bu titizliğin devamı an­nede gereksiz gerilime yolaçar ve çocuğun gelişimini engeller. Çocuğun sadece bebeklik döneminde müşfik bakıma ihtiyacı vardır. Bu yüzden bu dönemde anne sevgisi şiddetlidir. Fakat çocuk zamanla geliştikçe, her türlü yar­dıma olan ihtiyacı azalır. Hiç şüphe yok, an­nenin sevgisi yetişkin çocuklarına karşı de­vam eder. Fakat bu sadece sosyal bir değer­dir. Bu sevgi, bebeğe olan itinadan farklıdır.

Bununla beraber, çocuğun bakımı ile diğer canlılardaki yavrunun bakımı arasında farklı-lık'vadır. Meselâ yumurtadan çıkan bir civci­vin tabiatı, süt emmeye ihtiyaç duyan bir be-beğinkinden farklıdır. Daha başlangıçta normal veya basit besinleri yiyebilir. Bu besini nasıl temin edeceğini gösterecek biri hazırdır. Dikkat edilirse, civciv yumurtadan çıkınca yiyecek bulmaya çalışır ve annesi ona yiye­ceği nasıl toplayacağını gösterir. Bazen ana tavuk, kendi ağzında yumuşattığı yiyeceği yavrusunun ağzına koyar.

 

Ruhî Ve Aklî Donanım

 

Bu ilâhî manzaranın dış yönünden daha il­ginç olanı, iç yönüdür. Eğer canlılar, hayatın maddî yönünde buldukları levazımı en uygun şekilde kullanarak iç yeteneklerle donatılmış olmasalardı, bu levazımın onlar için bir Öne­mi de olmazdı. Hayatın iç ve dış yönü öylesi­ne ayarlanmıştır ki, hayatın maddî tedariki ile uyum içindedirler. Varlığının devamı için ge­rekli şartlara tabiatı uymayan hiçbir canlı yoktur.

Bu bağlamda gözönüne aldığımız hayatın gerçeklerinden ikisi vardır ki, Önemlerinden dolayı Kur1 ân tekrar ve tekrar insanın dikka­tini çekmektedir. Bunlardan biri takdir, diğe­ri hidayettir.

 

Takdir

 

Takdîrin anlamı, ister nicel İster nitel olsun herşeye bir rol tayin etmektir. Dolayısıyla her nesnenin, tabiatının gerektirdiği dış ve iç şartlarla sınırlandırıldığını ve bu şartların bü­yüme ve gelişme talepleriyle tam bir uyum içinde olduğunu görürüz: "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (25: 2).

Niçin her nesne kendisine en uygun çevrede gelişir? Niçin her yaratık, hem iç hem dış yö­nü itibariyle bulunduğu çevrenin yapısıyla uyum içindedir? Bütün bunlar her nesne için takdir edilenden veya herşeyi bilen ve herşe­ye gücü yeten Allah'ın her nesne için tesbit ettiği hayat şartlarından dolayıdır. Takdir ka­nunu sadece hayvan veya mineral dünyasına Özgü değildir, kâinattaki herşey için geçerli-

dir. Hatta gezegenler âlemi bu takdir kanunu­na bağımlı tutulmuştur. "Güneş de kendi müstekarrı (karar bulacağı yer veya karar bulması) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allâh)ın takdiridir.

Bu bir arada bulunabilme kanunu dolayısıy-ladır ki, yaşayan her nesne devamı ve geliş­mesi için gerekli herşeyi çevresinde bulmak­tadır. Uçan kuşun, yüzen balığın, yürüyen dört ayaklının ve sürüngenin, yaşadıkları or­tamlara uygun veya bu ortamların gerektirdi­ği birer vücudu vardır. Balık kuru bir yerde yaşayamaz, çünkü kuruluk onun hayatiyetine uygun değildir. Belli bir çevrede doğan bir canlı başka bir ortama göç ederse, hayat ka­nunuyla, takdir kanunuyla çelişkiye düşer. Ya artık yaşayamaz, ya da yeni çevresinin karakterine uygun yeni bir yapı geliştirerek varolmaya devam eder.

Her türün belirli bir çevreye mahsus bir yapı­sı vardır. Soğuk iklimde yaşayan bir canlının başka bir iklimde hayat sürmesi güçleşir. Ay­nı durum sıcak iklimde yaşayanlar için de ge­çerlidir. Kuzey Kutbu'nda yaşayan bir canlı­ya, kolay kolay ekvatorda rastlamayız. Sıcak bölge hayvanları, soğuk bölgede bulunmaz.

 

Hidayet

 

Hidayet, "yol göstermek, bir yol boyunca yönlendirmek, rehberlik etmek" anlamlarına gelir. Daha ileride ayrıntılı olarak izah edile­cek değişik şekilleri mevcuttur. Burada hida­yetin sadece bir sistem dahilindeki şekline dikkat çekilecektir. Hidayetin bu şekli, yara­tılan her nesne İçin uygun beslenme yollarını açmakta, hayat boyunca ilerlemesine yardım etmekte ve taleplerini harekete geçirerek, onu tatmin edici vasıtalara yönlendirmektedir. Bu tabiî yöneliş, gerçekten Rabbanî bir hidayet­tir. Rabbani hidayeti olmasaydı, hiç bîr varlık çevresindeki maişet ve inkişaf unsurlarından faydalanamayacaktı, daha da ötesi, hayatın kendisi faaliyetlerini ortaya koymaktan alıko-nacaktı.

Peki bu rabbanî hidayet veya İlâhi hikmet ne zaman oluşur? Kur'ân bunun yaratılıştaki in­siyaki içgüdü veya idrakteki mevcut yetenek olduğunu ifade etmektedir. Bu, ilk bakışta Allah'ın, önce bir güdü biçimini alan ve daha sonra idrak olarak işleyen yönlendirmesidir. Sevk-i tabiî ve idrak, hidayetin üzerine aldığı iki şekildir.

Sevk-i tabiî, mevcut çevrede kendi içgüdü­süyle yaşama vasıtasına doğru harekete geçi­rilen bir şeyin iç kuvvetidir. Dıştan gelen bir yönlendirmeye veya yardıma ihtiyacı yoktur. Bir insan veya hayvan dünyaya geldiğinde, ana rahminden çıkar çıkmaz, hayat kaynağı­nın annesinin memelerinde olduğunu insiyaki olarak hisseder ve derhal onlara yönelir. An­nesinin meme uçlarına dokunduğunda, he­men emme işlemi başlar. Sık sık kedi yavru­larının, doğduktan hemen sonra, daha gözle­rini açmadan anneleri tarafından yalandıkları­nı, kendilerini annelerinin memelerine doğru yönelttiklerini görürüz. Henüz dünyaya gel­miş ve hiçbir dış kuvvetin etkisine girmemiş bir bebeğin, annesinin memelerinin gıda de­posu olduğunu nasıl farkettiğini ve onlara ağ­zını nasıl uzattığını düşününüz. Böyle besle­nebileceği âdeta bir melek tarafından kulak­larına fısıldanmaktadır. Elbette ki, bu bir sevk-i tabiîdir. Yavru, kendi duyumlanyla yönelmeden önce içgüdüsü ona yol gösterir.

Evinizde bir kedi besliyorsanız, hamilelik dö­neminde neler yaptığına dikkat ediniz. İlk de­fa hamile kaldığını farzediniz. Doğum vakti­nin yaklaştığını hissedince, doğacak yavrula­rının emniyette olacağı bir yer aramaya baş­lar. Uygun bir yer bulabilmek için evin her köşesini dolaşır. Bir yerde yavrularını doğur­duktan sonra, onların emniyetiyle ilgili içini endişe kaplar. Öyle ki yavrularının yerini sü­rekli değiştirir. Kediyi, doğacak yavruları için emniyet ortamı aramaya sevkeden nedir? Veya onların güvenliğe ihtiyaçları olduğunu ona aşılayan kimdir? Yavruları doğduğu an, düşmanları erkek kedinin etrafta dolaştığı, onları avlamak için fırsat kolladığı ve zaman zaman onların emniyet ortamlarım değiştir­mesi gerektiğini hissettiren nedir? Açıkça bu bir hidayet, yani ilâhi rububiyetin kedide meydana getirdiği sevk-i ilâhîdir. Yaşayan her varlıkta, hayat yolunu ve geçimini bulma­sı İçin bu içgüdü mevcuttur.

Bu rehberlik manzarasında bir sonraki safha, duyu ve muhakeme melekeleridir. Hayvanlar, akletmelerini ve düşünmelerini sağlayacak zekaya sahip olmadıkları halde, kendilerine mahsus hayat ortamlarında ihtiyaçlarını kar­şılayacak kadar duyu yeteneğine sahiptirler. Bu yetenekleri sayesinde hayat şartlarım; ba­rınma, beslenme, üreme ve emniyet İhtiyaçla­rını karşılar ve düzenlerler. Fakat bu yetenek hepsinde aynı değildir. Hepsine İhtiyaçları oranında verilmiştir. Karıncada koku duyusu çok hassastır; bu algı sayesinde besinini top­layabilmektedir. Kartal veya akbabada görme duyusu çok keskindir, diğer birçok kuş ise avını yukardan tesbit edemez. Hayvanlarda bu yeteneğin doğuştan mı varolduğu, yoksa ihtiyaçlarına göre zamanla mı geliştiğini araştırmak gereksizdir. Onlardaki bu yetene­ğin fıtratın bir hediyesi olduğunu, büyüme ve gelişme kanununun, bu fıtrat ile sabitleştiri-len bir kanun olduğunu bilmek yeterlidir.

Kısacası, Kur'ân'ın vahiy veya ilâhi rububi-yetin harekete geçirdiği ilham diye tarif ettiği eşyanın tabiatı budur. Arapça'da vahiy, "sez­gi, iç hareket, ilham" demektir. Gerçekte her yaratığa kendi hayat yolunu sunan Allah'ın bir nevi ilhamıdır: "Rabb'in bal ansına şöyle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurduk­ları çardaklardan evler edin!" (16: 68).

Hz. Musa, Firavun'un bir sorusuna cevap ve­rirken dikkati rububiyetin bu emrine çekmek­tedir: "Firavun sordu: 'Kimdir şu sizin Rab-biniz?' Musa: 'Rabb'imiz, var olan her şeye uygun şeklini ve niteliğini veren, sonra da yolunu gösterendir!' karşılığını verdi." (20: 49-50).

Aşağıdaki ayette, hayatın kolaylaştırılm asın­dan bahisle, rububiyetin yol göstericiliğine işaret edilmektedir: "Allah onu neden yarattı? Bİr damla tohumdan. Onu yarattı ve tavırdan tavıra geçirerek en güzel biçimi verdi. Sonra ona doğru yolu kolaylaştırdı." (80: 18-20).

Bu "yolun kolaylaştırılması", her nesneye ve­rilen içgüdünün yönlendirmesiyledir. Fıtratın bu yönlendirmesi olmasaydı, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz vasıtaları elde etmemiz mümkün olmayacaktı

Bundan sonraki Kur'ân-ı Kerîm'in yaratma sürecindeki dört safhadan bahsettiğini göre­ceğiz. Bunlar, tahlile (var etme, meydana ge­tirme), tesviye (uygun bir biçim verme), tak­dir (özel bir rol tayin etme) ve hidayet (reh­berlik, yol gösterme)tir:

"Rabb'inin yüce ismini teşbih et (O'nun ek­sikliklerden uzak olduğunu an). O (Rab) ki (her şeyi) yaratıyor ve yarattığına düzen veri­yor. O (Rab) kî her varlığı, ölçü içinde tasar­layıp gayesine yöneltiyor." (87: 1-3).

 

Rububiyetin Delili

 

Kur'ân-ı Kerîm nerede Allah'ın varlığından, birliğinden ve sıfatlarından bahsederse, kâinatta var olan hayat düzeninden onun deli­lini de göstermektedir. Kur'ân'ın anlatış me­todunu farkhlaştıran, kıyasa dayalı çıkarım­dır. Fakat bu metodun herhangi bir yorumu yapılmadan Önce, onun dayandığı bazı temel­leri açıklamak gerekir. Kur'ân'ın sunuş üslu­bunun bu yönü, çeşitli sebeplerden dolayı geçmişte büyük ölçüde ihmal edilmiştir ve yeniden ortaya çıkarılmaya ihtiyaç duymak­tadır.

 

Aklın Kullanılması

 

Kur'ân'ın kullandığı anlatış üslûbunun en önemli özelliği, akla başvurmasıdır. Kur'ân, hayatın dış ve iç tecrübeleri üzerinde düşün­menin, geçerli sonuçlar çıkarmanın, aklın ve ezginin kullanılmasının ve doğruyu araştır-lanın önemini tekrar ve tekrar vurgulamak-ıdır. Kur'ân'da insana düşünmesini öğütlen-ıeyen hiçbir bölüm yoktur. "Yeryüzünde ke-in inanç sahipleri için birçok deliller vardır, izin kendinizde de. Artık görmeyecek misi-iz?" (51: 20-21).

lur'ân, insanın akıl ve sezgiyle donatıldığını e bu yeteneklerini uygun bir şekilde kullan-ıaktan sorumlu tutulduğunu söylemektedir: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düş­te. Çünkü kulak, göz ve kalb; bunların her iri ondan sorumludur." (17: 36).

erde, gökte ne varsa ve hayatın insanlara ınduğu her şeyde insan için derin anlam ifa-; eden âyetlerin olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de k sık belirtilmektedir; yeter ki insan bakma-ı, düşünmeye özen göstersin: "Göklerde ve ^rde nice deliller vardır ki onların yanından izlerini çevirerek geçerler." (12: 105).

 

Yaratılış Düzeni

 

İnsanın, kâinatın işleyişi üzerinde düşündüğü man bulduğu gerçek nedir? Kur'ân, onun rafını saran ilk düşüncenin, hayatın evren-1 bir kanunu olduğunu, bu kanunun bütün rlıkları birbirine bağladığı Tahlik bi'l-Hak ni hak ile yaratma olduğunu söyler, ünataki herşey öyle düzenli yaratılmıştır ki, dİerine hayatın bir tek ilkesi altında bağ­ır ve her şey özel bir gaye için bu düzene gun hâle getirilmiştir. Hiç bir şey boşuna ratıİmamıştır. Bütün kâinatın belirli bir he-fi vardır: "Allah, gökleri ve yeri hak ile ya­tı. Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret rdır." (29: 44).

-i İmrân sûresinde çok iyi bilinen bir âyette /le buyurulmaktadır: "Onlar, ayakta iken, ırurken ya da yatarken Allah'ı anarlar; gök-in ve yerin yaratılışı hakkında derin derin jünürler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna atmadın; Seni her türlü eksikliklerden ten-ederiz; bizi ateşin azabından koru!' (derler)." (3: 191).

Bir başka yerde, Tahlik bîl-bâtıl, Taîa'ub'un veya sadece eğlenmenin eşanlamlısı olarak kullanılmıştır: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlence olsun diye ya­ratmadık! Onları sadece gerçek bir sebeple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Ama onların çoğu bunu bilmezler." (44: 38-39).

Yukarıda geçen Tahlik bi'İ-bâtıl ifadesinin izahını Kur'ân birkaç yerde vermektedir. Meselâ, bir yerde bu ifadenin yaptığı çağrışı­ma dikkat çekmektedir; her varlığın hayat için bir değere sahip olduğu ve tabiatın haya­tın devamlılığını sağlayacak şekilde donatıl­dığı bildirilmektedir. "Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneşi ve ayı buyruğu altına aldı. Her biri belli belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır." (39: 5).

Bir başka yerde, güneş sisteminin hayat bah-şedici işleyişine dikkat çekilirken Tahlik bi'l-Hak kavramı kullanılmıştır: "Güneşi ışık, ay'ı nur yapan, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) ko-naklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarın­ca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır. (10: 5).

Yİne bir başka yerde aynı kavram, tabiatın güzelliği veya kâinatın sinesinde işlemekte olan bir güzellik ve denge kanununun var ol­duğu anlamında kullanılmıştır: "Gökleri ve yeri hak (hikmet) ile yarattı, sizi şekillendir­di, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O'nadır." (64:3).

Aynı şekilde, Kur'ân Tahlik bil-Hak kavra­mının imâ ettiği sebeplilik ilkesinden bahset­mektedir. Dünyadaki her şeyin, hayatta yeri­ne getireceği işleve uygun bir yeteneği vardır ve bu rolüne has sonuçlar vermek zorundadır. Onlardaki bu yetenekler, nitelikler ve çıkar­dıkları sonuçlar sabittir. Fiillerimizin iyi veya kötü oluşlarına göre, benzer sonuçlar doğurmayayacağını nasıl bekleriz? Herşeyde iyi ve kötü ayırımını yapan tabiat kanunu insanın fi­leri sahasında işlemeyebilir mi? "Yoksa kötü-Kjlderi işleyenler, kendilerini, iman edip iyi anael-i sâlih işleyenler gibi yapacağımızı mı sanıyorlar? Hayatlarını ve ölümlerini bir mi tutacağız? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gökleri ve yeri gerçek olarak yarattı; tâ ki her kes kazandığının karşılığını görsün. Onlar hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklar.'1 (45: 21-20).

Bundan sonraki veya âhiret hayatı da, aynı Jahlik bi'l-Hak kuralına bağlıdır. Kâinattaki herşey bir gayeye hizmet etmekte veya özel bir hedefe doğru hareket etmektedir. İnsanın hayatının da hizmet edeceği bir gayesi veya yönelmek zorunda olduğu bir hedefi vardır. Bu hedef, ahiretteki hayattır. İnsanın sadece bir müddet yaşaması ve ondan sonra tama­men yok olması için yaratıldığı düşünülemez: "Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki Al­lah, göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulu­nan nerşeyi anca hak ile ve belirtilmiş bir sü­re ile yaratmıştır? İnsanlardan çoğu, Rabble-rine kavuşmayı inkâr etmektedirler." (39: 8).

Kısacası, Kur'ân-ı Kerîm'in temel savunusu şöyledir:

1- Kur'ân'ın indirildiği zaman, her yerde yaygın olan din anlayışı akıldan ziyade sadece inanış temellerine dayanıyordu. Diğer yandan Kur'ân, dini aklî temellere dayandırmak için geldi.

2- Kur'ân'ın en büyük müracaat vasıtası akıl ve düşünme melekesidir. Herkesi yaratılış dünyası üzerinde düşünmeye davet et­mektedir.

3- Kur’an, Tahlik bi'l-Hak'm sırrının, yaratı­lışın İncelenmesiyle açığa çıkacağını söy­lemektedir. Dolayısıyla insana, yaratılmış her şeyin mutlaka bir gayeye hizmet etti­ğini ve her şeyin tek bir bütün içinde ken­disine uygun bir yeri işgal ettiğine dikkat etmesi çağrısında bulunmaktadır. Bir dizi evrensel gayeye hizmet eden belirli bir sistem içinde herşey, bir diğeriyle bağlan­tılıdır ve kendine has yollar takip etmek­tedir.

4- Yine Kur'ân bildiriyor ki, insan bu gaye­ler üzerinde düşünürse, hakikate giden yol kendiliğinden açılacak ve onu her tür­lü shabit fikirlikter, cehaletten, zihnî ve manevî körlükten oluşan endişeden sıyı-racaktır.

 

Rubûbiyetin Delilleri

 

Kâinata yön veren ilâhî sıfatlar arasında, Kur'ân'ın Allah'ın birliğini göstermek için delil olarak en çok kullandığı rubûbiyettir. Kâinatın işleyişi kendini öyle bir şekilde dü­zenlemelidir ki, ondaki her unsur her durum ve şart altında hayata katkıda bulunur. Kur'ân, bu gerçek karşısında insanda insiyakı olarak şu düşüncenin hasıl olması gerektiğini belirtmektedir: Bütün kâinata hayat bahşe­den, onu sürekli gözeten bir varlık vardır. Bu varlık kaçınılmaz olarak bazı özel sıfatlara sahiptir. Bu sıfatları sayesinde, mükemmel varlık makinesi sürekli olarak işlemektedir.

Kur'ân şöyle sormaktadır: İnsanın içgüdüsü onu, bütün bu varlık mekanizmasının kendi kendine meydana geldiğine ve bir amacının olmadığına inanmaya sevkedebilir mi? Başlı başına Allah'ın elinin delili olan bu varlık makinesinin, O'na yönelik bir gayesinin ol­maması mümkün müdür? Kendi iradesi ve zekâsı olmayan bu hayat düzeneği varlığını kör ve sağır bir tabiata, cansız bir maddeye veya küçücük bir elektrona borçlu olabilir mi?

Öyle inanılırsa sonuç bu olur. Her yerde Al­lah'ın fiili varken, bu fiilin arkasında bir âmilin olmadığına; her yerde lütuf olduğu halde, bu lütfü tevzi eden bir varlığın olmadı­ğına. Kısacası, herşey olduğu halde hiçbir şe­yin olmadığına... İnsanın tabiatı, bir fail ol­madan bir fiilin asla olamayacağına, bir ida­reci olmadan bir düzenin, bir planlayıcı ol­madan bir planın, bir inşaatçı olmadan bir ya-binanin ve bir çizimci olmadan bir motifin olamayacağına inanmaya yatkındır. İçindeki ses ona bütün bunların gerçekleşemeyeceği­ni söyler. İnsanın fıtratı bu gerçeği doğrula­yacak şekilde yaratılmıştır. Onda inkâra veya şüpheye yer yoktur.

Kur'ân, kâinatın işleyişi üzerinde düşündüğü halde, kaadir olan Allah'ın varlığını inkâr et­mesinin insanın tabiatına aykırı olduğuna İşa­ret etmektedir. Kur'ân, insanın umusamazlı-ğın ve haddini bilmezliğin etkisi altında her-şeyi inkâr edebileceğini, ancak kendi fıtratını inkâr etmesinin mümkün olmadığını belirt­mektedir. İnsan, çevresine bakıp, rubûbiyetin her tarafta işleyiş hâlinde olduğunu gördü­ğünde, onun fıtratı, gözlemlediği şeyin rububiyet olmadan var olamayacağını haykırır.

Kur'ân'ın kullandığı anlatış üslubu ön kabul. ler veya zihnî tavırlar sunmaz ve delilini bun. lara dayandırmaz. Diğer yandan insanın fıtri yapısına ve istidatlarına başvurur. Kur'ân Allah'ın varlığının insanın fıtratı tarafından hissedildiğine işaret etmektedir. Bir insan ka­yıtsızlık sonucu bu hislerini inkâr ederse, bu kayıtsızlığına karşı uyarılmalıdır. Fakat bu ikâz üslubu tamamen zihnî nitelikte olmama­lıdır. İnsanın kalbine dokunulmak ve öylelik­le vicdanı uyarılmalıdır. Bu yapıldı mı, artık onu ikna edecek delile gerek yoktur. Bu ona tabiî gelecektir. İşte bu yüzden Kur'ân insa-mn kendi nefsini ona bir delil olarak göster­mektedir: "Doğrusu insan kendi nefsini gö­rür." (75: 14).

Bu yüzden Kur'ân sık sık insanın fıtratına seslenmekte ve onun derinliklerinden bir ce­vap beklemektedir: "De ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o ku-lak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (Onları yaratıp yöneten kimdir?) Ölüden diriyi, diri­den ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kâinatı yönetiyor)?' 'Allah!' diye­cekler. De ki: 'O halde (O'nun azabından) ko­runmuyor musunuz?1 İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Gerçeğin Ötesinde sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklı­ğa) döndürülüyorsunuz?" (10: 31-32).

Daha sonra Kur'ân şöyle sormaktadır: "De ki: 'Hamd olsun Allah'a, selâm O'nun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa ortak koş­tukları şeyler mi? Yahut gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten su indirdi de onunla sizin bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdik? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onlar (haktan) sapan bir kavimdir. Yahut şu dünyâyı durulacak yer yapan, arasından ırmaklar çıkaran, üstünde sağlam dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır çokları bilmiyorlar. Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden) kaldırıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka j,ir tanrı mı var? Ne de az düşünüyorsunuz? yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen kim? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hâşâ, Allah onların ortak koştukları şeylerden çok yüce­dir, münezzehtir. (O, eksikliklerden uzaktır). Yahut yaratmaya kim başlıyor, sonra onu (kim) iade ediyor (Ölüp ortadan kalkan şeyle­ri yeniden yaratıyor)? Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? De ki: 'Eğer doğru iseniz delilinizi getirin." (27: 59-64).

Buradaki soruların herbiri başlıbaşına kesin birer delildir; her birinin tek bir cevabı olup bunu da insanın fıtratı verir. Geçmişte âlimlerimiz bu hususu gözden kaçırmışlardır. Kur'ân'ın sunuş üslubunu anlamada hataya düşmüşler ve sonuç olarak zorlama kavram­ların arasında kaybolmuşlardır.

Kur'ân, deliline temel olarak birçok kez, tabi­atta her nesneye sağlanan hayat vasıtalarına, hayat sisteminin değişik veçhelerine ve geliş­me şekline değinmektedir: "İnsan (şu) yiye­ceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik dâne(ler), üzüm(ler), yonca(lar), zey­tinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyva(lar) ve çayır(lar). Sizin ve hayvanları­nızın geçimi için." (80: 24-32).

Buradaki "insan bir baksın" ifadesi tefekkü­rün ana noktasını oluşturmaktadır. Umursa­maz bir kimse hayatın gerçekleriyle yüzyüze gelmekten kaçabilir, fakat bu gerçekler kuşa-tıcılıklan ve evrensellikleri ile her köşe ba-Şinda karşısına çıkacaktır. İnsan gözlerini dünyadaki herşeye kapatabilir; fakat geçimi !çin kullandıklarına kapatamaz. Önünde du­ran yiyeceğe baksın. Meselâ bir buğday dânesine. Onu elinin içine alsın ve bu hale gelinceye kadar geçirdiği aşamaları düşün­sün. Şimdiki biçimini kazanan bu zayıf dânenin, büyürken tabiattaki bu hayat teşkilatından etkilenmemiş olması mümkün müdür? Böyle bir düzenli işbirliği sistemi faaliyettey­ken, onun işleyişini yönlendiren bir düzen koyucunun olmadığı söylenebilir mi?

Nahl sûresinde delil bir başka biçimde su­nulmaktadır: "Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınların­dan, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan ara­sından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz. Hurma ağaçlarının mey-valarından ve üzümlerinden de içki ve güzel rızık elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın büyüklüğü­ne) işaret vardır. Rabb'in bal arısına şöylle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurduk­ları çardaklardan evler edin! Sonra her çeşit meyvalardan ye de Rabb'inİn yollarında bo­yun eğerek yürü!' Onun karınlarından, renk­leri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insan­lara şifâ vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir millet için (Allah'ın büyüklüğüne) işaret var­dır." (16: 66-69).

Kur'ân, yaratıcının varlığına delil olarak ya­ratılış dünyasından bahsederken, aynı zaman­da kâinatta mevcut hayat ve gelişme düzeni­ne de dikkat çeker. Bunu yapmaktaki amaç, hâkim ve üstün bir irade sahibi olanın varlığı­na sâdece delil olsun diye olmayıp, O'nun koyduğu nizamın kusursuz ve eksiksiz oldu­ğunu ifade etmek içindir.

Daha açık deliller sunulabilir. Dünyada her şeyin geçime ihtiyacı olduğunu ve bu geçi­min karşılandığını görüyoruz. Şüphesiz bunu sağlayabilecek biri olmalıdır. Fakat bu kim olabilir? Şüphesiz kendisi geçime ihtiyacı olan biri değil. Bu delillendirine metodunun kullanıldığı aşağıdaki ayetleri okuyalım: "Ek­tiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsu­nuz, yoksa bitirenler biz miyiz? Dileseydik, onu çer-çöp hâline getirirdik de, şaşar kalırdı­nız. 'Doğrusu çok zarara uğradık, hatta büs­bütün mahrum olduk!1 derdiniz. İçtiğiniz su­ya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdi­niz, yoksa indirenler biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi? Şu tutuşturduğunuz ateşi, onun ağacım siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan Biz mi­yiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçen­lerin istifadesi için yarattık." (56: 63-73).

 

İlâhî Birliğin Delili Olarak Rabbânî Nizam

 

Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm ilâhî birlik için kullandığı delili, kâinattaki hayat nizamı­na dayandırmaktadır: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) konmasınız. O (Rabb) ki, yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın." (2: 21-22) "Ey İnsanlar! Allah'ın size olan nimetini ha­tırlayın. Gökten ve yerden rızkınızı sağlayan Allah'tan başka bir yaratan mı var?! O'ndan başka ilâh yoktur! O hâlde niçin O'ndan dön­dürülüyorsunuz?" (35: 3).

 

İlâhî Vahyin Delili Olarak Rabbânî Nizam

 

Aynı şekilde Kur'ân, ilâhi rubûbiyet düzenin­den insan hayatında faaliyet gösteren iyilik ve kötülik ilkesini ve ilâhi vahye delil olacak sonuçları çıkarmaktadır. Bütün yaratıkların hayatlarının devamı için geçimlerini temin eden âlemlerin Rabb'inin, insanların manevî ihtiyaçlarını karşılayan bir hayat kanununu veya sistemini oluşturmadığı düşünülemez. Maddî hayat sahasında olduğu gibi, insanın manevî hayatım tatmin etmek için bir sistem indirilmiştir; bu ilâhi vahyin getirdiği kanun­dur. "Kitab'ın indirilmesi, o üstün, hikmet sa­hibi Allah tarafındandır. Şüphesiz göklerde ve yerde, inananlar için ibretler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (yeryüzünde) yaymakta ol­duğu canlılarda, kesin olarak inananlar için âyetler (işaretler) vardır. Gecenin ve gündü­zün değişmesinde, Allah'ın gökten rızık (se­bebi) indirip onunla ölümünden sonra yeri di­riltmesinde, rüzgârları estirmesinde aklını kullanan bir toplum için işaretler vardır. İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Bunları sana (ta­şıdıkları) gerçek ile okuyoruz. Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inana­caklar?" (45: 1-6).

Kur'ân, vahye şüphe ile bakanlardan muhak­kak ki haberdardır: "Allah'ı gereği gibi tanı­yamadılar. Çünkü 'Allah, hiç bir beşere bir şey indirmedi1 dediler..." (6: 91).

Bu durumda Kur'ân, insanın maddî ihtiyaçla­rının düzenli bir şekilde karşılandığı gibi in­sanın manevî ihtiyaçlarını karşılayan bir sis­temin olduğunu dolaylı birbiçimde anlatmak için maddî dünya benzetmesini kullanmakta­dır. "Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O halde nasıl (yalnız O'na inanmaktan) çevriliyorsunuz? Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur.Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin bilinmesi için) birer hesap (Ölçü­sü) yapmıştır. Bu, o üstün ve bilen (Allah)ın takdiridir. O'dur ki karanın ve denizin karan­lıklarında yolu bulmanız için size yıldızları yarattı. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık. O dur ki sizi tek nefisten inşâ etti. Sizin için bir kalış ve bir emanet olarak konuluş yeri ve süresi var­dır." (6: 95-98).

 

Âhiret Hayatının Delili Olarak Rabbânî Nizam

 

Benzer şekilde Kur'ân-ı Kerîm, âhiret hayatı için delilini hâdiseler dünyasındaki İlâhî rubûbiyetin olağan sistemi ve görünür yanıy­la mukayese temeline oturtur. Kılı kırk yaran bir titizlikle yaratılan her şeyin daima hizmet edeceği bir gayesi vardır. Aynı titizlikle yer­yüzündeki yaratıkların en mükemmeli olarak yaratılan ve ihtiyaçları aynı titizlikle karşıla­nan insan gibi bir varlığın, bir süre yeryüzün­de dolaşması ve daha sonra sonsuza kadar kaybolması için varolduğu düşünülemez. Herşeyi bir amaç İçin yaratmış olan Allah Teâlâ, yaratıkların en mükemmelim boş yere yaratmış olamaz. "Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah, pek yücedir. O'ndan başka ilâh yoktur. O, yüce ve şerefli Arşm sahibidir." (23: 115-116).

Şimdiye kadar dikkatimizi Kur'ân'm sâde Üs­lubuna yönelttik. Bununla beraber, ilim diliy­le söylenebilir ki, insan, yeryüzündeki tekâmül zincirinin en son ve en asil halkası­dır. Bilime göre, yeryüzünde ilk hayat belirti­lerinin görüldüğü zamanlara kadar gidilirse, hayatın, insanı amaçlayan ve onda mükem­melliğe erişen çok uzun bir gelişme süreci geçirdiği görülür. Başka bir ifadeyle, kâinatın insana zemin hazırlaması milyarlarca yılı al­mıştır. Bu olaylar zincirini gözümüzün önüne getirmeye çalışalım: Dünya gezegeninin gü­neşten kopan bir parça olduğunu, soğuması için geçirdiği uzun dönemi ve orada hayata müsait bir ortamın hazır hâle geldiğini. İlk hayat hücresi olan protoplazmanm oluşması­na, oradan insanın yaratılmasına kadar ne ka­dar süre geçtiğini kim bilebilir? Ve daha son­ra kültür dünyasında insanın kendisine gerek­li olan zekânın verilmesi işinin ne kadar sür­düğünü kim bilebilir? Bilim diline göre, yer­yüzünün şekillenişinden sonra insanın geliş­mesi için çok uzun zaman geçtiğini söylersek yanlış olmaz.

Burada hemen şu soru akla gelebilir: Yaratılı­şında büyük ihtimam ve uzun bir zaman sar-fedilen bir nesne, yeryüzünde sadece yemek, içmek ve sonra ebediyyen yok olmak için mİ vardır?

Buna benzer bir başka soru daha sorulabilir:

Madem ki insanın hayatı geçmişte sonsuz de­ğişime tâbi tutulmuş -her zaman daha üst se­viyede bir konuma erişmek için gelecekte de aynı işlemin devamını neden beklemiyoruz? Bu süreç içinde, geçmişte bir hayat merhale­sinin bitip diğerini başarıyla başlatması bizi şaşırtmazken, insanın daha yüksek bir form oluşturmak için öldüğü söylendiğinde niçin şüpheyle karşılıyoruz? 'insan başı boş bırakı­lacağını, sorumlu tutulmayacağını mı sanır? O, ana rahmine atılan bir damla tohum değil miydi? Sonra yapışkan bir maddeye dönüştü, ardından da Allah onu yaratıp biçimlerin en güzelini verdi." (75; 36-38).

Zâriyaî sûresi başlıbaşma hesap yani din ko­nusu veya bu dünyadaki amellere göre ahiret-te alınacak karşılık konusuna tahsis edilmiş­tir: Sûrenin ilk âyetleri, "Andolsun" diye baş­lamaktadır, "size va'dedilen mutlaka doğru­dur." Rububiyetin tabiattaki İşlevine değini­lerek bu konu daha iyi vurgulanmıştır: "Sa­vurup kaldıranlara (esip bulutları, tozlan kal­dıran rüzgârlara, yanardağlardan lâvlar püs­kürten tabiat kuvvetlerine, yaratıkları savuran meleklere). (Yağmur) yük(üy)le yüklü (bu-lut)lara, kolayca akıp giden (gemilere, rüzgârlara yörüngelerinde dönüp seyreden gezegen)lere, iş(ler)i taksim edenlere (nzıkla-rı, yağmurları dağıtan güçlere) andolsun ki, va'dolunduğunuz şeyler elbette yerine gele­cek; ceza ve mükâfat da mutlaka gerçekleşe­cektir!" (51: 1-6).

Bu iddia, hayatın gerçekleri delil gösterilerek desteklenmiş ve 23. âyet ile konu pekiştiril­miştir: "Yeryüzünde kesin inanç sahipleri için birçok deliller vardır. Sizin kendinizde de. Artık görmeyecek misiniz? Gökte de de rızkınız ve va'dedildiğiniz şey var. Gök ve yerin Rabbi hakkı için, muhakkak bu, bir ger­çektir; sizin konuşmanızın bir gerçek olduğu kadar." (51: 20-23).

İfade çarpıcıdır ve bu dünyadaki rızkın Allah tarafından karşılandığı gibi, âhirette her fiilin karşılığının Allah tarafından verileceğini belirtmektedir.

Kur'ân'ın, doğrularını savunmak İçin takip et­tiği üslup, karmaşık delillendirme içeren bir mantık değildir. Bilâkis, açık ve doğrudan bir çağrısı vardır. Sorduğu sorular uygun cevap­ları teşvik etmektedir. Aslında verdiği cevap­lar, sorduğu sorular gibi etkileyicidir. Bu yüzden çağrıda bulunurken şu şekilde hitap etmektedir:

"Ey insanlar! Rabbinize kulluk edin!"

"Gerçekten Allah, benim ve sizin Rabbiniz-

dİr, Öyleyse O'na itaat edin!"

"Şüphesiz Allah benim ve sizin Rabbinizdir; o halde O'na itaat edin!"

"Doğrusu bu imanınız bir imandır ve Ben Rabbinizim; Öyleyse itaat edin!"

"De ki: 'Niçin Allah hakkında tartışıyorsu­nuz? O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbi­nizdir?"

Şunu üzülerek belirtmeliyiz ki, Kur'ân'ı tefsir edenler, onun anlatımındaki bu Özelliğe dik­kat etmemişlerdir. Kendilerini diyale.tik tar­tışmaların İçinde kaybederek, Kur'ân'ın doğ­rudan metodunu kavramak ve onu takdir et­mekten uzak kalmışlardır. Sonuçta, Kur'ân'ın ruhu, onlar tarafından yeterince hissettirile-memiştir. (Ebu'l-Kalam Azad, The Tarjuman al-Qur'an, English Translation by Dr. Abdul Latif, Lahore).

 

KISIM 7

 

İlahÎ MERHAMET: RAHMET

 

Rahman Ve Rahîm

 

Rahman ve Rahîm kavramları rahmet keli­mesinden türetilmiştir. Arapça'da rahmet ke­limesi, birini diğerlerine karşı ihsana sevk eden bir duyguyu tanımlamak için kullanılır. Bu terimin muhtevasında sevgi, merhamet, bağışlama ve lütuf nitelikleri vardır.

Rahman ve Rahîm kavramları aynı rahmet kökünden türemelerine rağmen, onun İki ayrı veçhesine işaret etmektedirler. Rahman, rah-met'e sahip olan varlık demektir; ve Rahîm ebedî rahmete sahip olandır, kâinattaki her-şey her an O'nun ihsanından faydalanmakta­dır.

Kur'ân'm bu iki veçheyi birarada hatırlatma­daki amacı, Allah'ın rahmetinin kuşatıcılık niteliğini vurgulamaktır. "Rahmetim ise her-şeyi kaplamıştır." (7: 156).

 

Rahmet

 

Peki Allah'ın rahmeti nedir? Kur'ân, hayatta­ki her güzellik ve mükemmelliğin ilâhî rah­metin bir ifadesi olduğuna işaret etmektedir.

Kâinatın işleyişi ve hareketi üzerinde düşün­düğümüz zaman, bizi ençok etkileyen hakikat onda mevcut olan düzen, rububiyet nizamı­dır. Bu düzen sayesinde hayata başladık: onu biraz yakından tanımaya çalıştığımızda, bu düzenden daha büyük bir hakikatin faaliyette olduğunu ve bu düzenin ona bağlı olduğunu görürüz.

Peki bu düzenin, rububiyetin hedefi nedir? Kâinattaki hayatın nzıklandmlrnasıdır. Fakat rızık bütün hedef değildir. Bundan daha bü­yük bir şey olmalıdır. Rızık her şeyin güzelli­ğini geliştiren bir araçtır. Kâinat hayatında bir tertibin olduğunu görürüz ve bu tertipte bir güzellik vardır. Görünümünde bir güzellik vardır. Sesinde musikî vardır. Kokusu esans kokusudur. Hiçbir parça yoktur ki, bu muaz­zam yapının güzelliğine katkıda bulunmasın. Hayatın bu veçhesi, nizamın (rububiyet) uza­namadığı yerlere uzanır. Bu hakikate Kur'ân-i Kerîm, Allah'ın her iki sıfatı olan Rahman ve Rahîm özelliklerini içeren rahmet sıfatı olarak işaret etmektedir.

 

İlâhî Rahmetin Sonucu Olarak Kâinat Nizâmı

 

Kâinat nizamının işleyişini sağlayan hayat unsurlarının her birine düzenli mükemmelliği sağlayan yetenekler verilmemiş olsaydı, bu hayat unsurları da olmazdı. Peki niçin bu isti­dat? Amaç, yok etmek değil var etmektir, anarşi değil ahenk sağlamaktır. Peki niçin böyle? İnsan zekâsı hayatın bu gerçeği üze­rinde çok düşündü ve akla yatkın bir açıkla­ma bulamadı. Fakat Kur'ân bunun rahmetten ve rahmetin ahenk üretmeyi talep etmesinden dolayı böyle olduğuna işaret etmektedir; öy­le ki kâinatın oluşumunda ve oradaki her nes­nenin İnşasında belirli bir tertip yatmaktadır. Her canlının belirli miktarlarda rızıklandırıl-ması dengenin veya nisbetin işaretidir. Her nesnenin yapısında bir denge vardır. Mükem­melliğe giden her şeyin büyümesinde ve ge­lişmesinde bir denge vardır. Her yaratıcı ha­reketi işaret eden de denge unsurudur.

Fakat kâinatın yapısında niçin böyle bir den­ge veya ahenk mavcuttur? Niçin elementler birbirleriyle belli ölçülerde karıştıkları zaman bu dengeye uymalı veya niçin madde tama­men oranlılık niteliğini göstermeli ve bunu ihlâl etmemeli? İnsan bilgisi buna cevap bul­makta yetersiz kalmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, kâinatı yaratan Allah'ın rahmetinden dolayı bunun böyle olduğunu ve O'nun bu Rah-met'inin ifadesini aradığını, dolayısıyla ifade edilen her şeyin, güzellik, rahmet veya ahen­gin bileşimi olması gerektiğini ifade eder.

Felsefe, tabiattaki içgüdünün, biçimi ve gü­zelliği hedeflediğim söyler. Biçim orantıyı ve güzellik ahengi gerektirir. Bu ikisi hayatın zorlayıcı kanununu meydana getirirler. Peki niçin bu zorlayıcılık? Niçin ahenk de, niçin bunun tersi değil? Felsefe bu tür sorulara ce­vap vermekten uzaktır. Ünlü bir filozof, "ni-çin"in başladığı yerde felsefenin tükendiğini bildirmektedir. Kur'ân ise cevap olarak, bu zorlayıcıhğm, İlâhi Rahmet'ten olduğuna İşa­ret etmektedir. Allah'ın Rahmeti, yaratılan her şeyin iyi ve güzel olmasını dilemekte, o da öyle olmaktadır. Kur'ân şöyle sormakta­dır: "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar ki­mindir?' 'Allah'ındır!' de. O, merhametli ol­mayı üzerine almıştır..." (6: 12). "...Rahme­tim ise herşeyi kuşatır. Onu, kötülükten sakı­nanlara, zekât verecek olanlara ve âyetlerimize devamlı iman edecek olanlara vereceğim." (7: 156).

Kâinatta varolan veya yaratılan herşeyin ke dilerine mahsus niteliklere sahip olduklar ve bu niteliklerin bizim hayatımızın belirli İh' tiyaçlarını karşıladığını görüyoruz. Güneşi ayın, yıldızların, havanın, yağmurun, nehir] ' rin, okyanusların  ve dağların kendilerjn~ mahsus nitelikleri vardır ve bunlar rahatımız katkıda bulunurlar. "Göklerde ve yerde n varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) Sj. ze boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bjr toplum için ibretler vardır." (45: 13). "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su in­dirip onunla size rızık olma üzere türlü ürün­ler çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emri­nize verdi. Güneş ile ay'ı da, ilâhî sünnet ge­reği yörüngelerinde seyreder oldukları halde hizmetinize verdi. Gece ile gündüzü de istifa­denize âmâde kıldı. Ve O size, muhtaç bulu­nup dilediğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, onları saya­mazsınız. İnsan gerçekten çok zâlim, gerçek­ten çok nankördür!" (14: 32-34).

Yeryüzüne bakın! Üstünde meyvalar ve seb­zelerle doludur. Üzerinden ırmaklar akmakta­dır. Derinliklerinden altın ve gümüş çıkmak­tadır. Yüzeyi kıvrım kıvrım olmasına rağmen öylesi bir biçim verilmiştir ki, bize düz bir zeminmiş gibi gözükür: "O'dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada bütün meyvalardan bir çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için âyetler vardır. Arzda birbirine komşu kıt'alar (toprak parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hur­malıklar vardır; bunların hepsi bir su ile sula­nır ama ürün(Ierin)de bunları, birbirinden üs­tün yapıyoruz. Şüphesiz bunda, aklını kulla­nan bir kavim için ayetler vardır." (13: 3-4). "Doğrusu biz sizi yeryüzünde yerleştirdik, onda yaşamak için gerekli herşeyi size ver­dik; ne kadar da az şükrediyorsunuz!" (7: 10).

Aynı şekilde denizlere bir bakın! Üzerinden gemiler akıp gitmektedir, altlarında balıklar yaşamakta ve daha derinlerde mercanlar ve inciler yaratılmıştır: "O, denizi de (hizmetini-xe) râm etti ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan kuşanacağınız süsler çıkarasınız. Gö­rüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp «İtmektedir. (Bütün bunlar) Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz içindir." (16: 14).

Hayvanlar âlemini gözleyin! Yerde dolaşan hayvanlar, havada uçan kuşlar ve denizdeki balıklar hep bizim faydamız içindir: "Hay­vanları da yarattı. Onlarda sizin için ısın-nıa(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok ya­rarlar vadır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer'adan getirdiğiniz sabahle­yin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda si­zin için bir güzellik de vardır. (Onların gidiş gelişleri size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağırlıklarınızı da öyle (uzak) şehirlere taşır­lar kî, (onlar olmasa) canlar(mız), büyük zah­metler çekmeden oraya varamazdınız. Doğ­rusu Rabb'iniz, çok şefkatli, çok merhametli­dir. Binmeniz ve bir de zînet olmak üzere at­ları katırları ve merkepleri de yaratmıştır." (16: 5-8). "Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Onların karınlarından, fers (yan sindi­rilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığı­mız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içîriyo-ruz." (16: 66). "Allah, evlerinizi bir huzur ve dinlenme yeri yaptı; hayvanların derilerinden de, göç ettiğiniz ve konup yerleştiğiniz gün­lerde kolay taşıyabileceğiniz çadırlar meyda­na getirdi; yün, tüy ve kıllarından da, bir sü­reye kadar kullanacağınız giyimlik, ev eşyası ve ticaret malı sağladı." (16: 80).

İnsan, hayatı ne kadar dar ve kültürden yok­sun olsa da, çevresini saran nimetlere karşı duyarsız olamaz. Mütevazi bir orman köylü­sünü düşünün. Kulübesinin önünde otururken çevresinde müşahade ettiği şeyleri yorumla-yamaz belki, ama çevresindeki herşeyin raha­tına katkıda bulunduğunu kesinlikle hisseder. Hastalandığı zaman, iyileşmek İçin çevresin­den topladığı şifalı bitkileri yer. Güneşin sı­caklığını hissettiği zaman ağaç gölgesinde uzanır. Bu serin ortamda dinlenirken çevre­sindeki yeşile ve güzel çiçeklere bakarak gözlerinin dinlendirir. Çevresindeki ağaçlar ona meyvalarını sunar. Kurudukları zaman ona odun temin ederler. Bunları yemek pişir­mek ve başka amaçlar için kullanır: "O ki, yaş ağaçtan sizin için ateş çıkmasını sağladı da, siz onunla ateşinizi yakıp durursunuz." (36: 80).

Bütün bu nimetlerden faydalanırız. Fakat ta­biatın sunduğu tüm nimetleri kim bilebilir? İnsan onlardan çok azını bilmektedir. "...Rabbinin ordularını ancak kendisi bi­lir..." (74: 31).

Bütün yaratıklar tabiatın nimetlerinden ihti­yaçlarına göre aynı anda faydalanmaktadır­lar. Bir sarayda yaşayan insan bile, yaratılmış her şeyin kendisinin istifadesine sunulmuş ol­duğunu hissedebilir. Bir karınca dahi herşeyin kendi ihtiyaçlarını karşıladığını söyleye­bilir. Bunu kim inkâr edebilir? Gerçekte gü­neş karıncaya ısı temin etmek için, yağmur ona nem sunmak için ve hava şeker kokusu­nu onun burnuna taşımak için var değil mi­dir? Yer, bu karıncanın mevsimlere göre ba­rınma ihtiyacını karşılamak için var değil mi­dir? Kâinattaki nimetler, var olan herşeye ih­tiyaçlarını evrensel bir biçimde ve aynı anda karşılayan bir kanunu takıp etmektedirler: "Yerde yürüyen ne kadar hayvan, kanatlarıy­la uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi bir toplulukturlar..." (6: 38).

 

Bozmak Ve Yapmak

 

Dünya hayatında bize çelişki olarak görülen birçok şey vardır. Burada bozmak beraberin­de İnşâ etmeyi getirmektedir. Her bir araya toplanışın bir de dağılışı vardır. Bir taşı par­çalamakla bir süs eşyası elde edebiliriz, hatta tabiattaki parçalama işlemi bir güzelliğin inşâsına hizmet edebilmektedir. Tabiat, hayat binasının her köşesini sürekli olarak inşâ et­mektedir. Hayat binasının her parçasına aynı özenle şekil vermektedir. Güzellik uğruna engellere karşı koymaktadır. Yıkımın emareleri olmalarına rağmen bazen sarsıntı veya tabiî felaketler üreten bu güzellik dürtüşüdür. As­lında hayatın hiçbir yerinde imha yoktur. Bunların hepsi oluşuma hizmet etmektedirler. Denizlerdeki fırtınalar, nehir taşkınları, dağ­lardaki volkanik patlamalar, çığlar, yazın sı­cak rüzgârları, yağmurlu mevsimlerdeki gök gürlemeleri, bulutlar, kasırgalar, bunların hepsi korku veriyor olabilir. Hayatin işleyişi içindeki rahatsızlık verici olayların mükem­melliğe katkıda bulunan güçler olmadıklarım bilmeyebilirsiniz. Denizlerdeki fırtınalar ol­masaydı, karalara yağmur düşmezdi. Şimşeğe sebep olan bulutlar olmasaydı yağmur yağ-mazdı. Dağlardaki volkanik patlamalar olma­saydı yerin merkezindeki kaynayan lavlar da­ha büyük alanlara yayılırdı. Yerin merkezin­de kaynayan lavın niçin varolması gerektiğini sorabilirsiniz. Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bilinen buna benzer hâdiselerin y ve gelişmelerindeki özellik, hiçbir zaman kendini açığa vurmaz. Hayatın bu gerçeğine Kur'ân defalarca dikkat çekmektedir. Meselâ Rum sûresinde şöyle buyurulmaktadır-"Ö'nun âyetlerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklım kullanan bir toplum için ibretler vardır." (30: 24).

 

Tabiatın Güzelliği

 

Tabiattaki en büyük nimet, onun cezbedici görüntüsüdür. Tabiat basit şekilde yıkıp yap­maz. Onun onarımı göze hoş gelecek bir şe­kildedir. Bütün kâinatı göz önüne alın veya sadece bir köşesine bakın. Üzerinde bir gü­zellik maskesi vardır; öyle ki, bütün kâinat, her parçanın biçimi ve dengesi için itina ile çalışan ve bütün kuvvetlerini herşeyin güzel­liği İçin harcayan bir sergi sarayı gibi gözü­kür.

Aslında güzellik kâinatın hamuruna işlenmiş­tir. Kâinata biçim vermeleri için yaratılan elementler, ona güzellik vermek için renk, ışık, gölge, ritim ve melodik özellikleri ile donatılmışlardır. "İşte O, görülmeyen ve gö­rülen şeyleri bilen, çok güçlü ve merhametli olan Zât'tır. O'dur ki, herşeyİ güzel ve mü­kemmel yaratmış ve insanı da başlangıçta ça­murdan yaratmıştır." (32: 6-7).

Hayatta her gün göze hoş gelen nesneler ya­nında çirkin olanlarına da rastlarız. Bir tarafta bülbülün melodik sesini dinlerken, diğer ta­rafta karganın rahatsız edici sesini duyarız. Tabiatın melodisine birçok farklı ses iştirak eder. "Yedi gök, arz ve bunların içinde bulu­nanlar O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teş­bih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onla­rın teşbihlerini anlamazsınaz." (17: 44).

İnsan aklı hâla, tabiattaki yıkım ve yapım fa­aliyetinin altında yatan sırrı anlamaya çalış­maktadır. Bunun böyle olmasını Kur'ân, onu yaratanın hem Rahman, hem de Rahîm ol­masına bağlamakta, O'ndaki Rahmet sıfatının ifade aramanın dışında olduğunu belirtmekte­dir. İlâhi Rahmet, bir yandan insana maddî dünyadan zevk ve mutluluk elde etme kabili­yetini, diğer yandan tabiattaki unsurları insan gözüne hoş gelecek şekilde güzelliklerle do­natmak kudretine sahiptir.

"O en güzel yaratan Allah, ne yücedir!" (23: 14).

 

Tabiatın Sunduğu Rahatlık

 

İnsanların yapımı ve sunî rahatlıklarla öylesi­ne ilgileniyoruz ki, yaratıcının bize sunduğu rahatlıkları güçlükle hatırlıyor ve bazen de önemlerini küçümsüyoruz. Bir süre için ka­yıtsızlığımızı yenebilirsek, tabiatın bize sun­duğu sonsuz güzellik hazinesini takdir edebi­lir ve onsuz hayatın bir an bile devam etme­yeceğini görebiliriz. Bu güzelliği hiç takdir edemiyorsak, bu bizim ölüm sürecine gidiği-mizi gösterir.

Bir an İçin bütün güzelliklerden ve güzelliği isteyen duygulardan yoksun bir dünyayı gö­zünüzün önüne getirin. Gökyüzü var, fakat o içaçıcı rengi yok. Yıldızlar var, fakat ışılda­yan görüntüleri yok. Ağaçlar var, fakat yap­rakları yok. Çiçekleri var, fakat kokuları ve renkleri yok. Herşeyin bir biçimi var, fakat orantısız. Böyle bir dünyada yaşayan bir in­san için ne korkunç manzara! Bu dünya algı­mızın ötesinde, iğrenç bir dünya olurdu.

Fakat bize hayat nimetini veren güç, nimetle­rin en kıymetlisi olan güzellik nimetinin ihti­yaç olduğunu düşünmüş. Bir yandan güzellik duygusu hamurumuza işlenmiştir, diğer yan­dan seyirlik güzel nesneler temin edilmiştir. ilâhî Rahmet sıfatının her yerde faaliyette ol­duğunu düşündüren, gördüğümüz bu düzen­lemedir. Hayat perdesinin altında, sadece ya­ratma sıfatı faaliyette olsaydı, tabiatın yar­dımseverliğinin tezahürlerini göremezdik. "Görmüyor musunuz ki Allah, size  açık ve gizli olarak nimetlerini yağdırdı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini emrinize âmâde kıldı. Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp durur." (31: 20).

İnsanın mizacındaki evrensel zaaf, bir nime­tin kıymetini, elinden alınıncaya kadar gereği gibi takdir etmemesidir. Dünyada insan için, her türlü rahatlık ve hadsiz güzellik bahşedil­miştir. Bunların bol oluşu insanı, onların hayattaki kıymetlerine karşı kayıtsız yapar.

Kur'ân, her yerde görülebilen bu gerçeğe sık sık dikkat çekmektedir. "Ve O size, muhtaç bulunup dilediğiniz herşeyi verdi. Allah'ın ni­metlerini saymaya kalkişsanız, onları saya­mazsınız. İnsan gerçekten çok zâlim, gerçek­ten çok nankördür." (14: 34).

Allah, insanı uygun bir biçimde yaratmakla kalmayıp ona aynı zamanda bir iç oluş ver­miş ve her ikisi de eşit şekilde dengelenmiş­tir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran bu iç do­nanımdır. Bu yapı ona aklın ve zekânın ışığı­nı vermektedir. '"Allah sizi annelerinizin kar­nından çıkardığı (zaman) hiçbir şey bilmiyor­dunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönül­ler verdi ki şükredesiniz." (16: 78).

Hayat mekanizmasının içine işleyen sırlar ve gizlilikler sayısızdır, Onları çözmek kolay değildir. Göze çok küçük görünen yaratıkla­rın yapısı dahi çok esrarlıdır. Karıncalara ve solucanlara bile kendilerine mahsus duyu ve kavrayış verilmiştir. Yapılarındaki madde ka­rışımı onlara bu nitelikleri nasıl kazandır­maktadır? Kur'ân, bunu Allah'ın Rahmet sı­fatının gerektirdiğini ifade etmektedir. İlâhî Rahmet, onlara bir iç güzelliği bahşetmeyi dilemektedir: "İşte O, görülmeyen ve görülen şeyleri bilen çok güçlü ve merhametli olan Zât'tır. O'dur ki, her şeyi güzel ve mükemmel yaratmış ve insanı da başlangıçta çamurdan-yaratmıştır. Sonra onun neslini hakir bir su­yun özünden meydana getirmiştir. Sonra be­lirli ölçülerde şekillendirip kendi ruhundan ona üflemiş ve bu suretle size kulak, göz ve idrak vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsu­nuz!" (32: 6-9).

 

Faydalı Olanın Kalıcılığı

 

İç ve dış güzelliğiyle hayat, şayet bu güzelli­ği koruyacak şartlar olmasaydı ve ona tesir eden unsurlardan arınmış olsaydı, uzun süre devam edemezdi. Bu şartlar "tabiî eyıklama" olarak isimlendirilir. Tabiat sürekli, zararlı olanı temizler ve korunmayı hak edeni korur. Bu faaliyet, güçlü olanın hayatta kalma prensibi olarak isimlendirilir. Kur'ân işin fizikî

yönünü değil, fakat hayata genel katkıyı vur­gulamaktadır. Kur'ân'a göre sadece hayata faydası olanın veya genelde hayata iyi bir şey sunanın yaşaması gerekmektedir. "O, gökten yağmuru indirir de vadilerden kendi ölçüşün­ce seller akıp gider; ve bu sel de üstünde yü­zen köpüğü taşıyıp götürür. Zînet veya yarar­lanacak başka bir şey elde etmek için, insan­ların erittikleri madenlerden de bu köpüğe benzer bir köpük meydana gelir. Allah, hak ile bâtıla işte böyle misal veriyor: Köpük yok olup gider; ama insanlara yararlı olan kısım yerde kalır. İşte Allah misalleri böyle açık­lar." (13: 17).

 

Kademeli Faaliyet Ve Yavaş İşleyiş

 

Tabiattaki kanunlar öylesine tesbit edilmiştir ki, herhangi bir şeyde âni bir değişiklik için çalışmazlar. Diğer yandan bazı sabit yolları takip etmektedirler. Hareketleri veya işleyiş­leri tekâmül edici bir sırayı takip etmektedir. Bu konuya açıklık getiren Kur'ân-ı Kerîm'de; "...Allah'ın sürüp giden kanununda hiçbir de­ğişiklik bulamayacaksın." (33: 62) ve "Bende söz değişmez; ve Ben kullanma zulmedici de değilim." (50: 29) denilirken, aynı zamanda insana kaldıramayacağından fazlasının yük­lenmeyeceğine işaret edilmekte'dir. Allah her-şeye bir büyüme ve yaşama süresi tayin et­miştir ve bu yavaş yavaş cereyan etmektedir. Her kademe kendisi ile ilgili özellikleri sergi­lemektedir.

 

Tayin Edilmiş Süre

 

Hayat ve ölüm kanunlarına bakınız. Herşey kendi hayatı boyunca belirli merhalelerden geçer; yavaş yavaş gelişir, olgunlaşır, daha sonra bir gerileme sürecine girer ve bu süreç ölümle noktalanır. Bu süreç, sadece insanın değil, diğer yaratıkların hayatında da gözle­nebilir. Bu muayyen zaman zarfı Kur'ân tara­fından ecel olarak isimlendirilmektedir. Bu süre her yaratıkta değişiktir, öyle ki bu insan­lara binlerce yıl gibi gelebilir: "Rabb'ın yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." (22: 47).

Tabiattaki bu tedricî sürece Kur'ân'da Tekviı denmektedir. Gün ilk anda bütün parlaklığıy­la doğmaz. O da gece gibi yavaş yavaş gelir. "Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gün­düzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin Üzerine doluyor. Güneşi ve ayı buyruğu altı­na aldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir." (39: 5).

Özellikle insan hayatında, bu sürecin besbelli bir tedricilik özelliğine sahip olmasındaki amaç, İnsanın her safha üzerinde düşünmesi­ne ve bunlardan çıkardığı derslere göre ken­dini düzeltmesine yardım etmektir. Bu kendi­ni düzeltme imkânı Allah'ın rahmetinin bir eseridir. Eğer insana hayatı boyunca bu imkân tanınmamış olsaydı, insan hayattan bir fayda elde edemez, en ufak bir sapma, cezaya sebep olurdu. "Eğer Allah, insanları yaptıkla­rı işler yüzünden (hemen) cezalandıracak ol­saydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırak­mazdı. Fakat onları belirli bir vakte kadar er­teler, vakitleri geldiğinde de (gerekeni ya­par). Muhakkak ki Allah, kullarını görmekte­dir." (35: 45).

Bu değişim süreci hayatın hem gelişme hem de gerileme dönemlerinde mevcuttur. Geliş­me döneminde aşama aşama mükemmelliğe ulaşılır; gerileme döneminde hatalar telâfi edilir. Rabbimiz, iyi olanlara da kötü olanlara da nimetlerini verdiği hâlde insanlardan bir­çoğu inkâr içindedir. Eğer insan bu süreç içinde sunulan müsamahadan faydalanmak isterse, hatalarını telafi edip yükselebilir. Di­ğer yandan kendisine sunulan bu imkânları değerlendirmezse davranışları değişmeden kaçınılmaz sonuna doğru ilerler ve bu aşama­da kimse ona yardım edemez. "...Allah, on­ları belirli bir süreye kadar geciktirir.' Süre sonu geldiğinde de onu ne bir ân erteleyebi­lirler, ne de öne alabilirler." (16: 61).

 

Hayatın Lezzeti

 

Bir başka misali gözönüne alalım. İnsan ha­yatında belirgin bir hayat mücadelesi vardır. Bu mücadeleye hayatın her alanında şahit oluruz. Hayat bir zorluklar bütünü gibidir. "Biz insanı, birinden kurtulup diğerine geçti­ği bir takım zorluklar içinde yarattık." (90: 4).

Bu hayat mücadelesine rağmen, insan tabiatı öylesine yaratılmıştır ki, arzuların ve ihtiras­ların baskısına rağmen insan, bir faaliyetten diğerine şevkle koşabilmektedir. İnsanın ha­yatın zorluklarının üstesinden gelmesine ve ihtiyaç duyduğu mutluluğu ve rahatı elde et­mesine yardım eden bu yaşama zevkidir. Go-ğüslenebilen zorluklar büyüdükçe insanın ha­yattan aldığı haz artar. Hayat zorluklardan arındırılırsa, insan şüphesiz bir boşluk hissedecek ve hayatı yaşamaya değer bulmayacak­tır.

Dikkat edilirse, hayatta o kadar çok çeşitlilik vardır ki, değişik eğilimler, dereceler, meşgu­liyetler ve gayeler birbirleriyle çarpışıp du­rurlar. Buna rağmen, kadnverkek, faziletli-düşük herkes hayatta eşit biçimde yerlerini almaktadırlar. Hiç kimse, hangi meşgalenin daha büyük olduğunu söyleyemez.

Yine dikkat edilirse, çocuğun dünyaya gelişi, anne için ciddi bir zorluktur. Çocuğu büyüt­mek ise bir başka zorluk. Çocuğu için her türlü rahatlığı feda eder. Benzer sıkıntılara birçok misâl gösterilebilir. Fakat hayat güç­lüklerden ve sıkıntılardan arındırılırsa kimse kendini rahat hissetmez. Bu güçlüklerle bera­ber insan mutlu olabilmektedir, işte bu Al­lah'ın rahmetidir. Hem acıyı hem zevki veren rahmettir. Rahmet bunu gerektirmektedir.

Kur'ân sık sık, hayattaki barışın farklı veçhe­lerine dikkat çekmektedir. Hem tabiatta hem insanın hayatında zıtlıklar yanyana bulunur, hayattaki barışa katkıda bulunmak için işler ve birbirlerine tepkide bulunurlar. İnsan tabi­atı itibariyle monotonluktan hoşlanmaz. Bu konuda Kur'ân gecenin ve gündüzün değiş­ken davranışlardan bahsetmektedir. Onların davranışında düşünebilen insanlar için sayısız işaretler vardır. Zaman sürekli olarak gece veya gündüzden ibaret olsaydı hayat imkan­sızlaşırdı. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır." (3: 190).

Gece ve gündüz arasındaki bu farklılık hayatı iki bölüme ayırmaktadır. Gün ışığı insanın hayat faaliyetlerine girmesine yardım etmek­tedir ve gece karanlığı insanda dinlenme iste­ğini uyandırmaktadır. Gündüz faaliyeti gece­leri dinlenme ile başarıya ulaşır ve geceleri iyi dinlenme dopdolu ve taze bir gündüz faa­liyetini müjdeler. "Rahmetinden dolayı sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki, geceleyin dinlenesiniz ve (gündüzün) Allah'ın lütfunu arayasmız ve (Allah'ın nimetine) şükredesi-niz." (28: 73).

Sadece bu değil, gündüzün bile hayatımıza tat veren bir dizi safha vardır. "Öyle ise akşa­ma girdiğiniz zaman da, sabaha erdiğiniz za­man da teşbih Allah'ındır (O'nun şanının yü­celiği anılır). Göklerde ve yerde, günün so­nunda da, öğleye erdiğiniz zamanda hamd, O'na mahsustur." (39: 17-18).

İnsan kendi varlığma ve hayvanlar âlemine baksın. Tabiat çekiciliğini arttırmak için zen­ginliğini nasıl da güzel kullanmaktadır! "İn­sanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var." (35: 28).

Aynı tezahür gezegenler âleminde de gözle­nebilir: "Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada her çeşit yüksek bitkinin filizlenmesini sağla­dık." (26: 70). "Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki (hayvanları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır." (16: 13). "Çar­daklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurma(ları), ekin(ler)i, zeytinleri, narları -birbirine benzer, benzemez biçimde-yaratan hep O'dur." (6: 141).

Aynısı yeryüzü üzerinde de görülmektedir.

"Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattık)." (35: 27).

 

Tezvic: Herşeyi Çift Yaratma Kanunu

 

Hayattaki çeşitlilik kanunu Kur'ân'da Tezvic veya Tesniye (herşeyi çift yaratma kanunu) ile İfade edilmektedir. Hiçbir şey tek başına yaratılmamıştır. Hiçbir şey tek değildir, her-şey bir diğerini tamamlar. Gündüzün tamam­layıcısı gece; sabahın tamamlayıcısı akşam; dişinin tamamlayıcısı erkek; erkeğin tamam­layıcısı kadın, hayatın tamamlayıcısı ölüm. "Herşeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık ki düşünüp Öğüt alasınız." (51: 49). "Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır." (36: 36).

 

Erkek Ve Dişi

 

İnsanları kadın ve erkek olarak iki cinste top­layan ve onlara karşılıklı çekicilik özellikleri­ni veren Allah'ın sünneti, o vesileyle aile ha­yatı için gerekli ortamı da sağlamıştır: "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır; size kendi nev'inizden eşler, hayvanlar nev'inden de kendilerine eşler meydana getirdi; bu suretle sizi çoğaltıp duruyor..." (42: 11).

Kur'ân bu düzenlemenin kadın ve erkek ara­sına sevgi koymak, zihin huzurunu sağlamak, karşılıklı işbirlikleriyle hayatın zorluklarını aşmalarına yardım etmek için yapıldığını söylemektedir. "O'nun ayetlerinden biri de, size, kendi nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler var­dır." (39: 21).

Üremeyi, aile çevresinin genişlemesini ve sosyal bağların kuvvetlenmesini sağlayan bu hayat ortaklığıdır. "O'dur insanı sudan yara­tan ve onda soy ve hısımlık meydana getiren. Rabbin, herşeye gücü yetendir." (25: 54).

Aslında insan toplumunun bütün yapısı kadın ve erkek arasındaki evlilik ilişkisinin bir so­nucudur. "Ey insanlar, sizi bir tek kişiden ya­ratan, ondan da eşini vareden ve ikisinden de birçok erkek ve kadınlar meydana getiren Rabbinİzden sakının ve o Allah'tan korkun ki, kendisiyle birbirinizden dilekte bulunur­sunuz; akraba bağlarını kesmekten de sakı­nın. Şüphesiz Allah, sizi gözetip durmakta­dır." (4: 1). "Allah, size kendi cinsinizden zevceler meydana getirdi, zevcelerinizden de oğullar, torunlar ihsan etti..." (16: 72).

 

Ferdî Hayattaki Değişim

 

Aynı şekilde, farklı fertlerin hayatlarında gözlediğimiz değişim büyük bir öneme sa­hiptir. Herkes hayatın çocukluk, gençlik, ye­tişkinlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerinden geçmek zorundadır. Her dönem yeni hisleri ve algıları beraberinde getirir ve yeni tecrü­beler ve zorluklar sunar; öyle ki bir safhada yaşadığımız tecrübelere doymamışken, bir sonraki safha bizi yaşadığımız hayatın uzun­luğu karşısında hissizi eştirerek varlığını kaçı­nılmaz bir şekilde belli eder. "O'dur ki (önce) size topraktan sonra nutfe (sperma)dan, sonra kan pıhtısından yarattı. Sonra sizi çocuk ola­rak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Son­ra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız dîye sizi yaşatıyor. İçinizden kimi de daha (erginlik ve ihtiyarlık çağma) ermeden önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp Allah'ın bundaki hikmetle­rini anla)manız için (böyle yapıyor.)" (49: 67).

Hayat yolunda önümüze çeşitli arzular, ihti­raslar, zenginlik, onur ve güç sahibi olma is­teği, nesil ve çocuk arzusu, zevkler ve hayat­la ilgili çeşitli zihin meşguliyetleri çıkmakta­dır. "Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yı­ğılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Oysa bunlar, bu dünya hayatı­nın zevk ve nimetleridir. Asıi varılacak güzel yer, Allah'ın kalındadır." (3: 14).

Aslında, toplumda çatışmaları arttıran ve ge­rilimlere sebep olan gelir eşitsizlikleri, bah­settiğimiz yaşama zevkine katkıda bulunmak­tadır. "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden üstün kılan O'dur. Muhakkak ki Rabbin çabuk cezalandırandır ve şüphesiz ki O, hem bağışlayan, hem çok merhamet eden­dir." (6: 165).

 

İlâhî Birliğe Delili Olarak Rahmet

 

Kur'ân'm, Allah'ın birliğini göstermek için ilâhî rahmetin tezahürüne veya ifadesine da­yanarak benzer çıkarımlar elde etmesinin se­bebi budur. Yine aynı şekilde Kur'ân rububi-yetin tezahüründen de delilini çıkarmaktadır. Bu Kur'ân'ın kullandığı bir başka metoddur. Kur'ân her yaratığın belli ölçüde İlâhî rahme­ti sergilediğini ve tabiî olarak bu lütfü bahşe­debilecek birinin varlığına İşaret ettiğini söy­lemektedir. Kur'ân eşyanın tabiatında var olan iyiye eğilim Özelliğine, dengeye, güzel­liğe, mükemmelliğe ve ölçüye dikkat çeker­ken bu metodu kullanmaktadır. "İlâhınız bir tek İlâh'tır, O'ndan başka ilâh yoktur, O Rah-man'dır, Rahim'dir. Şüphesiz göklerin ve ye­rin yaratılışında, gece ve gündüzün değişme­sinde, insanların faydasına olan şeyleri deniz­de taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgâr­ları ve yer ile gök arasında emre hazır bekle­yen bulutları evirip çevirmesinde elbette dü­şünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." (2: 163-164). "Üst­lerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yap­tık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda her gü­ze) çifti bitirdik! (Bütün bunları) Allah'a yö­nelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık)." (50: 6-8).

"Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar İçin süsledik." (15: 16). "Andofsun biz, (dünyaya) en yakın göğü lâmbalarla do­nattık." (67: 5). "Ve akşamleyin hayvanları mer'adan getirdiğiniz, sabahleyin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir gü­zellik de vardır." (16: 6).

Güzel olarak nitelendirdiklerimizin hakikati nedir? Ahenk ve ölçüdür. Bir güzelliği belli eden ondaki ahenk veya ölçüdür. "Arzı da yaydık, oraya sağlam dağlar attık ve orada Öl­çülü mütenâsib şeyler bitirdik." (15: 19).

Aynı düşünceleri ifade etmek için Kur'ân bir başka terim olan Tesvİye'yi kullanmaktadır. Tesviye 'düzene koymak' anlamına gelmekte­dir. "Rabb'inin yüce adını teşbih et (Onun eksikliklerinden uzak olduğun an). O (Rab) ki (her şeyi) yarattı, düzene koydu. O (Rab) kİ (her şeyin biçimini, özelliğini ve süresini) belirleyip hedefini gösterdi." (87: 1-3). "Ey insan, seni engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldatıp isyana sürükledi? O (Rab) ki seni yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi. Seni(n organlarını) dilediği şekilde bir­birine ekledi." (82: 6-8).

Yine aynı şeye işaret etmek için Kur'ân It-kan terimini kullanmaktadır. Kâinatta herşe-yin düzene sokulduğu ve bu düzende bir bo­zukluk veya bir çatlağın olmadığı anlamına gelmektedir. "O, burayı saygıdeğer kıldı ve herşey O'nundur." (27: 91). "O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka, tabaka yarattı, Rahmân'in yaratmasında bir aykırılık uygun­suzluk görmezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bo­zukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner." (67: 3-4).

"Rahman'ın yaratması", burada kullanılan bir terimdir. Kur'ân-ı Kerîm'in işaret ettiği her­şey, sadece yaratıcı olmakla kalmayıp, aynı zamanda   Rahman ve Rahim olan Allah'ın yaratmasıyladır. Nerede rahmet varsa orada güzellik ve mükemmellik vardır.

 

Ahiret Hayatının Delili Olarak İlâhi Rahmet

 

Kur'ân, yaratılıştaki ilâhî rahmet ve ihsanın Allah'ın rahmetinin eseri olduğundan bahisle, bunun ölümden sonraki hayatın varlığım gös­terdiğini belirtmektedir. Rahmetin amacı in­san hayatını mükemmelliğe ulaştırmaktır, öy­leyse niçin insan bu mükemmelleşme süreci­nin yeryüzündeki fâni bir hayattan sonra bite­ceğine inanır? "Onlar, gökleri ve yeri yarat-mış olan Allah'ın, kendilerinin de benzerleri­ni yaratmaya muktedir olduğunu ve onlarm diriltilecekler! ânı kesin olarak tesbit ettiğini bilmiyorlar mı? Bununla birlikte zâlimler, inkâr ve nankörlükte direnip duruyorlar." (17: 99).

 

Vahyin Delili Olarak İlâhî Rahmet

 

Kur'ân-ı Kerîm aynı tarzda vahyin gereklili­ğini vurgulamaktadır. O, Rahmet'in alanının bu kadarlık büyüme ve gelişme sağlaması ya­nında, mükemmelliğe doğru yönelme hissi­nin de sağlanması gerektiğini ifade etmekte­dir. Doğruya yöneltme, bir dizi kitap ve pey­gamber ile gönderilen vahiylerle sağlanmak­tadır.

"Dilersek sana vahyettiklerimizi giderip orta­dan kaldırırız; sonra Bize karşı kendini koru­yacak bir yardımcı bulamazsın. Ancak, Rab-binin sana bir rahmeti olarak (o vahyettikleri-miz gideriknemiştir): Gerçekten O'nun sana olan lûtfu çok büyüktür." (17: 86-87).

Muhakkak ki sen, gönderilen peygamberler­densin. Güçlü ve çok merhametli Allah'ın vahyiyle oosdoğru bir yol üzerindesin. Atala-n ^yarılmamış, bu yüzden kendileri de kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik)." (36: 3-6).

Kur’an sık ve sık, insana Tevrat'ın, İncil'in ve  Allah'ın Rahmeti sonucu indirildik­lerini beyan etmektedir: "O (Kur'a)n'dan önce ^e bir önder ve rahmet olarak Musa'nın Kitabı var." (11:17). "Ey insanlar, size Rab binizden bîr öğüt, kalblerinizdeki hastalıklara bir şifâ ve müminlere bir hidâyet ve rahmet geldi. De ki: 'Allah'ın bol lûtfu ve rahmetiy-le; bununla ferahlansınlar. Onların toplayıp yığdıklarından bu daha hayırlıdır." (10: 57-58). "Bu Kur'ân, insanlar için bir ışık; kesin inanan bir topluluk için doğru yolu gösterici ve büyük bir rahmettir." (45: 20). "Âyetleri kendilerine açıktan okunan Kitâb'ı sana in-dermemiz onlara yetmedi mi? Muhakkak ki bunda, açık gerçeği kavramaya yatkın bir topluluk için rahmet ve öğüt vardır." (29: 51).

Bu temel Kur2an İslam peygamberini bütün dünyaya gönderilmiş bir rahmet olarak nitelendirmektedir. "(Ey Muhammed!) Biz, seni sadece bütün kâinata rahmet olarak gön­derdik." (21: 107).

 

Hak Ve Bâtıl

 

Aynı şeklide Kur'ân, fizikî dünyada hayata faydalı olanın varlığını sürdürmesi gibi, insa­nın iç dünyasında da ancak en faydalı olanın varlığını sürdürme istidadına sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Bu mahiyette Kur'ân Hak ve Bâtıl terimlerim kullanmakta­dır. "Allah, hak ile bâtılı böyle bir benzetme İle anlatır." (13: 17). Ayetlerin devamında bu benzetme anlatılmaktadır. "Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan İse yerde kalır. İşte Allah böyle güzel meseller verir. Rabble-rinin buyruğuna uyanlara, en güzel karşılık vardır. Ona uymayanlar ise, yeryüzünde bu­lunan her şey ve bunun bir misli daha kendi­lerinin olsa, (Allah'ın azabından kurtulmak için) onu fidye verirlerdi." (13: 17-18).

Arapça'da Hakkak kökü istikrara, dayanıklı­lığa, sürekli olanın //«^olduğuna işaret et­mektedir; Bâtıl ise bunun tam tersi olup de­vamlı olmayan anlamındadır. Bu yüzden Kur'ân sürekli bu farklılığı vurgulamaktadır. "Gerçek olan İslâm'ı ortaya koysun ve bâtıl olan şirki büsbütün ortadan kaldırsın; suçlu müşriklerin hoşuna gitmese dahi." (8: 8).

 

Seçme Süreci

 

Kur'ân, hayatın maddî cephesinde olduğu gi­bi ruhî cephesinde de hayatta faydası olmaya­nın kökünün kesilmesi işleminin sürüp gitti­ğini belirtmektedir. Hak ile Batıl arasında bîr mücadele olduğu zaman zafer Hak ile bera­berdir. Bu durumu Kur'ân, Kaza bi'l-Hak, "hakkın gerçekleşmesi" olarak nitelendir­mektedir. "Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman (Allah'ın ayet­lerini) boşa çıkarmağa uğraşanlar, hüsrana uğrarlar. "(40: 78).

Hak   kelimesinin   kullanıldığı   yerlerd Kur'ân sadece hakkın istikrarlı oldupn . ' hükmetme özelliğine sahip bulunduğu iddi sini ileri sürmemekte, aynı zamanda bunu tespit edilebileceği ölçüyü ortaya koymakt dır. Böylece neyin hak neyin bâtıl oldu&ı neyin ayakta kaldığı ve neyin yok olduğu ko­laylıkla ayrılabilmektedir; öyle ki Allah1 Hakk ve Yüce sıfatları verilmektedir. u}ste Allah sizin Rabbinizdir, Hakk olan O'dur" (20: 33). "Gerçek hükümdar olan Allah, yü_ cedir."(20: 114).

Aynı ifade, vahyin bir sıfatı olarak da kulla­nılmaktadır: "Ve sen sana vahyolunana uy Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en iyisidİr." (10: 109). "Biz o (Kur'a)nı hak olarak indirdik ve o hak ile inmiştir. Senİ de ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (17: 109).

Aynı şekilde, Hakk'm yanında başka sıfatlar kullanılsa bile anlam aynı kalmaktadır. İşte bu yüzden Kur'ân sık sık ve birçok durumda sadece Hak İfadesini kullanmayı yeterli bul­maktadır. Sebep aşikârdır. Eğer Hak devam ediyorsa veya neticede ayakta kalıyorsa, bu hayatta kalış gerçeği, onun mukavemetinin veya hak oluşunun bir delilidir.

Kur'ân-ı Kerîm, Hak ile Bâtıl arasındaki mü­cadeleden nerede bahsetse, Hakk'ın galip ge­leceğini, Bâtıl'ın ise yenileceğini vurgular. Bu Hakk'm yerine gelişi kanunu, Kaza bi'l-Haktır. "Bilâkis Biz, hakkı, bâtılın üstüne atıp indiririz de onu paramparça eder; bir de görürsün ki, o bâtıl yok olup gitmiştir..." (21: 18). "De ki: 'Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl mutlaka yok olmaya mahkûmdur." (17: 81).

Hakk'm delili, münasip bir zamanda kendini hissettirmesidir. Bu anda kimin Hakkı, kimin bâtılı takip ettiği görülür. Bu Hakk'ın hükmü veya böylece bâtılın ne olduğuna karar ver­mektedir. "De kî: 'Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bâtıla İnanıp Allah'ı inkâr edenler, işte ziyana uğrayacaklar onlar."(29:52).

paşka bir yerde Kur'ân, Allah'ın şahitliğini #akk'ın en büyük ölçüsü olarak göstermekte­dir. "Onlara de ki; 'En güvenilen şahit kim­dir?' Ve kendin cevap ver: 'Benimle sizin aranızda şahit Allah'tır..." (6: 19).

 

Seçme İlkesinin Evrenselliği

 

Kur'ân şöyle sormaktadır: "Yerler ve gökler İlâhî hükümle idare edildiği halde, nasıl İnkâr edebiliyorsunuz? Faydasız olanın zail oluşu ile faydalı olanın kalıcılığı olmasaydı hayatta büyük bir kaos meydana gelirdi. Dış dünya için gerçek bu iken, iç dünyada niçin böyle olmasın? "Eğer Hak, onların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulu­nanlar düzensizliğe uğrayıp altüst olurdu." (23: 71).

Kur'ân sabıra davet ettiği zaman veya Hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin nasıl sonuç­lanacağını görmek için beklememizi istedi­ğinde, aşağıdaki ayette olduğu gibi aynı ilke­yi desteklemektedir. "De ki; 'O halde bekle­yin; ben de sizinle beraber bekleyenlerde­nim!" (10: 102).

Fakat Hak ilkesi, her bâtılın veya hayata fay­dası olmayanın derhal yok olmak zorunda ol­duğunu veya her hak ifadesinin âni bir etki üretmesi gerektiğini iddia etmemektedir. Kur'ân, kesin olarak bunun böyle olmayaca­ğını beyan etmektedir. Aslında, bu tür bir fa­aliyet çizgisi rahmet kanununa terstir. Dış fizikî dünyada olduğu gibi iç dünyada da ted-ricilik veya süreklilik İlkesi, rahmet kanunu hakimdir. Düşünmek ve düzeltme yapmak için zaman verilmektedir. Öyle olmasaydı, günahla yoğrulmuş bir kimse veya topluluk, bir an dahi yaşayamazdı. "Allah insanlara Şerri, hayrın gelmesini istemekte acele ettik­leri gibi çabuklaştırsaydı, ecelleri hemen ye­rine gelip bitmiş olurdu. Ne var ki, Bize ulaşmayı arzu etmeyenleri, taşkınlıkları içinde sürünüp gider bir hâlde bırakırız." (10: 11).

Kur'ân, hayatta her hareketin zamanı gelince karşılığını göreceğini belirtir. Hak veya bâtıl olsun, her şey için bir süre tesbit edilmiştir. "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Hepinize aynı şekilde, ayırım yapmadan (bana vahyolunanı) anlattım. Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." (21: 109).

Fakat Kur'ân zamanı, algıladığımız şekilde hayattaki her şeye uygulamamamızı söyle­mektedir. Kâinatın işleyişi öyle derindir ki, bizim zaman anlayışımıza göre, en büyük he­saplama Allah'ın yanında bir güne eşdeğer olabilir. "Onlar senden azabın çabuk gelmesi­ni istiyorlar. Allah asla va'dinden dönmeye­cektir; ve şu muhakkak ki, Rabbİnin nezdin-de bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir. Nice ülkeler vardır ki, zulmedip dur-dukari halde Ben onlara mühlet verdim. Sonra onları yakalayıp yok ettim. Sonunda dönüş ancak Banadır." (22: 47-48).

İnsanlar genellikle yaptıklarının sonuçlarını hemen görmeyi beklerler. Hz. Peygamber @ devrinin inkarcı Arapları, takip ettikleri yolun kötü olduğu halde niçin hemen cezalandırıl­madıklarını söyleyerek onunla alay ederlerdi. Fakat âkibetlerinİn, düşünmeleri ve kendileri­ni düzeltmeleri için ertelendiğini unutuyorlar­dı. İşte, kâinatta hükmünü uygulayan Rah-met'in kanunu böyledir. "Onlar soruyorlar: 'Eğer doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne za­man gerçekleşecektir, söyleyin. De ki: 'Ça­bucak gelmesini istediğiniz cezanın bir kısmı muhakkak başınıza gelecektir!' Şüphesiz Rabbin insanlara karşı bol nimet sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler." (27: 71-73). "Onlar, senden azabın çabuk inmesini is­tiyorlar. Belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azâb onlara muhakkak gelirdi. Fakat hiç far­kına varmadıkları bir sırada o, kendilerine ansızın gelecektir." (29: 53). "Biz onu, ancak belirli bir süreye kadar erteleriz." (11: 104).

Burada dikkat edilmesi gereken husus, kötü bir hareketin karşılığının ne zaman görülece­ği değil de, hangi tür amelin mükâfata lâyık olacağıdır. Kur'ân, sonunda kazanacak olan­ların doğru yolda yürüyenler olduğunu belir­tiyor: "De ki: 'Ey kavmim, yapabileceğinizi yapın, ben de görevimi yapacağım. Yakında, dünya ve âhiret yurdunda kimin sonunun ha­yırlı olacağını öğreneceksiniz. Muhakkak ki zâlimler felah bulmayacaktır!" (6: 135).

Kur'ân, her türlü kötülüğün başarısızlığa ve iyiliğin başarıya mahkum olduğunu bir ilke olarak vurgulamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu ilkenin değinildiği veya vurgulandığı yer­lerde, şu türden ifadeler kullanılmaktadır:

"Zâlimler asla felah bulamayacaklardır." (6: 21).

"Muhakkak ki, suçlular felaha erişemeyecek­tir." (10: 17).

"Muhakkak ki, kâfirler asla kurtuluşa ermeyeceklerdir!" (23: U7).

"Çünkü Allah fesat çıkaranların işini düzelt­mez!" (10: 81).

"Allah, küfürde sürünüp giden bir topluluğu doğru yola eriştirmez." (9: 37).

"Allah, kendine zulmeden topluluğu doğru yola eriştirmeyecektir." (3: 86).

Burada söz konusu olan ilke, ıslâh veya hida­yet kapısının kapalı olduğunu veya bu tür in­sanların kasten yanlış yönlendirildikleri anla­mında değildir. Maalesef, tefsirciler Kur'ân-ı Kerîm'de gözlenen inceliği kavramaktan uzak olmuşlardır.

İnsanların ıslah olmaları için tanınan imkânları anlatmak için Kur'ân temettü' ke­limesini kullanmaktadır. Bu imkân bütün ha­yat şartlarına uygulanabilir ve ayırım gözet­meden bütün insanlara tanınmıştır: "Biz, on­ları da atalarını da uzun bir süre bu dünya ni­metlerinden faydalandırdık, mutlu günleri uzun sürdü..." (21: 44).

Kur'ân'da kullanılan "Güzel bir hayat yaşa­sınlar diye cezalarını bir süre erteledik" -"Güzel bir hayat yaşayın, fakat sonunda haki­kati bileceksiniz" gibi ifadeler bu ilkeyi vur­gulamaktadır.

 

Güçlü Olanın Yaşaması İlkesi ve Milletler

 

Güçlü olanın hayatını sürdürmesi İlkesi insan topluluklarına ve milletlere de uygulanabilir; onların yükseliş ve düşüş şartlarını belirler. Kur'ân, fertlerin hayatında olduğu gibi top­lumların hayatında da bir değeri ve faydası olmayanın elendiğine işaret etmektedir. Sa­dece, hayatın gayesine hizmet edenler ve bu yolda yürüyenler yaşayabilir. Bu Allah'ın rahmetidir; aksi halde insanın işlediği günah­ların haddi hududu olmazdı. "...Allah, insan­ları birbiriyle önleyip savmasaydı, yeryüzü­nün düzeni muhakkak bozulurdu. Fakat Al­lah'ın bütün varlıklara karşı iyilik ve ihsanı sonsuzdur." (2: 251). Aynı hakikat aşağıdaki ayette de ifade edilmiştir. "Allah, insanların bir kısmıyla diğer bîr kısmına karşı koyma-saydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve için­de Allah'ın adı çokça anılan mescidİer yıkılıp giderdi..." (22: 40).

Canlıların hayatında olduğu gibi, milletlerin hayatında da tedrici hareket mevcuttur. Doğ­ru yola dönüş ve ıslah kapısı her zaman açık­tır onlara; bu hayata hükmeden rahmet ilkesi­dir.

"Onları yeryüzüne bölük bölük parçalayıp dağıttık; onların iyileri de vardır, iyinin altın­da aşağı ve düzensiz olanları da. Onları akıl­lanıp iyiliğe dönsünler diye iyilikler ve kötü­lüklerle imtihana tâbi tuttuk." Q: 168).

Eğer doğru yoldan sapmışlarsa, fertlere oldu­ğu gibi toplumlara da doğru yola dönmeleri için belirli bir süre tanınmıştır. Tanınan bu fırsatlar kaçırılırsa, kanun tecellî eder. "Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne ge­çerler." (7: 34). "Biz, hiçbir memleketi, onun, bilinen bir takdir yazısı olmadan helak etme­dik. Hiçbir millet ecelini öne alamaz, onu geciktiremez de!" (15: 4-5).

Aynı kanun, insan hayatına faydalı olmayan ve arzu edilmeyenleri ayıklar, onların yerine hayatın gayesine hizmet edenleri yeleştirir. "Bu böyledir, çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir. Her birinin yaptıkları İşlere göre mükâfat ve cezası vardır. Rabbİn onların işlediklerinden habersiz değildir. Rabbin herşeyden müstağ­nidir, merhamet sahibidir. Dilerse sizi orta­dan kaldırır ve sizi başka bir topluluğun so­yundan getirdiği gibi, sizin yerinize de arka­nızdan dilediğini getirir." (6: 131-133).

 

İlâhî Rahmet: Ferdî Hayat Ve Dünyevî Veçhesi

 

Aynı şekilde bu kanun, amellerimizin nihaî karşılığının veya sonucunun ancak âhirette açıkça anlaşılacağına işaret etmektedir. O za­mana kadar, hem iyi insanlara hem de sapık­lara aynı rahat ve mutluluk imkânı sağlan­mıştır. Her ikisine de eşit muamele eden rah­met veya lütuf kanunu bunu gerektirmekte­dir. Çünkü insan hayatı iki döneme ayrılmış­tır; dünya hayatı ile sınırlı bir dönemde insa­nın kendini düzeltmesi için her imkân sağlan­mıştır, diğeri ölümden sonraki hayat ile ilgili­dir. Nihaî karşılık veya nihaî hüküm ikincisi ile ilgilidir. "Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabb'in eğer onları, yaptıklarıyla hemen ce­zalandıracak olsaydı, onların azabını çabuk-laştırırdi. Fakat onlar için va'dedilen bir zaman vadır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır." (18; 58). "Sizi çamurdan yaratan ve Ölüm ânını belirleyen O'dur. Kıya­metin vakit ve saatini de sadece O bilir; siz ise yine şüphe eder durursunuz." (6: 2).

 

Nefsi Hesaba Çekme Ve Tevbe İçin Fırsatlar

 

Kur'ân fizikî dünyada olduğu gibi insanın iç dünyasında da kendine yönelmesi ve hataları­nı düzeltmesi için imkânların sunulduğunu ifade etmektedir. Her eylem kaçınılmaz ola­rak bir tepki doğurur, fakat kanunu telâfi ka­pısını kapatmamaktadır; öyle ki telâfi fırsat­ları her şart altında herkese tanınmıştır. Tev­be ve düzeltme fırsatları, insanın işlediği gü­nah ne olursa olsun mevcuttur. İnsan tevbe etmeye başladığı an, Allah'ın lütfü kendisine gelmeye başlar, pişmanlığından ötürü döktü­ğü her gözyaşı damlası bir günah lekesini yı­kar ve insan kendisini hiç günah işlememiş gibi hisseder. Rasûlullah @'in buyurduğu gi­bi: "Samimi bir şekilde tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir."

"Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyi­liklerle değiştirecektir. Allah bağışlayan ve merhamet edendir." (25: 70).

 

Bağışlamanın Sınırı

 

Kur'ân'da da buyurulduğu gibi İlâhî bağışla­manın alanı geniş ve sınırsızdır. İşlenen gü­nah ne kadar ciddi, insanın kötülüğünün nite­liği, günah içinde yaşadığı süre ne kadar olur­sa olsun, Rahmet kapısını samimi bîr şekilde çalmaya başladığı an, cevap bağıştan başka bir şey değildir: "Ey kendilerine zulmedip aşırılığa sapmış olan kullarım! Allah'ın rah­metinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Rab-binize pişmanlıkla yönelin ve azâb gelmeden önce, bütün gönlünüzle O'na teslim olun.

Sonra, bir taraftan yardım görmeyeceksiniz" (39: 53-54).

 

İslâm Akaidi Ve Rahmet

 

Kur'ân'ın akaide yönelik kavramları ve onla­rın telkin ettiği fiilleri tamamen rahmet, lütuf ve sevgiye dayandırmasının sebeplerinden bi­ri de budur. Bu yüzden İnsanın manevî haya­tını maddî hayatından ayrı düşünmemektedir; aksine onun bütünleyici bir kısmı olarak gör­mektedir. Çünkü tabiatın her zerresine rah­met nüfuz etmiştir, dolayısıyla İnsanın iç dünyasına hükmeden kanun da rahmet olarak düşünülebilir.

 

Allah Ve İnsan Arasındaki Sevgi Bağı

 

Kur'ân-ı Kerîm, Allah İle O'nun yarattığı in­san arasındaki mevcut bağın sevgi bağı oldu­ğunu sık sık açıklamaktadır. Bu yüzden, en yüce itaatin de sadece Allah için olması ge­rekmektedir. Allah, bu mânada, kul tarafın­dan sevilendir. "İnsanlar arasında Allah'tan başkasını O'na ortak tanıyan kimseler vardır ki, bunları, Allah'ı sever gibi severler. Ama gerçek müminler Allah'ı daha çok sever­ler..." (2: 165). "Deki: 'Eğer Allah'ı seviyor­sanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve gü­nahlarınızı bağışlasın. Allah daima bağışla­yan ve merhamet ederidir." (3: 31).

Tekrar ve tekrar, Kur'ân Allah inancıyla Al­lah sevgisine ulaşılması gerektiğini vurgula­maktadır: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, bilsin ki, Allah onların ye­rine, kendisinin sevdiği ve onların da O'nu seveceği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurlu, Allah yolunda savaşan, hiçbir kimsenin kınamasından kork­mayan bir topluluk getirir. Bu Allah'ın bir lûtfudur..."(5:54).

Kur'ân, Allah sevgisinin Allah'ın yarattıkları­na gösterilen sevgi ile ifade edildiğini belirtnıektedir. Allah'ı sevmeyi isteyen kimsenin O'nun yarattıklarını da sevmeyi öğrenmesi şarttır. "... Malını, ona olan sevgisine rağ­men, akrabaya, yetimlere, ydksullara, yolda kalmış olanlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren..." (2: 177). "Allah sevgisi için yoksu­la, yetime ve esire yemek yedirirlerdi: 'Biz, sadece Allah rızâsı için size yediriyoruz; siz­den ne bir karşılık ister, ne de bir teşekkür bekleriz." (76: 8-9).

Bu hakikat Hz. Peygamber @'in bir hadisinde etkili bir biçimde ifade edilmiştir: "Kıyamet • gününde Allah şöyle buyuracaktır: 'Ey Ade­moğlu! Ben hastalandım da sen beni ziyaret etmedin.' Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni hastalıktan dolayı nasıl ziyaret ederdim? Allah şöyle ce­vap verecek: 'Fİlan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin; bunu bilmiyor musun? Eğer onun ziyaretine gitmiş olsaydın, Beni orada bulacağını bilmiyor muydur?' Aynı şe­kilde Allah tekrar buyuracak: 'Ey Ademoğlu! Senden bir parça ekmek istemiştim; fakat sen Bana vermedin.' Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl ekmek verebilirdim ki?' Allah diyecek ki: 'Filan kulum senden ekmek istemişti de sen ona vermemiştin. Eğer ona yedirmiş olsay­dın, bunun karşılığını elbette bulacaktın. Bu­nu bilmiyor muydun? Allah tekrar buyura­cak: 'Ey Ademoğlu! Senden su istemiştim de bana su vermedin." Ademoğlu diyecek ki: 'Ey Rab! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirim?' Allah şöyle cevap vere­cek: Filan kulum senden su istedi de sen ona içirmedin. Sen ona su içirmiş olsaydın, bunun karşılığını yanımda bulacağını bilmiyor muy­dun?" (Müslim).

Aynı anlayış, Kur'ân'ın insandan yapmasını istediği ibadet ve fiilde çeşitli şekillerde gizli­dir. Kur'ân, insanın sahip olmak zorunda ol­duğu özel vasıflara, faziletlere ve meşru ve meşru olmayan arasındaki farka önem verir­ken aynı bakış açısını yansıtmak İstemekte­dir, insanda nisbeten bulunması gereken rahmet veya lütuf niteliğine Kur'ân çok büyük önem vermektedir. Gerçekten de Kur'ân Al­lah'ın diğer sıfatları arasında özellikle bu sıfa­tına öncelik tanımaktadır. Kur'ân'da 300'den fazla yerde bu sıfata değinilmektedir; eğer basiret, bağışlama, merhamet, esirgeme ve sabretme gibi diğer nitelikleri bu sıfatın tabii sonuçlan olarak kabul edersek bu sayı art­maktadır; öyle ki Kur'ân, başından sonuna kadar, tek bir ilâhî lütuf veya rahmet mesajı olma görevini üstlenmektedir.

Rahmet konusunda hadis külliyatında bulu­nan her ayrıntıya değinmek istemiyoruz. Bu­na gerek de yok. Bu konuda İslâm Peygam­berinin hayatı ve öğretisi o kadar açıktır ki bir cümle ile ifade edilebilir; Allah'a iman ve O'nun yarattıklarına karşı sevgi. İyi bilinen bir hadis-i şerifte, Allah'ın rahmetinin, Allah'ın yarattıklarına merhamet gösterenlerin

üzerine olacağı ifade edilmektedir. Allah'ın rahmetini kazanmak için yeryüzünde yaşa­yanlara şefkat gösterilmesi gerektiğini söyle­yen Hz. İsa'nın bu nasihati Hz. Peygamber @'in şu sözlerinde yansıtılmaktadır: "Yeryü­zünde yaşayanlara merhamet edin ki, Allah'ın lûtfu ve keremi de üzerinizde olsun." Merha­met unsuru bîr serçe kadar önemsiz görünse de, Allah'ın rahmetinin, başkalarına merha­met edenlerin üzerine olduğunu bildiren pek çok hadis vardır.

Kur'ân'a göre imanın temeli şu düşüncede yatmaktadır; insan hayatının gayesi insanın kendi tasavvuru ve faaliyeti ile Allah'ın sıfat­ları üzerinde düşünmesidir. Kur'ân insanın varlığını hayvanlığın bitip daha yüksek bir hayatın kendini göstermeğe başladığı bir çiz-gi olarak görmektedir. İnsanı hayvandan ayı­ran ve ona hayat cetvelindeki derecesini ve­ren onun insanlığıdır; bu da Allah'ın sıfatları­nın veya niteliklerinin yansımasından başka bir şey değildir. İlâhi nitelikler insan hayatın­da ne kadar fazla olursa, o derece mükem­melliğe varılabilir. İşte bu yüzden Kur'ân in­sanın özel vasıflarına değindiği yerlerde dai­ma bu vasıflarla Allah'ın sıfatları arasında ilişki kurmaktadır, öyle ki insanî özelliğine değinirken "Allah'ın üflemesinden" söz eder. "Sonra belirli ölçülerde şekillendirip kendi ruhundan ona liflemiş ve bu suretle size ku­lak, göz ve idrak vermiştir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz." (32: 9).

Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, insa­nın dünyadaki mevkii Allah'ın ona kendi ru­hundan üflemesiyle yükseltilmiştir; yine, in­sana doğru yolu bulabilmesi için gerekli akıl ve duyular bahşedilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'ın rahmetini zihinle­rimize nakşetmeye çalışmasındaki amacı, bizde merhamet duygusunu uyandırmak için­dir. Kur'ân'ın rububiyet ve diğer sıfatlara da sık sık değinmesindeki amaç aynıdır. Çok sık olarak Allah'ın rahmetinin sının olmadığı vurgulanır ve insandan da kısıtlayıcı olmayan

bir merhamet niteliği geliştirmesi istenir. Za­ten, Allah'ın yaratıklarını affetmeyi öğrenme­den, Allah'ın bizi bağışlamasını nasıl bekle­riz? "O takva sahipleri ki, onlar, bollukta da darlıkta da dağıtırlar; kızdıklarında öfkelerini yenerler ve isanları bağışlarlar. Allah da gü­zel davrananları sever." (3: 134).

 

Şeriat Ve Merhamet Meselesi

 

Şimdiye kadar toplumla ilgili kanunları gözö-nüne aldığımızda, Kur'ân'ın insandan düş­manlarını sevmesini istemediğini görüyoruz. Kur'ân düşmanlarımızı bağışlamamızın bi­zim için iyi olduğunu söylemektedir; çünkü düşmanlarım bağışlamasını Öğrenen bir insan kinden ve nefretten uzaklaşır ve arınır. "Ve onlar ki, Rab'lerinin yüzünü (rızâsını) arzu ederek (nefsin gücüne giden şeylere) sabre­derler; namazı kılarlar, kendilerine verdiği­miz rızıktan gizli ve açık olarak (hayır yolu­na) harcarlar ve kötülüğü iyilikle savarlar. İş­te bu (dünya yurdu)nun güzel sonucu onların­dır." (13: 22). "İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bu­lunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiş­tir. Bu (kötülüğü iyilikle savma olgunluğu)na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse ka­vuşturulur." (41: 34-35).

Kur'ân, her zaman kısasın yapılması gerekti­ğini söylememektedir. Buna izin verdiği yer­lerde de hayatın emniyetini gözetmektedir. Fakat buna izin verilirken, bağışlamanın daha iyi bir fiil olduğu ve kötülüğe karşı iyilikle cevap vermenin daha iyi sonuçlar getireceği vurgulanmaktadır. "Eğer (bir topluluğa) azâb edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azâb edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sab­redenler için daha iyidir. Sabret, sabrın ancak Allah'(m yardımı) iledir." (16: 126-127). "Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir." (42: 40).

Yahudilerin ve Hıristiyanların tanrı telakkileri şüphesiz bir nebze olsun iyileştirilmişti. Fakat hala eski inançlarının aslî karakterini taşıyordu. Yahudiler Allah'ın diğerlerinin tanrıları gibi, mutlak bir diktatör olduğuna inanıyorlardı. Eğer onlardan memnun olursa kendisini İsrail'in Allah'ı olarak nitelendirir-dİ; memnun olmazsa öç alır, mahvolmalarına sebep olurdu. Hıristiyanların anlayışı daha İyi değildi. Adem'in asıl günahından dolayı onun bütün soyunun veya insanlığın ilâhi hoşnut­suzluk sebebi olduğuna ve sonuç olarak Hz. İsa'nın çarmıha gerilerek bu asıl günahı yük­lendiğine ve insanın kurtuluşuna sebep oldu­ğuna inanıyorlardı.

Fakat Kur'ân "ceza" ve "mükâfat" kavramla­rını farklı temellere oturtmaktadır. Bunu ya­parken mükâfat veya ceza muamelesini kâinatta işleyen sebeplilik kaidesinden farklı bir çerçevede ele almaz. Aksine onu, ona ait bir görüntü olarak ele alır. Herşey bir vasfa sahiptir ve bu vasfa uygun bir sonuç üretir veya onunla alakalı bir şekilde kendini ifade eder. Aynı tezahür, insanın düşünce ve faali­yet dünyasında da mevcuttur. Her düşünce, duygu veya davranış kaçınılmaz bir tepki do­ğurur. Bu tepki, onun karşılığıdır; ya mükâfat ya da ceza. İyi fiilin karşılığı iyi ve bu mükâfattır. Aynı şekilde kötü fiilin sonucu kötüdür ve bu da "ceza"dır. Birinin adı cen­net, diğerinin cehennemdir. Cehennem azabı kötü amelde bulunanlar için, cennetin rahat­lıkları iyi amelde bulunanlar içindir. "Ateş halkıyla cennet halkı bir olmaz. Kurtulanlar, ancak cennet halkıdır." (59: 20).

Kur'ân, ister dış dünyada olsun ister insanın iç dünyasında olsun her şeyin kendine mah­sus bir tabiat ile donatıldığına işaret etmekte­dir. Ateşin tabiatı yakmak; suyun tabiatı se­rinletmek, vs. Hiçbirşey kendi tabiatının el­verdiğinden başka bir sonuç üretmez. Her türlü insan davranışında da aynı durum söz konusudur. Her fiil kendisine mahsus bir so­nuç doğurur. İşte bu Kur'ân'ın karşılık, bedel veya adalet dediği şeydir: "Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini, inanıp iyi ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öy­le mi? Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah, gök­leri ve yeri gerçek olarak yarattı, tâ ki her can, kazandığıyla cezalandırılsın. Onlara hak­sızlık edilmez." (45: 21-22).

Aynı sebepten dolayı Kur'ân, iyi veya kötü olsun her fiili kesb olarak isimlendirmekte­dir. Arapça'da kesb bir kişinin kazandığı ve­ya bir kişinin fülİnin sonucu anlamına gel­mektedir. Dolayısıyla kesb insanın neticede ya hoşlanacağı ya da katlanmak zorunda ol­duğu şeydir. "...Herkes sadece kendi kazan­dığına (kesb) bağlıdır" (52: 21). Bu ilke Kur'ân'ın ikinci sûresinde açıkça gözler önüne serilmiştir: "Allah, kimseye gücünün üs­tünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandı­ğı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi za-rarınadır." (2: 286). Aynı ilke topluluklara ve milletlere uygulanmaktadır. "Onlar bir üm­metti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendi­lerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz on­ların yaptıklarından sorulmazsınız." (2: 134).

Yine, şu konuya tekrar ve tekrar açıklık geti­rilmiştir ki, din insanı iyilik yapmaya ve kö­tülükten sakınmaya davet ederken, bunu insa­nın mutluluğu vye felahı için yapmaktadır. "Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisİnedir ve kim de kötülük yaparsa zararı kendisine-dİr. Rabb'in kullarına zulmedici değildir." (41:46).

Hz. Peygamber @'in meşhur bir hadisi bu ha­yat ilkesine işaret etmektedir: "Allah der ki: 'Ey kullarım! Doğmuş veya doğacak olanla­rınızın tümü, bütün insanlar ve cinler; aranız­daki en iyiler kadar iyi olsalar, onların davranışlarının benim dünya üzerindeki hükümran­lığıma zerre miktarı katkısı olmayacaktır. Ey kullarım! Aynı şekilde, sizden Önce yaşamış olanlar ve sizden sonra gelecek olanlar, bütün insanlar ve cinler; aranızda en günahkâr olan­lar kadar günah işlemiş olsalar bile, davranış­larının hiç biri hükümranlığımdan bir zerre dahi ekşitmez. Ey kullarım! Sizden önce ya­şamış olanların ve sizden sonra gelecek olan­ların hepsi bir yerde toplanıp benden lütuf beklese ve ben onların karşılığını versem, bir denizin katresi kadar bile rahmet hazineleri­mi ekşitmez. Ey kullarım! Hatırlayın, sizin iyiliğiniz için kendi amellerinizin karşılığını ben size gönderiyorum. Öyleyse amelinin karşılığı iyi olan Allah'a şükretsin; ve ameli­nin karşılığını memnun edici bulmayan, onunla kendisini suçlasın, başkasını değil." (Müslim).

Mükâfat veya cezanın Allah'ın arzusuna bağlı olduğu düşünülmemelidir. Kur'ân, bütün kar­şılıkların, mükafat veya cezanın doğrudan doğruya insanın kendi fiiline birer tepki oldu­ğuna ve Allah'ın iyi ameli sevdiğini, kötü ameli sevmediğini ifade etmektedir.

Bu anlayış daha Önceki inançlardan farklıdır. Hayatta işleyiş hâlinde olan kanunu ifade et­mek için en uygun kavram Din olup, sonuçta konuya bağlantılı tüm yanlış kavramla bir ke­nara itilmelidir. Dirim Fatiha süresindeki kullanımı, iyi veya kötü olarak nitelendirilen bir fiilden kaynaklanan mükâfat veya cezanın önemine açıklık getirmektedir.

 

Şeriat Anlamında Din

 

Aynı sebepten dolayı Din kavramı şeriat, ka­nun ve hüküm anlamında kullanılmaktadır; çünkü dindeki temel inanış, insan davranışla­rı için karşılık veya hesap inancıdır. Bu, aynı zamanda şeriatın temelidir. Yusuf sûresinde. Yusuf Peygamber'in küçük kardeşini yanında alıkoymasına değinilmektedir. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir: "Yoksa kralın dini (kanunu)na göre (Yusuf) kaddeşini alamazdı. Meğer Allah dilemiş olsun." (12: 76). Burada "Mısır Krah'nın dini" ifadesinden Mısır'da yürürlükte olan kanun kastedilmektedir.

Dikkat edilmesi gereken bir husus, Allah'ın rububiyet ve rahmet sıfatlarına değinen Kur'ân'ın, bunların tam tersi sıfatlar olan ga­zap ve azamet sıfatlarından doğrudan doğru­ya bahsetmemesidir. Buna karşılık Din Gti-nü'nün Sahibi ifadesi kullanılmakta ve böyle­likle rububiyet ve rahmet sıfatlarında mevcut olan adalet sıfatına dikkat çekilmektedir. İlâhî sıfatlar içinde zorbalığa yer yoktur, in­sanın kendi selâmeti için onu korkmaya ve haşyete zorlayan adalettir.

Bu izahlardan sonra, kâinatta işleyiş hâlinde olan Allah'ın rahmet ve rububiyet sıfatlarının belirli sonuçlar doğurduğu rahatlıkla anlaşıla-bilmelidir. Fakat bu sonuçlar gazabın gerili-miyle değil, adaletin gücüyle ve münasip bir şekilde gerçekleşmektedir. İnsan zihni bu ha­kikati kolay kolay yakalayamamakta ve so­nuç olarak gaflet içinde bulunmaktadır. İnsan zihni, gazap ve hükümranlık sıfatlarını Allah'ın atfederek, hayatta vuku bulan herşeyi Allah'ın hoşnutsuzluğuna bağlamaktadır. Oy­sa hakikati aramaya çalışsalardı, Allah'ın hoş­nutsuzluğuna atfedilenin Rahmetin isteğinin ta kendisi olduğunu göreceklerdir

Herşeyin bedelini veren kanun kâinat haya­tında faaliyette bulunmasaydı veya kemâl yo­lundaki bütün engelleri kaldıran mükemmel­lik süreci olmasaydı, hayatta iyilik için hiz­met edecek adalet ve mizan duygusu olmaya­caktı ve bu durumda netice büyük bir kaos olacaktı.

Bütün kâinat varlığını rubûbiyet ve rahmetten kaynaklanan güçlere borçlu olduğu gibi, ida­mesi de adalet ilkesine bağlıdır. Adalet ilkesi, her türlü çirkinliği yokederek güzelliği ve dengeyi ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden, İn­san hayatın bu veçhesi üzerinde derin düşü­nürse, hayatta mevcut her nizam ve güzellik­ten adaletin gücünün sorumlu olduğunu göre­cektir.

Arapça'da adi veya adalet, "tarafsız, eşit davranmak" anlamına gelmektedir. Bir Ada­let Mahkemesi, huzurunda çekişen iki tarafın zıtlıklarını azaltmaya çalışır. Adi, aynı za­manda ölçü manasında kullanılır ve tartının her iki tarafının aynı ağırlığı göstermesini ve­ya ölçünün adaletli yapılmasını ifade eder. Adalet hayatta dengeyi sağlar; birşeyi diğe­riyle uyumlu hale getirir ve birliği teşkil eder. Her türlü düşünce ve hayat tarzında güzellik ve orantıdan sorumlu olan bu ilkedir. Bu ilke, kâinat düzeninin üzerinde yattığı gerçek te­meldir. Her gezegen veya yıldız boşlukta ha­reket hâlinde, dengeli âdil veya birbirleriyle uyum halinde seyretmektedirler. Toplumu bi-rarada tutan bu ilkedir. Bu ilkeden en ufak sapma bile fizikî dünyada bir felâket İle so­nuçlanır.

"Göğü yükseltti ve mizanı koydu" (55: 7).

"Allah O'dur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti." (13: 2).

"(Allah), gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı." (31: 10).

Bu, kâinata işleyen denge ilkesidir. Ai-i Im-ran süresindeki ka'imen bi'l-kıst, "Dengeyi sağlama" (3: 18) ifadesi bu kavramı iki keli­me ile perçinlemektedir.

Kur'ân bizden, madde dünyasında tezahürleri açıkça görülen bu denge ilkesinin işlediği sa­ha içersinde insan faaliyetlerinin gözardı edi­lip edilmeyeceği üzerinde düşünmemizi iste­mektedir. İşte bu yüzden hangi hayat sahasın­da olursa olsun dengeli olan her fiili Kur'ân amel-i sâlih olarak nitelendirmektedir. Bu adalet ilkesi hayatın her alanında orantı, den­ge ve güzellik için gerçekten faaliyet gösteri­yorsa niçin inkâr edilmektedir. "Allah'ın di­ninden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüle­ceklerdir." (3: 83).

Kur'ân, denge veya adalet ilkesini ihlâl eden her türlü fiili göstermek üzere çeşitli ifadeler kullanmaktadır. Bunlardan bazıları: Zulm, Tuğyan, israf, Tebzir, Ifsad, Iîİda ve Ud-van'dır. Şimdi bu kelimelerin her birinin neyi ifade ettiğine bakalım. Arapça'da zulm ile ni­telendirilen şey, "uygun biçimde veya düzen içinde" olmayandır. Bu yüzden şirk veya Allah'a ortak koşmak, bundan daha uygunsuz bir şey tasavvur etmek imkân dahilinde olmadığından, en büyük zulm olarak tanımlan­maktadır. Düzen içinde olmayan herşeyİn denge ve adaletten yoksun olduğu açıktır. Aynı şekilde tuğyan ifadesi "aşırı veya asıl Ölçünün üstünde" anlamına gelmektedir. Bir nehrin taşmasını ifade etmek için tuğyan ke­limesi kullanılır. Böyle bir durum normale, dengeye ve adalete aykırıdır. Aynı şekilde İs­raf, Tebzir, İfsad ifadeleri îtida ve Udvan gibi ikisi de sınırı aşmak anlamına gelmekte olup, aynı kategoriye dahildir. (Ebû'l-Kelâm Azad, The Tarjuman al-Qur'an).

 

KISIM 8

 

KUR'ANÎ DÜŞÜNCE SİSTEMİ

 

Kur'ân-ı Kerîm'in nazil olduğu, Hristiyanlı-ğın altıncı asrında monoteistik (tek tanrıcı) ideoloji geniş boyutlarda gelişmişti. Peki Kur'ân'm sunduğu itikadın niteliği nedir? Di­ğer ideolojileri inceleyip bu yeni nizama bak­tığımızda, bu yeni inanç sisteminin kapsamlı bir Allah'ın Birliği kavramını yerleştirdiğini görürüz.

 

Aşkınlığın Mükemmelliği

 

Antropomorfizm (Allah'ı insan şeklinde ve İnsanın haiz olduğu vasıflarda bir şahsiyet gi­bi tasavvur etmek) zıddı transandantalizm (aşkınlık felsefesi) noktasından Kur'ânî aş-kmlık anlayışı, daha önce erişilmemiş olan bir mükemmellik hâlini varsayar. Kur'ân in­dirilmeden önce insan zihninin ulaşabildiği en yüksek nokta, tasvirlerin yerine görünme­yen bir Tanrı'ya ibadet İdi. Fakat ilâhi sıfatlar konusunda, hiçbir yerde Allah'ı insanla ilgili sıfatların Ötesinde nitelendiren bir kavram yoktu. Musevilikteki kavram bile, hangi bi­çimde olursa olsun tasvire ibadeti yasakladığı halde, benzetme hastalığından kurtulama­mıştır. Allah'ın, Yakub ile güreşmesi, Sînâ Dağı'nda ateş şeklinde görünmesi, Musa'nın Tanrı'yı arkadan görüşü, Musa'nın Tanrı'sının kayıtsızlık içinde davranması ve sonra da piş­man olması, İsrail'e sevgili karısı gibi davran­ması ve onun vefasızlığı karşısında Üzülmesi, kendi içinde bir ağrı duyması ve kalbinde bir yaranın açılması ve buna benzer şeyler Eski Ahit'te sunulan Tanrı'nm portresidir.

Kur'âni kavramdan önce insan zihni antropo-morfik benzetmeler yapmaktan kurtulamıyor ve İlâhî sıfatların ihtişamını doğrudan göre-miyordu. Eski Ahitte mükemmel sıfatlarla birlikte insana has vasıfların ve ihtirasların Allah'a yakıştınldığını görüyoruz. Hz. İsa bi­le evrensel lütuf için Allah ile konuşmak istediği zaman, baba ile oğul arasındaki ilişki benzetmesine tâbi tutuluyordu. Hz. İsa'yı Al­lah'ın oğlu konumuna yükselten bu temayül­dü. Fakat Kur'ân'ın kavramlarına baktığımız­da yeni bir düşünce dünyasının gözlerimizin önüne serildiğini görürüz. Bu düşünce dünya­sında antropomorfik benzetmelere yer yoktur ve aşkmcılık mükemmelliğe ulaşmıştır. "O'na benzer hiçbir şey yoktur." (41: 11). "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür." (6: 103). "De ki: O Allah birdir. Allah Samed'dir. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (112: 1-4).

Eski Ahine ve Kur'ân'da ortak olan bu konu­yu inceleyin. Eski Ahit görünen bir Allah'tan bahsederken, Kur'ân sadece Allah'ın görünen nurundan bahsetmektedir. Eski Ahit Allah'a somut bir şekil biçerken, Kur'ân Allah'ın gö­rünen bir meleğinden bahsetmektedir. Konu­yu daha İyi açıklamak için Eski Ahiftsa. alı­nan aşağıdaki bölümlere bakalım:

"Ve Sına Dağı hep tütüyordu, çünkü Rab onun üzerine ateş içinde İnmişti..." (Çıkış, 19: 18). "Ve Rab dedi: İşte, yanımda bir yer var, ve kaya üzerinde duracaksın; ve vâki olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni kayanın bir kovuğuna koyacağım, ve ben geçinceye kadar elimle seni örteceğim; ve elimi kaldıra­cağım, ve arkamı göreceksin; fakat yüzüm görülmiyecek." (Çıkış, 33: 21-23). "Ve Rab bulut direğinde indi, ve çadırın kapısında durdu, ve Haninle Miryamı çağırdı; ve onla­rın ikisi çıktılar. Ve dedi: Şimdi sözlerimi iyi dinleyin; eğer aranızda bir peygamber varsa, ben, Rab, ruyetkte ona kendimi bildireceğim, rüyada onunla söyleşeceğim. Kulum Musa öyle değildir; bütün evimde sâdıktır; onunla remz ile değil, açıkça, ağız ağıza söyleşece­ğim; ve Rabbin suretini görecek; öyleyse ku­lum Musa aleyhinde söylemekten niçin kork-madınız?" (Sayılar, 12: 5-8).

Kur'ân yukarıdakileri şöyle yorumlamakta­dır: "Musa, tâyin ettiğimiz vakit gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca: 'Ey Rabbim, Ken­dini bana göster de Seni göreyim!' dedi. Rabbini hiçbir zaman göremeyeceksin, ancak şu dağa bak, eğer dağ yerinde durabilirse, sen de Beni görürsün!' buyurdu. Ve Rabbi dağa te­celli edince, onu paramparça etti, Musa da baygın bir hâlde yere düştü; kendine gelince: 'Münezzehsin, Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim!' dedi." (7: 143).

 

Aşkınhk Ve Sıfatların İnkârı

 

Aşkmlık (müteâliyet) ve reddediş arasında el­bette bir fark vardır. Aşkınhk insan zihninin ilâhî sıfatlara yaklaşırken her türlü beşerî Özellikten sıyrılmasını öngörür,. Diğer yan­dan inkarcılık Allah'a giden yolda insan zihni tarafından kavranabilecek her sıfatı reddede­rek boşluk ile sonuçlanır. Kur'ân'ın amacı tam anlamıyla fizikötesi bir Allah kavramı sunmaktır, bir inkâr faaliyeti başlatmak değil. Şüphesiz Upanişadlardaki Neti Neti metodu ileri bir fizikötesi görüş meydana getirdi. Fa­kat uygulamadaki sonuç neydi? Mutlak Brah­ma, hiçlikten kaçınmak için İşvara'nın somut hâline bürünmek zorunda kaldı.

Sıfatların kabul edilmesi insana benzetmeye götürürken, inkâr tamamen hiçliğe götürür. Aynı şekilde kişileştirme veya benzetme ha­kikati kavramamızı engellerken, inkâr faali­yeti bizi kesin inancın tesellisinden mahrum bırakır. İşte bu yüzden Kur'ân orta yolu seç­miştir.

Akla gelecek her sıfatın beşerî sıfatlarla iliş­kisi olacağı için insan zihnine Allah'ın sıfatla­rını tahayyül etme imkânı tanınmazsa, aşkın­hk (müteâliyet), tamamen Allah'ı inkâra yol açar, hiçbir zaman kesin bir inanç oluşmaz. Şayet Allah'a yaklaşımımızda, sıfatların tüm­den inkârına kalkışırsak, sonuçta kişinin İlâh ile ilgili müşahedelerinde tesir alam Allah'ı inkâr olacaktır; çünkü, yokluk anlayışını var­lık anlayışından ayrı düşünemeyiz.

Allah'a inanmak insan tabiatının bir iç talebi­dir. Bu talebi hayvanlık seviyesinden insanlık seviyesine yükseltmek için insanın Önüne bir ideal koyması lâzımdır. Buradaki zorluk zih­nimizin gözü önüne Mutlak'ın hiçbir resmini koyamamamızdır. Bunu ancak açık (pozitif) sıfatlarla kişileştirerek yapabiliriz. Hakikatin güzelliğine açık sıfatlar perdesi aracılığıyla bakmaya çalışmamızın sebebi budur. Perde bazen ince, bazen kalındır, bazen korkutucu ve bazen cezbedici, faat hep oradadır. Asla kaldırılamaz.

Gerçek şudur ki, hakikat kendi üzerine bir perde koymamıştır. Ona dikkatli bakma yete­neği olmayan bizim gözümüzdür. Onu gözle­rimizin önüne koyulmuş perdelerle görmeyi arzularız ve hakikatin üzerinde perde olduğu­nu hayal ederiz. İnsan niteleyici olmayan bir kavramı anlayamaz. Dolayısıyla anlayabile­ceği ve sahip olabileceği bir nesnenin peşin­den koşmak ister. İhtiraslı bir şekilde aşık olabileceği ve ardından çılgınc*a koşabileceği bir güzelliği arzular. Uğrunda ellerini açıp dua edebileceği ihsanı arzular ve mevkisine rağmen gözü hep yükseklerdedir. "Çünkü Rabbin, devamlı gözetendir." (89: 14).

Niteleyici olmayan bir sıfat karakter itibariy­le olumsuzdur. İnsanın susuzluğunu gidere­mez. Elbette felsefî bir bakış getirir, fakat hiçbir zaman faal ve yaşayan bir inanç ola­maz. İşte bu yüzden Kur'ân, üzerinde sadece mükemmel bir fizikötesi bakış kazanacağı­mız değil, aynı zamanda insana benzetmenin her çeşidine karşı koyabileceğimizi hissede­ceğimiz bir yol takip etmektedir. Ferdî sıfat­ları tek tek tasdik etmektedir. Fakat aynı za­manda benzetmeyi reddetmektedir. Allah'ın insanın aklının alamayacağı bütün sıfatlara sahip olduğunu söylemektedir. O Hay (yaşa-yan)'dır, Kadir (kudret sahibİ)'dir, Mükevvin (yaratıcı)'dır, Lûtufkâr (rahmet sahibi)'dır, Basir (her şeyi gören)'dir, Semi (her şeyi işi-ten)'dir, Alim (her şeyi bilen)'dir. Bununla kalmayıp Kur'ân literatürde kabul gören her türlü şeklî açıklamayı tereddütsüz kullanmak­tadır. "Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır." (5: 64). "O'nun Kürsüsü, gökleri ve yeri kapla­mıştır." (2: 255).

Aynı zamanda hiçbir şeyin Allah ile mukaye­se edilemeyeceğini açıkça belirtmektedir. "O'na benzer hiçbir şey yoktur." (42: 11). "Gözler O'nu görmez." (6: 103). "Allah'a me­seller vermeğe kalkmayın! (16: 74). O'nun varoluşu, rubûbiyeti, görmesi', işitmesi veya bilmesi bizimkine benzemez. "El" benzetme­si O'nun kudretine ve merhametine, "Arş" benzetmesi O'nun hükümranlığına ve deneti­mine işaret etmek İçin kullanılmıştır. Fakat buradaki yaklaşım tarzı, bizim onları insan faaliyeti ile ilişkilerini kurarak kafamızda canlandırma tarzımız ile aynı değildir.

Allah kavramı açısından Kur'ân'm tavrı tek çıkar yoldur. Başka hiçbir yaklaşım tarzı bu düğüme bir çözüm olamaz. Bİr yandan Haki­kat o kadar yüksektir ki insan zihni ona yeti-şemeyeceğini hissetmektedir. Diğer yandan insan tabiatında bu Hakikate bir şekil vermek dinmeyen bir istektir. Bununla beraber insa­nın onu yakalama çabası her defasında boşa çıkmaktadır. Fakat Allah'ın bir görüntüsünü yakalama arzusu herşeye rağmen derindir.

Sadece aşkmhğa yönelirsek inkâra gideriz. Sıfatları kabul edersek kendimizi kişileştirme içinde kaybederiz. Selâmet bir orta yolu takip etmekte yatıyor. Ne dizginleri aşkınlığın eli­ne vermek zorundayız, ne de sıfatların kabu­lünü tamamen terketmek zorundayız. Tasdik etmek sıfatları hoş bir şekilde sergileyecektir. Aşkınlık bakışımızı karartan benzetme gölge­lerini engelleyecektir. Biri, Mutlak'in güzelli­ğinin sıfatların ışığı altında görünmesini sağ­layacaktır. Diğeri bütün benzetmelerin bu gü­zelliği gölgelemelerine engel olacaktır.

Upanişadlann yazarları sıfatların inkârında haddi aştılar. Müslüman diyalektikçilerin farklı ekolleri Upani§ad\ardan daha ileri git­tiler ve ilâhî sıfatlar meselesini İçinden çıkıl­maz bir hâle getirdiler. Cehmiye ve Bâtıniye, sıfatları kesin olarak reddetti.

Mutezile ise onları açıkça reddetmedi, fakat eğilimleri iki gruba ayrıldı. İmam Ebu'l-Ha-san Eş'ari, el-İbane adlı eserinde görülebileceği gibi dengeli bir tavrı öngördü. Fakat ta­kipçileri sıfatları yorumlarken aşırıya gittiler ve meseleyi karmaşıklaştırdılar. İmam Cüveynî bu dünyadan ayrılırken şunlan söy­lüyordu: "Bu dünyadan, annemin bana söyle­diği inançlara inanarak gidiyorum." Ortaya bir çözüm konulduğunda, bu Kur'ânî oluyor­du. Bu ihtilâfta önemli bir yeri olan Eş'ari Mektebinden İmam Fahruddin Râzî, son ça­lışmasında nihai olarak bu gerçeği teslim etti-"Felsefe ve diyalektiğin sunduğu bütün usûlleri kullandım, fakat sonunda bu usûllerin işleyen kalblere bir teselli vermedi­ği gibi, susayanın da susuzluğunu gidereme­yeceğini anladım. En İyi metod ve gerçeğe en yakın olan Kur'ân'ın sunduğu usûldür." Sıfat­ların tasdik edilmesi hususunda "Rahim olan Allah göklerin Tahtına oturuyor" ve benzerli­ğin reddi için "O'na benzeyen hiçbir şey yok­tur." âyetlerini oku. Bir başka deyişle, hem tasdiki hem de reddi elden bırakmayın. Be­nim tecrübe ettiklerimi tecrübe etme fırsatını bulanlar, benim yaptığım gibi, hakikati anla­yacaklardır."

İşte bu yüzden ilk gelenekçiler Kur'ân'da Al­lah tarafından bildirilenlere inanıp tasdik ede­rek, fakat onlar üzerinde akıl yürütmeyerek ve yorum yapmayarak tefviz veya boyun eğ­me tavrı sergilediler. Bu yüzden Cehmiye'nin sıfatları reddini, Mutezile ve Eş'ariye'nin yo­rumlan gibi inkâr olarak nitelendirdiler. Tam tersine diyalektikçiler onları insana benzetme temayülleri ile suçladılar; fakat onlar bu isna­da kendilerinin sözde insana benzetişlerinin diyalektikçilerin inkârından daha iyi olduğu­nu söyleyerek cevap verdiler. Buna gerekçe olarak, diyalektikçilerin negatif tavrının hiç­bir iyi yanı yokken kendi tavırlarında kesin bir inancın bulunduğunu söylüyorlardı.

Sonraki gelenekçilerden İmam İbni Teymiye ve öğrencisi İmam İbni Kayyım mesele üze­rine ciddiyetle eğildiler ve ilk gelenekçiler ta­rafından ortaya konan tavrın yeterince sağlık­lı olduğu sonucuna vardılar.

 

Ari ve Sâmî Bakış Açıları Arasındaki Fark

 

Bu konuda Ârî've Semitik tavırlar arasındaki farkı şimdi daha iyi ayırabiliyoruz. Ârî felse­fesi, surete ibadet kapısını açarak insanın Al­lah'ı kişileştirme içgüdüsünü tatmin ederken, Kur'ân bu içgüdüyü sadece Allah'ın sıfatları­nı kişilesürerek ve daha ileri gidilmesini en­gelleyerek tatmin etti. Sonuçta her türlü surete ibadet eğilimi engellendi.

 

Muhkem Ve Müteşâbih

 

Kur'ân-ı Kerîm, muhtevasını iki kısmı ayır­maktadır: Bîri muhkem ve diğeri müteşâbih. Muhkem, insan zihni tarafından anlaşılır olanlardır, günlük hayat ile ilgilidirler ve eş anlam içermezler. Dİğer yandan müteşâbih, Kur'ân'ın insan aklının tamamen kavrayama­dığı ve bu sebeple bunları İncelemeye teşeb­büs etmemesi gereken veya derinliğine bir in­celeme konusu yapılmaması gereken âyetler­dir. "Kitâb'ı sana o indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (kesin anlamlıdır), bunlar Kitâb'ın temelini oluşturur. Diğerleri de an­lamlan belirsiz olanlardır. Kalblermde eğrilik olanlar, saptırmak ve arzularına göre yorum­lamak gayesiyle anlamları belirsiz olanlara uyarlar. Oysa onların gerçek anlamını sadece Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabb'imiz katındandır!' derler ve bunları ancak gerçeği kavrama Özelliği olanlar düşünür ve anlarlar." (3: 7).

Sıfatlar müteşabihat olarak ele alınmalıdır. Bundan dolayı Kur'ân, onları yorumlamak için harcanan zihnî çabaları faydasız olarak değerlendirmektedir. Bu durumda ortaya ko­nacak en uygun tavır tefviz, yani onları tasdik ve iman tavrı, hüküm vermeme tavrıdır. Di-yalektikçilerimizin ortaya attıkları bütün fel­sefi tartışmalar Kur'ân'ın öğretisine uyma­maktadırlar.

 

Rahmet Ve Güzellik Sıfatları

 

Rahmet ve güzellik açısından da Kur'ân'ın aşkınhğı mükemmeldir. Kur'ân indirildiği zaman Yahudilerin Allah kavramında dehşet unsuru hâkimdi. Magian anlayışı ise, aydınlı­ğın ve karanlığın gücünü iki ayrı varlık gibi sundu. Hıristiyanlık, sevgi ve lûtfu vurgula­makla birlikte insan davranışları için karşılık vermenin önemi ikinci plâna İtilmişti. Benzer şekilde, Budizm taraftarları sevgi ve lûtfu vurguladılar, fakat adalet anlayışı gereken ka­bulü görmedi. Kur'ân, bir yandan dehşet un­suruna mahal bırakmayan, öte yandan İnsan fiilinin karşılığı kanununu gereği gibi kabul eden bir rahmet ve güzellik kavramı sundu. Bu kavram adalette karşılık kaidesine dayanı­yordu. Allah'ın sıfatları konusunda Kur'ân'ın tavrı aşağıdaki âyetlerde ifade edilmektedir: "De ki: İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırsanız en güzel isimler O'nundur." (17: 110).

Burada Kur'ân Allah'ın sıfatlarına Allah'ın en güzel isimleri olarak işaret edilmektedir. Bir başka deyişle, Allah'ın güzel olmayan sıfatı yoktur. Kur'ân onlara Kitab boyunca sık sık değinmektedir. Bunlar arasında şiddet ve aza­met sıfatları gibi görünebilen çok az sıfat va-dır. Bunları bile, adaletle bütünleşen bir gücü temsil ettiklerinden, güzel olarak nitelendir­mektedir. Güç ve adalet, hayatın faydalarında kullanıldıklarında güzel sıfatlardır; şiddet ve korkutuculuk olarak nitelendirilemezler. Haşr sûresi'nde rahmet ve güzellik, hiddet ve ga­zapla içİçedir ki her biri Allah'ın güzel isim­leri olarak anılmaktadır: "O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yotur. Bütün mülkün sahi­bidir, mukaddestir, selâmete erdirendir, gü­ven sağlayandır (mümin), görüp gözetendir (müheymin), üstündür (aziz), zor kullanma gücüne sahiptir (cebbar), uludur (mütekeb-bir); Allah, onlann ortak koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir. O, yaratan, yoktan var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. En gü­zel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde her şey O'nu teşbih eder. O, üstündür (aziz), hikmet sahibidir (hâkim)." (59: 23-24).

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na onlarla (o güzel isimlerle) dua edin ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın." (7: 180).

Bu nedenle Fatiha sûrestnde Allah'ın sıfat­ları Rububiyet, Rahmet ve Adi olmak üzere üç sıfatla özetlenmiş ve burada şiddete (gaza­ba) kesinlikle yer verilmemiştir.

Kur'ân'ın Allah'ın Birliği kavramı öyle mü­kemmel ve kesindir ki ondan daha etkilisini bulmak çok güçtür. Allah varlığında tek ise sıfatlarında da tek olmalıdır. O'nun sıfatlarını bir başkası paylaşacak olsaydı, eşsizliğinden bahsedilemezdi. Kur'ân'ın indirilmesinden önce diğer dinlerin hepsi Allah'ın Birliği'nin olumlu yanını vurgulamış!ardır.Fakat onun olumsuz yanını vurgulayan olmamıştır. Olumlu yanı, Allah'ın tek olduğudur. Olum­suz yanı O'na benzer hiçbir şeyin bulunma­masıdır. O'na benzer hiçbir şey yoksa, O'nun için sözkonusu edilen sıfatların hiçbiri aynı zamanda başkası için sözkonusu edilemez. İlk kabul "Varlıkta Birlik", ikinci kabul "Sı­fatlarda Birlik" olarak isimlendirilir. Şüphe­siz Kur'ân'ın getirdiği kavramdan önce Var­lık Birlik kavramı vurgulanıyordu, fakat daha sonra Sıfatlarda Birlik kavramındaki incelik­ler anlaşılmaya başlandı.

İşte bu yüzden eski dinlerin tümünde Allah'ın Birliği inancını, bir surete veya bir kahrama­na ilâh gibi tapınma inancı ile yanyana görü­yoruz. Hindistan'da belki de başlangıçtan beri bir kahramana ilâh gibi tapınmanın ve yarı insan-yan ilâhlara ibadetin halk için gerekli olduğuna, Allah'ın Bİliği kavramının sadece elit tabaka İçin sözkonusu olduğuna inanıl­mıştı. Eski Yunan'da da aynı durum sözkonu-suydu. Eski Yunan düşünürleri Olimpus tan­rılarının kendileri için hakikati ifade etmedi­ğinin farkındaydılar. Buna rağmen Sokrat dı­şında hiçbiri halkın bu tanrılara olan inancına karışma ihtiyacım hissetmemişti. Eğer tanrı­lara ibadet sürdürülmezse halkın dinî hayatı-

nın karışacağını düşünüyorlardı. Pisagor'un. Aritmetik Sistemini tamamladıktan sonra minnettarlığını belirtmek üzere yüz öküzü tanrılara kurban ettiği söylenir.

 

Peygamberliğin Sınırları

 

Bu vesileyle, özellikle dikkat edilmesi gere­ken husus, bir dinin kurucusuna veya bir fik­rin öncüsüne verilen statüdür. Öğretici, bü­yüklük vasfını sergilemediği sürece bir Öğre­tinin büyüklük şanını kazanamayacağı açık­tır. Fakat şahsiyetin büyüklüğünün sınırları vardır. Birçok kimse bir sınır çizgisi çekeme­diği için hataya düşmüştür. Sonuçta bir dinin veya felsefî ekolün öncüsü bazen bir Avatar, bazen bir Tanrı'nm oğlu ve bazen de Tan-n'nın ortağı olarak nitelendirilmiş, bunun mümkün olmadığı yerlerde ona genelde Tan­rı'ya gösterilen saygı ve bağlılık gösterilmiş­tir. Mesela Yahudiler, ilk cahiliyye dönemle­rinden sonra, surete ibadeti öğrenmedikleri halde peygamberlerinin ardından heykeller diktiler ve onlara, ibadet yerlerine olduğu gi­bi kutsallık atfetmişlerdir. Buda'nın Öğretisin­de kesinlikle surete ibadet yoktur. Gerçekte, onun ele geçen son vasiyetinde: "Benim kül­lerime tapmayın. Eğer taparsanız kurtuluş yo­lu size kapanır." demektedir. Buna karşılık ona bağlı olanların ne yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Buda'nın külleri üzerine tapınaklar kurmakla kalmadılar, dinini yaymakta bir araç olarak dünyanın her yerine heykellerini diktiler. Şu bir gerçektir ki, bugün Buda'nın heykelleri dünyadaki diğer ilâh veya şahsi­yetlerin heykellerinden çok daha fazladır. Yi­ne aynı şekilde biliyoruz ki Hıristiyanlığın gerçek öğretisi Allah'ın birliği üzerinde yo­ğunlaşmıştır, fakat daha yüzyıl gemeden Hz. İsa'nın kendisi Tanrı konumuna yükseltildi.

 

Sıfatlarda Birlik

 

Fakat Kur'ân her türlü sapmayı önleyecek kadar mükemmel bir sıfatlarda birlik görüşü sunmuştur. Sadece Allah'ın birliğini öncelikli olarak vurgulamakla kalmadı, aynı zamanda çok tanrıcılığa giden bütün yolları kapadı. Bu onun en temel özelliğidir.

Kur'ân sadece Allah'ın ibadet edilmeye layık olduğunu söylemektedir. Yolunuzdan sapa­rak bir başkasına yönelirseniz, Allah'ın Birli­ği'ne inanan bir mümin olmaktan çıkarsınız. Kur'ân insanın çağrısına cevap verenin ve dualarını kabul edenin O olduğunu söyle­mektedir. Dolayısıyla dualarınızda O'ndan başkasına yalvarırsanız Allah'ın ilâhlığına başkasını ortak koşuyorsunuz demektir. Bü­tün ibadet şekilleri Allah ile insan arasındaki bağlardır. İbadetinizde başkasına ortak koşar­sanız, ibadetin ruhu kaybolur. Daha da önem­lisi Allah'ın Birliği'ne olan inancınız kaybo­lur. Bu yüzden duanın biçimi Fatiha sûresinde şu şekilde tayin ediliyor: "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım İste­riz!" 'Ancak sana' ifadesi özellikle vurgulan­maktadır. Kur'ân yine aynı şekilde 'Allah'ın sıfatlarında birliğini' büyük bir önemle vur­gulamaktadır, Öyle ki Kur'ân'ın tümünde bu hakikate işaret etmeyen bir sayfa bulmak güçtür.

Kur'ân'ın ilgilendiği en önemli mesele, Kur'ân'ın sunduğu çerçevede peygamberlerin tam konumudur. Kur'ân tekrar ve tekrar İslâm Peygamberi Hz. Muhammed @'in bir beşer ve Allah'ın bir kulu olduğuna işaret et­mektedir. İslâm'ın amentüsü şudur: "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." Bu yeminde Allah'ın Birliği'ne şa­hitlik, Allah'ın bir kulu ve O'nun mesajının temsilcisi olarak Hz. Peygamber @'in konu­muna şahitlik kadar vurgulanmıştır. Bu niçin islâm'ın esasıydı? Şüphesiz Hz. Peygamber @'in bir Avatar olarak nitelelendirilmesi, Al­lah'ın kulu konumundan Allah konumuna yükseltilmesini engellemek içindi. Bir insan Allah'ın birliğine iman etse bile, Peygambe­rin Allah'ın bir kulu olduğuna iman etmediği sürece İslâm dairesine giremez. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar arasında bir­çok ihtilâf çıkmasına rağmen, onun şahsiyeti konusunda bir farklılığın savunulmamasınm sebebi buydu. Vefatından birkaç saat sonra minberde bir konuşma yapan Hz. Peygam-ber'in kaymbabası ve İslâm'ın ilk halifesi Ebu Bekr şöyle demektedir: "Kim Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed öldü. Kim Allah'a tapıyorsa, bilsin ki, Allah hayat sahi­bidir (Hayy), ölümsüzdür (la yemut)!"

 

Hepsi İçin Bir Kavram

 

Kur'ân'ın indirilmesinden önce, dini tebliğde halk ile elit arasında fark gözetilmekteydi. Hindistan'da tesbit edilen üç sınıf vardır: Avam için surete tapınma ve elit için Allah'a yakınlık metodu uygun görülürken, elitlerin eliti için panteist hayatın imtiyazı öngörülü­yordu. Eski Yunan'da da aynı durum sözko-nusuydu. Soyut bir tanrı fikrinin sadece felse­fe ilminde derinleşmiş kimseler tarafından kavranılmasının mümkün olduğuna ve ava­mın yarı insan-yarı tanrılara ibadetle ilgilen­mesinin daha uygun olduğuna inanılıyordu. Kur'ân bu ayırımı kaldırdı ^Allah'a yaklaşma­nın tek bir yolunu göstererek, ilâhi sıfatlar konusunda tek bir görüş sundu. Hem avama hem de filozoflara hakikatin aynı ışığını gön­derdi. Onların hepsine tek bir inanç ve iman kapısı açtı.Kur'ân'ın sunduğu Allah kavramının gayesi hem filozofu ve bilgeyi, hem köy­lüyü ve çobanı tatmin etmekti.

Bu meselenin üzerinde durulması gereken başka bir yönü daha vardır. Hindistan'da gö­rülen avam İle elit arasındaki bu ayırım pratik uzlaşma duygusunun bir sonucuydu. Orada her dinî inanç ve tatbik biçiminin büyüme ve gelişme imkânı vardı. Başka milletler arasın­da iç savaşlara sebep olan dînî farklılıklar bu­rada bir uzlaşma konusu haline geldi. Uyum­luluk burada hayatın ruhuydu. Bir Vedantist, hakikate yakınlığın surete ibadetten daha zor olduğunu bilir. Fakat hiçbir zaman surete iba­dete sırt çevirmez; çünkü Allah'a giden yolda ilk merhalenin bu olduğunu, insanın katet-mek için seçtiği yol ne olursa olsun nihaî he­defin herkes için bir ve aynı olduğunu düşü­nür. Prof. C. E. M. Joad, Hindistan tarihinin bu özelliğine daha önceki bazı yazarların yaptığı gibi Özel bir yer ayırmaktadır.

Kur'ân'ın özelliği, inanç konusunda herhangi bir tavize yanaşmayı reddetmesidir. Onun tek ve yüce ilâh anlayışı kesin olup değişmezdir. Bu kesinlik ise onu diğer inançlara karşı hoş­görülü olmaktan alıkoymaz. Fakat onlarla uz­laşmaya yanaşmaz.

Kur'ân, Allah anlayışım insan fıtratının ev­rensel ve aslî hislerine dayandırmaktadır. Bu kavramı sadece özel bir entellektüel sınıfın çözebileceği bir muamma haline getirme­mektedir. Hayat hakkında evrensel insan his­si nedir? Bu, kâinatın kendi kendine meydana gelmediğidir; yaratılmıştır: dolayısıyla bir ya­ratıcısı olmalıdır. Kur'ân'ın işaret ettiği sade­ce budur. Bundan başka ve bunun üzerinde ilgilendiği herşey dinî öğretiye girmemekte­dir. Bunların hepsi insanlar tarafından düşü­nülmesi ve tecrübe edilmesi için bırakılmış­tır. "Ama biz(im uğrumuz)da cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir." (29: 69). "Kesin inanacak insanlar için arzda (Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren) nice işaretler var. Kendi canlarınızda da öyle. Görmüyor musunuz?" (51: 20-21).

Hindu düşünürler toplumun farklı sınıfları arasında farklı düşünce dereceleri dağıttılar. İslâm'daki düşünce ve inanç bakış açısı böyle bir fark gözetmemektedir. Fakat yetenekler farklıdır. Herkes bilgi için aynı susuzluğu hissetmez. Bir sınıf olarak kitlelerin belirli kalıpları olabilir, fakat onlar içinde bireyler bunlarla sınırlı değildir. Onları aşabilir ve kendi şahsî yetenek ve eğilimlerini takip ede­bilirler.

Buhari ve Müslim'den rivayet edilen ve Cib­ril hadisi olarak bilinen sahih bir hadiste, zih­nin üç düşünce kademesinden bahsedilmektedir, islâm, iman ve ihsan. İslâm, İslâm'ın şartlarını tasdiki, Ramazan ayında orucu, günlük ibadeti, haccı ve zekâtı içermektedir. İman ise sadece bu şartların kabulü ile yetin­memekte, onlara kesin teslimiyeti telkin et­mektedir. İhsan ise, Allah'ı görüyor gibi iba­det etmek, biz O'nu göremiyorsak da O'nun bizi gördüğüne inanmaktır.

İlk kademe genel tavıra işaret etmektedir. İnancın şartlarını kabul eden ve belirli sorum­luluklar yüklenen kimse İslâm dairesine gir-mİştİr. Fakat bu giriş bir teslimiyet hâlini ge­rektirmemektedir. İslâm'ın İlk basamağı sade­ce onun dış yüzünü temsil etmektedir. İslâm'ın ikinci kademesi olan İman'da, İslâm kişinin zihnini ve kalbini sarmaktadır. Bu ka­demeye ulaşılınca insan seçtiği daireye girer. Fakat mesele burada bitmez. Hakikatin bilgi­si veya gerçek inanç daha sonraki kademede oluşur ki, bu İhsan dönemidir. Fakat bu, top­lulukların ulaşabileceği bir inanç veya aklî kazanım safhası değildir. Bu, ferdî tecrübe veya şahsî aydınlanma aşamasıdır. Eğitim, inanç öğetileri veya aklî faaliyet bu aşamanın geçilmesini temin etmez. Şahsi manevî gay­retin bir sonucudur. Ne öğretilecek ne de öğ­renilecek bir meseledir. Bu merhaleyi geçen kimse şayet birşey söyleyecekse, söyleyeceği şey, "Benim gİbİ ol ve göreceğini gör! "den başka bir şey değildir. Biri bana "aşk nedİr?': diye sordu: "Benim gibi ol, sonra ne olduğu­nu öğreneceksin" dedim.

İslâm her türlü manevî susuzluğun, tatmin edilmesi için şartlar hazırlamıştır. Ortalama bir insan için bir başlangıç dönemi, daha iler­de olan için ikinci bir dönem, ve elit için bur üçüncüsü vardır. Hepsinin susuzluğu aynı an­da giderHecetir, fakat kullandıkları kap farklı olabilir. Herkes kendisine uygun kabı alır.

Burada şunu belirtelim ki, insan Kur'ân'daki belirli ifadeleri dikatlice okursa bu İfadelerin varlıkta birlik veya panteizm kavramı konu­sunda çeşitli yorumlara müsait olduklarını görecektir. Mesela "O İlktir ve Sondur", "O Zahir ve Bâtındır", "Nereye dönerseniz   Allah'ın yüzünü görürsünüz", "O sîze şahdama-rınızdan daha yakındır" ve "O her an sânını gösterir." Aynı kavram, var olan herşeyin so­nunda Allah'a döneceğini ifade eden sözlerde de görülebilir. Bu kavramı kabul edenler bu ifadeleri kendilerini desteklemek için kulla­nırlar. Şah Veliyullah daha da ileri giderek şunu iddia etmektedir: "Panteist 'Varlıkta Bir-Ük teorisini ispat etmek istersem bunu Kur'ân'a veya Hadise müracaat ederek yapa­bilirim." Fakat şu bir gerçektir ki bu ifadelere zorlanmış yorumlar vermenin veya onlara Hz. Peygamber @ zamanında yaşayan müslü-manların vermediği anlam veya önemi bah­şetmenin uygun olmayacağını söylemek hak­sızlık olmaz. Gnostikler tarafından takip edi­len, aydınlanma yoluyla Allah'ın nuruyla ay­dınlanma metodu, Kur'ân'ın Allah kavramı­nın prensipleriyle kesinlikle çelişkide de­ğildir. Kur'âni kavram, Allah ile İlgili olarak birleyici her kavramı ifade edecek kadar ge­niştir. İhsan derecesine ulaşan kimseler, haki­kati bütün parlaklığıyla görebilirler ve insan ruhu için mümkün olan en yüksek mevkiye doğru tırmanırlar.

Şu belirtilmelidir, ki hakikatin araştırılmasın­da, insan zihni Fatiha sûresinin üzerinde yo­ğunlaştığı Allah'ın üç sıfatına, Rubûbiyeî, Rahmet ve Adalet sıfatlarına dikkat etmeli­dir. Hayatın veya kâinatın işleyişinde görül­düğü gibi, bu sıfatların bir incelemesi göste­recektir ki her bir sıfat bir diğerini sürekli ola­rak desteklemekte, nesnelerin ilâhî düzenin­den oluşan güzelliği gözler önüne sermekte­dir. Böyle bîr inceleme hakikatin her arayıcı­sına düşünmesi için muazzam bir saha suna: çaktır." (Ebu 1-Kelâm Azâd).

 

KISIM 9

 

İLÂHÎ REHBERLİK: HİDAYET

 

İhdinas-sîrat-el-Mustakim - Sırat el-Lezine en'amte' Aleyhim; ğayril mağdubi 'aleyhim vele-ddallîn.

"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimse­lerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olan­ların ve sapmışların yoluna değil!"

 

Hidâyet: Rehberlik

 

Hidâyet rehberlik etmek, yol göstermek anla­mına gelir. Konuya genel olarak zaten deği­nilmiştir. Burada, hidayetin Kur'ân'da geçen farklı çeşitlerine değineceğiz. Bunlardan Va­hiy özel Öneme sahiptir.

Allah'ın rubûbiyetinin her canlı türüne uygun bedenler sağladığı gibi, bu bedenlere uygun nitelikler de bahşettiğini daha önce zikretmiş­tik. Her canlı türünü fıtratı gereği hayat için lüzumlu tedarikleri ve rızkı arayıp bulmaya yönelten, onlara bahşedilmiş olan nitelik ve kabiliyettir. Kur'ân, hayatın bu gerçeğine tek­rar ve tekrar dikkat çekmektedir. Bir canlının büyümesini, gelişmesini ve kemâle ulaşması­nı sağlayan farklı vasıtalar vardır; bunlar ara­sında en yüksek dereceye sahip olan hidayet­tir. Kur'ân'ın A'iâ sûresi dört safhadan bah­setmektedir:

"Yüce Rabbinin İsmini teşbih et. O ki, yaratı­yor ve yarattığına düzen veriyor. Her varlığı, ölçü içinde tasarlayıp gayesine yöneltiyor." (87: 1-3).

Bu âyetlerde gösterilen safhalar şunlardır: Tahlik, Tesviye, Takdir ve Hidâyet. Şimdi hepsini sırayla inceleyelim.

Tahlik, yoktan var etmek anlamına gelir. Tesviye, yaratılan bu varlığa uygun bir biçim vermektir. Takdir, daha önce uzunca açıklan-