Nübüvvetin
Sona Erişi: Küfre Karşı Bir Müdafaa
Nübüvvetin Sona Erişi:
Müslümanlar İçin Bir Nimet
Fikir
Karmaşasına Karşı
Koruma
Nübüvvetin Sona Erişi:
Medeniyet İçin Bir Nimet
Sünnetullah'a Aykırı Tasavvuf
Anlayışının Yol Açtığı Tehlikeler
Müminlerin Feraseti:
Müslümanların Kötülük Üzere İcma Etmemeleri
Kur'ân'ın Işığında Peygamberliğin
Nihayete Erişi Meselesi
Âyetlerin Gerçek Ve
Kastedilen Mânasını Anlamak Gayesiyle Konulan Doğru Ve Kat'î Ölçüler
Bir Şüphe Ve Bunun Giderilmesi
Mirza'nın Tefsir Konusunda
Kullandığı Kriter
Bu
Ayetin İki Kısmının Birbiriyle
İlgisi
Yukarıda Zikredilen Ayetin Dil
Bilim Yönünden Tefsiri
Rasûl Ve Nebi Kelimelerinin
Anlamları Arasındaki Farklılıklar
Hatem
Kelimesinin Eleştirel İncelemesi
en-Nebiyyîn Kelimesinin Linguistik
İzahı
Âyet'in, Kur'ân'daki Şekliyle
Tefsiri
Zikredilen
Âyetin Hadislerle İzahı
Yukarıda Zikredilen Âyetin Ashab
Ve Tâbiûn Tarafından Yapılan Tefsirleri
Yukarıda Zikredilen Âyetin
Müfessirûnun
İfadelerine Göre Tefsiri
Tarihte,
Bu Âyeti Hevalarına
Göre Yorumlayanların Akıbeti
Bazı Şüpheler - Yanlış Anlamalar
Ve Bunların İzale Edilmesi
Peygamberliğin Zilliye Büruzî Oluşu
Hikâyesi
HADİS KÜLLİYATINDA HÂTMÜ'N'NÜBÜVVET
FİKRİ
Sahiheyn
(Buharı ve Müslim)'deki
Hadisler
İmam Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'indeki Hadisler
Sahih
Hadis Kitaplarındaki
Diğer Hadisler
İslâm akidesinin asliyetini muhafaza etmek, fakir ve zayıflara haklarım teslim etmek için zâlimlere karşı sürekli mücadele yolunda va-rolagelen İslâmi dirilişçi gelenek köklerini genel İslâmî bilinçten almaktadır. İslâm, toplumun âlimlerini hak ve adaletin gerçekleşmesi, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama, toplumsal barışı sağlama ve bidatlerden kaçınarak dinin aslî akidesini muhafaza ile vazifelendirmiş ve sorumlu tutmuştur. Bu bilincin varlığı ve bunun neticesinde gösterilen gayretler Müslümanların yeni bir peygamber beklemediklerine ve dinlerini, akide ve cemiyetlerini yenilemek için göklerden gelen bir mesih beklentisi içinde bu tip gayretlerini durdurmadıklarına şehadet etmektedir.
Ancak diğer dinlerin ve Müslümanlar arasında yukarıdaki ilkelere zıt inançları bulunan mezheplerin takipçileri hiç bir zaman kötülükle savaşmak; iyilik ve fazileti yeniden tesis etmek sorumluluğunu almaya eğilimli olmamışlardır. Daima bir kurtarıcı ya da ümit peygamberi beklentisi içinde olduklarından en kötü durumlarda bile rıza göstermişler ve temel kaynaklara dayanan hiçbir reformcu veya dirilişçi hareketin ortaya çıkmasını sağlayamamışlardır. Aslî akidenin korunmasını talep eden sesleri zaman içinde kısılmış ve sonra tamamen kesilmiştir. Tarihçiler bunun sebebini bilememektedirler, ancak bize göre bunun sebebi kesinlikle geleneklerinde söz verildiği üzere gelecek olan bir Mesih beklentisi içinde olmalarıdır. Bu beklenti kutsal şahsiyetlere ve bunlarda tabiat üstü güç vehmetmeye eğilimli Müslüman gruplarda da mevcuttur. (Bu tür inançlara örnek olarak 12 İmam İnanışını gösterebiliriz. Şii'liğİn İmami-ye koluna göre Hasan Asgâr'ın oğlu Muham-med Mehdİ adaleti tesis için dünyaya dönecektir. O, Bağdat'ta 868'de doğmuştur, halen yaşamaktadır ve dünyanın sonunda yeniden ortaya çıkacaktır. Keşf-ül Ghita, s. 2, 109).
Âhir zamanda yeni elçiler, meşinler geleceği şeklindeki inanışlar İlâhi rehberiyetin sarsıl-mazhğma karşı güvensizlik yaratmakta ve insanoğlunun bizzat kendisinin hak ve fazilet için uğraşma kabiliyetine güvenememesi sonucunu getirmektedir. Bu inanışlar çoğu zaman cahilleri illüzyonları ile kandıran değersiz sahtekârların eline geçen araçlar derekesine inecek kadar dejenere olabilmektedir; akideler içinde düşmanlık ve nefret oluşturabilecek yeni grupçuklar yaratmaktadır.
Allah'ın daha Hz. Muhammed @ fâni dünyadan ayrılmadan evvel nübüvvetin sona erdiğini söylemiş olması Müslümanlar için bir rahmettir. Allah tarafından Müsİümanlar'a Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber, yeni bir vahiy ve yeni bir din gelmeyeceğinin söylenmesi Yahudi hahamlarmca kıskanılan bir lütuf olmuştur, çünkü bu kimseler Yahudi halkının çektiği sıkıntılar esnasında ortaya çıkan yalancı meşinlerin tarih boyunca yarattığı düşünce karmaşasının ve ortaya çıkardıkları yeni grupçuklarm ne derece zararlı olduğunu en iyi bilenlerdi. Bu konu ile ilgili mevcut olan sahih bir hadis şöyledir: Bir keresinde bir haham, Hz. Ömer'e şöyle dedi "Kutsal Kitabınızda bir âyet var ki, eğer o âyet bize vahyedilseydi biz o günü bayram ilan ederdik." Halife Ömer bunun hangi âyet olduğunu sordu. Haham, "Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, ve size din olarak İslâm'ı seçtim!" (5: 3) âyetini okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu âyetin nazil olduğu günü ve zamanı tamamen hatırlıyorum. Günlerden cuma idi ve (Veda Haccmın) Arefe akşamıydı." dedi. {Buharı, Müsned-i Ahmed).
Bu hadis Müslümanlar'a ait olan büyük bir şerefe ve Yahudi âlimleri arasında bu durumun yol açtığı kıskançlığa işaret etmektedir. Bu hadis aynı zamanda Müslümanlarda bu konu ile ilgili olarak daima saraheten var olan güven duygusunun diğer dinlerde bu teminat eksik olduğu için varolmadığını da aktarmaktadır. Ancak burada tuhaf bir durum voktur, çünkü daha önceki dinler henüz insanlık gelişme aşamalarının değişik noktalarından geçiyor iken vahyedilmişlerdir. Nihai nübüvvet örtüsü insanlığın olgunluk döneminde Hz. Muhammed @'in üzerine atılmış ve onun ümmeti, insanlar arasındaki en hayırlı ümmet olarak bu şerefi miras olarak devralmıştır.
Peygamberliğin sona erdiğine olan iman İslâm'ı yalancı Peygamberlere karşı koruduğu gibi, avamın bu kimselere kolaylıkla kanmasını engellemiş ve havas'm daha önceki din âlimlerinin meyilli oldukları akidevî konulardaki zihin karışıklığı ve anarşi ortamından uzak durmalarını temin etmiştir. Müslümanların ve akidelerinin, sahtekâr ve riyakarların elinde oyuncak olmasına izin vermeyen işte bu hâîm-i nübüvvet inancıdır. İslâm'ın on dört yüzyıl boyunca aslî akidesini korumasını sağlayan da bu görüştür. Müslümanlara yol göstermiş olan bu ilke varohnasaydı, pek çok sayıdaki İslâm mezhebi kendi değişik akidelerini oluşturmuş, değişik manevî ve entellek-tüel ideal, değişik dinî merkezler ve kendilerine has değişik bir tarih geliştirmiş olurlardı.
Peygamberliğin sona ermiş olduğu inancı insanları
kendi zihinsel gelişmelerine yöneltmesi nedeniyle büyük bir hizmet vermiştir.
Çünkü insanlık böylece kendi bilgi, tecrübe ve olgun muhakemesine güvenmek
durumunda kalmıştır. Bu inanç insanlığa artık göksel rehberiyet beklememesini,
gözlerini bu dünyaya dikmesini ve bu dünyanın kaynaklarım kendi menfaatine
olacak şekilde kullanmasını söylemektedir.
İnsanoğlu, şimdi bu doğrultuda sağlıklı ve ilerlemeci bir toplum inşa etmek
için manevî ve ahlâkî temeller üzerinde gayret sarfetmek durumundadır, zihni
melekelerini bu yönde değerlendirmelidir. Nübüvvetin sona erişi, insanoğlunun
kendi yeteneklerine güvenme ve kendi öz gayretleri ile geniş ilerleme
sahalarına açılma konularında daha cesaretli olmasını ve risklere girmesini
talep etmektedir.
Eğer nübüvvet sona ermemiş olsaydı insanlık kendine olan güvenini kaybederdi; askıda kalırdı ve gözünü dünyaya çevirmek yerine geleceğinden tereddütlü bir şekilde yine göklerden medet umar ve her sahtekâr tarafından kolaylıkla aldatılabilir bir konuma düşerdi. Bİr mümine, bir sahte peygamber mükemmel olmayan insanlık bahçesine son fırça darbelerini vurmaya geldiğini söylese (Mirza Gulam Ahmed Kadıyani beyitlerinden birisinde şöyle demektedir: İnsanlık bahçesi hep gayrimü-kemmel kaldı, benim gelişim onu mükemmeliyet rengine kavuşturdu) o mümin kişi hemen insan tabiatının hiçbir zaman mükem-melleştİrilemeyeceğini düşünürdü ve böylece bu gibi sahtekârların oyunlarına gelmemiş olurdu.
Bu şekilde düşünen bir İnsan kendini sürekli geliştirme yollarını arar. İnsanlık bahçesinin göklerden gelecek bir yeni peygamberle mükemmelleşebileceğini düşünenler ise her aşamada, söz verilen Mesih'in gelmesini ve selefi tarafından yanda bırakılan vazifeyi tamamlamasını beklerler; kaynaklarını ve zihni kapasitelerini kullanamaz ve kendisine emanet edilen dünyayı idare edememiş olurlar, islâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü adlı eserinde İkbal bu durumu şöyle izah etmiştir: "İslâm'da peygamberlik, müessese olarak peygamberliğe son verme gereğini keşfettiği için mükemmeldir. Bu keskin idrak, hayatın, sürekli, bir dizi manevî önderin varlığı altında sürdüriilemeyeceğİ.ve insanoğlunun kendisinin tam bilincine varabilmesi için kendi kaynakları ile başbaşa bırakılması görüşünü içerir. İslâm'da ruhbanlığın ve saltanatın yasak oluşu; Kur'ân'da insanların akıl ve tecrübeye davet edilmesi ve insan bilgisinin kaynağı olarak tabiat ve tarihe özel önem atfedilmesi hep aynı nİhaîlik fikrinin değişik veçheleridir." (Six Lectures on the Recons-truction of Religious Thought in islam, ss. 176-177).
İslâm'da tasavvufun gelişim seyri incelendiğinde, sezgisel dinî anlayışların bazılarında Allah'la görüşme iddialarına kadar varan harikuladelikler ve kerametlerden bahseden ve böylece şüpheli iddialara ve ahlâkî yükümlülüklerden kurtulma tasarılarına kapı açan sapmalara rastlanır. Bu tip sezgisel algılamalar sıklıkla sofilerin meyilleri ve şartları ile İlgili olduğundan, hatta şeytanî vesveseler içerdiğinden dolayı bu tür iddialarda bulunanlar bazen bilinçli veya bilinçsiz şekilde kötülüğe davet eden kimseler konumuna düşebilmek -tedirler. Harikulade halleri bizzat tecrübe eden velilerin büyüklerinden İmam Rabbani bu gibi hallerin, bu işi tecrübe eden sûfinin sübjektif inançlarından ve olayı yaşadığı anki şartlardan etkilenmesinin daima mümkün olduğunu belirtmiş ve bu konuyu Mektubafm da ayrıntılı olarak incelemiştir. Ona göre, şahsî v u'übeleri sonucunda salt akıl ve mantık mümkün olmadığı gibi kusursuz keramet de düşünülemez. Bu düşüncesiyle Müceddid-i Elf-i Sâni, Alman filozofu Emmanuel Kant'ın Sal! Aklın Eleştirisi adlı eserinde dile getirdiği salt aklın şartlar, genetik, alışkanlıklar, inançlar ve adetler tarafından etkilenmek-sizin bir sonuca varabileceği konusundaki şüphelerini ondan iki yüz yıl önce ifade etmiş ve Kant'tan bir adım daha ileri giderek salt sezginin ve salt ruhani tecrübenin mümkün olmadığını da ortaya koymuştur. (Bkz. Mek-tubat-ı Müceddid-i Elf-i Sani, c. I, Mektup No 266- Hâce Abdullah ve diğerlerine yazılan mektuplar).
Buna göre İlâhi İlham ve Allah ile manevî yollardan rabıta gibi halleri selamete ermek ya da imanı mükemmelleştirmek için zorunlu görmek yanlıştır; ihtiyarî olanı mecburî tutmaktır. Mehdeviye mezhebinin kurucusu Ja-unpur'lu Seyyid Muhammed b. Yusuf Hüseynî (1443-1505) "Allah'ın bu dünyada görülebileceğini inkâr eden kişi Müslüman değildir" demiştir. Bu ifade hicri onuncu asırda doğudan batıya bütün Hindistan Müslüman toplumunu bir çalkantı içine sürüklemiştir. Seyyid Muhammed'in görüşleri bütün dinî çevrelerde ve Müslüman sultanların saraylarından ateşli bir tartışma konusu teşkil etmiştir. Aslında son derece muttaki, dürüst ve samimi bir kimse olan ve yüksek manevî derecelere erişmiş bulunan Seyyid Muhammed, şeytanî vesvesenin kendisine musallat olması sonucunda "Beklenen Mesih" olduğunu iddia hatasına düşmüştür. (Ayrıntılı bilgi için bkz., Mevlevi Mahmud Yadallalı Mehdevî, Hayat-i Pak). Bu tip tavır ve yaklaşımlar İslâm'ın sade ve evrensel ilkelerinin dibine dinamit koyar ve kafa karışıklığına ve zihinsel karmaşaya yol açar.
İslâm peygamberinin ashabı, nebevi bir itina ile eğitilmiş ve yönlendirilmişlerdir; Kur'ân-ı Kerîm'in emir ve yasaklarını daha sonraki hiçbir nesiüe nasip olmayacak şekilde özümseyerek öğrenmişlerdir. Daha sonraki Müslûmanlardan hiçbirisi fazilet ve iyilik bakımından onlara eşitlik iddiasında bulunamaz; çün-jçü İslam'ın tebliği onlar sayesinde dünyanın dört bir yanma ulaştırılmıştır. Buna rağmen onlardan hiç birisi arifane kuruntularla ve derin manevî tecrübelerine güvenerek herhangi bir talepte bulunmamıştırlar. Ashabdan hiçbi-jisi Allah ile bir iletişim kurduğu iddiasında bulunmamış, zühd ve mistik tecrübe bakı-nıından bir yarış içine girmemişlerdir. Tarih onlardan hiç birisinin ruhanî sahada yüksek derecelere erişemediği İçin pişmanlık ifade ettiğine şahit olmamıştır. O halde bir Müslüman imanın özüne vâkıf olmak için sezgisel algılamanın şart olduğunu nasıl iddia edebilir?
Dinler tarihinde defalarca gerçekleştiği üzere, şahsî tecrübe ve iddialara dayanan ayrımcı hareketler, tedricen kendilerini aslî cemaatten tamamen koparan aşırı mezhepler konumuna düşmüşlerdir. Bu tip mezhepler kısa bir süre sonra Müslümanların tamamını dinsizlikle suçlayıp yeni bîr mezhep haline dönerler ve aslî cemaatin önderleri ve âlimleri ne kadar çabalasalar da bu durum değişmez.
İslâm'a, Allah'tan bir rahmet ve nimet olarak, ümmetin yeni bir yol tutması veya bir takım şahısların düşüncelerini takip etmesi mümkün olmayacak bir icmâî sezgi bahşedilmiştir.
Müslümanlar zor ve karmaşık bir mesele ile karşılaştığı veya zaman yeni sorular ortaya Çıkardığı taktirde, Allah âlim, muttakî ve muhlis Müslümanlardan bir kısmının gönlünü bu meselenin çözümüne meylettirir ve bunlar da çözüme ulaşmak için tüm güçleri "C cehd ederler. Meselenin özünü kavramak için öylesine azimli olurlar ki dışarıdan bakıldığında bu iş için Allah tarafından emredil-dikleri ya da kendi ötelerindeki bir güç tarafından zorlandıkları zannedilebilir. Bu sosyal çabaya biz "icmâî sezgi" diyoruz. Bu tarzdaki olaylara ait pek çok örnek İslâm tarihinde mevcuttur.
Bu saf ve yüce gönüllerin doğru yolu hemen kavradıkları zamanlar da olmuştur. Bu tarzda bir sezgi örneği ezan'da bulunabilir. Ezan'm sözleri Ömer İbn-i Hattab'ın ve Abdullah İbn-i Zeyd'in rüyalarında kendilerine bildirilmiş ve bundan sonra Hz. Peygamber <§) tarafından ümmete tavsiye buyurulmuştur. (Ebu Davud, Tirmizi, Darımı ve Ibn-i Mace). Kadir Gecesi de benzer mahiyette bir olaydır. Abdullah Ibn-i Ömer'in rivayetine göre bir kaç Sahabe Ramazan'm son yedi gecesinde bu gecelerin Kadir Gecesi olduğuna dair rüya görmüşler ve bunu Allah'ın elçisine anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber @ "Son yedi gecedir hepinizin aynı rüyayı gördüğünüze şahit oldum, öyleyse bu geceyi bulmak isteyen onu bu yedi gecede arasın" buyurmuştur.
Ramazan'da kılman teravih namazı da benzer bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Peygamber @ bu namaza başlamış ancak ümmetine ağır bir yük teşkil etmemesi için üç gün sonra bu namazı terketmiştir. (Hz. Aişe'den naklen Buharı), Ancak Müslümanlar bu namazı Hz. Ömer cemaatle kıldırmaya hükmedene kadar ferden kılmaya devam etmişlerdir. Şurası muhakkak ki Hz. Ömer ilâhi sezgi ile yönlendirilmiştir, çünkü bu namazın ümmete çok büyük faydaları vardır. Teravih namazı yalnızca Ramazan gecelerini ibadet ve Allah'a hürmet duyguları ile geçirmeyi temin etmekle kalmayıp Kur'ân'ın ezberlenmesini de temin etmektedir. Ehl-i Sünnet'in, Kur'ân'm öğrenilmesi ve okunması konusunda Teravih namazı kılmayan diğer mezheplere nazaran daha gayretli oluşu da Hz. Ömer'in hak tarafından yönlendirildiğinin açık bir işaretidir.
Bu "icmâî sezgi" sıklıkla Müslüman çoğunluğun belli bir konuda icmâ etmeleri şeklini alır. Böyle bir karar alındığında, bunun tesadüfi şartların oluşması ya da bir grubun gizli ittifakı şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bir konu üzerinde böyle geniş fikir birliği olması ümmetin hayatım etkileyen meselelere çözüm bulma bakımından avantajlıdır ve arzu edilen belli gayelere ulaşmayı da kolaylaştırır.
Bu tarz "icmâî sezgi" örnekleri de pek çoktur: Kur'ân'ın, Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döneminde cem edihnesi, İsfâm tarihinin ilk iki asrında hadislerin derlenmesi ve hadis ilminin teşekkül etmesi, İsfâm fıkıh usûlünün kurallarının konması ve Kur ânî ilimlerin geliştirilmesi.
Manevî tezkiye sistemi de sonraları şeytanın aldatma yollarını ve vasıtalarını ifşa eden ayrı bir disiplin haline gelerek gelişmiştir. Tezkiye ve ihsan gibi İslâm Şeriatının dahilî yönlerini ele alan ve sonraları tasavvuf olarak bilinen bu yönelim de "icmâî sezgi"nin bir diğer tezahürüdür. Tasavvuf, ruh ve mana dünyasının büyükleri tarafından en büyük Allah'a bağlılık fiiline, nefsin isteklerine karşı en başarılı mücadele tarzına dönüştürülmüştür. Allah Teâlâ, İslâm şeriatine uygun tasavvufu, huzursuz gönülleri ve katı kalpleri canlandırmak ve teskin etmek için uygun bir vasıta haline getirmiş ve tasavvuf daha sonra büyük sûfiler ve müridleri tarafından İslâm'ın tebliğini Hindistan, Uzak Doğu ve Afrika gibi çok uzak yerlere yaymak için kullanmıştır. Tasavvufun yol gösterdiği sayısız kimselerden bazıları dönemleri içinde İslâm toplumuna doğruluk ve imanı yaymak için çabalamışlardır. Bu kimseler atalet ruhunu yayan münzevî kimseler değildi, çünkü pek çoğu savaş meydanlarında kahramanlar gibi savaşmışlardır İslâm tarihinden haberdar olan biri, iman davası için gayret gösteren bu mana yolunun yolcularının hizmetini inkâr edemez.
Bu "icmâî sezgi"nin bir diğer parlak örneği sapık fırkaları, dinsiz felsefeleri, şüpheci düşünüş yollarını ve insanları dünyevîliğe veya atalete sevkeden küfür içerikli hareketleri reddetmek için gösterilen ilmî gayretlerde görülebilir. Bu görüş ve hareketler ortaya çıktığında bunların kötü etkilerine karşı mücadele eden ve Müslümanları bunların itika-den Ölümcül sonuçlarından koruyan yüce ruhların ilmî hareketlere girişmesi bu "icmâî sezgi"nin ürünüdür. Bu, Müslümanlara Allah'ın her devirde bahşettiği ilâhi bir nimettir, çünkü bu tip âlim ve müctehidler yalnızca Müslümanların değil bütün insanlığın ümididirler. Bu şüphesiz İslâm ümmetinin örnek ümmet olduğunun işaretidir ve bu "icmâî sezgi" Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed @'den sonra vahyin sona erdiğinin de bir ispatıdır. Bu tarz bir 'icmaî sezgi'ye daha önceki peygamberlerin havarileri arasında rastlanmamaktadır, onlar böyle bir nimete nail olmamışlardır. Bunun sebebi onların döneminde nübüvvetin sona ermemiş olmasıdır.
İslâm toplumunda yalancı peygamberlerin ortaya çıkardığı zihnî karmaşa ve çekişmeler her Müslüman için ciddi öneme sahip meselelerdir. Bu materyalizm ve ateizm çağında insanlar yüksek manevî derecelere çok az eğilim duymaktadırlar. Buna bir de Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî gibi peygamberlik iddiasında bulunan kimselere delicesine bağlanıp bütün diğer Müslümanları lanetleyenler eklenince. İslâm dünyasındaki nihaî şaşkınlık ve anarşi gözlerimizin önünde durmaktadır, gu durum sürekli böyle devam etmiş olsa Allah'ın vahye muttali kıldığı son ümmet İslâm kardeşliğini tesis etmek yerine birbirlerini küfürle suçlayan savaş halindeki hizipler ha-ljne dönüşürdü. Mütefekkir-şair İkbal makalelerinden birinde tevhid ilkesini şöyle izah etmiştir: "İslâm aslî olarak sınırlan tanımla-mlş olan bir dindir; bu sınırlar tevhid ve Allah'ın Kadir-i Mutlak oluşu, peygamberlere iman ve son peygamber Hz. Muhammed @'in gelişi ile nübüvvetin sona erişidir. Nübüvvetin Hz. Muhammed @ ile sona erdiğine iman etmek bir müslüman ile gayrimüslim arasındaki en büyük ayirdedici farktır ve belli bir grup veya ferdin İslâm ümmetinin parçası olup olmadığım belirleyici olan da bu İnançtır." (Harfi İkbal, ss. 136-137).
İslâm'da peygamberliğin devam ediyor olması durumunun nasıl bir tehlike teşkil edeceğine Mirza'nın müridlerinden Mevlevi Muhammed Ali Lahorî dikkat çekmiş olmakla birlikte meselenin kökenine inemediğinden Mir-za'yı dirilişçi ve "Beklenen Mesih" olarak desteklemeye yine de devam etmiştir. Ancak Mirza'yı Mesih kabul eden Ali Lahorî peygamberlik hakkında şu olumlu görüşleri ser-detmiştir: "Allah rızası için Mian Sahib'in (Miar Beşirüddin Mahmut, Mirza Gulam Ah-med'in oğlu ve halefi), Envar-i Hilafet adlı eserinde açıkça yazdığı gibi peygamberlerin gelmeye devam edeceği inancının kabul edildiğini bir düşünün, bu binlerce grup birbirlerini kâfir ilân etmezler mi? Bütün bu peygamberlerin Ahmedî grubundan olduğunu düşünelim. O vakit, Ahmedi grup içinde kaç hizip olacaktır? Geçmişte olduğu gibi pey* gamberler ortaya çıktığında bu gruplardan bazısının onu destekleyip bazısının karşı çıkacağının farkına varılmıyor mu? O vakit, dünyadaki insanları Muhammed @ vasıtasıyla birleştirme iradesini beyan etmiş olan Allah Teâlâ, Hz. Müslümanları aralarında hiçbir islâmi bağ ve birlik olmaksızın birbirlerini kâfirlikle itham etmekte olan sayısız hizibe bölmüş olmaz mı? İslâm'ın gelecekte bütün diğer dinlere galebe çalacağı sözünün gerçekleşeceğine iman ediliyorsa binlerce peygamberin kendi camileri ve cemaatleri ile birlikte diğer grupları küfürle itham ettikleri o trajik gün tasavvur edilsin. Bu durumda beklenen şafak hiç sökmez. Bu görülmüyor mu?" {Redd4 Tekfir-İ Ehl-İ Kıble, ss. 49-50).
Hülâsa, nübüvvetin ve vahyin sona erişini işaret eden son Peygamber Hz. Muhammed @'in gelişi şüphesiz insanlık için en büyük ilâhi nimettir. Nübüvvetin sona erişi insanlığın enerjisini verimli kanallara sevketmesini sağlayan bir birliği doğurabilecek temel bir manevî ilke olmuştur. Bu ilke Müslümanların kimliğini, güç ve enerjilerini korur, çünkü bu ilke onların dinlerinin ebedî oluşuna sarsılmaz bir iman duymalarını ve kendilerine güven hissetmelerini sağlamaktadır. Bu ilke aynı zamanda, onların üzerine evrensel önderlik sorumluluğunu yüklemekte ve onları kıyamete kadar Allah yolunda mücadeleye teşvik etmektedir. İslâm akidesinin dayandığı temel işte bu ilkedir.
Hangi tarz ve şekilde olursa olsun kendisini peygamber olarak İlan eden bir kimse; böyle bir sahtekâra yardım eden yahut onu teşvik eden kimse İslâm'ın ve Müslümanlara] en şe-did düşmanıdır veya İslâm'ın en acımasız düşmanlarının elinde bir araç durumunda olur. İslâm böyle bir hata işleyenlerin hatasını affetmez. Çünkü Allah'ın sözü muhakkak doğrudur.
"Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyolunmadığı halde 'Bana vahyolundu' diyenden ve bir de 'Allah'ın indirdiği gibisini ben de indireceğim!' diyenden daha zâlim kimdir? Bu zâlimleri, can çekiştiklerinde meleklerin ellerini kendilerine uzatıp: 'Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan Ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!' derken onların hâlini bir görsen! Bugün bize, ilk defa yarattığımız zaman gibi teker teker geldiniz ve size vermiş olduğumuz nimetleri arkanızda bıraktınız; Allah'ın ortakları olduğunu yanhş yere sandığınız şefaatçileri yanınızda görmüyoruz; artık aranızdaki bağlar büsbütün kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir." (6: 93-94) (Nedvî, Islamİc Concepî of Prophetho-od).
Kur'ân, kendisine inananların canlarını ve mallarını uğrunda severek feda edebilecekleri kutsal bir kitaptır. Müslümanlar onun emrettiği her şeyi yapmaya daima hazırdırlar. Kur'ân'ın herhangi bir meselenin çözümü ile ilgili bir ip ucu vermesi yeterlidir. Ancak, hangi meselenin en büyük öneme haiz olduğunu ve gelecekte yoruma ihtiyaç duyabileceğini yalnızca Allah bilir. Bu nedenle Allah Ezelî ve Ebedî kelâmında hâtmü'n-nübüvvet meselesini son derece mâkul; kalbinde zerrece Allah korkusu bulunan kimseler nezdİnde en ufak bir şüpheye mahal vermeyecek şekilde açıklamıştır. Bu açıklamalardan sonra artık yeni yorumlara bile gerek kalmamıştır. Kur'ân'da bu mesele bir kaç kez değişik çerçeveler içinde, değişik kelimeler ve değişik üslupla ele alınmıştır. Burada, ayrıntılar bir araya getirilerek mesele ortaya konacaktır.
Her dilde bir kelâm'm gerçek anlamını bilmek gayretine girmeden önce kelimelerin kök ve kökenini, dilin gramer ve nahiv kurallarını öğrenmek şarttır. Konuşmacının ve dinleyicinin halet-î nahiyesini dikkate almak da gerekir.
Genelîüle, bütün dillerde, bir kelime veya terim bir kaç değişik anlama gelebilir. Konuşmacının niyeti veya asıl kastettiği tam olarak tanımlanamayacağı ve kesİnleştirilemİyeceği için dinleyicilerin hâlet-i ruhiyesini ve konuşmacının diğer özelliklerini dikkate almak gereklidir. Bu ana ilkeden saptığımız zaman yanılmaya mahkûm ve hata yapmaya eğilimli hâle geliriz.
Belagat ilminde bu konu bütün açıklığı ile ele alınır- Burada yalnızca bir örneği alıntılıyoruz.
Eğer bir kişi "yağmur tohumlan ve ağaçları büyütür" dese ve bu konuşan kişi tevhîd inancına sahip bir Müslümansa, onun bu dediğinden yağmurun nebatatın gelişmesinde yalnızca bir zahirî etken olduğunu ifa ie ettiğini anlarız. Diğer yandan, konuşmacı bir materyalist ise, bu ifadenin küfür kelimesi olduğu sonucuna varırız, çünkü konuşmacı yağmurun nebatatm gelişmesinde aslî etken olduğunu kas delmektedir. Ve bu inançsızlık (küfür) alâmetidir. Tamamen aynı olan bir cümlenin konuşmacının şartları ve özellikleri nedeniyle nasıl mühim anlam farklılıkları kazanabileceği bu örnekte çok açık görülmektedir. Bu cümle bir Müslüman tarafından söylendiğinde onu kâfirlikle suçlayamayız, ama bir ateist bunu söylerse bu bir küfür cümlesi haline gelir (Ayrıntılar için bkz., Taftazanî, Muhtasarü'l-Me'ani ve el-Mutevvel).
yine bunun gibi hitap edilen kişinin değişmesiyle de anlam farklılıkları husule gelebilir. Meselâ bilgili bir kimseye alîâme dediğimizde ona olan saygımızı ifade etmiş oluruz. Diğer yandan aynı allâme kelimesi ile cahil bir insana hitap ettiğimizde o kişiye hakaret etmiş kabul ediliriz.
Yine aynı şekilde bir kişi karşısındakine hür-re dese talâk (boşanma) gerçekleşmiş olur. Talâk en kerih görülen mubah fiildir. Bu kelime herhangi bir diğer kadın için kullanıldığında ise, saygı ve hürmet edilen bir kişi kastedilmiş olur. Zaman geçtikçe, yer değişikliği söz konusu olduğunda; konuşmacı ve dinleyicilerin diğer özelliklerinde farklılaşmalar nıeydana gelince de bir konuşmanın anlamı Çok farklılaşabilir. Bu konu üzerinde kafa yorarsak, her dilde bu tarz değişikliklere ilişkin binlerce örnek bulabiliriz. Bu konunun ayrıntılarına girmek şu anda gerekli değildir.
Özetlemek gerekirse, yabancı dilde yapılan bir konuşmanın gerçek anlamını kavramak ıcin o dilin gramer ve söz dizimi kurallarını öğrenmek gereklidir. Aynı zamanda konuşmacı ve dinleyicinin özelliklerini ve hâlet-i ruhiyesini de bilmek gereklidir. Yukarıda belirtilen şartları ve kısıtlamaları dikkate almadan bir konuşmayı anlamlandırmaya çalışmak sahih ve güvenilir olmaz.
Allah kelâmı da dil, gramer ve söz dizim kaideleri bakımından değişik anlamlara gelebilir ve kelâm bir kaç farklı ayrıntıya atfedilmiş olabilir: bu konular hakkında ancak yukarıda zikredilen hususlar ışığında karar verilebilir.
İbn-i Sad, İkrime'den rivayetle (Abdullah) İbn-İ Abbas'dan şunları nakletmiştir: Hz. Ali Haricilerle münazara için İbn-i Abbas'ı görevlendirdi ve ona daima hadislerden de yararlanmasını, yalnızca Kur'ân âyetlerini kullanarak münazara yapmamasını tavsiye etti. İbn-i Abbas sordu: "Ey Müminlerin emiri, onlara karşı müdafaamızda Kur'ân'dan iktibas yapmamızda bir beis yoktur, çünkü Allah'ın lûtfu sayesinde Kur'ân'ı onlardan çok daha iyi anlıyoruz ve Kur'ân bizim kabilemize vahy edilmiş tir." Hz. Ali cevapladı: "Elbette. Ancak Kur'ân kısa ve öz bir kelâmdır, bundan dolayı kaçınılmaz olarak değişik mana ve yorumlara yol açmaya müsaittir. Eğer Kur'ân âyetlerini Rasûlullah'ın hadislerinin yardımı olmaksızın tefsir edip açıklayacak olursan, Kur'ân âyetleri hakkında sen bir şey söylersin, diğer yandan Hariciler hemen başka birşey söyler, ve böylece münazara meyve vermez ve ikna edici olmaz." Bunun üzerine İbn-i Abbas tavsiyeye uydu ve Haricilerle buna göre tartıştı. Büyük bir galibiyet elde etti. (Man, c. I, s. 143).
Bu tarihî olaydan anlaşıldığı kadarıyla Hz. Ali'nin ifadesine göre Kur'ân âyetleri bazen çok farklı yorumlara müsait olabilirler ve dil bakımından Kur'ân'ın bir cümlesi veya bir kısmı birkaç açıklamaya tâbi olabilir. O halde Hz. Muhammed @'in hadislerinin ve yukarıda bahsi geçen dil kurallarına ait özelliklerin yardımı olmadan âyetlerin hakiki anlamını diğer yorumlardan ayırdetmek çok güç olacaktır. Yine Abdullah İbn-i Abbas Kur'ân'ın Kureyş halkının diliyle vahyedildiğini, bundan dolayı Kur'ân'ı en iyi Kureyşlilerin anlayabileceğini ifade etmiştir. Bu ifade bir konuşmanın, konuşmacı ve dinleyicinin özellikleri bilindiğinde daha iyi anlaşılabileceğini de göstermektedir.
Kısaca, Kuı'ân âyetlerinin pek çoğu Arapça dili ve gramer kuralları bakımından farklı anlamlara gelmeye müsaittir. Bundan dolayı, bu yorumların doğrusunu yanlışlarından ayırde-debilmek için bazı ölçütler olmalıdır. Bu maksat için konmuş ölçüler olmazsa korkarız herkes kendi reyine göre bir yorum yapacak ve meseleler hakkında bir karara varılamayacaktır.
Burada, Kur'ân'ın gerçek manasını tesbit için kesin ölçülerin neler olduğunu görelim.
Kur'ân ilimleri ile ilgili eserler veren âlimler bu başlığı derinlemesine incelemişlerdir. Bu bağlamda Şeyh Celaleddin Suyûti'nin ei-It-kan fi'l-Ulûmü'l-Kur'ân adlı eserinden bazı alıntılar yapmak kaçınılmazdır. Suyûti'nin ifadeleri pek çok İslâm âliminin görüşlerine dayanmaktadır:
Kur'ân tefsiri aşağıdaki usûller dahilinde yapıldığında doğru ve güvenilir olur. Alûsi Ruh-ul Afe'am'sinde "Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et!" (5: 67) âyetini açıklarken şöyle demektedir: Kur'ân geçmiş kavimlerin ve daha sonra gelenlerin kıssalarından bahseder, ancak onları anlatan Allah dışında hiçbir âlim bu kıssaların aslını bilemez. Daha sonra Rasûlullah inzivadayken Allah'a bu kıssaların ayrıntılarını sormuştur. Ashabın ileri gelenleri bu bilgi hazinesini Hz. Peygamber @'den miras olarak devralmışlardır. Bu ashabın en önemli ve önde gelen isimleri hulefa-i raşidin, İbn-i Mesud ve İbn-i Abbas gibi şahsiyetlerdi. Hatta bir keresinde İbn-i Abbas şöyle demiştir: Devemin yularını kay-betsem onu Allah'ın Kitabında bulurum. As-hab'dan sonra Tabiûn bu hazineyi doğruluk ve kesinlikle devralmışlardır. Daha sonraki nesillerin cesaret ve coşkusu tedricen azalm-ca yükü yüce ashab ve tabiûn kadar çekemez olmuşlardır. Böylece değişik ilimler ve kıssalar icat edilmiş, her bir âlim topluluğu kendi ilim ve kıssalarına sahip olmuştur (jRuhu'l-Me'anİ, s. 170, Kısım VI). Bu usullere uygun olarak yapılmayan bir tefsir manaları tahrif için yapılmış demektir.
1- Tefsirin en makul ve güvenilir olanı Kur'ân âyetlerinin diğerlerinden faydalanılarak yapılanıdır. Çünkü, belli bîr mesele Kur'ân'ın bir yerinde müphem bir şekilde ele alınmışsa Kitab'ın başka bir bölümünde ayrıntılı olarak işlenmiş olabilmektedir. Kur'ân'ı Kur'ân'fa tefsir konusunda İbn-i Cevzî müstakil bir eser meydana getirmiştir. Hafız İbn-i Kesir de tefsirinde aynı usûlü benimsemiş ve Kur'ân âyetlerini Öncelikle diğer âyetlerden faydalanarak açıklamıştır.
2- Makbuliyet ve güvenilirlik sırasında Hz. Muhammed @'İn fiilî ya da kavlî sünnetine dayanan tefsirler ikinci gelir, çünkü Kitab-ı Mübin ona gönderilmiştir. Yine o bu Kitab'i (halka) açıklayacak bir elçi sıfatıyla ve bu vazife için gönderilmiştir.
a- "Kitab ve hikmeti öğretmek üzere" (2: 123; 3: 158; 62: 3) .
b- "...Sana da, insanlara gönderileni açıklayasm diye Kur'ân'ı indirdik..." (16:44).
Bu âyetler, Kur'ân'ı tam manasıyla anlamak için, Rasûlullah Muhammed @'in tebliğini ve Kur'ânî vazifesi ile ilgili olarak beyan ettiklerini yakından bilmek gerektiğini göstermektedir. Kur'ân'ı anlamak için yalnızca Arapçayı bilmek yeterli olsaydı, Allah, Kur'ân'ın tebliğ ettiklerini öğretmek ve açıklamak için elçi göndermezdi.
Bundan dolayı peygamberin vazifelendirilmesinin gereklerinden biri onun halka Kitab'ı öğretmesi ve (onlara) Kitab'in çeşitli yerlerinde mevcut bulunan ima, telmih ve anlam belirsizliklerini açıklamaktır. Hz. Peygamber @'in söylediklerinin tamamının vahiy ile uyum içinde olduğu kesindir, çünkü Allah "Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir." (53: 4) buyurmaktadır. Bundan dolayı en güvenilir tefsir sıralamasında ikincilik Hz. Muhammed @'in açıkladığı ya da yaptığı şeylerle yapılmış olan tefsire aittir.
3- Üçüncü derecede güvenilir tefsir ashab tarafından verilen tefsirdir, çünkü onlar Kur'ân'ın vahyediimesine bizzat şahitlik etmişlerdir. Kur1 ân onların gözü önünde vahyedilmiş ve onların aralarındaki olaylar ve ferdî hadiseler ile dahi ilgili vahiyler sözkonusu olmuştur. Yine Hz. Peygamber @ Kur'ân'ı bu insanlara okumuştur. Şüphesiz, bir din Kitab'ı okunduğunda yalnızca metin okunmuş olmak için okunmaz, bilâkis bu metnin anlamını idrak etmek için okunur. Bir öğrenci bir tıp veya gramer kitabını muhtevasını anlamaksızın okursa hayatını israf ettiği söylenir. Öğretmen yalnızca Kitab'ı açıklamak için gönderilmiş Hz. Muhammed @, ve Öğrenciler üm-met'in en anlayışlı mensupları olan ashab ve Kitab da bu dünya ve âhiret hayatının selâmeti için vahyedilmiş olan Kitapların en önemlisi olunca bu kimselerin yalnızca metni okumakla iktifa edecekleri tahayyül edilebilir mi? Ashab şöyle buyurmuştur: Hz. Peygamber @'den Kur'ân'ı öğrendiğimiz zamanlarda daima âyetlerin anlamını da öğrenmeye gayret ediyorduk. Suyutî, Ebu Ab-durrahman Sülemî'den naklen Halife Osman ve Abdullah ibn-i Mesud'un şöyle dediklerini rivayet etmiştir: "Onlar (yani ashab) Kur'ân'dan on âyet öğrenince bu âyetlerin tam anlamını Öğrenip onunla amel etmedikçe daha ileriye gitmezlerdi. Ashab şöyle demiştir: Biz Kur'ân'ı Rasûlullah'tan öğrendik ve Kur'ânî emirlerin nazarî ve amelî veçhelerini tam anlamıyla öğrendik." (Itkan, c. I, s. 176).
İşte bundan dolayı (İmam Mâik'in Mu-vatta'sında rivayet ettiği üzere) Abdullah İbn-i Ömer gibi bir sahabe hayatının sekiz yılını yalnızca Bakara süresini anlamaya vakfetmiştir. Bu sûreyi incelemesi sonucunda hangi ilimleri kazandığını yalnızca Allah bilir: yoksa o bu sureyi bir kaç gün içinde kolaylıkla ezberleyip öğrenebilirdi. Muhaddisûn'un önderi el-Hakİm burada ashabın tefsirinden kastedilenin yalnızca belli bir konu hakkında inen vahiy kısımları ile onların nüzul sebeplerini izah eden ifadeler olduğunu belirtmektedir. Ashabın tefsirinden kasıt ashab'm sözleri veya yorumları değildir, demektedir. El Hakim bu noktayı Ulûm-ül Hadis adlı eserinde daha da netleştirmiştir.
4- Daha sonra tefsirlerin güvenilirlik sıralamasında tabiûn tefsirleri gelmektedir. Allah onlardan razı olsun, çünkü tabiûnun çoğunluğu Kur'ân'ı ashab'dan öğrenmiş ve onların Hz. Muhammed @'den ve yaşadıkları toplumdan kazandıkları bütün bir İlâhi ilim hazinesini devralmışlardır.
5- Beşinci sırada İse (pratik olarak) bütün hayatlarını tefsir sahasındaki hizmetler için harcamış olan Önde gelen müfessi-run (tefsirciler)un tefsirleri gelir. Bu müfessirler tefsir ile ilgili daha önceden bilinen temel ilkeleri daima dikkate almışlardır. Rasûlullah'ın hadislerinin rehberliğinden yararlandıkları gibi, ashab ve tabiûn'un söz ve fiillerini de dikkate almışlardır. Bazıları bu beşinci bölümün bağımsız bir sınıf olduğu görüşünde değildir. Bu tefsirin kaynakları üçüncü ve dördüncü sınıftaki tefsirlerin aynısıdır: Bizim için ashab'ın ve tabiûnun söz ve yorumlarını bu müfessirlerîn tefsirlerinden öğrenmek daha kolaydır.
Suyutî bu tefsirlerden bazısının şunlar olduğunu ifade etmiştir: İbn-i Cerir (Taberî), İbn-İ Ebi Hatim, İbn-i Mace, İbn-i Mirdeveyhî, Ebu'l Şeyh îbn-i Hib-ban, tbn-el Münzir ve diğerleri. Tefsir kitaplarından en sık kullanılanı ise İbn-i Kesîr'in Dürrü'l-Mensûr'udur. Ancak Suyutî hepsinden maada İbn-İ Cerîr'in tefsirine Öncelik tanımakta ve "Bütün önde gelen âlimler Taberi tefsirinin üstüne tefsir olmadığım kabul etmektedirler." demektedir. (Tefsir-i Taberî).
Bunların beş temel tefsir sınıfı olduğuna dikkat edelim. Eğer daha sonraki devirlerde yazılan tefsirler bu temel smıfdakilerle uyum içinde olurlarsa ilmen güvenilirdirler: Bu ölçünün dışında kalan tefsirler ise tahrif, zındıklık veya ilhad'dır. Böyle tefsirler tefsir» bir-rey (Kur'ân'ın kişinin kendi düşünceleri doğrultusundaki yorumlan) olarak adlandırıl-malıdır.
Bu mahiyette Rasûlullah @'in iki hadisini zikredebiliriz: "Kim Allah'ın Kitabında kendi reyi ile söz söylerse (tefsir yaparsa), bunda (tefsirinde) isabet etse de gerçekten hata etmiş olur." (Ebu Davud, Neseî ve Tirmizî) (el-ltkan, s. 179).
"Kim Kur'ân'ın bir kısmı hakkında İlimsiz söz söylerse, bilsin ki, kendisi için ateşte (cehennemde) bir yer hazırlamış demektir." (Ebu Davud).
Sebep gayet açıktır; ashabın, tabiûnun veya müfessirlerin aksine bir ifade (veya görüş veya hüküm) icat edersek, veya Kur'ân âyetlerine onlarınkine tamamen zıt bir anlam yüklersek bu -Allah korusun- bütün bir ümmetin bu âyetin gerçek anlamını idrak edememesine neden olan bir önerme durumuna gelir. Bu halde de ashabın, tabiûnun veya diğer ilk dönem âlimlerinin İlâhi rehberiyet konusunda hiçbir Önceliğini kabul etmemek demektir. Bu önerme ise Kur'ân'ın Allah tarafından geldiğine inanan hiçbir Müslümanın kabul edebileceği bir önerme değildir. Böyle bir önerme muhtemelen İslâm'ın akidesini sarsabilecek en büyük dalâletlerdendir. Makul bir gayri-müslim bile dinin önderlerim dikkate almayan böyle bir yaklaşımı mantıksız bulur. Ümmetin ilk dönemlerinde yaşayanların Kur'ân âyetlerinin gerçek ve asıl manalarını anlayamadığını veya yanlış anladığını düşünmenin saçma bir iş olduğunu aşağıdaki temellere dayanarak ispat edeceğiz:
1- Çünkü, bu durumda, Kur'ân anlaşılama-dığma göre bu kelâm Allah sözü olmadığı ve hatta makul bir insanın sözleri dahi olmadığı gibi bir ima ortaya çıkmaktadır. Kur'ân dünyadaki insanlara rehberlik için gönderildiği iddiasındadır: Halbuki, onüç yüzyıldır büyük gayretler sarf etmelerine rağmen insanlar onun manasını kavrayamamıştırlar demek, onu hataları artıracak bir esrar perdesine bürümek demektir. Bundan dolayı da Kur'ân pratik bir rehber ve yol gösterici olma özelliğini kaybetmiş olur.
2- "Kur'ân, insanların gösterdikleri büyük çabalara rağmen onüç yüz yıldır anlaşılamamıştır" iddiası doğru olsa insanlar bu Kitab'a olan güvenlerini kaybederler ve Kitab'in pratik bir yol gösterici olma özelliği sona erer. Ümmetin bu kadar uzun bir süre yanlışlar içinde kaldığı iddiasıyla Kur'ân'ın belli bir âyetine yeni manalar veren kişi on üç yüz yıl daha geçse bu yeni görüşün yerini aynen muhafaza edeceğini garanti edebilir mi? Bu yeni görüş bir değişime uğramayacak mı?
Kur'ân, bizzat kendisine vahyedilen Hz. Muhammed @'in, onun ashabının, tabiûnun ve hayatlarını Kur'ân ilmine adamış sayısız âlimlerin (ki bazıları bir sûre üzerinde 8-12 yıl kadar çalışmıştır) anlayamayacağı muammalar içeren bir kitapsa, nasıl olur da makul ve akıllı bir insana ve kabul etmeye arzulu herhangi bir kimseye rehber Kitap olduğu iddiasıyla davette bulunabilir?
Kısaca, Hz. Muhammed @'in doğrudan talelebeleri olmuş ve Kur'ân eğitimini ondan almış ashab ve tabiûnun Kur'ân'ın manasına hâkim değildir demek, kaçınılmaz olarak Kur'ân'ın güvenilir ve sağlam bir Kitap olmadığını ima eder. Bu da Ümmetin ilk Müslümanlarının Kur'ân hakkında yaptığı tefsirlerin bugün hiçbir ehemmiyeti yok demektir. Öyleyse bugün yapılan yeni tefsirlerin de yarın bir ehemmiyeti kalmayacaktır.
Bu şartlar altında bir Müslüman bir kâfiri bu kitaba inanmaya nasıl davet edecektir?
3- Hadislere göre ilim ve amel bakımından en faziletli insanlar sahabelerdir. Abdullah İbn-i Mes'ud; "onlar gönlü en saf ve ilimce en derin kimselerdirler" demiştir.
Yİne bu konu ile ilgili meşhur bir hadis şöyledir: "Devirlerin en iyisi benim devrimdir, daha sonra bu devri takip eden devir (insanları) ve daha sonra bu (takipçileri) takip edenlerin devri gelir."
Ashab çok zeki ve Kur'ân öğrenmeye çok istekli idi; gece-gündüz vahyin inmesini gözetlerlerdi. Bir sûreyi öğrenmek için senelerce tâlim ettikleri vaki-dir. Hepsinin ötesinde Kur'ân'ı, bizzat kendisine vahyedilen mübarek zattan doğrudan öğrendiler. Hz. Peygamber @ eskilerin ve daha sonraki milletlerin akİ-beti hakkında bilgi sahibi idi. Sahabe muhakkak bu bilgi hazinesinden de yararlanmıştır. Hz. Muhammed @ bu yüce kitabın öğretmeni olarak vazifelendiril-miştir. Ashab bir keresinde şöyle demiştir: "Biz Kur'ân sûrelerinin yalnızca harflerini ve metinlerini Öğrenmekle kalmadık, bunlardan bazı ilimler ile bir kısım bilgiler de edindik." Bundan dolayı bu seçkin insanlara Kur'ân'ın bazı kısımlarmın gizli kalmış olması düşünülemez.
Buna benzer olarak tâbiûn da Kur'ân'ı ashabtan öğrenmiştir. Bunların tamamının Kur'ân'ın hakiki ve aslı tefsirlerine yabancı kaldığını iddia etmek mümkün değildir. Eğer bu nitelikli ve seçkin insanlar âyetlerin kastedilen manalarını anlayamamışsa, dünyada hiçbir kimse Kur'ân'ın hakiki manasını kavrayamaz.
4. Dördüncü olarak, bizzat Kur'ân, Hz. Muhammed @'in Kitab'ı öğretici ve açıklayıcı olarak gönderildiğini beyan etmektedir. Eğer Hz. Peygamber bu dünyadan Kur'ân'i müphem bırakarak ayrılmış olsa (Allah korusun) Allah'ın peygambere verdiği vazife tamamlanamamış ve peygamber peygamberlik va-. zifelerini tam mânasıyle yerine getirememiş olurdu ki böyle bir şey mümkün değildir.
Bundan dolayı İmam Mâlik şöyle demektedir: "Kur'ân'ın tefsiri ve ahkamı ile ilgili yeni bir şey icat eden herkes, gerçekte Hz. Pey-gamber'in peygamberlik vazifelerini yerine getirmede dürüst ve sâdık olmadığını ve ümmete bu dini tamamıyla tebliğ etmediğini iddia ediyor demektir."
Yani, Kur'ân'ın belli bir âyetinin mânasını anlamak isteyen kimsenin ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin tefsirlerine başvurması ve kastedilen manayı böylece anlaması en kolay düşüncelerinin aksine kendi mezhebine ve
inançlarına uygun tefsir ederse Mutezile'nin ve Ehl-i Bidat'm yolunu takip ediyor demektir. Diğer bir ifadeyle, ashabın ve tâbiûnun yolundan özellikle tefsir konusunda sapılır ve zıt bir görüş benimsenirse yanlızca yanlış tefsirde bulunulmuş olunmaz, bidatçı da olunur, Kur'ân-ı Kerim'i en iyi tefsir edebilecek kişilerin ashab ve tâbiûn olduğu daima akılda bulundurulmalıdır. Onlar aynı zamanda, Allah'ın Hz. Muhammed @ ve müslümanlar için seçtiği hakiki dinin en iyi bilgisini uhdesinde bulunduran kimselerdir." (el-hkan, c, II, s. 178).
Kur'ân'ın tefsirini anlamanın en güvenilir usulü aşağıda ifade edilmiştir:
1- Öncelikle ashabın, tâbiûnun, tebe-i tâbiûn'un ve müfessirûn'un tefsirleri incelenmelidir. Bu tefsirlerde belli bir âyetin tefsiri bulunduğunda bununla ye-tİnİlmelİ ve mutmain olunmalıdır. Daha emin olmak için ise hadise ve Kur'ân'ın benzer âyetlerine başvurulmalıdır. As-hab'ın ve tâbiûn'un bu tefsirinin nereden kaynaklandığı da araştırılabilir. Bu araştırma da faydalı sonuçlar doğurabilir. Bu gayretlerden sonra, kişinin yalnızca kendi zayıf ve mütevazı anlayışına dayanarak Kur'ân'ı tefsir etmesi ve özellikle yukarıdaki kaynakları atlayarak ve tahrif ederek bu işi yapması tavsiye edilir bir şey değildir.
2- Belli bir âyetin tefsiri ashab, tâbiûn ve müfessirûnun eserlerinde bulunamazsa hadise bakılması tavsiye edilir. Eğer bu âyetin açıklaması hadislerde bulunursa kişi mutmain olmalıdır.
3- Hadislerde de bir açıklama bulunamazsa o vakit âyetin siyak ve sibakı ile bu konu hakkında Kur'ân'ın genel görüşü araştırılır ve konu hakkında bu şekilde bir görüşe varılarak ona dayanılır.
4- Bu ön araştırmalar sonuç vermezse -ki çoğunlukla böyle birşey mümkün değildir- Arapça sözcüklere, gramer ve sözdi-zim kurallarına, belagat ilmine başvurulur; nihayet metin üzerinde düşünülür. Böyle bir çalışma da, dayanak alınabilecek makul ve makbul bir anlam ortaya çıkarabilir. Hz. Peygamber @'in ashabı âyetleri bu usûlle incelerlerdi. Abdullah İbn-i Abbas şöyle demiştir: "(Câhiliyye) şiiri Arapların sicilidir. Kur'ân'daki bir kelime bizim için müphem olduğunda Arapların siciline başvururduk, çünkü Kur'ân Arap diliyle vahyedilmiştir." {el-Itkan,c.l,s. 121).
Âlimler çok iyi bilirler ki yukarıda zikredilen son üç şık ve özellikle de sonuncu şık çok çok nâdirdir, hatta söz konusu değildir. Çünkü ashabın, tâbiûnun ve müfessirun'un tefsirleri pek çok kitapta mevcuttur. Bu tefsirlerden nakil yapılmış ve düzenlenmiştir. Ancak diğer araştırma usulleri ihtiyaten zikredilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra vardığımız sonuç şudur: Kur'ân sûrelerinin en güvenilir tefsirlerini öğrenmenin en emin ve en kolay yolu Ashab'ın, tâbiûn'un ve müfessirun'un tefsirlerine başvurmaktır. Dünyadaki bütün insanlar Kur'ân'm esrarını çözmek üzere bir araya gelseler yukarıda zikredilen zatların ağırlığına erişemezler. Hz. Mulıammed @'in konuşma ve fiillerinin hakiki manasını bütün mükemmeliyeti ile yine yalnızca onlar anlayabilirler.
Ashab ve tâbiûn tefsirle ilgili meselelerde genellikle
geniş farklılıklar göstermiştir diye düşünülebilir ve bu durumda nasıl karara
varılabileceği sorulabilir. Cevap: İlk olarak, iddia edilen bu
farklılıklarda, ayrıntılara inilip derinlemesine araştırıldığında, bunların genelde
temel konularla ilgili olmayıp kelimelerin ve meselelerin benzerliklerinden
kaynaklandığı sonucuna varılacaktır. Bu konulara Üstünkörü göz atan kişi ise
bunları "farklıIık"
olarak görür.
Meselâ, sırat-ı müstakim tâbirini, ashabdan bazıları bunu Kur'ân'ın emirlerinin yerine getirilmesi olarak anlamıştır. Bazıları buna İslâm demiştir; ve diğerleri ise bunun Sünnet olduğuna karar vermiştir. Öte yandan ashabdan bazıları bunu ibadetler olarak değerlendirirken diğer bazıları da bu kelimenin Allah'a ve Rasûlüne @ itaat anlamına geldiğini ifade etmiştir. Bütün bu yorumlar ve ifadeler şekil itibarıyla farklıdır, fakat gerçekte farklı ve çeşitli değildirler. Çünkü Kur'ân'm emirlerinin yerine getirilmesi gerçekte İslâm'dır ve yine sünnet ve ümmetin uygulamaları da İslâm'dır. Allah'a kulluk, veya Allah'a ve Rasûlüne itaat de İslâm demektir. Ashabın tefsirlerinde ve ifadelerinde bulunan farklılıkların çoğunluğu da bu nevidendir. Kur'ân âyetlerinin hakiki anlamı hakkındaki görüş ayrılıkları ise çok çok nâdirdir. Celaleddin es-Suyutî şöyle demektedir: "Ashab, Kur'ân ilimleri ile ilgili dersleri bizzat Hz. Peygamber @'den aldıkları için Kur'ân sûrelerinin tefsiri ile ilgili olarak aralarında pek az görüş ayrılığı bulunur."
Yine tâbiûn ve mücîehidler, ashabın diğer bazı ashab ile tefsir konusunda bazı farklı ifadelerde bulunduğu haber verilen durumlarda, râvi zincirlerini derinlemesine bir araştırmaya tâbi tutmuşlardır. Bunun sonucunda tefsirlerin güvenilirliği ve sıhhati ile ilgili smıflamalar ortaya çıkmıştır. Elhamdülillah, bu konuda bir güçlük söz konusu değildir, Kur'ân'm girift kısımlarını açıklama yolunda hatalara düşmek tehlikesinden bu sayede uzak kalınmıştır. Allah bizi sırat-ı müstakim'den ayırmasın!
Tefsir konusunda yanlışı, doğrudan; geçerli hükmü bâtıl hükümden ayırma işleminde kullanılan kriter budur. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'm ezici çoğunluğu 1300 yıldan beri bu usûlü kullanmıştır ve Allah'ın izniyle bu durum kıyamete kadar devam edecektir.
Hâtmü'n-nübüvvet'e karşı çıkan Mirza Gulam Ahmed, tahrifatları ve yanlış değerlendirmeleriyle, Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin tefsir usulünde görüşlerine uygun bir tevil göremeyince, tefsirin geçerliliğine hükmeden kriterleri değiştirmeyi kendisi için gerekli görmüştür. Bereket-i Dua adlı risalesinde (ss. 13-15) Mirza tefsir ile ilgili yedi ilke Önermiştir. Âdetİ üzere, kamuoyunun dikkat ve tasvibini kazanmak için, öncelikle herkesin kabul ettiği kriter ve ilkeleri zikretmiş, bunlara kendi görüşüne destek olacak yeni kriterler ilave etmiştir. Halbuki Mirza'nın gerçekten uygulanabilir kabul ettiği ilke yalnızca yedinci ve sonuncu ilke idi. Bu ilkenin (kriterin) bütün diğer kriterleri kucaklayıcı ve ihata edici bir kriter olduğunu iddia etmiştir.
Bu yedi kriterden dördü daha önce yukarıda zikrettiğimiz ve cumhuru ulemâdan naklettiğimiz kriterlerdir. Mirza üç yeni kriter daha icat etmiş ve bu sayede Kur'ân'ın manasını kendi arzu ve ihtiyaçlarına uyacak şekilde tahrif etme imkânına kavuşmuştur. Ona göre diğer kriterler şunlardır.
5- "Beşinci kriter kişinin kendi saf aklıyla Kur'ân üzerinde tefekkür etmesidir."
6- "Altıncısı, manevî meseleleri anlamak için maddî meselelerin yardımına başvurulmalıdır; çünkü yüce Allah her iki yöndeki meseleleri uyum içinde yaratmıştır."
7- "Yedinci kriter ise muhaddisûn ve muhdesûn (hadisciler ve ümmetin âlimleri ve sûfileri) tarafından serdedilen velayet ve mükâşefeâir. Bu kriter, gerçekte, bütün diğer kriterleri kapsamına alır.
Mirza'nın icat ettiği yeni kriterlerin belli bir Kur'ân âyetinin hakîki manasını anlamada ne kadar yararlı olacağının kararını akl-i selim sahibi okuyuculara bırakıyoruz. Bu kriterlerle tefsirin sahih olanının sahih olmayandan ayırdedilip edilemeyeceği sorusunun cevabını da yine okuyucularımıza bırakıyoruz.
Akl-ı selim sahibi ve mâkul her insan bu kriterlerin kesinlikle nihaî ve hüküm verdirici olmadığını tereddütsüz anlar. Çünkü (Mirza'nın) ilk kriteri sayesinde, her insan Kur'ân'ın manasını açıklama konusunda yetkili hale gelmektedir. Aptal ve cahil bir kimse bile belli bir âyetin tefsiri ile ilgili olarak kendi saf akimin böyle böyle Öngörülerde bulunduğunu iddia edebilecektir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre her insan kendi görüşünün doğruluğunu ve geçerliliğini savunur.: "Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmekte-dir." (23: 53); "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmekte-dir." (30: 32). Bu yolla Kur'ân insan sayısı kadar fırkalara bölünürdü: Böylece doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayırdetmek imkânsız hale gelirdi. Bu garip kriter sayesinde herhangi bir insan en aptalca fikirleri ortaya koyabilecek ve dolaysız ifadelerde bulunma imkânı kalmayacaktır.
Bu kriterlerin temel amacı Kur'ân sûrelerinin tefsirim tek bir insanın (yani Mirza'mn) heves, fikir ve mükâşefelerine tâbi kılmaktı.
Bunun sonucu olarak diğer insanlar da Kur'ân'ı evhamlarına göre yorumlama arzusu duyacaklardı. Herkes velayet ve mükaşefe'de bulunmuş olma iddialarıyla ortaya çıkacak ve herkes dilediğini söyleme özgürlüğüne kavuşacaktı. Neticede, Kur'ân tefsiri (Allah korusun) bir çeşit hilekârlığa dönüşecekti. Bizzat bu nedenle, ümmetin âlimleri, bu konuyu ebediyyen çözmek üzere akaid meselelerinin içine dahil etmişlerdir.
Tefsir konusu bütün ümmetçe kabul edildiği şekliyle Nesefî'nin meşhur eseri Akaidde (ve Taftazanî'nin Akaide, yazdığı şerhde) ve Suyutî'nin Man'ında mevcuttur: "Kur'ân nasları sözlük anlamları ve zahirî manaları gözönünde bulundurularak tefsir edilir ve bu manalardan ehl-i bâtın'm tefsirine dönmek İlhad'dır. (Akaid-i Nesefî).
Artık Mirza aramızda değil, fakat ona tâbi olanlar ve onun gibi düşünenler her zaman çıkmaktadır. Onlara da Allah'tan korkmalarını ve şahsî arzularını tatmin için Kur'ân ile oynamamalarını hatırlatalım.
Akl-ı selim sahibi okuyucular, Kur'ân sûrelerinin hakiki ve sahih manalarını kavramakta tek metodun yukarıdaki sayfalarda Suyutî'den naklen (ümmetin çoğunluğunun fikrine uygun olarak) zikredilen yol olduğuna kendiliğinden karar vermiş olmalıdırlar. Allah'tan korkan ve gönlünde Kur'ân aşkı bulunan kimse mesele hakkında tefekkür etmeli ve ilk dönem tefsircilerinin görüşlerini kabul etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ bu gezegendeki insanların tümünün kendiliklerinden ne düşündüğüne itibar etmez.
Bu münazara çalışmanın sınırları dışında kalmakla birlikte, gereksiz bir konudan sapma da değildir. Bu nokta ile ilgili uzun bir bahi-sin ele alınması daha sonra önümüze çıkabilecek mania ve engebeleri ortadan kaldırmak gayesine matuftur.
Şimdi, hâtmü'n-nübüvvet ile İlgili deliller ve sebepleri sunabiliriz.
"Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (33: 40).
Bu âyet, Araplar arasında mevcut sayısız kötü alışkanlık ve adetlerden birisini ortadan kaldırmak için vahyedilmiştir. Evlat edinilen bir kimseyi gerçek evlât olarak kabul etmek, ona gerçek evlat muamelesi yapmak ve aile hukuku, miras hukuku gibi tüm kuralları evlat edindikleri kişi için de aynen geçerli saymak Araplar arasında adettendi. Ve eğer evlât edinilen kişi Ölürse, onun dul eşi üvey babaya ebediyen haram olmaya devam ederdi.
Bu adetin toplum üzerinde birtakım olumsuz etkisi vardı. Nesep yanlış şekilde evlât edinilen kişiye ve onun çocuklarına geçerdi. Böylece nesebin karışması ihtimali belirirdi: ve meşru mirasçılar haklarından mahrum kalırken gayrimeşrû vâris mirasçı olarak kabul edilirdi. Böylece meşru hakkı olan kimse gayrimeşrû duruma düşerdi vs.
İslâm küfür ve şirk adetlerini ortadan kaldırmak, mantıksız ve yanlış alışkanlıkların kökünü kurutmak için gelmiştir. Bu gayeye matuf iki usul benimsenmiştir, biri kavli ve diğeri fiili. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "...evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kırmamıştır. Bunlar sizin dilinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola o eriştirir. Evlatlıkları babalarına nisbet edin, bu Allah katında en doğru olandır." (33: 4-5).
Bu vahyin temel amacı evlatlıkların meşru mirasçılar arasına dahil edilerek yanlış bir nesep zinciri kurulmasına sebep olabilecek olan yanlış bir anlayışı ortadan kaldırmaktı. Gerçekte mahrem olmayan bir kimsenin bu ko-numa sokulmuş olması böylece önleniyordu. yani evlat edinme adeti yasaklanmış oluyordu. Bundan dolayı Allah Teâlâ evlât edinilen kimsenin gelecekte kendi öz babalarına nis-betle anılmalarını emrediyordu. Hz. Muhammed @, kölesi Zeyd b. Haris'i âzâd etmiş ve evlât edinmiştir. Bundan dolayı, asırlık âdetler uyarınca herkes, hatta Ashab bile onu Zeyd b. Muhammed olarak anmaya başladılar.
Abdullah İbn-i Ömer bu âyet nazil olduktan sonra hepimiz ona tekrar Zeyd b. Haris demeye başladık. Gerçekte Zeyd Hz. Peygamber @'e nisbet edilişinin nihayete ermesine çok üzülmüştü. Belki de onu teskin İçin Kur'ân Zeyd'den bizzat bahsetmişti: "Ve Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde..." (33: 37). Bu dönemde daha sonra hilâfet mevkiine yükselmiş sahabeler mevcutken Kur'ân onların hiçbirisinden ismen bahsetmemiştir. Belki de Kur'ân'da Zeyd'in adının bizzat geçmesinin hikmeti budur. (Bu konuya Feîh-ul beyan adlı tefsirde de bu yönüyle dikkat çekilmiştir).
Bütün sahabeler evlat edinme alışkanlığına son verdiler. Asırlarca eski ve çok yerleşik bir âdeti ortadan kaldırmak için bir teşebbüste bulunulduğunda bu teşebbüste bulunan kişiye belki de bizzat kendi yakınlarından ve ailesinden tezyif ve tahkir gelmesi mümkündür. Bu nedenle bu put kırıcılık ve yanlış düşünceleri ortadan kaldırma işini Allah Teâlâ bizzat Elçisine tevdi etmiştir. Bundan dolayı, Zeyd hanımı Zeyneb'i karşılıklı anlaşmazlık sonucu boşadığında, Allah, Elçisine Zeynep'le evlenmesini emretti. Bu emrin yerine getirilmesi bu kötü adetin ve gayri-meşru alışkanlığın tabutuna son çivinin çakılması olacaktı. Allah şöyle buyurmuştur; "...Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, kî, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin..." (33: 37).
Hz. Muhammed @ Zeynep ile Allah'ın emri üzere evlenmiştir. Mekkeli ve diğer müşrikler Hz. Peygamberin bu fiilini yermek için velvele koparmışlar ve "şu peygambere bakın gelini ile evlendi" demişlerdir.
Allah Teâlâ, Peygamberini şu âyetle bizzat korumuştur: "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40).
Bu âyet Hz. Muhammed @'in onların nese-ben babası olmadığını açıkça bildirmektedir. Bundan dolayı, Zeyd'in de babası olmadığından onun boşadığı kadınla şeriat hükmünce evlenmesine cevaz verilmektedir. Bu konu dayanak yapılarak Hz. Peygamber @'e karşı yapılan tahkir ve tezyif cehalet ve hamakattan kaynaklanmaktadır. Onların hakaret ve iftiralarını reddetmek için Hz. Peygamber @'in Zeyd'in babası olmadığını söylemek tabii ki yeterlidir, ancak Allah muhaliflerin dayanaklarının tamamen boş olduğunu anlatmak ve bu olayı kökten reddetmek gayesiyle insanlara Hz. Muhammed @'in yalnız Zeyd'in değil, yeryüzündeki hiçbir insanın babası olmadığını bildirmiştir. Hz. Peygamber @ oğul sahibi olmadığından dolayı onu geliniyle evlenmiş olmakla suçlamak gayriâdil ve ahmakça bir sözdür.
Eğer bu ifadeye itiraz edilir ve Hz. Peygamber @'in Hz. Hatice'den Kasım, Tayyib ve Tâbir; ve Mariye'den İbrahim adlı erkek çocukları olduğu ve bu sebeple Kur'ân'ın bu beyanının sahih olmadığı iddiasına karşı şöyle diyebiliriz: Kur'ân bu iddiayı bizzat çürütmektedir. Ayetteki ifade net olarak rical (adamlar)dir. etfal (çocuklar) veya beni (oğullar) değildir. Hz. Peygamber' @in bütün çocukları bebeklik ve süt ve oyun çocukluğu döneminde ölmüştür ki bunlara "adam" (rica/) demek mümkün değildir. Yine bu âyet nazil olduğu esnada Kasını, Tayyib ve Ta-hir'in vefat etmiş oldukları İbrahim'in İse doğmamış olduğu da bir gerçektir. Yani âyet indiği zaman zaten Hz. Muhammed @ yeryüzündeki hiçbir adamın ve erkek çocuğunun babası değildi.
Bu vahyin temel amacı, peygamberi müşriklerin itirazına karşı korumak vt; onu her türlü suçlama ve bühtandan masum tutmaktır. Bu vahyin ardındaki hikmet budur.
Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır: "O... peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40).
Burada esas olarak âyetin bu kısmı ele alınacak ve gelecek kısımlardaki münazara bu ifade mihverinde geçecektir. Bu ifade yukarıda zikredilen ümmetin çoğunluğunun tasvip ettiği tefsir usûllerine göre açıklanmaya başlanmadan Önce, ifadenin vuku bulduğu şartlar, öncesi ve sonrasıyla değerlendirilecektir. Böylece âyetin gerçek manası daha iyi anlaşılacak ve gayesi tesbit edilebilecektir.
Ayetin ilk kısmında Hz. Muhammed @'in yeryüzündeki hiçbir adamın babası olmadığı beyan ediliyor. İlk bakışta, ortada bir kaç şüphe ve belirsizlik gözlenebileceğinden dolayı âyetin ikinci kısmının bu şüpheleri gidermek İçin velâkin kelimesi ile başladığı görülecektir. Bu lâkin kelimesi Arapça'da yalnızca konuşmanın önceki kısımlarında bulunabilecek muhtemel gizli şüpheleri gidermek için kullanılır. Bu şüphe ihtimalleri şunlardır:
1- Peygamber baba olmadığı için babalık sevgi ve şefkatinden mahrum olabilir, Halbuki bir nebî veya rasûl ümmetinin her ferdi için en yüksek derecede merhametli olmalıdır.
2- Her peygamber'in kendi ümmetinin ve milletinin babası olduğu iyi bilinen ve evrensel bir ifadedir. Râğıb el-Isfahânî şöyle demektedir: "Bİr şeyi icat eden, ıslah eden ya da üreten bir kimseye baba denir." Bu meyanda Peygamberimiz @ bütün müminlerin babasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Müminlerin peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir; onun eşleri onların anneleridir." (33: 6). Ve bazı kıraatlara göre ise "ve o da babalarıdır." {Müfredatü'l-Kur'ân),
Yani bir peygamber babacan olmalıdır. Bu âyette peygamberin baba olmadığı zikredildiğinden, şüpheci bir kimsenin babalık sevgisinden mahrum bir kimsenin peygamber de olamayabileceğini düşünmesi ihtimal dahilindedir.
3- Peygamber babalık sevgisinden mah-rumsa bir nevi eksiklik hissinden muz-darip olması beklenebilir- diğer bir İfadeyle ondaki eksiklik erkek evlât sahibi olamayıştır. Bundan dolayı, müşrikler (ve münafıklar) onunla alay etmek ve ona ebter (nesli kesik) diyerek gülmek fırsatına kavuşmuş olmaktadırlar.
Özet olarak, (âyetin ilk kısmım okuyunca) sıradan insanların zihinlerinde bir takım vesveseler ve yanlış anlamalar oluşabilir. Bunları gidermek için Allah Teâlâ: "Lâkin O Allah'ın elçisidir." (33: 40) buyuruyor.
Lâkin kelimesi ikinci kısmın başlangıcında yalnızca şüpheleri izale etmek için kullanılmıştır. Yani Hz. Peygamber @ kendi sulbünden bir erkek çocuğu olmamasına ve aranızdaki hiçbir adamın babası olmamasına rağmen Allah'ın mübarek elçisidir. Rasûller daima ümmetlerinin babası olarak kabul edilirler ve daha önce Râğıb el-Isfahânî'den yaptığımız alıntı uyarınca, bahse konu âyetin bir kıraat çeşidine göre Kur'ân, Hz. Peygamber @'in müminlerin babası olduğuna işaret etmektedir. Buna benzer şekilde Lût aleyhisselâm ümmetinin kızları hakkında "işte bunlar benim kızlarım" (11: 78; 15: 71) demiştir.
Bu görüş açısından bakınca Hz. Peygamber @'in milyonlarca oğlu olduğunu ve milyonlarca adamın babası olduğunu söyleyebiliriz.
Buradan çıkaracağımız ikinci sonuç ise babalığın iki türlü olduğudur -biri cismani (genetik veya öz) olan ve mahremiyet kurallannm uygulandığı tür, ki bu durumda boşanan ya da dul kalan gelinle evlenmek haramdır.
Diğer tür babalık ise manevîdir ve mahremiyet sınırları içine girmez- bu (manevî) evlatlar hâmilik yapılmak için vardır, ve bu çocuklara manevî baba neseben baba gibi hatta daha çok ihtimam ve şefkat göstermelidir. Buna benzer babalıklar, öğretmenin öğrencilerine ya da şeyhlerin müridlerine veya Rasûllerin ümmetlerine gösterdikleri babalıklardır. İlk tür babalığın Hz. Muhammed @ için söz konusu olmadığı Kur'ân âyeti ile beyan edilmiştir: "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değildir" (33: 40).
Bu âyet her üç şüpheyi de red ve izale etmektedir; çünkü:
1- Bu âyet Hz. Muhammed @'in bütün ümmetin manevî babası olduğunu ve ümmetin faydalanacağı şefkat ve merhametin çocuklann kendi Öz babalarından görebilecekleri şefkat ve merhametten daha üstün ve bol olacağını beyan etmektedir. Hz. Muhammed @ hiç bir adamın öz (ve genetik) babası değildir. Bu hiç bir şekilde onun şefkat ve merhametinde bir azalma olmasını gerektirmez.
2- Bu âyet peygamberler için gerekli olan tarzda babalığm ille de inkâr edilmesi gerekmediğini ispat eder. Çünkü burada Hz. Muhammed @'in yalnızca genetik babalığı inkâr edilmiştir, Bu ikinci şüpheyi izale eder.
3- As b. Vâil gibi bazı müşriklerin iddia ettiği gibi Hz. Muhammed @'in neslin.'n kesik olmadığını da bu âyet açıkça onaya koymaktadır. Bilakis onun bütün diğer insanlardan daha fazla sayıda (manevî) çocukları ve takipçileri vardır. Bu, üçüncü şüpheyi de izale eder, Elhamdülillah!
Her üç şüpıenin de âyetteki ifadelerle izale edildiğine şüphe yoktur. Ancak, Allah Hz. Muhammed @'İ tam masumiyete kavuşturmak istemektedir. Sadece bu da değil, Allah Teâlâ dünyanın gelmiş-geçmiş ve gelecekteki bütün toplumlarına onun faziletini, kemâla-tmı, güzelliklerim tamamen bildirmeyi, ve onların elçisi Hz. Muhammed @'i insanlığa en merhametli, şefkatli ve sevgi dolu kimse olarak tanımalarını arzulamıştır; ki böylece insanlar onu Allah'ın elçilerinin sonuncusu olarak kabul etmeye eğilim duysunlar. İşte bu noktada Allah Teâlâ; "Ve lakin o Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40) buyurmaktadır.
Alim-i mutlak olan Allah Kur'ân-ı Kerim'in her harfinde gizli olan esrar ve hikmetlere elbette vakıftır. Bizim derleyebildiklerimiz ise aşağıda okuyucularımıza sunacak oldukları-mızdır:
1- Allah Teâlâ, Hz. Peygamber @'e ebter (nesli kesik) diyerek onu alaya alan kimselerin bu peygamberin kimselerin tahayyül dahi edemeyeceği kadar geniş bir ümmetin babası olacağını açıkça bilmelerini istemiştir. Normal olarak her peygamberin bir diğer elçi gelene kadar. miktarı giderek artan bir ümmet topluluğu vardır. Fakat peygamberlerin sonuncusu olma Hz. Muhammed @'in ise ümmetinin sayısı Kıyamet gününe kadar artacaktır. Tabiatıyla onun vefatından sonra dünya yüzüne gelen Müslümanlar da onun yolunun yolcusu olacaklardır. Bu anlamda bizim peygamberimiz Hz. Muhammed @ en geniş ümmete, yani en çok sayıda çocuğa sahip peygamber olacaktır. Hz. Muhammed @ "Ben üm-met'im çokluğuyla övünürüm!" buyurmuştur. (Taberanî, Kenzü'l-Ummal adlı eserinde hadisin ravİsİnin Ebu Mâik el-Eş'arî olduğunu belirtmiştir, c. VI, s. 232).
Rasûlullah (Allah'ın elçisi) kelimesinden çıkardığımız sonuca göre Peygamberimizin çocuksuz olmayıp bilakis sayısız çocuk sahibi olduğunu öğrendik. Allah buna bir başka sıfat (hâteme'n-nebiyyîn') daha ekleyerek müşrikleri iyice küçük düşürmüştür. Bu peygamber insanlığın en mükemmel örneği olduğu için yalnızca kendisine has bir özellikle tanımlanmıştır. Peygamberlerin sonuncusu sıfatı ile anılan ve tanımlanan tek peygamberdir; bu sebeple onun manevî oğul ve çocuklarının sayısı kıyamet gününe kadar artmaya devam edecektir. Onun taraftarlarının sayısını durma noktasına getirecek bir diğer peygamber ondan sonra gelmeyecektir. Allah onun Din'ini de tahrifattan koruyacağına ve bu dini her çağda tahayyül edilemeyecek kadar çok kimsenin kucaklamaya devam edeceğine söz vermiştir. Bir hadiste kıyamet günü meleklerin hiçbir peygamberin Hz. Muhammed @ kadar çok sayıda ümmet getirmediğini beyan edeceği rivayet edilmiştir.
2- Bu âyette Hz. Muhammed @'e hâteme'n-nebiyyîn sıfatının da verilmesinin sebebi insanları şu şekilde uyarmak olabilir: Ey şahsî arzuları bulunan insanlar, bu (peygamber) bizim son peygamberimiz olacak ve size bizim son tebliğimizi getirecektir. Bunu dikkate alın. Onu takip edin, bu dünyada ve âhir dünyada saadete erin. Bundan böyle göklerden yeryüzüne yeni bir tebliğ erişmeyecek ve (sizin selâmetiniz için) yeni bir peygamber daha gönderilecek değildir. Bu dünyada ve âhir dünyada hayatınızı ıslah ve Allah'a yakınlık tesis etmenin yolu Hz. Muhammed @'in doğruluğunu tasdik ve onun yolunu takip etmekten geçer. Onun rehberiyetine sanlın ve onu suçlamaktan, alay etmekten sakının. Bu ihtarın tonu ve üslubu aynen şöyledir: Bakın bu son ihtarım, ona göre!
3- "Muhammed içinizden hiç bir adamın babası değildir" ifadesinden doğabilecek Hz. Muhammed @'in babalık duygusundan mahrum edildiği ve bundan dolayı babalık sevgi ve şefkatinden de yoksun olabileceği vesvesesini gidermek için, "Lâkin O Allah'ın Rasûlüdür" ifadesi eklenmiştir, ki böylece Hz. Muhammed @ hiçbir adamın genetik ve öz babası olmasa da Allah'ın Rasûlü olması hasebiyle ümmetine öz babadan daha sevgili ve müşfik olacağı açıklanmak istenmiştir.
Hz. Peygamber'in ümmetine olan şefkat ve sevgisinin derecesini vurgulamak için Allah ona hâteme'n-nebiyyîn sıfatını vermiştir. Diğer bir ifadeyle her peygamberin kendi ümmetine öz babalarından daha sevgili ve merhametli olduğu, ancak Hz. Muhammed @'in son peygamber olması ve kendisinden sonra gelecek başka bir peygamber olmaması nedeniyle bütün peygamberlerden daha sevgili ve merhametli olacağı vurgulanmak istenmiştir. Son peygamberlik sıfatına sahip olduğu, sevgi ve merhamet bakımından üstün olduğu için ümmetine rehberlik etmek ve ümmetinin selâmetini temin etmek için her türlü gayreti sarfedeceği ve her çareye başvuracağı anlatılmak istenmiştir. Bu böyledir, çünkü, daha önceleri bir peygamberin şeriatının hükmü geçince daha sonraki peygamber öncekilerin tebliğinin aksamaya başlamış yönlerini ıslah ediyordu. Ancak peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed @, ümmeti gelecekte hata ve dalalete düşmesin diye çok daha ihtiyatlı olmuştur. Bu nedenle onun ümmetine karşı daha merhametli ve sevgi dolu olduğu söylenebilir.
Arkasında bakıma muhtaç çocuklar bırakacak bir öz babanın örneğini ele alalım. Çocuklarının menfaatini koruyacak yakınları olmadığı durumda, bu adam şüphesiz zihnen rahatsız olacak ve kendisini, hayatı boyunca çocuklarının kendisinden sonra rahat edebilecekleri imkânları hazırlamaya vakfedecektir. Çocuklarının hayat gailesi nedeniyle gereksiz zorluklar çekmemesi için çaba gösterecektir.
işte bunun gibi, bizim yüce önderimiz ve fahr-İ kâinat olan peygamberimiz de sırat-ı mustakîm'i bize göstermiş, ve Şeriat'ı hiçbir eski hukuka, yeni peygamberlere ve yeni bir şeriatt ihtiyaç duyulmamasını temin edecek Şekilde kaim kılmıştır. Bunun için Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde şu sabit ilkeyi beyan buyurmuştur: "Bugün size dininizi bü-tünledım, üzerinize olan nimetimi tamamla-dın>." (5: 3).
Buna göre eski şeriatler kendi devirlerinde tam anlamıyla mükemmel ve tam olmakla inikte tüm zamanlar için mükemmel kabul edilmemişlerdir. İmam Râzî'nin Tefsir-i Kebir'inde açıkladığı üzere bu âyetin gerçek manası budur.
Kur'ân'ın bu kesin nassına göre Hz. Muhammed @'in şeriatı kıyamet gününe kadar geçerli olacak biçimde mükemmel ve tamdır. Bu şeriat kendisinden sonra yeni bir peygambere veya muhaddis'e ihtiyaç göstermeycek-tir. İbn-ül Kayyım şöyle demektedir: "...Muhammed ümmetinin aksine- çünkü, Allah onları kendi kendilerine yeterli kılmıştır, böylece onların Hz. Muhammed @ varken yeni bir peygambere veya yeni bir muhaddise ihtiyaçları kalmamıştır. Allah Teâlâ, tüm diğer peygamberlere ayrı ayrı bağışlanan belli özellikleri, fazilet ve kemâlatı Muhammed @'in şahsında toplamıştır." {eî-Furkan, s. 56).
Şimdi yukarıda adı geçen âyeti ulemânın çoğunluğunun tasvip ettiği usûl çerçevesinde uzunlamasına açıklamaya başlayacağız. Fakat öğrencilerin ilk dikkatini çeken şey daima konu ve kelimelerdir. Bundan dolayı daima konu bir dilin dilbilgisi kuralları uyarınca anlaşılmaya çalışılır. Burada da öncelikle âyetin linguistik (dil bilim) yönü ele alınacak ve anlamı üzerinde daha sonra münazara edilecektir. Anlam ile ilgili münazarada bizlere yukarıda zikredilen kriterler yol gösterecektir.
Tek tek kelimelerin anlamlan: Ayette altı farklı kelime vardır, -vav, lâkin, Rasûl, Allah, hâlem ve nebiyyîn.
Bunlardan vav nedamet vav'ıdır; lâkin şüphe ve müphemiyeti izale etmek için kullanılan tashih kelimesidir. Allah kelimesini açıklamaya gerek yoktur. Ancak geri kalan üç kelime; rasûl, hâtem ve nebiyyîn ayrıntılı olarak açıklanmalıdır. Bu kelimelerden ikisine (rasûl-nebi) özel önem verilecektir, çünkü Kadiyani mezhebi ve benzer görüşte bulunanların tahriflerine temel aldıkları bu İki kelimedir. Bundan dolayı bu iki kelimenin ayrıntılarıyla açıklanması gerekmektedir. Rasûl ve nebi, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın yarattığı kullarına İlahi kanunu vazetmek ve onun uygulanması konusunda kullara rehberlik etmek için görevlendirdiği ve kendisini vahiy ile desteklediği kişi anlamına gelir. Arap dil bilimcileri bu iki kelimeyi farklı açıklamışlardır.
Bazı İslâm âlimleri bu iki kelimenin şeriat nokta-i nazarında aynı anlama geldiğini ve çağrışımları bakımından birbirlerinden farkları olmadığını düşünmüşlerdir. Bu görüşe teme] olarak ise Kur'ân âyetlerinde, hadislerde ve Arapların konuşma dilinde aynı kişiden Rasûl ve bazen de Nebi olarak bahsedilmesini göstermişlerdir. Bu Mutezİle'nin görüşüdür.
Diğer bazı alimler ise, Rasûl kelimesinin Nebi kelimesinden daha evrensel olduğunu savunmaktadırlar. Çünkü Nebinin bir insan olması şarttır ve bir melekten asla Nebi olarak bahsedilmemiştir. Oysa Rasûl bir insan veya bir melek olabilir. Kur'ân'm bazı âyetleri meleklere Rasûl (Elçi) dendiğinin İspatını taşımaktadır: "Andolsun ki, elçilerimiz (resulüne) müjde ile İbrahim'e geldiler." (H-72; 29: 31)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaatln cumhur-u ulemâsının (âlimlerinin çoğunluğu) yaptıkları araştırmalara göre ise Nebi daha genel ve Rasûl ise daha özel bir kelimedir. Çünkü İslâmi terminolojiye göre, Rasûl kendisine ilâhi bir kitap ya da sahifeler verilen kimsedir veya bağımsız bir seriatle gönderilen bir Nebi'dir. Nebi'nin bu her iki özelliği de mevcut değildir. Bu âlimler şunları da eklemektedirler: Nebi, şeriat ve kitapları tebliğle vazifelendirilmiş ve vahiy ile desteklenmiş ve kendisini bu emirleri yaymaya vakfetmiştir. Ama kendisine ayrı bir kitap ve şeriat verilmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri bu görüşü desteklemektedir; meselâ: "...senden önce gönderdiğimiz hiç bir elçi ve peygamber (rasûlün ve nebiyyîn) yoktur ki..." (22: 52). Burada Nebi kelimesi Rasûl kelimesinden sonra ve özelleştirmeden sonra genelleştirme için kullanılmıştır. Bir hadiste de bu ortaya çıkmaktadır. Ebu Zer'in rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Nebilerin (peygamberlerin) sayısı 124 bindir. Rasûller (elçiler) ise sadece 315 tanedir. Onların ilki Âdem... ve sonuncusu Muhammed'dir." (İs-hak İbn-İ Rahûye, İbn-i Ebî Şeybe, Muhanv med b. 'Amr ve Ebû Ya'lâ tarafından nakledilmiş ve el-Mesamere'nin şerhinden nakledilmiştir [Kahire, s. 193]. Bu hadis İbn-i Hib-ban'm Sahih'inde nakledilmiştir. İbn-i Hacer bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. (Fet-hü'l-Beri).
Bu hadis Rasûl ve Nebi arasındaki farkı kesin şekilde açığa kavuşturmakta ve aynı zamanda bize enbiyanın sayısının rasûller'dtn çok olduğunu da bildirmektedir.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaaf'm cumhuru bu çıkarımı benimsemişlerdir. Hafız İbn-i Hacer bunu Sahih-i Buharı şerhinde açıklamıştır (c. XII, s. 332, Kitabu't-tabir); Zerkânî, İmam Mâlik'in Muvatta'mı şerhederken bu konuya değinmiştir. İbn-i Hümâm'ın Musamra'suıda aynı konu mevcuttur. Kadı İyaz Şifa adlı eserinde aynı mevzuyu ele almış ve Nesefî'nin Akaidme. şerh yazan Taftazanî'de bu konuyu işlemiştir.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'in cumhuru rasûl kelimesinin bazı durumlarda nebi yerine veya nebi kelimesinin rasûl yerine kullanıldığı ifadesini reddetmemektedirler. Ancak bu kullanımın mecazî olduğunu bildirmektedirler. Bu nokta anlaşılırsa ilk iki görüşün iddialarını reddetmek kolaylıkla mümkündür.
Şirndi her iki kelime Arapça lügat karşılıkları ile ayrı ayrı ve tek tek ele alınacak, daha sonra tüm âyetin anlamı gramer kurallarına göre verilecektir.
Bu kelime, bahsi geçen âyette iki şekilde kı-J&at edilmektedir. Bir diğer ifadeyle, As-j^'dan bazıları kelimeyi Hz. Muhammed V ın ağzından fetha (üstün) hâtem'in te'si üzerinde olacak şekilde duymuşlar, (ikinci kıraat) diğer bazıları ise kelimeyi fe'nin altında kesre (esre) şeklinde {hatim) duymuşlardır.
Müfessirlerin ve muhaddİslerin önderi İbn-i Cerîr et-Taberî ve diğer müfessirlerin cumhuru, eserlerinde, ikinci kıraat şeklinin yalnızca kari Hasan ve Âsim tarafından benimsendiğine işaret etmişlerdir. Bütün diğer karilerin görüşüne göre İse birinci tarz kıraat kabul edilmiştir. (İbn-i Cerir, c. XXII, s. 11).
Şimdi her iki kıraat şekli de kabul edilebilir olduğuna göre (fetha'H ve kesre'li), her iki kelimeyi de ayrıntısı ile açıklayacağız.
Her iki kelime de Arap dilinde, bazı anlam farklılıkları taşıyarak kullanılmaktadır. Ayrıntılı bir liste şeklinde vermeyi uygun gördük.
Bu listeden öğrendiğimize göre bu iki kelime yedi değişik manada kullanılmaktadır. İlk beşi ortak anlamlıdır. 6. anlam hatime ve 7. anlam ise hâtem'e hastır.
Şimdi hatim (kesreli) ve hâtem (fetha) kelimelerinin hangi anlamlarının yukarıda zikredilen âyete uyduğunu görelim.
İlk iki anlamının (mühür ve yüzük) ne şekilde olursa olsun uygun düşmediği aşikârdır. Dilbilimciler şu konuda bütün diğer akl-ı selim sahibi kimselerle birlikte hemfikirdirler: Bir kelimenin gerçek ve hakiki anlamı metinin siyak ve sibakına uyuyorsa orada mecazî anlam benimsenmez. Bundan dolayı ilk iki anlam burada geçerli sayılmaz.
Dördüncü ve beşinci anlamlar ise metinde ne gerçek ne de mecazi anlamıyla uygun değildir.
Yedinci anlam (yani, bir mührün izi) da cümle içinde ne gerçek ve ne de mecazi anlamıyla uygun düşmemektedir.
Şimdi dikkate almamız gereken iki ihtimal kalmıştır -üçüncü anlam (yani her şeyin sonu, akibeti) ve altıncı anlam (yani, bir şeyi bitiren ya da kapatan kişi). Bu anlamların her ikisi de metine uymaktadır. Geriye tek bir fark kalıyor, her iki anlamdan birincisi her İki kıraata da uygundur (hâtem ve hatim) ve diğeri ise yalnızca kesre kıraati ile okunmaya uygundur (yani hatim).
Şimdiye kadar kısaca, hatim kelimesinin her iki kıraat şeklinin dİlbilimsel anlamlan incelenmiştir. Bu meseleyi Kur'ân, hadis, ashab, tâbiûn ve müfessirun'un şerh ve açıklamalarını dikkate almadan yalnızca lügat anlamları-
na bakarak halletmek yeterli olabilseydi, yu, karıda zikredilen Kur'ân âyetinin manasının (birinci kıraate göre hatim) yalnızca iki anlamı olduğu -yani peygamberlerin sonuncusu ve peygamberlik zincirine mühür vuran- kolaylıkla bulunabilirdi. İkinci kıraata (hâtem) göre ise yalnızca bir anlamı olurdu; o da peygamberlerin sonuncusu.
Bu manaların her İkisi üzerinde biraz tefekkür ettiğimizde, her ikisinin tek bir anlamda birleşmeye eğilimli olduğunu görüyoruz. Her iki kıraat da (hatim ve hâtem) sözlük anlamında, Peygamberin Peygamberlerin sonuncusu olduğu ve kendisinden sonra başka peygamber gelmediği anlamını Ruhu'l-Me' âni adlı tefsirde açıkça belirtildiği üzere taşımaktadır: "hâtem ism-i alet'dir (fiilin, fiili gerçekleştiren aletin ismi haline geçişi) yani mühür vuran şey, ki bu çerçevede peygamberlik (zincirini) mühürleyen kişi. Yani peygamberlerin sonuncusu." (Ruhu'l-Me'âni, c. VII, s. 59).
Civan ismiyle meşhur büyük Hintli âlim Molla Ahmed Tefsir-i Ahmedî adlı tefsirinde kelimeyi şöyle açıklamaktadır: "Her iki durumun (kıraatin) nihaî sonucu ikinci anlamdır. Bu nedenle, Tefsir-i Medarİk'in müellifi, Âsım'ın kıraatına göre olan (fethalı) kelimeyi ikinci anlamda (yani hâtem okunsa da 6 nolu anlama geleceğini) açıklamıştır. Ancak Bey-zavî, kelimeyi her iki kıraatin aynı olan birinci anlamında (yani 3 no'lu anlamla) açıklamıştır."
Ruhu'l-Me'âni ve Tefsir-i Ahmedî adlı eserlerde, (hatim veya hâtem) kelimesinin bu âyette yalnızca iki anlama gelebileceği açıkça izah edilmekte olup, her iki anlam da uyumlu ve aynı nihaî sonucu doğuran anlamlardır; yani "peygamberlerin sonuncusu" anlamım taşırlar. Bundan dolayı Beyzâvî tefsirinde her iki kıraata göre kelimenin anlamını verirken herhangi bir fark gözetmemiş ve her iki halde de kelimeyi "peygamberlerin sonuncusu" olarak açıklamıştır.
Hatim kelimesinin her iki manasını tek bir manada birleştiren dil âlimlerine Allah rahmet etsin. Bu âlimler anlamlan birleştirmenin haricinde, bu metin içinde hatim sıfatından jJz. Muhammed @'in peygamberler listesinin sonunu mühürlediği ve bundan dolayı peygamberlerin sonuncusu olduğu anlamının çıkarılabileceği açıklamasında bulunmuşlardır.
Bugüne kadar büyüklü-küçüklü pek çok sayıda Arapça sözlük derlenmiştir. Bunların bazısı sahih ve güvenilir, diğer bazısı ise daha az güvenilirdir. Bu çalışmaların tamamının araştırılarak tesbiti pratik açıdan mümkün olmadığı gibi konumuzun sınırını da aşmaktadır. Burada yapacağımız, en güvenilir ve meşhur eserlerden birkaç misâl çıkararak okuyucuya, kelimenin (fethah ya da kesreli) büyük âlimler ve dilbilimciler tarafından nasıl an-lamlandırıldığı konusunda fikir verebilmektir.
Müfredâtu'l-Kur'ân İmam Râğıb el-İsfahâ-nî'nin derlediği bir eserdir. Benzeri olmayan bu mükemmel eser, Kur'ân'da geçen özel kelimeleri açıklamaktadır. Celâleddin Süyûtî bu eser hakkında şöyle demektedir: Kur'ân'ın belli başlı kelimelerini açıklamak için derlenen böyle bir başka eser daha yoktur. Râğıb bu sıfatı şöylece açıklamıştır: "O, peygamberliği (nübüvveti) sona erdirdiği için hâtime'n-nebiyyîn'dir, yani onunla birlikte nübüvvet sona ermiştir. (Müfredat, s. 142).
Ibn-i Sîde'nin el-Muhkem'i de Süyûtî tarafından Kur'ânî kelime ve kavramları anlamak için güven içinde başvurulabilecek en değerli eserlerden biri olarak tanımlanmıştır.
Bir şeyin hatim ve hatimesi (müennes-fe-mmin) o şeyin son kısmını belirler." (Li-san'ülArab).
el-Ezherfnin Tehzibl de Süyûtî tarafından güvenilir lügatlerden biri olarak nitelendiril-mı§tir. Ezherî şöyle demektedir: "el-Hâtim Ve el-hâtem Kur'ân'ın işaret ettiği üzere Peygamberimizin iki sıfatıdır: "Muhammed içinizden hiçbir adamın babası değildir, lâkin Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin mührü (sonuncusudur." (33: 40) yani "Onların sonudur." (Lisan-ül Arab).
Burada hâtem ve hatim kelimelerinin peygambere Kur'ân tarafından verilen sıfatlar olduğu canlı şekilde tanımlanmıştır. Her ikisinin de "peygamberlerin sonuncusu" anlamına geldiği izah edilmiştir.
Bütün bu dil bilimciler ve âlimler meseleyi bu derece vuzuha kavuşturmuşken akl-ı selim sahibi kimseler başka bir anlam önerebilir mi? Lisan-ül Arab Arapça'nın çok hacimli ve değerli bir sözlüğüdür. Bu kitapta şöyle denmektedir: "Bunlardan hatim veya hâtem, her ikisi de Lahyanî'nin araştırmalarına göre 'onların sonuncusu' anlamına gelir. Hz. Muham-med @ nebilerin hâtim'idk (diziyi sona getiren)- selâm ve rahmet onun ve hepsinin üstüne olsun."
Yine burada da -fetha ya da kesre İle de olsa- hâtem kelimesinin nebilerin sonuncusu anlamına geldiği açıkça beyan edilmiştir.
Lİsânu'l-Arab'm metninden çıkardığımız genel bir gramer kuralına göre, hatim kelimesi (kesreli veya fethalı) dilbilim açısından birkaç manaya gelebilmekle beraber topluluk, veya 'bir insan grubu' kelimeleriyle (yani nebiler, öğretmenler gibi) yan yana geldiğinde yalnız ve yalnız tek bir anlama gelmektedir.
Müellif belki de bu nedenle hatim kelimesini sadece ve tek başına değil de 'bir insan grubu' ile beraber veya kelimenin zamiri şeklinde kullanmıştır.
Bu kelimeyi Arapça sözlüklerde araştırdığımız müddetçe, daima hatim kelimesinin (fet-halı veya kesreli) "topluluk" veya "bîr grup insan"la birleştirildiğinde veya bir zamirle birlikte kullanıldığında "son" anlamına geldiği neticesİyle karşılaşmaktayız. Bahse konu âyette hatim "peygamberler topluluğuna" birleştirilmiştir. Bundan dolayı "peygamberlerin sonuncusu" ve "peygamberi (veya peygamberler zincirini) sona erdirecek olan" anlamına gelir; daha başka bir anlama gelmez. Tâcu'l-Arûs (Kamus şerhi) da bu gramer kuralını kabul etmektedir:
Tâcu'l-Arûs: Zebidî, Tâcu'l-Arâs'undzı Leh-yani'den şu alıntıyı yapmaktadır: "Peygamberimizin sıfatlarından biri hatim veya hâtemdir ve onun peygamberler zincirini sonlandıran kişi olduğunu irade eder."
Mecma'u'l-Bihâr: Hadis edebiyatı ile ilgili en sahih ve güvenilir sözlüklerden biridir. Metninde kelimeler şöyle geçmektedir: Hatim ve hâtem Peygamberimizin sıfatlarıdır ve Fethalı olan (yani hâtem) onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu, ve hatim (kesreli) ism-i fail olduğunu yani peygamberliği sona erdiren kişi olduğunu bildirir.
Mecma'u'l-Bihâr'm bir diğer yerinde (c. I, s. 329) kelimenin bir diğer açılımı daha verilmiştir: Hâtime'n-nübüvve (kesre te'nin altında) kapatma işini yapan ya da bir işi sona erdiren kişi anlamına gelir yani "bir şeyin tamamlanması, sona ermesidir" ve hâtem (fet-ha te'nin üstünde) "bir şeyi kapayan" anlamına gelir ki Hz. Muhammed @'den sonra başka peygamber gelmeyeceğini gösterir.
el-Kamus: Bu mevzu ile ilgili Kamus'ta mevcut olan ifade şudur: Hatim, topluluğun, kavim (veya bir grup insanın) sonudur, tıpkı hatim gibi. Kadir-i Mutlak olanın beyanı "hâtime'n-nebiyyîn" (33: 40) bu sınıfa girer, yani peygamberlerin sonuncusu.
Kâmus'la ve kavim kelimesi daha önce bahsi geçen gramer kuralını teyid için eklenmiştir. Bu da söz konusu kelimemizin anlamı ile ilgili meseleyi açık ve tartışmasız terimlerle karara bağlar.
Külliyâtü'l-Ebu'l-Beka' da meşhur ve güvenilir Arapça sözlüklerdendir. Külliyatın müellifi söz konusu kelimeyi daha da canlı bir şekilde açıklamıştır: "Peygamberimiz Hz. Muhammed @ hâîimü 'I-enbiyâ ismiyle anılır, çünkü peygamberlerin sonuncusudur. Yüce Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmaktadır: "Muhammed İçinizden hiçbir adamın babası değildir, lâkin Allah'ın Elçisi ve nebilerin hâtim'iĞir." (Külliyat, s. 319).
Burada Peygamber @'in yalnızca peygamberlerin sonuncusu olan kışı olduğu için hâtimü'l-enbiyâ veya hatime'n-nebiyyîn olarak anıldığı açıkça beyan edilmektedir.
Ebu'1-Beka' daha sonra şöyle demektedir: "Geneli inkâr, özeli de inkârdır. Asıl nokta nebi'nin genel bir terim olmasıdır (kendisine şeriat gelmiş olsun ya da olmasın) ve rasûl (elçi) kelimesinin ise yalnızca kendilerine şeriat gönderilenleri belirliyor olmasıdır. Zikredilen âyette genel olan nebilik, Hz. Muhammed @'den sonra gelecekleri inkâr ettiğine göre özel olan rasûllük de inkâr edilir. Bundan dolayı şeriat ile gönderilmiş olsun ya da olmasın her tür nebinin reddi, yanı Hz. Muhammed @ 'den sonra bir peygamber gelmeyeceği sonucuna rahatlıkla varılabilir.
Nebiler, teşriî ve gayriteşriî (yani kendilerine şeriat gelenler ve gelmeyenler) olarak sınıflandırılmışlardır. Teşriî olanlar rasûl (el-çi)dürler. Mirza, gayriteşriî olanları peygamber olarak kabul etmemektedir. Ancak, daha Önce gelen şeriatların uygulanmasını tebliğle vazifelendirildikleri için onlar da peygamberdirler. Zaten teşriî ve gayriteşriî sınıflamasını icat edenlerin görüşlerine Ebû'1-Beka itibar etmemiş ve reddetmiştir. pS.Sıhah veya Sahih-i Cevheri meşhur bir . rapça sözlüktür. Cevherî, bu kelime ile ilgili unlan ifade etmektedir: Hâtem (fethalı), ve-& zâtini (kesreli) aynı manaya gelirler ve ço-Ljlları havâtim'du. Hatime bir şeyin son kısmıdır, Muhammed
Burada hatim ve hâtem'in aym anlama geldiği açıklığa kavuşturulmuştur.
yiüntehVl-arub hâtim'i şöyle açıklamaktadır: Sahİb'm Ölçüsünde hatim bir mühür, damga, yüzük, bir şeyin son kısmı, veya bîr topluluğun ya da bir grup insanın sonudur. Hâtem (fetha'lı) aynı anlama gelir; ve Hz. Muhammed @, peygamberlerin -Allah'ın selâmı ve rahmeti hepsinin üzerine olsun- sonuncusudur.
Sûre'de şöyle ifade edilmektedir: "Bir şeyin hâtime'si o şeyin sonudur, böylece Muhammed @ hâtem-ül enbiyadır (fetha'lı) demek peygamberlerin sonuncusudur demektir."
Bunlar kelime hakkında Arapça sözlüklerin sınırsız hazinelerinden numune olarak seçilen birkaç ifade ve yorumdan ibarettir. İnşaallah, bu örnekler, yukarıda zikredilen âyette (33: 40) geçen hâtimü'n-nebiyyîn ifadesinin "peygamberlerin sonuncusu" manasından başka bir manaya gelmediğini okuyuculara tatmin edici şekilde anlatmaya kâfi gelecektir. Bundan dolayı hatim "son" veya "sonlandı-ran"dan başka anlam taşımaz.
Bu açıklamalardan sonra, hâtem'in (fetha'lı veya kesre'li) yalnızca iki anlamı olabileceği hakkında her şey vuzuha kavuşmuş olmaktadır. Gerçek mânası metin içinde anlam bakıcından uygun düşmekle birlikte, kelimenin mecazî anlamını kullandığımızı varsayalım: ^irza Kadıyanî de Hakikat-ül Vahy (s. 97) a<3U eserinde söz konusu âyetin Hz. Muham-med @'in, mührünü bütün peygamberlerin ustüne vuran kişi olduğu anlamını taşıdığı §eklinde mecazî tefsirde bulunmuştur. Bu tef-Sırw. de delâlet ettiği nokta yine aynıdır. Çün-kü. dilin genel kullanılışı içinde şu ve şu şuna ve şuna mühür vurdu öyle ki içine bir şey giremez anlamında konuşulmaktadır. Kur'ân "Allah kalplerini mühürledi" (2: 6) buyurmuştur; yani onların kalbine hidâyet ışığı sı-zamaz denilmektedir. Şairin dediği gibi: "Senden öyle ayrılıyorum ki, aşkının kalbime vurduğu mühür, senden başkasının onun içini aydınlatmasına müsaade etmez."
Buraya kadar hâtem kelimesi dil bilim açısından incelendi. Şimdi de nebiyyîn kelimesi aynı usûlle ele alınıp izah edilecektir.
Bu kelime aslen iki ayn kelimeden müteşekkildir -lam (veya harf-i tarif) ve nebiyyîn. Bunları kısaca inceleyeceğiz.
Nebiyyîn kelimesi nebi'nm çoğuludur ve enbiya (peygamberler) topluluğunu tanımlamak için kullanılır. Enbiya kelimesi dil bilim ve şeriat açısından daha önce geniş olarak tartışılmıştı.
Ancak harf-i tarif olan elif ve lam (el) açıklanma ihtiyacındadır. Bilindiği üzere harf-i tarif olan el bir kelimenin önüne gelirse dört şekilden birini alır:
1- Bir İsmi taşıyan (canlı veya cansız) herhangi bir fert veya tanenin (müfredin) başına cins belirlemek için gelebilir ve o halde îam-ı cinsî adını alır.
2- Bu fertlerin ya da şeylerin tamamını kaplamak ve kapsamak için kullanıldığında istiğrak (belli bir cinsin tamamım kaplayan) adını alır.
3- Belli bir cinsin belli sayıda {muayyen) fert veya adedini kastettiğinde ahd-i harici denir.
4- Veya belli bir cinsin haricen (zahirden) belirsiz (gayrimuayyen) fert, adet veya miktarı kastedildiğinde ahd-i zihni adım alır. Kısaca, elif lam (el) (1) cins belirlemek için (2) bir kelimenin belli bir cinsin tamamını kapladığını ifade için (3) bir cinsin haricen belirli bir sayısını ifade için (4) bir cinsin haricen belirsiz bir sayısını ifade için kullanılır. Ama harf-i tarif, tabiî olan ismin önüne getirilirse, Arapça filologları ve fıkıhçılarm icmaına göre ya ahd-i harici ve ahd-i zihni veya istiğrak manalarım taşır. (Bkz. Nesefî, Keşfü'l-Esrar, c. I, s. 220).
Harf-i tarif çoğul bir ismin önüne gelirse ya o isim cinsinden olan şey veya fertlerin muayyen (belirli) olanlarım ya da tamamını (istiğrak kapsar.
Ebu'1-Beka Külliyat'mda (s. 563) şöyle ifade etmektedir: "Genellikle fıkıhçılar ve Arap dil bilginleri tekil veya çoğul bir ismin önüne geldiğinde lam-ı tarifin istiğrak İfade ettiği, aksi taktirde ma'hud'u ifade ettiğini söylerler (mahud: harici ahit ya da zihin)."
Ebu'1-Beka' şöyle demektedir: "Harf-i tarifin bir ismin tekil ve çoğul halinin önüne gelmesi aynı şeydir." Buradan da çıkartılacak sonuç harf-i tarifin iki anlamı olduğudur. Anlamlar metinin siyak ve sibakından çıkarılacaktır.
Sarf- Nahiv (dilbilgisi) âlimi Râzî de el-Kafi-ye şerhinde aynı görüşü savunmaktadır: "Lam-ı tarif bir isminin önüne getirilirse, isim teminini kaybeder ve istiğrak haline geçer (tenvin: bir şeyin belli bir kısmım ya da belli sayısını belirtmek için kelimenin sonuna getirilen ek). Ancak metinde istiğrak kastedilmediği anlaşılıyorsa kelime yine de tenvin ifade eder. Sayılarının haricen belirli olup olmamasına göre de teknik olarak ahd-i harici ve ahd-i zihni olarak isimlendirilirler. Mesela, biri 'git ve et al' diyebilir. Şurası aşikâr ki lahm (et) kelimesiyle bütün etler kastedilmiyor; bu imkânsız bir şeydir. Burada el-lahm istiğrak olsa da satın alınması istenen et miktarı belirsiz biraz ettir. Yani ahd-i zihnîdir.. Kur'ân'da buyrulduğu üzere: "...ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum (ev ecidu ale'n-nar-i hüda)" (20: 10). Burada bütün ateşler değil de, âyetin daha önceki kısmında bahsi geçen ateş kastedilmektedir. Bu ahd-İ harici'div. Eğer belli bir fert veya eşyaya atıf yoksa gramer ve dil kurallarına göre harf-i tarif geldiği isme istiğrak anlamı kazandırır. Cins de kastedİlebilmekle beraber Arapça'nın genel kullanımında bu pek dikkate alınmaz." (Şerh'ül-Kafiye).
Bu araştırmadan çıkan sonuç şudur: Harf4 tarif tekil ya da çoğul bir ismin önüne geldiğinde iki anlam kazanır- birincisi istiğrak ve ikincisi ahd.
Sarf ve nahiv âlimi Râzî daha sonra şöyle devam etmiştir: "İsmin tenvin olduğuna dair bir atıf yoksa isim istiğrak olarak kabul edilmelidir. Rasûlullah @'in: "e!-Mau tahirûn- su temizdir" ifadesi bu sınıfa girer, yani bütün sular kastedilir. Buna benzer olarak "Uyku taharetin kaybına yol açar- ve kişi abdest (vu-du) almak zorunda kalır." Halbuki bu kelimelerin o ismin bir parçası, belli bir kısmı ya da tamamı olduğuna dair hiç bir gösterge yoktur. Yine tekil bir isim başına lam-ı tarij alırsa çoğulluk İfade edebilir. Meselâ: "Altın dinar ve gümüş dirhem kişiyi helâka götürür." (Burada ed-dinar tekildir ama sıfatı olan altm çoğuldur ve ed-dirhem tekildir ama sıfatı gümüş çoğuldur). (Râzî, c. II, s. 103).
Tekil ve çoğulla ilgili kurallar burada da aynen geçerlidir: Fakat Râzî, tekil ve çoğul durumlar arasındaki bir farka dikkat çekmektedir; eğer harf-i tarif tekil bir ismin önüne ge-ijrse, cinsin her bir tekilini tek tek kapsar; cem-i müsenna (iki adeti belirleyen çoğul) nın başına gelirse ikişer ikişer bütün cinsi kapsar! vam' burada da çoğulun aksine bir belirlilik vardır (c. II, s. 104). Çoğulun önüne gelen harf-i tarif bütün fertlerin içtima halinde olduğu nekre (belirsiz isim) anlamında kullanılır. Yani 'Zeyd hariç bütün âlimlerle görüştüm'; herbir âlimle, ikişer ikişer âlimlerle ve bütün âlimlerle görüştüm anlamına gelir.
Buradan da anlaşıldığı üzere çoğulun istiğ-rak'ı (kapsayıcılığı) tekil ya da cem-i müsenna vs.ya nazaran daha geniş ve daha geneldir.
Bu ayrıntıyı da belirttikten sonra okuyucularımızı araştırmanın gerçek noktasına davet ediyoruz; ve okuyucularımızın hâtime'n-nebiyyînin önündeki lam'm ne anlama geldiğine karar verebileceğini umuyoruz. Şimdi yalnızca iki ihtimalden birine karar verme durumundayız - istiğrak ve ahd.
Bu âyette en-nebİyyîn kelimesinin belli bir grup peygamber için kullanıldığına dair herhangi bir atıf ya da ipucu olmadığı İçin akl-ı selim sahibi hiçbir insan burada lam'm ahd-i harici veya ahd-i zihni olarak kullanıldığını iddia edemez. Bilâkis bunun aksine kuvvetli deliller vardır. En-nebiyyînm îam'mm Hz. Muhammed @'in bazı peygamberlerin (enbiya) hâtim'ı (sonuncusu) olduğu anlamını vermek için ahd-i harici veya ahd-i zihni olarak kullanılmış olması durumunda âyetin saçma ve anlamsız hale geleceği açıktır. Çünkü bu durumda hâtime'n-nebiyyîn sıfatı Hz. Muhammed @'i ayırdeden bir sıfat olmaz ve °nun fazilet ve kemalât özelliklerinden biri sayılmaz. Çünkü Hz. Âdem'den sonraki her ne"i, kendisinden önce gelenlerin hâtim'idk (sonuncusudur). Bu terim bu şekliyle her yeni gelen nebi için geçerlidir. İşte bundan dolayı hatıme'n-nebiyyîn'm önündeki lam-ı tarifin aha-i harici veya ahd-İ zihnî olarak değil, ıstığrak olarak kullanıldığı kendiliğinden an-a§'hr. Bu terimin anlamı şu olmalıdır: Hz. Muhammed @ hâtim'dir; tek tek bütün bir nebiler zincirinin sonunu getiren ve bütün bunların sonuncusu olan peygamberdir. Bir diğer ifadeyle, kendisine şeriat gelmiş olsun ya da olmasın ilmî olarak nebî adı verilebilecek bütün insanların halefi Hz. Muhammed @'dir: ve o bütün peygamberlerden sonra gelmiştir.
Açıklama: Hatime'n-nebiyyîn'm önündeki lam-ı tarifin istiğrak'ten başka bir anlama gelemeyeceği görülmüş oldu. Ancak bunun hangi çeşit istiğrak olduğu da bilinmesi gerekli bir durumdur. İstiğrak iki çeşittir- hakiki ve örfî. Hakiki istiğrak, konuşurken gerçekten bir cinsin bütün fertlerinin kastedildiği durumdur. Mesela âlim-ül gaybi ve's-şehade. "gizli ve görülebilir her şeyi bilen" demektir. Belli bir grup ya da kişi değil her şey kastedilmiştir. Örfî istiğrak'de. İse gerçekte belli bir cinsin bütün fertleri değil ama genellikle kim oldukları bilinen belli bir grup kastedilir. Meselâ: Cema'e el-emirü's-sagha: Kral bütün demircileri çağırdı. Burada dünyadaki bütün demircilerin kastedilmediği çok açık. Bundan dolayı, ya o şehrin demircilerini veya en fazla, o ülkenin demircilerini çağırdı; işte bu örfî istiğraktır. Araştırmamıza konu olan âyetteki istiğraKin örfî mi hakiki mi olduğuna karar vermek bu açıklamalardan sonra çok kolaylaşmaktadır. Birincisi, Muğnî el-Le-bib'm şerhinde açıklandığı üzere, örfî istiğrak yalnızca temsilî veya mecazî anlam taşır. Temsilî veya mecazî anlamın hakiki anlam metne uygunsa onun yerini alamayacağı çok iyi bilinen ve uygulanan bir gramer kuralıdır. Hakiki istiğrak'ın da Kur'ân âyetinin metnine tam olarak uyduğu (peygamberler silsilesinin sonunu getiren) aşikârdır. Bundan dolayı burada örfî İstiğrak uygulanamaz.
İkinci olarak, örfî istiğrak buraya konulacak olsa, tıpkı ahd-i harici ve ahd-i zihnîde olduğu gibi, âyet, anlamını kaybedecek ve saçma olacaktır; çünkü bu durumda hâtime'n-nebiyyîn terimi Hz. Peygamberi @'in özel bir kemâlati ve fazileti olmamaktadır. Bu durumda Hz. Muhammed @, bir kaç özel peygamberden biri konumuna gelir; halbuki bunun aksine ve bununla aykırı düşen Ebu Hurey-re'nin rivayet ettiği bir hadis vardır: "Altı şeyde diğer peygamberlerden üstün kılındım. Bu altı sıfattan biri benim hâteme'n-nebiyyîn olmamdır." (Müslim).
Böylece hatime'n-nebiyyîn'in önüne gelen lam-ı tarifin örf-İ İstiğrak ile hiç bir anlama gelmediği sonucuna varmış oluyoruz. Böylece bütün nebiler sona ermiş oluyor ki, bizim iddiamız da budur.
Bu safhaya kadar "ve lâkin rasûlullah ve hâteme'n-nebiyyîn" (33: 40) âyetinde kelimelerin tek tek hangi anlamlara geldiği araştırdı. Bu araştırma, dilbilimi çalışmaları ve Arap dilinde âyette geçen kelimelerin kullanım şekilleri ile ilgili bilgilerin ışığında bu âyetin mana ve gayesini anlamamızı büyük miktarda kolaylaştırdı. Şimdi, âyetin, "Peygamber Muhammed, Allah'ın Elçisidir ve son gelen ve sonuncu peygamberdir, peygamberlik silsilesini sona erdirendir" mânasına geldiğini açıkça anlayabiliyoruz. Peygamberlerle ilgili olarak her hangi bir özelleştirme veya istisnadan bahsedilmemektedir. Peygamberler kendilerine şeriat gelenler ya da gelmeyenler olarak da sınırlamaya tâbi tutulmamaktadır. Bu kelimelerle ilgili bunca ayrıntılı açıklamadan sonra, yine de birtakım kusurlar bularak âyetteki kelimelerin manasını tahrif eden ve bu yolda direten kimselere geleceklerine (özellikle âhirette) dikkat etmelerini öneriyoruz. Onlara düşünce ve fiillerine dikkat etmelerini de tavsiye ediyoruz, "...bize düşen ancak apaçık tebliğdir." (36: 16) ve hidâyet Allah'tandır.
Kur'ân'ın hakikatinin kesin delillerinden biri de bir kısmının diğer bir kısmını açıklıyor olmasıdır. Kitab-ı mübin'in söz konusu âyeti nasıl açıkladığını anlatmaya çalışacağız.
Peygamberliğin sona erişi kavramı çok önemli olduğundan, Kur'ân-ı Kerîm'de bu meseleye yüzün üzerinde âyetle ışık tutulmuştur. Bu âyetleri daha sonra inceleyeceğiz. Ancak bu safhada hatime'n-nebiyyîn teriminin yeterli izah ve açılımını doğrudan yapan âyetleri ele alacağız. Ayetin üzerinden müphemiyet perdesini tamamen kaldıracak bir diğer kıraati nakledeceğiz. (33: 40).
İbn-i Cerir Taberî, İbn-i Kesir ve Süyûtî gibi Müfessirun'un önde gelenleri âyetin bu kıraatim Abdullah ibn-i Mesud'dan rivayetle nakle tmişlerdir: "Ve lâkin bütün peygamberlerin sonunu getiren peygamberdir."
Bu kıraat, Kadıyanî'lerin hatim kelimesi çevresinde yapmaya çalıştıkları tahrifat'm gerekçelerini tamamen kökünden kazımaktadır. Yukarıda naklettiğimiz kıraatta âyetin gayesinin açıkça ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da Hz. Muhammed @'in peygamberler silsilesini sona erdiren olduğudur. (Bu kıraata çok önem verilmemesi meşhur bir kıraat olmamasmdandır).
Kur'ân'ın bir diğer âyeti de bu görüşü desteklemektedir: "...bugün size dininizi bütünle-dim, üzerinize olan nimetimi tamamladım.."
Bu âyet, İslâm dininin, Hz. Muhammed @'in peygamber olarak gönderilişi, vahiy vb. niyetlerin yüce Nebî ile birlikte nihayete erdiğini açıkça beyan etmektedir. Buna göre, artık Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmesine gerek yoktur. Bu âyetin tam izahını kısaca yapacağız.
Allah Teâlâ Hz. Muhammed @ hakkında şöyle buyurmuştur: "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve Öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim." (7: 158).
"...Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir..." (34: 28).
Her iki âyette de Hz. Muhammed @'in bütün insanlığa elçi olarak gönderildiği sarahaten beyan edilmiştir. (Kur'ân diğer bazı âyetleri ile bazı hadisler Hz. Muhammed @'in bütün insanlara ve mahlûkata gönderildiğini ispatlamaktadır, ancak şu anda İnsanlarla ilgili meseleleri ele aldığımızdan, kendimizi yalnızca insanlardan bahsetmekle sınırlıyoruz.)
Şimdi Hz. Muhammed @'in yalnızca kendi devrindeki insanlara mı, yoksa kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere mi peygamber olarak gönderildiğini inceleyeceğiz. En son zikredilen âyetteki "insanlık"tan kasdın yalnızca ashab olduğu ve Hz. Muhammed @'in elçiliği ve peygamberliğinin ashab İle birlikte sona erdiği iddiası ise başlıbaşına bir küstahlık ve kibir tavırdır.
"Insanlık"tan kasıt "yalnızca ashab değil, onlardan sonra gelecek bütün nesillerdir" demek daha mâkul olacaktır. Çünkü cemi'ân ve kâffe kelimeleri âyetin içinde mevcut olup bu durumda mâna, Hz. Peygamber @'in, devrindeki ve gelecek devirlerdeki bütün insanlara gönderildiği, dolayısıyla bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi olduğu şeklindedir. Bir hadisinde Hz. Muhammed @'in "Ben yaşayanlara Ve doğacak olanlara gönderilmiş rasûlüm" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu bizim, (Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyeceği) iddiamızı doğrulamaktadır. Çünkü onun rasûllük (elçilik) görevi bütün insanlığı kapsayacak şekilde cihanşümuldur.
Kur'ân'da ayrıca "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21: 107) buyurul-maktadır.
"Hamd, âlemlerin Rabbinedİr" (1: 1-2) aye-tindeki el-âlemîn kelimesi bütün dünyaları ve âlemleri kapsamaktadır. Benzer olarak Enbiya süresindeki bir âyette geçen el-âlemîn kelimesi de herhangi belli bir âlem kastedilmek-sizin bütün âlemleri kapsar (21: 107).
Bundan dolayı bu âyetin anlamı Hz. Muhammed @'in bütün âlemlerdeki mahlukat için rahmet kaynağı olduğudur. Ve bu da ancak onun elçilik ve peygamberliği evrensel olduğu ve ondan sonra başka bir peygamber göndermeye gerek duyulmadığı taktirde mümkündür. Çünkü, eğer ondan sonra bir peygamber gelmiş olsaydı, Hz. Muhammed @'e bağlanmış olan müminler bu yeni peygamberi kabullenme eğiliminde olmazlardı ve onun bütün çabalan semeresiz kalırdı -ve böyle bir olaylar zinciri elbette "âlemlere rahmet" (21: 107) olan bir Peygamber'e hiç uygun düşmezdi. Böyle bir şey gerçekleşmiş olsa ve yeni bir peygamber gelseydi Hz. Muhammed @'in rahmeti ancak yeni peygamber gelişinden önce ölen kişiler için geçerli olurdu, ve o zaman da onun âlemlere rahmet olma özelliği söz konusu olmazdı.
Bu konu Kur'ân'ın diğer bazı âyetlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak ispatlanmıştır. İnşaallah bunu ileride ayrıntısı ile inceleyeceğiz.
Bütün bu Kur'ân âyetleri hâtime'n-nebiyyîn teriminin gayesinin daha önce yukarıda açıklandığı üzere olduğunu ortaya koymuştur. Arap dili bilginlerinin bu âyeti yorumlama tarzlarına Kur'ân diğer âyetlerle destek olmaktadır.
Tefsir kaynaklarının ikinci sırasında hadisleı gelir. Yukarıda gramer, dil bilimi ve kelime bilimi açılarından yaptığımız açıklamaların hepsi Kur'ân'dan neşet etmiş olup, hadisler de bu açıklamaları tasdik etmektedir. Bu açıklamaları inceledikten sonra bir Müslümanm gönlü hatime'n-nebiyyîn kelimesinin ne anlama geldiği konusunda tamamen mutmain olur. Ancak bu ifadenin ne anlama geldiğinin açıklanmasında hadislerden de faydalanmak durumunda olduğumuz için konuyla ilgili bir kaç hadis daha aşağıda kısaca zikredilecektir. Bu hadislerin mâkul bir Müslümanı tatmin edeceğini umuyoruz. Sevban'ın rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Bütün deccallar ve kezzablar zuhur edene ve her biri peygamberliğini iddia edene kadar saat (kıyamet) gelmeyecektir. Halbuki ben hâtime'n-nebiyyînim. Ve benden sonra peygamber gelmeyecektir." (Ebû Davud, Tİrmizî).
Bu hadisde ise mübarek insan bu meseleyi ebediyen kesin hükme bağlamıştır: "Ey müs-lümanlar, biliniz ki hâtime'n-nebiyyîn kelimesinin tek bir anlamı vardır; o da benden sonra hiçbir peygamber gelmeyeceğidir." Burada hatim kelimesi mühür, altın yüzük, veya damga anlamına gelmemektedir, nebiyyîn kelimesi de belli bir kaç peygamber anlamına gelmemektedir. Çünkü, lâ nebiyyi bade (benden sonra peygamber gelmeyecek) ifadesinde cins lâ'sı (olumsuzluk eki) vardır ve bu da meseleyi vuzuha kavuşturmaktadır. Bunu da inşaallah kısaca inceleyeceğiz. Bu hadis ayrıca Huzeyfe tarafından doğrudan Hz. Mu-hammed (S)'den rivayet edilmiştir: "Ben hâtİme'n-nebiyyîn'ım, ve benden sonra peygamber gelmeyecek." (Müsned-i Ahmed ve Taberanî).
Ebu Hureyre, Hz. Muhammed @'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Benimle peygamber zümresinin benzeri şu bir kimsenin meseli ve benzeri gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlarlar. Ve hayret ederek: 'Şu köşede bir kerpiç yeri boş bırakılmış olmasaydı!' dediler. Ben o kerpicim, ben hâteme'n-nebiyyîri im." (Buharı, Müslim ve diğerleri).
Müslüman olduğunu ve Hz. Muhammed @'in peygamberliğini tasdik ettiğini söyleyen bir kimsenin yukarıda zikredilen âyette geçen hâtime'n-nebiyyîn teriminin anlamı hakkında hâlâ giderilmemiş şüphesi olabilir mi? Burada yapılan açıklamalarda veya zikredilen nasslarda gayriteşrü (şeriatsız), zıllî (çoğulu zılâl: gölge) veya bürûzî (aşikâr, meydanda) bir peygamber anlayışının kabul edilebilmesini mâkul görecek bir boşluk bulmak mümkün müdür? Bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisine nazil olduğu mübarek Hz. Muhammed @ hadislerinde hâtime'n-nebiyyîn kelimesinin peygamberlerin sonuncusu anlamına geldiğini canlı misallerle izah etmiştir. Yani hâtime'n-nebiyyîn bütün peygamberlerden daha sonra gönderilmiş, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek ve bütün peygamberlik binasını tamamlayacak olan köşedeki tuğladır. Bu tuğla tamamlandıktan sonra teşriî veya gayriîeşriî, zıllî veya bürûzî peygamberliğe ihtiyaç yoktur. "Kur'ân'dan başka hangi söze inanacaklar." (77: 50).
Ebu Hureyre Rasûlullah @'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Peygamberler üzerine altı şey ile üstün kılındım. Birincisi bana cevamîü'l-kelim (özlü ve tesirli söz söyleme yeteneği) vrildi, ikincisi (düşmanlarımın kalbine) kor-ka salmakla yardım edildim; üçüncüsü ganiet bana helâl kılındı; dördüncüsü yeryüzü ana namazgah kılındı; beşincisi ben bütün hlûkâta gönderildim; ve nihayet enbiya silsilesi benim gelişimle hitam bulmuştur (sona ermiştir)-" (Müslim, Fezail babı). Bu hadîs hatim kelimesinin tefsirinde yapılabilecek tahrifatı da engellemektedir. Burada hatim kelimesinin yerine hâteme bi'n-nebiyyîn (bütün peygamberler sona erdi) ifadesi kullanılmaktadır. Bu zıliî veya bürâzi veya teşriî peygamber ihtimallerini de ortadan kaldırır.
Ebû Ümâme el-Bâhilî, Rasûlullah @'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum; sizler de ümmetlerin.' (İbn-i Mac e).
Hatime'n-nebiyyîn kelimesinin peygamberlerin sonuncusu ve kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek kimse olduğu barizdir; ancak ifade burada sona ermemekte ve "sizlerin de (yani Muhammed ümmeti) son ümmet olduğu" bilahare zikredilmektedir. Bu hadis de bir kez daha ve kesin olarak Hz. Muhammed @'den sonra peygamber olmayacağını ve mevcut ümmet'ten başka bir ümmet gelmeyeceğini ortaya koymaktadır.
Bu açıklamalardan sonra, akl-ı selim sahibi her insan hâteme'n-nebiyyîn kelimesinin ne anlama geldiği konusunda mutmain olacaktır. Açıklamalar bu terimden gayri teşri, veya bürûzî veya zıllî bir peygamberle ilgili özeleştirme (tahsis) anlamını çıkartabilecek eksik bir nokta bırakmamaktadır.
b. Sâriye, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benim adım Levh-i Mahfuz'da Allah ile birlikte, hâtime'n-"ebıyyîn olarak yazılmış İken Âdem henüz balçıktan yaratılmakta idi." (Mişkat min Şer-nus-Sünne veMüsned-i Ahmed).
cabır de Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu nvayet etmiştir: "Ben rasûllerin önderiyim ve bununla övünmem. Ben peygamberlerin sonuncusuyum yine övünmem. (Günahkârlara) ilk şefaat edecek ve şefaatçiliği ilk kabul edilecek de benim, yine övünmem." (Dârimî'den Mişkat),
Tahrifatla uğraşan, el-nebiyyin kelimesinin başındaki elif lam'm (lâm-ı tarif) istisnasız bütün peygamberler anlamını taşımadığı iddiası ile kafaları bulandırmak isteyen, bu görüşleri telkin edip yaymaya çalışan, neticede bir peygamber (nebi) veya elçiye (rasûl) yer açmak isteyen kimselere bir kez daha gösterelim ki, yukarıda zikredilen hadiste geçen kaid el-mürseîin (rasûllerin önderi) terimindeki lam-ı tarif de yine hakiki istiğrak'ür; ve ei-mürselin tahsis yapılmaksızın bütün mürsel-leri (rasûlleri) istisnasız içeren bir anlam taşır.
Eğer bu anlam çıkmazsa Hz. Muhammed @ bir grup peygamberin önderi olmuş olurdu ki bu da bütün şer'î nas'lara, Kur'ân âyetlerine, ve açıklanan hadislere zıt bir anlam teşkil ederdi. Kadiyaniler de el-mürselinrm hakiki İstiğrak olduğunu kabul etmektedirler ki bu durumda el-nebiyyîn kelimesi ile ilgili iddiaları konusunda çelişkiye düştüklerini kendi ağızlarıyla itiraf etmiş olmaktadırlar.
el-Mürselîn kelimesindeki lam, hakiki istiğrak olduğuna ve mürselîn (rasûller) olarak tanımlanan sınıfın fertlerini tek tek ve tamamen içerdiğine göre, bu kapsamada hiçbir istisna ve tahsis olmadığına göre, Kadıyaniler nasıl olur da el-mürselînm hemen ardından gelen el-nebiyyinin "bütün peygamberler" anlamına geldiğini itirazla karşılayabilirler?
Kaide'l-mürselîn ve hatime'n-nebiyyîn kelimeleri arasında kuruluş ve yapı bakımından fark gözlenmekte midir? Kaide'l-mürselîn ifadesindeki mürselîn'in evrensel karakterde olması ve istisnasız bütün rasûlleri içermesi Mirza'ya ve müridlerine bir zarar vermemektedir; özellikle Mirza'nın nebîliği bu durumdan zarar görmediği ve kendilerinden menkul, bâtıl fikirleri reddedîlmediği için bu ifadeyi mesele yapmamaktadırlar. Ancak hâtime'n-nebiyyîn ifadesi ile ilgili olarak, tefsir bakımından pek çok sakat mazeretler öne sürmektedirler. Çünkü el-nebiyyin ifadesinin genele şâmil olması durumunda Mirza'nın ne-bilik iddiasının boşa çıkacağından korkmaktadırlar.
İbn-i'd-Dünyâ ve Ebû Ya'lâ, Temîm ed-Dârî'den uzun bir hadis nakletmişlerdir. Hadisin bir kısmı şöyledir: "Münker ve Nekir (melekleri) kabre gelerek Ölen kişiye 'Rabbin kimdir? Dinin nedir?' diye soracak. Kişi 'Rabbim Allah, dinim İslâm. Muhammed @ peygamberim ve peygamberlerin sonuncusudur' diye cevaplayacak. Melekler de: 'Doğru söyledin!' diyeceklerdir," (Tefsir-i Dürri'l-Mensur, s. 165).
Münker ve Nekir, özellikle, kişinin Hz. Muhammed @ peygamberlerin sonuncusu ve peygamberler silsilesini nihayete erdiren kimsedir, inancını tasdik etmektedirler.
Asil Peygamber bu Kur'ân ayetini değişik vesilelerle ve değişik topluluklara kendi sözleriyle tefsir etmiş ve âyeti çeşitli veçheleri İle ve değişik ifadelerle İzah etmiştir. Burada âyetin manasını vuzuha kavuşturan hadislerin yalnızca bir kısmını iktibas ettik. Allah'tan korkan ve Rasûlüne inanan bir Müslüman hâteme'n-nebİyyîn kelimesinin, öncelikle Arapça sözlükler ve Kur'ân'm ışığında ve daha sonra konu ile ilgili hadisler yardımıyla
açıkland:ğı şekilden başka olmadığına kesin bir im?cı»a inanır.
Kısaca, hâtime'n-nebiyyîn ifadesini içeren Kur'ân âyeti (33: 40) ve hadisler, Hz. Muhammed @Tin peygamberler silsilesinin sonuncusu olduğuna delâlet eder ve teşriî* gayriteşriî; zıllî veya bürûzî peygamber gibi herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün peygamberleri içerir.
Hadis literatüründe bu nebiyyîn kelimesinin teşriî-gayr ite şriî, zülî-bürûzî şeklinde ayır-dedilebileceğine dair tek bir dolaylı ima dahi yoktur. Artık bundan sonra "Kur'ân'dan başka hangi söze İnanacaklar?" (77: 50).
Tefsir kaynaklarının öncelik ve Önem sıralamasını daha önce belirttik. Ashab ve tâbiûn üçüncü ve dördüncü sırada gelir. Onların bu âyetle ilgili yorum ve mütalaalarını da ele almaya çalışacağız.
Şurası muhakkak ki ashabın ve tâbiûnun tamamının bu konu ile ilgili fikirlerini buraya almamız mümkün değildir. Bundan dolayı ümmet bu âyetle ilgili ashab ve tâbiûnun nasıl bir fikri olduğunu anlaması için sınırlı miktarda iktibaslar yapılacaktır. Ashab, ilmi âlim-i Mutlak olan Allah Teâlâ'dan alan Hz. Muhammed @'in talebeleriydi.
İmam Ebu Cafer ibn-i Cerir el-Taberi meşhur tefsirinde hâtime'n-nebiyyîn kelimesini açıklarken Katade'den rivayette bulunur: "Lakin o Rasûlullah ve hâtime'n-nebiyyîn, yani peygamberlerin sonuncusudur." (İbn-i Cerir, Tefsir, c. XXII, s. 11).
Katade'nin bu ifadesi Celâleddin Süyûtî'nin Tefsir Dürr-ü Mansur'unda. Abdül Rezzak, Abd İbn-i Humeyd, İbn-i Münzir ve İbn-i Ebi Hatim rivayet zinciriyle yer almıştır, (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204). Katade'nin bu jesİ hatime'n-nebiyyîn kelimesinin Arapça lüklerde geçen ve Kur'ân'ın diğer tlerinde ve hadislerde desteklenen anla-e tasdik etmektedir. Onun ifadesi de ne-hiyyin'in teşriî veya gayri tesrii, zıllî veya . yrûzi şeklinde bir tahsis içermediğini ortaya koymaktadır.
Abdullah İbn-i Mesud'a gelince onun hâtjme'n-Nebiyyîn'i özel okuyuş tarzından daha önce bahsetmiştik. Bu okuyuş ifadenin hakiki anlamını sarahaten açıklamaktadır.
Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr'nnda Abd b. Hu-meyd yoluyla Hasan'dan şu rivayette bulunmuştur: "Kur'ân'daki hatime'n-nebiyyîn ifadesi, Allah peygamberler silsilesini Munam-med ile sonlandırdı, o peygamberlik vazifesiyle vazifelendirilenlerin sonuncusudur anlamına gelmektedir." (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V., s. 104).
Süyûtî, Aişe-i Siddıka'dan Müsannefin müellifi İbn-i Ebî Şeybe yoluyla şu rivayette bulunur: "Ona hatime'n-nebiyyîn deyin; ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecek demeyin." (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204).
Hz. Aişe'den aynı rivayet İbn-i Kuteybe'nin Tevilü'l-Ehadis adlı eserinde de yapılmıştır. ed-Dürrü'l-Mensûr'da. Müsannefm müellifi îbn-i Ebî Şeybe yoluyla Mugire b. Şube'den rivayeten Hz. Aişe'ninkine benzer bir ifade nakledilmiştir: Mugire b. Şube'nin yanında oturan bir kişi "hâtıme'n-nebiyyîn olan Mu-hammed'e salât-u selâm olsun, ondan sonra başka peygamber gelmeyecek!" deyince, Mugire ona "hatime'n-nebiyyîn dedikten sonra, ondan sonra peygamber gelmeyecek demene gerek yok. Çünkü bir hadise göre İsa yeryü-zune yeniden peygamber olarak gönderile-ektir. Hz. Muhammed'den önce gelen ve ondan sonra gönderilecek olan Hz. İsa'dır" dedi. (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 264).
ikisinin de önemi sarih ve nettir. Lâ ne~ ı ba'de (benden sonra peygamber olma-yacak) benden sonra eski veya yeni hiçbir Peygamber gelmeyecek olarak anlaşılabilir.
Bu yolla ashabın ve ehl-İ sünnet vel cemaat'İn İsa'nın yeryüzüne yemden geleceğine dair sahip oldukları inanç zedelenebilir. İşte Hz. Ai-şe ve Mugire b. Şube bu nedenle insanlara bu tavsiyede bulunmuşlardır.
Hatime'n-nebiyyîn kelimesi meramı anlatmakta yeterlidir ve la nebiyye bade kelimesi de doğru olmakla birlikte İsa'nın yemden yeryüzüne gelişi hakkında bir şüphe oluşturabileceği için yalnızca hatime'n-nebiyyîn ifadesini kullanmak yeterli ve şüphe uyandırma tehlikesinden daha uzaktır.
Hatime'n-nebiyyîn ifadesi hiçbir şekilde Mesih'in gelişiyle çelişki teşkil etmez. Şurası aşikâr ki Hz. İsa dünyanın son günlerinde yeryüzüne tekrar gelecektir. Ancak kendisine peygamberlik makamı o vakit verilmeyecektir. Zaten daha önceden bu makamda olduğundan ve bu makam kendisine ebediyen ait olduğundan peygamberlik makamım kullanacaktır.
Zaten burada tartışılan konu cismani dünyada kişilere verilen peygamberlik unvanı ile ilgilidir. Yoksa berzah aleminde peygamberimiz aynı zamanda Evvel-ül nebiyyîn'dir. (Müftü Muhammed Şâfİ').
Bundan dolayı İsa'nın yeryüzüne inişi hatime'n-nebiyyîn kelimesi ile çelişkili değildir. Kaldı ki bu konu sahih hadis literatüründe Hz. Muhammed @'den bize ulaşan şekliyle mevcuttur.
îbn-i Kesir'in tefsirinde İbn-i Ebi Hatim'den naklen Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet olunmaktadır: "Hz. Muhammed @ bir keresinde 'ben yaratılıştan evvelü'n-nebİyyîn ve gönderilişte âhİrü'n-nebiyyîrûmV buyurmuştur." (İbn-i Kesir, Fethu'l-Beyân).
Bu hadis bize hatime'n-nebiyyîn ve âhirü'n-nebiyyîn ifadelerinin yalnızca Hz. Muhammed @Tin son gönderilen peygamber olduğu anlamına geldiğini açıkça göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında daha önce gönderilmiş bir peygamberin daha sonra tekrar yeryüzüne gelecek olması bu anlamla bir çelişki teşkil etmemektedir.
Aynı konu Ruhü'l-Meâni (c. VII, s. 60) ve Zemahşeri'nin Keşşaf (c. II, s. 215) tefsirlerinde daha canlı bir şekilde işlenmiştir. Bu kaynaklara da başvurulabilir. Yine Arapça sözlük ve deyim lügatlarma bakıldığında âhiru'n-nebiyyin ve evv elü' n-nebiyyin, âhiru'l-ulemâ, âhiru't-talaba, âhiru'I-fatihin, âhİru'l-mü'minîn, âhiru'ş-şâhidîn, âhiru'l-kadimîn ve âhiru'l-evlâd tamlamalanndaki âhir kelimesinin yalnızca önünde bulunulan isme âhir (en sonucu) ve evvel (ilk) olma niteliğini kazandırmak için kullanıldığı görülecektir. Bu anlamı değiştirecek bir kısıtlama getirilmesi müstesna, mesela evvelil'l-müminîn (hicret eden müminlerin İlki olmak anlamına gelir). Büyük dil âlimi Zemahşerî işte bu sebeple hatime'n-nebiyyîn kelimesini: "Hz. Muhammed @'den sonra peygamberlik mertebesine kimse yükselemeyecektir." şeklinde tefsir etmiştir {Keşşaf c. II, s. 215).
Arapça dil bilim kuralları ve sahih hadisler çerçevesinde hatime'n-nebiyyîn kelimesi Hz. İsa'nın yeniden yeryüzüne gönderilişi mevzuunda her hangi bir şüphe uyandırmaz. Ancak la nebiyye bâ'de ifadesi ilk bakışta sıradan bir kimsede şüphe uyandırabilir gibi gözükebilir. Ancak az bir inceleme bu kişinin şüphelerini izaleye kâfidir. Şimdi kısaca bu konu incelenecektir.
Bu zahirî ve sathî şüpheyi izale etmek için Aişe-i Sıddıka ve Mugire: "İnsanların zihninde şüphe uyandıracak bu tarz sözleri kullanmayın" buyurmuşlardır.
Şimdi ise zihnimizde başka bir şüphe oluşabilir. La nebiyye bâ'de ifadesini bizzat Hz. Muhammed @ kullanmışken niye bunu biz kul-lanmıyalım? (Cevap): "Aİşe ve Mugire insanlara böyle yapmalarını tavsiye ederken bu sözlerin -Allah korusun- yanlış ve cevaz verilemez olduğunu düşünerek hareket etmiyorlardı. Akıllarında tek bir şey vardı; o da insanları yanıltıcı bir vesveseden korumak. Zaten bu yüzden değil midir ki, pek çok sahih hadisi rivayet etmekten halkm zihinde karmaşa olmasın diye kaçınılmıştır."
İmam Buharî, Sahih'inde bununla ilgili bir bölüm hazırlamıştır ki başlığı şöyledir: "Caiz olan bir meselenin açıklanmasından kaçınma ile ilgili bölüm. Tehlikeli görüldüğünde ya da zayıf akıllı kimselerin yanilabileceği korkusu mevcut olduğunda, âlimler böyle meseleleri açıklamaktan kaçınmalıdır."
Bu başlık altında İmam Buharî, Hz. Aişe'den şu hadisi nakletmektedir: "Rasûlullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: Ey Aişe, senin kavmin daha yeni müslüman oldu; daha yakın bir geçmişte müşrik idiler. Eğer durum böyle olmasaydı, Kabe'ye iki kapı yapardım ki, insanlar birinden girip diğerinden çıksınlar (tıpkı Hz. İbrahim'in devrinde inşa edildiği gibi)." Abdullah b. Zübeyr bunu kendi halifeliği döneminde yapmıştı. (Kitabu'1-İlm, Buharı, c. I, s. 24).
Hz. Muhammed @ burada şunu kasdetmiştir:
Kureyş kabilesi yeni müslüman olduğundan Kabe boşaltılırsa (İslâm'a olan) güvenleri sarsılabilir ve gerçekte Kabe'nin Hz. İbrahim zamanındaki aslî şekline getirilmek istendiğini anlamaya hazır ve eğilimli olmayabilirler.
Bu hadisi inceleyen kimse Rasûlullah @'in kalbinde Kabe'yi aslî şekline getirme arzususıdığmı ve bu dünyadan bu meşru arzu-nU un yerine getiremeden ayrıldığını tahayyül bilir Hz. Peygamber @ Allah'ın evini aslî kline döndürmek için gerekli olan doğru şe mları, sırf, zayıf akıllı kimseler yanlış bir fikre kapılmasın ve böylelikle dinlerine destek olup g'üçlendirmek yerine, dinlerinden uzaklaştırılmış olmasınlar diye atmamıştır. Fser Hz. Aişe gibi bir Müslüman ümmete la nebiyye bâ'de ifadesinden kaçınmalarını söylüyor ve yukarıdaki hadisi de rivayet ediyorsa o vakit onun bu sözlerine daha çok dikkat edilmelidir.
Buna benzer olarak, Hz. Ali bu mesele ile ilgili şu ifadede bulunmuştur: "İnsanlara anlayabilecekleri gibi vazedin. Yoksa Allah'ın ve Rasûlünün şiddetle reddedilmesini mi istersiniz? (Buharı).
Kısaca, Hz. Aişe ve Mugire'nin la nebiyye bâ'de ifadesinin tekrar edilmemesini tavsiyeleri yalnızca insanların menfaatine bir amaç güttüğü şeklinde anlaşılmalıdır; yoksa Hz. Muhammed @'İn ifadesinin zıddına bir tutum söz konusu değildir. Aksi taktirde Hz, Muhammed @'in sahih bir hadisine iki önde gelen sahabe itiraz etmiş demektir, ki, bu durum mâkul bir kimse tarafından kabul edilemez. Her halükârda, ümmetin aslî güvenilir kaynağı Hz. Muhammed @'in ravi zincirleri kopmadan günümüze kadar gelmiş hadisleridir; herhangi bir sahih rivayet zincirine sahip olmayan iki sahabenin sözleri değil.
Yukarıda zikredilen âyetle ilgili Katade, Abdullah ibn-i Mesud, Hasan, Aişe-i Sıddıka ve Mugire'ye ait görüş ve yorumlar aktarıldı. Bunlara ilave olarak ashabın Önde gelenlerinden 64 isim hâtmü'n-nübüvvet'm tefsirini, diğer bazı kaynaklarda nakledildiği üzere, yapmışlardır. Bu 64 sahabeden ismini zikredebileceğimiz bazıları şunlardır: Câbir, Ebu Said el-Hudrî, Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl, Enes, n b. Müslim el-Ensârî, Ebu Muaviye,Mutim, Abdullah b. Ömer, Ubey b. riuzeyfe, Sevbân, Ubâde b. Samit, Ab-b- Abbas, Atâ b. Yesâr, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Irbaz b. Sâriye, Ukbe b. Âmir, Ebu Musa el-Eşarî, Ümm-ü Kurz, Faruk-i Azam (Ömer İbn-ül Hattab), ve Ümmü Eymen. (Bu ashabın rivayetleri 6. kısımda ele alınacaktır). Bütün bu isimler Hz. Muhammed @'in peygamberlerin sonuncusu olduğunu ve kendisinden sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini tasdik etmişlerdir.
Bırakınız müslümanlan, mâkul gayrimüslimler bile 64 sahabenin üzerinde birleştiği bir anlamı şüpheyle karşılamaz. Ancak herşey kalpleri istediği yöne döndüren Allah'a aittir.
İlk müfessirlerin ve sonrakilerin Kur'ân tefsiri ile ilgili ne kadar eser verdiği ve bunların ne kadarının günümüze kaldığı ancak Âlim-i Mutlak'ın bilgisi dahilindedir.
Ancak bunların sayısının burada zikredilemeyecek kadar çok olduğu bilinmektedir. Burada yalnızca en meşhur ve güvenilir tefsirlerin bazısından nakiller yapacağız. Müfessirûnun İmamı Ebu Cafer İbn-i Cerir et-Taberî bu âyetle ilgili olarak şöyle demektedir: "Ancak o, Allah'ın Rasûlü ve nebiler zincirini tamamlayan, nübüvvet kapısını ebediyyen kapatan son kimsedir ve bu kapı saat (kıyamet) gelene kadar ondan sonra hiç kimsenin açamayacağı şekilde mühürlenmiştir. Diğer tefsir âlimleri de konuyu benzer ifadelerle izah etmiştir." (îbn-i Cerir, c. XXII, s. 11).
Hâtime'n-nebiyyîn kelimesinin yalnızca şeriat ile gelen peygamberleri içerdiği, özellikle İbn-i Cerir'in söylediklerini gördükten sonra, halâ iddia edilebilir mi? İbn-i Cerir, "Ondan sonra peygamberlik kapısı hiçbir kimse İçin açılmayacak," diyerek bu fikri tekrar tekrar te'kid etmektedir.
Bu yalnızca onun şahsî fikri ve hükmü değildir; âdeti veçhile Taberî bu âyeti ashab ve tâbiûndan konu ile ilgili araştırma yapan ve fikir beyanında bulunan kimselerin görüşlerinden de destek alarak açıklamıştır. Müfessi-rw«dan bir kısmının görüşlerinden de nakillerde bulunmuştur.
İbn-İ Cerir, Ali b. el-Hüseyn'den şu nakli yapmıştır: "(7a)nm kesrasıyla hatime'n-nebiyyît peygamberler silsilesini tamamlayan, sona erdiren demektir... Yalnızca Hasan ve Asım'm kıraatlerine göre (fa)nın fethasıyla muharre-ratı damgalayan mühür, yani peygamberlerin sonuncusu demektir." (İbn-i Cerir, c. II, s. 11).
el-Hüseyn ayrıca (ta)nm kesra ile ve yalnızca Hasan ve Âsım'ın kıraatlerine göre (to)nın fethayla okunan şekillerin her ikisinin de peygamberlerin sonuncusu anlamına geldiğini söyleyerek bu meseleyi de çözüme kavuşturmuştur. (İbn-i Cerir, c. II, s. 11).
İmam Hüseyin her iki okunuşun da {hatim ve hâtem) anlamlarının aynı olduğu ve yalnızca kelime yapısının farklı olduğu görüşünü savunmuştur.
Müfessirumm önde gelenlerinden Hafız İma-düddin İbn-i Kesîr, bu âyeti meşhur ve güvenilir tefsirinde açıklarken bizim bu İddiamızı net bir dille vuzuha kavuşturmaktadır: "Bu âyet Hz. Peygamber @'den sonra yeni bir rasûl ve nebî gelmeyeceğine dair açık bir nas-tır. Risalet, nübüvvetten daha özel bir görevdir. Çünkü her rasûl ve nebî'dir ancak her nebî rasûl değildir. Konu ile ilgili birkaç mü~ tevatir hadis mevcuttur." (İbn-i Kesir, s. 89).
İbn-i Kesîr, hicrî yedinci asırda yaşamış meşhur bir İslâm âlimidir ve tefsir konusunda otoritedir.
Bu büyük müfessirin söyledikleri üzerinde tefekkür edilirse ve Önceki sayfalarda ashabın ve geçmişteki meşhur âlimlerin açıklamaları-na uygun olarak beyan edilen görüşlerin ne kadar doğru ve kesin olduğuna bu çerçevede karar verilebilir.
İbn-i Kesîr, Hz. Muhammed @'den sonra hiç kimsenin nübüvvet ve risalet mertebelerine yükseltilemeyeceği konusunu da açıklığa kavuşturmuştur. Rasûl, şeriat ile gelen bir nebî'dir, halbuki nebî genelde bütün peygamberlere (şeriat ile gelmiş olsun, olmasın) verilen addır. Bahsi geçen âyet hâtİme'l-mürselU yerine hâtime'n-nebiyyîn ifadesini içerdiğinden her türden peygamberliğin sona erdiği vuzuha kavuşmuş olmaktadır. Bu mânada peygamberlerin teşriî-gayriteşriî veya Mir-za'nın tanımladığı üzere ııllî-bürûzî olması bir şeyi değiştirmemektedir.
İbn-i Kesîr'in tefsiri hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili hadislerin mütevatir olduğunu da ispatlamaktadır.
İbn-i Kesir, hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili pek çok hadis aktarmıştır. Bu hadisler bir sonraki kısımda ele alınacaktır.
Bu konunun sonunda bu meşhur müfessir hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili kayda değer ifadelerde bulunmuştur. Bu İfadeleri okuyunca bu zatın ilham yoluyla kendisinden 700 yıl sonra gelen Kadıyanî Mirza gibilerin geleceğini bildiği zannı oluşabilmektedir. "Yüce Rabbimİn kullarına Hz. Muhammed @'i göndermesi ve onu hâteme'n-nebiyyîn yaparak peygamber ve rasûllerin sonuncusu olarak göndermesi ve Din'i onunla kemâle erdirmesi, kullar için bir rahmettir. Allah Teâlâ bu durumu Kitab'ında idirmş ve Hz. Peygamber de mütevatir ha-.•sierde kendisinden sonra peygamber gelme-* ceğini ve peygamberlik iddia edenlerin kim ^lursa olsun sahtekâr ve büyük bir yalancı sayılacağım haber vermiştir. Buna göre o kişi deccal'dır, başkalarını aldatmaktadır; yoktan ateş çıkarsa ve sihir gösterse, harikulade davranışlarda bulunsa bile o yine de yalancıdır. İlim ve hikmet sahibi kimselerin nazarında bütün bunlar sapkınlıktır. Yüce Allah Ye-men'li Esved Ansî ve Yemame'li Müseyle-met-ül Kezzab'ın da böyle harikuladelikler göstermelerine müsaade etmiştir. Ancak bilgi ve hikmet sahibi kimseler bunların insanları dalâlete götürecek iki yalancı olduğunu çok İyi anlamışlardır. Allah onlara ve kıyamet gününe ve büyük deccal'm gelişine kadar bu tür iddialarda bulunanların hepsine lanet etsin. Allah böyle kimseleri, âlimler ve müminler yalanlasın ve reddetsinler diye göndermektedir." (İbn-i Kesir, c. VIII, s. 9).
imam İbn-i Kesir'in bu açıklamasından, onun bu tarz yalancı peygamberlerin çıkacağından haberdar olduğu sonucuna varabiliriz. Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir başka peygamber gelmeyeceğini ikna edici bir biçimde izah etmiştir. Celâleddin Süyûtî de ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde yukarıda zikredilen âyeti tefsir ederken ashabın, tâbiûnun ve diğer müfessirlerin eser ve sözlerinden yararlanmış ve aynı görüşleri desteklemiştir (c. V, s. 204). Celaleyn tefsirinde de aynı görüşleri ifade etmiştir. Meşhur müfessir Zemahşerî de, Tefsir-i Keşşaf adlı eserinde şöyle demektedir: "Hâtem, (ta)nın fethiyle 'mühür' ve (ta)nın kesriyle 'mühürü basan kişi' anlamına gelir. Abdullah İbn-i Mesud'un kıraatma göre, 'O bütün peygamberlerin gönderilişini sona erdiren peygamberdir.' Eğer 'İsa, dünyanın son günlerinde tekrar yeryüzüne inmeyecek mi?' diye soracak olursanız cevabım Şöyledir: Onun son peygamber oluşu ondan sonra bir başka insanın daha peygamberlik vazıfesi ile vazifelendirilmeyeceği tarzında-ır- Halbuki İsa ondan önce peygamber yapılmıştır."
Zemahşerî büyük bir müfessir olup aynı zamanda Arap dili ve gramerinin önde gelen âlimlerindendir. Hatime'n-nebıyyîn kelimesini Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir çeşit peygamber gelmeyecek olarak anlamıştır. Bu sebeple Hz. İsa'nın gelecek olduğu itirazıyla karşılaştığında şu cevabı vermektedir: "Terim, ondan sonra kimse peygamber yapılmayacak anlamına gelmektedir." Bu yüzden, Hz. İsa'nın gelecek olması, terimle çelişkili değildir, çünkü İsa geldiği zaman peygamber yapılacak değildir; o, şimdi de peygamberdir.
İmam Râzî de bunu Tefsir-İ Kebirinde aynı tarzda açıklamaktadır (Kahire baskısı, c. VI, s. 617).
Es-Seyyid Mahmud el-Alûsî Bağdadî, bu âyeti Ruhü'l-Meâni adlı tefsirinde ayrıntılı şekilde açıklamıştır: "Nebi kelimesi rasûl kelimesinden daha geneldir. Bundan dolayı o peygamberlerin (nebilerin) sonuncusudur dediğimizde rasûllerin de sonuncusu olduğunu kastetmekteyiz" demektedir (c. VII, s. 60).
Şeyh Mahmud el-Alûsî, İbn-i Kesîr'in daha önce söylediklerini te'kit etmekte ve nihayet hatime 'n-nebiyyîn ifadesiyle istisna ve tahsis olmaksızın bütün peygamberlerin ve peygamberliğin sonuna gelindiğinin kastedildiğini beyan etmektedir. İsa'nın gelecek olması itirazina İse şöyle cevap vermektedir: "Hz. Mu-hammed @'in peygamberlerin sonuncusu olması demek, yeryüzünde bütün insanlar ve mahlûkat için peygamberlik sıfatına sahip olabilme imkânının onun peygamber oluşundan sonra iptal edilmiş olması demektir. Peygamberliğin Hz. Muhammed @ ile sona ermiş olduğu fikri, ümmet tarafından kabul görmüş, hadislerde ifade bulmuş ve tevatür derecesine erişecek kadar meşhur olmuştur. Ve bu fikir Hz. İsa İle ilgili haberle bir çelişki teşkil etmez. Hz. Muhammed @'in son peygamber olduğunu Kur'ân açıkça beyan etmektedir. Buna iman etmek her müslümana vacibtir, bunu inkâr eden kimse kâfirdir. Hz. İsa'ya gelince, o dünyanın son günlerinde zuhur edecektir, ancak o bizim peygamberimiz peygamberlikle müjdelenmeden çok önce bu makama yükseltilmiştir." {Ruhü'l-Meâni, c. VII, s. 60).
"Hz. Muhammed @'in, Kitabın kendisinden bahsettiği üzere peygamberlerin sonuncusu olduğu ve hadislerin ve Sünnet'in de konuyu bu şekilde ele almış olduğu ve ümmetin bu konu hakkında icma üzere olduğu bilinen gerçektir. Bundan dolayı, bunun aksini iddia eden kimse kâfir ilân edilmeli ve bu iddiasında inat ederse gereği yapılmalıdır." (Ruhü'l-Meâni, c. VII, s. 65).
Hâzin adı verilen bir diğer meşhur ve güvenilir tefsirde ise şöyle belirtilmektedir: "Hâteme'n-nebiyyîn, Allah Teâlâ peygamber göndermeyi sona erdirdi, demektir. Bundan dolayı Hz. Peygamber ile birlikte veya ondan sonra bir peygamber olmayacaktır." (el-Hâzin, c. m, s. 370).
Allâme Nesefî Medarikü't-Ttenzü adlı tefsirinde şöyle demektedir: "Âsım'ın kiraatma göre (ta)mn feth'iyle hâteme'n-nebiyyîn 'damga, mühür, (herhangi bir şeyin) sonunu belirleyen' anlamına gelir; yani, Hz. Muhammed @'den sonra hiç kimseye peygamberlik sıfatı verilmeyecektir; İsa ise daha sonra tekrar zuhur edecek olmasına rağmen peygamberlik kendisine Hz. Muhammed @'den daha önce verilmiştir. Bu ifade (Mjnın kesr'iylç. 'bir şeyi mühürleyen, kapatan' anlamına gelir. Abdullah İbn-i Mesud'un kıraati bunu teyit etmektedir." (el-Hâzin"m dip notlarından Medarik, c. III, s. 370).
Allâme Zerkânî Şerh-i Mevâhib-i Ledünniy-ve'sinde yukarıda zikredilen âyeti şöyle açıklamıştır: "Hz. Muhammed @'İn kendine has özelliklerinden biri Allah'ın apaçık 'Lâkin o Rasûlullah ve hâteme'n-nebiyyîn'dir' buyurduğu üzere hatime'1-enbİya ve'l-mürselin oluşudur; yani o, Allah'ın peygamber gönderme işini kendisi ile sonlandırdığı peygamberlerin sonuncusudur; veya peygamberlik vazifesinin kendisi ile birlikte sona erdiği peygamberdir. Bu anlam Âsım'ın kıraatına göre (ta)mn fet-hiyle okunan kelimeden çıkarılmıştır. Bu Ah-med, Tirmİzî ve Hâkim tarafından düzgün bir râvi zinciri ile Hz. Enes'den rivayeten nakledilmiştir. Hz. Muhammed @ şöyle buyurmuştur: 'Nebilik ve rasûllük sona ermiştir, bundan dolayı benden sonra rasûl gelmeyecektir, nebî de gelecek değildir.' Bu yüzden kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan bir peygamberin ümmetine çok müşfik ve merhametli olması gerekir; tıpkı kendisinden sonra oğluna bakacak kimse bulamayan bir babanın ona gösterdiği şefkat gibi. Hz. Muhammed @'den sonra Hz. İsa'nın zuhur edecek olmasını bunun aksine bir delil olarak kimse kullanmasın; zira o da Hz. Muhammed @'in şeriatına tâbi olacaktır." (Zerkânî, Şerh-i Mevâhib-i Ledünniye, c. V, s. 267)
Ebu Hayyan da bu konuyu el-Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde bu şekilde ele alarak tasdik etmektedir (c. VII, s. 326).
Ebu's-Sa'ud da yukarıda zikredilen âyeti aynı tarzda izah etmiştir (Tefsir-i Kebir'd&ki dipnottan iktibas edilmiştir).
Molla Ahmed Civan Dehlevî, ki kendisi Sultan Alemgir'in hocası olmakla meşhurdur; Tefsîr-İ Ahmedî adlı tefsirinde aynı şeyleri zikretmektedir.
Kadı lyaz Şİfa'smda bu âyeti aynı netlikte açıklamakta ve bizim iddiamızı şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ispatlamaktadır. Açıklaması şöyledir: "Kendisini peygamber ilân eden veya felsefeci ve sûfilerin dalâlete düşmüş olanları gibi bunun kalp temizliği ile ulaşılabilecek bir mevki olduğunu söyleyen; ve peygamberlik iddia etmese bile kendisine vahiy geldiğini iddia eden kimseler kâfirdirler. Cennete yükselebileceğini, cennet meyva-larından yiyebileceğini ve hurilere kavuşabileceğini iddia eden kimselerin durumu da aynıdır. Bütün bu kimseler böylece Hz. Mu-lıammed @'in peygamberlerin sonuncusu olduğunu da inkâr etmişlerdir demektir. Halbuki Hz. Muhammed @ kendisinin son peygamber olduğunu ve kendisinden sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini bizzat beyan etmiştir. Allah Teâlâ, kendisine son peygamber olduğu ve bütün insanlığa gönderildiği bilgisini vahiyle ulaştırmıştır. Bütün bir ümmet bu âyetin zahirî mânası konusunda icma etmiştir. Bir takım dolaylı yorumlar ve tahsis olmaksızın anlamın olduğu gibi kabul edilmesi konusunda da ümmet fikir birliği içinde olmuştur. Yukarıda tanımı yapılan tarzdaki kişilerin ve onların fırkalarının mutlak sapıklık içinde oldukları ümmetin İcmaı ile sabittir (Şifa, s. 362).
Açıklamanın son iki cümlesi dikkatle okunmalıdır. Kadıyanîlerin aldatmaca ve yalanlan burada açığa çıkanlmaktadır. Bu âyetin kesin anlamı şudur. Hâteme'n-nebiyyîn'de geçen peygamber kelimesi zıllî, bürûzî veya gayri teşrî anlamlarına gelmemektedir.
Marah Lebid li-kesf-i mana'l-Kurane'l-Mecic (c II) adlı tefsirde bu âyet şöyle açıklanmaktadır: "Peygamberimiz 'peygamberlerin sonuncusu olarak' i s imlendirilmektedir, çünkü el-hâtim 'insanların sonu, sonuncusu' anlamına gelir. Allah Teâla: Lâkin, o Rasûlullah ve hâateme'n-nebiyyin'dir buyurmuştur. Bir Şeyin genelini olumsuzlamak genelin içine dahil olan ezeli de olumsuzlamak anlamına gelir." (Külliyât-ı Ebul'-Baka, s. 319).
§erh-i Tearrufda Ebu İbrahim el-Buhari bu âyeti açıklamış ve Hz. Muhammed @'den sonra hiç bir çeşit peygamberin gelmeyeceğini sarahaten beyan etmiştir." (Şerh-i Tearruf c. I,ss. 14 15).
Hüccetü'l-İslâm İmam Gazzalî, âfâk (fizik vb.) ve enfüs (ruh ve psikoloji vb.) ilimlerde tartışmasız otorite idi. Bu âyeti sanki Kadıya-nilerin /idesini bekliyormuşcasma açıklamış ve onları şöyle reddetmiştir: "Ümmet bu ifadeyi tam anlamıyla idrak etmiştir. Hz. Muhammed @'den sonra nebî ve rasûl zuhur etmeyeceğini anlamışlardır. Bu âyet başka hiçbir şekilde tefsir edilemez ve bu metinde bir tahsis söz konusu değildir. Bir kimse bu âyeti böyle dolaylı şekillerde yorumlamaya kalkarsa onun görüşleri deli saçması ve şarlatanlık olarak kabul edilir: ve onu kâfir olarak tanımlamaktan bizi hiçbir şey alıkoyamaz, çünkü o bütün ümmetin icma halinde olduğu bir nass'ı yalanlıyor demektir. Bu âyet hiçbir yanlış yorumu ve tahsisi kabul etmeyecek bir âyettir." (Gazzalî, el-İktisad).
Hicrî sekizinci yüzyılda yaşamış olan İmam Şâtıbî el-İ'tisam
adlı eserinde, yalancı peygamberlerin ve kendisine vahiy geldiğini iddia
edenlerin, veya ismet sıfatım (günahsızlık)
kendisine lâyık görenlerin bir listesini çıkarmıştır. Bunların İcma-ı ümmet
ile kâfir, ve mürted olduklarını ve başlarının kesilmesi gerektiğini ifade
etmiştir. (el-I'tİsam, c. II, s. 263).
Şâtıbî bu çerçevede, peygamberlik iddiasında bulunan ve halkın keramet olarak niteledikleri bir takım harikuladelikler sergileyen Fazazi adlı bir adamla ilgili hadiseyi zikretmiştir. Halk her devirde bu tip harikuladeliklerle cezbedilmiştir. Bundan dolayı bir grup İnsan onun yanında yer almıştır. Bu adam tıpkı Kadıyanîler gibi aynı zamanda Kur'ân'ın gerçek bir takipçisi olduğunu da iddia ediyordu. Bundan dolayı hatime'n-nebiyyîn ifadesini peygamberden sonra peygamberlik olabileceğine dair bir boşluk olacak şekilde tefsir etmeye başladı. Fakat zamanının âlimleri bu iddiaları kabul etmediler ve kendinden menkul yorumlarını dinlemeye yanaşmadılar. Bu kişi kâfir ve mülhid sıfatı ile tanımlandı, ve büyük Şeyh Ebu Cafer İbn-İ Zübeyr'in/e/ra'sıy-la ölüm cezasına çarptırıldı f'Şâtıbî, el-İ'ti-sam, c. I, s. 263).
Bu hadise, bu ümmetin âlimlerinin bu âyetle ilgili, insanların kendilerinden menkul yorumlarına ve tahsislerine müsamaha göstermediklerini hatırlatmaktadır. Onlar bu tip davranışları küfür ve ilhad olarak nitelemektedirler.
Buraya kadar hâtm-i nübüvvet (33: 40) âyetinin ayrıntılı ve iyice gözden geçirilmiş bir açıklaması verilmiştir. Müslümanları, akl-ı selim sahibi insanların bile zihinlerinde herhangi bir şüphe ve vesveseye yer kalmamış olacağı kanaatindeyiz. Ancak yine de gözleriyle göremeyen, kulakları ile işitemeyen, isyan ve kötülük yolunda olan ve bu parlak, net ispat ve delillerle ikna olmamış insanlar olabileceğini de düşünüyoruz.
Bu kişilerin en hayrete şâyân yanları ise başkalarını suçlamaları ve sakat mazeretler öne sürmeleridir. Hâtmü'n-nübüvvet fikri ve hatime'n-nebiyyîn âyeti de bu zâlimlerin pençesine düşmekten kurtulamamıştır. Ayetin manasını tahrif etmeye ve kendi istedikleri manalara döndürmeye çok gayret etmişlerdir. Kur'ân âyetlerine, hadislere, ashab ve tâbiûnun tefsirlerine ve Arapların genel konuşma ve gramer kurallarına tam anlamıyla zıt yorumlar icat etmişlerdir.
Mirzaî mezhebi daima çok akıllı olmuştur. Kurnazca maharetleri ve ikna edici konuşmaları sayesinde, şüphe ve vesveselere kolayca kapılabilen basit İnsanları avlamaya muvaffak olmuşlardır, "...anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir..." (12: 18,21: 112).
İlk Şüphe: Hz. Muhammed @ peygamberlerin sonuncusu ise ve ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecekse, o vakit nasıl olur da Hz. İsa, dünyanın son günlerinde yeniden zuhur eder? Onun zuhur edecek olması Müslümanların üzerinde icma ile birleştikleri bir husus olup, Kur'ân ve hadis tarafından tamamen tastik edilmektedir. Bundan dolayı Müslümanlar ya hâtmü'n-nübüvvet fikrinden vazgeçmeli ya 62i Mesih'in zuhur edecek olması hadisesini görmezden gelmelidirler.
Bu ikilem Mirzaî mezhebinin ortaya çıkardığı en etkili silah olarak kabul edilmektedir. Mirza ve müridleri bu soruyu yarı-aydın veya cahil müslümanları şaşırtmak için ve çözülemez bir mesele olduğu iddiasıyla sıklıkla ortaya atmaktadırlar.
1- Arapça'nın genel gramer kurallarına ve Arapçadaki genel kullanılış şekillerine uygun olarak hatime 'n-nebiyyîn ve ahi-re'n-nebiyyîn ifadeleri, Hz. Muhammed @ rin bu dünyada bütün peygamberlerden sonra peygamber olarak gönderildiği anlamında kullanılmıştır. Bunun mecburi sonucu olarak ise Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir insanın peygamberlik makamına çıkamayacağı ve bu sıfatı kendisine has kılamıyacağı anlaşılır; yoksa Hz. Muhammed @'den önceki bütün peygamberlerin öldüğü anlamı çıkmaz. Arapların gündelik konuşmalarından bu konu ile ilgili yüzlerce kıyas çıkarabiliriz, meselâ âhirü'l-evlad veya hâtimü'l-evlâd, bir adamın o çocuktan sonra bir başka çocuğu olmadığı anlamına gelir, yoksa onun diğer çocukları bu son çocuktan evvel ölmüş değildir. Mirza bunu Tiryakü'l-kulüb adlı eserinde itiraf etmektedir. Bu itirafı ileriki sayfalarda nakledeceğiz.
Genellikle 'göç edenlerin sonuncusu1 mânasında hâtimü'î-muhacirîn denir. Hiçbir makul insan buradan, Önceki muhacirlerin hepsinin ölmüş olduğu sonucunu çıkarmaz. Bir çocuk bile bunun yalnızca son göç eden kişi anlamına geldiğini anlar, yani muhaceret onunla sona ermiş ve o kişi herkes göç ettikten sonra göç etmiş demektir.
Şimdi daha önce göç edenlerden bazısı bu son muhacirden daha sonra ölürse, bunun haümü'l-muhacirîn kavramı ile çelişkili olduğu söylenebilir mi?
Buna benzer olarak âhirü'l-câlisîn (oturanların sonuncusu), âhirü'r-râhilîn (ayrılanların sonuncusu), âhirü'r-râkibîn (sürenlerin sonuncusu), âhirü'z-zâhibtn (gidenlerin sonuncusu), âhirü'l-fâtihîn (fethedenlerin sonuncusu), âhirü'l-mesâ-cid (mescidlerin sonuncusu) gibi ifadeler de duyanların zihninde herhangi bir soru işareti bırakmayan ifadelerdir. Hiçbir kimse muzafunileyh (isim tamlamasının tamlayanı) olan kimsenin öldüğünü ve yeryüzünde bu özelliğe sahip hiç kimsenin kalmadığı anlamını çıkarmaz. Âhiı ve hâttm kelimeleri yalnızca belli bir olayın devamlılığının kesildiğini bildirir.
Bundan dolayı bir kişi âhirü'l-câlisîn veya hâîimü'l-câlisîn (yani oturanların sonuncusu) diyorsa, bundan çıkarılabilecek tek anlam, bahsedilen kişinin oturan en son kişi olduğudur, yoksa ondan önce oturanların hepsinin ölmüş olduğu değil. Buna benzer olarak âhirü'r-râhilîn (ayrılanların sonuncusu) yani yolculuğa en son çıkan kişi. Yoksa daha önce ayrılanların hayatta olmadıkları ya da geri gelmelerinin mümkün olmadığı değil. Eğer bu böyleyse hatime'n-nebiyyîn veya âhirü'n-nebiyyîn İfadelerinin daha önceki peygamberlerin hepsinin öldüğü anlamına gelmesi şart değildir ve İsa'nın bu dünyada yeniden zuhur edecek olması da onun hatime'n-nebiyyîn veya âhirü'n-nebiyyîn sıfatlarına sahip olmasını gerektirmez. Mirzaîlerin, âhirü'n-nebiyyîn ifadesinin yukarıda zikredilen kıyaslar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini kabul etmemeleri hayrete şayandır. Bu ifade böyle anlaşıldığında Hz. Muhammed @'in, peygamberlik vazifesi ile gönderilen insanların sonuncusu olduğu ve kendisinden sonra hiçbir kimseye peygamberlik vazifesi ve sıfatı verilmeyeceği ortaya çıkar. Hz. İsa'nın Hz. Muhammed @'den sonra peygamberlik sıfatını kazanmadığı çok aşikârdır; o peygamberlik makamına Hz. Muhammed @'den çok önce yükseltilmiş ve bu sıfatı ömrü boyunca taşımıştır.
Peygamberimizin hatime'n-nebiyyîn ve âhirü'n-nebiyytn olduğu fikri, Mesihin zuhur edecek olması ile çelişmemektedir.
2- İkincisi, Sehl b. Sa'd es-Sa'idî, Hz. Abbas'ın Rasûlullah @'den (Mekke'den Medine'ye) hicret etmek için izin istediğini rivayet etmiştir. Hz. Muhammed @: "Ey amcam, olduğun yerde dur; çünkü Allah peygamberleri (göndermeyi) benimle Mimlendirdiği (sona erdirdiği) gibi, hicreti de seninle Aarimlendirmiştir." (Nakleden Taberanî, Ebû Nuaym, Ebu Ya'lâ, İbn-i Asâkir ve İbn-i Neccar).
Bakınız, Hz. Muhammed @, bizzat, peygamberliğin sona erişini hicretin sona erişine benzeterek meseleyi kökten çözümlemiştir.
Yine hiçbir makul insan Abbas'ı hatime'l-muhacirîn olarak tanımlamanın Abbas'tan önce göç edenlerin tamamının ölmüş olduğu anlamına geldiğini iddia edemez. Bu hâtm-i hicret kelimesine bir çelişki teşkil etmez. Kadıyanîlerin hâtm-i nübüvvet ve hatime'n-nebiyyîn kelimelerini İsa'nın ölmüş olduğu anlamında tefsir etmeleri ve bu kelimelerin bu nedenle Hz. İsa'nın diri oluşuyla çelişki içinde olduğunu niçin İddia ettikleri merak konusudur. Bunun ardındaki sebebin şu olduğuna inanıyoruz: H âtime'n-nebiyyîn kelimesinin gerçek ve aslî manası Mirza'nın kendinden menkul peygamberlik iddiasıyla çok şiddetli bir uyuşmazlık içindedir. Halbuki hâtm-i hicret kelimesinden hangi anlamı çıkarırsanız çıkarın Kadıyanîlerin fikirlerine bir zarar vermeyecektir!
3- Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in bir âyeti tefsir edişini şöyle rivayet etmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh'tan... sağlam bir söz almıştık.' (33: 7), âyeti ile ilgili olarak: 'Ben yaratılışta peygamberlerin ilkiyim, vazi-felendirilişte sonuncusuyum." (İbn-i Kesir bundan İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Mirde-veyh, Ebu Nuaym, Deylemî, İbn-i Asâkir, İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Cerîr ve İbn-i Sad'dan nakille Tefsirinde söz etmektedir, c. VIII, s. 89 ).
Bu hadis hâtime'n-nebİyytn'den kastedilenin ne olduğunu da vuzuha kavuşturmuştur: Hz. Muhammed @ peygamber olarak vazifelendirilenlerin sonuncusudur; ve ondan önceki peygamberlerin tamamının ölmüş olması ille de gerekmemektedir. Bundan dolayı onun peygamberlerin sonuncusu olma fikri Mesih'in yeniden zuhuru ile bir çelişki teşkil etmez.
4- Daha önce Ebu Hureyre'den rivayeten Hz. Peygamber @'in; "Benimle peygamberlerin benzeri, her yönüyle tamamlanıp da köşede bir tuğla boş bırakılan güzel bir binanın meseli gibidir. Ben o tuğlayım, ben hâteme'n-nebiyyînim" buyurduğunu nakledilmiştir. (Buharı, Muslin vd.).
Bu hadis de, Hz. Muhammed @'in hâteme 'n-nebiyyîn oluşunun tek manası onun peygamber olarak gönderilenlerin sonuncusu oluşudur şeklindeki fikri desteklediğini göstermektedir. Bu hadisten çıkan sonuca göre de diğer peygamberlerin tamamının ölmüş olduğu gibi bir anlam çıkarılamaz. Bir binayı tamamlamak için son bir tuğlanın kullanılacak olması diğer tuğlaların yok olmasını gerektirmez. Aynı şekilde bir kimsenin son peygamber olarak görevlendirilmesi ile bütün diğer peygamberlerin ölmüş olması gerekmez.
5- Tirmizî'nin naklettiğine göre Enes, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Risaletin ve nübüvvetin sona erdiğine şüphe yoktur. Bundan böyle benden sonra bir rasûl ya da nebî gelmeyecektir." (Tirmizî nakletmiş ve hadisin sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadiste ise peygamber ya da rasûl gönderilme olgusundan da bahsedilmeyerek bizzat ri-salet ve nübüvvet müesseselerinin sona erdiği dile getirilmektedir ki bunun gayesi hâtmü'n-nübüvvet ifadesinin, yalnızca, gelecekte herhangi bir yeni kimseye peygamberlik makamının bağışlanmayacağını bildirmek için kullanıldığını açık sözlerle netliğe kavuşturmaktır. O vakit bu ifadeden, önceki peygamberlerin tamamen ölmüş olduğu ya da gelecekte yeniden ortaya çıkmayacağı anlamı çıkarılamaz.
Ümmü'1-Kurz, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Peygamberlik bundan böyle sona ermiştir, ancak mübeşşirattan salİh rüyalar devam edecektir." (İbn-i Mâce).
Yine burada da nübüvvetin sona ermesinden söz edilmektedir. Yani nübüvvet makamının yeni kimselere verilmesi ebediyen sona ermiştir. Bu anlam daha önceki peygamberlerin yeniden zuhur edeceği inancıyla uyuşmazlık içinde değildir.
Hz. Âdem, Cebrail'e "Muhammed kimdir?" dedi. Cebrail aleyhisselâm: "Peygamberler zümresinden son evlâdındır" diye cevapladı (İbn-i Asâkir)
Bu hadis bize hatime'n-nebiyyîn kelimesinin esas önemini açıkça bildirmektedir; yani, Hz. Muhammed @ Âdem'in peygamberlik vazifesi ile vazifelendirilecek son çocuğudur. Buradaki âhirü'l-evlâd Adem'in önceki çocuklarının tamamen öldüğü anlamına gelmediği gibi, o anda yaşayan evlatlarının bulunmasıyla da tezat teşkil etmez. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'in peygamberler silsilesinin sonuncu ferdi oluşu İsa'nın gelecekte tekrar zuhur edecek olmasıyla bir uyuşmazlık içinde değildir.
8- Bir başka hadisinde Hz. Muhammed @ şöyle buyurmuştur: "Ben hâîeme'n-nebiyyîfim ve benim mescidim hatime'l-mesâcid (mescidlerin sonuncu-su)dur." (Deylemî, İbn-i Neccar ve Bezzâr). Bu hadis meseleyi nihaî anlamda çözüme kavuşturmak açısından çok önemli bir mesafe katettirmektedir. Çünkü hâtime'l-mesâcid (mescidlerin sonuncusu) kesinlikle önceki peygamberlerin inşa ettirdikleri mescidlerin Mescid-i Nebevî inşa edilmeden önce yok olduğu anlamına gelmez. Bilakis daha önceki peygamberlerin inşa ettiği mabetler peygamberimiz zamanında ayakta idi. Ayrıca bu ifade Hz. Peygamber @'in inşa ettirdiği son mescid anlamındadır. Ondan sonra mescid yapılmayacak anlamına da gelmez. Buralardan yaptığımız kıyaslara göre de hâtimü'l-enbiya daha önce peygamberlik verilmiş kimselerin peygamberimiz döneminde yaşıyor olması ya da gelecekte tekrar zuhur edecek olması anlayışı ile çelişmez. Yalnızca, bizim peygamberimizden sonra peygamberlik görevine başka yeni bir kimsenin daha getirilmeyeceği anlamına gelir.
9- Yukarıda zikredilen âyetin tefsiri ile ilgi-1İ olarak önde gelen tefsir âlimlerinin ifade ve yorumlan nakledildi. Mesih'in yeniden zuhur edecek olması meselesi buralarda ele alındı ve cevap olarak kesin deliller sunuldu. Bu kimselerden bazıları şunlardır: Şeyh Muhammed el-Alûsî -Ruhü'l-Meâni; Zemahşerî, el-Ke§şaf ve Nesefî, Medâriku't-Tenzîl.
10- Kur'ân'da, hadiste, ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin açıklamalarında yeterli tatmini bulamayan ve Mirza'mn sözde vahiyleri ya da yazdıklarından başkası ile ikna edilemeyenlere İse onun Tiryakü'l-kulûb adlı eserinin 156. sayfasına bakmalarını tavsiye ediyoruz: "Doğuşu ile birlikte insan olma gerçekliğinin sona erdiği kişiyi ifade için hâtimü'l-evîâd kullanılır; yani onun ölümünden sonra hiçbir kamil insan bir kadından doğmayacaktır."
Mirza hâtimü'l-evlâchn kendisinden (Mirza'dan) sonra hiç bir kadından bir "kâmil insan" doğmayacağı anlamında kullanıldığını düşünmektedir, Eğer bu böyleyse, hatime'n-nebiyyîn niçin aynı şekilde Hz. Muhammed @'den sonra hiç bir kadından bir başka peygamber doğmayacağı şeklinde anlaşılmasın?
Bütün bu noktalardan sonra iki sonuca ulaşıyoruz. Birincisi, hâtmü'n-nübüvvet ve İsa'nın Mesih olarak yeniden zuhuru kavramları arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Hatime'n-nebiyyîn, Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir kadından bir peygamber doğmayacağı anlamındadır. Diğer yandan Mesih, Hz. Muhammed @'den daha önce doğmuştur.
Mirza'mn bir kadından doğmuş olduğu dikkate alınırsa onun peygamberlik iddiası hâtmü'n-nübüvvet fikri ile tutarsızlık arzetmektedir.
Üçüncüsü, yeniden zuhurunun hadislerde haber verildiği Mesih bir kadından doğmayacaktır, aksi taktirde bu hâtime'n-nebiyyîn fikrine zıt bir durum teşkil ederdi. Ve bu durumda Mirza beklenen Mesih olduğunu da iddia edemez.
Bir diğer şüphe: Mirza'mn bazı yazılarında ve müridlerinin bazı konuşmalarında çok büyük önem arzederek vurgulanan bir husus hatime'n-nebiyyîn ifadesindeki hâtem kelimesinin mühür, damga anlamına geldiği ve böylelikle hatime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muhammed @'den sonra gelecek peygamberlerin ancak onun mührü ve tasdiki ile gelebileceği anlamında olduğudur.
iddianın çürütülmesi: Çağımız özgürlük çağıdır. Eli kalem tutan her inkarcı ve fâsık Kur'ân'a kolayca ulaşabilir. Onu dilediği gibi yorumlayabilir. Allah Kur'ân'ı koruma sorumluluğunu üstlenmemiş olsaydı (15: 9), bu tip insanlar Kur'ân metnini kolayca tahrif edebilir ve onun âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine uygun olarak anlamlandırabilirlerdi.
Kur'ân âyetlerini, gramer kurallarını tamamen reddederek ve Kur'ân'daki konuyla ilgili diğer âyetlerin, hadislerin, ashabın, tâbiûnun ve diğer müfessirlerin söylediklerinin aksine yorumlama gayreti bir kişi için kibir ve gururun zirvesi değil midir? Bunu fütursuzca yapar ve hiç kimse onu hesaba çekemez.
Müslümanlar bu kimseleri dinler ve gülüp geçerler. Kur'ân âyetlerinin şu veya bu şekilde yorumlanmasının kendilerine bir zararı olmayacağını çok iyi bilirler. Ancak şurası hatırda tutulmalıdır: Bu olaylar uzun süre devam etmez, "Muhakkak ki onlar çok yakında pişman olacaktır!" ilâhi hitabına muhatap olurlar (23: 40).
Müslümanlar bu kimselerin Allah'ın kelâmını tahrif ettiğini duysalar ve ona karşı gerekli tepkiyi göstermeseler bile Âlim-İ Mutlak Allah bunu görmemezlik etmez. O, Kur'ân-ı Kerîm'i tahrif edilmekten korumayı bizzat üzerine almıştır (15: 9). Kur'ân-ı Kerim'i tahrif etmeye ya da manasını bozmaya çalışanlar O'nun gazabından kurtulamazlar: "Bugün Allah'ın buyruğundan O'nun acıdıkları ve müridleri hakikati arıyorlarsa, onlara Arapça gramer ve konuşma dili kuralları çerçevesinde hatime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muhammed @'in tasdiki (mührü) ile verilen peygamberlik anlamına geldiğini ispatlama imkânı tanıyın. Ve Arapça dil kaynaklarından buna benzer tek bir örnek getirerek kı-yasda bulunmalarını isteyin.
Mirzaî'lerin bütün fertleri, sözde peygamberleri de dahil, Arap dili ve edebiyatından ve gramercilerin eserlerinden bu iddialarını destekleyecek tek bir örnek bile bulamayacaklardır.
Mirza, bizzat kendisi, Kur'ân'ı, hadisleri ve ashabın yorumlarını aslî tefsir kaynakları alarak nitelemiştir (Mirza, Bereketü'd-dua, ss. 14-15). Eğer bu tercih sıralaması yalnızca gösteriş için değilse, onlara Kur'ân âyetlerinden veya hadislerden iddialarını destekleyecek tek bir örnek getirmelerini söyleyiniz. Hadislerin "kütüb-ü sitte"den olması da gerekmez; Hz. Muhammed @'in hâtime'n-nebiyyîn terimini açıkladığı en zayıf hadislerden bile örnek getirmelerini isteyin. Bu hadislerde hatim, "mühür" olarak tanımlanmıştır. İddialarını bu kaynaklardan yararlanarak bile ispatlayamadıklan görülecektir.
Bu mümkün olmadığından, hâtime'n-nebiyyîn terimini kendi iddiaları doğrultusunda açıklayan tek bir sahabe ya da tâbiûn sözü getirmelerini söyleyiniz. Ne kadar araştırırlarsa araştırsınlar, bu terimin peygamberlerin peygamberliğini tasdik eden mühür anlamına geldiğini ispata yarayacak delil bulamayacaklardır.
Mirzaîler veya benzer görüşte olanlardan, iddialarında en ufak bir hakikat parıltısı görüyorlar ve bu iddialannı samimiyetle savunuyorlarsa, h&tmü'n-nübüvvet terimi ve yorumlarını ispatlayacak bir tek delil göstermeleri beklenir. Hatime'n-nebiyyîn ifadesinin yalnızca Hz. Muhammed @'in mührü ile peygamberlik makamına yükselinebileceği anlamına geldiğim beyan eden tek bir âyet, hadis (velev ki en zayıf isnadlı olsun) ve ashab ve tâbiûn kavli göstermelidirler.
Eğer Mirzaîler ve diğerleri Ahzâb süresindeki ilgili âyetin (33: 40) kendilerine has yorumunun tahrifat olmadığını ispat babından, yukarıda zikredilen tefsir kaynaklarından bir örnek getirmelidirler.
Biliyoruz ki, bütün Mirzaîler bir araya gelip bütün gayretlerini sarfetseler iddialarının doğru olduğuna dair hiç bir delil gösteremezler: "Birbirine yardımcı olarak bir araya gelseler bile!" (17: 88).
Diğer yandan, gören gözü, işiten kulağı olan herkes Kur'ân âyetlerinin, hadislerin, ashab ve tâbiûnun açık ifadelerinin ve önde gelen tefsir âlimlerinin yazdıklarının Kur'ân'ın bu âyetini (33: 40) tahrif etmeye yönelik bu tür iddiaları reddetmekte olduğuna bizâtihî şahitlik eder. Yalnızca bunlar da değil, Arapça'nın değişmez gramer kuralları ve konuşma dili de Mirzâî mezhebinin hâtmü'n-nübüvvet konusunda yaptıkları tevil ve tahrife yönelik tefsirle çelişkilidir ve bunun yanlış olduğunu gösterir.
1- Birincisi, Mirzâîlerin bu yorumu Arap lehçesine tamamen aykındır. Aksi taktirde hâtimü'l-kavm veya âhirü'l-kavm kelimeleri, kıyasen mührü o kavmi tasdik eden kişi anlamına gelmek zorundadır. Buna benzer olarak hâtİmü'l-muhacirîn kelimesi, mührü muhacirleri belirleyen, tasdik eden anlamına gelmeli ve hâtimü'l-evlad, çocukları tasdik eden kişi anlamına gelmelidir.
Hiçbir mâkul insanın bu tarz bir tefsiri kabul etmeyeceği aşikârdır. Hâtime'n-nebiyyîn teriminin nasıl olup da böyle bir anlam kazandığını idrak etmekte güçlük çekmekteyiz. Mirza, bizzat kendisi, hâtimü'l-evlad kelimesine kendi iddiasına zıt bir anlam yüklemektedir. (Tiryakü'l-kulub).
2- Yüz civarında âyet bu iddiayı çürütmektedir. Bunları kısaca ele alacağız. Bu âyetlere ilave olarak (33: 40) âyetinin Abdullah İbn-i Mesud'dan rivayet edilen kıraat şekli de Mirza'nın İcat ettiği anlamdaki tahrifatı ortaya koymak için yeterlidir. Çünkü, bu kıraatte hâteme'n-nebiyyîn (peygamberler silsilesini sona erdirdi), hatime'n-nebiyyînın aksine geçmiş zaman'da kullanılmıştır. Bu kıraat böylece Mirza'nın tahrifatını geçersiz kılmaktadır.
3- Mirza'nın bu tahrifi mütevatir hadise de zıttır. Bu hadisler Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini açıkça ifade etmektedirler.
4- Bu kendinden menkul tefsir yukarıda nakledilen ashabın yorumlarına da aykırıdır.
5- Bu kendinden menkul, tefsir önde gelen tefsircilerin yorumlarına ve tâbiûnun kavillerine de zıttır.
Bu yorum gramer kaidelerine, Kur'ân ve hadis gibi nasslara, ashabın ve tâbiûnun açıklayıcı kavillerine zıddiyet arzeden açık bir tahriftir ve Allah'a yalan isnad etmektir.
Bir başka şüphe: Mirzâîlerin (hatalı) görüşleri ve kendilerinden menkul âdetleri garip bir vakıadır. "O bu misalle bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da yola getirir" (2: 26) âyetinin kendilerini muhatap aldığını düşünmektedirler.
Bu âyete dayanarak kendi bâtıl fikir ve görüşlerini muhafaza etmek için Kur'ân âyetlerini tahrif etmeyi çok kolay bir iş olarak görmektedirler. Halbuki, "bu, Allah katında büyük bir günahtır." Yine, Kadıyanîler kendi sözlerinin birbiri ile çelişki halinde olmasına da aldırış etmemektedirler. Şu an bir şey, daha sonra başka bir şey söylemektedirler. Daima değişik şekillerde mazeretler ve yorumlar icat etmekle meşguldürler.
Kadıyanilerin yaptıkları vaaz konuşmalarında bir kaç kez duyulmuş olan kendi içinde çelişkili ifadelerden biri el-nebİyyin kelimesindeki lam-ı tarifin ahd-i harici (zahirde belli bir ferde işaret eden) veya mâhud zihni (zihnen belli bir kişi veya objeye işaret eden) olduğu ve mahud'dzn (belli bir obje) kastedilenin ise teşriî peygamberler olduğu görüşüdür. Bir diğer ifadeyle Hz. Muhammed @ teşrif (kendilerine şeriat verilen) peygamberlerin sonuncusudur; gayriteşriî peygamberlerin sonuncusu değildir. Bu imkânsızdır. Eğer bu ifade ahd-i harici ise mahud'a. metinde daha önce İşaret edilmesi gereklidir. Fakat mahud (yani teşriî peygamberler)dan hiç bir yerde söz edilmemektedir. Kur'ân'm hiç bir yerinde buna işaret edilmiş değildir. Belki Kadiyan'da veya civarında vahyedilen yeni Kur'ân'da bundan bahsediliyordur(!) Çünkü, Mirza'nın kendisine vahyedildiğini iddia ettiği birkaç âyet, iddia edildiği üzere "Onu Kadiyan'a yakın bir yere indirdik" şeklindedir. Teşriî peygamberlerden belki Kadıyanî Kur'ân'ında bahis geçmektedir, ancak Hz. Muhammed @'in ümmetine hitap eden Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bir şeyden bahsedilmemektedir. Kur'ân'da enbiya kelimesi geçmektedir ki, bundan anlaşılan olağan peygamberlerdir. "O peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar âyetine (33: 39) atıf vardır. Buradan iaşjldığı üzere peygamberlerin görevi Al- gönderdiklerini tebliğdir. Ve her pey- Allah'ın rasûlüdür, teşriî peygamberi Zaten hiç bir çeşit ahd-i harici burada kabul edilemez, ve ahd-i zihni de burada uygun düşmemektedir. Çünkü ahd daima belirsiz isimdir (bkz. Taftazanî, el-Mütevvel ve Muhtasarü'l-Meânı).
Ahd-i zihni ancak istiğrak (kapsayıcılık) kas-tedilmediğinde mümkündür. Meselâ, "ekele hul zib" (kurtlar onu yedi). Burada bütün kurtların onu yediği kastedilmediği için istiğrak yoktur. Ancak belli bir kurttan da bahse-dilmemektedir; bu yüzden, bu bir ahd-i zihnî durumudur. Ancak zikredilen âyetteki hâtime'n-nebiyyin için daha önce ele aldığımız üzere rahatlıkla istiğrak durumu söz konusudur.
Bir Diğer Şüphe Ve Şüphenin İzalesi: Hâîime'n-nebiyyîn
terimini yorumlarken Mir-zâîlerin pek çok hatalı tevillere başvurduklarını
gördük. Burada terimin mecazî anlamda kullanıldığı idiasıyla
hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gibi terimleri örnek olarak göstermişlerdir.
Çünkü hâtimü'l-muhaddisîn olarak adlandırılan kişi kendisinden sonra bir başka
muhaddis doğmayacak olan kişi anlamına gelmemektedir.
Mirzâîler kendilerini kandırmaktadırlar. Hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gibi terimlerin yarın ne olacağını, kaç kişinin doğacağını, kaç kişinin öleceğini bilmeyen insanlar tarafından inşa edilen terimler olduğunun farkında değildirler. Bu kişiler doğan çocukların ne kadarının âlim, ne kadarının cahil; ne kadarının muhaddis, ne kadarının mü-fessir olacağını ve ne kadarının da gayesiz olacağını bilemezler. Bu yüzden de belli bir kimse için hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gibi terimleri kullanma hakkına sahip değildirler. Bu ifadelerin bazı kimseler tarafından tesadüfen kullanıldığı görülürse,
bunun mecaz ya da mübalağa olduğu düşünülür: Aksi taktirde bu terim manasız olur ya da yalan bir söz olarak kabul edilir.
Hâlık-i Mutlak Allah'ın sözü bu sözlerle kıyas edilemez. Çünkü hiçbir şey O'nun ilminin dışında değildir. Peygamberleri kendi ilmi ve iradesi dahilinde göndermektedir. Bundan dolayı Alim-i Mutlak Allah hatime'n-nebiyyîn ifadesini belli bir kimse için kullandığında bu ifade mecaz olarak değil, zahirî anlamıyla ele alınmalıdır.
Olağan kimselerin sözleri mecaz olarak kabul edilebilir, ancak Allah'ın kelâmı söz konusu olduğunda mecazî değil, zahirî anlamı öncelikle düşünülmelidir. Bir kelimeye gereksiz şekilde zahirî anlamını dışlayarak mecazi anlamını yüklemek evrensel olarak kabul gören dilbilimi ilkelerine aykırıdır.
Buna ilave olarak, Kur'ân hatime'n-nebiyyîn teriminin anlamım yüzden fazla âyet yardımıyla vuzuha kavuşturmuştur ve buralardan çıkarılan sonuca göre bu terimi mecazî anlamıyla kabul etmek söz konusu değildir. Yine Hz. Muhammed @ bu terimin gaye ve anlamını ikiyüz ondan fazla sahih hadisinde çok net ifadelerle izah etmiştir. Ashabın ve ilk müfessirlerin ifadeleri de terimin gerçek zahiri anlamını teyid etmektedir. Bu şartlar altında hiç kimsenin terimi kelimenin mecazî manası ile yorumlamaya hakkı yoktur. Allah Teâlâ kelimeyi hakiki ve zahirî manasında kullanmakta, Rasûlullah @ şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklamış ve yalnızca bu da değil bütün sahabe ve müfessirler de kelimeyi zahirî anlamı i]e açıklamışlar; hiçbir zaman kelimeyi mecazî veya sembolik anlamı ile ya da dolaylı bir teville açıklamaya çalışmamışlar, herhangi bir tahsisat bulunmamışlar, ancak Mirzâîler cehaletlerinde inat etmektedirler. Gazzalî'nin el-Iktisad'mûan ve Kadı İyaz'ın es-Şifa'sından daha önce bu konu ile ilgili nakiller yapılmıştı.
Bu manada İmam Gazzalî Özellikle şunları söylemiştir: "Tevil ve tahsis için bir boşluk yoktur. Kişi bu ifadeyi tahsis ederek tefsir etmeye kalkışsa bu bile deli saçması olarak kabul edilir. Böyle bir tefsir, bu kişinin tekfirini gerektirir, çünkü ümmetin tevil ve tahsis götürmeyeceği konuda icma üzere olduğu bir nassm hakikatini çarpıtmak suçunu işlemiştir." (Gazzalî, el-İkıisad),
İranlı bir şairin dediği gibi: Muttaki âlimin eremediği Sirrullah'a Bilmem ki bu şarap satıcısı nerden Öğrenir Kısacası, hâîeme'n-nebiyyîn ifadesi Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber @'in hadislerinde ve ümmetin icmaında beyan edildiği üzere zahirî anlamı ile ele alınmalıdır. Sembolik anlamlarına, tevil veya tahsis yoluyla değişik anlamlara çekilmesine iyi gözle bakılmamalı-dir.
Bir diğer şüphe: Mirzâîler bir başka tevil daha icad etmişlerdir. Hâîeme'n-nebiyyîn kelimesinin hâtem'i (mühür-yüzük) içerdiğini ve bu kelimenin sembolik olarak süs, ziynet mlamma geldiğini söylemişlerdir. Mecazî )Iarak ise "Rasûlullah @, peygamberler içİn-leki en parlak ziynettir" anlamı çıkmaktadır, ddiasını ileri sürmüşlerdir. Bu durumda âyet âtmü'n-nübüvveî terimi ile bağlantısını kay-etmiş olmaktadır.
idialara cevaplar: Bu tevil tefsir usûlü çer-;vesİnde ele alındığında, bunun Kur'ân'a karşı korkunç bir iftira olduğu görülmektedir. Kur'ân kesinlikle bu anlamı kastetmemektedir.
1- Hâtem kelimesi mecazî anlamıyla ele alınmakta ve süs-ziynet manalarına çekilmektedir. Kelimenin hakiki ve zahiri anlamı âyetin siyak ve sibakına uygun düştüğü vakit, onu mecazî manasıyla anlama gereği yoktur. Böyle bir uygulama gramer ve dil bilim kurallarına da aykırıdır.
2- Bu sonradan icat edilen tevil Kur'ân'm diğer bir kaç âyeti ile de çelişki arzet-mektedir. Bu âyetin İbn-i Mesud'un rivayetine dayanan kıraati ise bu tevili tamamen yalanlamaktadır.
3- Bu tevil mütevatir hadislere de aykırıdır. Bunlardan bazıları ileriki sayfalarda ele alınacaktır.
4- Bu tevil icma-ı ümmete de aykırıdır.
5- Bu tevil büyük âlimlerin tefsirlerinde de reddedilmektedir.
Gramer kurallarına ve âyetlerle mütevatir hadislere, icmaya ve tefsirlere aykırı böyle bir tevil bir müslüman tarafından asla kabul edilemez.
Eğer Kur'ân'ı her Önüne gelen arzusuna göre tevil edecek olsa salât, dua ve selâm manasına geldiği için beş vakit namaz yerine peygambere salâvat getirmek ve duada bulunmak yeterlidir iddiası bile ortaya atılabilir. Veya "Ramazan ayını idrak eden onda oruç tutsun..." (2: 185) âyeti Arapça'da siyam veya savm kendini tutmak anlamına geldiği için insanlar kendilerini frenlesinler olarak anlaşılabilir.
Yine hac ve zekat ile ilgili hadisler ve ashabın ve selef-i salih'in'in söyledikleri dikkate alınmaksızın sözlük manaları ile anlaşılırsa Mirzâîler bütün ibadetlerden muaf olurlar. Ve böylece de dİn'den çıkarlar. Allah bizleri muhafaza buyursun.
Pek mütevatir hadis ve selef-i sali-h'nin yorumları savm, salât, hacc gibi keli-elere zahirî anlamlarından farklı teknik an-. mıar yüklediği için bu kelimeler bu anlamlar çerçevesinde ele alınmalıdır. Bugün bir Hmse Müslümanlara İslâmî teknik terimleri zahirî anlamları ile vazetmeye çalışsa sonuç müsl umanların pek çok ibadetten muaf olmalarına yol açar. Ancak câhil ya da âlim bütün müslümanlar genel olarak böyle bir teklife cevap olarak hep bir ağızdan şu cevabı verirler (Farsça beyit):
Senin kölen zincirinden kurtulmak istemiyor Senin avın tuzağından çıkmak istemiyor
Kısacası okuma yazması olmayan bir Müslüman bile böyle tahrifatları kabullenemez. Hâtem kelimesine mecazen süs-ziynet anlamı verilebilmekle birlikte, bu ihtimal bu mânada diğer Kur'ân âyetleri, hadisler ve selef-i salihinin yorumları ile çelişmekte olduğundan reddedilmelidir. Tıpkı savm (oruç), salât (namaz), hac ve zekat gibi Dinrm en önemli temellerinin zahirî anlamları ile anla-şılamıyacağı gibi hâtmü'n-nübüvvet kelimesindeki hâtem de mecazî anlamı ile anlaşılamaz.
Bir diğer şüphe: Lâm-ı tarif [lâm-ı İstiğrak-i hakiki, teknik olarak bütün bir cinsin/türün bütün fertlerini belirtmek için bir ismin önüne konan lam demektir. Meselâ: âlimul-gayb; lâm, gayb'm önüne konduğunda gaybla (görünmeyen) ilgili bütün fertleri ve eşyayı içermektedir. Diğer bir ifadeyle: O kâinatta gizli ve esrarlı olan herşeyi bilir. İstiğrak-i örfî'âe bütün fertler kastedilmemektedir, mesela kral bütün demircileri çağırdı." Lâm demircilerin önüne gelmiştir; ancak burada (dünyadaki) bütün demirciler değil o şehrin veya krallığın demircileri kastedilmektedir] hatime'n-nebiyyîn teriminin içinde istiğrak-i hakiki olarak değil istiğrak-i örfi olarak kullanılmıştır iddiası ortaya atılmıştır. Buna göre Hz- Muhammed @ teşriî peygamberlerin sonuncusudur, mutlak (ya da gayriteşriî) olanların değil, denilmekte ve buna delil olarak "onlar peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı" âyeti gösterinnektedir. Burada kastedilenin Beni İsrail zamanında yaşayan tüm peygamberler olduğu, yani kullanımın istiğrak-İ Örfî olduğu öne sürülmüştür.
İddianın Çürütülmesi: Bu da şeriatta temeli ve dayanağı bulunmayan tahrifatlardan birisidir:
Birincisi, çünkü herkesin kabul ettiği gramer ve dilbilimi kurallarına göre, istiğrak-i örfi ancak istiğrak-i hakiki'nin metin içinde uyum sağlamadığı durumlarda sözkonusudur; terimin gramatik ve dilbilimsel yönlerden ele alındığı önceki bölümlerde el-nebiyyin kelimesi ayrıntısı ile incelenmişti. Sözkonusu âyette (33: 40) geçen el-nebiyyin kelimesi rahatlıkla istiğrak-ı hakiki olarak kabul edilebilir ve bu da "bütün peygamberler silsilesini sona erdiren" manasınadır.
İkincisi, istiğrak~i örf-i yalnızca örf/âdete bir atıf varsa, özelleştirme sözkonusu ise ve (bir cinsin) bütün fertleri kastedilmiyorsa kullanılır. Meselâ; "kral bütün demircileri çağırdı." Bu yaygın (örfî) bir kullanımdır, çünkü dünyadaki bütün demircileri çağırıp, bir araya toplamak imkânsızdır. Yine böyle cümleler günlük kullanımda sarf edildiği zaman kastedilen yalnızca o şehrin veya ülkenin demircileridir, bütün dünyanın değil. Diğer yandan yukarıda zikredilen âyetteki nebiyyîn kelimesi olağan seyri içinde herhangi bir tahsis içermemektedir. Hâtime'n-nebiyyîn teriminin manası, istiğrak-i hakiki durumunda da doğrudur ve buna göre Hz. Muhammed @ peygamberler silsilesini sona erdiren kişidir. Sebepsiz yere, terimin tahsisini gerektirecek bir durum yokken istiğrak-i hakikiyi görmezlikten gelerek istiğrak-i örft'yi kullanmak gereğini duymak anlamsızdır: Nebiyyîn kelimesini yalnızca kendisine Şeriat gelenlere tahsis etmek gibi bir durum gerekmemektedir. (Şurası da ayrıca belirtilmelidir ki eğer bu tahrif kabul edilip de -Allah korusun- Hz. Muhammed @ teşrif peygamberlerin sonuncusudur denilse bile, yine de Mirza'nın peygamberliği dışlanmaktadır. Çünkü bazı eserlerinde (bkz. Erbain, ss. 4 ve 6) Mirza açıkça kendisinin Şeriat bahşedilmiş bir peygamber olduğunu beyan etmektedir. Yine buna benzer olarak Hakikatü'l-vahy (s. 179) ve Tiryakü'l-kulüb (s. 130) adlı kitaplarında da Mirza'nın teşrii bir peygamber olduğu açıkça beyan edilmektedir.
"Haksız yere peygamberleri öldürmelerinden-di" (2: 61) ve (3: 20) âyetini Mirza'nın kendi iddiasına delil olarak kullanmasına gelince; istiğrak-i örfi ancak metin içinde istiğrak-i hakiki kabul edilemeyeceği zaman kullanılır ve bu âyette lam'm istiğrak-İ hakiki olarak kullanılamayacağı çok açıktır. Aksi taktirde âyet Ben-i İsrail'in istisnasız bütün peygamberleri öldürdüğü anlamına gelir. Bunun kas-tedilmediği çok açıktır. Çünkü, bütün peygamberler Ben-i İsrail zamanında mevcut değildirler; peygamberlerin pek çoğu İsrailoğul-larından önce yaşamışlardı ve diğer bazıları da henüz zuhur etmemişlerdi. Bundan dolayı Ben-i İsrail'in bütün peygamberleri öldürdüğünü düşünmek saçma olur.
İkincisi, Ben-i İsrail'in kendi dönemlerinde yaşamış olan peygamberleri de istisnasız olarak öldürdükleri kesin değildir. Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: "...(peygamberlerin) bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmım öldürür müsünüz?" (2: 81). Bu âyet Ben-i İsrail'in kendi devirlerinde yaşayan bütün peygamberleri öldürmediğini ispat eder. Bu gerçeğin ilân edilmesinden sonra da ve yektulûn en-nebiyyîn'deki lam-ı tarif istiğrak-i hakiki olarak kabul edilirse, bu hakikatleri ve olayları ters yüz etmek ve Kur'ân'a zıt gitmek demektir.
Buradaki lâm-ı tarif istiğrak-i hakiki olarak kabul edilirse âyet saçma bir anlam kazanır ve bir yalancılık sözkonusu olur. Şimdi burada istiğrak-i hakiki söz konusu olmadığı bariz olarak anlaşıldığına göre istiğrak-i örfi kabul edilmelidir.
Uâtime'n-nebiyyîn (33: 40) âyetinde ise tah-sis'ı gerektirecek bir sebep olmadığından ve İstiğrak-i hakiki metnin siyak ve sibakına uygun olduğundan âyet Hz. Muhammed @'in bütün peygamberler silsilesini sona erdiren kişi olduğu anlamına gelir. Eğer istiğrak-i örfi her yere sebepsiz olarak uygulanacak olsa aşağıdaki âyetin ne anlama geleceğini tahayyül ediniz! "Lâkin iyi olan {el-birr) Allah'a, âhiret gününe, Kitab'a, peygamberlere inanan..." (2: 177).
Buradaki en-nebiyyîn kelimesinin lam-ı tarifi de istiğrak-i örfi olarak kabul edilecek olursa ve böylece bütün peygamberlere inanmak gerekmeyeceği söylense, aşağıdaki âyet için de istiğrak-i örfi'nm uygulanması gerektiği mi düşünülecektir? "Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi..." (2: 209).
Bu âyete de istiğrak-i örfi uygulayarak, Allah peygamberlerden bazısını uyarıcı ve bazısını müjdeci olarak gönderdi mi diyeceğiz?
Yine buna benzer olarak şu âyeti ele alalım: "Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz." (3: 80).
Burada da istiğrak-i örfi uygulanacak olsa, bu âyetten peygamberlerden bazılarını rab ittihaz edin, bazılarını rab edinmeyin diye emedildiği mi anlaşılacak? Ve şu âyet de aynı kategoriye girmez mi? "Onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle... beraberdir-r" (4: 69; 19: 58) Burada da istiğrak-i Öfi yoluyla yalnızca bazı peygamberlerin kastedildiği mi düşünülecek? Buna benzer olarak aşağıdaki Kur'ân âyetindeki "..kitab açılır, peygamberler ve şâhidler getirilir..." (39: 69) ifadesinden yalnızca Bazı peygamberler mi kastedilmektedir? Yine şu Kur'ân âyetindeki: "Allah peygamberlerden ahid almıştı..." (3: 75) ifadesine istiğrak-i örfi uygulanabilir mi? Böyle olduğu düşünülürse Allah'ın peygamberlerden yalnız bazılarının ahdini kabul ettiği mi düşünülecektir?
Kısacası, istiğrak-i örfi Kadiyanîlerin canının çektiği yerde uygulanabilirse aşağıdaki âyetlere de uygulanabilecektir(!): "Hamd âlemlerin (el-âlemîri) Rabbi olan Allah'adır" (1: 1-2); "gazaba uğramayanların, sapmayanların (el-mağdub, ed-dallin)" (1: 6-7); "...Allah'a karşı gelmekten sakınanlara (el-muttakîn) yol gösteren Kitab'dır." (2: 2) "..Allah inkâr edenleri (el-kâfirûn) kuşatmıştır." (2: 19); "İnkar edenler (el-kâfirûn) için hazırlanan" (2: 24); "...huşu duyanlardan (el-hâşiûri) başkasına şüphesiz ağır gelir." (2: 45-46); "Allah'a karşı gelmekten sakınanların (el-muttakîn) öğüt olsun diye..." (2: 66); "Allah zâlimleri (ez-zâlimîn) bilir." (2: 95); "zâlimler (ez-zâlimîn) bunun için saadete ulaşamazlar." (6: 21); "O merhametlilerin (er-râhimîn) en merhameti i sidir." (12: 640, 91: 21: 83). Ve daha sayısız pek çok âyet.
Kur'ân'da daha pek çok örnekleri bulunan bu ayetlerle kıyas yaptığımızda görülecektir ki Arapçayı biraz bilen bir kimse bile buralarda ıstığrak-i örfi'nin sözkonusu olmadığını itiraf edecektir.
ve yukarıdaki âyetlerde istiğrak-i örfi uygulanamadığına göre nasıl olur da hâtime'nnebıyyîn ifadesine istiğrak-i örfi uygulanabilir.
Garip, çok garip! Bütün bir Kur'ân hâtime'nnebiyyîn ile kıyas edilebilecek âyetlerle dolu olduğu halde, biri bile Kadıyanîlerin iddialarına destek vermemektedir. Bir tek "peygamberlerini öldürdüler" âyetini misal göstermektedirler; ki orada da zaten İstiğrak-i örfi uygulanması tabiîdir. Bütün diğer misallerde istiğrak-i örfi'nin uygulanmasının mümkün olmadığı görülmektedir: ve Kur'ân bu ifadenin gerçek anlamını net bir İfade ile açıklamış olmaktadır.
3- Bütün gramer kurallarını bir yana bırakarak (33: 40) âyetîndeki hâtime'n-nebiyyîn ifadesine istiğrak-i örfi kuralını uygulamak ve Hz. Muhammed @'in peygamberler silsilesinin sonuncusu olmadığım söylemek Kadıyanîlerin en göze batan hususlarından biridir.
Ancak biraz idrak ve zekâya sahip bir kişi, bu taktirde hâtime'n-nebiyyîn olmanın Hz. Muhammed @'e bir Özellik kazandırmadığını farkedecektir. O da Hz. Adem'den bu yana gelen bütün peygamberlerin kendilerinden önce gelenlerin sonuncusu olması gibi bir durumla karşı karşıya bulunacaktır. O zaman Hz. Musa da kendisinden önce gelenlerin hâtim'ıdir.
Halbuki âyetin siyak ve sibakına baktığımızda hâtime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muhammed @'e has, üstün ve özgün bir özellik olma önemine sahip olması gerektiği görülecektir.
Ayrıca Hz. Muhammed @, kendisi, hâtmü'n-nübüvveî daha önceki peygamberlere bahşedilmemiş üstün Özelliklerinden biri olarak tanımlamıştır.
Bu konu ile ilgili olarak Müslimd& nakledilmiş olan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği sahih bir hadisi nakletmiştik. Buna göre Hz. Muhammed @: "Ben insanlığa hâtemü'l-enbiya olarak gölnderildim" buyurmuştur.
4- Dördüncüsü, istiğrak-i örfi'nin zikredilen âyete uygulanıp uygulanamayacağını bir yana bıraksak bile, Mirza'nm ve müridlerinin bir araya toplanıp (33: 40) âyetİndeki en-nebiyyîn kelimesinin yalnızca yeni bir şeriatla gelen peygamberlere has olduğunu Kur'ân âyetlerinden tek bir örnekle İspatlamaları mümkün müdür? En zayıf isnadlı olsa bile herhangi bir hadisle bu iddialarına destek bulmaları mümkün müdür? Bunu kıyamet gününe dek başaramayacaklarını kesinlikle bilmekteyiz. Ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin kavillerinden iddialarına bir delil çıkarabilecekler midir? Tefsir usûlünde kendilerinin de sırasıyla kaynak kabul ettikleri bu kaynaklardan hiçbir delil elde edemeyecekleri muhakkaktır.
Mirza ve müridlerî yukarıda zikredilen tefsir kaynaklarından, yaptıkları tahrifat'a bir mes-ned bulamayacaklanna göre Müslümanların böyle saçma yorumları Kur'ân'ın gerçek ve aslı tefsiri gibi kabul edeceklerine ihtimal verilemez. Bu kimselerin yorumları temelsizdir ve mesnedini Kur'ân'dan hadislerden, ashab ve tâbiûn kavillerinden ya da müfessirlerin eserlerinden almamaktadır. İlk müfessirlerin tamamı icma halinde Kadıyanîlerin fikirlerine zıt görüşler bildirmektedirler.
5- Beşincisi, hâtime'n-nebiyyîn ifadesindeki nebİyytn kelimesinin yeni bir şeriatle gelen veya Öncekilerin şeriatini takip eden bütün peygamberleri içerdiğini metnin siyak ve sibakından da anlayabiliriz.
Gramer ve dilbilimi kaideleri ve teknik anlamı bakımından nebî kelimesini daha önce tanımlamış ve nebîn'm genele şâmil bir ifade olduğu konusunda bütün dil âlimlerinin ve diğer âlimlerin hemfikir oldukları sonucuna varılmıştı. Bunlara göre rasûl daha özel bir kelimedir. Diğer bir ifadeyle rasûl, kendisine bağımsız bir şeriat verilmiş olan nebîdii. Nebi daha geneldir. Yeni bir şeriatla gelen de nebî'dir, eskisine tâbi olan da nebî'dir. İkinci peygamber insanları bir önceki şeriat doğrultusunda yönlendirir. Zikredilen âyette (33-40) Hz. Muhammed @ hatime'n-nebiyyîn olarak bahsedilmektedir, hâleme'r-rasûl veya hâteme'l-mürselîn olarak değil; çünkü az önce kendisinden rasûl olarak sözedilmişti: "Ve lâkin o Rasûlullah ..." (33: 40). Burada hâteme'l-mürselîn daha uygun olabilirdi, ancak Allah herşeyi bilendir. Bazı kimselerin bu âyetin manasını tahrif etmeye çalışacağını bildiğinden ve tahrif kapısını kapamak için bilhassa en-nebiyyîn ifadesini kullanmıştır. Müfessirlerin önderi İbn-i Kesîr bu noktaya değinmiştir: "Kur'ân'm sözleri: 'Ve lâkin (o) Rasûlullah ve hâtime'n-nebiyy indir.' Ve Allah (gelmiş ve gelecek) herşeyi bilendir. Bundan dolayı bu âyet Muhammed @'den sonra şu ya da bu şekilde yeni bîr nebî ve rasûl gelmeyeceğini gösteren açık bir nasstır. Çünkü rasûl, nebîâ&D daha özel bir kelimedir ve her rasûl, nebidir ancak her nebî, rasûl değildir. Bu görüş mütevatir hadislerle de desteklenmiştir." (Tefsîr-i İbn-i Kesîr, c. VIII, s. 89).
Mahmud el-Alûsî de benzer görüştedir: "Nebi kelimesi rasûl't nazaran daha geneldir. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'İn hâteme'n-nebiyyîn oluşu hâteme'l-mürselîn olmasını da gerektirir." (Ruhü'l-Meâni, c. VI-II, s. 60). Külliyât-ı Ebu'l-Beka'da. da nebili-ğin inkârının rasûllüğü de inkâr anlamına geldiği belirtilmiştir (s. 319).
Bir takla daha Mirza'nın peygamberliğe gizli bir arzu duyması hâteme'n-nebiyyîn âyetini (33: 40) tahrife teşebbüs etmesine neden olmuştur. Bununla ilgili bulgular Hakİkatü'l-vahy (s. 27) ve buna yazdığı şerhte mevcuttur: "Mübarek peygamberin sünnetine sıkıca sarılmak peygamberliğin kemâlatına (mükemmelliğine) sahip olmayı getirir; ve peygamberin şahsî ilgisi bir insanı peygamber yapar." ve yine "mührü ile bir kişiyi peygamber yapabilecek olan yalnızca O'dur."
Burada, hâteme'n-nebiyyîn ifadesinin Mirza tarafından anlamlandırılan şeklinin genel Arapça dili ve grameri kurallarına uyup uymadığı yeniden ele alınacak değildir. Bu çarpıtılmış mâna sayesinde, Hz. Muhammed @'e dilediği kişiye peygamberlik makamını verme iktidarı atfedildiği de şimdilik gönnezden gelinecektir. Halbuki kullarına elçiler gönderme gücü yalnızca Allah Teâlâ'nmdır. Bu yüzden bu göreve lâyık kişiler Rasûlullah veya Ne-biyulîah olarak bilinirler; aksi taktirde "Rasûlu'r-rasûl" veya "Nebiü'r-rasûl" demek gerekirdi.
Yine Mirza'nın, peygamberliğin kazanılabilecek bir makam olduğu şeklindeki gafını da bizler görmezden gelelim. Mirza'ya göre peygamberin sünnetine sıkıca sarılmayı seçen biri peygamber olur ve peygamberliğe yorucu gayretleri sonucu nail olur. Halbuki gerçekte Kur'ân, peygamberliği elde etmenin bir insanın gücü dahilinde olmadığını açıkça beyan etmektedir. Bu yalnızca Allah tarafından bağışlanan bir lûtuftur ve O da bunu dilediğine verir: "...Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir..." (6: 124).
Şimdi, Mirza'nm bu kendisinden menkul yorumunun doğru olduğunu varsaysak bile bu da bizi şaşırtıcı bir sonuca ulaştıracaktır. Bu ümmetten, o taktirde, kemalata sahip pek çok peygamber çıkması Hz. Muhammed @ için de övünülecek bir şey olmaz mı idi? Ancak, Mirza bu peygamberlik kapısını kendisinden başka kimse peygamberlik iddia etmesin diye fazlaca açık ve geniş tutmamaktadır. Mirza son onüç asırdır tek bir diğer insanın peygamberliğe nail olduğunu kabul etmeye eğilimli de değildir. Allah Teâlâ'nm teveccüh ederek insanları peygamber yapma kudreti verdiği Hz. Muhammed @'in kendisine sâdık ve gönülden bağlı ashabına böyle bir nimeti bağışlamamış olması da garip değil midir? Ve yine, Hz. Muhammed @'in bütün devirlerin en iyi insanları olarak tanımladığı ve onun sünnetine gönülden bağlı kimselerin onun manevi ilgisinin meyvalarını devşirmemiş olması garip değil midir? Bindört yüzyıl boyunca Hz. Muhammed @'in manevî ilgisi âtıl kalmış ve ne zaman ki hicretin 14. yüzyılında Mirza doğmuş, Hz. Muhammed @'in manevî İlgisini çekmeyi başarmış. Böyle bir mantıktan yalnız Allah'a sığınırız! Mirza yalnızca âyetin manasını tahrif etmekle kalmıyor, aynı zamanda Hz. Peygamber @'i de hafife alarak ruhunu muazzep ediyor. Böyle şeylerden Allah'a sığınırız.
Mirza'nın tahayyül gücü burada da bilmemektedir, Kur'ân'a ilişkin tahrif edici açıklama ve yorumlarını Hakikatul-vahy adlı eserinde sergilemeye devam ettiği gibi Ek gha-laîi ka İzale adlı risalesinde tahrifatı bir başka boyuta taşımaktadır. Büyük bir cüretle ve hem de bariz bir istikrarsızlık ve çelişki çukuruna düştüğünü görmeksizin bir başka ifadede bulunmaktadır. Mirza şöyle demektedir:
"Eğer bir İnsan hatime'n-nebiyyın içinde itti-had edecek şekilde meczolursa [tasavvufi dilde ittihad kişinin Allah'ın zâtıyla mutlak birliğini İfade eder. Burada Mirza, zâtinin peygamberin zâtı Üefena olduğunu (birleştiğini-peygamberin zâtında yok olduğunu) iddia etmektedir] gayriyyat'ı (diğer her şeyi) nefyeder (reddeder). Burada Mirza kendisinin Hz Muhammed @ ile bir ve aynı şey olduğunu ve hiçbir şekilde Peygamber'in zatından farklı olmadığını, onun şahsî ismini aldığını ve kendi yüzünün aynada imişcesine Hz, Muhammed (2)'in yüzünü yansıttığını -Mühür bozulmadan nebî olarak kabul edilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Buna göre kendisi gerçekte Hz. Muhammed'in aynısıdır, fakat gölge (zıllî) ve yansıma olarak aynısıdır. Bundan dolayı bu kişi (Gulam Ahmed) daha Önce peygamber olduğunu iddia etmiş ve yansıma (zıllî) yoluyla Muhammed ve Ahmed olarak isimlendirilmiş olup, Muhammed olarak (ve Hz. Muhammed'in aynısı olarak) kalacaktır. Bu II. Muhammed, hakiki Muhammed Peygamber'in ve onun isminin bir golgesidir.
Onun ve (hayal mahsulü) tecrübesinin bu veçhesini ileride ele alacağız. Bu arada Haki-katü'l-vahyde Hz. Muhammed @'den sonra onun manevî ilgisi sayesinde muhtemelen binlerce peygamberin zuhur edebileceğinin kaydedildiği yorumunu inceleyelim. Bu binlerce kişi peygamberlik iddia etse (Mirza'ya göre) nübüvvet mührü (hâtmü'n-nübüvvet) bozulmamaktadır.
Halbuki Ek ghalati ka izale adlı risalesinde ise Mirza (bu binlerce peygamberin) herhangi birinin peygamberlik iddia etmesinin nübüvvet mührünü bozmaya denk bir iş olduğunu söylemektedir. Burada ümmetin hâteme'n-nebiyyîn ifadesi hakkındaki fikirlerine uygun bir düşüncede olduğu görülmektedir. Fakat peygamber olma şevki içerisinde bu sefer de hulul (ruhun bir bedenden bir başkasına geçişi-reenkarnasy on) iddiasına başvurmaktadır. Yani; (Mirza'ya göre) Hz. Muhammed @'in ruhu Mirza'ya girmiştir. Bu Hindulara ait bir inanıştır. Bu yolla; her kim Hz. Muhammed @'in zıllî (yansıma-gölge) veya büruz (şekil-imaj) una sahip olursa, o kesinlikle Muhammed @'in kendisi olmuş olur ve böylece hâleme'n-nebiyyîn\n peygamberlik mührünü bozmamış olur. Çünkü bu kişinin zuhuru Hz. Muhammed @'in yeniden zuhuru anlamına gelir. Bir diğer ifadeyle, böylece yeni bir peygamber zuhur etmeyip, bizzat Hz. Muhammed @ zuhur etmiş olmaktadır.
Şimdi Mirza'ya ve müridlerine hangi hipotezlerinin doğru ve kabul edilebilir olduğunu sorulmalıdır. Hakikaîü'l'Vahy'e göre hâteme'n-nebiyyîn'm anlamı Hz. Muhammed @'in mühür ve tasdikine sahip olanların peygamber olabileceğidir. Ancak Mirza'nın Ek ghalati ka izala'smdaki ifadesine göre ise peygamberlik Hz. Muhammed @'in gelişi ile sona ermiştir, ancak bu onun dünyada yeniden zuhur etmesine engel olan bir durum değildir.
Şimdi Ek ghalati ka izala adlı risalede ortaya çıkan hataları inceleyeceğiz:
1- Mirza'nın iddiasının gayesi Hz. Muhammed @'in sünnetine sarılarak zıllî veya bürûzî peygamberliğe ulaşmanın mümkün olabileceğini ve kişinin Hz. Muhammed <2>'İn zâtına hulul edebileceğini ispat etmektir.
Eğer bu doğruysa, Hz. Peygamber @'den sonra insanların en iyileri olarak kabul edilen Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi İslâm'ın doğuş zamanındaki en önemli şahsiyetler ve Mirza'nın doğuşuna kadar gelip geçen binlerce muttaki müslüman arasından nasıl olup da Hz. Peygamber @'in sünnetine tam olarak sarılan kimsenin çıkmadığı (bu görüş sahiplerine) sorulmalıdır? Halbuki Hz. Peygamber @'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Eğer benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu," Bu büyük şahsiyet-Hz. Peygamber @'in sünnetine sıkıca garılmaları ve ona sadakatle ve gönülden hizmet vermiş olmaları hasebiyle zıttı peygamber mevkiine gelmeleri hiç mi mümkün değildi?
Bunlara ilave olarak, ashabdan bazıları Hz. ]Vluhammed @'i vücutlarını kalkan ederek korumuşlar ve düşman mevzilerinden gelen oklara cesaretle hedef olmuşlardır. Bunlardan bazısı onun bir işareti ile dünyanın bütün zevklerini terk etmiş, bazısı Peygamber sevgisi için kardeşleri, babalan ve diğer yakınları için savaşmışlar ve daima canlarını onun Sün-net'ini savunmaya adamışlardır. Onlardan hiçbiri de mi bu nimete değer değildi? İçlerinden hiç birisi mi Hz. Muhammed @'in yüzünün kendilerinde yansımasını haketmemiş-tir? Eğer bu insanların da zıllî peygamberler olduklarını düşünenler, tarihten onların peygamberlik iddialarına veya bunu arzuladıklarına dair bir misal göstermelidirler.
2- Mirza'nın zıllî ve bürûzî hikâyesini Hindu-larm tenasüh ve hulul doktrinlerinden aldığı anlaşılmaktadır. Fakat kendisini bu ödünç ziynetlerle uygunsuz şekilde süslemiş olması çok üzücüdür. Hatta zıllî ve bürûzî'yi inananlar tenasühün kurallarına bile uymamaktadırlar. Tenasüh inancına göre yeni ruh aynı kişi değildir ve o kişinin eski haklarını talep edemez. Meselâ Zeyd öldü ve yeniden zuhur edip Ömer adını aldı ise bu Ömer önceki kimliklerinden dolayı hiçbir hak iddia edemez. Meselâ Zeyd'in eşine karım, ana-babasına ana-baba diyemez. Vârisleri arasında paylaştırılmış olan mallarını tekrar geri alamaz. Mirza'nın düşüncesi gerçekten çok gariptir. Yalnızca İslâmî akaidi bozmakla kalmamış zıllî ve bürûzî doktrinlerini de sakatlamıştır. Ona göre kendisini bir peygamberin zül'ı (gölgesi-yansılası) veya büruz'u (şekli) olarak açıklayan bir kişi rasûl ve nebî sıfatlarını almaya da hak kazanmaktadır ve peygamber-hgini diğer insanlara empoze etmesi tabiîdir. Mirza'ya göre zıllî bir peygamberin peygamberliğini herkesin kabul etmesi zaruridir ve inkâr edenler küfürle itham edilebilir.
3- Zilli ve büruz teorileri hakkında Kur'ân ve hadisten sağlam bir desteği olup olmadığı Mirza'ya sorulmalıdır. Kur'ân'ın neresinde zıllî veya bürûzî peygamberlikten sözedil-mektedir? Ya da hadislerde buna bir atıf var mıdır?
Eğer bu konuda elinde delil yoksa niçin Hin-duların bu fikirlerini İslâm'ın risalet ile ilgili inançlarına yamamaya kalkmıştır? Akıl ve Şeriat buna müsaade eder mi?
4- Kur'ân ve hadisler bu konuda yalnızca sessiz kalıyor da değildirler. Bürûzî peygamberlik gibi görüşleri reddeden çok sarih bazı hadisler vardır. Bununla ilgili olarak Hz. Muhammed @'in son hastalığı esnasında ümmetine vasiyet ettiği rivayet edilen şu meşhur hadis vardır: "Ey insanlar, nübüvvetten (ilham alacak) rüyay-ı sâlihadan başka bir şey kalmadı." (İbn-i Abbas'tan rivayetle Müslim, Neseîve diğerleri nakletmiştir).
Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den riva-yeten naklettiği bu hadis de benzeri bir fikir içermektedir: "Nübüvvetten mübeşşirattan başka bir şey kalmadı." Rasûlullah @'e "Mü-beşşirat nedir?" diye sorulunca: "Rüya-yı sa-lihadır" buyurdu.
Benzer bir temayı İçeren bir başka hadis de Taberanî tarafından Huzeyfe b. Useyd'den rivayetle nakledilmiştir. Yine İmam Ahmed, Ebu Said ve İbn-i Mirdeveyhî, Ebu't-Tu-feyl'den rivayeten benzer bir hadis nakletmiş-lerdir. İmam Ahmed ve el-Hatib de Hz. Ai-şe'den rivayetle benzer bir hadis rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Hz. Muhammed @: "Vefatımdan sonra (istikbale ait haber alacak) yalnız size mübeşşirat kalıyor" buyurmuştur. Kısacası, bu hadisler ve pek çok benzerleri hangi tür olursa olsun, her türlü peygamberliğin sona erdiğini ve bunun mutlak bir son olduğunu bildirmektedir. Ancak ümmetin faydasına matuf olarak mübeşşirat (salih rüyalar) devam edecektir. Ve bu rüyalar nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz'dür. (Buharı ve Müslim).
Bir şeyin bir parçasının varlığının o şeyin tamamının varolmasını gerektirmediği aşikârdır. Parça, bütüne verilen İsimle adlandınla-maz. O taktirde "tuz"a "mükellef bir yemek" demek icabederdi. Çünkü, "tuz" "yemeğin" bir parçasıdır. Buna benzer olarak, "tırnağı" "insan" sayamayız; çünkü tırnak insan'm yalnızca bir parçasıdır. Tekbir de namaz sayılamaz, çünkü tekbir namazın yalnızca bir parçasıdır.
Aynı şekilde "ağız çalkalamak" "bir gusl" olarak kabul edilemez, çünkü guslün yalnızca bir parçasıdır.
Gayemiz makul insanları parçanın bütüne eş olmadığına ikna etmektir. Bundan dolayı, "tuz"u "yemek", "tırnağı" "İnsan" sayamayacağımıza göre nübüvvetin kırkaltıda birini nübüvvete eş sayamayız.
Bİr diğer ifadeyle, hadisler nübüvvetin mutlak olarak ve tamamen sona erdiğini ve Hz. Muhammed @'den sonra nübüvvetin hiçbir şeklinin kabul edilmeyeceğini sarahaten göstermektedir.
Mâkul olarak kolaylıkla karar verilebileceği Üzere eğer kısmî nübüvvet veya teşrii veya gayri teşriî nübüvvet; zıllî veya bürûzî nübüvvet Hz. Muhammed @'den sonra da devam edecek olsaydı, o bunu sözlerinde istisna ederdi. Halbuki o nübüvvetin yalnızca 46 cüzünden birini istisna etmiştir.
Şimdi Hz. Muhammed @'in nübüvvetin yalnızca 46 cüzünden birini istisna etmiş olmasını Mirza'mn icat ettiği bürûzî nübüvvetin (o da eğer buna nübüvvet denilirse) de Hz. Muhammed @'den sonra mümkün olamayacağının açık bir beyanı kabul edebiliriz.
5- Ebu Hureyre, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İsrailoğulları zamanında onları (âmirlerin, valilerin ahaliyi İdare ettiği gibi) peygamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse yerine bir başkası geçerdi. Şüphesiz ki benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur. Onlar müteaddit de olabilir. Ashab: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Halifeler teaddüd ederse bize ne emredersiniz!' diye sordular. Rasûlullah: Birinciye ettiğiniz biate bağlı kalınız! Onlara haklarını veriniz!" buyurdu. (Buharı, c. I, s. 149; Müslim, İman bahsi; Müsned-i Ahmed, c. II s. 279; İbn-i Mâce, İbn-i Cerîr, İbn-i Ebi Şeybe).
Hz. Muhammed @'in bu ifadesinin ardındaki hikmet iyi araştırılmalıdır. Burada nübüvvetin mutlak olarak sona erdiği ilk defa beyan edilmiştir ve peygamberlikten veya onun yerine geçen kurumdan Hz. Peygamber'in ardında kalan şey yine peygamberimiz tarafından hilafet olarak tanımlanmıştır.
Eğer Hz. Muhammed @ 'in arkasından, bürûzî, zıllî, muvakkat, teşriî veya gayritesrü peygamberin gelmesi sözkonusu olsaydı, yukarıda hadisin metninin icabettir-diği üzere, mutlaka bu konudan bahsedilirdi.
Ancak Hz. Muhammed @ kendisinden sonra yalnızca hilafetin kalacağını beyan ettiğine göre bürûzî veya her ne çeşit olursa olsun peygamberlik gelmeyeceğini ifade etmiş demektir.
6- Ebu Mâlik el Eş'arî, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah tebliği nübüvvet ve rahmetle başlattı; şimdiden sonra ise hilafet ve rahmetle devam edecektir." (el-Taberani, Mucemü'l-Kebir).
Bu hadîs de nübüvvetin tamamen sona erdiğini göstermektedir. Hz. Muhanımed @ nübüvvet ve rahmetin ebediyyen sona erdiğini ve yalnızca hilafet ve rahmetin kaldığını beyan etmektedir. Bu da bürûzî veya zıllîbenzen peygamberliklerin Hz. Muhammed @'den sonra söz konusu olmadığını göstermektedir. Aksi taktirde hilafet'ten önce nübüvetten söz etmek gerekecekti.
7- Sonunda, biraz üzerinde düşünüldüğünde zıliî veya bürûzî veya her çeşit peygamberliğin Hz. Muhammed @'den sonra mümkün olmayacağına kolaylıkla ikna olunabilecek bir meseleye dikkat çekmek istiyoruz.
Bu mesele şudur: Hz. Muhammed @, ümmetine karşı en merhametli ve şefkatli olandır ve ümmetini en çok seven, daima onları doğru yola iletmek isteyendir. Ümmeti bu rehberliği kabul etmediğinde ise ümmeti adına en çok üzülecek olandır. Allah Teâlâ onun bu durumunu şu âyette tarif etmiştir: "... Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber..." (9: 128).
Bir başka âyette Allah, Hz. Muhammed @'in bu çabalarını şöyle tanımlamaktadır: "...inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin." (18: 6).
Bu ümmî peygamber durmaksızın insanları islâm'a çağırdı. Muhaliflerinden gelen bütün zorluk ve eziyetlere sabır ve sebatla direndi. Kâfirler kendisine taş attığında Rabbine şu sözlerle yalvardı: "Ey Allah'ım, kavmime hidayet ihsan et, onlar bilmiyorlar!" Onun bu duası reddedilmedi. Bu dua onun insanlık ve insanlığın hidayete ermesi için ne büyük bir iştiyak duyduğunu ve insanlara olan merhametini gösterir.
işte yalnızca bu merhameti sebebiyle ümmetini Kıyamet gününe kadar korkusuzca üzerinde yürüyecekleri doğru yola tevcih etmiştir. Bu yol üzerinde yürüyenler için kıyamette "gece de, gündüz kadar kolay olacaktır."
Hz. Muhammed @ ümmetini kıyamet gününe kadar çıkacak olan fitneler konusunda da uyarmış ve onlara fitnelere karşı en etkili çareleri göstermiştir. Ümmetine sâdık kimselere uymayı da tavsiye etmiştir. Kısacası ümmetine her çeşit bilgiyi ayrıntıları ile vermiştir. Bundan dolayı Ümmetine Ebu Bekr'e ve Ömer'e itaat etmelerini tavsiye buyurmuştur: "Benden sonra Eu Bekr'e ve Ömer'e uyun ve onlara itaat edin." (Buharı ve Müslim). Ve yine: "Benim Sünnetime ve benden sonra ra-şid halifelerimin sünnetine uyun!" buyurmuştur.
Ve yine, "Size sıkıca sarıldığınız taktirde sapıklığa düşmeyeceğiniz birşey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Ehl-i Beyt'im" buyurmuştur. (Neseîve Tirmizî).
Hz. Peygamber @ ümmetine her yüz yılda ümmetin amelî hatalarını düzeltmesi için bir müceddid çıkacağını ve halkın sünnete uymalarını tekrar sağlamak için çaba göstereceğini de bildirmiştir. (Ebu Davud, Hakim ve Beyhakî'nin el-Marİfe'si).
Hz. Peygamber @ dünyanın son günlerinde İsa b. Meryem'in gökyüzünden tekrar yeryüzüne ineceğini ve ümmetin amellerini düzel.
Bu âyet (5: 3) bize bu büyük ümmetin mükemmeliyetini ve faziletini hatırlatmaktadır. Bu yüzdendir ki, Ömer-ül Faruk devrindeki Yahudilerden biri şöyle demiştir: "Ey emi-rü'1-müminîn, sizin kitabınızda okumakta olduğunuz bir âyet var ki, biz Yahudilere nazil olmuş olsaydı, iniş gününü bayram ederdik!" Ömer "Hangi âyettir o?" Yahudi yukarıda zikredilen âyeti (5: 3) söyleyince Hz. Ömer "Biz bu âyetin nazil olduğu günü de, yeri de biliyoruz (hakkını takdir ediyoruz). Âyet bir Cuma günü ve Peygamberimiz vakfede iken (Arefe'de) inmişti." (Buharı ve Müslim).
Burada Hz. Ömer, Yahudi'ye bu âyetin vah-yedildiği günün Müslümanlara zaten ve hem de iki kere bayram olduğunu -Arefe ile Cuma- söylemek istemiştir. Bu olay Dürrü'l-Mensûr'da şu sözlerle rivayet edilmiştir: "Bu günü bize bayram (îyd) kılan Allah'a ham-dolsun!" (İshak b. Rahûye, el-Müsned; Abd b. Humeyd, el-Müsned).
İbn-i Abbas, "Bu âyetin nazil olduğu günde beş bayram bir arada idi -Cuma, Arefe günü, Yahudilerin bayramı, Hıristiyanların bayramı ve Mecusilerin bayramı." Dünya tarihinde hiçbir zaman bütün dinlerin bayramları aynı güne denk gelmemiştir. (el-Hâzin, c. I, s. 435).
Kısaca, bu Kur'ân âyeti kendisi vasıtasıyla kazanılan ve ehl-i Kitabın da kabul ettiği ke-malat ve fazileti fasih olarak anlatmaktadır. Öyle bir fazilet ve kemalât ki daha önceki ümmetlerin hiçbirine nasip olmamış. Allah Teâlâ dinini bu ümmet için tamamlamıştır ve bu din akaidle ilgili konularda Kıyamet Gününe kadar hiçbir tadil ve tevil görmeyecektir. Akaid, ibadet, ahlâk kuralları, idarî hukuk, şahsî davranışlar, helâl ve haramlarla ilgili emirler, kerahat ve ibahat bu ümmete öyle sade ve inandırıcı anlatılmıştır ki ümmetin fertleri Kıyamet Gününe kadar yeni bir Din /e yem bir peygambere gerek duymayacaktır. Bu ummetin sevgili önderi, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi bu fâni dünyadan ancak ümmetin takip edeceği sırat-ı müstakimi tamamladıktan sonra ayrılmış; böylece ümmeti herhangi bir zorlukla karşılaşmamıştır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ben sizi aydınlık ve açık bir sırat-ı müstakim (§eriat) üzerinde bırakıyorum, onun en karanlık veçhesi gündüz kadar aydınlıktır." Böylece, bu ümmet rehberlik için başkalarına muhtaç değildir.
Bu âyet Allah Teâlâ'nm bu ümmet için Din'i her yönüyle ve her açıdan tamamladığını açıkça ortaya koymaktadır. Ümmetin Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir nebî'ye ve yeni bir dine ihtiyacı yoktur.
Zikredilen bütün bu ayrıntılardan anlaşıldığı üzere "dinin bütünlenmesi" Allah'ın bu dini, farzlarla ilgili hükümler, Hz. Peygamber'in uygulamaları, hudud (kanunla belirlenen cezalar), haram ve helâlle ilgili emirler yönünden mükemmelleştirmiş olması demektir. Ve hepsinden önemlisi bu ümmete Kıyamet gününe kadar haram-helâlle ilgili yeni bir hüküm gelmeyeceği ve yeni kurallara gerek olmayacağı gerçeğidir.
Müfessirlerden bazıları (Lübabü't-te'vil, c. I, s. 435) ikmal-i dinden kastedilenin "bu dinin Kıyamet Gününe kadar yaşayacak olması ve yürürlükten kaldırılmayacak, silinmeyecek ve yok edilemeyecek olduğudur" demektedirler. Diğer bazı müfessirler (el-Hâzin, c. I, s. 435) ikmal-İ Din ile bu ümmetin geçmişteki her peygambere ve her kitaba inanması gerektiğinin kastedildiği. Çünkü bütün diğer peygamberlerin ve kitablarm bu ümmetten önce gelmiş olduğu görüşündedirler. Önceki ümmetler bu kemalat ve fazilete erişememişlerdir; çünkü o vakit bütün peygamberler ve vahiyler yeryüzüne gönderilmiş değildi.
Her halükârda, yukarıda zikredilen üç tefsirden hangisi kabul edilirse edilsin hâîmü'n-nübüvvet'm lehinde mükemmel delil oluşturmaktadırlar. Zira her üçü de, Kıyamet Gününe kadar bu öz/?'den sonra başka din ve Mu-hammed @'den sonra başka peygamber gelmeyecektir, demektedir. Aşağıdaki hadisler ve sahabe kavilleri ve müfessirlerin tefsirleri de bu önermeyi desteklemektedir: "İbn-i Ab-bas'ın rivayetine göre (bu hadisin tek râvisi İbn-İ Abbas olduğu için şüphe içermektedir) riba ile ilgili âyet bu âyetten (5: 3) sonra nazil olmuştur. Bu hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile, yine de riba âyetinin yeni bir emir olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, bu emirden Bakara sûresinde bahsedilmiştir. Bundan dolayı bu yeni riba âyeti yalnızca bir hatırlatıcıdır ve (5: 3) âyetinden sonra helâl ve haramla ilgili yeni bir emir gelmiş değildir. Farz, sünnet, hudud veya diğer kanunlarla ilgili bir şey de bu âyetten sonra gelmiş değildir." (Tefsîr-i Mazharî, s. 8, Maide sûresi).
Büyük müfessir İbn-i Cerir ve es-Suddî de şöyle yazmışlardır: "Bu âyet Arefe günü nazil olmuştur ve bundan sonra (Allah'ın rasûlü ve nebisine) haram ve helâllerle ilgili yeni bir emir gelmemiştir ki, o da (Medine'ye) döndükten sonra vefat etmiştir." (Dürrül-Men-sûr, c. II, s. 259).
Her halükârda bu âyet (5: 3) ahkâm ile ilgili âyetlerin sonuncusu olup, vahyin gelecek zamanlar için sona erdiğini sarahaten açıklamaktadır.
Bir hadiste şöyle rivayet edilmektedir: "Bu âyet nazil olduğunda Ömer ağladı. Hz. Mu-hammed @ ona sordu: 'Ya Ömer, niçin ağlıyorsun?' Hz. Ömer cevapladı: 'Biz dinimizle ilgili hep daha fazla bilgiler arzuluyorduk, fakat, (bize aniden) dinimizin ikmal edildiği söylendi. Kural olarak, ikmal edilmemiş bir şeyin eksiği vardır.' Rasûlullah @ 'doğru' buyurdu. Gerçekte bu âyet Rasûlullah'm vefat edeceğini haber veriyordu ve bundan seksen-bir gün sonra Rasûlullah @ vefat etti." (İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Cerir, el-Bugâvî, Harun b. Aşara'dan rivayetle Dürrü'l-Mensûr ve Tefsîr-i Mazharî).
Hz. Ömer'in bu hâdisesi, âyetin tefsirinin doğrultusunu belirleyen ifadelerden vahyin kesilmesi ve Hz. Muhammed @'in vefatının yaklaştığı kastedilmemiş olsaydı Hz. Ömer'in ağlaması anlamını kaybeder ve onun adına saçma bir davranış olurdu.
Müfessirlerin İmamı İbn-i Kesir bu âyeti şu ifadelerle açıklamıştır: "Bu elbette ki Allah'ın bu ümmete verdiği en büyük nimetti. Âlemlerin Rabbi dinlerini kemale erdirdiği için, artık yeni bir din aramalarına ve Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber beklemelerine gerek kalmamıştır; işte bu yüzden Allah Teâlâ Hz. Muhammed @'i hâtimul-enbiya yapmıştır." (İbn-i Kesir, c. III, s. 279).
İbn-i Kesir'in tefsiri de yeni bir şeriatla gönderilmiş yeni bir peygambere veya şeriatla gönderilmiş ya da şeriatsız gönderilmiş her çeşit peygambere gerek olmadığı hükmüne kesin bir dille varmaktadır.
Fahruddin Râzî bu âyetten (5: 3) Tefsîr-i Ke-bir'inde bahsederken Keffal el-Mervezî'nin eserinden bir iktibas yapmıştır: "Din hiçbir zaman eksik olmamış, hep mükemmel kalmıştır. Allah'ın vahyettiği bütün şeriatlar daima yeterli olmuştur. Allah Teâlâ bugün indirilen bir şeriatın mükemmel olsa bile yarın yeterli olmayacağını bilendir. Bundan dolayı her yeni gelen şeriat eskisini ilga etmiştir. Fakat zamanın sonunda Allah Teâlâ mükemmel ve bütün devirler için yeterli bir şeriat vah-yetmiştir. Bundan dolayı bu şeriatın Kıyamet Gününe kadar yürürlükte kalmasını emretmjstir. Kısaca, geçmiş dönem şeriatları daima kendi içinde tam ve mükemmel ise de bu bel-u bir zaman dilimi için geçerliydi. Ancak bu eriat (İslâm) Kıyamet Gününe kadar tam ve mükemmel kalacaktır. Bundan dolayı Allah-Teâlâ "bugün dininizi size ikmâl ettim..." buyurmaktadır.
İmam Râzî'nin bu yorumlarından da ikmal-i din'in yukarıda izah edildiği tarzda anlaşılması gerektiği açığa çıkmaktadır. Din'in bu ümmet için tamamlanmış olmasının gaye ve amacı bu ümmeti âhirü'l-ümam (ümmetlerin sonuncusu) yapmaktır. Bu da ancak bu ümmetin âhir zamanda gelmiş olması ile mümkün olabilir. Böylece Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve bu ümmetten sonra yeni bir ümmet gelmeyecektir.
Bu yorumu ile İmam Râzî muhaliflerin, bütün eski ilâhi dinler mükemmel değildi ve bir takım eksiklik ve yetersizlikle maluldü, şeklindeki şüphelerini de gidermiş olmaktadır. Muhaliflere göre; birincisi, (haşa) Allah cimri olduğu için eski ümmetlere mükemmel bir din göndermedi. İkincisi, eğer Allah kasıtlı olarak bu ümmetlere mükemmel olmayan bir din göndermiş ise herhangi bir hata veya eksiklikten dolayı niye sorumlu tutulsunlar? Üçüncüsü, bu mantıkla eski ümmetlerin peygamberleri bile Hz. Peygamber @'e nazaran bir nevi derece olarak düşük sayıldıklarına göre mükemmel olmayan bir dinle gönderilmiş olmaları normal sayılmalıdır.
Bu yorumlar vasıtasıyla İmam Râzî muhaliflerinin bütün yanlış fikirlerini, şüphe ve belirsizliklerini çürütmüş ve ortadan kaldırmıştır. Ayrıca önceki şeriatlann ve ilâhi dinlerin hatalı ve eksik olmadığının ya da İslâm'ın mükemmel ve tam şekliyle gönderildiğinin açıkça bilinmesini sağlamıştır.
Bu âyet her ilâhi din ve şeriat'm çağının gereklerine uygun şekilde daima mükemmel ve tam olduğunu ve o devirlerde yaşayan insanlara rehberlik etmek için mükemmelen yeterli olduğunu da açığa çıkarmaktadır. Kâinatın
Rabbi Allah, gelecekte inkılâbdan inkılâba uğrayacak olan toplumun konumunun ve hayatın genel değerlerinin değişeceğini ve bu şeriat\n toplumun ihtiyaçlarım karşılayamı-yacağmı en iyi bilen'dir. O vakit daha önce gönderilmiş olan din ve şeriat ilga edilir ve yenisi gönderilirdi. Bundan dolayı İslâm'dan önceki şeriatlar ve dinler kendi dönemlerinde İyi uyum ve ahenk içinde olmuşlardır. Ancak sıraî-ı müstakim'e ulaştıracak olan ve nâteme'n-nebiyyîn'm rehberlik ettiği bu son Din (İslâm) kıyamet Gününe kadar yürürlükte kalacaktır. Onun mükemmelliği geçici değil kalıcı tabiattadır.
Bütün dinlerin mükemmel olduğu sonucuna varıyoruz. İslâm ile diğer dinler arasındaki tek fark, diğer timlerin belli bir dönem, insan grubu, ırk ya da coğrafî birim için geçerli ve bunlarla sınırlı olmasıdır. Bundan dolayı bu dinlerin peygamberleri de belli bir zaman veya belli bir insan grubu için vazifelendiril-miştir: Onların daveti evrensel ve genel olmamıştır. Meseleye doğru yönlerden bakarsak, geçmişteki belli bir dinde herhangi bir eksiklik bulamayız. Peygamberlerinin derece bakımından düşük olduğuna da şahit olamayız. Ancak bizim peygamberimiz Kıyamet Gününe kadar geçerli olmak üzere ve bütün mahlûkata yönelik olarak vazifelendirilmiştir. Yine onun dini Kıyamet Gününe kadar mükemmel ve yeterli olarak kalacaktır. Ve, gerçekte, bu özellik hâleme'n-nebiyyîn ve âhirü'l'ümem (peygamberlerin ve ümmetlerin sonuncusu) sıfatına haiz olanlara has bir Özellik ve liituftur: "Bu Allah'ın dilediğine verdiği lûtfudur." (57: 21; 62: 4).
Lübâbu't-Te'vil adlı tefsirde (diğer adı Hâzin) bu âyetin açıklamasını şu ifadelerle görmekteyiz: "Ayetin tefsirine gelince 'bugün sizin için dininizi ikmal ettim' farzları, amelleri, hudud'n (şeriat tarafından tanımlanmış sınırlar, cezalar), kuralları ve haramla helalin arasını ayıran şeyleri belirler. Bundan sonra haram ya da helalle ilgili başka bir emir gelmemiştir."
İmam Râğıb el-İsfahanî Müfredaîü'l-Kur'ân adlı tefsirinde şöyle demektedir: "And olsun ki, Allah Teâlâ peygamberliği Hz. Muham-med @ ile sona erdirdi ve onun şeriatının diğerlerinin şeriatlarını ilga etmesini mümkün kıldı. Bu şeriatı kâmil hale getirdi; bunu Allah Teâlâ şöyle beyan buyurmuştur: 'Bugün size dininizi ikmal ettim ve size olan nimetimi tamamladım." (5: 3).
Tefsİrü'l-Medarik'te (c. I, s. 435) de benzer sözleri bulmaktayız. Kiîabü'l-İtisam'âs. (c. I, s. 47) ve Tefsir-i Dürrü'l-Mensûr'da da (c. II, s. 259), ikmal-i dinrm anlamı aynı tarzda açıklanmaktadır.
Bütün güvenilir ve meşhur tefsirler bu âyeti Hz. Muhammed @'in yakınlaşan ölümünü haber veren âyet olarak kabul etmişlerdir ve bütün sahabeler bu noktaya temas etmişlerdir. Bu konu hakkında icma üzere olmuşlardır.
Bir Diğer Şüphe ve Şüphenin İzalesi. İkmal-i din ifadesi hadisler, sahabe kavilleri ve müfessırlerin tefsirleri ışığı altında hiçbir şüphe ve vesveseye mahal bırakmayacak şekilde açıklandı. Ancak bazı muhalifler âyeti lügat manasına göre yorumlayarak İkmal-i din Peygamberimizin ölecek olması ve ondan sonra peygamber gelmeyecek olmasını da ima etmez ve 'yalnızca dinin tamamlandığını belirler veya Allah Teâlâ bu dini dünyanın bütün dinlerine üstün kıldı ve ümmet'i düşmanlarından güvenlikli kıldı anlamına gelir. Veya âyet Arefe günü Mekke'de indiği için dolayısıyla Hac mevsiminde Mekke'nin müşriklerden tamamen temizlenmiş olduğu anlamına da gelebilir. Bundan dolayı ikmal-i din Hacc ibadetini huzur ve güvenlik içinde eda etmek anlamını taşır." demişlerdir
Bu iddialarla ilgili olarak yine Ömer-ül Faruk'un hâdisesine dönüş yapalım. Bu âyeti duyduğunda ağlayan Hz. Ömer'in çıkarımını Hz. Muhammed @ tasdik etmiştir. Bu âyetin anlamı Mekke'nin müşriklerden ve putperestlerden temizlenmiş olduğu ve Allah'ın İslâm'ı diğer dinlere üstün kıldığı şeklinde anlaşıl-saydi, Hz. Ömer'in bu âyeti duyduğunda üzüntüyle ağlaması vuku bulmazdı. Her halde bunun mümkün olabileceğini hiçbir makul insan savunamaz. Yine ikmal-i dinin anlamı muhaliflerin iddiasına uygun ise ilk müfessir-lerin ifadelerinin manası nedir?
Onlar, bu âyet için, "Hz. Muhammed @'in yakınlaşan vefatını haber verdi" demişlerdir.
Üstelik o vakit İslâm'ın dünyanın bütün dinlerine galebe çaldığı henüz tarihî olarak kesinlikle gerçekleşmiş bir hadise değildir. Çünkü bütün İran'lılar henüz müşrik ve putperest idiler. Hz. Peygamber @'in Siret'İ İle ilgili eserler ve sahih sahabe kavilleri söylediklerimizin açık delilidir. Ashab ve önde gelen müfessirlenfcna/-j din (5: 3) âyetinin tefsiri konusunda, yukarıda ayrıntısı ile aktardığımız üzere, hemfikirdirler. Bundan dolayı, bütün bu görüşleri dikkate alırsak, cılız bir ihtimali dayanak yaparak âyeti bu ihtimale göre tefsir edemeyiz: "Yalnızca Allah dilediğini doğru yola iletir."
"Allah peygamberlerden: 'Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeçeksiniz" diye söz aldığı zaman..." (3: 81).
Bu âyette yüce Rabbimiz Peygamberlere eZgl'de (yaratılış gününde) ruhlarından aldığı ahdi hatırlatmaktadır. Bu âyet nüzulünün ardında yatan sebeplerin izah edilmesi için ayrıntılı olarak tefsir edilmelidir. Büyük âlim el-Subkî, bu âyeti izah etmek gayesiyle, et-fa'zim ve'l-minne fi li-tu'minenne bihi ve li-tensurennehu adıyla müstakil bir risale yazmıştır. Bu risalenin metni Mevâhib-i Ledün-niye içinde verilmiştir.
Bu âyetin tefsiri özetle şöyledir: Allah Teâlâ bütün ruhları ezel gününde yarattı ve onlardan ahit aldı. Genel ahide ilave olarak, insanlardan, Hz. Muhammed @ kendi hayatları zamanında zuhur ederse ona inanmaları ve yardım etmelerine dair de söz alındı.
İbn-i Cerir ve İbn-i Kesir'in tefsirlerinde, İbn-İ Asâkîr'in Tarihinde ve Fethü'î-Bari'de peygamberler bahsinde Ali ve İbn-i Ab-bas'tan rivâyeten şöyle nakledilmiştir: "Allah, peygamberlerden hiçbirini, eğer Muhammed @ kendi hayatları zamanında vazifelendirîlir-se ona inanmak ve yardım etmek üzere ahid almadan göndermemiştir." (Ayrıca bkz., Zerkanî, Şerhü'l-Mevahib, c. II, s. 163).
Bu samimi ahid, belli şartlara bağlı olmasına ve gerçekleşmesi muhakkak şart olmamasına rağmen Hz. Muhammed @'in büyüklüğünü ve diğer peygamberlerden efdal oluşunu gösterir; fakat Allah Hz. Muhammed @'in efda-liyetini yalnızca bir şartlı cümleye bağlı kılmamış, değişik zamanlarda bunu değişik şekillerde göstermiştir. Meselâ Mîrac gecesinde peygamberleri Beyt-ül Makdis (Kudüs)'e topladığında Hz. Muhammed @ hepsinin önderi olmuştur; ve Kıyamet Gününde bütün peygamberler Hz. Muhammed @'in (Liva'sı) sancağı altında toplanacaklardır.
Belki de Hz. İsa'nın Kıyamet Gününden az °ır sure önce gökten yeniden yeryüzüne gönderilecek olması Hz. Muhammed @'in dinine Ve Ümmetine yardım edilmesi gayesini gütmektedir. Bilindiği üzere Hz. İsa, sonunda
ümmeti deccal'm. elinden onu öldürerek kurtaracaktır.
Bu konu Zerkanî'nin Şerhü'l-Mevahİb'mde (c. VII, Bölüm 7) uzun uzadıya ele alınmıştır. Bu Kur'ân âyetinin tefsiri mahiyetinde olan bir kaç değişik fikir ve görüş daha mevcuttur, ancak büyük müfessirler genel olarak bu tefsiri desteklemektedirler.
Biz burada yalnızca "sümme ca'eküm rasu-lün -and olsun ki bir peygamber gelecek" ifadesi İle ilgileniyoruz. Çünkü burada Peygamberimizin bu dünyaya bütün diğer peygamberlerden sonra geleceğine işaret vardır. Sümme edatı bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu edat yalnızca ertelemeyi ifade için, ya da ara vermek için kullanılır; meselâ, "insanlar bana geldi, ve sonunda Ömer geldi" ifadesi Arap dilinde herkesin geldiğini ve en son Ömer'in çıkıp geldiğini belirler.
Bundan dolayı el-nebiyyîn ifadesinden sonra sümme'nm gelmesi bütün peygamberlerin sonunda bizim peygamberimizin geleceğine işaret olmaktadır. Buna göre Allah ahid aldığı peygamberlerle ilgili bir istisna ifadesi kullanmadığından (yani bütün peygamberlerden ezeldt Hz. Muhammed @'e inanacakları ve yardım edecekleri konusunda söz aldığından) bizim Peygamberimizin peygamberlerin sonuncusu olduğu kesin olarak ortaya konmuş olmaktadır. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra teşriî-gayriteşriî; zıllî-büruzi veya herhangi bir çeşit nevzuhur peygamberlik olmayacağını daha da açığa kavuşturmaktadır.
"De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim; o Allah'ın ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur." (7: 158).
"Alemleri uyarmak üzere kulu Muhammed'e hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı gönderen Allah yücelerin yücesidir." (25: 1).
"...Seni insanlara peygamber gönderdik..." (4: 79).
"...Kur'ân alemler için sadece bir öğüttür..." (12: 104; 38: 87; 81: 27).
Bu Kur'ân âyetleri Hz. Muhammed @'in bütün insanlara elçi olarak gönderildiğini açıkça göstermektedir. O, Araplara ve Arap olmayanlara, doğunun ve batının bütün insanlarına gönderilmiştir. Muhatap aldığı kitle onun devrinde yaşamış ya da kıyamete kadar yaşayacak olan herkestir. Bu konuda Hz. Muhammed @ şöyle buyurmuştur: "Ben, yaşarken karşılaştığım kimselere ve benden sonra doğacak olanlara da elçi olarak gönderildim." (İbn-i Sad Tabakat'mĞa. doğrudan Ebul-Ha-san'dan rivayet etmiştir, c. VI, s. 101).
Bundan dolayı Hz. Muhammed @'in bütün insanlara, bütün kavimlere ve topluluklara gönderildiği çok açıktır. Önceki peygamberler kendi toplumlarına, kavimlerine veya ırklarına ya da belirli kasaba, şehir ve bölgelere gönderilirlerdi. Halbuki Hz. Muhammed @ kendi d jvrinden kıyamete kadar bu dünyadan gelip geçen her türlü mahlukata gönderilmiştir. Öncekilerin peygamberliği ve şahsî vazifeleri ölümleri ile birlikte sona ererdi. Halbuki Hz. Muhammed @'e yalnızca ona has olan ilâhi nimetler bahşedilmiştir. O bunların altısından söz etmiştir ki, en önemlisi, risaletinin bütün insanlara yönelik oluşudur. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'in peygamberliği kendi devrindeki ve sonraki nesillerdeki herkes için geçerlidir. Bu durum Sahih-i Müslim ve Buharfdoki rivayetlerle de delillendiril-miştir.
Böylece, Hz. Muhammed @'in nübüvvet ve risaletinin evrensel bir şümulü olduğu, hiç bir kavim, topluluk ve hiç bir devir ve bölgenin onun tebliğ vazifesinin dışında kalmadığı ortaya konuldu. Bu tebliğin Kıyamet Gününe kadar geçerli olduğu da anlatıldı. O halde Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamberin vazifelendirilmesi onun bu Özgün konumuna zarar vermiş olmaz mı? Bu peygamberin tebliğini kabul eden ümmet ise peygamberimizin değil onun adıyla anılmaya başlar. Ama Hz. İsa Hz. Muhammed @'e peygamberlik verilmeden bu sıfata nail olduğu için onun dünyanın son günlerinde yeniden zuhur edecek olması Hz. Peygamber @'in peygamberlerin sonuncusu olma özelliğine bir zarar vermez ve bununla çelişmez.
Yukarıdaki bütün âyetler Hz. Muhammed @'in son peygamber oluşunun kesin delilleridir. Şimdi dördüncü âyetin tefsiri olarak İbn-i Kesîr'İn tefsirinden yapılan şu alıntıyı aktaralım (c. V, s. 253): Peygamberimizin hâtime'n-nebİyyîn olması ve bütün insanlığa tebliğde bulunan tek kişi olması ona has özellik ve faziletlerdendir... Kur'ân'da bu görüşü destekleyen sayısız âyet vardır. Bu konu ile ilgili hadislerde burada dercedilemeyecek kadar çoktur. Hz. Muhammed @'in istisnasız bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği fikri İslâm dinini teşkil eden en önemli iman kurallarından biridir."
Peygamberlere verilene inandık, onları birbirinden ayırdetmeyiz, biz O'na teslim olanlarız!'de." (3: 84).
Yine şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah ile peygamberleri arasını ayırmak isteyen 'bir kısmına inanır, bir kısmım inkâr ederiz' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır." (4: 150).
Bu âyetler Allah'ın peygamberlerine ayrım gözetmeksizin inanmayan kimsenin mümin olamıyacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bir insanın bütün peygamberlere inanıp farzları yerine getirdiği halde tek bir peygamberi inkâr etmesinin onun bütün iyi amellerini yok ettiği ve imanının (Allah katında) geçerli olmadığı, bu kişinin yerinin ebediyen Cehennem olduğu konusunda ümmetin icmaı vardır. Bundan dolayı Önceki peygamberler kendilerinden sonra gelecek peygambere de itaat etmeleri için halklarım mütemadiyen uyarmışlardır. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra, teşriî veya zılli-büruzî gibi, hangi çeşitten olursa olsun, bir başka peygamberin zuhur etme ihtimali olsaydı Hz. Muhammed @ ümmetini uyarırdı. Ümmetine selâmetlerinin kendisinden sonra gelecek olan peygambere iman etmelerine bağlı olduğunu söylerdi. Çünkü, yeni bir peygamber gelecek olması durumunda, bir kimse bu yeni peygambere de sadakatle bağlanmadan, yalnızca bizim peygamberimizin sünnetine en samimi duygularla bağlı kalsa ve ona canı gönülden inansa bile cennete girmeye hak kazanamazdı. Kur'ân'a baştan sona uysa ve peygamberimizin sünnetine tamamen bağlı olsa bile yeni peygambere bağlamadan kimse kendisini Cehennem azabından kurtaramazdı. Yani bu yeni peygamberin çıkışından sonra, bütün insanlık peygamberimizin rehberliğinden faydalanmayı terkederdi. Ve Peygamberin şefaati vasıtasıyla selamet kapısının açılması mümkün olmazdı ve "insanlığa rahmet" olarak anılan bir kimse günahların affına yardımcı olma konusunda çaresiz kalırdı. Böyle bir şeyden Allah'ı sığınırız!
Kendi şeriatına bağlanmanın selâmete erdirmeye yetmediği bir kişi halâ "insanlığa rah met" olarak kabul edilebilir mi? Bundan do layı, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamberin zuhur etme ihtimalini öneren bir kişinin gerçekte Hz. Muhammed @'i aşa^ ğıladığı ve Kur'ân'ın hakikatini İnkâr ettiği kesin olarak ispatlanmış olur. Diğer bir ifa, deyle bu kişi "insanlığa rahmet" olan bir kişiyi küçümsüyor demektir ki bu çok ağır bir suçtur.
Açıklama: Mİrzâîler büyük Deccal'İ öldürmek için bir peygamber gerekli olduğunda İs-railoğuHarından bir peygamberin ihtiyaç zamanında tekrar yeryüzüne gönderilmesinden ziyade, bu ümmetin içinden çıkan bir peygamber tarafından bu vazifenin yerine getirilmesinin daha uygun olacağı şeklinde itirazlar yükseltmektedirler.
Ancak daha Önce bu konu ile ilgili olarak yaptığımız inceleme gözönünde bulundurulduğunda, böyle bir peygamberin bu ümmetin içinden değil de, daha Önceki ümmetler içinden çıkmış ve İslâm ümmetinin zaten inanmış bulunduğu bir peygamber olmasının daha uygun olacağı kolaylıkla anlaşılır. Bizim peygamberimizden sonra yeni bir peygamber gelmesi durumunda, ümmetin, Hz. Muhammed @'in sünnetine uyma zorunluluğunun kalkacağı ve bu yeni peygambere inanmak ve onun getirdiği emirlere uymak zorunda kalacağı daha önce açıklanmıştı. Bu durum ise Hz. Muhammed @'in bütün peygamberlerin önderi olduğu görüşünü çürütmektedir. Diğer yandan, Hz. Muhammed @'in ümmeti Hz. İsa'ya zaten inanmaktadır ve Kur'ân İsa'nın bir nebi ve rasûl olduğunu açıkça beyan etmiştir. Bundan dolayı İsa peygamber, Hz. Muhammed @'den sonra yeryüzüne gönderildiğinde ümmetin konumunda herhangi bir kısıtlama veya değişiklik sözkonusu olmayacaktır.
"Doğru yol apaçık kendisine belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananlardan başkasının yoluna uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." (4: 115).
Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmesi söz konusu olmuş olsaydı iki alternatifin bulunacağı akılda bulundurulmalıdır: Ya bu yeni peygamber yukarıdaki âyette zikredildiği üzere inananların yoluna uyacaktı; ya da peygamberliğine güvenerek insanlığı kendi yoluna ve şeriatına çağıracaktı.
Birinci durumda bir terslik sözkonusu olur. Çünkü peygamberler başkalarının arzusuna uymadan yalnızca kendi şeriatlarına davette bulunurlar. Çünkü Kur'ân: "Biz her peygamberi ancak Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik." (4; 64) buyurmaktadır.
Ve yine Kur'ân'da "...Eğer o birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz kötü duruma düşerdiniz..." (49: 7) buyurulmaktadır.
Ayrıca Allah'ın bir peygamberi, dünyaya geldiğinde birinci şık gerçekleşip müminlerin yoluna uysa yine iki alternatif olacaktır. Birincisi, müminlerin yolu hata ve dalalet yoludur. İkincisi, tek sırât-ı müstakim olan Allah'a ulaşan doğru yoldur. Birinci durumda, hiç bir Müslüman veya akl-ı selim sahibi kimse bu görüşü kabul edemez. Çünkü bu durumda -Allah korusun- Kur'ân'ın insanları hata ve dalalet yoluna çağırdığı varsayılır. Yine, Allah'ın rasûllerinin insanları sırât-ı mustakîm'e davet etmeye gönderilmişken kendilerinin kötü insanların yolundan gitmesi Çok gülünç bir olay olurdu.
durumda ise, peygamberliğin zuhuru ve varlığı faydasız ve amaçsız olurdu. Çünkü Peygamber yalnızca Allah'ın kulları dalalete düştükleri zaman onları sırât-ı mustakîm'e davet etmek için gelir.
9imdi müminlerin yolu sırât-ı müstakim olduğuna ve Allah dünyadaki bütün insanlara Kıyamet Gününe kadar bu yolu takip etmelerini öğütlediğine ve insanları daima bu yolu terketmemeleri konusunda uyardığına göre, o halde niçin yeni bir peygamber gönderme ihtiyacı hasıl olsun ve niçin yeni ve garip peygamberlik sınıflan icat edilsin?
Hz. İsa'nın dünyanın son günlerinde zuhur edecek olmasına gelince, buna itiraz edilemez. Çünkü, tekrar zuhurundan sonra bile Hz. İsa eski peygamberliğini devam ettirecektir ve İsa peygamber olduğu devirde yalnızca İsrailoğullarına peygamber olarak geldiğinden "İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi" (3: 42); yeniden zuhur ettiğinde bu ümmetin (İslâm ümmetinin) peygamberi değil İmam'ı (önderi) olacaktır. (Bu Hz. İsa'nın peygamberliğinin iptal edildiği anlamına gelmemelidir. Onun bu ümmete gelişi bir bölge valisinin bir başka bölgeyi ziyaretine benzer. Ziyarete giden ziyaret ettiği bölgenin valisi olamaz ama kendi bölgesindeki valilik sıfatını da kaybetmiş olmaz.) Bu durum Hz. Muhammed @'in hadislerinde ele alınmıştır. İsa bu ümmete İmam olarak gökyüzünden indiğinde onun yeniden zuhuruna hiçbir itiraz olmayacaktır.
"(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 13-14).
Burada sonrakilerden olan ümmetten kasıt, bu ümmetin son ümmet olduğu ve Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve bu peygamberi takip edecek yeni bir ümmet gelmeyecek olmasıdır. Büyük müfessir İbn-i Cerir Taberî bu âyeti şöyle açıklamaktadır: "Allah Teâlâ önceki ümmetlerin sayısının Muhammed @ ümmetine nazaran daha fazla olacağım bildirmiştir. Ümmetlerin sonuncusu olduklarından Muhammed ümmeti 'sonrakiler' olarak tanımlanmıştır." (İbn-İ Cerir, c. XXVII, s. 79).
Bu da âhirûn ile Muhammed ümmetinin kastedildiğini göstermektedir.
"Onların bir çoğu eski ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 39-40).
Burada âhirûn, Muhammed ümmetidir ve bu da peygamberliğin sona erdiğinin kesin beyanıdır. Bu âyetin nasıl nazil olduğunu anlatan hadisi nakletmek bu konuda yeterli olacaktır.
İlk âyette (13. âyet) eski ümmetlerden öncü olarak Cennet'e gireceklerin sayısının Muhammed @ ümmetininkilere nazaran daha fazla olacağı bildirilince ashab üzülmüştü. Onları teselli etmek için sağcı olarak cennete gideceklerin sayısının ise eşit olacağım bildiren 14. âyet nazil oldu. (İbn-i Kesîr).
Abdullah ibn-i Mesud bu âyeti izah etmiş ve konu ile ilgili uzunca bir hadis rivayet etmiştir: Rasûlullah: (Cennetteki) insanların yansı sizler olacaksınız! buyurdu. Bunun abartılı olabileceğini düşünüyorduk ki, (Hz. Peygamber) şu âyeti okudu: "Onların bir çoğu eski ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 39-40). (İbn-i Cerir, c. XXVII, s. 98).
Benzer bir hadisi de Katade rivayet etmiştir.
İmam Hasan bu âyeti açıklarken; "onların büyük kısmı eski ümmetlerden ve büyük kısmı da sonrakilerdendir (yani Muhammed @ ürn-metindendir)" demiştir. (İbn-i Cerir c XXVII, s. 98).
İbn-i Cerir Taberî bu âyeti şöyle izah etmektedir: "Bir çoğu eski ümmetlerden" ifadesi, Hz. Muhammed @ ümmetinden önce yaşamış büyük bir topluluk anlamına gelmektedir. "Bİr çoğu da sonrakilerden" ifadesi burada Muhammed ümmeti anlamına gelmektedir. Aynı görüş müfessirler tarafından savunulmuştur. (İbn-i Cerir, a.g.e.).
Kısaca her iki âyette de Muhammed ümmetinden âhirûn olarak sözedilmiştir. Bu ise, bizim Peygamberimizin peygamberlerin sonuncusu ve ümmetinin de ümmetlerin sonuncusu olduğunu ortaya koyar.
"Daha önceki toplulukları yok etmedik mi? Sonra da, arkalarından gelenleri onlara katacağız." (77: 16-17).
Bu âyette evvelin önceki milletlerin inanmayanlarım anlatır; âhirûn ise bu ümmeti kasteder. Bu da Muhammed ümmetinin ümmetlerin sonuncusu olduğunu gösterir. (İbn-i Kesir, Tefsir, c. VIII, s. 293).
Evvelin kelimesi Hz. Muhammed @'den önce yaşayan bütün kâfirleri kapsamaktadır. Sümme nutbi uhum el-âhirîn ise istinaf yoluyla "bunu yakında yapacağız ve sonrakilerin Öncekilere halef olmasına neden olacağız" demektir.
Aynı görüş Câmiü'l-Beyân adlı tefsirde de nakledilmektedir. Buna göre, âhirûn Muhammed ümmetidir ve bu da bu ümmetin ümmetlerin sonuncusu olduğunu gösterir.
"Ey iman edenler, size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın; ama Kur'ân indirildiği esnada sorarsanız, size açıklanır..." 0; 101). "Onlar" haram-helâlle ilgili konulardır ve âyette bu konuların "Kur'ân indirilirken sorulması" gibi bir kısıtlama getirilmesi Kur'ân'ın nüzulünden sonra haramı-helâli belirleyecek başka bir vahiy kaynağı kalmayacağına işarettir.
Bağdat'h Mahmud el-Alûsî Ruhü'l-Meâni adlı eserinde şöyle demektedir: "Kur'ân size indirilirken" kısıtlaması, tubdelekûm (size bildirilimde bildirilecek olanın vahiy vasıtasıyla bildirileceği anlamına gelir.
Bu âyet Kur'ân'ın indirildiği devirden sonra vahyin sona ereceğinin açık delilidir. Bunun doğurduğu gerekli sonuç ise nübüvvetin sona erişi demektir (çünkü vahiy ve nübüvvet el eledir).
"...dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır." (9: 33).
"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere peygamberini hidayetle ve gerçek din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter" (48: 28).
"Müşrikler istemese de, dinini bütün dinlerden üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur." (61: 9).
Kur'ân'daki bu üç âyet birbirine benzer olup, Allah Teâlâ burada Hz. Peygamber'i hak dini diğer dinlerden üstün kılmak üzere doğru yol ile gönderdiğini anlatmaktadır. Tabiîdir ki bir din bütün diğer dinlerden üstün tutuluyorsa, o dini getiren peygamber peygamberlerin sonuncusu olur. Bu da Hz. Muhammed @'in bütün dinler zuhur ettikten sonra ortaya çıktığının ve bütün diğer peygamberlerin yeryüzündeki vazifelerini tamamladığının ispatıdır. Bundan böyle vahye dayalı bir din gelmeyecektir.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Pey-gamber'e ve sizden olan ulü'l-emre (idarecilere) de itaat edin..." (4: 59).
Müfessirler genelde ulü'l-emr ifadesiyle İslâm'ın ve İslâm devletinin yöneticilerinin kastedildiğini ifade etmektedirler. Bazı müfessirler buna büyük müçtehidleri de dahil etmektedir. Bu âyet Müslümanlara Allah'a ve Peygamberine itaat etmelerini ve daha sonra Peygamberin halifelerine, iktidar sahiplerine ve âlimlere itaati emretmektedir. Burada hâtmü'n-nübüvvet'e iki değişik yolla delil bulunabilir:
Birincisi, kâinatın yaratıcısı Allah, Peygamberimizi ve ona itaati (bütün önceki peygamberlere iman etmenin de Peygamberimize itaatin bir parçası olduğu unutulmamalıdır) kurtuluş vesilesi yapmıştır. Şefaat ancak buna bağlıdır. Halbuki, İslâm ümmetine Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber daha gelecek olsa ümmetin ona inanması zaruri ve kurtuluş için ona itaat etmek bir ön-şarttır. Her İnsanın kurtuluşunun, derecesi ne olursa olsun bütün peygamberlere inanmasına bağlı olduğu daha önce zikredilmişti.
Ancak nihai kurtuluş bizim Peygamberimiz'e itaata bağlı olup, şefaate nail olmak için bu itaat yeterlidir. Bu da hiçbir türden peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra gelmeyecek olduğunun delilidir. Aksi taktirde Allah bir peygamber gönderip de ona itaatin şart olmaması mümkün değildir. Kur'ân "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik" buyurmaktadır.
Şimdi bütün diğer peygamberlere de İtaat şart olduğu halde âyette, itaatin yalnızca Hz. Muhammed @'e has kılınması peygamberliğin Hz. Muhammed @ ile birlikte sona ermesini gerektirir.
İkincisi, bu âyet ümmetin ulü'l-emre, yani halifelere ve âlimlere itaatini de açıkça şart koşmaktadır. Akıl sahibi kimseler bu âyetin üzerinde tefekkür etmelidir. Bir şeriat ile gönderilmiş olsun olmasın veya Mirza'nın deyimiyle teşriî ya da gayriteşriî; zilli veya bürûzî herhangi bir peygamber Peygamberimizden sonra zuhur edecek olsaydı ümmete ulü'l-emre itaat yerine, bu yeni peygambere itaat emredilirdi. Bütün Müslümanlar ve hatta Mirzâîler de bilir ki ulü'l-emrt itaat etmemek küfr'ü gerektirmez, halbuki bir peygambere itaatsizlik küfürdür ve âsi kimseyi Cehennem ateşine sokar. Bu konuda peygamberin derecesinin ne olduğu önemli değildir; (hepsi peygamberlikte eşit ve hepsi de büyük şahsiyetlerdi. Böyle olmakla beraber, bazısına ve belki her birine bir üstünlük, özel bir fazilet, mümtaz bir rütbe verildiği de Kur'ân-ı Kerîm'de bildirmektedir: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık..." [2: 253]) Mirza'nın tammlamasındaki gibi zillî veya büruzî olması da farketmez. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra herhangi bir yeni peygamber daha zuhur edecek olsaydı Kur'ân'ın ulü'l-emr'e itaati şart koşup da bu peygambere itaat edilmesinin zaruretine dikkat çekmemesi çok garip bir olay olurdu.
Bunu açıklamak için uygun bir benzetme de yapılabilir; Kör bir insan bir kuyuya doğru ilerlemektedir ve atacağı bir sonraki adımın hayatta atacağı son adım olacağı çok iyi bilinmektedir, fakat ufak bir karınca sürünerek gelir ve onu her an ısıracak durumdadır. Bu kör kimsenin iyi bir arkadaşı karıncayı izlemekte ve körü sürekli karıncayı vücudundan uzaklaştırması için uyarmakla birlikte yaklaşmakta olan ölümün soğuk nefesi konusunda hiçbir uyarıda bulunmamaktadır. Zahiren iyi niyetli gibi gözüken böyle bir adamın bu kör kimsenin gerçek bir dostu olduğu söylenebilir mi?
Bu ümmetin içinden zıllî veya bürûzî de olsa, bir peygamber çıkacağı görüşünde olanlar gerçekten en kötü tahrifatı yapmaktadırlar. Bu kimseler İslâm'ın ve Müslümanların açık düşmanıdırlar.
Müslümanlar olarak, nasıl ki, başkalarının İslâm'ı hafife almalarından ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında ileri-geri sözlerinden hoşlanmıyorsak yine bu Kitab'm en hayati meseleler dururken sıradan konularla İlgilendiği ve büyük tehlikeler konusunda uyarmak dururken insanların dikkatini önemsiz şeylere çektiği yollu haksız iddiaları da nefretimizi celbet-mektedir.
Bu âyet teşriî peygamberliğin sona erdiğine dair reddedilmesi mümkün olmayan bir delildir. Tabiî ki ümmet içinden zıllî veya bürûzî ya da herhangi bir şekilde yeni bir peygamber çıkmayacağına da işarettir. Bu hakikati, gözü olanlar görmeli, kulağı olanlar işitmelİ-dİr!
"Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim yüz çevirirse, onu can yakıcı azaba uğratır." (48: 17).
Bu âyet ve bu neviden pek çoğu Kur'ân'da 0ievcut olup nesilden nesile gelen İslâm ümmetine selâmetlerinin ve Cennete girmelerini mümkün kılacak yolun Hz. Muhammed @'e İmandan ve itaatten geçtiğini bildirmektedir. Bu ümmet Hz. Peygamber @'den önce yaşa-mış ve zuhur etmiş peygamberlerin dışında bir peygambere iman etmek zorunda değildir. Bu hâtmü'n-nübüvvetm kesin bir dille beyan edilmesi ve bunun lehine inkârı mümkün olmayan bir delildir.
Bu veciz bir ifadedir. Gerektiği gibi açıklandığında, mânasının Hz. Muhammed @'e İman eden ve sünnetine sarılan kimselerin başka bir şart olmadan Cennette yüksek mevkiler kazanabileceği şeklinde olduğu görülecektir.
Kur'ân-ı Kerîm şüphesiz hatadan uzak olup Kıyamet Gününe kadar yürürlükte kalacaktır. Hiç bir kitap onun hükmünü değiştiremez. (Mirza ve taraftarları ise Kur'ân'ın bir kaç kavramını söz ve fiilleri ile tahrif etmişlerdir. Söze gelince onun bir noktasının ya da kelimesinin değiştirilemiyeceğini söylemektedirler). Allah'ın sözü nesiller boyunca Kıyamete kadar değişmeyecektir.
Hz. Muhammed @'den sonra Mirza'nın iddia ettiği gibi bürûz yoluyla da olsa bir peygamber gelecek olsaydı, iki alternatif olurdu: Ya Kur'ân-ı Kerim Hz. Muhammed @'e inanan, onun sünnetine sarılan kimselerin şartsız olarak Cennete girecekleri ve selâmetin kendileri için sağlanacağı vaadini yerine getirirdi; veya hayatlarını Kur'ân'ı (tahrifattan) korumak için feda edenlere yardım etmeyi bırakarak selâmet sözünü tutmazdı. Diğer bir ifadeyle Kur'ân müminleri terkederek kendisini bırakmalarını ve selâmetleri için yeni peygamberi takip etmelerini söylerdi.
Ancak yeni peygamber gelmesi durumunda Kur'ân'ın ilk alternatifi gerçekleştirmeyeceği-ni müminler çok iyi bilir. Çünkü, Kur'ân bu yeni peygambere itaat etmeyi ve sünnetine sarılmayı ümmete zorunlu kılmayacak olduktan sonra bu yeni peygamber ne için gönde-rilsin? Ümmet bu yeni peygambere inanmaya, onu takip etmeye ve ona itaat etmeye hiçbir şekilde mecbur değilken hangi ihtiyaçtan dolayı bu peygamber gönderilmiş olsun? Öte yandan böyle bir konum ve durum yeni peygamber için de büyük bir imtihan olurdu: İtaate davet ettiği İnsanlar ona itaat etmek zorunda olmadıklarını ve yine de Cennete hak kazanacaklarını biliyorlar. Bu tabii ki zor bir durumdur.
Yine bu konum ve durum Kur'ân nasslm ve icma-i ümmet & de ters ve çelişiktir. Bütün peygamberlere inansalar da tek bir peygamberi inkâr etseler insanların durumunun ne olacağı daha önceki sayfalarda uzun uzadıya anlatılmıştı: "Bunlar gerçekten kâfir olanlardır." (4: 150).
Her halükârda, şeriat insanların bu dünyaya gönderilmiş bir peygamberi reddetmelerini, ona itaat etmemeyi öngörmez; çünkü İslâm'da, kurtuluşa ermek için müminlerin en önemli vazifelerinden birisi peygamberlere iman ve itaat etmektir.
O halde, birinci alternatif yanlış olduğuna göre, doğrudan ikinci alternatif geçerli olacaktır. Bir diğer ifadeyle Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği kesinleştirilmiş olmasına rağmen (Mirza'ya göre kendisi bürûzî bir peygamberdir) bürûzî bir peygamber ortaya çıkarsa Kur'ân Hz. Mu-hammed @'e uyan müminlerin şartsız Cennete gideceği sözünü yerine getiremez duruma düşmüş olur. Çünkü, müminlerin selamete erişmek için yeni peygambere inanmaları şart olacaktır. Bu ise Kur'ân'm bütün âyetlerinin ilga edilmesi anlamına gelecektir. Bütün bu vak'a yalnızca icma ile kabul edilmiş İslâm ümmetinin akaidi ile değil, Mirza'nın görüşleri ile de çelişki içinde olur. Garip bir durum husule gelmiş olur. Çünkü, İslâm âlimlerine göre Allah'ın sözünde hiçbir zaman değişiklik olmaz. "Sünnetullahta bir değişiklik bulamazsınız." Yoksa Allah'ın andı ile nesh arasında bir fark kalmaz. Önceki ilâhî kitaplarda bahsi geçen andlar da o kitapların yerine ye-nîsi gönderilmesine rağmen neshedilmemiş-tir.
Garip Bir Hikaye: Bir keresinde Mirza bir kehânette bulunmuştu ve Allah Teâlâ'nın bunun yerine getirileceğine söz verdiğini iddia etmişti. Daha sonra Allah, Mirza'nın iftirasını ve yalan isnadını açığa çıkartmıştı; yani Mirza'nın kehaneti gerçekleşmemişti. Mirza'nın başına toplanan halk, "vahyine" ne olduğunu ve Allah'ın sözünün niye gerçekleşmediğini sorduklarında o şöyle bir cevap vermişti: Ey ahmak insanlar, ilâhi taahhütler daima bazı gizli ve esrarlı mülahazalar içerirler; ve bazen bu taahhütler yerine getirilmez, ama halk sözden dönüldüğünü zannedebilir.
Bu, Mirza'nın hayatındaki en gülünç hadiselerden biridir. Mirza'nın nübüvveti böyle saçmalıklara dayandığına göre, Allah'ın pek çok yalan isnatta bulunmuş olması da haydi haydi mümkündür; meselâ Müslümanların Hz. Mu-hammed'e ve ayrıca Mirza'ya da samimi şekilde itaat etmeleri durumunda Cennete girebilecekleri iddiasında bulunabilir ve bu şartın da (Mirza'ya itaat şartı) Allah'ın sözleri ve taahhütleri içinde gizli olduğunu iddia edebilir. Dini bilgiler son zamanlarda çok azalmış olmasına rağmen, insanlar böyle aptalca ve boş' tahrifata kanacak kadar kör ve saf değildirler.
Söz ve taahütler içinde gizli şartlar olduğunun kabul edilmesi demek her yalancı ve dönek kimsenin yaptıklarına uygun özür bulması demektir; bu gerçeği herkes görebilir. Böyle bir durumda suçlu, verdiği sözün altında daha önceden açıklanmamış bazı gizli hikmet ve esrarlı gayeler bulunduğunu iddia edebilir.
Belirli bir vadede ödeme sözü veren kimseden, alacaklısı vade geldiğinde bu alacağını talep edince, borcunu ödemek için yeni şartlar öne süren veya vadeye ya da miktara itiraz eden kimse artık dürüst ve güvenilir kabul edüebilr mi?
Bir başka misâl alalım. Öğle vakti saat 12.00'de güneşin henüz doğmadığını ifade eden kimse, tekzip edildiğinde ve kınandığında, karşılık olarak; "benim ifademde gizli bir şart vardı, o da güneşin gece saat 10.00'da doğmuş olmasıydı" dese, böyle garip ve gülünç şeyler söyleyen bir kişiye dürüst bir kimse gözüyle bakılabilir mi?
Böyle gizli ve esrarlı şartlara bağlı taahhütler ve diğer ifadeler yine de hakikat kabul edile-biliyorsa, hiçbir aldatıcı, yanlış söz ve taahhüt yalan olarak tanımlanamaz denebilir. Bu taktirde "yalan" kelimesi anlamsız bir söz olacaktır. Böylece, her yalancı ve dönek Mirza'nın icat ettiği strateji sayesinde başarıya ulaşır.
"Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik." (4: 80).
Bu âyette Allah Teâlâ, peygambere itaatin Allah'a itaat gibi olduğunu beyan etmektedir. Daha önce zikredildiği üzere, eğer yeni bir peygamber daha gelecek olsaydı bu yeni peygambere itaat etmeyen hiç kimse sâdık bir kul kabul edilmeyecekti.
Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği ygamberler, sıddîklar, dosdoğru kişiler, şe-hidler ve sâlihlerle beraber olacaklardır; bunlar ise ne güzel arkadaştırlar!" (4: 69).
Bu âyette hakiki müminlere, ancak ve ancak Allah'a ve Hz. Muhammed @'e itaat ederlerse Cennette yüksek dereceler kazanacakları sözü verilmektedir ki, bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamberin gelmeyeceğinin açık bir delilidir. Aksi taktirde Allah'a yakınlık ancak bu yeni gelen peygambere itaat etmekle sağlanabilirdi.
Garip Bir Mantık: Bu âyet Hz. Muhammed @'in son peygamber olduğunu açıkça beyan etmektedir. Fakat o kadar gariptir ki, Mirza bu âyeti de kendi peygamberlik iddiasını desteklemek için kullanmaktadır. Mirza'nıri. mantığı en az yukarıda zikredilen taahhüt hadisesi kadar gülünçtür. O şu iddiada bulunmaktadır: Müslümanlar günde beş kez namaz-kılmakta ve "Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kişilerin yoluna eriştir" (1: 5) demektedirler. Yukarıdaki âyet (4: 69) doğrultusunda bu kimselerin peygamberler, sıddîklar ve şehid-ler olduğu anlaşılmaktadır. Bu İki âyeti birleştirirsek şu anlam ortaya çıkmaktadır: "Allah'ım, bizi peygamberlerin, sıddîkların ve şehidlerin yoluna ulaştır. Allah tabiî ki Müslümanların duasını kabul eder ve bunun sonucu olarak onları peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin yoluna eriştirir. Bu bizi Müslümanların nebî, sıddîk ve şehid olduğu sonucuna götürür. Bu nedenle Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmesi kabulü mümkün olmayan bir olay değildir."
Ne mantık! -Bunun doğurduğu sonuç şudur-bır kişinin yolunu izleyen kimse o kişinin kendisi haline gelir. Peygamberlerin yolunu izleyen peygamber, sıddîklarm yolunu izleyen sıddık ve şehidlerin yolunu izleyen şehid olur.
Buraya kısa bir yorum daha ilave edelim: Mirza'ya göre, vergi tahsildarının yolunu izleyen kimse vergi tahsildarı, sadrazamın yolunu izleyen sadrazam, padişahın yolunu izleyen padişah olur. Biraz daha böyle bir mantığı sürdürürsek bu yollan izleyen bir kimse günün birinde (haşa) Allah'ın .kendisi olur, çünkü Allah "insanları... Allah'ın yoluna çıkarman için...." (14: 1; 34: 6) buyurmaktadır,
Böylece Mirza'nm önerdiği kurala göre Allah Teâlâ'nın yolunu izleyen kimse (hâşâ) Allah -olur!
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının, peygamberine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat versin; yolunuzu gösteren bir nûr ihsan eylesin ve günahlarınızı silsin; Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (57: 28).
Bıi âyette yine, önceki peygamberlere ve özellikle bizim peygamberimize iman etmenin kurtuluşun kaynağı olduğu ve bu taktirde diriliş gününe kadar insanlara mağfiret sözü verildiği ifade edilmektedir. Eğer şeriatla gelmiş olsun olmasın -veya Mirza'nm tanımladığı gibi zıllî veya bürûzî olsun- bir başka peygamber daha bizim peygamberimizden sonra gelecek olsaydı bir kurtuluş kaynağı olarak adı muhakkak zikredilmiş olurdu. Allah'ın yukarıdaki âyette hakiki müminlere Hz. Peygamber @'e inanmaları durumunda onları şartsız olarak affedeceği sözünü vermiş olması da Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyeceğinin delilidir.
"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamberine iman edin. Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha Önce indirmiş olduğu Kitab'a da..." (4: 136).
Bu âyet aynı konuya ancak daha bir sarahatle İşlemektedir. Burada müminlerin inanması istenen peygamber yalnızca Hz. Muhammed @'dir. Eğer başka bir peygamber ondan sonra gelecek olsaydı bu durum Allah'ın değişmez ve hatasız kitabında mutlaka zikredilirdi. Allah bu âyette ayrıca müminlerin daha Önce indirilen ilâhi kitaplara ve Hz. Muhammed @'e indirilen vahye de inanmalarını istemiştir. Bunlardan başka bir vahye inanmalarını talep etmemiştir.
"Peygamber ve müminler, ona Rabbinden indirilene iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitablarına ve O'nun peygamberlerine, 'peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız' diye inandılar..." (2: 285).
Bu âyet Hz. Muhammed @'in son peygamber oluşunu iki şekilde açıklar: İlk olarak, müminler Hz. Muhammed @'e ve ondan önceki peygamberlere gönderilen vahye İnanmak zorundadırlar. Vahiy Rasûlullah @'den sonra da devam edecek olsaydı Allah müminleri bu vahiylere iman etmeyi de zorunlu tutardı. İkincisi, bu âyet müminlerin Hz. Muham-med'den önceki bütün peygamberlere aralarında ayrım yapmadan eşit olarak inanmalarını istemektedir ki, bu durumda Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan -Mirza'ya göre bürûzî- bir peygamber Kur'ân-i Kerim'de mutlaka zikredilirdi.
"Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'ân'a) iman edin." (2; 41).
Bu âyette Ehl-i Kitab'a (Yahudiler) seslenil-mekte ve Vahy'in (yani Kur'ân'm) eski kitapları -Tevrat, İncil- tasdik ettiğinden bahsedilmektedir. Bu âyet gelecek olan bir vahiyden söz etmemektedir.
"De ki: 'Allah'a, bize indirilene, İsmail'e, İs-hak'a Yakub'a ve torunlarına indirilene, Rab-leri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene iman ettik; onların hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz ancak, O'na içten boyun eğmiş müslümanlanz!" (3: 84).
Bu âyet bütün peygamberlere ve onlara indirilen vahye müminlerin inanmasının farz olduğunu açıklamaktadır. Yine "onları birbirinden ayirdetmeyİz" derken hüküm bir kere daha vurgulanmaktadır. Diğer yandan müminlerden Hz. Muhammed @'e gönderilen vahye de inanmaları istenmekte ve yeni ve daha sonra gelecek olan başka bir vahiyden söz e-dilmemektedir. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir vahiy gönderilmeyeceğinin açıkça beyan edilişi demektir. Aksi taktirde böyle bir vahiyden söz etmek gerekli olurdu.
Burada, özellikle dikkat edilmesi gerekli iki kelime mevcuttur -"verilene" (edilgen geçmiş zaman) ve istiğrak (kapsama) lam'ı ile ifade edilen "peygamberler". Bu kelimeler, muhatap kitlenin kendilerine İlâhi Kitap veya Sahi-fe verilmiş bütün peygamberler olduğunu göstermektedir. Ve artık hiçbir yeni nebevi vahiy gönderilmeyecektir.
"(Ey Muhammedi) Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarım iddia edenleri görmüyor musun?..." (4: 60).
Ru âyette de yine Hz. Peygamber'e ve daha Öncekilere iman edilmesinden bahsedilmektedir. Daha sonraki vahiyden bir bahis açılmamaktadır. "Senden önceki" ifadesi yeni bir vahyin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır.
"Allah'a iman edip iyi işlerde bulunan ve Muhammed'e, Rabbi tarafından bir gerçek olarak indirilene inananların kötülüklerini Allah örter ve durumlarını düzeltir." (47: 2).
Bu âyette, Hz. Muhammed @'e gönderilen vahye inananlara yapılan bir taahhüt açık ifadelerle görülmektedir. Bu taahhütte her ne tarzda olursa olsun gelecek yeni bir peygambere iman gibi bir şart gözükmemektedir. Bu Hz. Peygamber @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğinin açık ispatıdır. Aksi taktirde bu âyet diğer bir âyetle neshedilirdi.
"Ey insanlar! Peygamber Rabbinizden size gerçekle geldi; o halde iman edin, bu sizin için daha hayırlıdır." (4: 170).
Bu âyette bütün insanlığa seslenilmekte ve evrensel bir nübüvvete atıfta bulunulmaktadır; bu durum nübüvvetin sona erdiğini gösterir. Yine yalnızca ve yalnızca Hz. Muhammed @'e iman etmenin bütün insanlık için kurtuluş kaynağı olduğu vurgulanmaktadır. Bu Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyeceği ve sonraki (yalancı) peygamberlere inanmak gerekmeyeceği anla-mma gelmektedir.
"Ey insanlar! Rabbinizden size açık bir delil geldi, size apaçık bir nûr da indirdik. Allah'a iman edip O'nun hükümlerine sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendi katından bir rahmete girdirecek, bol nimetine kavuşturacak ve onları kendisine giden doğru yola çıkaracaktır." (4: 174-175).
Bu- âyetler de nübüvvetin sona erdiğim iki şekilde ispatlamaktadır. Birincisi, peygamberimizin tebliğinin evrensel olduğunu ve kıyamet gününe kadar gelecek olan nesillerin Hz. Peygamber @'e iman etmelerinin zorunlu olduğunu beyan eder. Diğer bir ifadeyle Hz. Muhammed @'in nurunun Diriliş Gününe kadar parlayıp ışık saçmaya devam edeceği -ve başka zayıf nübüvvet mumlarının ışığına ihtiyaç duymadığı anlatılır.
İkincisi, bu âyet de yine insanlara bir taahhütte bulunur -bir kurtuluş taahhüdü, bir saadet taahhüdü, Cennet ve nimet taahhüdü-, bunun şartı ise Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e iman etmektir. Bu şart da Hz. Muhammed @'den başka peygamber gelmemesini gerektirir.
"...Doğrusu size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir Kitab gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir..." (5: 15-16).
Bu âyet, daha önce zikredilen bütün âyetler gibi, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy gelmiyeceğini açıkça beyan etmektedir. Bu beyan doğru yola erişmek ve Cennete girmek için Hz. Pey-gamber'e ve Kur'ân'a İman etmenin yeterli olacağını göstermektedir. Bu âyet her nevi peygamberliğin ebediyen sona erdiğini ortaya koymaktadır.
"...Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır; onu muttakilere, zekat verecek olanlara ve âyetlerimize devamlı iman edecek olanlara vereceğim; onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları Rasûle, o okuyup yazma bilmeyen Peygambere uyacaklar..." (7: 156-157).
Daha önce meali verilen âyetler gibi, bu âyet de gelecek başka yeni bir peygamberi zikretmeden yalnızca Hz. Muhammed @'e iman etmenin af ve Cennet'e girmek için gerekli olduğunu ifade etmektedir. Eğer yeni bir peygamber -veya Mirza'nın dediği gibi bürûzî peygamber- gelecek olsaydı Kur'ân-ı Kerîm-'in taahhüdü yerine gelmemiş olurdu.
"...İşte ona (Peygambere) iman edecek olanlar, ona hürmet ve yardımda bulunacak olanlar ve onunla birlikte indirilen nura uyanlar, işte emellerine ulaşacak olanlar ancak onlardır!'buyurdu." (7: 157).
Bu âyet de bizim Hz. Muhammed @'den sonra peygamberliğin devam etmediğini ispat etmektedir. Her kim ki ona iman eder ve daha sonra peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanları reddederse saadete erecektir.
"...Öyle ise Allah'a ve ümmî peygamber olan Rasûlüne -ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin; ona uyun ki doğru yolu bulaşınız." (7: 158).
Bu âyet de benzer olarak nübüvvetin sona erdiğine delildir.
"Ey iman edenler! Allah'a ve peygamberine itaat edin.." (8: 20).
Önceki âyetler gibi bu âyet de hâtmü'n-nübüvvete delil teşkil eder.
"Ey iman edenler! Allah ve peygamberi sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin!" (8: 24).
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider..." (8: 46).
"Ey Peygamber! Allah'ın yardımı sana ve sana uyan müminlere yeter!" (8: 64).
Bu âyette de kurtuluşun tek yolunun Hz. Muhammed @'in yoluna uymak olduğu zikredilmektedir. Bu nübüvvetin sona erdiğinin açık delilidir.
"Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat eder1er. ݧte onlara Allah rahmet edecektir..." (9: 7D-
pu âyet de daha önce zikredilen âyetlerle anlam ve gaye bakımından uyum içindedir.
"Öyleyse Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz nura, Kur'âna inanın; Allah işlediklerinizden haberdardır." (64: 8)
Bu âyette de yine Hz. Muhammed @'den sonra gelen bir peygambere inanmanın kurtuluşa ermede bir vasıta olduğuna dair hiçbir şey yoktur. Daha ziyade Hz. Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e inanmak kurtuluş için yeterli sayılmaktadır.
"Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azab-dan kurtaracak, kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanır, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (61: 10-11).
Bu âyette müminlere kazançlı bir ticaret yolu gösterilmektedir. Bu yol Allah'a ve peygamberine iman etmektir. Kurtuluşun garantisi budur. Daha sonra gelecek zılîî, bürûzî veya başka bir çeşit peygamberle ilgili bir kayıt içermemektedir. Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gönderileceği fikri doğru olsaydı, bu âyette verilen taahhüt yeni peygambere itaat etmeden gerçekleşemezdi.
"Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden sarfedin. Sizden iman edip de (Allah rızası için) harcayan kimselere büyük mükâfat vardır." (57: 7).
Bu âyet de, anlamı ve hâtmü'n-nübüvvet'e delil olması itibariyle zikredilen önceki âyetlere benzemektedir. Çünkü bu şekilde mükâfat taahhüdü Hz. Muhammed @ ile birlikte yeni bir peygambere iman şartını içermemektedir. Peygamberin teşriî veya gayri-teşriî, zıllî veya bürûzî olması bu bakımdan fark etmemektedir.
"Ümmîlere kendi aralarından onlara âyetlerini okuyan, onlan arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Odur. Onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içindeydiler. Onlardan henüz kendilerine katılmamış olan diğer insanlara da (kitap ve hikmeti öğretmek üzere) onu gönderen Allah azîzdir, hakimdir." (62: 2-3).
Âyet mealindeki siyah puntoya dikkat edilmelidir. Bu âyet açıkça Hz. Peygamber @'in kendi devrindeki ve daha sonra gelecek nesil-lerdeki tüm insanların peygamberi olduğunu belirtmektedir.
İbn-i Kesîr bununla ilgili olarak Ebu Hurey-re'den rivayetle Buhari'âe nakledilen bir hadisi zikretmiştir: "Bu hadis bu sûrenin (Cuma sûresi) Medine'de indirildiğinin kesin delilidir. Bu hadis ayrıca bizim peygamberimizin gelecekteki bütün insanlık için rasûl ve nebî olarak gönderildiğini de göstermektedir.
Çünkü bu sûrenin kelimeleri (ve âhirûne minküm) 'İran halkı' olarak yorumlanmıştır. Hz. Muhammed @ bu yüzden İran'a, Bizans'a ve diğer topluluklara, onları Allah'a ve Kur'ân'a uymaya davet eden mektuplarla birlikte elçiler göndermiştir. Mücahid ve bir kaç diğer müfessir ise bu ifadeyi Hz. Muhammed @'e iman eden Arap olmayan kimseler olarak tefsir etmişlerdir."
Yine İmam İbn-i Kesîr, İbn-i Ebî Hatim'in Sehl b.Sa'd es-Sâ'İdî'den rivayet ettiği bir hadisten naklen Hz. Peygamber'in bu âyeti tefsir ederken şöyle buyurduğunu yazmıştır: "Ümmetimden nesilden nesile, hem erkek ve hem kadınlardan, hesaba çekilmeksizin Cennete giren kimseler gelecektir. (Daha sonra Rasûlullah @ 've ahirime minhum' âyetini okudu)." (İbn-i Kesîr, c. IX, s. 349).
Zikredilen âyette Hz. Muhammed (S)'in nübüvvetinin çok kapsamlı olduğu ve Diriliş gününe kadar gelecek tüm insanları ve toplulukları kapsadığı kesinlikle ispatlanmaktadır. Bundan dolayı bizim Peygamberimizden sonra hiçbir yeni peygambere ihtiyaç duyulmamaktadır.
"De ki: 'İşte bu, benim yolumdur. Ben de, bana uyanlar da bilerek, idrak ederek Allah'a davet ediyoruz..." (12: 108).
"Ben ve bana uyanlar" ifadesine özellikle dikkat edilmelidir. Bu ifadeden açıkça anlaşıldığı üzere insanları Allah'a ve hakikate bilerek çağıranlar Hz. Muhammed @, ashabı ve sünnetine sıkıca sarılan ümmetin büyük âlimlerinden başkası değildir.
İbn-i Abbas "bana uyanlar" ifadesini şöyle açıklamaktadır: "Yani, sırat-ı mustakim'de en güzel şekilde olan Muhammed @'in ashabı." (Me' âlımü't-Tenzil).
Eğer ondan sonra yeni bir peygamber gelecek olsaydı, o'da Allah'a ve hakikate bilerek çağıran sıfatı ile anılırdı. Sıralama Hz. Peygamber, ashab ve ümmetin âlimleri şeklinde yapıldığına göre, böyle bir peygamber ya da peygamberler gelecek olsaydı öncelik sırası itibariyle Hz. Peygamber'den sonra zikredilmeleri gerekirdi. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm yalnızca ashab ve ümmetin âlimlerinden bahsettiğine göre, bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğinin ispatı olmaktadır.
"Fakat onlardan İlimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen Kitab'a ve senden önce indirilen Kitab'a inanan müminlere..." (4: 162).
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağırıldıkları vakit: 'İşittik, itaat ettik!' demek, ancak müminlerin sözüdür, işte saadete erenler onlardır." (24: 51).
"Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınanlar; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (24: 52).
"De ki: 'Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin..." (24: 54).
"...Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz." (24: 54).
"Namaz kılın, zekat verin, Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin." (24: 56).
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlüne (gönülden) inamışlardır..." (24:62).
"Sen ancak, Kur'ân'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilir-sin..."(36: 11).
"...Senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Rasûlüne imarı etmiş kimselerdir..." (24: 62).
"...Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur."... (33:71).
Bütün bu âyetlerde Rasûlullah @'e gönderilen vahye ve ondan önceki peygamberlere gönderilen vahye iman etmenin, Diriliş gününe kadar gelecek olan dünyadaki bütün nesillere (rehberiyet, kurtuluş ve diğer gayeler bakımından) yeterli olduğu vurgulanmaktadır. Bundan dolayı, mağfiret ve Cennet taahhüdü peygamberlerin sonuncusunun sünnetine bağlı kalmak şartına dayandırılmıştır. Kur'ân'da verilen bir sözün asla neshedilemi-yeceği ve kıyamet gününe kadar geçerli olacağı da çok iyi bilinmelidir. Eğer nebevî vahiy Hz. Muhammed @Tden sonra da devam edecekse, bu yeni vahye inanmayan bir kimsenin Cennete girmesi mümkün olur mu? Eğer mümkün olmazsa Kur'ân'ın sözü nasıl yerine getirilebilecektir?
"Hani biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan da sağlam bir söz almışızdır." (33: 7).
Bu âyette mübarek Peygamberimizin ismi bütün diğer peygamberlerden önce zikredilmektedir. Niçin? Bunu Hz. Muhammed @ bizzat açıklamaktadır: Ebu Hureyre'den rivayetle Rasûlullah @ bu âyet (33: 7) hakkında şöyle bir tefsirde bulunmuştur: "Ben yaratılış bakımından bütün peygamberlerin birincisiyim; nübüvvetle gönderiliş bakımından ise hepsinin sonuncusuyum." (İbn-i Kesir, c. VIII, s. 48).
Buradan da anlaşıldığına göre bu âyet Hz. Muhammed @'in peygamberlerin ilki ve son gönderileni olduğuna ikna edici bir delildir.
"Rabbinizden size İndirilene uyun ve O'ndan başka edindiğiniz koruyuculara uymayın! Ne de az öğüt kabul ediyorsunuz!" (7: 3).
Bu âyet, Hz. Muhammed @'e gönderilen vahyin emirlerini takip etmenin bütün insanlık için bir zorunluluk olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, kimsenin bundan başka bir vahyi izlemek zorunda olmadığını da vurgulamaktadır.
Şimdi buradan, Hz. Muhammed (§)'e gelenden başka bir vahyi beklemek gerekip gerekmediği hükmüne varılabilir. Allah insanlara Allah'tan başka bir rehber tanımamaları öğüdünü vermektedir. Bütün bir insanlık bu âyetle açıkça Allah'tan ve Hz. Muhammed @'den başka bir rehber tanımaktan menedil-dikten sonra yeni bir peygamber göndermenin faydası nedir?
"Muhakkak ki biz, sizden Önce nice nesilleri, peygamberleri onlara açık deliller getirdiği halde ve zulmettikleri için helak etlik. Onlar zaten iman edecek de değillerdi. İşte biz suçlu toplulukları böyle cezalandn :rız. Sonra onların ardından, nasıl davranacağınızı görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik." (10: 13-14).
Bu âyet daha Önceki toplulukların şirk koşmaları yüzünden nasıl yokedildiklerini anlatmaktadır. Daha sonra Hz. Muhammed @ ve ümmetinin nasıl önceki topluluklara halef olduğu açıklanmaktadır. Bu da göstermektedir ki, bu ümmet ümmetlerin sonuncusudur ve bundan dolayı dünyaya yeni bir peygamber ve İslâm ümmetinin halefi olacak yeni bir ümmet gelmeyecektir. Belki de bu yüzden Allah Teâlâ İsrailoğullanna verdiği nimetleri Kur'ân'ın pek çok yerinde zikretmiştir. Meselâ:
"Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani size aranızdan peygamberler çıkarmıştı..." (5: 20).
Ancak ''ümmetlerin en hayırlısı" olan İslâm ümmetinden hiçbir yerde bu tarzda bahsedil-memektedir. Bu ümmete daima: "O (veya Biz) sizi yeryüzüne halife kıldık (halâifü'l-arz)" şeklinde bir hitapta bulunulmaktadır (6: 165; 10: 15; 35: 37). Bu âyetler bu ümmetin, ümmetlerin sonuncusu olduğu ve İlâhi rehberliğin en parlak ışık kaynağı olarak Hz. Muhammed @'in zuhur etmesinden sonra ümmete rehberiyet için hiç bir başka yeni yi], dıza (yani yeni peygambere) gerek olmadığ] gerçeğini aydınlatmaktadırlar.
Bu ümmetin hiçbir yönden daha önceki ümmetlerden daha aşağıda olmadığı da akılda bulundurulmalıdır. Bu ümmetin gelecek nesilleri için nübüvvet yolu kapalı olmakla birlikte kemâlâî-ı nübüvvet (peygamberliğe has olgunluk özellikleri) bu ümmetin büyük şahsiyetlerinin kişiliğinde ortaya çıkmaktadır. Bu gerçek Kur'ân âyetleri ve bir kaç hadisten çıkartılmıştır. Ancak peygamberlik makamı Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir insana bahsedilmeyecektir, çünkü böyle bir olay Hz. Peygamber'in sânına gölge düşürür.
Ebû Davud et-Tayâlisî Müsned'inde Abdullah İbn-i Abbas'tan rivayetle uzunca bir hadis nakletmektedir. Bu hadis, bir sonraki kısımda ele alınacaktır. Burada, konu ile ilgili bir kaç satın nakledilecektir:
"(Diriliş Gününde) önceki milletlerin hepsi (hayretle) şöyle diyecekler: Bu ümmetin tamamı neredeyse peygamber olacak gibidir." (Tayâlisî, Müsned, s. 354).
Allah her milletin daha önceki bir milletin yerine geldiğini de bildirmektedir. Önceki milletlerin bu kısır konumunu Allah Teâlâ şöyle ifade etmiştir: "Allah'ın sizi Nuh milletinin yerine getirdiğini... hatırlayın.'1 (7: 69); ve yine: "Allah'ın sizi Âd milleti yerine getirdiğini... hatırlayın." (17: 74).
Bu âyetlere göre bir millet diğerinin halefi olarak getirilmiştir. Meselâ Nuh milleti, Ad milleti gibi. Ama bu ümmet (Hz. Muhammed @'in yolunu benimseyenler) ümmetlerin en hayırlısıdır. Ümmet bir millet ya da topluluğun değil, bütün yeryüzünün halifesi olacaktır. Bundan dolayı bu ümmetin diğer bütün ümmetlerin halifesi olacağı ve kendisine halef olarak başka bir ümmet gelmeyeceği açık ifadelerle bildirilmiştir.
« Sizi yeryüzüne vekilleri yapan ve verdik-jeriyle denemek için kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan O'dur..." (6: 165).
"O, sizi biri diğerinin yerine geçen, yeryüzünün yöneticileri yapmıştır..." (35: 39)
Bu iki âyet de daha önceki âyetler gibi bu ümmetin, önce gelen ümmetlerin halifesi ve ümmetlerin sonuncusu olduğunu beyan etmektedir. Bu husus şimdiye kadar tafsilatla-rıyla ele alındı. Şimdi de bu konu ile ilgili olarak Tefsîr-i Hâzin'deki ifadeleri görelim: "Ümmet-i Muhammed'i dünyadaki bütün diğer milletlere halife kılan Allah'tır. Çünkü, Allah bütün önceki milletleri yok etmiş ve sizi (bu ümmeti) onların halifesi ve yeryüzünün vârisi kılmıştır ki, böylece siz onlardan sonra yeryüzüne yayılasmız. Bu böyledir; çünkü Hz. Muhammed @ peygamberlerin sonuncusudur ve ümmeti de ümmetlerin sonuncusudur. " (c. II, s, 71).
Yukandaki tercümenin son cümlesine dikkat edilmelidir. Bu bizim iddiamızı ispatlamaktadır. Nesefî'nin Tefsir-i Medarik'ini de ele alabiliriz: "Muhammed @ peygamberlerin sonuncusu olduğu için, ve buna dayanarak onun ümmeti dünyadaki bütün ümmetlerin halifesi olmuştur." (Medarik).
le buyurduğunu bildirmiştir: "Benim gönderilmemle saat (kıyamet)in gelişi böyledir (diyerek işaret parmağı ile orta parmağını gösterdi) [yani parmaklarını bitiştirdi]." {Müslim ve Buharı).
Bu başlık altındaki üç hadis İmam Ahmed tarafından MüsnedinĞe Sehl b. Sa'd, Enes ve Vehb el-Suveî'den rivayeten nakledilmiştir. İbn-i Kesir bu hadisleri tefsirine almıştır (c. IX, s. 340).
Aynı konu ile ilgili olarak Ebû Zümeyl'den rivayet edilen bir hadis şöyledir: "Son saat ile Hz. Peygamber'in dönemi, iki parmağın birbirine yakın olduğu kadar yakındır ve Hz. Peygamber" n dönemi ile kıyamet saati arasında başka ,nr peygamber gelmeyecektir."
Bu hadisde, Ebû Zümeyl, Hz. Muhammed @'in huzurunda gördüğü uzun bir rüyayı anlatmış ve Hz. Muhammed @ de rüyayı yorumlamıştır. Bütün rüyayı ve peygamberin yorumunu burada aktarmak gerekli değildir. Biz burada yalnızca tartışılan konu ile ilgili iki cümleyi nakledeceğiz. Ebû Zümeyl rüyasında, diğer şeylerin arasında Hz. Peygam-ber'i dişi bir deve sürerken görmüştür. Rasûlullah @: "Rüyanda beni dişi deve sürerken görmen, bizden sonra gelecek olan Sa-at'i (Kıyamet saatini) belirlemektedir. Ve benden sonra başka peygamber ve benim ümmetimden sonra başka Ümmet gelmeyecek.
"Saat (kıyamet) yaklaştı; ay da ikiye bölündü..." (54: 1). (Bu Hz. Muhammed @'in bir tnucizesidir).
Bu âyet kıyametin yaklaştığım ve bu dönemle son saat arasında Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber gelmeyeceğini açıklamaktadır. Bu husus, Ebû Hazm Seleme b. Dinar'dan rivayet edilen bir hadisde izah edilmiştir: Seleme b. Dînâr, Rasûlullah @'in şöytir." (Beyhakî'nin Delâili'n-nübüvve'smd&n naklen İbn-i Kesîr, c. IX, s. 369).
"İnsanların hesap verme günü yaklaştı; onlar-sa gaflet içinde yüz çevirmiş durumdalar." (21: 1).
"Allah'ın emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin..." (16: 1).
Büyük müfessirler genellikle "Allah'ın emrinin" kıyamet saati anlamına geldiğini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber kıyamet gününe dek dünyaya gelecek değildir.
"Allah, sana da senden öncekilere de şöylece vahyeder..."(42: 3).
Kur'ân-ı Kerîm bu meseleyi pek çok âyette ele almış ve kesin olarak hükme bağlamıştır. Daha önce üçüncü ve yedinci âyet başlıkları altında konu ayrıntılı şekilde ele alınmıştı. Bundan dolayı, Allah'ın bütün peygamberlerinin aynı derecede hürmete lâyık olduğunu hatırlatarak bu hususa dikkatlerini çekmek istiyoruz. Onlar söz konusu ise onların tebliğleri saadet getirir: ve gelecek nesiller bu tebliğlerde öğüt ve hikmet bulurlar. Bunun için onların kıssa, hâdise ve gayretleri büyük bir dikkatle incelenmelidir. Kur'ân'm açıkladığı kadarıyla bu kıssalar daima faydalı ve bir ibrete yöneliktir.
Şimdi Hz. Muhammed @'den sonra peygamberlik ve risaletin devam edip etmeyeceği ve vahyin kesilip kesilmeyeceği dikkatle incelenmelidir. Eğer yeni peygamberler gelecekse, bu ümmet de daha önceki milletler gibi peygamberleri iki gruba ayıracaktır: Hz. Muhammed <2>'den önceki peygamberler ve ondan sonraki peygamberler. Bu durumda Kur'ân'm her iki gruptan da söz etmesi ve onların özelliklerini belirtmesi gerekirdi. Önceki kitaplar (Tevrat ve İncil) bu tarz tanımlamalarla doludur. Eğer, bir yandan eski peygamberler ve yüce eserleri bu ümmete Öğüt vermek için zikrediüyorsa, diğer yandan gelecek peygamberler de alâmetleri, âdetleri, akıbetleri, kültür ve medeniyetleri, memleketleri ve şeriatları ve şeriatlarının ayırıcı özellikleri itibariyle zikredilmelidir ki, insanlar her yeni peygamberi kolaylıkla tanıyabilsin. Kur'ân, insanların, vadedilmiş olan peygamberi (Hz. Muhammed @'i) kendi çocuklarını tanıdıkları gibi kolayca tanıyabileceklerini açıkça beyan etmiştir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamber [Muhammedji), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler." (2: 146).
Bu kitaplar yalnızca yeni bir peygamberin geleceğini önceden bildirmekle kalmamış, bu peygambere İnanmaları ve onu izlemeleri konusunda insanlara tavsiyede de bulunmuştur.
Hz. Muhammed @'den sonra da yeni peygamber gelecek olsaydı ve vahiy kesilmeyecek olsaydı, bundan Kur'ân'da tıpkı geçmiş peygamberlerden bahsedildiği gibi bahsedilmesi gerekirdi. Gelecek olan peygamberlerin ismi, dış görünüş ve alâmetleri ve alışkanlıkları tarif edilmeliydi. Ümmet böylece bu peygamberleri kolaylıkla tanıyabilirdi.
Bu mesele üzerinde biraz derin düşünülünce, gelecek peygamberlerin tarifi ve tanımlanmasının geçmiş peygamberleri tanımlamaktan daha Önemli ve gerekli olduğu sonucuna varılacaktır. Çünkü, geçmiş peygamberlere icmâlî olarak (toptan) iman edilmektedir ve bu peygamberlerin bütün ayrıntılarının tek tek bilinmesi zaruri değildir. Onların tebliğlerine insanlar az-çok vâkıftırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "...Sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık..."
Bu âyet, bırakınız geçmiş peygamberlerin ümmetlerini, kendilerinden bile bazen bahsedilmediğini göstermektedir.
Kısaca, Önceki peygamberlere icmâlen inanmak yeterlidir. Allah'ın pek çok peygamberler gönderdiğini ve hepsinin hak olduğunu bilmek kâfidir. Onların alışkanlıkları, şekilleri ve özellikleri hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak iman kapsamına girmez. Diğer yandan, daha sonra gelecek olan peygamberler hakkında mümkün olduğunca ayrıntılı bilgiler edinmeliyiz ki, böylece kurtuluşumuzun kendisine inanmaya, emir ve yasaklarına uymaya bağlı olduğu bu peygamber(ler)i şüphe ve vesveseye yer kalmaksızın tanıyabilelim. Bu kişi(ler)nin kim olduğunu idrak edemeden, yalnızca iman etmek kurtuluş için yeterli değildir.
Bu durumda eski peygamberlerin kıssaları mı Kur'ân'da ayrıntıları ile yer almalıdır, yoksa gelecek olan (söz konusu ise) peygamberlerin bariz özellikleri mi yazılmalıdır? meselesi kendiliğinden değerlendirilebilir. Şimdi Kur'ân'ın kesin ve açık âyetlerim İncelenerek eski peygamberlere ne kadar dikkat çekilmiş ve Muhammed @ 'den sonra gelecek peygamberler -ümmet kendilerini tanıyabilsin diyene kadar tanımlanmış, zuhur etmeleri beklenen şartlar ve ortam ne kadar anlatılmış, o anlatılacaktır.
Mutlak bir hakikat olarak ifade edilebilir ki, Kur'ân'ın otuz cüzündeki tek bir âyette dahi, Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan bir peygamberin ismine, şekline veya özelliğine değinilmemektedir. Yine Kur'ân'ın hiç bir yennde yeni gelecek olan peygamberin şu ya da bu memlekette zuhur edeceğine dair en ufak bir ipucu yoktur. Kesinlikle belirtilebilir > "z. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber geleceğine dair en ufak bir îma yoktur.
Uıger yandan eski nebî ve rasûllerin adlan ve vazifelerinin ayrıntılarının Kur'ân'da defalarca zikredildiğini görüyoruz. Bu kıssalar muhtelif vesilelerle ve değişik ayrıntılarıyla defalarca tekrarlanmaktadır. Meselâ, Hz. Musa'nın kıssasına, Kur'ân'ın hemen her sûresinde, bazen kısaca değinilmiş ve bazen önemli ayrıntıları da zikredilmiş şekilde, rastlanılmaktadır.
İlâhi daveti muhatap kabul edenler için son hidayet kaynağı olan bu İlâhi vahiy Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber geleceği konusunda insanları uy armam aktadır. Halbuki böyle bir peygamber gelecek olsaydı ümmetin ona inanabilmek ve yolunu izleyebilmek için yeni peygamberin geliş alâmetleri ve belirtileri hakkında bilgi sahibi olması gerekli ve şart olurdu. Çünkü böyle bir durumda ümmetin selâmeti buna bağlı olurdu. Ancak Kadıyanîler adına esefle belirtelim ki, Kur'ân'da buna dair bir ipucu yoktur. Ancak eski peygamberlerin isimleri, memleketleri, kültür ve medeniyetleri kıssalar şeklinde Kur'ân'da defalarca zikredilmiştir. Halbuki önceki peygamberlerin kıssalarını yoğun şekilde İncelemek ümmete farz değildir, îmanın aslî bir unsuru değildir. Bütün eski peygamberleri isim İsim saymadan bütünüyle kendilerine iman etmek yeterlidir.
Yine Hz. Muhammed @'e ve diğer peygamberlere gönderilen vahye iman etmek ümmet için zorunlu kılınmıştır. Bu da vahyin yalnızca Hz. Muhammed @'in devri ve ondan önceki devirler için söz konusu olduğunu göstermektedir. Yani, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyecek ve artık dünyaya başka bir vahiy gönderilmeyecektir.
Aynı fikir şu âyette zikredilmektedir: "Güçlü olan, hâkim olan Allah, sana da, senden öncekilere de şöyle vahyeder:.." (42: 1). Bu âyet vahyin Hz. Muhammed @'den Önceki peygamberlere de gönderilmiş olduğunu açıkça beyan etmektedir.
Şurası bilhassa bahsedümeye değer ki, eğer vahy Hz. Muhammed @'den sonra da devam edecek olsaydı bu, Kur'ân'da ayrıca ve kesin olarak söz konusu edilirdi; böylece Müslümanlar yeni peygamberin zuhuru konusuna hassas ve müteyakkız olurlar, onu tanıyıp ona iman eder ve yolunu takip edebilirlerdi.
Kur'ân'da ilâhi vahiyden ileyke (sana gönderilen) ve min gabîike (senden Önceki peygamberlere gönderilen) veya min galbü(vçya bu peygamberin döneminden Önce) ifadeleri ile birlikte bahsedilmesi Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir vahiy ve yeni bir peygamber gelmeyeceğinin açık bir delili olmaktadır.
GözönÜnde tutulması gereken bir diğer nokta daha vardır. Kur'ân ebedî bir kanundur ve ilga edilemez. Kıyamet Gününe kadar bütün insanlar ve nesiller bu kanuna tâbidir, Mirzâîlerin Kadıyanî ve Lahorî fırkaları ise zahiren buna iman etmektedir [gerçekte Ka-dıyaniler (ve Lahori'Ier) Mirza'ya ibadet etmekte ve Mirza'ya itaat edilecek durumlarda Kur'ân'ı dikkate almamaktadırlar] ve Kur'ân'tn gelecekte yeni bir peygamber geleceğinden kısaca veya ayrıntılı olarak bahsetmediğini kabul etmektedirler. Bu kabul ise yeni bir peygambere ilâhi vahiy nazil olması sürecinin ebediyen ortadan kalktığım kabul anlamına gelir,
Eğer önceki kitaplar (Tevrat ve İncil) yalnızca daha önceki peygamberlere ait referanslar içerseydi ve tanımlamalarım mim gabi (Musa'nın veya İsa'nın zamanından önce) ile sı-nıriasalardı bu uygun olmazdı. Çünkü, bu kitaplar belli bir dönem, belli bir kavim ve belli bir bölge için gönderilmişlerdi ve mahiyetleri İtibariyle evrensel değildiler. Gelecek bütün nesillere yol göstermek ve rehberlik etmek gibi bir vazife bu kitaplardan beklenen bir şey değildi. Yine bu yüzden gelecek olan peygamberleri ayrıntısı ile tanımlamak durumunda değildiler.
Ama, Kur'ân kıyamet gününe kadar gelecek olan bütün nesiller için bir rehberlik ve hidayet kaynağı, ayrıca selamet vasıtası olduğundan, Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamberlerin işaret ve alâmetlerini tanımlamak zorundaydı. Aksi taktirde Kur'ân'ın öğretisi ve rehberliği tam ve kemale ermiş kabul edilemezdi.
Halbuki bu düşüncelerin tam aksine, eski kitapların gelecek peygamberlerle ilgili tanım ve tahminlerle dolu olduğu görülmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamber(ler)le ilgili böyle tanımlama ve tahminler içermemektedir. Yeni bir peygamber geleceğine dair en ufak bir ipucu dahi görememekteyiz. Diğer yandan Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde nübüvvetin Hz. Muhammed @'den sonra devam etmeyeceğine dair açık deliller bulunmaktadır. Bunlardan hareketle yeni bir şeriatla ya da şeriatsız, Mirza'nm deyimiyle zıîlî ve bürûzî hiç bir yeni peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra zuhur etmeyeceğini söyleyebiliriz. Bu delillere rağmen aksini düşünmek İslâm'ı red ve İslâm'dan inhiraf etmek anlamına gelir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.
Şimdi Allah'ın "min gabi (bundan önceki)" kısıtlamasını kullandığı Kur'ân âyetlerinin bazılarını inceleyelim.
Bu âyetler, eğer şeriata göre Mirzanın tanımladığı gayriteşriî, zilli veya bürûzî peygamberliğin bir geçerliliği varsa, bu tarz peygamterliklerin de Hz. Muhammed @'den sonra sona erdiğinin açık delilidirler; çünkü, İslâm'da her tür ve sınıftan olan peygamberlere iman etmek şarttır ve onları inkâr küfür demektir. Böyle bir kural mevcutken Kur'ân muhtemel herhangi bir tarz peygamberin -eayriteşriî, 21IIÎ veya bürûzî- zuhuru konusunda tamamen sessiz kalıyorsa bu sessizlik Hz. Muhammed @'den sonra herhangi bir yeni peygamberin zuhur etmeyeceğine ve böyle bir şeyin Allah katında kabul edilmeyeceğine açık bir delil teşkil etmiş olmaz mı? Bu aynı zamanda Hz. Muhammed @'den sonra nübüvvetin devam etmeyeceğinin ilânı anlamına da gelmektedir.
Burada bir başka önemli mesele daha zikredilmelidir: Bizim peygamberimiz, ümmetini çok severdi ve onlara karşı çok müşfik ve merhametli idi. Onun bu şefkat ve merhameti gözönünde bulundurulursa, gelecekte ümmetinin karşılaşabileceği zorluklara karşı daima yardıma hazır olacağını düşünebiliriz. O ashabını, yollarına çıkabilecek tehlikeler konusunda daima uyarmıştır. Gelecekte zuhur edecek fitne ve zorluklar hakkında onları bilgilendirmiş ve böyle karışıklıkları ihdas edecek kimselerin tarifini yapmıştır. Bu tehlikeleri savacak olan büyük müslümanlardan da sözetmiştir. Deccall&n tarif etmiş ve onların fitne ve aldatmalarına karşı alınabilecek önleyici tedbirleri sıralamıştır. Bu ayrıntılar sahih hadis kaynaklarında mevcuttur. Ümmete kendilerini başarı ve saadete götürecek yolları aydınlatacak kimseleri de bildirmiştir. "Benim ardımdan gelen Ebû Bekir ve Ömer gibileri izleyin!" buyurmuştur. (Tirmizî, İbn-i Mâce).
Bir keresinde ise şöyle buyurmuştur; "Kıyamet Gününde, her ümmet susamış olarak gelecektir, Ebu Bekir'i, Ömer'i, Osman'ı ve Ali'yi sevenler müstesna." (Vâsifî, d-Kebir).
Bir başka vesileyle "Hulefa-i gidinin sünnetine sıkıca sarıhnmasını" tavsiye etmiştir. Bir diğer vesileyle "İbn-i Mesud'un sözünün dinlenmesini" önermiştir. (Tirmizî). Yine "dostum ve ashabım Zübeyr" nitelemesinde bulunmuştur (Buharı). "Bu ümmetin emminin Ubeyde b. Cerrah olduğunu" (Buharı ve Müslim); "Bu ümmetin en ulusunun amcası Abbas ve bu ümmetin torunlarının Hasan ve Hüseyin olduğunu" (Kcnzü't-Ummal, c. VI, s. 63). "Bu kavmin en iyisinin Abdullah İbn-i Abbas" (el-Hattabî, Kem) ve "haram ve helâli en iyi bileninin Muaz b. Cebel olduğunu" buyurmuştur (Kenz).
Yemenli Veyse'l-Karânî'yi (Müslim) ve Allah'ın, hürmetlerine binaen dünyanın varlığım sürdürdüğüne inanılan abdalları (bedîl= ebdâl) haber vermiştir. Suriye'den abdal'm gelecek olmasının Kıyamet alâmetlerinden olduğu (Mişkat, XXIII) "Suriye'den çıkacağı" ' (Müsned-i Ahmed) bildirilmiştir. Her yüzyılın başında zuhur edecek olan müced-üfo/lerden de bahsetmiştir (Ebu Davud). Kıyamet yaklaştığında zuhur edecek olan İmam Mehdi'den bahsetmiş ve onun alâmetlerini ayrıntılarına kadar tanımlamıştır (el-Örfü'l-verdi fi Ahbarü'l-Mehdi).
Kıyamet gününün yaklaştığı vakitlerde İsa İbn-i Meryem'in gökten arza ineceğini haber vermiş ve hiç kimsenin bu Mehdi'yi tanımada güçlük çekmeyeceği tarzda onun iniş alâmet ve şartlarını zikretmiştir (et-Tasrih' bima tevatüre fi nüzulü'l-Mehdî).
İnsanlara olan merhameti, ümmeti, gelecek fitne ve meselelerden korumak için bütün bunları söylemesini sağlamışken, teşriî veya gayriteşriî ya da zıllî veya bürûzî bir peygamberin muhtemel zuhuru, bunun nerede, ne zaman ve hangi Özeliikler ve alâmetlerle ortaya çıkacağı konusunda tek bir söz bile söylememiştir (!) Ümmetini böyle bir peygambere uymaları, aksi taktirde Allah'ın gazabına uğrayacakları konusunda hiç uyarmamıştır.
Halbuki kendisinden uzun süre önce peygamberlik yapmış olan Meryem oğlu İsa'nın yeniden zuhurundan bahsetmiştir. Kur'ân Hz. İsa ile ilgili bazı bilgiler içermektedir. Hz. Mu-hammed @ ashabına Hz. İsa'nın -daha Önce peygamberlik yapmış olmasına rağmen- peygamberlik sıfatı ile değil, İmam ve Allah rasûlünün halifesi sıfatı ile zuhur edeceğini bildirmiştir. Bu tıpkı başka bir eyaleti ziyarete giden bir başkanın durumu gibidir, bu başkan, başkanlık sıfatını buraya ziyarette bulu-duğu için kaybetmemektedir ama bu eyalette başkanlık veya yöneticilik hükmü de yoktur.
Hz. İsa'nın kıyamet yaklaştığı zaman yeniden zuhur edeceğine dair yüz civarında hadis vardır. Bu olay her türlü ayrıntısı, alâmeti ve özgün özellikleri ile tarif edilmiştir, öyle ki Mesih'in kimliği konusunda zuhur ettiği zaman kimsenin zihninde bir şüphe ve müphemiyet kalmayacak, herkes onu kolaylıkla bilecektir.
Kısaca, bu ümmete Meryem oğîu İsa'nın zuhurundan başka yeni bir peygamber gönderilmeyecektir. Hadislerin hiçbirinde böyle bir peygamberle ilgili bir îma ya da ipucu yoktur. Diğer yandan Hz. Muhammed (g)'den sonra nübüvvet makamına kimsenin geçmeyeceğine dairpekçok hadîs ve âyet vardır.
Kur'ân'm imanın temel unsurlarından bahsedilen her yerinde, Allah'ın daima Hz. Mu-hammed'e gönderdiği vahyi daha önceki peygamberlere gönderdiği vahiylerle birlikte zikrettiğini görmekteyiz. Gayriteşriî, zıllî veya bürûzî başka yeni bir peygambere gönderilecek olan vahiyle birlikte zikrettiğine İse asla rastlanılmamaktadır.
Nebevi vahyin sona erdiğine ve hâtmü'n-nübüvvete dair Kur'ân ve sünnette başka hiçbir delil olmasaydı bile mâkul bir kimse kendiliğinden Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber olmayacağı ve vahyin devam etmeyeceği sonucuna rahatlıkla varabilirdi. Çünkü bizim Peygamberimiz bütün insanlara gönderilmiş olup, İslâm da Allah tarafından kemâle erdirilen dinin adıdır (5: 3).
Eğer Kadıyanîlerin icat ettiği türden teşriî-gayriteşriî veya ııllî, bürûzî gibi peygamberlikler olsaydı ve bunlardan biri bile hâtemü'l-enbiya'dan sonra onun yerine gelecek olsaydı bunun Kur'ân'da belirtilmesi gerekmez mi idi? Çünkü o taktirde böyle bir peygamberi tanımak ve ona itaat etmek ümmete vâcib olurdu. Ancak böyle bir şey söz konusu olmadığı İçin herhangi bir bahis de geçmemiştir.
"Şüphesiz senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik..." (6: 42).
"... de ki: 'Benden önce de size peygamberler açık deliller ve o söylediğiniz şeyi getirmişti..." (3: 183).
"Seni yalanlıyorlarsa, senden önce de deliller, sahİfeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberleri de yalanlanmıştı." (3: 184).
"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi de, o alay ettikleri şey her yandan kendilerini kuşatıp mahvetti." (6: 10).
"Senden önceki birçok peygamberler de yalanlandılar ve yardımımız gelinceye kadar yalanlanmalara ve uğradıkları eziyetlere sabrettiler..." (6: 34).
"Senden önce gönderdiklerimiz de, ancak şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerdi..." (12: 109).
"Andolsun ki, senden önce de nice peygamberler alaya alınmıştı..." (13: 32).
"Andolsun ki, senden Önce de nice peygamberler gönderdik..." (13: 38).
"Senden önce, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekler göndermiştik. Bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun." (16: 43).
"Allah'a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik..." (16: 63).
"Sana, kendinden öncekileri doğrulayarak gönderdiğimiz Kitap, gerçeğin ta kendisidir..." (35: 31).
"Bu, senden Önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki bir kanundur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın." (17: 77).
"Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: 'Benden başka ilâh yoktur, şu halde bana ibadet edin!' diye vahyetmişizdir." (21: 25).
Muhakkak ki, peygamberlerin tebliğ ettikleri en aslî İman unsuru tevhiddir. Hz. Muham-med @'den sonra bir peygamber gönderilecek olsaydı o da bu tebliğle gönderilirdi. Bunun içindir ki, tevhidî davet çerçevesinde geçmişteki peygamberler zikredilirken herhangi bir tahsis ve kısıtlama getirilmemektedir. Ama min gablik (senden öncekiler) gibi bir tahsisin varlığı Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gönderilmeyeceğinin kesin delilidir.
"Biz, senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki, o, bir şey yapmak arzu ettiğinde..." (22: 52).
Azamet ve yüceliğini izhar eden "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı..." (25: 20).
Bu âyet dikkate alınmalıdır. Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamberler de kesinlikle yemek yerler, öyleyse niçin önceki peygamberlerle ilgili bir tahsis yapılmıştır? Çünkü, Hz. Muhammed @'den sonra başka peygamber gelmeyecektir. Bu tahsis yapılmasa, geçmiş ve gelecek bütün peygamberler yemek yerler anlamı çıkabilirdi. Bunu önlemek için tahsis yapılmıştır.
"Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme); senden önceki peygamberler de yalanlanmıştır..." (35:4).
"Sana da, senden önceki peygamberlere de: 'Eğer Allah'a ortak koşarsan, muhakkak amelin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!' diye vahyolunmuştu." (39: 65).
Şirkin bütün amelleri boşa çıkaran bir fiil olduğu muhakkaktır. Bu yalnızca önceki peygamberler İçin değil, gelecek bütün peygamberler için de geçerli bir kuraldır. Burada nün gablikle tahsisde bulunulması, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği için bu emrin böyle biri tarafından yerine getirilmesinin de söz konusu olmadığını göstermektedir. Aksi durumda, yani böyle bir peygamber gelecek olsaydı, Allah onun şirk günahını işlemesine izin vermeyeceğinden tahsisde bulunmazdı.
"...Senin İçin söylenenler, senden önceki peygamberler için de söylenmişti. Doğrusu Rab-bin hem bağışlayan ve hem de can yakıcı azab verendir." (41: 43).
Burada da yine ma kabl (senden öncekiler) ifadesi ile tahsis yapılmıştır. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini ve vahyin artık sona erdiğini ispatlamaktadır.
"Güçlü ve hikmet sahibi olan Allah, sana da, senden Öncekilere de böyle vahyediyor." (42: 3).
Vahyin yalnızca Hz. Muhammed @'e ve daha önceki peygamberlere tahsis edilmesi, Hz. Muhammed @'den sonra başka yeni bir peygamber gelmeyeceğini açıkça göstermiyor mu? Eğer vahiy Hz. Muhammed @'den sonra zuhur edecek olan Hz. İsa'ya gelse bile, bu durum yukarıdaki genel kanuna tezat teşkil etmeyecektir; çünkü Hz. İsa da önceki peygamberlerdendir.
"Senden önce herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya..." (43: 23).
"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" (43: 45).
Burada dikkat çeken nokta şudur: Yukarıda zikredilen Kur'ân âyetlerinde ne zaman vahiy, nübüvvet veya risalet kavramları geçse hemen bunlar yalnızca Hz. Muhammed ve önceki peygamberlere tahsis edilmiştir. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra bir peygamber ortaya çıkacak olsa bu Kur'ân'ın hükümleriyle ile tezat teşkil eder ve İlahi Kitab'ın hikmetine aykırı olur. Bundan mutlak yaratıcı olan Allah'a sığınırız!
Peygamberler zuhur edecek olsaydı ^r'ân'ın bundan ayrıntıları ile bahsetmesi, ların isimlerini, suretlerini, zuhuratlarını ve °n maketlerini bildirmesi önceki peygamberlerden bahsetmesinden daha da lüzumlu olurdu. t.lwv ile belli bir anlam yükleme amacı güdülmeseydi bu tahsis ortadan kaldırılır ve böylece ümmet ilâhi vahiyle yeni bir peygamber geleceğini şüphe içinde kalmadan, kesin bilgiyle bilirdi.
İlâhi Kitabımızın üslûbu ve hikmeti üzerinde derinlemesine düşünülmelidir. Bu konu incelendiğinde Kur'ân-ı Kerîm'in bu ifadelerle Hz. Muhammed @'den başka yeni bir peygamberin ebediyen gelmeyeceği ve vahyin onunla nihayete erdiği gerçeğine kesin bir imanla inandırmak gayesi güttüğü görülür. Eğer hâlâ kişi bu konudaki inat ve inkârına devam ediyorsa, bu da onun zavallılığına işarettir!
Ziüî, Bürûzî veya Gayriteşriî Peygamberliğin Reddi
Yukarıda zikredilen bütün Kur'ân âyetleri Kadıyanîlerin dalâlet ve tahriflerini tamamen açığa çıkarmaktadır. Bu âyetler kendinden menkul peygamberlik kategorilerini (gayriteşriî, zıîlî veya bürûzî gibi) tanımamaktadır. Kadıyanîler genellikle hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili âyetin yalnızca teşriî peygamberlerin gelişini sonlandırdığmı ve gayriteşriî, zıllî ve bürûzî peygamberlerin zuhur etmesinin mümkün olabileceğini vurgularlar.
Eğer bu kategorideki peygamberlikler Allah katında makbul olsaydı ve (Hz. Muhammed
^'den sonra da) zuhur etmelerinin devamı soz konusu olsaydı Kur'ân'da muhakkak ay-nca belirtilirlerdi. Çünkü Kur'ân kıyamete kadar bütün insanlık için selâmet ve istikamet rehberidir. Halbuki Kur'ân'da önceki peygamberlere ve ümmetlere ait ayrıntılı haberer varken, gelecek peygamberlerden hiç bahsedilmemektedir.
Kur'ân gelecek peygamberler hakkında sessiz olup, onların görünümleri, zuhurat alâmet ve şartlan ile ilgili en ufak bir ipucu bile içermemektedir. Diğer yandan Kur'ân'm muhtelif sûrelerinde önceki peygamberlerin kıssaları ve onlara gönderilen vahiyle ilgili pek çok âyet mevcuttur. Ve yine bizim peygamberimizin nübüvvet ve rîsaletinin önceki peygamberler ve rasûller ile birlikte ve tahsis edilerek zikredildiğini görmekteyiz. Bundan dolayı gayriteşriî, ziüî veya bürûzî bile olsa hiçbir peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra zuhur etmeyeceğine ve bunun Allah katında makbul olmadığına inanıyoruz. Nübüvvet bizim peygamberimizle birlikte sona ermiştir.
Allah'tan dileğimiz, Mirza ve benzerlerinin bağlıları arasındaki Allah'tan korkan kişilerin bu aşikâr gerçeği görüp, kabul ederek kendilerini ebedî cehennem ateşinden korumalarıdır! "Allah'ım, halkıma hidâyet ver, onlar bilmiyorlar!"
"Önce gelip geçenler arasında nice peygamberler gönderdik." (43: 6).
Bu âyette de bütün insanlık için Kıyamet Gününe dek hidâyet rehberi olarak gönderilmiş bulunan Hz. Muhammed @ hâricinde vahye muhatap peygamberlerin ve ümmetlerinin yalnızca ondan önceki dönemlerde yaşayanlar olduğu izah edilmektedir. Bu konu daha önce yeteri kadar tartışılmıştı.
Bu nedenle, Kur'ân âyetlerini okuyup düşünen kimseler Hz. Muhammed @'den sonra yeni bîr vahiy ve yeni bir peygamber gelmeyeceğine inanırlar.
"Sonra biz, Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; onlardan kimi nefsine zulmeder, kimi orta yolu tutar, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte bu büyük lûtuftur." (35: 32).
Bu âyette Kur'ân'ın mirasçılarının (islâm ümmetinin) üç ana gruba ayrıldığı belirtilmektedir. Sahabenin önde gelenleri bunu tefsir etmişlerdir.
Ukbe b. Suhban rivayet etmektedir: Aişe-i Siddıka'ya bu âyetin tefsirini sordum. Şöyle cevapladı: "Ey oğlum, bunların hepsi de Cennetle mükâfatlandırılmıştır. İyiliklere koşanlar ve diğerlerini bu konuda geride bırakanlar Rasûlullah @'İn devrinde yaşayanlardır. Orta yollu davrananlar Rasûlullah'ın ashabının amellerini taklit ederek onların dostluğunu kazananlardır. Kendine yazık edenler ise, senin benim gibi insanlardır." (İbn-i Ebî Ha-tem'den nakille, İbn-i Kesîr, Tefsir, o. VIII, s. 198).
Râvi, Aişe-i Sıddıka'nın kendisim tevazu ile, ancak mahcûbâne bir İfadeyle kendilerine yazık edenler sınıfına soktuğunu bildirmiştir; yoksa o da hayırda koşanlar grubuna girer.
Osman b. Affan ise bu kimseleri şu şekilde tasnif etmiştir: "Kendilerine yazık edenler âlimlerden uzak olarak bâdiyede yaşayanlardır; orta yolu tutanlar şehirlerde yaşayanlardır ve nihayet hayırda yanrışanlar cihad ile
meşgul olanlardır." (İbn-i Ebî Hatim'den nakille İbn-i Kesir, c. VIII, s. 196).
Bu grupların niteliği daha derinlemesine so-ruşturulabilir ve ayrıntılı incelemeye tabi tutulabilir. Ancak görülecektir ki, bu grup içinde hiçbir peygamber ya da peygamberler topluluğu yoktur. Onlar yalnızca ashab ve peygamberin ümmetidir.
Aişe-i Siddıka'ya göre iyiliklere koşanlar, Hz. Muhammed @'in kendilerine cennet müjdeleri verdiği devirlerde vefat eden ashabdır. Şurası açık ki onların hiçbiri peygamber değildir. Mirza ve müridleri bile onlardan hiçbirini peygamber saymamaktadır.
En üstün sınıfta olanlar iyilikte önde koşanlar ve orta yolda bulunan kimseler sınıfına girenler arasında dahi bir peygamber bulunmadığına göre üçüncü sınıf insanlar arasından nasıl olur da peygamberlik.mertebesine çıkacak insanlar bulunur?
Kısaca, Kur'ân-ı Kerîm'in vârisleri olarak kabul edilen Üç grup mevcuttur; bunların hiç birisi peygamber içermemektedir -daha ziyade aralarında peygamber bulunmadığı belirtilmektedir. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra başka bîr peygamber olmayacağının açık delilidir. Öyle ki, bir kimse şeriata sımsıkı sa-rılsa ve Kur'ân'ın hakiki vârislerinden olduğu açığa çıksa bile bu makama eremez ve bu konuda hak iddia edemez. Bu tabiî ki, Mirza'nın saf ve câhil kimseleri kandırmak için icad ettiği zıllî veya gayriteşriî peygamberlik için de geçerlidir.
Seksendokuzuncu Âyet
"Yüzleri ateşte çevrildiği gün: 'Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke peygambere itaat etseydik!'derler" (33: 66).
Ayetin metnini incelediğimizde er-rasûl'dcn kastedilenin Hz. Muhammed @ olduğu anlaşılmaktadır. 63. âyette geçen yes'alüke (insanlar sana soruyorlar) ve ma yüdrike (ne biıjrsin) ifadeleri de incelenebilir. Bu âyetten tjz. Muhammed @ devrindeki müşriklerin cehennem ateşine atılacakları ve pişman ola-ca]jları, ancak pişmanlıklarının kendilerine fayda vermeyeceği anlaşılmaktadır. .
Eğer Hz. Muhammed @'den sonra daha başka peygamberler gelecek olsaydı, bu yeni peygamberlere de itaatin farz olduğu ve âsi olanların cezalandırılacağı konusunda bilgi verilirdi. O vakit insanlar da "biz, bize gönderdiğin nebilere itaat ettik!" derlerdi.
"O gün, zâlim olan kimse ellerini ısıracak ve: 'Keşke Peygamber'in yolunu tutsaydım!' diyecek." (25: 27).
"(Ey Muhammed!) Biz, seni ancak bütün İnsanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ne var ki insanların çoğu bilmezler." (34: 28).
Bu konu ile İlgili bazı Kur'ân âyetleri daha önce zikredilmiş ve bunlardan çıkarılan tabiî sonuçlar, diğer bazı âyetler gibi, Hz. Peygamber @Tin vazifesinin evrenselliğini ispatladığı için bu yönleriyle mülâhaza edilmiştir. Bunun zaruri sonucu ise Hz. Muhammed @'den sonra bu dünyaya yeni bir peygamber daha gelmeyeceğinin beyan edilmesidir. Çünkü o, Kıyamet Gününe kadar gelecek olan bütün nesiller için bir önder ve rehberdir. Bundan dolayı bizim peygamberimizden sonra yeni bir nebi veya rasûl gönderilmesine gerek kalmamıştır.
O, ancak şiddetli bir azâbtan önce sizin uyarıcınızdır!" (34: 46).
Burada, İbn-i Kesir (c. VIII, s. 176) ve diğer ttıüfessirlerin açıkladığı üzere, çetin azap, Kıyamet Günüdür. Bu âyetin gayesi de yukarıda zikredilen âyetlerin bir kaçı çerçevesinde aktarılan gayenin aynısıdır. Bu gaye Kıyamet Gününe kadar Hz. Muhammed @'den başka yeni bir peygamberin zuhur etmeyeceğini beyan etmektir. Bu mânada tbn-i Kesir şunu nakletmektedir: "Büreyde'nin rivayetine göre bir keresinde Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: 'Ben ve (son) saat (kıyamet saati) birlikte gönderildik, ve o bana neredeyse galebe çalacaktı." (Müsned-i Ahmed'den nakleden İbn-i Kesir).
Bu hadis ve âyetin tefsiri Hz. Muhammed @ ile kıyamet günü araşma hiçbir yeni peygamberin sıkışmayacağını açıkça İspat etmektedir. Hz. Muhammed @ ile kıyamet gününün yan yana olması demek kıyamet saatine kadar Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber gelmeyeceği demektir ve bundan başka bir anlamı da olamaz. Aksi taktirde, Allah saklasın, Hz. Peygamber @'in bu hadisi, kendisinin vefatından bu yana ondört yüzyıl geçip hâlâ da kıyamet gününün gelmediği bu devirde olaylar ve gerçeklerle çelişkili olmuş olurdu. Halbuki bu on dört asrın bizi kıyamet gününe daha da yakın hâle getirdiği düşünülmelidir. Bu bakımdan "Hz. Muhammed @'den sonra zuhur edecek yeni bir peygamber yoktur" diyebiliriz.
"Allah iman edenleri, dünya hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar:..." (14: 27).
Bu âyet kabir azabını açıklar ki, konu ile ilgili ayrıntılar hadis kitaplarında bulunabilir. Berâ b. Azib'ten rivayetle nakledilen konu ile ilgili bir hadiste Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "(Münker ve Nekir adlı) melekler gelerek müminin kabrinde oturtuldukta (bunların sorularına cevaben) müminin, lâ ilahe illallah, Muhamme'ün Rasûlullah diyerek şe-hadet getirmesi: 'Allah müminleri gönüllerinde yerleşen şehâdet kelimesiyle dünyada ve kabirde böyle sabit kılar' (14: 27) mealindeki âyetinin canlı bir ifadesidir." {Buharı).
Bu hadis ayrıca Müslim, Neseî, Ebu Davud, İbn-i Mâce, el-İsmailî, Ebû Uvâne ve diğerleri tarafından ve daha ayrıntılı olarak zikredilmiştir. Bu hadisler müminlerin Allah'tan başka ibadet edilecek olmadığına şahitlik edeceklerini ve Hz. Muhammed @'i tanıyacaklarını aktarmaktadır. Bu "sağlam bir söz"dür.
Müslim Sahih'inde müminlere "Rabbin kim?" diye sorulacağım ve onların "Rabbim Allah ve peygamberim Muhammed @" diye cevap vereceklerini yazmıştır. (Fethü'l-Bâri, c. VII, s. 3).
Kısaca, bütün bu hadisler Kur'ân'da zikredilen bu "sağlam söz"ün müminlerin kendilerini kabirde sorgulayan meleklere verecekleri cevap olduğunu ispat etmektedir.
Melekler müminlere peygamber ve peygamberlik hakkında soru sorduğu vakit; müminin, İmtihanı, Hz. Muhammed @'in kendi peygamberi olduğunu söyleyerek geçeceği de bilinmektedir. Yine bazı rivayetlere göre müminin cevabının: "Peygamberim, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'dir!" şeklinde olacağı bildirilmiştir. (Dürrü'l-Mensûr, c. VI, s. 165).
Şimdi bazıları, Hz. Muhammed @'den soma yeni bir peygamber gelecek olsa müslümanların ona inanacağı ve sorgu meleklerine "peygamberimiz filancadır" diyecekleri yorumunu yapmaya meyledebilirler (Allah saklasın). Bu da dolayısıyla bunca hadisin reddi anlamına gelir.
Halbuki olay tam tersinedir. Bütün Müslümanlar ve hatta Mirzâîler Hz. Muhammed @'in bizim peygamberimiz olduğuna ölüm ânında şehadet etmektedir. Bazen Mirzâîler onun son peygamber olduğuna da şehadet etmektedirler. Bu gerçek Kadıyanîlerin kendilerinden menkul nübüvvet iddialarım mezara yollayan nihai darbedir.
"De ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin'..." (3: 31).
Bu âyette Allah Teâlâ, Hz, Muhammed @'e uyan ve onun sünnetine sarılan kimseleri seveceği sözünü vermektedir. Allah'ın bu sevgisi başka herhangi bir peygambere itaat vb. ile kayıt altına alınmamıştır. Bu da yalnızca bizim peygamberimizin peygamberlerin sonuncusu olduğunun ve ona itaatin ilâhi lûtfu -Allah'ın sevgisini- getireceğinin açık bir delilidir. Bu da Mirza'nın yeni uydurduğu terminolojiye uygun -zıllî, bürûzî, gayriteşriî- veya herhangi bir başka sınıf yeni bir peygamberin bizim peygamberimizin vefatından sonra zuhur etmeyeceğini göstermektedir.
"Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar? Oysa, onun alâmetleri gelmiş durumdadır; ama bizzat kendisi geldiğinde ibret almaları neye yarayacaktır?!" (47: 18).
Cami'ul-Beyân (s. 235) ve Tefsir-i Kebir'de (c. VII, s. 521) bu âyet şu şekilde izah edilmiştir: "(Kıyamet) alâmetlerinden biri Hz. Muhammed @'in bu dünyaya Allah'ın rasûlü olarak gönderilmesidir."
Bu âyet (47: 18) Hz. Muhammed @'in peygamberlikle vazifelendirilmesinin kıyamet gününün alâmetlerinden birisi olduğunu açıkça beyan etmiştir.
Ebû Zumel'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Muhammed @'in bizzat ve sarahaten beyan ettiği üzere, işte bu yüzden Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber zuhur etmeyecektir. (Bkz. Almışikinci âyetin açıklama kısmı).
"Bu Kur'ân, ancak âlemler için bir öğüttür. Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz." (38: 87-88).
Bu âyette de yine Hz. Muhammed @'in vazifesinin evrenselliğinden bahsedilmektedir, Bu da Hz. Peygamber @'in peygamberliğinin nihaî peygamberlik olduğuna açık bir delil teşkil etmektedir.
"De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu bilsin ki, Allah'ın izniyle Kur'ân'i senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir." (2: 97).
Kur'ân'm bu üç âyeti de Hz. Peygamber @'e nazil olan vahyin veya Kur'ân'm daha Öncekilere inen vahyi tasdik ettiğini açıkça göstermektedir. Kur'ân'da bu konuya değinen pek çok âyet vardır ki, bunlardan bir kaçı daha önce ele alınmıştı
Bu âyetler üzerinde dikkatle tefekkür edildiğinde, bunların vahyin ebediyen sona erdiğini açıkça beyan ettiği sonucuna varılır. Allah tarafından önceki peygamberlere gönderilen ilâhi kitaplar İncelendiğinde bu kitapların içinde, daha önceki kitapların tasdik edildiğine şahit olunur. Bu kitaplar aynı zamanda gelecek peygamberlerle ilgili müjdeleri de ihtiva eder ve milletleri yeni gelecek peygamberlerin alâmetleri konusunda bilgilendirir; onları kabul ve onlara itaat etmeleri konusunda da uyarmaktadır. Ümmetini İslâm'a davet eden ve onlara şöyle söyleyen Isa peygambere bakalım: "...(Ey İsrailoğulları!) Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim.." (61: 6).
Burada Hz. İsa'nın önceki peygamberlere gelen vahyi tasdik ettiğini görüyoruz. Aynı zamanda kendisinden sonra gelecek bir peygamberi de ümmetine müjdelemektedir. Kur'ân ve Sünnet de tıpkı Önceki peygamber.
"Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bîr grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler." (2: 101).
O Kur'ân, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır..."lerin ve kitapların yaptığı tarzda, kendinden önce gelen peygamberlerin kıssalarım ele almakta ve onlara gönderilen vahiyleri tasdik etmektedir. Ancak Kur'ân daha sonra üslubunu aniden değiştirmektedir. Önceki peygamberleri ve kitapları tasdik etmekle birlikte Hz. Muhammed @'den sonra gelecek yeni bir peygamberden hiç söz etmemekte ve Ümmete yeni bir peygamberin veya vahyin gelebileceği müjdesini vermemektedir. Eğer vahiy daha sonra da devam edecek olsaydı, Kur'ân bundan mutlaka söz ederdi; çünkü bu konu önceki peygamberlerin kıssalarından çok daha önemlidir.
Ehl-i kitabı, mükemmel din olan İslâm'a cel-betmek İçin Önceki peygamberlerden ve kitaplardan bahsetmek yeterli olduğu için yalnızca öncekilerden bahsedilmiştir. Eğer Muhammed @ ümmetinin selâmeti kendisinden sonra gelecek yeni bir peygambere iman etmeye bağlı olsaydı, Hz. Muhammed @ kendisinden sonra gelecek peygamberin müjdesini ümmetine verirdi. Kur'ân vasıtasıyla, gelecek yeni peygamberi haber vermek, Allah tarafından muhakkak gerçekleştirilirdi.
Halbuki, Kur'ân ve Sünnet'te bizim Peygamberimizden sonra gelecek yeni bir peygamberle ilgili en ufak bir ipucu bile bulunmamaktadır. Diğer yandan nübüvvetin ebediyen sona erdiğine ve Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğine dair kesin hükümlere bu kaynaklarda sıkça rastlanmaktadır. Bu hüküm kabul edilmek durumundadır. Hâtmü'n-nübüvveî beyanına mut-laka iman edilmelidir. Allah bildirmiştir ki, Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir yeni peygamber gelmeyecektir.
Bunlar, Hz. Muhammed @'in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğine açık ve inkârı mümkün olmayan deliller sunan 99 Kur'ân âyetidir. Bütün.devirlerdeki bütün insanlara "kâmil din" ile gönderilen peygamberin son peygamber olduğunu ispatlamaktadırlar. Mir-za'nın öngördüğü gibi zıîlî, bürûzî veya gayriteşriî peygamberin muhtemel bir zuhuru meselesini tamamen ihtimal dışı bırakmaktadır.
Hâtmü'n-nübüvvet meselesi Kur'ân âyetlerinin ışığı altında tamamen incelenerek, 99 âyetle açıkça Allah'ın kesin delilinin şu olduğu ispatlanmıştır: Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyecektir. Eğer bir kimse ikna olmamışsa bu onun bahtsızlığıdır. Halâ inanmak için ne istiyorlar?
Kur'ân'm yukarıda zikredilen 99 âyetinin hâtmü'n-nübüvvetm açık delilleri olduğu unutulmamalıdır. Bunlar delil teşkil etmeleri bakımından sınıflara ayrılırlar.
1- İbaretü'n-nass: Basit cümleler. Metnin siyak ve sibakından yararlanılmasını gerektirmeyecek kadar açık ve bariz anlamlıdır. Teknik olarak karine adı verilir.
2- Bazıları işaretü'n-nass'dır, yani kelimelerin sıralanışından bir işaret ya da ipucu bulunur; mesela "ondan olmuş" kelimesinin "baba" anlamına gelmesi gibi.
3- Bazıları delâletü'n-nass'dn. Ayette bazı özel kelimelerin kullanılmasında çıkarılan mâna; meselâ: "Ana-babanıza 'öf!' bile demeyiniz." (17: 23). Buradan anlaşılmaktadır ki, çocuklar ana babalarına kötü davranamazlar, onlara el kaldıramazlar.
4- Bazıları iktida''ü'n-nass'dıi, yani belli şartlar gerektiren anlam çıkarma işlemleri; meselâ: "Yanlışlıkla bir mümini Öldüren kimsenin, mümin bir köle azad etmesi" (4: 92). Hiçbir kimse komşusunun kölesini azad etme yetkisine sahip olmadığına göre, buradaki gerekli şart, açıkça belirtilmemiş olsa da, kölenin o şahsın mülkiyetinde olmasıdır.
Bu dört içtihad yöntemi hukukta mutlak ve nihaîdir. Ve usûl İlmi âlimleri {müfessirler) bu konu üzerinde mutabıktırlar. (Bkz., Husamî, Nûrü'l-Envâr).
Bir diğer şüphe ve onun izale edilmesi:
Mirza'nın hâteme'n-nebiyyîn teriminin yorumu ile ilgili saptırmalarından biri de terime mecazî anlam yüklemiş olmasıdır. Hâtimü'i-muhaddisîn ve hâtimü'l-müfessirîn gibi yapılarda yalnızca mecazî anlam uygulanabilir; çünkü günlük kullanımda hâtimü'l-muhaddisîn dediğimizde bununla hiç bir şekilde bu muhaddisten başka bir muhadisin gelmeyeceğim ve doğmayacağını kastetmeyiz. Mirza işte buna benzer olarak hâteme'n-nebiyyîn terimine de aynı mecazî manayı vermek istemiştir.
Mirzâîler genellikle bilgisiz kimselerin zihinlerine belirsizlik oluşturduklarından dolayı gururlanırlar. Ancak onların bu keşifleri sathî, tamamen yanlış ve uydurmadır. Hâtimü'l-muhaddisîn ve hâtimü'l-muhakki-kîn insanların icat ettiği sözlerdir ve İlâhi bir kelâm değildir. İnsanlar İse yarın ne olacağını, kaç kişinin doğacağını ve kaç kişinin öleceğini asla bilemezler. Ne kadar insanın âlim ve hakim olacağını ve ne kadarının da câhil ve okuma yazma bilmeyen kimseler olarak kalacağını da bilemezler. Ne kadar kişinin gerçekten muhaddis ve müfessir olacağını ve ne kadarının sokaklarda başı boş dolaşacağını da Önceden göremezler. İşte bu nedenle insanlar belli bir kişinin "muhaddislerin veya müfessirlerin sonuncusu" olduğu gibi genel bir ifade ya da hükümde bulunmak hakkına sahip değildirler. Eğer bir kimse bir şahıs hakkında böyle bir unvan kullanıyorsa, bunun yalnızca mecazî ya da mübalağalı bir anlam taşıdığı düşünülebilir; aksi taktirde böyle bir ifade hakiki ve kitabî anlamım kısa bir zaman zarfında kaybeder ve bir yalan ya <*a saçma bir ifade haline dönüşür.
Ancak bizler bütün kâinatın her noktasının ilmine sahip Âlim-i Mutlak Allah'ın ifadelerinin tahminî olamayacağının idrakindeyiz. Çünkü hiçbir şey O'nun görüşünün dışında değildir. Peygamberleri kendi ilmi ve iradesi dahilinde vazifelendiren O'dur. Bundan dolayı Âlim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak olan Allah peygamberlerinden birine hâteme'n-nebiyyîn unvanını verdiği vakit, bunu gerçek anlamıyla kasteder ve bu unvan zahirî ve hakikî anlamıyla kabul edilmek zorundadır, böyle bir ifadeden mecazî anlam çıkarılamaz.
Ancak bir terim insanlar tarafından kullanılıyorsa ondan mecazî anlam çıkarmak mümkün olabilir. Bu durumda bazen metne ve metnin anlamına uyması için onun gerçek ve zahirî anlamı gözardı edilebilir. Ama Allah kelâmı (Kur'ân) sözkonusu olduğunda, herhangi bir karine olmadıkça bu kelâmden mecazî anlam çıkarmak mümkün olamaz. Bu, tefsirin genel kabul görmüş temel İlkelerinden biridir.
Buna ilave olarak, Kur'ân kendisi hâteme'n-nebiyyîn teriminin manasını 99 âyette açıklamıştır. Açıklama sarih, bariz ve zahirîdir. Hiçbir mecazî ya da mübalağalı anlam İçermemektedir. Yine Hz. Muhammed @, kendisi de bu fikri kesin ve şüpheye mahal bırakmayacak sözlerle teyid etmiştir. Bunlara ilâve olarak, ashabın ve din büyüklerinin konu üzerinde icmada bulunmuş olmaları hâte -me'n-nebiyyîn teriminin zahiri ve hakiki manasında anlaşılması gerektiğine şahitlik eden nihai damga vazifesi görmüştür. Bütün bunlar gözönünde bulundurulduğunda, bu meseleyi tekrar gündeme getirmek ve saçma bir inatla terimi mecazî anlamıyla kabul etmek mâkul değildir.
Böyle bir davranışta bulunmak hakikaten gariptir! Allah Teâlâ terimi hakiki ve zahirî anlamında kullanmakta, Kur'ân'm kendisine nazil olduğu Peygamber @ terimi çok açık ve şüpheye mahal bırakmayacak sözlerle açıklamaktadır. Yalnızca bunlarla da kalmamakta, Hz. Peygamber @'in ashabı ve ilk dönem âlimleri de terime aynı anlamı vermekte ve terimin tabiî, hakikî ve zahirî anlamında anlaşılması gerektiği sonucuna varmaktadırlar. Bu terime mecazî veya mübalağalı anlamını verebilecek hiçbir boşluk kalmamaktadır. Bu terimi açıklarken hiçbir değişik yoruma ve tahsise başvurulmasına cevaz verilmemektedir. (Gazalî, el-İktisad; Kadı Iyâz, eş-Şifa).
Kısaca, Kur'ân-ı Kerim ve hadisler bu meseleyi ebediyen çözmüşlerdir. Ashabın ve ilk dönem âlimlerinin icmaı da konuyu tasdik edici bir mühür olmuştur. Buna göre hâîeme'n-nebiyyîn aslî, hakiki ve zahirî manasında anlaşılmalıdır. Bu âyette mecazî veya mübalağalı bir anlam veya tahsis sözkonusu değildir. Şimdi kimsenin hâteme'n-nebiyyîn ve benzeri ifadelerin anlamını değiştirmeye hakkı yoktur!
İranlı bir şair Hz. Muhammed @ hakkında şöyle demektedir:
Konuştuğu her şey sözleridir Allah'ın Gerçi çıkmaktadır hançeresinden abdullahın Bu beyit Necm sûresinin ilk ayetlerine dayandırılmıştır: "Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." (53: 2-4).
Hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili hadis kaynaklı bilgiler ayrıntılarıyla İncelendiğinde bu kısma sığmayacak kadar çoktur. Hadis literatürün-deki konu ile ilgili haberlerin bir bölümü ele alındığında şu sonuca varılır:
Hâtmü'n-nübüvvet İle ilgili hadisler müîeva-rirdir; yani her devir ve her nesilde, arada kesinti olmaksızın çoksayıda râvİ tarafından rivayet edilmişlerdir. Ashabdan, daha sonra tabİûndan çok sayıda râvi rivayette bulunmuştur.
Haber-i mütevatir, yalan söylemek Üzere birleşmeleri aklın kabul edemeyeceği kadar çok sayıda bir topluluğun, senedin başından sonuna kadar yine kendileri gibi bir topluluktan rivayet ettiği sahih haber'ââr.
Meselâ, biz hiç Bağdat'ta bulunmadık. Fakat onun bir ilim ve medeniyet merkezi olduğunu biliyoruz; çünkü bu özellikleri öyle çok sayıdaki seyyah, coğrafyacı ve tarihçi tarafından zikredilmiştir ki, akıl yoluyla inkârı mümkün değildir.
Haber-i mütevatir yoluyla verilen bir bilginin de böylece kesinlikle doğru olduğu bildirilmektedir. İstanbul'u gözlerimizle görerek onun büyük ve muhteşem bir şehir olduğu bilgisine bizzat sahip olduğumuz gibi Bağdat'ın ihtişamından da haber-i mütevatir vagltasıyla haberdar oluyoruz. Veya, bizler ana-babamızm varlığı hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz gibi Büyük İskender'in yaşamış olduğunu da o devirde yaşamamış ve onu 2Örnıemiş olmamıza rağmen haber-i müteva-*jr vasıtasıyla kesinlikle biliyoruz.
Hadis-i mütevaîir de buna benzer olarak yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan ravi-lerin nesiller boyunca ve her aşamada çok sayıda olarak rivayet ettikleri hadislerdir. Ve bunlar öğle vaktindeki güneş ışığı kadar kesin ve belli hadislerdir.
Bundan dolayı hadis-i müîevaîir ümmetin ic-maı ile kabul edilmiştir. Açık bir hakikat olarak kabul edilirler ve Müslümanlar bu hadislere Kur'ân-i Kerim'e iman ettikleri gibi iman etmek zorundadırlar. Hadis-i mütevatirl inkâr etmek küfrü gerektirir. Çünkü bu yalnızca bir hadisin doğruluğunu değil bizzat Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr demektir. (Çünkü Peygamber'e iman etmek demek onun genel şekil, şemail ve fizikî Özelliklerine inanmak demek değildir. Peygamber'e ve onun her sözünün hakikat olduğuna kesinlikle inanmak gereklidir) ve bu yolla -Allah saklasın- peygamber'e yalancılık isnad edilmiş olur.
Bu bilgiler ışığında Hâtmü'n-nübüvveî ile ilgili hadislerin anlam bakımından sahih olduğunu anlamak zor değildir. Büyük hadis âlimleri en göze çarpan mütevaîir hadislerden biri olarak şu örneği göstermişlerdir: "Her kim de bile bile bana yalan isnad ederse, o da Cehennem'deki yerini hazırlasın."
Hafız İbn-i Hacer Askalânî bu hadisin tevatür derecesini doğrudan Hz. Peygamber @'e ulaşan yüz adet isnad vasıtasıyla ispatlamaya gayret etmiştir. Bunların otuzu hadis usulüne göre sahih kabul edilmiştir.
Tevatür'iin bu kadar yaygm olduğunu gördüğümüzden, hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili hadislerin mütevatir olduğu sonucuna varabiliriz. Hâtmü'n-nübüvveî ile ilgili yüzden fazla hadis vardır ve hadis usulüne göre bunların yaklaşık kırkı sahih'tir. Yukarıda zikredilen "Kim bile bile bana yalan isnad ederse..." hadisi ile hâtmü'n-nübüvvet hadisleri arasındaki tek fark şudur: İlkinde hem mâna ve hem lafız hep aynı kalmıştır, ikincilerde ise lafız farklı fakat mâna hep aynı kalmıştır. Bu konu ile ilgili hadislerin metni isteniyorsa değişik sahih hadis kitaplarındaki la nebiyye ba'de bölümlerine bakılmalıdır; bu ifadenin tevatür derecesine ulaşmış olması pek muhtemeldir. Burada bu ifadeyi içeren otuz altı hadis ele alınacaktır.
Hadis külliyatının yalnızca bir bölümünün elimizde bulunduğuna daha önce değinilmişti. Endülüslü büyük muhaddis İbn-i Hazm'm "Hz. Muhammed @'in peygamberliğini ve mucizelerini Kur'ân metninden deliller bularak açıklayanlar, onun lâ nebiyye ba'de hadisinin sıhhatini de ispatlamış olurlar" ifadesi bu mânadaki eksiğimizi önceki kısımda telafi ettiğimizi de göstermektedir (el-MÜel ve'n-Nihâl, c. I, s. 77).
el-Mİlel ve'n-Nihâl adlı eserden naklen yukarıya alman metinde açıkça ispatlandığı üzere la nebiyyi ba'de hadisi yalnızca mütevatir olmakla kalmayıp, tevatür derecesi Hz. Pey-gamber'in nebevi mucizeleri ve Kur'ânî vahiy mertebesindedir. Büyük hafız İmadüddin îbn-i Kesir hâteme'n-nebiyyîn ayetini açıklarken şöyle demektedir: "Hâtmü'n-nübüvvel konusu ile ilgili ve pek çok sayıda meşhur sahabe tarafından rivayet edilmiş mütevatir hadisler mevcuttur." (İbn-i Kesir, Tefsir, c. 8, s. 89).
Bağdatlı Mahmud el-Alûsî, Ruhü'l-Meâni adlı eserinde şöyle demektedir: "Hz. Muham-med @'in 'peygamberlerin sonuncusu' olduğu görüşü Kur'ân'da tanımını bulan akidevî esaslardan biridir ve Sünnet (Hadisler) vasıtasıyla tam olarak'izah edilmiştir ve böylece konu üzerinde icma-ı ümmet gerçekleştirmiştin Bundan dolayı, bu akideyi inkâr eden kişi kâfir addedilir ve küfründe inat ederse ölümle cezalandırılır." (c. VII, s. 65).
Aşağıda hâtmü'n-nübüvvet'le ilgili bazı hadisler incelenecektir. Öncelikle Buharı ve Müslim'de nakledilen hadisler ve daha sonra diğer muhaddislerin kitaplarındaki hadisler incelenmeye gayret edilecektir.
Ebu Hureyre'den rivayetle Hz. Muhammed @ şöyle buyurmuştur: "Benimle peygamberlerin benzerliği, şu bir kimsenin meseli ve benzerliği gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlanın yeri eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlar. Ve 'şu köşede bir tuğla yeri boş bırakılmış olmasaydı' der." Bunun sonunda Rasûlullah @'in: "İşte ben o tuğlayım, ben hâteme'n-nebiyyîmmV dediği rivayet olunmuştur. (Buharı ve Müslim; ayrıca Müsned-i Ahmed, Neseî ve Tirmizî). Bazı hadis kitaplarında Rasûlullah'm şöyle buyurduğu yazılıdır: "Ben o keıpicin boş yerini doldurdum; bina benimle tamamlandı ve rasûller zinciri de benimle son buldu." Bu ifadeler İbn-i Asâkir'in Kenzü'l-Ummâlinde de aynen geçmektedir.
Hâtmü'n-nübüvveii yalnızca te§riî nübüvvetle sınırlı gören ve kendi yanlış yorumları ve kendilerinden menkul nübüvvet çeşitlerini bürûzî, zilli- gündeme getiren ve peygamberliği tıpkı kimyasal tahlil yapar gibi kendi ke-yiflerînce bileşenlere ayıran Kadıyanîlik talebeleri yukarıda zikredilen hadisin özüne bakmalıdırlar. Hz. Muhammed @ insanlarda oluşabilecek vesveseli düşünceleri bu zarif meselle tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu mesel ayrıntılarına kadar doğrudur. Nübüvveti sütunlar (yani peygamberler) üzerinde yükselen muhteşem bir sarayla kıyaslamışım Nübüvvet sarayı bizim peygamberimiz bu dünyaya gelmeden önce tamamlanmış ve kemâle ermiştir. Yalnız ve yalnız köşedeki bir tuğlanın yerleştirilmesi kalmıştı. Bu boş yer ise Hz. Muhammed @'in peygamberliğiyle doldurulmuştur. Bu şartlarda (İman şartlarını yerine getirmek için) teşriî veya gayriteşriî türden yeni peygambere ihtiyaç yoktur.
Yine misâlü'l-enbiya min kabli (önceki peygamberlerin kıssası) kelimeleri hadis içinde geçen diğer ifadelere nazaran özel bir öneme sahiptir. Bu ifade daha önceki gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri kapsamaktadır. Bunlardan bazıları yeni bir şeriatla gönderilmişken diğer bazıları ise kendilerinden önce gelenlerin şeriatlarına uymuşlardır. Ancak, bu muazzam yapıdaki tek boş yer, sonunda Hz. Muhammed @ tarafından doldurulan köşe tuğlası idi Hz. Muhammed @'den sonra (muhteşem nübüvvet sarayında) başka bir kimseye yer kalmamıştır.
Diğer bir şüphe ve izale edilmesi: Mirzâî cemaati bu hadisi de yanlış yorumlamışlardır. "Nübüvvet sarayında boş yer kalmadı ise nasıl olup da Hz. İsa'nın dünyanın son günlerinde yeniden zuhur edeceği" sorusunu yönelterek itirazda bulunmuşlardır. Yine, "(İsa) nübüvvet binasında bir yerden diğer bir yere hareket etse bütün bir binanın yıkılacağı" iddiasını öne sürmüşlerdir.
Fakat, her mâkul insanın kolayca anlayabileceği üzere bir binanın son taşının yerine konması için bütün eski taşların tamamen yok olması gerekmemektedir. Tamamen buna ben-er olarak, peygamberlerin sonuncusu olmak -nceki bütün peygamberlerin ölmüş olmasını gerektirmemektedir. Bundan dolayı bu güzel meselde bizim peygamberimiz nübüvvet binasının son tuğlası olarak ömeklendirilmiştir. Bu hiçbir şekilde İsa'nın yeniden zuhur etmesi ile çelişkili bir olay değildir.
yine, dünyanın son günlerinde Hz. İsa'nın yeniden zuhur etmesiyle nübüvvet binasının mecburen sarsılacağı ve yerle bir olacağı faraziyesi de çok saçmadır. Bu, kendisine benzemenin (müşebbe bihi) niteliklerinin tamamının benzeyende {müşebbe) bulunduğunun kabul edilmesi anlamına gelir. Meselâ, "filanca kişi aslandır" derken, filancanın etobur bir hayvan olduğu, ormanlarda yaşadığı, uzun bir kuyruğu ve pençeleri olduğu kaste-dilmemektedir.
Veya bîr kimse hanımını aya benzetse, bununla o kadının elleri, ayakları, ağzı ve burnu olmayan ve dünyanın etrafında dönen küresel bir gezegen olduğu kastedilmemektedir. Aksi hâlde bu o kadın için felâket bir durum olurdu.
Bu hadiste, önceki peygamberlerin, peygamberlik binasının tuğlaları olarak ele alınması, dar kafalı kimseleri, peygamberlerin fiziken kil ve harçtan mürekkep oldukları zehabına sürüklüyorsa bu, benzetmenin yerinde olup olmamasıyla değil, o kişilerin idrak kapasiteliyle ilgili bir hâdisedir. Bu kişiler, peygamberlerin yalnızca üst üste sıralanmış tuğlalar olduğunu düşünmekte ve bundan dolayı isa'nın dünyada yeniden zuhurunun, tuğlalardan birinin yerinden oynadığında bütün bir binayı yıkacağını düşünmektedirler. Bırakınız peygamberliği, mücedditlik iddiasında bulunan bir insan için bile çok düşük sayılabilecek bir zekâ ve mantık seviyesi sergilenmektedir!
Bu konu hakkında daha fazla yorumda bulunulabilir. Eğer müşebbe bihi bütün nitelikleri ve özellikleri itibarıyla müşebbe'nin aynı olur deniyorsa, o halde nübüvvet binasının yalnızca Hz. İsa'nın yeniden zuhuru ile değil, İlk yaşadığı devirde bir yerden diğer bir yere hareket etmesi halinde de sarsılıp yıkılacağım kabul etmek gerekecektir. Kadıyanî cemaatinin tahayyül ettikleri durum işte böyle bir durumdur. Onlar bu örnek üzerinde biraz düşünecek olsalar, kendi garip faraziyeleri uyarınca her peygamberin her hareket edişinde nübüvvet binasının (şiddetle) sarsılması gerekeceğini anlayacaklardır. "Bİzim, bütün varlığımız Allah'ındır, sonunda da O'na döneceğiz!" (2: 156). [Bu, belâ ve musibetler zamanlarında kullanılan bir ifadedir].
Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benimle peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin meseli gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış ve (her yönüyle) binasını tamamlamış da yalnız köşedeki bîr tuğlanın yeri eksik kalmış, ben (dünyaya) gelince bu eksik yeri tamamladım." (Müslim ve Müsned-i Ahmed).
Bu hadis amacı itibarıyla daha önce zikredilen hadisle uyum içindedir. Bu nedenle bunu ayrıca yorumlamayacağız.
Câbir'den, Nebi @'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Benimle peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin meseli ve benzeri gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlar. Ve hayret ederek; Şu bir tuğlanın yeri boş olmasaydı! derler (Müslim, Buharı, Tirmizî ve Ibn-i Ebi Hatim),
Hz. Ebu Hureyre, İle beş yıl birlikte kaldığım ifade eden Ebû Bazm ondan rivayetle Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu naklet-miştir: "İsrailoğulları zamanında onları peygamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse yerine başkası geçerdi. Şüphesiz ki, benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur; (Ümmeti bu devlet reisleri idare eder) Onlar müteaddit de olabilir." Ashab: "Ya Rasûlullah! Halifeler tead-düt ederse bize ne emredersiniz?" diye sordular. Rasûlullah: "Birinciye ettiğiniz biate bağlı kalınız, onlara haklarını veriniz (emirlerini dinleyip, itaat ediniz!) Onlara da Allah, riayet etmeleri matlub olan haklarınızdan soracaktır. (Yani zulmederlerse Allah onları Hesap Gününde hesaba çekecektir. Bundan dolayı Müslümanlar hiçbir zaman meşru halifeye itaatsizlik etmemelidirler.) (Buharı tarafından peygamberler babında nakledilmiştir, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn-i Mâce, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Şeybe de bu hadîsi naklet-mişlerdir).
Bu hadis teşriî veya gayriteşriî nübüvvetin ortadan kaldırıldığım ve sona erdiğini net bir şekilde belirlemektedir. Mirza'nm icat etmiş bulunduğu peygamberlik tarzları için bile bir boşluk bırakmamaktadır.
Gayriteşriî, zıllî veya bürûzî nübüvvete reddiye: Birincisi, bu hadis mutlak, genel ve kollektif (anan) bir hadistir ve Hz. Muhammed @ 'den sonra kesinlikle hiçbir peygamber gelmeyeceğini anlatmak maksadıyla zikredilmiştir. Bu hadis Hz. Muhammed @'den sonraki her çeşit nübüvveti mutlak manada reddetmektedir. La nebiyyi ifadesi -gayri teşriî, veya zillî ve bürûzî olsa da- her türlü nübüvveti reddetmektedir. Mirzâîlerin bir grubuna (Lahorî) göre lûgavi bir peygamber gelme ihtimali olmasına rağmen bu ifade ile (lâ ne-biyyî) bu da reddedilmiş olmaktadır. Çünkü bu İfade Hz. Muhammed (S)'den sonra bu dünyada hiçbir şekilde yeni bir nebinin varolmayacağı manasına gelmektedir.
İkincisi, genel kabul gören dilbilgisi (gramer) ve belagat kurallarına göre olumsuzluk eki lâ'nm hemen ardından bîr belirtisiz nesne (nekre) gelirse, bu belirtisiz nesnenin varlığı mutlak olarak inkâr edilmiş olur. Bu hadiste nebiy belirtisiz nesnedir ve olumsuzluk eki /ö'dan hemen sonra gelmektedir; kurala göre istiğrak (kapsayıcılık) ifade eder ve genel bir mana içerir. Bundan dolayı yeni bir şeriatla vazifelendirilen peygamberleri olduğu gibi Kadıyanî Mirzâîlerin kabul ettiği zillî, bürûzi veya Lahorî Mirzâîlerin kabul ettiği lugavî peygamberleri de kapsamına alır.
Böylece hadis Hz. Muhammed @'den sonra "nebi" sıfatıyla sıfatlandırılabilecek hiçbir kirfisenin gelmeyeceğini açıkça beyan etmiş olmaktadır.
Üçüncüsü, İsrailoğullarının peygamberlerinden bahsedilen hadiste de Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği ifade buyrulmuştur. Bu da İslâm ümmetinin İsrailoğulları gibi birbiri ardınca gelen peygamberler tarafından yönetilmeyeceğini ve Hz. Peygamber'den @ sonra yeni bir Peygamber zuhur etmeyeceğini göstermektedir. Şimdi İsrailoğullarının peygamberlerinin hangi tabiatta olduğu ve İsrailoğullarına ne gibi siyasî etkileri olduğuna bakılabilir. Hafız İbn-i Hacer Askalânî, Sahih-i Bııharî'nin şerhi olan Fethu'l-Bârî adlı eserinde şöyle demektedir: "İsrailoğullannı peygamberler idare ederdi" ifadesi şu manaya gelir: İsrailoğul-lan arasında bir bozulma ve tefessüh meydana geldiğinde Allah onlara meselelerini düzeltmek ve ıslah etmek ve Tevrat kurallarında husule getirdikleri sapmaları doğrultmak üzere bir peygamber gönderirdi (c. VI, s. 36).
gu hadisten öğrenildiği üzere İsrailoğullarma gönderilen peygamberlerin hepsi de ayrı bir şeriatla gönderilmiş değillerdi; onlar yalnızca Hz. Musa'nın şeriatını vazederlerdi ve insanları Tevrat'ın hakiki, sahih ve katışıksız kurallarına çağırma konusunda önderlik ederlerdi. Mirza böyle peygamberlere gayriteşriî peygamberler demektedir. Bu ümmetin içinde böyle peygamberler zuhur etmeyeceğini biliyoruz.
Dördüncüsü, hepsinden önemlisi ve hepsinden sarih olanı şudur kî, Hz. Muhammed @ yalnızca kendisinden sonra nebilerin gelmeyeceğini ifade ile yetinmemiş, kendisinden sonra (peygamberler değil) yalnızca halifeler geleceğini ve kendisinden sonra insanları bu halifelerin idare edeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber @ "ancak halifeler bulunur" buyurmaktadır, yani "benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur, onlar müteaddit de olabilir" demiştir.
Hz. Peygamber @'in bu hadisi, kendisinden ,onra ebediyen yeni bir peygamber gelmeyeceğini önceden açıkça haber veren bir hadis değil midir? Aksi halde, Hz. Peygamber hu-lefa yerine kolayca "nebiler" kelimesini ikame edebilirdi. Halbuki bu hadiste hulefa kelimesi kullanılmakta ve Öne çıkarılmaktadır. Bu da teşriî veya Mirza'nın iddia ettiği gibi gayriteşriî, zillî ya da bürûzî herhangi bir çeşit peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra yeryüzünde zuhur etmeyeceğinin kesin bir delili olmaktadır. Lugürî-olarak peygamber denebilecek bir kimsenin bile zuhur etmeyeceği açıkça bildirilmektedir.
Bir diğer şüphe ve bunun izale edilmesi:
Bu hadisin sahih olmadığı iddia edilir ve buna delil olarak Hz. Aişe'nin: "O, hâteme'n-nebiyyîndir deyin; ondan sonra peygamber gelmeyecektir! demeyin." ifadesi öne çıkarılır (Dürrü'l-Mensûr).
Bir kimse Mugîre b. Şu'be'nin yanına geldi ve "Allah, hâteme'n-nebiyyîn olan ve kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Muhammed @'e rahmet etsin" dedi. Mugire ise cevap olarak: "O, hâteme'n-nebiyyîndir demen yeterlidir (ve tâ nebiyye ba 'de (ondan sonra peygamber gelmeyecektir) ifadesini eklemen gerekmez). Çünkü bize İsa'nın yeniden zuhur edeceği açıkça söylendi. Eğer o yeniden zuhur ederse Hz. Peygamber'den önceki ve sonraki peygamber olacaktır." demiştir. {Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204).
Mirzâîlerin bu garip mantığı anlaşılır değildir. Kendi inançlarına aykırı bir hadis bulduklarında, bu mütevatir olsa ve Buharî ve Müslim'de zikrediise bile bunu sahih görmemektedirler. Şayet herhangi bir hadis kendi görüşlerini destekliyorsa, onu zayıf veya mevzu ya da bir râvi zinciri bulunmasa bile en sahih hadis olarak kabul etmeye hazırdırlar. Böylece Sahih-i Buharî'de nakledilen senedi sağlam hadislere bile şüpheyle bakmaktadırlar.
Hz. Aişe ile Mugîre'ye atfedilen ve râvi zinciri tam olarak tesbit edilememiş iki ifadenin aksine bir ifade içeren ve (râvi zinciri) Hz. Muhammed @'e ulaşan bir hadisin Buharî ve Müslim'de nakledildiğini görmekteyiz. Hadis âlimleri ve hüküm verirken makul olabilen kimseler râvi zinciri sağlam olan hadislere râvi zinciri sağlam olmayanlara nazaran öncelik verirler. Ancak Mirzâîler bunun tam aksini yapıp Buharî ve Müslim gibi büyük muhaddislerin naklettikleri râvi zinciri sağlam hadisler yerine, râvi zinciri sağlam olmayan bir-iki sahabe kavlini tercih etmektedirler. Bununla ilgili çok güzel bir beyit vardır:
Onların bu konudaki şüphe ve vesveseleri ile bunun ayrıntılı reddiyesi hâteme'n-nehiyyîn ayeti (33: 40) açıklanırken Önceki kısımda ele alınmıştır.
Hz. Aişe, Hz. Peygamber @'in nebilerin sonuncusu olduğuna inanıyordu: Hâtmü'n-nü-büvveî ile ilgili hadisler incelendiğinde râvi listesi içinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu ve önde gelen râviierden olduğu görülür. Hz. Aişe tarafından bizzat rivayet edilen şu hadis onun hâtmü'n-nübüvvete olan inancını teyid etmektedir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Benden sonra nübüvvetle ilgili olarak mübeşşİ-rartan (sâlih rüyalardan) başka bir şey kalmayacaktır." Ashab sordu: "Ya Rasûlullah! Mübeşşirat nedir?" Rasûlullah cevapladı: "Bir Müslümamn veya bir kişinin uyku esnasında gördüğü sâlih rüyalardır." (Kenzü'l-Ummâl, Ahmed ve Hatîb).
Yine Aişe-İ Sıddika Hz. Muhammed @'den şöyle rivayet etmiştir: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ve benim mescidim peygamberlerin mescidlerinin sonuncusudur." (Dey-lemî, İbnu'n-Neccâr ve el-Bezzâr'dan naklen, Kenzü'l-Ummâl).
Bir Müslüman için hâlâ, Hz. Aişe hâtmü'n-nübüvveîi İnkâr etmiştir gibi bir yalan iddiada bulunmak mümkün değildir.
Temelsiz her ifadeye nefse uygun geldiği için inanmak, en sahih ve rivayet silsilesi en sağlam hadisleri ise nefse uygun gelmediği için reddetmek hakkaniyete sığmaz. "...Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız, (size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz." (2: 87).
Lâ nebiyye ba'de (benden sonra peygamber gelmeyecek) hadisinin Hz. Aişe ve Hz. Mugîre'nin ifadelerinden anlaşıldığı üzere İsa aleyhi s selâmın yeniden zuhur edecek olmasıyla çelişki içinde bulunduğu söylenmiştir. Çünkü "eğer lâ nebiyyi genelde bütün peygamberleri reddediyorsa, İsa da bunun içine dahil olmalıdır. Ve eğer bu olumsuzlama genel ve evrensel kabul edilmeyecekse, o vakit Hz. Muhammed @'den sonra peygamber gelme ihtimali var demektir ki bu da hâtmü'n-nübüvvet görüşünü çürütür."
Bu düşünce İslâm ümmetine Mirzâîlerin sunduğu bir şüphe ve belirsizlik tuzağıdır. Mirzâîler bunun çözümsüz bir çelişki olduğunu düşünmektedirler. Aslında ortada bir çelişki yoktur. Yalnızca Arapçası iyi olmayan ve Arap dilinin kullanım şekillerinden habersiz kimselere oıtada bir çelişki varmış gibi gözükmektedir. Burada lâ nebiyyi ifadesi gelecekte doğacak kimseler içinden bu niteliği haiz kimselerin olmayacağını belirtir. Daha önce bu sıfatı kazanmış kimsenin veya kimselerin yok olduğu ve yeniden zuhur etmeyeceği anlamına kesinlikle gelmez. Buna bir Örnek vererek meseleyi izah edelim. "Lâ hicre ba'de'l-Feth (Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur)" hadisi vardır. Buradan herkes şunu açıklıkla anlar: Mekke'nin fethinden sonra hiçkimseye muhacir denmeyecektir. Bu hadisten, Mekke'den Medine'ye, Mekke'nin fethine kadar olan 8 senelik dönemde yapılan hicretin geçersiz sayıldığı ve bununla ilgili olarak sözü edilen mükâfat ve cezaların yerine getirilmeyeceği anlamı hiçbir şekilde çıkarılamaz. Cümle yapısı bakımından ise lâ hic-re, lâ nebiyyi ile aynıdır. Bundan dolayı tâ nebiyyi kelimesinin kapsamına önceki peygamberlerin girmediği kolaylıkla anlaşılabilir. O vakit eski peygamberlerden biri Hz. Muhammed @ 'den sonra yeniden zuhur edecek olursa bundan yukarıdaki ifadeyi anlam-* sız kılacak bir durum ortaya çıkmaz.
"La amel-i ba'de'l-mevt (ölümden sonra eylem [amel] yoktur)" denilirse buradan belli bir kişinin ölümüyle dünyada gelecekte ona ait hiç bir amel olmayacağı anlaşılır. Yoksa geçmiş eylemlerinin (amellerinin) geçersiz olduğu anlaşılmaz.
Bu sınıfa giren bazı hadisler konuya ışık tutacaktır:
Müslim Sahih'inde Sa'd İbn-i Ebi Vak-kas'dan rivayetle Rasûlullah @'in Tebük seferinde lâ nebiyye ba'de yerine "la nübüvve ba'de" (benden sonra nübüvvet yoktur) buyurduğunu nakletmiştir. Buradan da lâ nebiyye ba'de'nin Hz. Muhammed @'den sonra nübüvvet olmadığı anlamına geldiği kolaylıkla anlaşılır.
Ayrıca lâ nebiyye ba'de ifâdesinin genel ve evrensel olduğunu ve her türlü peygamberliği red ifadesi taşıdığını söyleyebiliriz. Arap dilinin kullanımında ve hadis İlminde bununla kastedilenin nübüvvet makamı olduğu anlaşılır. Yani Hz. Peygamber @'den sonra hiç kimsenin bu makama geçemeyeceği anlaşılır. Bu kimse Musa, İsa veya ondan sonra doğan Mirza olabilir.
Hz. Muhammed @'den Önce nübüvvet makamına yükselmiş kimselerden ise bu makam geri alınamayacağına göre; Hz. İsa'ya daha önce peygamberlik verildiğinden dolayı Hz. Muhammed @ 'in vefatından sonra yeryüzünde yeniden zuhur ederse, bu durum lâ nebiyye ba'de hadisi ile bir çelişki teşkil etmez. Ancak Mesih olduğunu iddia eden ve nübüvvet makamına müstehak olduğunu ispatlamaya çalışan biri için, bu hadis büyük bir üzüntü kaynağıdır. Kendisi için en müessif bir haberdir!
Arap dilinde lâ nebiyye ba'de, Hz. Peygamber @'den sonra hiç kimse peygamberlik makamına yükselmeyecek demektir. Ancak bu ifade kendisine daha önce peygamberlik verilmiş kimselerden bu makamın geri alınmış olduğu veya bu kişilerin öldüğü ya da bu dünyada yeniden zuhur etmelerinin mümkün olmadığı anlamına gelmez. Bunu bu anlamlara yormak Mirzâîlerin hüsn-ü kuruntusudur. Yine bu kimselerin keşf aynalarında Hz. Aişe ve Mugîre'ye atfettikleri uydurma ifadeleri görerek lâ nebiyye ba'de ifadesini bütün Mirzâîleri hoşnut kılacak şekilde tefsir etmiş olmaları da mümkündür; çünkü aksi taktirde Arapça gramer bilgisine sahip hiç kimse lâ nebiyye ba'de ifadesinden böyle bir anlam çıkaramaz.
Bir başka şüphe ve bunun izale edilmesi:
Kadıyanî nübüvvet severlerin lâ nebiyye ba'di ifadesini kendi arzularına uyacak şekilde tahrif etmek için icat ettikleri bir diğer bidat (dinde sonradan icat edilen yenilik) da, la nebiye ba'de İfadesindeki lâ'yı nefy-i kemâl kabul etmeleridir. Yani "lâ nebiyye ba'di" "benden sonra kemale ermiş bîr peygamber gelmeyecek" anlamını taşır demektedirler. Bu nefiy (red) gayrıteşriî, geçici ve bağımlı peygamberleri red manasına gelmez diyerek şu misalleri vermektedirler: "lâ iman li men emânete lehû" (bir kimsenin imam dürüst olmadıkça kemale ermez) hadisi ve "lâ salâte licâri'l-mescid illâ fi'1-mescid" (mescide komşu yaşayan bir kimsenin namazı mescid-de kılınmadıkça tam olmaz) hadisi. Bu nefiy nefy-i kemâl olarak adlandırılmaktadır ve bundan dolayı la nebiyye ba'di'deki lâ da nefy-i kemaldir iddiası ortaya atılmaktadır.
Şüpheye cevap: Ne garip içtihad, ne garip bir kıyas! Bir Hindu veya müşrik lâ ilahe illallah ifadesindeki lâ nefy-i kemaldir dese ve bununla "Allah'tan başka mükemmel İlah yoktur"u kastetse buradan çıkarılacak sonuç şu olur: Allah'tan başka mükemmel ilâh yoktur, ama gayriteşriî veya bağımlı ilâhlar olabilir. Gerçekte müşrik ve putperestlerin inancı da böyledir. Bu tarzda bir iddia ile ortaya çıkan putperestlere verilecek cevap ne olabilir? Yine bir kimse "lâ reybe fih (bu doğruluğunda şüphe olmayan (kitap)dır" (2: 2) ifadesindeki Iâ'nın nefy-i kemal olduğunu ve bundan dolayı Kur'ân'da tam şüphe olmadığım, ancak eksik bir takım şüpheler olduğunu iddia etse, Mirzâî cemaati bunu da kabul edecek midir?
Bu hüsn-ü kuruntu sahibi ve nübüvvet iddiasında bulunan kimselere şöyle sorulmalıdır: '7a imane li men lâ amenîe lehû" hadisindeki nefyİn nefy-i kemal olduğunu kabul etsek bile bir hadiste kullanılmış olan bir neyf-i ke-mal'in kıyas yoluyla her ifadeye uyarlanabileceğim düşünmek mümkün müdür? Eğer bu mümkünse niçin lâ ilahe illallah ve lâ reybe fihi ifadelerine uygulamıyorsunuz?
Lâ ilahe İllallah ifadesindeki lâ ya da nefy-i kemal'i uygulamayı engelleyecek bir deliliniz var mıdır? Eğer varsa aynı delil lâ nebiyye ba'di hadisindeki Iâ'nın nefy-i kemâl olmadığını ispat için de kullanılabilir.
Bir diğer şüphe ve izale edilişi: Mirzâî cemaati kendi hevâlarına uygun yeni bir nübüvvet şekli icad etmek için lâ nebiyye ba 'di hadisini tahrif etmek hususunda her türlü çabayı göstermişlerdir. Mirzâî cemaati her zayıf hadisten yararlanmış ve her acaip görüşü dikkate almıştır. Lâ nebiyye ba'di hadisi ile lâ Kisra (Kisra ölmüştür. Kisra öldükten sonra o saltanat kurulmayacaktır. Kayser de muhakkak ölecektir. Öldükten sonra Kayser bulunmayacaktır) hadisi arasında da kıyas yapmaya çalışmışlardır: Kisra ve Kayser belli bir kimsenin özel ismi değildir. Kisra, Sasani Kayser ise Roma imparatorlarının unvanıdır.
Bu Kisralar ve Kayserler İran ve Suriye'de eski çağlardan Hz. Muhammed @'in yaşadığı devirlere dek hüküm süregelmişlerdir. Bu Kisra ve Kayserin yüzyıllarca bir arada hüküm sürdüğünü gösterir. Bu hadisten, zahirî anlamından başka bir anlam çıkar. O da, Kisra ve Kayser'in İslâm'ın hükmü altına girecekleri, Suriye ve İran'da bağımsız hükümranlıklarını sürdüremİyecekleridir. Bundan dolayı lâ nebiyye ba'di hadisi de benzer bir mantıkla anlaşılmalıdır ve böylece Hz. Muhammed @'den sonra teşriî veya ondan bağımsız bir peygamber gelmeyeceği ve eğer bir peygamber gelecekse Hz. Muhammed @'e bağlı ve onun şeriatı ile hükmeden bir kişi olmalıdır sonucuna varılabilir.
Mirzâîlerin bu akıl yürütme işlemi incelendiğinde yanlış çıkış noktalarından yanlış sonuçlara ulaşıldığı görülecektir. Mirzâîler Kisra ve Kayserin günümüzde de varlığını sürdürdüğünü farzetmekte ve lâ Kisra hadisini yanlış yorumlamaktadırlar. Daha sonra da Müslümanların dikkatini celbederek, onların bu kendilerinden menkul yorumu kabul etmelerini ve diğer hadise uyarlamalarını talep etmektedirler. Müslümanların da hadislerin anlamlarını Mirzâîlerin nevasına uyacak şekilde esnetmelerini arzu etmektedirler. "...Bu onların kuruntularıdır..." (2: 111),
Bu yalnızca bir kandırmacadır. Kisra ve Kayserin halen varoldukları tamamen yanlıştır. Nevevî Sahih-i Müslim Şerhinde bu hadisi açıklarken şöyle demiştir: İmam Safi ve diğer âlimler, bize bu hadisin artık Kisra İran'da, Kayser de Suriye'de hüküm süremeyeceği anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bir diğer ifadeyle, bu bölgeler Kisranın ve Kayserin hükmü altından çıkacaktır. (Hafız İbn-i Hacer Fethu'l-Bâri'de [Sahih-i Buharînm şerhi] şöyle demektedir: Özellikle bu iki imparatorluğun vurgulanmasının hikmeti şudur ki, Ku-reyş kışın Yemen'e ve yazın da Suriye'ye ticaret kervanları yollardı. Buralar Kur'ân'da zikredildiği üzere pazar merkezi idiler. "Ku-reyş'e kış ve yaz yolculukları kolaylaştırıldığı onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her sit korkudan emin kılan şu evin Rabbine ulluk etsinler." (106: 1-4). Mekke'nin fethinden sonra Kureyş İslâm ile müşerref olun-yemen ve Suriye'deki pazar-yerlerine girmeleri yasaklandı. Hz. Muhammed @ onları "pazar-merkezlerimiz bu zâlimlerin elinde kalmayacak" diyerek ferahlattı. Ve kısa bir süre sonra geleceğe ait bu haber gerçekleşti. Kisra İmparatorluğunu kaybetti ve kendisi öldürüldü. Yerine de bir başkası geçmedi. Kaysere gelince, o da Suriye'yi terketti ve başka yerlerde sığmak aradı. Kısacası her ikisi de bu topraklardan atıldılar.
Bundan dolayı, lâ Kisra hadisinde zahirî anlam dikkate alınmamalıdır, demek doğru değildir. Üstelik Mirzâîler aynı kuralın lâ ne-biyye ba 'de hadisi için de geçerli olduğunu söylemektedirler.
Mirzâîlerin yaptığı müthiş bir hata daha vardır; lâ Kisra hadisi, zahirî ve hakiki manasıyla anlaşılırsa lâ nebiyyi ba'de hadisi ona kıyaslandığında Mirzâîlerin nevalarına uygun bir anlam çıkarmak kesinlikle mümkün olamamaktadır.
Bir kıssa: Hz. Muhammed @'in geleceğe ait bir haberine göre her devirde yalancı peygamberler bulunacaktır. Fakat lâ nebiyyi ba'de hadisi önlerine Çin Şeddi gibi dikilecek ve bundan dolayı her biri bu hadisin manasını kendi hevaları doğrultusunda tahrif etmek için her türlü gayreti göstereceklerdir. Kurnaz bir adam kendisine lâ (yok) ismini takıp nübüvvet iddiasında bulunmuş ve lâ nebiyyi ba'de hadisini lâ nebiy ba'di (benden sonra Lâ peygamber olacak) şeklinde okuyarak iddiasına delil bulmaya çalışmıştır. Bu Fethu'l-Bâri'de anlatılmıştır.
Mağrib'de (Fas) bir kadın da nübüvvet iddiasında bulunduğunda insanlar kendisine lâ ne-oıpe ba'de hadisini hatırlatmışlar ve o da Şöyle cevap vermiştir: "O, lâ nebiyyi ba'dıMir, lâ nebiyyete ba'di (kadın peygamber yoktur) değildir." Bu kıssa da Fethu'l-Bâri'de zikredilmiştir.
O vakitler insanlar itikad konularında daha ciddi idiler. Hadislere saygı gösterir ve bunu imanın bir parçası sayarlardı. Aptalca tefsirlere pek itibar edilmezdi. Ümmet bu tıp sahtekârlara mürted olarak muamele ederdi. Mirzâîlerinkinden daha önemli ve ilginç açıklamaları olsa bile insanlar onlara aldırış etmezlerdi.
Bizim hissemize düşenler ise beceriksizce kendinden menkul tefsirler yapan yalancı peygamberlerdir. İnsanlar ise ateşe benzin dökercesine bu tip kimselerin yalancı kehanetlerine inanıp ve her türlü saçmalıklarını vahiy kabul edecek derecede hurafeye yatkın hale gelmişlerdir. Bu insanlar Önceki yalancı peygamberlerin devirlerinde yaşamış olsalardı onların hilelerine çabucak kanabilirlerdi.
Cübeyr b. Mut'im'den rivayete göre Rasûlul-lah @ şöyle buyurmuştur: "Ben Muham-med'im ve Ahmed'im, ben o Mâniyim ki, Allah benimle küfrü izale edecektir. Ben o Haşirim ki, nâs beni takib ederek haşroluna-caktrr. Ben Akibim (en son gelenim) (Benden sonra hiç kimse nebi olmayacaktır)." (Buharı veMüslimden Ebu Nu'aym, Delâil).
Hadiste geçen, yuhsaru'n-nas ala kademiyye (insanlar benim ayaklarımdan itibaren haşro-lunacaklardır) ifadesini Hafız ibn-i Hacer Fethu't-Bâri'sinde şöyle açıklamıştır (c. VI, s. 406): "Kadem" Hz. Peygamber @'in ayağa kalktığı ve kıyamet alâmetlerinin ortaya çıktığı döneme işaret olabilir. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve şeriat gelmeyeceği gerçeğini ima etmektedir.
Hafız'ın metninden, bu hadisin, her türlü nübüvveti nefyettiğini (olumsuzladığını) ve teşriî veya gayriteşriî her türlü nübüvvetin ebediyete kadar nihayete erdiğini beyan etmiş bulunduğunu da öğreniyoruz.
Ebu Hureyre'den Nebî @'nin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Beni İsrail'den sizden önce gelip geçenler içinde öyle kimseler vardı ki onlar peygamberler olmadıkları halde kendilerine haber ilham olunurdu (yükeüemûn). Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa o da muhakkak Ömer'dir." Bir diğer rivayet tarikında ise bu zevata muhaddesun dendiği bildirilmektedir. (Şahih-i Buharı, Hz. Ömer'in faziletleri bölümü. Müslim'de de benzer şekilde kaydedilmiştir).
Muhaddis veya Mükellim Kimdir? Hafız İbn-i Hacer Fethu'l-Bâri'sinde muhaddis kelimesini açıklamıştır (c. IV, s. 40). Bununla ilgili değişik yorumlar vardır. Bazı kimseler onun mülhem anlamına geldiğini, yani Allah'ın İlhamda bulunduğu kimse olduğunu söylemektedirler. Bu hadisin Sahih-i Müslim'de zikredilen rivayetlerinden biri bu görüşü desteklemektedir. Burada mülhemûn muhaddisün yerine kullanılmıştır.
Buna benzer olarak, aynı konu ile ilgili bir başka hadis Hz. Aişe'den rivayetle Humeydî'nin Müsned'mde. yeralmıştır. Hadisin sonunda mülhem kelimesi doğru kabul edilmiştir. Tirmizî'nin ve İbn Uyeyne'nin talebelerinden bazıları muhaddisün yerine müfhemûn (hakikati Allah'tan öğrenen) kelimesini aktarmışlardır.
Ancak hadisten anlaşıldığına göre muhaddis veya mükellim, nebî olmayan, ancak İlâhi yardıma mazhar olan ve hakikat konusunda Allah'tan ilham alan kişi manasına gelmektedir. Hadise göre muhaddis'lenn bütün söyledikleri bu sınıfa girmektedir, ancak onlar peygamber değildirler.
Şimdi yukarıda zikredilen hadisin gayesini idrak etmeye çalışalım. Hz. Muhammed @ ümmetinin en iyisine en büyük paye olarak muhaddislik (Hz. Ömer'e) payesini vermiştir ve bu hiçbir şekilde bir nübüvvet makamı değildir. Ve bu şekilde Hz. Muhammed @ bir anlamda kendisinden sonra nübüvvetin olmayacağını göstermiştir. Ümmetin icmaı ile sabit olduğu üzere peygamberlerden sonraki en üstün insanlar Hz. Muhammed @'in ashabıdır. Ve en öndeki sahabeler yani hulefa-i râşidîn bile nübüvvet mertebesinde olmadığına göre hiçbir gavs, kutb veya veli de bu mertebeye ulaşamaz. Çünkü ümmetin icmaı-na göre hiçbir veli, din yolunda her türlü gayreti gösterse bile sahabenin derecesine dahi erişemez. Buradan anlaşıldığı üzere peygamberlik makamı hiçbir şekilde sonradan kazanılamaz. Sahabenin ardından bir kimse çıkıp da nübüvvet iddia ederse onun sahabe mertebesinde bile olamıyacağı rahatlıkla söylenebilir.
Sa'd b. Ebî Vakkâs Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye : "Ey Ali, senin bana bağlılığın (ittisalin) Harun'un Musa'ya bağlılığı gibidir. Şu kadar ki, benden sonra peygamber yoktur." buyurmuştur (Buharı ve Müslim-Tebük seferiyle ilgili hadisler babında nakledilmiştir). Müslim metninde Hz. Ali'ye Rasûlullah'ın Tebük seferinden geriye kalmasını emrettiği ve Hz. Ali'nin cihaddan geri kalmamak için itiraz etmesi üzerine Rasûlullah'ın "Senin bana bağlılığın Harun'un Musa'ya bağlılığı gibidir." buyurduğu rivayeti de mevcuttur.
La nebiyye ba'dı hadisinin manasını tahrif etmeye çalışanlar bu hadisin kendi çürük iddialarına net bir cevap olduğunu görecek dir.
"İkİ hizip birbirini tüketene kadar savaşma-dıkça saat (kıyamet) gelmez. Halbuki ikisi de aynı şeyi iddia etmektedirler. Yine kezzâb (yalancı) ve deccallann sayısı otuzu [çokluğu ifade anlamında] geçmedikçe, -ki bunların her biri Allah'ın Rasûlü olduğunu iddia edeceklerdir-; saat (kıyamet) gelmez." (Ebu Hu-reyre'nin bu rivayeti Buharı, Müslim ve Müsned-iAhmedât nakledilmiştir).
Bu hadis, her yalancı peygamberin deccal ve kezzâb olduğuna işaret etmektedir. Bu hadis konuyu daha da açıklığa kavuşturmaktadır.
Bir Soru: Burada kaçınılmaz bir soru ortaya çıkmaktadır. Eğer (Hz. Muhammed @'den sonra) nübüvvet iddia edenlerin hepsi deccal ve kezzâb olarak nitelendirilecekse, otuz rakamı buraya uymamaktadır. Çünkü şimdiye kadarki yalancı peygamberlerin sayısı otuzu çoktan aşmıştır ve (kıyamet gününe kadar) bir kaç tanesinin daha ortaya çıkması beklenebilir.
Cevap: İbn-i Hacer Askalânî, Fethu'l-Ban'sinde buna uygun bir cevap vermiştir: "Bu hadis peygamberlik iddia eden herkese atıfta bulunmayıp yalnızca cezbeleri vasıtasıyla kendi bağımsız itikatlarını oluşturan kimseleri kastetmektedir. Yoksa pekçok meczup vardır ki kendisini peygamber ilân eder." {Fethu'l-Bâri, c. VI, s. 453).
Hafız İbn-i Hacer bu soruyu kapsamlı bir cevapla bertaraf etmiştir. Nübüvvet iddia edenlerin tamamı kezzâb (yalancı) olmakla birlikte bunların otuzu deccalĞır. Bunlar da kendi cemaatlerini kurabilecek derecede örgütlene-bilen ve bu iddiaları kabul gören kimselerdir, demektedir. Buradan iki sonuç daha çıkarılabilir: Birincisi, nübüvvet iddialarının çoğunluğu delilik belirtisi olan vak'alardır. İkincisi, eğer bir yalancı peygamber geniş bir taraftar topluluğu bulur ve başarı kazanırsa, bu onun iddiasının sahih ve doğru olduğu anlamına gelmez. Bu yalnızca onun sıradan, önemsiz bir yalancı peygamber değil de, sözü edilen 30 deccalden biri olduğunu ispatlar.
Bu durumda, benzer iddia sahiplerinin, çok sayıda taraftar toplamış olmakla övünmeleri faydasızdır; dinlerinin popüler ve yaygın olmasının kendilerini sevindirmesi de boşunadır. Cemaatlerinden fon toplayabilmelerİni övünç vesilesi ve mucizelerinden biri olarak görmemelidir. Meselâ bunlardan Mirza'nın hadiste sözü edilen otuz deccalden biri olduğu ispatlanmaktadır. Bir şair şöyle söylemiştir.
Câbir b. Semûre'den rivayetle Müslim'de kaydedilene benzer bir hadis nakledilmiştir (Fethu'l-Bâri, Hindistan baskısı, Bölüm 14, s. 243)
Sevban, Rasûiullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ümmet'imden otuz kezzâb zuhur edecek, her biri kendisinin peygamber olduğunu iddia edecektir. Halbuki ben hâteme'n-nebiyyîn'im, ve benden sonra peygamber olmayacaktır." (Müslim).
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben, benden önceki peygamberler üzerinde altı şeyde üstün kılındım: Bana cevâmü'l-kelim (özlü konuşma yeteneği) verildi; (düşmanların kalbine) korku (salmak) ile mensur olundum; ganimetler bana helâl edildi, yeryüzü bana namazgah ve sebeb-i taharet kılındı (bu sayede abdest suyu bulamayan müslümanlar toprak ile teyemmüm imkânına kavuştular), her nebî kendi kavmine gelmişken ben bütün insanlara geldim, ve nebiler silsilesi benimle sona erdi!" (Müslim).
Ebu Hureyre'den, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu işittim dediği rivayet olunmuştur:
"Mübeşşİrattan başka nübüvvetten (ilham alacak) bir şey kalmadı (mübeşşirat: sâlih rüya)." (Buharîve Müslim).
Bu hadisin hakiki gayesi nübüvvetin tamamen sona erdiğini ve artık devam etmeyeceğini bildirmektir. Nübüvvetten arta kalan yalnızca hakiki müminlerin görebileceği salih rüyalardır (mübeşşirat). Mübeşşİrat'm nübüvvetin 46'da 1 cüzü olduğu yine BuharTnin naklettiği bir başka hadiste bildirilmektedir.
Bir şüphe ve izale edilişi: Mirzâîler Hz. Peygamber @'in hadislerinden ibret alarak görüşlerinden vazgeçebilirlerdi. Ancak kalpleri kibirle dolu olan bu kimseler yalancı peygamberlerinden vazgeçmediler, bilakis kendi nevalarına uygun yanlış yorumlar geliştirmeye devam ettiler. "...Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler." (40: 35). Hz. Muhammed @'den rivayet edilen hadislere göre nübüvvetin kendisi ile sona erdiği açık olmasına rağmen Kadıyaniler Hz, Muhammed @'den sonra nübüvvetin devam ettiğini ispatlamaya çalışmaktan zevk duymaktadırlar: "...doğrusu bu tuhaf bir şeydir." (38: 4).
Bu hadisin tek bir cüzü hâriç, Hz. Muhammed (S)'den sonra zuhur edecek bir nübüvveti nefyettiği (kabul etmediği) genel kabul gören bir şeydir. Mirzâîler ise hemen tartışmaya başlamakta ve: "Bakınız, bu peygamberliğin halen devam etmekte olduğuna dair açık bir delildir" demektedirler. Sonra şöyle devam etmektedirler: "Bir damla su kalsa bile, o yine de sudur. Buna benzer olarak, nübüvvetin bir cüzü bile kalmış olsa, biz nübüvvetin halen var olduğunu ve devam ettiğini düşünmeliyiz."
Bu bilgi ve bilim çağında, bir yalancı peygamberin hatırına, bir cüzü devam ettiği için nübüvvetin de kesinlikle varolduğu tekrar tekrar iddia edilmektedir. İnsanların "bütün" ile "cüz" arasındaki bariz farklılığı idrak etmemeleri garip değil midir? "Cüz"ün varlığının "bütün"ün varlığı anlamına geldiğini niçin ve nasıl düşünebilmektedirler? Bu mantığa göre, namazın bir kısmının, meselâ "Al-lah-u Ekber" demenin tam bir namaz anlamına geleceğini kabul etmemiz gerekecektir. Veya, sadece elleri yıkamak abdest için yeterli sayılacaktır. Tek bir kelimeyi ezan kabul edemeyeceğimiz gibi bir dakika aç ve susuz kalmayı da oruç olarak kabul edemeyiz.
Şunları da ilave edebiliriz: Kadıyani dini ve akidesinin gereği, bir bütünün parçasını bütünün kendisi olarak kabul etmekse, o zaman bir tuğlayı tam bir bina, tuzu tam bir yemek olarak adlandırabiliriz. Böylece bir iplik parçasını elbise, tırnağı insan ve tahta parçasını masa yerine koyabiliriz. Hiç böyle iş olur mu?
Buna göre eğer bir tuğla bir ev olarak ve iplik parçası da elbise olarak kabul edilemiyeceğİ-ne göre nübüvvetin 46'da bir cüzü de nübüvvetin kendisi olarak kabul edilemez.
Su damlası misâline gelince; bir damla da, bir okyanus da su olarak kabul edilir; bu doğrudur. Mirzaî mezhebinin büyük düşünürleri her şeyi yerli yerince anlayamamaktadırlar. Daima bir hatadan diğerine yuvarlanmaktadırlar. Damlayı suyun cüzü kabul etmeleri gülünç değil midir? Bir nehir de, bir damla da total olarak sudur. Herkesin bildiği gibi ker damla su suyun bileşenlerinden (2-hİdrojen ve 1-oksijen) oluşur. Okyanusla damla arasındaki fark nicelik itibarıyladır. Hitelikleri aynıdır. Hidrojeni veya oksijeni yalnız başına su olarak kabul edemeyiz. Aynı şekilde nübüvvetin bir cüzünü nübüvvetin tamamı olarak kabul etmek de hatalı bir iştir. Burada Mirzâîler kesinlikle güvenilir olmayan bir mantık hatası yapmakta ve nübüvvetin cüzünü tamamına denk tutmaktadırlar.
Bürûzî ve zilli nübüvvet de devam etmeyecektir: Yukarıda zikredilen hadisten öğrendiğimize göre Hz. Muhammed @ kendisinden sonra nübüvvetin değil, yalnızca salih rüyaların kalacağından bahsetmiştir. Nübüvvet kelimesi her tür ve şekildeki peygamberliği içermektedir. Hz. Muhammed @ her türlü nübüvvetin zuhuruna nefyetmiştir (olumsuzla-mıştır). Aksi taktirde, peygamberimiz mü-beşşirat'tan bahsedeceğine, kendisinden sonra zuhur edecek olan peygamberlik şekillerini açıklardı.
Halbuki, bu hadiste Hz. Peygamber @ kendisinden sonra sâlih rüyaların varlığını sürdüreceğini ve bunun haricinde her türlü nübüvvetin nefyolunduğunu bildirmektedir. Eğer herhangi bir tür nübüvvet ondan sonra da devam edecek ve varlığını sürdürecek olsaydı, Hz. Peygamber @ bu türü de istisna ederdi.
Mirza, İslâm'a karşı duyduğu gizli nefreti iyice saklamak için bazen hâtmü'n-nübüvvet görüşüne inandığını, ancak sona erenin yalnızca teşriî nübüvvet olduğunu söylemiştir. Ve ardından kendi nübüvvetinin gayriteşriî olduğunu eklemiştir. Bir diğer zamanda, Mirza yeni bir görüşü benimsemiş ve "tam nübüvvetin" sona erdiğini ancak kendisine bahşedilen "cüzî peygamberliğin" devam ettiğini iddia etmiştir. Bazen de hakiki nübüvvetin sona erdiğini ve kendisine has olan zilli (gölge) veya bürûzî (yansıyıcı) nübüvvetin devanı etmekte olduğunu varsaymıştır. Bir diğer zamanda ise kalıcı ve bağımsız nübüvvetin sona erdiğini ama kendisinin olduğu üzere gayrimüstakil nübüvvetin devam edeceğini söylemiştir.
Kısaca, Mirza böylesine kendisiyle çelişen, zayıf ve yalan-yanlış ifadelerle nübüvvet iddiasını savunabileceğini ve aynı zamanda ic-ma ile sabit hâtmü'n-nübüvveî görüşüne, Kur'ân ve sünnet nasslarına karşı çıkmamış görünerek Müslümanlar sınıfı içinde yer alabileceğini düşünmüştür.
Bu mesele hakkında kısa bir yorum: Bu hadis Mirza'nın bütün plan ve hilelerini boşa çıkarmıştır. Bir an için Mirza'nın icat ettiği tarzdaki zillî veya bürûzî nübüvvet şekillerinin ve hakiki nübüvvetin bir arada mevcut olduğu varsayılsa bile, yine de yukarıdaki hadiste her türlü nübüvvetle ilgili açık bir nefy bulunmaktadır. Çünkü, zikredilen hadiste mübeşşi-rat dışında herhangi bir başka nübüvvet şeklinin de İstisna edildiği görülmemektedir. Bundan dolayı, zillî veya bürûzî nübüvvet nübüvvet çeşitlerinden olsa bile onlar da Hz. Muhammed @'den sonra ebediyen sona ermişlerdir. Mirza gibiler kendilerini savunmak için çok farklı tefsirler icat etme konusunda büyük gayretler gösterseler dahi birşey elde edemeyeceklerdir.
İbn-i Abbas'ın rivayetine göre Hz. Peygamber @ (evinin kapısındaki) perdeyi açtı, son hastalığı esnasında (baş ağrısına karşı) başını bir bezle sıkmış vaziyette dışarı çıktı. İnsanlar Ebu Bekr'in arkasında sıra halinde duruyorlardı. Rasûlullah onlara şöyle seslendi;
"Ey insanlar! Artık (benden sonra) nübüvvetten Müslümanm göreceği veya ona ilham olacak salih rüyadan (mübeşşirat'tan) başka birşey kalmayacaktır." (Müslim, Neseî ve diğerleri).
Abdullah b. İbrahim, Ebu Hureyre'den şöyle işittiğini yeminle rivayet etmiştir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ben, peygamberlerin sonun-cusuyum ve benim (Medine'deki) mescidim (peygamberler tarafından inşa edilmiş olan) mescidlerin sonuncusudur (hâtemü'l-mesâ-cid)." (Müslim ve Neseî).
Bu hadisdeki Hâtemü'l-mesâcid kelimesi bir peygamber tarafından inşa edilmiş mescidlerin sonuncusu anlamına gelmektedir; aynı fikir Deylemî, İbnu'n-Neccâr ve Bezzâr ve diğerleri tarafından Hz. Aişe'den rivayetle nakledilen şu hadiste de zikredilmiştir: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum ve mescidim de (peygamberler tarafından inşa edilen) mescidlerin sonuncusu olacaktır." (Keriz). Bir diğer ifadeyle Hz. Peygamber'den sonra başka bir peygamber gelmeyecek ve bundan sonra bir peygamber tarafından başka bir mescid inşa edilmeyecektir.
Bir Kıssa: Mirzâîler Sahih-i Müslim'de nakledilen bu metni bulduklarına çok sevinmişlerdir. Çünkü, bunun manasım hâtmun-nübüvvet meselesini kendi hevâlanna uygun bir çözüme kavuşturmak için kolaylıkla tahrif edebilirlerdi. Hâtimul-mesâcid kelimesi Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir mescid daha inşa edilmeyecek anlamına gelemezdi, çünkü bu akla aykırıdır. Bunun için Mirzâîler hâtimü'l-enbiya ifadesini de bununla kıyaslamakta ve hâtimü'l-enbiyanm Hz. Muhammed @'den sonra peygamber gelmeyecek anlamını ihtiva etmeyeceğini iddia edebilmektedirler.
Halbuki Deylemî, İbnu'n-Neccâr ve Bezzâr'ın Hz. Aişe'den rivayetle naklettikleri ve yukarıda zikredilen hadiste hatimü't-mesacidm peygamberlerin inşa ettirdiği son mescid anlamında kullanıldığı ortaya çıkmaktadır ki, bu da onların planlarını boşa çıkarmıştır.
Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayetle Rasûlullah @ kendi isimlerinden bahsederken şöyle demiştir: "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im veMukajfa'yımV (Müslim).
İmam Şerafüddin Nevevî, Şemîr b. Hemdûye'den rivayetle mukaffa'nm âkib anlamına geldiğini açıklamıştır. Âkib, Hadis No, 5'te açıklanmıştır. İbn-i Arabî bu kelimenin "peygamberleri takip eden" anlamında olduğunu söylemektedir ki, bu da peygamberlerin sonuncusu anlamına gelmektedir. Nevevî, her iki ifadeyi de almakta ve şu yorumda bulunmaktadır: Mukaffa'nm "sonuncu" demek olduğu açığa kavuşmaktadır, ve hadis "ben peygamberlerin sonuncusuyum" anlamını taşımaktadır.
Ebu Hureyre, şefaatle ilgili uzun bir hadiste Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İnsanlar İsa 'ya gidip şefaat dilediklerinde, 'benden başka bir şefaatçi bulunuz, Muhammed'e gidiniz' diyecek. Onlar da Muhammed'e gelerek 'ya Muhammed, sen Allah'ın peygamberisin, ve nebîler halimisin..." (Buharîve Müslim).
Enes, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben ve (kıyamet) saat(i) şunlar gibi gönderildik. (Peygamber @ "şunlar gibi" dedikten sonra işaret ve orta parmağını göstermiştir). (Sahih-i Buharı ve Mişkaîü'l-Mesabih),
Hadis âlimleri bu hadiste Hz. Peygamber'in Kıyamet saati ile kendisinin vefatından sonra geçen süre esnasında yeni bir peygamber gelmeyeceğini anlatmak istediği noktasında hemfikirdirler: Böylece kıyamet saati ve Hz. jyluhammed @'in (araya başka bir peygamberin nüzulünün girmeyeceği kadar) bitişik olduğu ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde hadis çelişkili kabul edilmelidir. Çünkü o zamandan bu yana ondört asır geçmiş ve Kıyamet halâ kopmamıştır.
Diğer hadislerde de Kıyamet günü ile Hz. peygamber @'in gönderilişi arasında boşluk olmadığı ifade edilmiştir. Bu konuyu 62 nolu âyeti açıklarken ele almıştık. Orada Ebû Zu-meyl'in rivayet ettiği hadisi nakletmiştik. Buraya da hadisten bir kaç satır iktibası uygun gördük: "Rüyada senin beni dişi deve sürerken görmen bizden sonra gelecek olan (Kıyamet) saati(ni) belirlemektedir; çünkü benden sonra başka peygamber ve benim ümmetimden sonra başka ümmet gelmeyecektir." (îbn-iKesîr,c. IX, s. 369).
Bu da, Hz. Muhammed @'in ve saat'in yakın olmasının, Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber ve onun ümmetinden sonra başka bir ümmet gelmeyeceği anlamını verdiğini açıkça belirlemektedir.
Hz. Aişe, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sizden önceki milletler içinde muhaddisân vardı. Benim ümmetimden de muhaddîs olacaksa, o Ömer b. Hat-tab'dır." (Müslim, Neseî, Ebu Ya'la ve Müs-ned-i Ahmed).
Muhaddis kelimesinin anlamını 6 nolu hadisi açıklarken vermiştik.
Ebu Hureyre, Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Biz ümmetlerin (dünyaya gelme açısından) sonuncusuyuz, ve Kıyamet Gününde ise (diriliş bakımından) ilki olacağız, yalnız onlara Kitapları bizden önce verilmiştir ve bize de Kitabımız onlardan sonra verilmiştir." (Buharı, Müslim, Neseî, Kem. Ebû Nuaym da, Delâilü'n-Nü-büvve, s. 9'da benzeri bir hadis nakletmiştir).
Bu hadis Müslim tarafından Sahih'mm Cuma babında ve dört değişik rivayet zinciriyle nakledilmiştir.
Huzeyfe'nin şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir: "Biz bu dünyadaki ümmetlerin sonuncusuyuz, ve Kıyamet Gününde (dirilecek olanların) ilkiyiz!" (Müslim).
"Huzeyfe Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; "Ümmetimden yirmiyedi tane yalancı (kezzab) ve deccal çıkacaktır, bunların dördü kadın olacaktır. Ben peygamberlerin sonuncusuyum ve benden sonra peygamber zuhur etmeyecektir." (Ahmed b. Hanbel ve Taberanî sağlam bir râvi senedi ile nakletmişlerdir. Tahavî de bu hadisi Müşki-lu'1-Âsâr adlı eserinde nakletmiştir [c. IV, s. 104]).
Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: Ağrıdan muz-darip iken Rasûlullah'a gittim. Oturduğum yerde kalmamı söyledi. Sonra kalktı ve namaz kıldı. Daha sonra hırkasının ucunu üzerime attı ve şöyle buyurdu; "Ey İbn-i Ebî Ta-lib, şimdi şifa buldun. Allah'tan benim için ne istersen, ben de Allah'tan senin için onu isteyeceğim; ve ben Allah'tan her ne dilersem, o kabul edilir. Yalnızca bana, benden sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğinin söylenmesi müstesna." Kalktığımda ağrımın kalmadığını gördüm. (İbn-i Cerîr ve İbn-i Şahin, Sünne; Taberanî, Mu'cemü'l-Evsat ve Ebu Nuaym, Fedâilü"s-Sahabe).
Ebu Zerr, Rasûlullah'ın kendisine şöyle hitap ettiğini rivayet etmiştir: "Ya Ebu Zerr! Nebilerin ilki Âdem aleyhisselâm ve (onların) sonuncusu benim!" (İbn-i Hibbân, Sahih; Ebû Nu'aym, Hityetii'l-Evliya; İbn-i Asâkir ve Tirmizî'de nakledilmiştir. İbn-i Hibbân bu hadisten Tarih adlı eserinde de bahsetmiştir. İbn-i Haoer Fethu'î-Bârisinde bu hadisi zikretmiştir).
Mâlik babasından ve babası da dedesinden rivayetle, Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Senin bana bağlılığının Harun'un Musa'ya bağlılığı gibi olmasını istemez misin? Şu var ki benden sonra nübüvvet yoktur/' (Hakim, Müsîedrek ve Taberanî, Mu' cemul-Kebîr).
Nafi, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben Muhammed'im ve ben ahmedim. Ben mukaffayım, haşirim, mâhiyim, hâtirrim ve âkibim" (Müsned-i Ahmed, İbn-i Sa'd, Taberanî ve Hakim nak-letmiştir. Bkz. Kenz).
Bu hadis, "zikredilen kelimeler benim sıfatla-rımdır" anlamına gelir. Mukaffa ve âkib daha önce açıklanmıştır (Bkz. Hadis No 5 ve 15). Bu kelimeler Rasûlullah'in peygamberlerin sonuncusu olduğunu belirledikleri gibi haşir de aynı anlama gelir, yanı kıyamet günü Hz. Muhammed @'in vefatından hemen sonra gelecek ve arada başka bir peygamber gelmeyecek anlamını taşımaktadır. Mâhi terimi Allah Teâlâ'mn Rasûlullah vasıtasıyla küfr'ü ortadan kaldıracağı anlamını taşımaktadır.
Avf b. Mâlik, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'a andolsun ki, ben ol haşirim, âkibim ve mukaffayım." (Nakleden Taberanî ve Hakim; bkz. Kenz).
Haşir, âkib ve mukaffa sıfatları bir önceki hadiste açıklanmıştır. Hepsi de Rasûlullah'ın peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildirmektedir.
Vehb b. Münebbih, İbn-i Abbas'tan rivayetle Hz. Peygamber'in kıyamet günü hakkında şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Hadiste Rasûlullah, mealen Nuh ümmetinin kıyamet gününde peygamberimize gelerek, ya Ahmed senin ve ümmetinin ümmetlerin sonuncusu olduğunu nasıl bildin? (bu soru hadisin ilk kısmında geçen bir olaya atfen sorulmaktadır) diyeceklerini haber vermiştir. (Hakim, M üst e dr ek).
el-Hasan, Bedir gazvesine katılmış yedi sahabenin İbn-i Abbas'tan sözlerine benzer sözler işittiğini rivayet etmiştir. (Hakim, Müsted-rek).
Ebû Saîd, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben bin veya daha fazla peygamberin sonuncusuyum!" (Hakim,Müs-tedrek; bkz. Kenz, c. VI, s. 121).
Irbâz b. Sâriye, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben, Allah'ın bir kulu ve nebilerin sonuncusuyum!" (Beyhakî nakletmiştir ve Hakim bunu sahih kabul etmiştir. Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 207).
Zeyd b Harise, kendisi İslâm ile müşerref olduktan sonra kendisini aramaya gelen kabilesinden bazı kimselerle bağlantılı uzun bir vatayı anlatırken şöyle rivayet etmiştir. Kabile mensupları: "Ya Zeyd! Kalk da (kabilemize dönerken) bize refakat et!" Zeyd: "Allah Rasûiünün cemaatinin değerine eş hiç bir topluluk bilmiyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine kabile mensupları Rasûlullah'a hitaben: "Ya Muhammed! Bu çocuk için isteyebileceğin diyeti ödemeye hazırız, yeter ki onu bizimle birlikte götürebilelim." Bunun üzerine Rasülullah @ onlara, Allah'tan başka kulluk edilecek ilâh bulunmadığını ve kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ikrar etmeleri durumunda Zeyd'i onlara verebileceğini söyledi. (Hakim, Müstedrek'inde bu hadisi ayrıntılarıyla nakletmiştir, c. III, s. 314).
Bu hadisin en önemli noktası Hz. Muhammed @'in hâtmü'n-nübüvvet görüşünü tıpkı teşehhüd (Lâ İlahe illallah Muhammed er-rasûlullah) gibi imanın bir rüknü kabul etmiş olmasıdır.
Abdullah b. Sâbit'ten rivayetle nakledilmiştir: Hz. Ömer, Rasûlullah'a geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasülullah, ben Kurayza kabilesine mensup bir kardeşimin yanından geliyorum. Sana getirmem için bana Tevrat'tan bazı satırlar yazdı." Bunu duyan Allah Rasûiünün yüzü öfkeden kızardı ve şöyle buyurdu: "Nefsim Kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şimdi Musa aramızda olsaydı ve sizler de onun yolunu takip etmeye başlasaydınız dalalete düşmüş olurdunuz. Çünkü siz bütün ümmetler içinde benim ümmetim, ben de bütün peygamberlerin içinde sizin peygamberinizin*!" (Müsned-i Ahmed ve ayrıca Suyutî, Dürrül-Mensûr, c. II, s. 48; el-Hâkim, Kem P- I, s. 51).
Rasülullah @ kendi ümmetine, hiçbir peygamberin bu ümmet üzerinde bir hak iddia edemeyeceğine çok sarih ve kati şekilde ifade buyurmuştur. Bu ümmetin rehber olarak başka bir peygamberi seçemeyeceğini de aynı netlikte ifade buyurmuştur.
Enes b. Mâlik'duı rivayetle şöyle nakledilmiştir: Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "Risalet ve nübüvvet sona erdi. Onun için benden sonra bir rasûl veya nebî gelmeyecek." (Tirmizî hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. İbn-i Kesir Tefsir'inde, bu hadisin Ahmed b. Hanbel tarafından da nakledildiğini belirtmiştir: c. VIII, s. 9).
Bu hadis nebî ve râsul kelimelerim ihtiva etmektedir. Burada Hz. Peygamber @'den sonra şeriat sahibi ya da gayriteşrü hiçbir çeşit peygamberin zuhur etmeyeceği birbirinden ayırdedilerek belirtilmiştir. Önceki kısımlarda bu husus açıklanmıştı. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre rasûl, şeriat sahibi peygamberlere; nebî ise genelde tüm peygamberlere verilen isim olup bir nebî yeni bir şeriatla gelebileceği gibi önceki şeriatlardan birine de tâbi olabilir.
Ümmü Kurz el-Ka'biye'den rivayet edildiğine göre Ka'biye Rasülullah @'in şöyle buyurduğunu işitmiştir: "Nübüvvet (ebediyyen) sona ermiştir; geride nübüvvetten yalnızca mübeşşirât (sâdık rüyalar) kalmıştır." (İbn-i Mâce, s. 286; Müsned-i Ahmed ve Taberanî. İbn-i Huzeyme bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir; bkz. Kem).
Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin Hz. Muhammed @'den rivayet ettiği uzun bir hadisin bir bölümünde Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Ben hâtemü'l-enbiyayım ve sizler de ümmetlerin sonuncususunuz." (İbn-i Mace, Sünen, s. 307, "Deccal bölümü"; İbn-i Huzey-me; Hakim ve ed-Diya'da nakletmiştir. Bkz. Müntehabü'l-Kenz,c. VI, s. 41).
Übey b. Ka'b'ın Hz, Peygamber'in peygamberliğini köşe tuğlasına benzettiği hadisle bağlantılı olarak ettiği rivayete göre hadisin sonunda Hz. Muhammed @ "bu tuğlanın binayı tamamladığı gibi ben de peygamberleri tamamlayanım!" buyurmuştur. (Nakleden Ahmed ve Tirmizî. Tirmizî hadisin sahih, fakat garib olduğunu söylemiştir).
Bu 36 hadis hâîmü'n-nübüvvet ile doğrudan ilgili olup tamamı hadis ilmine göre sahihtir.
Neseî, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (Sünen-i Erbaa) Naklettikleri Sahih Hadisler
Ukbe b. Amr, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Eğer benden sonra başka bir peygamber gelecek olsaydı bu muhakkak Ömer b. Hattab olurdu." (Tirmizî).
Bu hadisten anlaşıldığına göre Hz. Ömer nübüvvet kemalâtlarından bazılarım haizdi; ancak yine de ona nübüvvet verilmedi, çünkü nübüvvet sona ermişti. Bu hadisteki lev kâne (olsaydı) ifadesi de böyle bir durumun sözko-nusu olmadığını açıkça göstermektedir. Bundan dolayı hadis Rasûlullah'tan sonra peygamber gelmesi mümkün olamayacağı için Hz. Ömer'in bile peygamber olmasının imkânsızlığını belirten bir anlam içermektedir.
Ümmetlerin en hayırlısı ve nübüvvetin kemalatı: Bu hadisten açıkça çıkartılan bir diğer sonuç da nübüvvetin sona erişiyie kemalât-ı nübüvvetin de nihayet bulduğudur Ancak bu kemalât bazı yönleriyle bu ümmette mevcudiyetini sürdürecektir. İşte bundan dolayı nübüvvet vazifesi başka birine tevdî edilmeyecekti. Aşağıdaki benzetme ile bu durum kolayca anlaşılacaktır: "Nitelikli bir âlim Öğretmen olma kapasitesine ve yeteneğine sahip olabilir, ancak bir müessesede bir öğretmen kadrosunu doldurmadıkça o kişiye öğretmen denemez. Veya, İngiliz dili ve edebiyatına bütünüyle hâkim yeni mezun bir kimse okutmanlık için gerekli bütün vasıf ve şartları taşıyabilir. Ancak buraya tayin için gerekli güven ve sorumluluğa sahip olduğuna karar verilip bu göreve getirilmedikçe bu kimseye okutman denemez.
Kısacası, bu ümmetin âlimleri nübüvvet kemalâtmdan mahrum değildirler; ve bunlardan muhakkak büyük bir hisse almışlardır. Ancak Hz. Muhammed @'in nübüvveti kıyamet gününe kadar geçerliliğini sürdürdüğü için, ondan sonra hiç kimse nübüvvet makamına yükselme imtiyazına sahip olamayacak, yeni bir peygamber vazifelendirme ihtiyacı da doğmayacaktır. Çünkü yeni bir peygamberin gönderilmesi Hz. Muhammed @'in derecesine zarar getirir. Bundan dolayı ondan sonra hiç kimseye peygamberlik verilmeyecektir.
İbn-i Abbas uzun hadislerden birini rivayet ederken önceki ümmetlerin bizim ümmetimize hürmet edeceğini ve "bu ümmetin bütün fertleri kemalât bakımından nebîliğe lâyıktır" dendiğini beyan etmiştir. (Nakleden Ebu Davud Tayalisî, Müsned, s. 354; Müsned-i Ah-medve Ebû Ya'lâ).
Celaleddin Süyûtî Hasaisu'l-Kübrâ (s. 16) da Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivayetle bu hadisteki konuyu nakletmiştir. Kenzii'l-Ummâ/'da da Hz. Muhammed @'in bir keresinde ashabına "neredeyse nebi mertebesinde olduklarını" beyan buyurduğu nakledilmiştir.
Bu açık ifade, nübüvvetin ebediyyen sona eriş olmasının kabul edilmesi durumunda son ümmetin derecesinin düşük görüleceği, çünkü önceki ümmetlerin tamamının içinden ygamberler çıkmışken bu ümmetten hiç peygamberlik şerefine nail olan kimse bulunmamış olacağı şeklindeki Kadıyanî görüşünün yanlışlığım ve kötü niyetini ortaya çıkarmaktadır.
Bu hadis kemalât-ı nübüvvete sahip olmak bakımından tslâm ümmetinin diğer bütün ümmetlerin fevkine çıktığını ispatlamaktadır. Bu ise bir derece düşüklüğü değil, bilakis fa-ziletliliktir.
Câbir b. Abdullah, Rasûlullah'ın (Tebük seferine çıkmadan Önce yerine) Ali'yi bırakmak istediğinde, Hz. Ali'nin: "Beni yerine bırakırsan insanlar benim hakkımda ne der?" diye sorduğunu ve Hz. Peygamber'in ona şöyle cevap buyurduğunu rivayet etmiştir: "Senin bana nisbetin Harun'un Musa'ya olan nisbeti gibi oluşundan hoşnut değil misin? Ancak bir farkla ki, benden sonra başka bir nebi olmayacaktır." {Müsned-i Ahmed, İbn-i Mâce ve Tirmizî).
Bu hadisden bir zamanlar Harun'a bahşedilen tarzdaki peygamberliğin de sona erdiği açıkça anlaşılmaktadır. Harun'un peygamberliğinin müstakil bir şeriatla birlikte gelmeyip Tevrat kanunları doğrultusundaki Musa'nın şeriatına tâbi olduğu bilinmektedir. O yalnızca tebliğ için gönderilmişti. Bu hadis böylece Mirza'nın kendisi için kullanmaktan hoşlandığı gayriteşriî nebilik türünün de devam etmeyeceğini açıklamış olmaktadır.
Umrn-ü Seleme'nin azatlı kölesi Sefme'den, cennetten yeryüzüne inen bir terazi görmüş olduğu rüyayı anlattığı uzun bir hadis ile bağlantılı olarak rivayetle nakledildiğine göre Hz. Muhammed @ bu rüyayı duyduğunda yeise düştü ve şöyle buyurdu: "Nübüvvetin halifeliği 30 yıl sürecektir; ondan sonrası sul-
tanlıktır." Burada Rasûlullah çok üzgün bir halde tekrar şöyle buyurdu: "(Kısa bir süre) Peygamberin halifeliği, ondan sonra sultanlık, onu da Allah kime dilerse ona verir!" (Tirmizî ve Ebu Davud).
Bürûzî nübüvvet (diye bir şey varsa bile) devam etmeyecektir. Bu hadis bürâzînübüvvet düşüncesinin ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır. Hadis bize Peygamberin halifeliğinin kısa bir dönem süreceğini ve kesinlikle bunun nübüvvet sayılamayacağını sarahaten göstermektedir. Eğer nübüvvetin herhangi bir çeşidi kalacak olsaydı Hz. Muhammed @ halifelikten önce ondan bahsederdi. Bu yüzdendir ki, bir an zıllî, bürûzî, bağımsız olmayan nübüvvet gibi nevzuhur nübüvvet çeşitlerinin varolduğunu kabul etsek bile bu hadis yardımıyla bunların da devam etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benden sonra nübüvvetle ilgili olarak müheşşiraüan (Sadık rüyalardan) başka bir şey kalmayacak" (NeseÎYs Ebu Davud. Ayrıca bkz. Fethu'l-Bâri, c. XII, s. 331).
Bu hadisden de Mirza'nın tanımlamaya çabaladığı teşriî, gayriteşriî, zıllî, bürûzî gibi peygamberliklerin Hz. Muhammed @'den sonra devam etmeyeceği kolaylıkla öğrenilebilir.
İbn-i Abbas, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Biz ümmetlerin so-nuncusuyuz ve Kıyamet gününde hesaba çekileceklerin ilkiyiz..." (İbn-i Mace'den nakille Kenz, c. VI, s. 23).
Behz b. Hâkim babasından ve o da dedesinden Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde yetmiş tam ümmet olacaktır. Biz onların sonuncusu ve en hayirlısıyız." (Tirmizî, İbn-i Mâce ve Dârimî, ayrıca Kenz, c. VI, s. 232. Burada zikredildiği üzere, Mişkat'vn 584. sahifesİnde bu hadisin hasen olduğu beyan edilmiştir).
Muaviye b. Cende, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Siz yetmiş milleti tamamlayacaksınız ve onlar arasında en hayırlısı Allah katında en şereflisi olacaksınız." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn-i Mâce, ve Hâkim, Müstedrek. Ayrıca bkz. Kenz, c. VI, s. 230).
Huzeyfe'den rivayetle Rasûlullah @: "Nübüvvet mübeşşiratlarmdan sâdık rüyalar dışında başka bir şey kalmayacaktır." buyurmuştur. (Nakleden Neseî, bkz. Kenz, c. VI, s. 33).
Hz. Ali'nin rivayetine göre, Rasûlullah @'in iki kürek kemiği arasında mühr-ü nübüvvet vardı. O bu yüzden hâtemü'l-enbiya (nebilerin sonuncusu)dır. (Şemâiî-i Tirmizî, s. 3).
İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i en sahih hadis kitaplarından biridir. İmam 7.500.000 hadis arasından 30.000'ini seçerek kitabına almıştır. Hadis âlimleri bu kitapta hasen hadisden daha alt derecede bir hadis bulunmadığı konusunda hemfikirdirler. Bundan dolayı Müsned'deki bütün hadisler sahih ve güvenilirdir.
Irbaz b. Sâriye, Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Adem daha balçık halinde iken benim hâteme'n-nebiyyîn olduğum levh-i mahfuz'da yazılı idi." (Şerhü's-Sünne ve Müsned'i Ahmed'de nakledilmiştir. Mis-kat ve Kenz c. VI, s. 116'dan aktarılmıştır). İbn-i Sa'd bu hadisi şu şekilde nakletmiştir: "Ümmü'l-Kitab'da benim hâteme'n-nebiyyîn olduğum yazılıdır." (Bkz. Kenz, c. VI, s. 112).
İbn-i Ömer'den rivayet edildiği üzere bir gün Rasûlullah @ sanki veda eder gibi bir ifadeyle şöyle buyurmuştur: "Ben ümmî peygamberim; ben ümmî peygamberim! ve benden sonra başka peygamber olmayacak..." nihayet şöyle buyurdu: "Bana kulak verin ve aranızda olduğum sürece bana itaat edin. (Bu dünyadan) ayrıldığım vakit ise Allah'ın Kitabına sıkı sıkıya sarılmak size farzdır. Kitapta (size helâl olduğu bildirileni helâl ve haram olduğu bildirileni haram bilin!" (Müsned-i Ah-med'den nakille İbn-i Kesîr, Tefsir. Tefsiri Beğavî'nin eski basımları sayfa kenarı, c. VI-II, s. 91. Ayrıca, İbn-i Mirdeveyhî'den nakille Süyûtî, Dürrü'l-Mensûr, c. III, s. 131).
Bu hadise göre Rasûlullah insanlar arasında durduğu müddetçe Kur'ân'ı tefsir edecektir ve insanlar onun bu çerçevedeki emirlerine uyacaklardır. Vefatından sonra, karşılaşılan yeni meselelerin çözümü de Allah'ın Kitabında aranacaktır.
Muaz b. Cebel bu meseleyi rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle açıklamıştır: Bir meselenin çözümü Kur'ân'da bulunamıyorsa Sün-net'e bakılır; orada da bulunamazsa icma-ı ümmet takip edilir ve ancak bundan sonradır ki kişi kıyas yolu ile içtihada gidebilir.
Numan b- Beşir ve Huzeyfe, Rasûlullah @'in öyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Nübüvvet, Allah dilediği (ben aranızda yaşadı-Sırn) sürece aranızda devam edecektir. Sonra Allah Teâlâ nübüvveti kaldıracak ve daha sonra Allah dilediği sürece aranızda saltanat vönetimi hâkim olacak. Daha sonra Allah bu-nU da kaldıracak. Bundan sonra nübüvvet seklindeki halifelik varolacaktır." Daha sonra Rasûlullah'm sükût ettiği görüldü. (Müsned-i Ahrned ve Beyhakîden nakille Mişkat).
Bu hadîsin sonunda bahsedilen halifelik kıyamet gününe yakın Hz. İsa'nın zuhur ettiği günlerde hüküm sürecek İdare şekline işarettir.
Bu hadis bize ayrıca Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir şekil ve tarzdaki nübüvvetin söz konusu olmadığını açıkça göstermektedir. Yalnızca otoktratik bir yönetici olacaktır. Bu İfade nevzuhur zıllî, bürûzî vb. nübüvvet çeşitlerinin söz konusu olmadığını açıkça ortaya koyar.
Huzeyfe'nin de Numah tarafından rivayet edilen yukanda zikredilmiş olan hadise benzer bir hadisi rivayet ettiği nakledilmiştir. {Müsned-i Ahmed ve Beyhakîden nakille Mişkaf).
Huzeyfe b. Useyd, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ''Nübüvvet sona ermiştir; benden sonra nübüvvetle ilgili olarak nıübeşşirattan (rüyayı sâdık) başka bir §ey kalmayacaktır." Kendisine mübeşşiratın ne olduğu sorulduğunda Rasûlullah şöyle buyurdu: "Bir kimsenin gördüğü ya da bir başka kimsenin o kimse adına gördüğü sâdık rüyalardır." (Müsned-i Ahmed ve Hâtıb, bkz. Kem).
Ebû Saîd el-Hudrî Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye Şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Senin bana nisbetİn Harun'un Musa'ya nİsbeti gibidir; yalnız bir farkla ki benden sonra nebi gelmeyecektir." (Müsned-i Ahmed ve Ebu Bekr el-Muteyrî'den Kem, c. VI, s. 153). Bu rivayet daha önce ele alınmıştı.
Zeyd b. Evfâ, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ya Ali, beni Hak din üzere gönderen Allah'a yemin ederim ki, benim yerime seni tercih ettim, çünkü senin bana nisbetin Harun'un Musa'ya nisbeti gibidir; bir farkla ki benden sonra nebi gelmeyecektir." (Nakleden Müsned-i Ahmed ve İbn-i Asâkir; bkz. Kem).
Ebû Nadre, İbn-i Abbas'tan şefaatle ilgili bir hadis rivayet etmiştir: "Daha sonra insanlar İsa'ya gelerek günahlarının affedilmesi için Allah katında şefaatçi olmasını isteyecekler. İsa şöyle cevap verecek: Benim burada hükmüm yoktur ve size bir faydam dokunamaz, çünkü annem ve ben Allah yanında ilâhlar olarak kabul edildik. Bir madde bir kabın içine konsa ve daha sonra kap mühürlense, bu madde bu mührü koparmadan bu kaptan çıkabilir mi? İnsanlar 'Hayır!' deyince, Hz. İsa şöyle devam etti: Andolsun ki Muhammed @ bugün buraya gelmiştir ve onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştİr." Rasûlullah daha sonra şöyle ilâve etti: "İnsanlar daha sonra bana gelecekler ve günahlarmın affedilmesi için Allah katında kendilerine şefaatçi olmamı isteyecekler. Onlara şöyle diyeceğim: Bu benim tarafımdan yapılacak bir iştir. Bunu yapacağım." En sonunda Rasûlullah şöyle buyurdu: "Biz (onların) so-nuncusuyuz ve (onların) ilki olacağız. Hesaba ilk çekilen ve halâsa eren biz olacağız ve diğer ümmetler (hürmetlerinden dolayı) bize yol verecekler. Diğer ümmetler şöyle diyecekler: Bu ümmetin tamamı peygamberler mesabesindedir..." Ebu Davud Tayalisî, Müsned s. 354; Müsned-i Ahmed ve Ebu Ya'la'da ise şöyle bir kısım vardır: "(İsa) şöyle diyecek: Muhammed hâteme'n-nebiyyîndir ve bugün buradadır."
Büreyde, Rasûlullah (2)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben ve kıyamet saati (neredeyse) birlikte gönderildik. Sûr'un üfürüldü-ğü neredeyse benden hemen sonradır." (Müsned-i A fime d'den İbn-i Cerîr nakletmiş-tir; İbn-i Kesir Tefsirinde ve Beğavi'nin Tefsirinin eski basımında derkenar olarak, c. VI, s. 156).
Bu hadis benzetme yoluyla kıyamet gününün Rasûlullah'tan hemen sonra gerçekleşeceğini söylemektedir. Ayrıca bkz., Rasûlullah ile Kıyamet günü arasında başka bir peygamber gelmeyeceğini açıkça beyan eden Hadis No. 17.
Ebu't-Tufeyl'in Rasûlullah @'den rivayet ettiğine göre, Rasûlullah: "Benden sonra nübüvvet olmayacak, mübeşşirat (sâdık rüyalar) müstesna!" buyurmuştur. (Rivayet edenler Sa'îd b. Mansûr, Müsned-i Ahmed ve İbn-i Mirdeveyhî; bkz. Kenz, c. VIII, s. 33).
Hz. Aişe'nin rivayetine göre Rasûlullah @: "Benden sonra nübüvvetle ilgili olarak mü-beşşİrattan başka bir şey kalmayacaktır!" buyurmuştur. (Nakledenler Müsned-i Ahmed ve Hatîb; bkz. el-Kenz, c. VIII, s. 33).
Bu kısımda, büyük hadis âlimlerinin naklettikleri, ancak muhaddislerin şerhetmediği hadisler aktarılacaktır.
Câbir b. Abdullah, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben, nebilerin ulusuyum, fakat bu yüce hasletle övünmem; ben hâteme'n-nebiyyînim, bununla da övünmem; ben (günahkârlar için) şefaatçi olacak ve şefaati kabul edilecek ilk kimseyim, fakat bununla da övünmem." (Nakleden Dârimî, ve Miskat'ten nakledildiğine göre İbn-i Asâkir -bkz. Kenz, c. VI, s. 109).
Hasa'isü'l-Kübrâ'da aynı hadis Buharı tarikinden nakledilmiştir (c. II, s. 224); Taberanî'nİn Mu'cemü'l-Evsat'ı ile Beyhaki ve Ebû Nu'aym'da da nakledilmiştir.
Temîm ed-Dârî kabir suali ile ilgili uzun bir hadisi naklederken (Ölünün) şöyle söyleyeceğini rivayet etmiştir: "Dinim İslâm, peygamberim hâteme'n-nebiyyîn olan Muham-med'dir. Melekler de ona: Doğruyu söyledin! diyeceklerdir." (Süyûtî, Dürrü'î-Mensur, c. VI, s. 165. İbn-i'd-Dünyâ ve Ebu Ya'la'nın nakillerinden alınmıştır).
Bu hadis hâtmü'n-nübüvvet inancının önemli bir akaid kuralı olduğunu da göstermektedir, Kabir suali esnasında bile ölüden bu inanca şehadet etmesi istenmektedir.
Ebu Hureyre, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yüce ve Kadir-i Mutlak olan Allah Adem'i yarattığında ona kendi gelecek neslini tanıttı. Âdem bir çocuğunun diğerlerinin fevkinde olduğunu gördü. Ve sonunda bir ışık görerek sordu: Ey Rabbim bu nedir? Allah Teâla cevapladı: O oğlun Ah-med'dir; o ilk olandır ve son olandır; şefaatçidir ve şefaati kabul edilecektir." (Nakleden İbn-i Asâkir; bkz. Kenz).
Bu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Âdem gökten Hindistan'a indirildiğinde kendisini yalnız hissetti. Cebrail ona görüldü ve ona iki kere Allah-u Ek-ber, iki kere Eşhedü en lâ ilahe illallah ve iki kere eşhedü enne Muhammeder-rasûlullah diyerek namaz kılmasını söyledi. Adem, Cebrail'e: Muhammed kimdir? diye sordu. Cebrail şöyle cevapladı: Senin çocuklarından nübüvvet makamına yükselecek olan son kimse!" (Nakleden îbn-i Asâkir; bkz. Kenz, c. VI, s. 114; Hasa'isü'l-Kübra, c. I; Ebû Nu'aym'dan).
Ebû Ümâme, Rasûlullah'ın Veda Haccında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ey insanlar! Benden sonra yeni bir peygamber ve sizden sonra yeni bir ümmet gelecek değildir. Onun için Rabbinize kulluk edin, günde beş vakit namazınızı küm, Ramazan ayında oruç tutun ve sahip olduklarınızdan fakirlerin hakkını isteyerek verin. Aranızdaki meselelerde sizden olan emir sahiplerine itaat edin ki Rabbinizin Cennetine girebİlesİniz!" (Munte-habu'l-Kenz, Müsned-i Ahmed&z derkenar olarak, c. II, s. 391).
Bu hadisten anlaşıldığı üzere Rasûlullah @'den sonra teşriî-gayriteşriî, bürûzî-zülî, veya lügavî veyahut cüzi gibi Mirza tarafından icat edilen nübüvvet türleri de dahil olmak üzere hiç bir çeşit nübüvvetin söz konusu olmayacağı aşikârdır. Eğer kendisinden sonra yeni bir nebî gelecek olsaydı; ona itaat edilmesi emir sahiplerine itaat edilmesinden daha önemli olduğu için Rasûlullah bunu muhakkak ki zikrederdi. Halbuki bu hadiste yalnızca emir sahiplerine itaat yeterli görülmüştür.
Nu'aym b. Mes'ûd, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her biri kendisinin nebi olduğunu iddia eden 30 yalancı zuhur edene kadar kıyamet saati gelmeyecektir." (Taberanî).
Ubeydullah b. Amr el-Leysî, Rasûlullah @Tin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hesap Gününden önce kendilerinin peygamber olduğunu tahayyül eden 30 yalancı zuhur etmezden Kıyamet kopmayacaktır." (İbn-i Arabi Şeybe).
Ebu Bekr şöyle rivayet etmiştir: İnsanlar Mü-seylemetü'l-Kezzab (Yalancı Peygamber Müseyleme)'dan sıkça bahseder olmuşlardı ki, Rasûlullah onlara şöyle hitap etti: "Bu adam hakkında çok konuştunuz. O (büyük) deccaî-den önce zuhur edecek olan otuz yalancıdan yalnızca biridir." Tahavî, Müşkilu'l-Asâr, c. IV, s. 104).
Dahhak b. Nevfel, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benden sonra yeni bir nebi ve benim ümmetimden soma yeni bir ümmet gelmeyecektir." (Beyhakî, Kitabü'r-Rüya).
Hz. Enes, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben bir gece göğe yükseldiğimde (17: 3) ve Allah Teâlâ beni katına çıkardığında aramızdaki mesafe iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın olduğunda (63: