Nübüvvetin Sona Erişi: Küfre Karşı Bir Müdafaa. 1

Nübüvvetin Sona Erişi: Müslümanlar İçin Bir Nimet 1

Fikir Karmaşasına Karşı Koruma. 1

Nübüvvetin Sona Erişi: Medeniyet İçin Bir Nimet 2

Sünnetullah'a Aykırı Tasavvuf Anlayışının Yol Açtığı Tehlikeler 2

Müminlerin Feraseti: Müslümanların Kötülük Üzere İcma Etmemeleri 3

Çekişme Tohumları 3

İslâm'ın En Şedid Düşmanları 3

KISIM 4. 3

KUR'ÂN'DA HÂTMÜ'N-NÜBÜVVET. 3

Kur'ân'ın Işığında Peygamberliğin Nihayete Erişi Meselesi 3

Tefsir Usûlü. 3

Âyetlerin Gerçek Ve Kastedilen Mânasını Anlamak Gayesiyle Konulan Doğru Ve Kat'î Ölçüler 3

Bir Şüphe Ve Bunun Giderilmesi 3

Mirza'nın Tefsir Konusunda Kullandığı Kriter 3

Birinci Ayet Ve Nüzul Sebebi 3

Bu Ayetin İki Kısmının Birbiriyle İlgisi 3

Yukarıda Zikredilen Ayetin Dil Bilim Yönünden Tefsiri 3

Rasûl Ve Nebi Kelimelerinin Anlamları Arasındaki Farklılıklar 3

Hatem Kelimesinin Eleştirel  İncelemesi 3

en-Nebiyyîn Kelimesinin Linguistik İzahı 3

Âyet'in, Kur'ân'daki Şekliyle Tefsiri 3

Zikredilen Âyetin Hadislerle İzahı 3

Yukarıda Zikredilen Âyetin Ashab Ve Tâbiûn Tarafından Yapılan Tefsirleri 3

Yukarıda Zikredilen Âyetin Müfessirûnun İfadelerine Göre Tefsiri 3

Tarihte, Bu Âyeti Hevalarına Göre Yorumlayanların Akıbeti 3

Bazı Şüpheler - Yanlış Anlamalar Ve Bunların İzale Edilmesi 3

İddiaların Çürütülmesi 3

Bir Meydan Okuma. 3

Dayanaklarını Değiştiriyor 3

Peygamberliğin Zilliye Büruzî Oluşu Hikâyesi 3

Üçüncü Ayet 3

Dördüncü Âyet 3

Beşinci Âyet 3

Altıncı Âyet 3

Yedince Âyet 3

On İkinci Ayet 3

Onüçüncü Âyet 3

Ondördüncü Âyet 3

Onbeşinci Âyet 3

Onaltıncı Âyet 3

Onyedinci Âyet 3

Onsekizinci Âyet 3

Ondokuzuncu Âyet 3

Yirminci Âyet 3

Yirmibirinci Âyet 3

Yirmiikinci Âyet 3

Yirmiüçüncü Âyet 3

Yirmidördüncü Âyet 3

Yirmibeşinci Âyet 3

Yirmialtıncı Âyet 3

Yirmiyedinci Âyet 3

Yirmisekizinci Âyet 3

Yirmidokuzuncu Ayet 3

Otuzuncu Ayet 3

Otuzbirinci Âyet 3

Otuzikinci Âyet 3

Otuzüçüncü Ayet 3

Otuzdördüncü Âyet 3

Otuzbeşinci Âyet 3

Otuzaltıncı Ayet 3

Otuzyedinci Âyet 3

Otuzsekizinci Âyet 3

Otuzdokuzuncu Âyet 3

Kırkıncı Âyet 3

Kırkbirinci Âyet 3

Kırkikinci Âyet 3

Kirküçüncü Âyet 3

Kırkdördüncü Âyet 3

Kırkbeşinci Âyet 3

Kırkaltıncı Ayet 3

Kırkyedinci Âyet 3

Kırksekizinci Âyet 3

Kırkdokuzuncu Âyet 3

Ellinci Âyet 3

Ellibirinci Âyet 3

Elliikinci Âyet 3

Elliüçüncü Âyet 3

Ellidördüncü Âyet 3

Ellibeşinci Âyet 3

Ellialtincı Ayet 3

Elliyedinci Ayet 3

Ellisekizinci Âyet 3

Ellidokuzuncu Ayet 3

Altmışıncı Ayet 3

Altmışbirinci Ayet 3

Altmışikinci Âyet 3

Altmışüçüncü Âyet 3

Altmışdördüncü Âyet 3

Altmişbeşinci Âyet 3

Altmışaltına Âyet 3

Altmışyedinci Âyet 3

Altmışsekizinci Âyet 3

Altmışdokuzuncu Âyet 3

Yetmişinci Ayet 3

Yetmişbirinci Ayet 3

Yetmişikinci Ayet 3

Yetmişüçüncü Âyet 3

Yetmişdördüncü Âyet 3

Yetmişbeşinci Âyet 3

Yetmişaltıncı Âyet 3

Yetmişyedinci Âyet 3

Yetmişsekizinci Âyet 3

Yetmişdokuzuncu Âyet 3

Sekseninci Âyet 3

Seksenbirinci Âyet 3

Seksenikinci Âyet 3

Seksenüçüncü Âyet 3

Seksendördüncü Âyet 3

Seksenbeşinci Âyet 3

Seksenaltıncı Âyet 3

Seksenyedinci Âyet 3

Seksensekizinci Âyet 3

Doksanıncı Ayet 3

Doksanbirinci Âyet 3

Doksanikinci Âyet 3

Doksanüçüncü Ayet 3

Doksandördüncü Âyet 3

Doksanbeşinci Âyet 3

Doksanaltıncı Ayet 3

Doksanyedinci Âyet 3

Doksansekizinci Âyet 3

Doksandokuzuncu Âyet 3

KISIK 5. 3

HADİS KÜLLİYATINDA HÂTMÜ'N'NÜBÜVVET FİKRİ. 3

Sahiheyn (Buharı ve Müslim)'deki Hadisler 3

Hadis No 1. 3

Hadis No 2. 3

Hadis No. 3. 3

Hadis No. 4. 3

Hadis No. 5. 3

Hadis No. 6. 3

Hadis No. 7. 3

Hadis No. 8. 3

Hadis No. 9: 3

Hadis No 10: 3

Hadis No. 11. 3

Hadis No. 12. 3

Hadis No. 13. 3

Hadis No. 14. 3

Hadis No. 15. 3

Hadis No. 16. 3

Hadis No. 17. 3

Hadis No. 18. 3

Hadis No. 19. 3

Hadis No. 20. 3

Hadis No. 21. 3

Hadis No. 22. 3

Hadis No. 23. 3

Hadis No. 24. 3

Hadis No. 25. 3

Hadis No, 26. 3

Hadis No. 27. 3

Hadis No. 28. 3

Hadis No. 29. 3

Hadis No. 30. 3

Hadis No 31. 3

Hadis No. 32. 3

Hadis No. 33. 3

Hadis No. 34. 3

Hadis No. 35. 3

Hadis No: 36: 3

Hadis No 37: 3

Hadis No. 38. 3

Hadis No, 39. 3

Hadis No. 40. 3

Hadis No. 41. 3

Hadis No. 42. 3

Hadis No. 43. 3

Hadis No. 44. 3

Hadis No: 45. 3

İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki Hadisler 3

Hadis No. 46. 3

Hadis No. 47. 3

Hadis No. 48. 3

Hadis No. 49. 3

Hadis No. 50. 3

Hadis No. 51. 3

Hadis No. 52. 3

Hadis No. 53. 3

Hadis No. 54. 3

Hadis No. 55. 3

Hadis No. 56. 3

Sahih Hadis Kitaplarındaki Diğer Hadisler 3

Hadis No. 57. 3

Hadis No. 58. 3

Hadis No. 59. 3

Hadis No. 60. 3

Hadis No. 61. 3

Hadîs No. 62. 3

Hadis No. 63. 3

Hadis No. 64. 3

Hadis No. 65. 3

Hadis No. 66. 3

 

 

 

 

 

 

Nübüvvetin Sona Erişi: Küfre Karşı Bir Müdafaa

 

İslâm akidesinin asliyetini muhafaza etmek, fakir ve zayıflara haklarım teslim etmek için zâlimlere karşı sürekli mücadele yolunda va-rolagelen İslâmi dirilişçi gelenek köklerini genel İslâmî bilinçten almaktadır. İslâm, top­lumun âlimlerini hak ve adaletin gerçekleş­mesi, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama, toplumsal barışı sağlama ve bidatlerden kaçı­narak dinin aslî akidesini muhafaza ile vazi­felendirmiş ve sorumlu tutmuştur. Bu bilincin varlığı ve bunun neticesinde gösterilen gay­retler Müslümanların yeni bir peygamber beklemediklerine ve dinlerini, akide ve cemi­yetlerini yenilemek için göklerden gelen bir mesih beklentisi içinde bu tip gayretlerini durdurmadıklarına şehadet etmektedir.

Ancak diğer dinlerin ve Müslümanlar arasın­da yukarıdaki ilkelere zıt inançları bulunan mezheplerin takipçileri hiç bir zaman kötü­lükle savaşmak; iyilik ve fazileti yeniden te­sis etmek sorumluluğunu almaya eğilimli ol­mamışlardır. Daima bir kurtarıcı ya da ümit peygamberi beklentisi içinde olduklarından en kötü durumlarda bile rıza göstermişler ve temel kaynaklara dayanan hiçbir reformcu veya dirilişçi hareketin ortaya çıkmasını sağ­layamamışlardır. Aslî akidenin korunmasını talep eden sesleri zaman içinde kısılmış ve sonra tamamen kesilmiştir. Tarihçiler bunun sebebini bilememektedirler, ancak bize göre bunun sebebi kesinlikle geleneklerinde söz verildiği üzere gelecek olan bir Mesih bek­lentisi içinde olmalarıdır. Bu beklenti kutsal şahsiyetlere ve bunlarda tabiat üstü güç veh­metmeye eğilimli Müslüman gruplarda da mevcuttur. (Bu tür inançlara örnek olarak 12 İmam İnanışını gösterebiliriz. Şii'liğİn İmami-ye koluna göre Hasan Asgâr'ın oğlu Muham-med Mehdİ adaleti tesis için dünyaya döne­cektir. O, Bağdat'ta 868'de doğmuştur, halen yaşamaktadır ve dünyanın sonunda yeniden ortaya çıkacaktır. Keşf-ül Ghita, s. 2, 109).

Âhir zamanda yeni elçiler, meşinler geleceği şeklindeki inanışlar İlâhi rehberiyetin sarsıl-mazhğma karşı güvensizlik yaratmakta ve in­sanoğlunun bizzat kendisinin hak ve fazilet için uğraşma kabiliyetine güvenememesi so­nucunu getirmektedir. Bu inanışlar çoğu za­man cahilleri illüzyonları ile kandıran değer­siz sahtekârların eline geçen araçlar derekesi­ne inecek kadar dejenere olabilmektedir; aki­deler içinde düşmanlık ve nefret oluşturabile­cek yeni grupçuklar yaratmaktadır.

 

Nübüvvetin Sona Erişi: Müslümanlar İçin Bir Nimet

 

Allah'ın daha Hz. Muhammed @ fâni dünya­dan ayrılmadan evvel nübüvvetin sona erdi­ğini söylemiş olması Müslümanlar için bir rahmettir. Allah tarafından Müsİümanlar'a Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber, yeni bir vahiy ve yeni bir din gelmeyeceğinin söylenmesi Yahudi hahamlarmca kıskanılan bir lütuf olmuştur, çünkü bu kimseler Yahudi halkının çektiği sıkıntılar esnasında ortaya çı­kan yalancı meşinlerin tarih boyunca yarattı­ğı düşünce karmaşasının ve ortaya çıkardık­ları yeni grupçuklarm ne derece zararlı oldu­ğunu en iyi bilenlerdi. Bu konu ile ilgili mev­cut olan sahih bir hadis şöyledir: Bir keresin­de bir haham, Hz. Ömer'e şöyle dedi "Kutsal Kitabınızda bir âyet var ki, eğer o âyet bize vahyedilseydi biz o günü bayram ilan eder­dik." Halife Ömer bunun hangi âyet olduğu­nu sordu. Haham, "Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, ve size din olarak İslâm'ı seçtim!" (5: 3) âyetini okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu âyetin nazil olduğu günü ve zamanı tamamen hatırlıyorum. Günlerden cu­ma idi ve (Veda Haccmın) Arefe akşamıy­dı." dedi. {Buharı, Müsned-i Ahmed).

Bu hadis Müslümanlar'a ait olan büyük bir şerefe ve Yahudi âlimleri arasında bu duru­mun yol açtığı kıskançlığa işaret etmektedir. Bu hadis aynı zamanda Müslümanlarda bu konu ile ilgili olarak daima saraheten var olan güven duygusunun diğer dinlerde bu te­minat eksik olduğu için varolmadığını da ak­tarmaktadır. Ancak burada tuhaf bir durum voktur, çünkü daha önceki dinler henüz in­sanlık gelişme aşamalarının değişik noktala­rından geçiyor iken vahyedilmişlerdir. Nihai nübüvvet örtüsü insanlığın olgunluk döne­minde Hz. Muhammed @'in üzerine atılmış ve onun ümmeti, insanlar arasındaki en ha­yırlı ümmet olarak bu şerefi miras olarak devralmıştır.

 

Fikir Karmaşasına Karşı Koruma

 

Peygamberliğin sona erdiğine olan iman İslâm'ı yalancı Peygamberlere karşı koruduğu gibi, avamın bu kimselere kolaylıkla kanma­sını engellemiş ve havas'm daha önceki din âlimlerinin meyilli oldukları akidevî konular­daki zihin karışıklığı ve anarşi ortamından uzak durmalarını temin etmiştir. Müslüman­ların ve akidelerinin, sahtekâr ve riyakarların elinde oyuncak olmasına izin vermeyen işte bu hâîm-i nübüvvet inancıdır. İslâm'ın on dört yüzyıl boyunca aslî akidesini korumasını sağlayan da bu görüştür. Müslümanlara yol göstermiş olan bu ilke varohnasaydı, pek çok sayıdaki İslâm mezhebi kendi değişik akide­lerini oluşturmuş, değişik manevî ve entellek-tüel ideal, değişik dinî merkezler ve kendile­rine has değişik bir tarih geliştirmiş olurlardı.

 

Nübüvvetin Sona Erişi: Medeniyet İçin Bir Nimet

 

Peygamberliğin sona ermiş olduğu inancı in­sanları kendi zihinsel gelişmelerine yönelt­mesi nedeniyle büyük bir hizmet vermiştir. Çünkü insanlık böylece kendi bilgi, tecrübe ve olgun muhakemesine güvenmek durumun­da kalmıştır. Bu inanç insanlığa artık göksel rehberiyet beklememesini, gözlerini bu dün­yaya dikmesini ve bu dünyanın kaynaklarım kendi menfaatine olacak şekilde kullanmasını söylemektedir. İnsanoğlu, şimdi bu doğrultu­da sağlıklı ve ilerlemeci bir toplum inşa et­mek için manevî ve ahlâkî temeller üzerinde gayret sarfetmek durumundadır, zihni mele­kelerini bu yönde değerlendirmelidir. Nübüv­vetin sona erişi, insanoğlunun kendi yetenek­lerine güvenme ve kendi öz gayretleri ile ge­niş ilerleme sahalarına açılma konularında daha cesaretli olmasını ve risklere girmesini talep etmektedir.

Eğer nübüvvet sona ermemiş olsaydı insanlık kendine olan güvenini kaybederdi; askıda ka­lırdı ve gözünü dünyaya çevirmek yerine ge­leceğinden tereddütlü bir şekilde yine gökler­den medet umar ve her sahtekâr tarafından kolaylıkla aldatılabilir bir konuma düşerdi. Bİr mümine, bir sahte peygamber mükemmel olmayan insanlık bahçesine son fırça darbele­rini vurmaya geldiğini söylese (Mirza Gulam Ahmed Kadıyani beyitlerinden birisinde şöy­le demektedir: İnsanlık bahçesi hep gayrimü-kemmel kaldı, benim gelişim onu mükemme­liyet rengine kavuşturdu) o mümin kişi he­men insan tabiatının hiçbir zaman mükem-melleştİrilemeyeceğini düşünürdü ve böylece bu gibi sahtekârların oyunlarına gelmemiş olurdu.

Bu şekilde düşünen bir İnsan kendini sürekli geliştirme yollarını arar. İnsanlık bahçesinin göklerden gelecek bir yeni peygamberle mükemmelleşebileceğini düşünenler ise her aşa­mada, söz verilen Mesih'in gelmesini ve sele­fi tarafından yanda bırakılan vazifeyi tamam­lamasını beklerler; kaynaklarını ve zihni ka­pasitelerini kullanamaz ve kendisine emanet edilen dünyayı idare edememiş olurlar, islâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkü­lü adlı eserinde İkbal bu durumu şöyle izah etmiştir: "İslâm'da peygamberlik, müessese olarak peygamberliğe son verme gereğini keşfettiği için mükemmeldir. Bu keskin id­rak, hayatın, sürekli, bir dizi manevî önderin varlığı altında sürdüriilemeyeceğİ.ve insanoğ­lunun kendisinin tam bilincine varabilmesi için kendi kaynakları ile başbaşa bırakılması görüşünü içerir. İslâm'da ruhbanlığın ve sal­tanatın yasak oluşu; Kur'ân'da insanların akıl ve tecrübeye davet edilmesi ve insan bilgisi­nin kaynağı olarak tabiat ve tarihe özel önem atfedilmesi hep aynı nİhaîlik fikrinin değişik veçheleridir." (Six Lectures on the Recons-truction of Religious Thought in islam, ss. 176-177).

 

Sünnetullah'a Aykırı Tasavvuf Anlayışının Yol Açtığı Tehlikeler

 

İslâm'da tasavvufun gelişim seyri incelendi­ğinde, sezgisel dinî anlayışların bazılarında Allah'la görüşme iddialarına kadar varan ha­rikuladelikler ve kerametlerden bahseden ve böylece şüpheli iddialara ve ahlâkî yükümlü­lüklerden kurtulma tasarılarına kapı açan sap­malara rastlanır. Bu tip sezgisel algılamalar sıklıkla sofilerin meyilleri ve şartları ile İlgili olduğundan, hatta şeytanî vesveseler içerdi­ğinden dolayı bu tür iddialarda bulunanlar bazen bilinçli veya bilinçsiz şekilde kötülüğe davet eden kimseler konumuna düşebilmek -tedirler. Harikulade halleri bizzat tecrübe eden velilerin büyüklerinden İmam Rabbani bu gibi hallerin, bu işi tecrübe eden sûfinin sübjektif inançlarından ve olayı yaşadığı anki şartlardan etkilenmesinin daima mümkün ol­duğunu belirtmiş ve bu konuyu Mektubafm da ayrıntılı olarak incelemiştir. Ona göre, şahsî v u'übeleri sonucunda salt akıl ve man­tık mümkün olmadığı gibi kusursuz keramet de düşünülemez. Bu düşüncesiyle Müceddid-i Elf-i Sâni, Alman filozofu Emmanuel Kant'ın Sal! Aklın Eleştirisi adlı eserinde dile getirdiği salt aklın şartlar, genetik, alışkanlık­lar, inançlar ve adetler tarafından etkilenmek-sizin bir sonuca varabileceği konusundaki şüphelerini ondan iki yüz yıl önce ifade etmiş ve Kant'tan bir adım daha ileri giderek salt sezginin ve salt ruhani tecrübenin mümkün olmadığını da ortaya koymuştur. (Bkz. Mek-tubat-ı Müceddid-i Elf-i Sani, c. I, Mektup No 266- Hâce Abdullah ve diğerlerine yazı­lan mektuplar).

Buna göre İlâhi İlham ve Allah ile manevî yollardan rabıta gibi halleri selamete ermek ya da imanı mükemmelleştirmek için zorunlu görmek yanlıştır; ihtiyarî olanı mecburî tut­maktır. Mehdeviye mezhebinin kurucusu Ja-unpur'lu Seyyid Muhammed b. Yusuf Hüseynî (1443-1505) "Allah'ın bu dünyada görülebileceğini inkâr eden kişi Müslüman değildir" demiştir. Bu ifade hicri onuncu asır­da doğudan batıya bütün Hindistan Müslü­man toplumunu bir çalkantı içine sürüklemiş­tir. Seyyid Muhammed'in görüşleri bütün dinî çevrelerde ve Müslüman sultanların sarayla­rından ateşli bir tartışma konusu teşkil etmiş­tir. Aslında son derece muttaki, dürüst ve sa­mimi bir kimse olan ve yüksek manevî dere­celere erişmiş bulunan Seyyid Muhammed, şeytanî vesvesenin kendisine musallat olması sonucunda "Beklenen Mesih" olduğunu iddia hatasına düşmüştür. (Ayrıntılı bilgi için bkz., Mevlevi Mahmud Yadallalı Mehdevî, Hayat-i Pak). Bu tip tavır ve yaklaşımlar İslâm'ın sade ve evrensel ilkelerinin dibine dinamit koyar ve kafa karışıklığına ve zihinsel karma­şaya yol açar.

İslâm peygamberinin ashabı, nebevi bir itina ile eğitilmiş ve yönlendirilmişlerdir; Kur'ân-ı Kerîm'in emir ve yasaklarını daha sonraki hiçbir nesiüe nasip olmayacak şekilde özüm­seyerek öğrenmişlerdir. Daha sonraki Müslûmanlardan hiçbirisi fazilet ve iyilik bakımın­dan onlara eşitlik iddiasında bulunamaz; çün-jçü İslam'ın tebliği onlar sayesinde dünyanın dört bir yanma ulaştırılmıştır. Buna rağmen onlardan hiç birisi arifane kuruntularla ve de­rin manevî tecrübelerine güvenerek herhangi bir talepte bulunmamıştırlar. Ashabdan hiçbi-jisi Allah ile bir iletişim kurduğu iddiasında bulunmamış, zühd ve mistik tecrübe bakı-nıından bir yarış içine girmemişlerdir. Tarih onlardan hiç birisinin ruhanî sahada yüksek derecelere erişemediği İçin pişmanlık ifade ettiğine şahit olmamıştır. O halde bir Müslü­man imanın özüne vâkıf olmak için sezgisel algılamanın şart olduğunu nasıl iddia edebi­lir?

Dinler tarihinde defalarca gerçekleştiği üzere, şahsî tecrübe ve iddialara dayanan ayrımcı hareketler, tedricen kendilerini aslî cemaatten tamamen koparan aşırı mezhepler konumuna düşmüşlerdir. Bu tip mezhepler kısa bir süre sonra Müslümanların tamamını dinsizlikle suçlayıp yeni bîr mezhep haline dönerler ve aslî cemaatin önderleri ve âlimleri ne kadar çabalasalar da bu durum değişmez.

 

Müminlerin Feraseti: Müslümanların Kötülük Üzere İcma Etmemeleri

 

İslâm'a, Allah'tan bir rahmet ve nimet olarak, ümmetin yeni bir yol tutması veya bir takım şahısların düşüncelerini takip etmesi müm­kün olmayacak bir icmâî sezgi bahşedilmiş­tir.

Müslümanlar zor ve karmaşık bir mesele ile karşılaştığı veya zaman yeni sorular ortaya Çıkardığı taktirde, Allah âlim, muttakî ve muhlis Müslümanlardan bir kısmının gönlü­nü bu meselenin çözümüne meylettirir ve bunlar da çözüme ulaşmak için tüm güçleri "C cehd ederler. Meselenin özünü kavramak için öylesine azimli olurlar ki dışarıdan bakıl­dığında bu iş için Allah tarafından emredil-dikleri ya da kendi ötelerindeki bir güç tarafından zorlandıkları zannedilebilir. Bu sosyal çabaya biz "icmâî sezgi" diyoruz. Bu tarzda­ki olaylara ait pek çok örnek İslâm tarihinde mevcuttur.

Bu saf ve yüce gönüllerin doğru yolu hemen kavradıkları zamanlar da olmuştur. Bu tarzda bir sezgi örneği ezan'da bulunabilir. Ezan'm sözleri Ömer İbn-i Hattab'ın ve Abdullah İbn-i Zeyd'in rüyalarında kendilerine bildirilmiş ve bundan sonra Hz. Peygamber <§) tarafın­dan ümmete tavsiye buyurulmuştur. (Ebu Davud, Tirmizi, Darımı ve Ibn-i Mace). Ka­dir Gecesi de benzer mahiyette bir olaydır. Abdullah Ibn-i Ömer'in rivayetine göre bir kaç Sahabe Ramazan'm son yedi gecesinde bu gecelerin Kadir Gecesi olduğuna dair rü­ya görmüşler ve bunu Allah'ın elçisine anlat­mışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber @ "Son yedi gecedir hepinizin aynı rüyayı gör­düğünüze şahit oldum, öyleyse bu geceyi bulmak isteyen onu bu yedi gecede arasın" buyurmuştur.

Ramazan'da kılman teravih namazı da ben­zer bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Peygam­ber @ bu namaza başlamış ancak ümmetine ağır bir yük teşkil etmemesi için üç gün sonra bu namazı terketmiştir. (Hz. Aişe'den naklen Buharı), Ancak Müslümanlar bu namazı Hz. Ömer cemaatle kıldırmaya hükmedene kadar ferden kılmaya devam etmişlerdir. Şurası muhakkak ki Hz. Ömer ilâhi sezgi ile yön­lendirilmiştir, çünkü bu namazın ümmete çok büyük faydaları vardır. Teravih namazı yal­nızca Ramazan gecelerini ibadet ve Allah'a hürmet duyguları ile geçirmeyi temin etmek­le kalmayıp Kur'ân'ın ezberlenmesini de te­min etmektedir. Ehl-i Sünnet'in, Kur'ân'm öğrenilmesi ve okunması konusunda Teravih namazı kılmayan diğer mezheplere nazaran daha gayretli oluşu da Hz. Ömer'in hak tara­fından yönlendirildiğinin açık bir işaretidir.

Bu "icmâî sezgi" sıklıkla Müslüman çoğun­luğun belli bir konuda icmâ etmeleri şeklini alır. Böyle bir karar alındığında, bunun tesa­düfi şartların oluşması ya da bir grubun gizli ittifakı şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bir konu üzerinde böyle geniş fikir birliği olması ümmetin hayatım etkileyen meselelere çözüm bulma bakımından avan­tajlıdır ve arzu edilen belli gayelere ulaşmayı da kolaylaştırır.

Bu tarz "icmâî sezgi" örnekleri de pek çok­tur: Kur'ân'ın, Hz. Ebu Bekir'in halifeliği dö­neminde cem edihnesi, İsfâm tarihinin ilk iki asrında hadislerin derlenmesi ve hadis ilmi­nin teşekkül etmesi, İsfâm fıkıh usûlünün ku­rallarının konması ve Kur ânî ilimlerin geliş­tirilmesi.

Manevî tezkiye sistemi de sonraları şeytanın aldatma yollarını ve vasıtalarını ifşa eden ayrı bir disiplin haline gelerek gelişmiştir. Tezki­ye ve ihsan gibi İslâm Şeriatının dahilî yön­lerini ele alan ve sonraları tasavvuf olarak bi­linen bu yönelim de "icmâî sezgi"nin bir di­ğer tezahürüdür. Tasavvuf, ruh ve mana dün­yasının büyükleri tarafından en büyük Allah'a bağlılık fiiline, nefsin isteklerine karşı en ba­şarılı mücadele tarzına dönüştürülmüştür. Al­lah Teâlâ, İslâm şeriatine uygun tasavvufu, huzursuz gönülleri ve katı kalpleri canlandır­mak ve teskin etmek için uygun bir vasıta ha­line getirmiş ve tasavvuf daha sonra büyük sûfiler ve müridleri tarafından İslâm'ın tebli­ğini Hindistan, Uzak Doğu ve Afrika gibi çok uzak yerlere yaymak için kullanmıştır. Tasavvufun yol gösterdiği sayısız kimselerden bazıları dönemleri içinde İslâm toplumuna doğruluk ve imanı yaymak için çabalamışlar­dır. Bu kimseler atalet ruhunu yayan münzevî kimseler değildi, çünkü pek çoğu savaş mey­danlarında kahramanlar gibi savaşmışlardır İslâm tarihinden haberdar olan biri, iman da­vası için gayret gösteren bu mana yolunun yolcularının hizmetini inkâr edemez.

Bu "icmâî sezgi"nin bir diğer parlak örneği sapık fırkaları, dinsiz felsefeleri, şüpheci dü­şünüş yollarını ve insanları dünyevîliğe veya atalete sevkeden küfür içerikli hareketleri reddetmek için gösterilen ilmî gayretlerde görülebilir. Bu görüş ve hareketler ortaya çıktığında bunların kötü etkilerine karşı mü­cadele eden ve Müslümanları bunların itika-den Ölümcül sonuçlarından koruyan yüce ruhların ilmî hareketlere girişmesi bu "icmâî sezgi"nin ürünüdür. Bu, Müslümanlara Al­lah'ın her devirde bahşettiği ilâhi bir nimettir, çünkü bu tip âlim ve müctehidler yalnızca Müslümanların değil bütün insanlığın ümidi­dirler. Bu şüphesiz İslâm ümmetinin örnek ümmet olduğunun işaretidir ve bu "icmâî sez­gi" Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed @'den sonra vahyin sona erdiğinin de bir is­patıdır. Bu tarz bir 'icmaî sezgi'ye daha önce­ki peygamberlerin havarileri arasında rastlan­mamaktadır, onlar böyle bir nimete nail ol­mamışlardır. Bunun sebebi onların dönemin­de nübüvvetin sona ermemiş olmasıdır.

 

Çekişme Tohumları

 

İslâm toplumunda yalancı peygamberlerin or­taya çıkardığı zihnî karmaşa ve çekişmeler her Müslüman için ciddi öneme sahip mese­lelerdir. Bu materyalizm ve ateizm çağında insanlar yüksek manevî derecelere çok az eğilim duymaktadırlar. Buna bir de Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî gibi peygamberlik iddiasında bulunan kimselere delicesine bağ­lanıp bütün diğer Müslümanları lanetleyenler eklenince. İslâm dünyasındaki nihaî şaşkınlık ve anarşi gözlerimizin önünde durmaktadır, gu durum sürekli böyle devam etmiş olsa Al­lah'ın vahye muttali kıldığı son ümmet İslâm kardeşliğini tesis etmek yerine birbirlerini küfürle suçlayan savaş halindeki hizipler ha-ljne dönüşürdü. Mütefekkir-şair İkbal maka­lelerinden birinde tevhid ilkesini şöyle izah etmiştir: "İslâm aslî olarak sınırlan tanımla-mlş olan bir dindir; bu sınırlar tevhid ve Al­lah'ın Kadir-i Mutlak oluşu, peygamberlere iman ve son peygamber Hz. Muhammed @'in gelişi ile nübüvvetin sona erişidir. Nü­büvvetin Hz. Muhammed @ ile sona erdiğine iman etmek bir müslüman ile gayrimüslim arasındaki en büyük ayirdedici farktır ve belli bir grup veya ferdin İslâm ümmetinin parçası olup olmadığım belirleyici olan da bu İnanç­tır." (Harfi İkbal, ss. 136-137).

İslâm'da peygamberliğin devam ediyor olma­sı durumunun nasıl bir tehlike teşkil edeceği­ne Mirza'nın müridlerinden Mevlevi Muham­med Ali Lahorî dikkat çekmiş olmakla birlik­te meselenin kökenine inemediğinden Mir-za'yı dirilişçi ve "Beklenen Mesih" olarak desteklemeye yine de devam etmiştir. Ancak Mirza'yı Mesih kabul eden Ali Lahorî pey­gamberlik hakkında şu olumlu görüşleri ser-detmiştir: "Allah rızası için Mian Sahib'in (Miar Beşirüddin Mahmut, Mirza Gulam Ah-med'in oğlu ve halefi), Envar-i Hilafet adlı eserinde açıkça yazdığı gibi peygamberlerin gelmeye devam edeceği inancının kabul edil­diğini bir düşünün, bu binlerce grup birbirle­rini kâfir ilân etmezler mi? Bütün bu pey­gamberlerin Ahmedî grubundan olduğunu düşünelim. O vakit, Ahmedi grup içinde kaç hizip olacaktır? Geçmişte olduğu gibi pey* gamberler ortaya çıktığında bu gruplardan bazısının onu destekleyip bazısının karşı çı­kacağının farkına varılmıyor mu? O vakit, dünyadaki insanları Muhammed @ vasıtasıy­la birleştirme iradesini beyan etmiş olan Al­lah Teâlâ, Hz. Müslümanları aralarında hiçbir islâmi bağ ve birlik olmaksızın birbirlerini kâfirlikle itham etmekte olan sayısız hizibe bölmüş olmaz mı? İslâm'ın gelecekte bütün diğer dinlere galebe çalacağı sözünün gerçek­leşeceğine iman ediliyorsa binlerce peygam­berin kendi camileri ve cemaatleri ile birlikte diğer grupları küfürle itham ettikleri o trajik gün tasavvur edilsin. Bu durumda beklenen şafak hiç sökmez. Bu görülmüyor mu?" {Redd4 Tekfir-İ Ehl-İ Kıble, ss. 49-50).

Hülâsa, nübüvvetin ve vahyin sona erişini işaret eden son Peygamber Hz. Muhammed @'in gelişi şüphesiz insanlık için en büyük ilâhi nimettir. Nübüvvetin sona erişi insanlı­ğın enerjisini verimli kanallara sevketmesini sağlayan bir birliği doğurabilecek temel bir manevî ilke olmuştur. Bu ilke Müslümanların kimliğini, güç ve enerjilerini korur, çünkü bu ilke onların dinlerinin ebedî oluşuna sarsıl­maz bir iman duymalarını ve kendilerine gü­ven hissetmelerini sağlamaktadır. Bu ilke ay­nı zamanda, onların üzerine evrensel önderlik sorumluluğunu yüklemekte ve onları kıyame­te kadar Allah yolunda mücadeleye teşvik et­mektedir. İslâm akidesinin dayandığı temel işte bu ilkedir.

 

İslâm'ın En Şedid Düşmanları

 

Hangi tarz ve şekilde olursa olsun kendisini peygamber olarak İlan eden bir kimse; böyle bir sahtekâra yardım eden yahut onu teşvik eden kimse İslâm'ın ve Müslümanlara] en şe-did düşmanıdır veya İslâm'ın en acımasız düşmanlarının elinde bir araç durumunda olur. İslâm böyle bir hata işleyenlerin hatası­nı affetmez. Çünkü Allah'ın sözü muhakkak doğrudur.

"Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendi­sine bir şey vahyolunmadığı halde 'Bana vahyolundu' diyenden ve bir de 'Allah'ın in­dirdiği gibisini ben de indireceğim!' diyen­den daha zâlim kimdir? Bu zâlimleri, can çe­kiştiklerinde meleklerin ellerini kendilerine uzatıp: 'Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış ol­manızdan Ötürü, bugün alçaklık azabı ile ce­zalandırılacaksınız!' derken onların hâlini bir görsen! Bugün bize, ilk defa yarattığımız za­man gibi teker teker geldiniz ve size vermiş olduğumuz nimetleri arkanızda bıraktınız; Allah'ın ortakları olduğunu yanhş yere sandı­ğınız şefaatçileri yanınızda görmüyoruz; artık aranızdaki bağlar büsbütün kesilmiş, güven­diklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir." (6: 93-94) (Nedvî, Islamİc Concepî of Prophetho-od).

 

KISIM 4

 

KUR'ÂN'DA HÂTMÜ'N-NÜBÜVVET

 

Kur'ân'ın Işığında Peygamberliğin Nihayete Erişi Meselesi

 

Kur'ân, kendisine inananların canlarını ve mallarını uğrunda severek feda edebilecekleri kutsal bir kitaptır. Müslümanlar onun emret­tiği her şeyi yapmaya daima hazırdırlar. Kur'ân'ın herhangi bir meselenin çözümü ile ilgili bir ip ucu vermesi yeterlidir. Ancak, hangi meselenin en büyük öneme haiz oldu­ğunu ve gelecekte yoruma ihtiyaç duyabile­ceğini yalnızca Allah bilir. Bu nedenle Allah Ezelî ve Ebedî kelâmında hâtmü'n-nübüvvet meselesini son derece mâkul; kalbinde zerre­ce Allah korkusu bulunan kimseler nezdİnde en ufak bir şüpheye mahal vermeyecek şekil­de açıklamıştır. Bu açıklamalardan sonra ar­tık yeni yorumlara bile gerek kalmamıştır. Kur'ân'da bu mesele bir kaç kez değişik çer­çeveler içinde, değişik kelimeler ve değişik üslupla ele alınmıştır. Burada, ayrıntılar bir araya getirilerek mesele ortaya konacaktır.

 

 

Tefsir Usûlü

 

Her dilde bir kelâm'm gerçek anlamını bil­mek gayretine girmeden önce kelimelerin kök ve kökenini, dilin gramer ve nahiv kural­larını öğrenmek şarttır. Konuşmacının ve din­leyicinin halet-î nahiyesini dikkate almak da gerekir.

Genelîüle, bütün dillerde, bir kelime veya te­rim bir kaç değişik anlama gelebilir. Konuş­macının niyeti veya asıl kastettiği tam olarak tanımlanamayacağı ve kesİnleştirilemİyeceği için dinleyicilerin hâlet-i ruhiyesini ve konuş­macının diğer özelliklerini dikkate almak ge­reklidir. Bu ana ilkeden saptığımız zaman ya­nılmaya mahkûm ve hata yapmaya eğilimli hâle geliriz.

Belagat ilminde bu konu bütün açıklığı ile ele alınır- Burada yalnızca bir örneği alıntılıyo­ruz.

Eğer bir kişi "yağmur tohumlan ve ağaçları büyütür" dese ve bu konuşan kişi tevhîd inancına sahip bir Müslümansa, onun bu de­diğinden yağmurun nebatatın gelişmesinde yalnızca bir zahirî etken olduğunu ifa ie etti­ğini anlarız. Diğer yandan, konuşmacı bir materyalist ise, bu ifadenin küfür kelimesi ol­duğu sonucuna varırız, çünkü konuşmacı yağmurun nebatatm gelişmesinde aslî etken olduğunu kas delmektedir. Ve bu inançsızlık (küfür) alâmetidir. Tamamen aynı olan bir cümlenin konuşmacının şartları ve özellikleri nedeniyle nasıl mühim anlam farklılıkları ka­zanabileceği bu örnekte çok açık görülmekte­dir. Bu cümle bir Müslüman tarafından söy­lendiğinde onu kâfirlikle suçlayamayız, ama bir ateist bunu söylerse bu bir küfür cümlesi haline gelir (Ayrıntılar için bkz., Taftazanî, Muhtasarü'l-Me'ani ve el-Mutevvel).

yine bunun gibi hitap edilen kişinin değişme­siyle de anlam farklılıkları husule gelebilir. Meselâ bilgili bir kimseye alîâme dediğimiz­de ona olan saygımızı ifade etmiş oluruz. Di­ğer yandan aynı allâme kelimesi ile cahil bir insana hitap ettiğimizde o kişiye hakaret et­miş kabul ediliriz.

Yine aynı şekilde bir kişi karşısındakine hür-re dese talâk (boşanma) gerçekleşmiş olur. Talâk en kerih görülen mubah fiildir. Bu keli­me herhangi bir diğer kadın için kullanıldı­ğında ise, saygı ve hürmet edilen bir kişi kas­tedilmiş olur. Zaman geçtikçe, yer değişikliği söz konusu olduğunda; konuşmacı ve dinle­yicilerin diğer özelliklerinde farklılaşmalar nıeydana gelince de bir konuşmanın anlamı Çok farklılaşabilir. Bu konu üzerinde kafa yo­rarsak, her dilde bu tarz değişikliklere ilişkin binlerce örnek bulabiliriz. Bu konunun ayrın­tılarına girmek şu anda gerekli değildir.

Özetlemek gerekirse, yabancı dilde yapılan bir konuşmanın gerçek anlamını kavramak ıcin o dilin gramer ve söz dizimi kurallarını öğrenmek gereklidir. Aynı zamanda konuş­macı ve dinleyicinin özelliklerini ve hâlet-i ruhiyesini de bilmek gereklidir. Yukarıda be­lirtilen şartları ve kısıtlamaları dikkate alma­dan bir konuşmayı anlamlandırmaya çalış­mak sahih ve güvenilir olmaz.

Allah kelâmı da dil, gramer ve söz dizim kai­deleri bakımından değişik anlamlara gelebilir ve kelâm bir kaç farklı ayrıntıya atfedilmiş olabilir: bu konular hakkında ancak yukarıda zikredilen hususlar ışığında karar verilebilir.

İbn-i Sad, İkrime'den rivayetle (Abdullah) İbn-İ Abbas'dan şunları nakletmiştir: Hz. Ali Haricilerle münazara için İbn-i Abbas'ı gö­revlendirdi ve ona daima hadislerden de ya­rarlanmasını, yalnızca Kur'ân âyetlerini kul­lanarak münazara yapmamasını tavsiye etti. İbn-i Abbas sordu: "Ey Müminlerin emiri, onlara karşı müdafaamızda Kur'ân'dan ikti­bas yapmamızda bir beis yoktur, çünkü Al­lah'ın lûtfu sayesinde Kur'ân'ı onlardan çok daha iyi anlıyoruz ve Kur'ân bizim kabilemi­ze vahy edilmiş tir." Hz. Ali cevapladı: "Elbet­te. Ancak Kur'ân kısa ve öz bir kelâmdır, bundan dolayı kaçınılmaz olarak değişik ma­na ve yorumlara yol açmaya müsaittir. Eğer Kur'ân âyetlerini Rasûlullah'ın hadislerinin yardımı olmaksızın tefsir edip açıklayacak olursan, Kur'ân âyetleri hakkında sen bir şey söylersin, diğer yandan Hariciler hemen başka birşey söyler, ve böylece münazara meyve vermez ve ikna edici olmaz." Bunun üzerine İbn-i Abbas tavsiyeye uydu ve Haricilerle buna göre tartıştı. Büyük bir galibiyet elde et­ti. (Man, c. I, s. 143).

Bu tarihî olaydan anlaşıldığı kadarıyla Hz. Ali'nin ifadesine göre Kur'ân âyetleri bazen çok farklı yorumlara müsait olabilirler ve dil bakımından Kur'ân'ın bir cümlesi veya bir kısmı birkaç açıklamaya tâbi olabilir. O halde Hz. Muhammed @'in hadislerinin ve yukarı­da bahsi geçen dil kurallarına ait özelliklerin yardımı olmadan âyetlerin hakiki anlamını diğer yorumlardan ayırdetmek çok güç ola­caktır. Yine Abdullah İbn-i Abbas Kur'ân'ın Kureyş halkının diliyle vahyedildiğini, bun­dan dolayı Kur'ân'ı en iyi Kureyşlilerin anla­yabileceğini ifade etmiştir. Bu ifade bir ko­nuşmanın, konuşmacı ve dinleyicinin özellik­leri bilindiğinde daha iyi anlaşılabileceğini de göstermektedir.

Kısaca, Kuı'ân âyetlerinin pek çoğu Arapça dili ve gramer kuralları bakımından farklı an­lamlara gelmeye müsaittir. Bundan dolayı, bu yorumların doğrusunu yanlışlarından ayırde-debilmek için bazı ölçütler olmalıdır. Bu maksat için konmuş ölçüler olmazsa korkarız herkes kendi reyine göre bir yorum yapacak ve meseleler hakkında bir karara varılamaya­caktır.

Burada, Kur'ân'ın gerçek manasını tesbit için kesin ölçülerin neler olduğunu görelim.

 

Âyetlerin Gerçek Ve Kastedilen Mânasını Anlamak Gayesiyle Konulan Doğru Ve Kat'î Ölçüler

 

Kur'ân ilimleri ile ilgili eserler veren âlimler bu başlığı derinlemesine incelemişlerdir. Bu bağlamda Şeyh Celaleddin Suyûti'nin ei-It-kan fi'l-Ulûmü'l-Kur'ân adlı eserinden bazı alıntılar yapmak kaçınılmazdır. Suyûti'nin ifadeleri pek çok İslâm âliminin görüşlerine dayanmaktadır:

Kur'ân tefsiri aşağıdaki usûller dahilinde ya­pıldığında doğru ve güvenilir olur. Alûsi Ruh-ul Afe'am'sinde "Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et!" (5: 67) âyetini açık­larken şöyle demektedir: Kur'ân geçmiş ka­vimlerin ve daha sonra gelenlerin kıssaların­dan bahseder, ancak onları anlatan Allah dı­şında hiçbir âlim bu kıssaların aslını bilemez. Daha sonra Rasûlullah inzivadayken Allah'a bu kıssaların ayrıntılarını sormuştur. Ashabın ileri gelenleri bu bilgi hazinesini Hz. Pey­gamber @'den miras olarak devralmışlardır. Bu ashabın en önemli ve önde gelen isimleri hulefa-i raşidin, İbn-i Mesud ve İbn-i Abbas gibi şahsiyetlerdi. Hatta bir keresinde İbn-i Abbas şöyle demiştir: Devemin yularını kay-betsem onu Allah'ın Kitabında bulurum. As-hab'dan sonra Tabiûn bu hazineyi doğruluk ve kesinlikle devralmışlardır. Daha sonraki nesillerin cesaret ve coşkusu tedricen azalm-ca yükü yüce ashab ve tabiûn kadar çekemez olmuşlardır. Böylece değişik ilimler ve kıssa­lar icat edilmiş, her bir âlim topluluğu kendi ilim ve kıssalarına sahip olmuştur (jRuhu'l-Me'anİ, s. 170, Kısım VI). Bu usullere uygun olarak yapılmayan bir tefsir manaları tahrif için yapılmış demektir.

1- Tefsirin en makul ve güvenilir olanı Kur'ân âyetlerinin diğerlerinden fayda­lanılarak yapılanıdır. Çünkü, belli bîr mesele Kur'ân'ın bir yerinde müphem bir şekilde ele alınmışsa Kitab'ın başka bir bölümünde ayrıntılı olarak işlenmiş olabilmektedir. Kur'ân'ı Kur'ân'fa tefsir konusunda İbn-i Cevzî müstakil bir eser meydana getirmiştir. Hafız İbn-i Kesir de tefsirinde aynı usûlü benimsemiş ve Kur'ân   âyetlerini   Öncelikle   diğer âyetlerden faydalanarak açıklamıştır.

2- Makbuliyet ve güvenilirlik sırasında Hz. Muhammed @'İn fiilî ya da kavlî sünne­tine dayanan tefsirler ikinci gelir, çünkü Kitab-ı Mübin ona gönderilmiştir. Yine o bu Kitab'i (halka) açıklayacak bir elçi sıfatıyla ve bu vazife için gönderilmiştir.

a- "Kitab ve hikmeti öğretmek üzere" (2: 123; 3: 158; 62: 3) .

b- "...Sana da, insanlara gönderileni açıklayasm diye Kur'ân'ı indirdik..." (16:44).

Bu âyetler, Kur'ân'ı tam manasıyla anla­mak için, Rasûlullah Muhammed @'in tebliğini ve Kur'ânî vazifesi ile ilgili olarak beyan ettiklerini yakından bilmek gerektiğini göstermektedir. Kur'ân'ı an­lamak için yalnızca Arapçayı bilmek ye­terli olsaydı, Allah, Kur'ân'ın tebliğ et­tiklerini öğretmek ve açıklamak için elçi göndermezdi.

Bundan dolayı peygamberin vazifelen­dirilmesinin gereklerinden biri onun hal­ka Kitab'ı öğretmesi ve (onlara) Kitab'in çeşitli yerlerinde mevcut bulunan ima, telmih ve anlam belirsizliklerini açıkla­maktır. Hz. Peygamber @'in söyledikle­rinin tamamının vahiy ile uyum içinde olduğu kesindir, çünkü Allah "Onun ko­nuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile­dir." (53: 4) buyurmaktadır. Bundan do­layı en güvenilir tefsir sıralamasında ikincilik Hz. Muhammed @'in açıkladı­ğı ya da yaptığı şeylerle yapılmış olan tefsire aittir.

3- Üçüncü derecede güvenilir tefsir ashab tarafından verilen tefsirdir, çünkü onlar Kur'ân'ın vahyediimesine bizzat şahitlik etmişlerdir. Kur1 ân onların gözü önünde vahyedilmiş ve onların aralarındaki olaylar ve ferdî hadiseler ile dahi ilgili vahiyler sözkonusu olmuştur. Yine Hz. Peygamber @ Kur'ân'ı bu insanlara okumuştur. Şüphesiz, bir din Kitab'ı okunduğunda yalnızca metin okunmuş olmak için okunmaz, bilâkis bu metnin anlamını idrak etmek için okunur. Bir öğrenci bir tıp veya gramer kitabını muhtevasını anlamaksızın okursa haya­tını israf ettiği söylenir. Öğretmen yal­nızca Kitab'ı açıklamak için gönderilmiş Hz. Muhammed @, ve Öğrenciler üm-met'in en anlayışlı mensupları olan as­hab ve Kitab da bu dünya ve âhiret ha­yatının selâmeti için vahyedilmiş olan Kitapların en önemlisi olunca bu kimse­lerin yalnızca metni okumakla iktifa edecekleri tahayyül edilebilir mi? Ashab şöyle buyurmuştur: Hz. Peygamber @'den Kur'ân'ı öğrendiğimiz zamanlar­da daima âyetlerin anlamını da öğren­meye gayret ediyorduk. Suyutî, Ebu Ab-durrahman Sülemî'den naklen Halife Osman ve Abdullah ibn-i Mesud'un şöy­le dediklerini rivayet etmiştir: "Onlar (yani ashab) Kur'ân'dan on âyet öğre­nince bu âyetlerin tam anlamını Öğrenip onunla amel etmedikçe daha ileriye git­mezlerdi. Ashab şöyle demiştir: Biz Kur'ân'ı Rasûlullah'tan öğrendik ve Kur'ânî emirlerin nazarî ve amelî veçhe­lerini tam anlamıyla öğrendik." (Itkan, c. I, s. 176).

İşte bundan dolayı (İmam Mâik'in Mu-vatta'sında rivayet ettiği üzere) Abdul­lah İbn-i Ömer gibi bir sahabe hayatının sekiz yılını yalnızca Bakara süresini an­lamaya vakfetmiştir. Bu sûreyi incele­mesi sonucunda hangi ilimleri kazandı­ğını yalnızca Allah bilir: yoksa o bu sureyi bir kaç gün içinde kolaylıkla ez­berleyip öğrenebilirdi. Muhaddisûn'un önderi el-Hakİm burada ashabın tefsirin­den kastedilenin yalnızca belli bir konu hakkında inen vahiy kısımları ile onların nüzul sebeplerini izah eden ifadeler ol­duğunu belirtmektedir. Ashabın tefsirin­den kasıt ashab'm sözleri veya yorumları değildir, demektedir. El Hakim bu nok­tayı Ulûm-ül Hadis adlı eserinde daha da netleştirmiştir.

4- Daha sonra tefsirlerin güvenilirlik sırala­masında tabiûn tefsirleri gelmektedir. Allah onlardan razı olsun, çünkü tabiûnun çoğunluğu Kur'ân'ı ashab'dan öğrenmiş ve onların Hz. Muhammed @'den ve yaşadıkları toplumdan kazan­dıkları bütün bir İlâhi ilim hazinesini devralmışlardır.

5- Beşinci sırada İse (pratik olarak) bütün hayatlarını tefsir sahasındaki hizmetler için harcamış olan Önde gelen müfessi-run (tefsirciler)un tefsirleri gelir. Bu müfessirler tefsir ile ilgili daha önceden bilinen temel ilkeleri daima dikkate al­mışlardır. Rasûlullah'ın hadislerinin reh­berliğinden yararlandıkları gibi, ashab ve tabiûn'un söz ve fiillerini de dikkate almışlardır. Bazıları bu beşinci bölümün bağımsız bir sınıf olduğu görüşünde de­ğildir. Bu tefsirin kaynakları üçüncü ve dördüncü sınıftaki tefsirlerin aynısıdır: Bizim için ashab'ın ve tabiûnun söz ve yorumlarını bu müfessirlerîn tefsirlerin­den öğrenmek daha kolaydır.

Suyutî bu tefsirlerden bazısının şunlar olduğunu ifade etmiştir: İbn-i Cerir (Taberî), İbn-İ Ebi Hatim, İbn-i Mace, İbn-i Mirdeveyhî, Ebu'l Şeyh îbn-i Hib-ban, tbn-el Münzir ve diğerleri. Tefsir kitaplarından en sık kullanılanı ise İbn-i Kesîr'in Dürrü'l-Mensûr'udur. Ancak Suyutî hepsinden maada İbn-İ Cerîr'in tefsirine Öncelik tanımakta ve "Bütün önde gelen âlimler Taberi tefsirinin üs­tüne tefsir olmadığım kabul etmektedirler." demektedir. (Tefsir-i Taberî).

Bunların beş temel tefsir sınıfı olduğuna dik­kat edelim. Eğer daha sonraki devirlerde ya­zılan tefsirler bu temel smıfdakilerle uyum içinde olurlarsa ilmen güvenilirdirler: Bu öl­çünün dışında kalan tefsirler ise tahrif, zın­dıklık veya ilhad'dır. Böyle tefsirler tefsir» bir-rey (Kur'ân'ın kişinin kendi düşünceleri doğrultusundaki yorumlan) olarak adlandırıl-malıdır.

Bu mahiyette Rasûlullah @'in iki hadisini zikredebiliriz: "Kim Allah'ın Kitabında kendi reyi ile söz söylerse (tefsir yaparsa), bunda (tefsirinde) isabet etse de gerçekten hata et­miş olur." (Ebu Davud, Neseî ve Tirmizî) (el-ltkan, s. 179).

"Kim Kur'ân'ın bir kısmı hakkında İlimsiz söz söylerse, bilsin ki, kendisi için ateşte (ce­hennemde) bir yer hazırlamış demektir." (Ebu Davud).

Sebep gayet açıktır; ashabın, tabiûnun veya müfessirlerin aksine bir ifade (veya görüş ve­ya hüküm) icat edersek, veya Kur'ân âyetlerine onlarınkine tamamen zıt bir anlam yüklersek bu -Allah korusun- bütün bir üm­metin bu âyetin gerçek anlamını idrak ede­memesine neden olan bir önerme durumuna gelir. Bu halde de ashabın, tabiûnun veya di­ğer ilk dönem âlimlerinin İlâhi rehberiyet ko­nusunda hiçbir Önceliğini kabul etmemek de­mektir. Bu önerme ise Kur'ân'ın Allah tara­fından geldiğine inanan hiçbir Müslümanın kabul edebileceği bir önerme değildir. Böyle bir önerme muhtemelen İslâm'ın akidesini sarsabilecek en büyük dalâletlerdendir. Ma­kul bir gayri-müslim bile dinin önderlerim dikkate almayan böyle bir yaklaşımı mantık­sız bulur. Ümmetin ilk dönemlerinde yaşa­yanların Kur'ân âyetlerinin gerçek ve asıl manalarını anlayamadığını veya yanlış anla­dığını düşünmenin saçma bir iş olduğunu aşağıdaki temellere dayanarak ispat edeceğiz:

1- Çünkü, bu durumda, Kur'ân anlaşılama-dığma göre bu kelâm Allah sözü olmadığı ve hatta makul bir insanın sözleri dahi olmadığı gibi bir ima ortaya çık­maktadır. Kur'ân dünyadaki insanlara rehberlik için gönderildiği iddiasındadır: Halbuki, onüç yüzyıldır büyük gayretler sarf etmelerine rağmen insanlar onun manasını kavrayamamıştırlar demek, onu hataları artıracak bir esrar perdesine bürümek demektir. Bundan dolayı da Kur'ân pratik bir rehber ve yol gösterici olma özelliğini kaybetmiş olur.

2- "Kur'ân, insanların gösterdikleri büyük çabalara rağmen onüç yüz yıldır anlaşı­lamamıştır" iddiası doğru olsa insanlar bu Kitab'a olan güvenlerini kaybederler ve Kitab'in pratik bir yol gösterici olma özelliği sona erer. Ümmetin bu kadar uzun bir süre yanlışlar içinde kaldığı id­diasıyla Kur'ân'ın belli bir âyetine yeni manalar veren kişi on üç yüz yıl daha geçse bu yeni görüşün yerini aynen mu­hafaza edeceğini garanti edebilir mi? Bu yeni görüş bir değişime uğramayacak mı?

Kur'ân, bizzat kendisine vahyedilen Hz. Muhammed @'in, onun ashabının, tabiûnun ve hayatlarını Kur'ân ilmine adamış sayısız âlimlerin (ki bazıları bir sûre üzerinde 8-12 yıl kadar çalışmıştır) anlayamayacağı muammalar içeren bir kitapsa, nasıl olur da makul ve akıllı bir insana ve kabul etmeye arzulu herhangi bir kimseye rehber Kitap olduğu iddia­sıyla davette bulunabilir?

Kısaca, Hz. Muhammed @'in doğrudan talelebeleri olmuş ve Kur'ân eğitimini ondan almış ashab ve tabiûnun Kur'ân'ın manasına hâkim değildir de­mek, kaçınılmaz olarak Kur'ân'ın güve­nilir ve sağlam bir Kitap olmadığını ima eder. Bu da Ümmetin ilk Müslümanları­nın Kur'ân hakkında yaptığı tefsirlerin bugün hiçbir ehemmiyeti yok demektir. Öyleyse bugün yapılan yeni tefsirlerin de yarın bir ehemmiyeti kalmayacaktır.

Bu şartlar altında bir Müslüman bir kâfiri bu kitaba inanmaya nasıl davet edecektir?

3- Hadislere göre ilim ve amel bakımından en faziletli insanlar sahabelerdir. Abdul­lah İbn-i Mes'ud; "onlar gönlü en saf ve ilimce en derin kimselerdirler" demiştir.

Yİne bu konu ile ilgili meşhur bir hadis şöyledir: "Devirlerin en iyisi benim dev­rimdir, daha sonra bu devri takip eden devir (insanları) ve daha sonra bu (takip­çileri) takip edenlerin devri gelir."

Ashab çok zeki ve Kur'ân öğrenmeye çok istekli idi; gece-gündüz vahyin in­mesini gözetlerlerdi. Bir sûreyi öğren­mek için senelerce tâlim ettikleri vaki-dir. Hepsinin ötesinde Kur'ân'ı, bizzat kendisine vahyedilen mübarek zattan doğrudan öğrendiler. Hz. Peygamber @ eskilerin ve daha sonraki milletlerin akİ-beti hakkında bilgi sahibi idi. Sahabe muhakkak bu bilgi hazinesinden de ya­rarlanmıştır. Hz. Muhammed @ bu yüce kitabın öğretmeni olarak vazifelendiril-miştir. Ashab bir keresinde şöyle demiş­tir: "Biz Kur'ân sûrelerinin yalnızca harflerini ve metinlerini Öğrenmekle kal­madık, bunlardan bazı ilimler ile bir kı­sım bilgiler de edindik." Bundan dolayı bu seçkin insanlara Kur'ân'ın bazı kısımlarmın gizli kalmış olması düşünüle­mez.

Buna benzer olarak tâbiûn da Kur'ân'ı ashabtan öğrenmiştir. Bunların tamamı­nın Kur'ân'ın hakiki ve aslı tefsirlerine yabancı kaldığını iddia etmek mümkün değildir. Eğer bu nitelikli ve seçkin in­sanlar âyetlerin kastedilen manalarını anlayamamışsa, dünyada hiçbir kimse Kur'ân'ın hakiki manasını kavrayamaz.

4. Dördüncü olarak, bizzat Kur'ân, Hz. Muhammed @'in Kitab'ı öğretici ve açıklayıcı olarak gönderildiğini beyan etmektedir. Eğer Hz. Peygamber bu dünyadan Kur'ân'i müphem bırakarak ayrılmış olsa (Allah korusun) Allah'ın peygambere verdiği vazife tamamlana­mamış ve peygamber peygamberlik va-. zifelerini tam mânasıyle yerine getire­memiş olurdu ki böyle bir şey mümkün değildir.

Bundan dolayı İmam Mâlik şöyle demekte­dir: "Kur'ân'ın tefsiri ve ahkamı ile ilgili yeni bir şey icat eden herkes, gerçekte Hz. Pey-gamber'in peygamberlik vazifelerini yerine getirmede dürüst ve sâdık olmadığını ve üm­mete bu dini tamamıyla tebliğ etmediğini id­dia ediyor demektir."

Yani, Kur'ân'ın belli bir âyetinin mânasını anlamak isteyen kimsenin ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin tefsirlerine başvurması ve kastedilen manayı böylece anlaması en kolay düşüncelerinin aksine kendi mezhebine ve

inançlarına uygun tefsir ederse Mutezile'nin ve Ehl-i Bidat'm yolunu takip ediyor demek­tir. Diğer bir ifadeyle, ashabın ve tâbiûnun yolundan özellikle tefsir konusunda sapılır ve zıt bir görüş benimsenirse yanlızca yanlış tefsirde bulunulmuş olunmaz, bidatçı da olunur, Kur'ân-ı Kerim'i en iyi tefsir edebilecek kişi­lerin ashab ve tâbiûn olduğu daima akılda bu­lundurulmalıdır. Onlar aynı zamanda, Al­lah'ın Hz. Muhammed @ ve müslümanlar için seçtiği hakiki dinin en iyi bilgisini uhde­sinde bulunduran kimselerdir." (el-hkan, c, II, s. 178).

Kur'ân'ın tefsirini anlamanın en güvenilir usulü aşağıda ifade edilmiştir:

1- Öncelikle  ashabın,   tâbiûnun,   tebe-i tâbiûn'un ve müfessirûn'un tefsirleri in­celenmelidir. Bu tefsirlerde belli bir âyetin tefsiri bulunduğunda bununla ye-tİnİlmelİ ve mutmain olunmalıdır. Daha emin olmak için ise hadise ve Kur'ân'ın benzer âyetlerine başvurulmalıdır. As-hab'ın ve tâbiûn'un bu tefsirinin nereden kaynaklandığı da araştırılabilir. Bu araş­tırma da faydalı sonuçlar doğurabilir. Bu gayretlerden sonra, kişinin yalnızca ken­di zayıf ve mütevazı anlayışına dayana­rak Kur'ân'ı tefsir etmesi ve özellikle yu­karıdaki kaynakları atlayarak ve tahrif ederek bu işi yapması tavsiye edilir bir şey değildir.

2- Belli bir âyetin tefsiri ashab, tâbiûn ve müfessirûnun eserlerinde bulunamazsa hadise bakılması tavsiye edilir. Eğer bu âyetin açıklaması hadislerde bulunursa kişi mutmain olmalıdır.

3- Hadislerde de bir açıklama bulunamazsa o vakit âyetin siyak ve sibakı ile bu konu hakkında Kur'ân'ın genel görüşü araştı­rılır ve konu hakkında bu şekilde bir gö­rüşe varılarak ona dayanılır.

4- Bu ön araştırmalar sonuç vermezse -ki çoğunlukla böyle birşey mümkün değildir- Arapça sözcüklere, gramer ve sözdi-zim kurallarına, belagat ilmine başvuru­lur; nihayet metin üzerinde düşünülür. Böyle bir çalışma da, dayanak alınabile­cek makul ve makbul bir anlam ortaya çıkarabilir. Hz. Peygamber @'in ashabı âyetleri bu usûlle incelerlerdi. Abdullah İbn-i Abbas şöyle demiştir: "(Câhiliyye) şiiri Arapların sicilidir. Kur'ân'daki bir kelime bizim için müphem olduğunda Arapların siciline başvururduk, çünkü Kur'ân Arap diliyle vahyedilmiştir." {el-Itkan,c.l,s. 121).

Âlimler çok iyi bilirler ki yukarıda zikredilen son üç şık ve özellikle de sonuncu şık çok çok nâdirdir, hatta söz konusu değildir. Çün­kü ashabın, tâbiûnun ve müfessirun'un tefsir­leri pek çok kitapta mevcuttur. Bu tefsirler­den nakil yapılmış ve düzenlenmiştir. Ancak diğer araştırma usulleri ihtiyaten zikredilmiş­tir.

Bu açıklamalardan sonra vardığımız sonuç şudur: Kur'ân sûrelerinin en güvenilir tefsir­lerini öğrenmenin en emin ve en kolay yolu Ashab'ın, tâbiûn'un ve müfessirun'un tefsirle­rine başvurmaktır. Dünyadaki bütün insanlar Kur'ân'm esrarını çözmek üzere bir araya gelseler yukarıda zikredilen zatların ağırlığı­na erişemezler. Hz. Mulıammed @'in konuş­ma ve fiillerinin hakiki manasını bütün mü­kemmeliyeti ile yine yalnızca onlar anlayabilirler.

 

Bir Şüphe Ve Bunun Giderilmesi

 

Ashab ve tâbiûn tefsirle ilgili meselelerde ge­nellikle geniş farklılıklar göstermiştir diye düşünülebilir ve bu durumda nasıl karara va­rılabileceği sorulabilir. Cevap: İlk olarak, id­dia edilen bu farklılıklarda, ayrıntılara inilip derinlemesine araştırıldığında, bunların ge­nelde temel konularla ilgili olmayıp kelime­lerin ve meselelerin benzerliklerinden kay­naklandığı sonucuna varılacaktır. Bu konula­ra Üstünkörü göz atan kişi ise bunları "farklıIık" olarak görür.

Meselâ, sırat-ı müstakim tâbirini, ashabdan bazıları bunu Kur'ân'ın emirlerinin yerine ge­tirilmesi olarak anlamıştır. Bazıları buna İslâm demiştir; ve diğerleri ise bunun Sünnet olduğuna karar vermiştir. Öte yandan ashab­dan bazıları bunu ibadetler olarak değerlendi­rirken diğer bazıları da bu kelimenin Allah'a ve Rasûlüne @ itaat anlamına geldiğini ifade etmiştir. Bütün bu yorumlar ve ifadeler şekil itibarıyla farklıdır, fakat gerçekte farklı ve çe­şitli değildirler. Çünkü Kur'ân'm emirlerinin yerine getirilmesi gerçekte İslâm'dır ve yine sünnet ve ümmetin uygulamaları da İslâm'dır. Allah'a kulluk, veya Allah'a ve Rasûlüne itaat de İslâm demektir. Ashabın tefsirlerinde ve ifadelerinde bulunan farklılıkların çoğunluğu da bu nevidendir. Kur'ân âyetlerinin hakiki anlamı hakkındaki görüş ayrılıkları ise çok çok nâdirdir. Celaleddin es-Suyutî şöyle de­mektedir: "Ashab, Kur'ân ilimleri ile ilgili dersleri bizzat Hz. Peygamber @'den aldıkla­rı için Kur'ân sûrelerinin tefsiri ile ilgili ola­rak aralarında pek az görüş ayrılığı bulunur."

Yine tâbiûn ve mücîehidler, ashabın diğer bazı ashab ile tefsir konusunda bazı farklı ifa­delerde bulunduğu haber verilen durumlarda, râvi zincirlerini derinlemesine bir araştırmaya tâbi tutmuşlardır. Bunun sonucunda tefsirle­rin güvenilirliği ve sıhhati ile ilgili smıflamalar ortaya çıkmıştır. Elhamdülillah, bu konu­da bir güçlük söz konusu değildir, Kur'ân'm girift kısımlarını açıklama yolunda hatalara düşmek tehlikesinden bu sayede uzak kalın­mıştır. Allah bizi sırat-ı müstakim'den ayır­masın!

Tefsir konusunda yanlışı, doğrudan; geçerli hükmü bâtıl hükümden ayırma işleminde kul­lanılan kriter budur. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'm ezici çoğunluğu 1300 yıldan beri bu usûlü kullanmıştır ve Allah'ın izniyle bu durum kıyamete kadar devam edecektir.

 

Mirza'nın Tefsir Konusunda Kullandığı Kriter

 

Hâtmü'n-nübüvvet'e karşı çıkan Mirza Gulam Ahmed, tahrifatları ve yanlış değerlendirme­leriyle, Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin tefsir usu­lünde görüşlerine uygun bir tevil göremeyin­ce, tefsirin geçerliliğine hükmeden kriterleri değiştirmeyi kendisi için gerekli görmüştür. Bereket-i Dua adlı risalesinde (ss. 13-15) Mirza tefsir ile ilgili yedi ilke Önermiştir. Âdetİ üzere, kamuoyunun dikkat ve tasvibini kazanmak için, öncelikle herkesin kabul etti­ği kriter ve ilkeleri zikretmiş, bunlara kendi görüşüne destek olacak yeni kriterler ilave et­miştir. Halbuki Mirza'nın gerçekten uygula­nabilir kabul ettiği ilke yalnızca yedinci ve sonuncu ilke idi. Bu ilkenin (kriterin) bütün diğer kriterleri kucaklayıcı ve ihata edici bir kriter olduğunu iddia etmiştir.

Bu yedi kriterden dördü daha önce yukarıda zikrettiğimiz ve cumhuru ulemâdan nakletti­ğimiz kriterlerdir. Mirza üç yeni kriter daha icat etmiş ve bu sayede Kur'ân'ın manasını kendi arzu ve ihtiyaçlarına uyacak şekilde tahrif etme imkânına kavuşmuştur. Ona göre diğer kriterler şunlardır.

5- "Beşinci kriter kişinin kendi saf aklıyla Kur'ân üzerinde tefekkür etmesidir."

6- "Altıncısı, manevî meseleleri anlamak için maddî meselelerin yardımına başvurulmalıdır; çünkü yüce Allah her iki yöndeki meseleleri uyum içinde yarat­mıştır."

7- "Yedinci kriter ise muhaddisûn ve muhdesûn (hadisciler ve ümmetin âlim­leri ve sûfileri) tarafından serdedilen velayet ve mükâşefeâir. Bu kriter, ger­çekte, bütün diğer kriterleri kapsamına alır.

Mirza'nın icat ettiği yeni kriterlerin belli bir Kur'ân âyetinin hakîki manasını anlamada ne kadar yararlı olacağının kararını akl-i selim sahibi okuyuculara bırakıyoruz. Bu kriterlerle tefsirin sahih olanının sahih olmayandan ayırdedilip edilemeyeceği sorusunun cevabı­nı da yine okuyucularımıza bırakıyoruz.

Akl-ı selim sahibi ve mâkul her insan bu kri­terlerin kesinlikle nihaî ve hüküm verdirici olmadığını tereddütsüz anlar. Çünkü (Mir­za'nın) ilk kriteri sayesinde, her insan Kur'ân'ın manasını açıklama konusunda yet­kili hale gelmektedir. Aptal ve cahil bir kim­se bile belli bir âyetin tefsiri ile ilgili olarak kendi saf akimin böyle böyle Öngörülerde bu­lunduğunu iddia edebilecektir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre her insan kendi görüşünün doğ­ruluğunu ve geçerliliğini savunur.: "Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça par­ça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmekte-dir." (23: 53); "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmekte-dir." (30: 32). Bu yolla Kur'ân insan sayısı kadar fırkalara bölünürdü: Böylece doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayırdetmek imkân­sız hale gelirdi. Bu garip kriter sayesinde her­hangi bir insan en aptalca fikirleri ortaya ko­yabilecek ve dolaysız ifadelerde bulunma imkânı kalmayacaktır.

 

Bu kriterlerin temel amacı Kur'ân sûrelerinin tefsirim tek bir insanın (yani Mirza'mn) he­ves, fikir ve mükâşefelerine tâbi kılmaktı.

Bunun sonucu olarak diğer insanlar da Kur'ân'ı evhamlarına göre yorumlama arzusu duyacaklardı. Herkes velayet ve mükaşefe'de bulunmuş olma iddialarıyla ortaya çıkacak ve herkes dilediğini söyleme özgürlüğüne kavu­şacaktı. Neticede, Kur'ân tefsiri (Allah koru­sun) bir çeşit hilekârlığa dönüşecekti. Bizzat bu nedenle, ümmetin âlimleri, bu konuyu ebediyyen çözmek üzere akaid meselelerinin içine dahil etmişlerdir.

Tefsir konusu bütün ümmetçe kabul edildiği şekliyle Nesefî'nin meşhur eseri Akaidde (ve Taftazanî'nin Akaide, yazdığı şerhde) ve Suyutî'nin Man'ında mevcuttur: "Kur'ân nasları sözlük anlamları ve zahirî manaları gözönünde bulundurularak tefsir edilir ve bu manalardan ehl-i bâtın'm tefsirine dönmek İlhad'dır. (Akaid-i Nesefî).

Artık Mirza aramızda değil, fakat ona tâbi olanlar ve onun gibi düşünenler her zaman çıkmaktadır. Onlara da Allah'tan korkmaları­nı ve şahsî arzularını tatmin için Kur'ân ile oynamamalarını hatırlatalım.

Akl-ı selim sahibi okuyucular, Kur'ân sûrelerinin hakiki ve sahih manalarını kavra­makta tek metodun yukarıdaki sayfalarda Suyutî'den naklen (ümmetin çoğunluğunun fikrine uygun olarak) zikredilen yol olduğuna kendiliğinden karar vermiş olmalıdırlar. Al­lah'tan korkan ve gönlünde Kur'ân aşkı bulu­nan kimse mesele hakkında tefekkür etmeli ve ilk dönem tefsircilerinin görüşlerini kabul etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ bu gezegendeki insanların tümünün kendiliklerinden ne dü­şündüğüne itibar etmez.

Bu münazara çalışmanın sınırları dışında kal­makla birlikte, gereksiz bir konudan sapma da değildir. Bu nokta ile ilgili uzun bir bahi-sin ele alınması daha sonra önümüze çıkabi­lecek mania ve engebeleri ortadan kaldırmak gayesine matuftur.

Şimdi, hâtmü'n-nübüvvet ile İlgili deliller ve sebepleri sunabiliriz.

 

Birinci Ayet Ve Nüzul Sebebi

 

"Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah'ın elçisi ve Peygamber­lerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (33: 40).

Bu âyet, Araplar arasında mevcut sayısız kö­tü alışkanlık ve adetlerden birisini ortadan kaldırmak için vahyedilmiştir. Evlat edinilen bir kimseyi gerçek evlât olarak kabul etmek, ona gerçek evlat muamelesi yapmak ve aile hukuku, miras hukuku gibi tüm kuralları ev­lat edindikleri kişi için de aynen geçerli say­mak Araplar arasında adettendi. Ve eğer evlât edinilen kişi Ölürse, onun dul eşi üvey babaya ebediyen haram olmaya devam eder­di.

Bu adetin toplum üzerinde birtakım olumsuz etkisi vardı. Nesep yanlış şekilde evlât edini­len kişiye ve onun çocuklarına geçerdi. Böy­lece nesebin karışması ihtimali belirirdi: ve meşru mirasçılar haklarından mahrum kalır­ken gayrimeşrû vâris mirasçı olarak kabul edilirdi. Böylece meşru hakkı olan kimse gayrimeşrû duruma düşerdi vs.

İslâm küfür ve şirk adetlerini ortadan kaldır­mak, mantıksız ve yanlış alışkanlıkların kö­künü kurutmak için gelmiştir. Bu gayeye ma­tuf iki usul benimsenmiştir, biri kavli ve di­ğeri fiili. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "...evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi say­manızı meşru kırmamıştır. Bunlar sizin dilini­ze doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola o eriştirir. Evlat­lıkları babalarına nisbet edin, bu Allah katın­da en doğru olandır." (33: 4-5).

Bu vahyin temel amacı evlatlıkların meşru mirasçılar arasına dahil edilerek yanlış bir ne­sep zinciri kurulmasına sebep olabilecek olan yanlış bir anlayışı ortadan kaldırmaktı. Ger­çekte mahrem olmayan bir kimsenin bu ko-numa sokulmuş olması böylece önleniyordu. yani evlat edinme adeti yasaklanmış oluyor­du. Bundan dolayı Allah Teâlâ evlât edinilen kimsenin gelecekte kendi öz babalarına nis-betle anılmalarını emrediyordu. Hz. Muham­med @, kölesi Zeyd b. Haris'i âzâd etmiş ve evlât edinmiştir. Bundan dolayı, asırlık âdet­ler uyarınca herkes, hatta Ashab bile onu Zeyd b. Muhammed olarak anmaya başladı­lar.

Abdullah İbn-i Ömer bu âyet nazil olduktan sonra hepimiz ona tekrar Zeyd b. Haris de­meye başladık. Gerçekte Zeyd Hz. Peygam­ber @'e nisbet edilişinin nihayete ermesine çok üzülmüştü. Belki de onu teskin İçin Kur'ân Zeyd'den bizzat bahsetmişti: "Ve Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde..." (33: 37). Bu dönemde daha sonra hilâfet mevkiine yüksel­miş sahabeler mevcutken Kur'ân onların hiç­birisinden ismen bahsetmemiştir. Belki de Kur'ân'da Zeyd'in adının bizzat geçmesinin hikmeti budur. (Bu konuya Feîh-ul beyan adlı tefsirde de bu yönüyle dikkat çekilmiş­tir).

Bütün sahabeler evlat edinme alışkanlığına son verdiler. Asırlarca eski ve çok yerleşik bir âdeti ortadan kaldırmak için bir teşebbüs­te bulunulduğunda bu teşebbüste bulunan ki­şiye belki de bizzat kendi yakınlarından ve ailesinden tezyif ve tahkir gelmesi mümkün­dür. Bu nedenle bu put kırıcılık ve yanlış dü­şünceleri ortadan kaldırma işini Allah Teâlâ bizzat Elçisine tevdi etmiştir. Bundan dolayı, Zeyd hanımı Zeyneb'i karşılıklı anlaşmazlık sonucu boşadığında, Allah, Elçisine Zey­nep'le evlenmesini emretti. Bu emrin yerine getirilmesi bu kötü adetin ve gayri-meşru alışkanlığın tabutuna son çivinin çakılması olacaktı. Allah şöyle buyurmuştur; "...Sonun­da Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, kî, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin..." (33: 37).

Hz. Muhammed @ Zeynep ile Allah'ın emri üzere evlenmiştir. Mekkeli ve diğer müşrikler Hz. Peygamberin bu fiilini yermek için vel­vele koparmışlar ve "şu peygambere bakın gelini ile evlendi" demişlerdir.

Allah Teâlâ, Peygamberini şu âyetle bizzat korumuştur: "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40).

Bu âyet Hz. Muhammed @'in onların nese-ben babası olmadığını açıkça bildirmektedir. Bundan dolayı, Zeyd'in de babası olmadığın­dan onun boşadığı kadınla şeriat hükmünce evlenmesine cevaz verilmektedir. Bu konu dayanak yapılarak Hz. Peygamber @'e karşı yapılan tahkir ve tezyif cehalet ve hamakat­tan kaynaklanmaktadır. Onların hakaret ve if­tiralarını reddetmek için Hz. Peygamber @'in Zeyd'in babası olmadığını söylemek tabii ki yeterlidir, ancak Allah muhaliflerin dayanak­larının tamamen boş olduğunu anlatmak ve bu olayı kökten reddetmek gayesiyle insanla­ra Hz. Muhammed @'in yalnız Zeyd'in değil, yeryüzündeki hiçbir insanın babası olmadığı­nı bildirmiştir. Hz. Peygamber @ oğul sahibi olmadığından dolayı onu geliniyle evlenmiş olmakla suçlamak gayriâdil ve ahmakça bir sözdür.

Eğer bu ifadeye itiraz edilir ve Hz. Peygam­ber @'in Hz. Hatice'den Kasım, Tayyib ve Tâbir; ve Mariye'den İbrahim adlı erkek ço­cukları olduğu ve bu sebeple Kur'ân'ın bu be­yanının sahih olmadığı iddiasına karşı şöyle diyebiliriz: Kur'ân bu iddiayı bizzat çürüt­mektedir. Ayetteki ifade net olarak rical (adamlar)dir. etfal (çocuklar) veya beni (oğullar) değildir. Hz. Peygamber' @in bütün çocukları bebeklik ve süt ve oyun çocukluğu döneminde ölmüştür ki bunlara "adam" (ri­ca/) demek mümkün değildir. Yine bu âyet nazil olduğu esnada Kasını, Tayyib ve Ta-hir'in vefat etmiş oldukları İbrahim'in İse doğmamış olduğu da bir gerçektir. Yani âyet indiği zaman zaten Hz. Muhammed @ yeryü­zündeki hiçbir adamın ve erkek çocuğunun babası değildi.

Bu vahyin temel amacı, peygamberi müşrik­lerin itirazına karşı korumak vt; onu her türlü suçlama ve bühtandan masum tutmaktır. Bu vahyin ardındaki hikmet budur.

Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır: "O... peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40).

Burada esas olarak âyetin bu kısmı ele alına­cak ve gelecek kısımlardaki münazara bu ifa­de mihverinde geçecektir. Bu ifade yukarıda zikredilen ümmetin çoğunluğunun tasvip etti­ği tefsir usûllerine göre açıklanmaya başlan­madan Önce, ifadenin vuku bulduğu şartlar, öncesi ve sonrasıyla değerlendirilecektir. Böylece âyetin gerçek manası daha iyi anlaşı­lacak ve gayesi tesbit edilebilecektir.

 

Bu Ayetin İki Kısmının Birbiriyle İlgisi

 

Ayetin ilk kısmında Hz. Muhammed @'in yeryüzündeki hiçbir adamın babası olmadığı beyan ediliyor. İlk bakışta, ortada bir kaç şüphe ve belirsizlik gözlenebileceğinden do­layı âyetin ikinci kısmının bu şüpheleri gider­mek İçin velâkin kelimesi ile başladığı görü­lecektir. Bu lâkin kelimesi Arapça'da yalnızca konuşmanın önceki kısımlarında bulunabi­lecek muhtemel gizli şüpheleri gidermek için kullanılır. Bu şüphe ihtimalleri şunlardır:

1- Peygamber baba olmadığı için babalık sevgi ve şefkatinden mahrum olabilir, Halbuki bir nebî veya rasûl ümmetinin her ferdi için en yüksek derecede merha­metli olmalıdır.

2- Her peygamber'in kendi ümmetinin ve milletinin babası olduğu iyi bilinen ve evrensel bir ifadedir. Râğıb el-Isfahânî şöyle demektedir: "Bİr şeyi icat eden, ıs­lah eden ya da üreten bir kimseye baba denir." Bu meyanda Peygamberimiz @ bütün müminlerin babasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Müminlerin pey­gamberi kendi nefislerinden çok sevme­leri gerekir; onun eşleri onların anneleri­dir." (33: 6). Ve bazı kıraatlara göre ise "ve o da babalarıdır."  {Müfredatü'l-Kur'ân),

Yani bir peygamber babacan olmalıdır. Bu âyette peygamberin baba olmadığı zikredildiğinden, şüpheci bir kimsenin babalık sevgisinden mahrum bir kimse­nin peygamber de olamayabileceğini dü­şünmesi ihtimal dahilindedir.

3- Peygamber babalık sevgisinden mah-rumsa bir nevi eksiklik hissinden muz-darip olması beklenebilir- diğer bir İfa­deyle ondaki eksiklik erkek evlât sahibi olamayıştır. Bundan dolayı, müşrikler (ve münafıklar) onunla alay etmek ve ona ebter (nesli kesik) diyerek gülmek fırsatına kavuşmuş olmaktadırlar.

Özet olarak, (âyetin ilk kısmım okuyunca) sı­radan insanların zihinlerinde bir takım vesve­seler ve yanlış anlamalar oluşabilir. Bunları gidermek için Allah Teâlâ: "Lâkin O Allah'ın elçisidir." (33: 40) buyuruyor.

Lâkin kelimesi ikinci kısmın başlangıcında yalnızca şüpheleri izale etmek için kullanılmıştır. Yani Hz. Peygamber @ kendi sulbün­den bir erkek çocuğu olmamasına ve aranız­daki hiçbir adamın babası olmamasına rağ­men Allah'ın mübarek elçisidir. Rasûller dai­ma ümmetlerinin babası olarak kabul edilirler ve daha önce Râğıb el-Isfahânî'den yaptığı­mız alıntı uyarınca, bahse konu âyetin bir kı­raat çeşidine göre Kur'ân, Hz. Peygamber @'in müminlerin babası olduğuna işaret et­mektedir. Buna benzer şekilde Lût aleyhisselâm ümmetinin kızları hakkında "iş­te bunlar benim kızlarım" (11: 78; 15: 71) de­miştir.

Bu görüş açısından bakınca Hz. Peygamber @'in milyonlarca oğlu olduğunu ve milyon­larca adamın babası olduğunu söyleyebiliriz.

Buradan çıkaracağımız ikinci sonuç ise baba­lığın iki türlü olduğudur -biri cismani (gene­tik veya öz) olan ve mahremiyet kurallannm uygulandığı tür, ki bu durumda boşanan ya da dul kalan gelinle evlenmek haramdır.

Diğer tür babalık ise manevîdir ve mahremi­yet sınırları içine girmez- bu (manevî) evlat­lar hâmilik yapılmak için vardır, ve bu ço­cuklara manevî baba neseben baba gibi hatta daha çok ihtimam ve şefkat göstermelidir. Buna benzer babalıklar, öğretmenin öğrenci­lerine ya da şeyhlerin müridlerine veya Rasûllerin ümmetlerine gösterdikleri babalık­lardır. İlk tür babalığın Hz. Muhammed @ için söz konusu olmadığı Kur'ân âyeti ile be­yan edilmiştir: "Muhammed içinizden her­hangi bir adamın babası değildir" (33: 40).

Bu âyet her üç şüpheyi de red ve izale etmek­tedir; çünkü:

1- Bu âyet Hz. Muhammed @'in bütün üm­metin manevî babası olduğunu ve üm­metin faydalanacağı şefkat ve merhame­tin çocuklann kendi Öz babalarından gö­rebilecekleri şefkat ve merhametten daha üstün ve bol olacağını beyan etmektedir. Hz. Muhammed @ hiç bir adamın öz (ve genetik) babası değildir. Bu hiç bir şekil­de onun şefkat ve merhametinde bir azalma olmasını gerektirmez.

2- Bu âyet peygamberler için gerekli olan tarzda babalığm ille de inkâr edilmesi gerekmediğini ispat eder. Çünkü burada Hz. Muhammed @'in yalnızca genetik babalığı inkâr edilmiştir, Bu ikinci şüp­heyi izale eder.

3- As b. Vâil gibi bazı müşriklerin iddia et­tiği gibi Hz. Muhammed @'in neslin.'n kesik olmadığını da bu âyet açıkça ona­ya koymaktadır. Bilakis onun bütün di­ğer insanlardan daha fazla sayıda (manevî) çocukları ve takipçileri vardır. Bu, üçüncü şüpheyi de izale eder, El­hamdülillah!

Her üç şüpıenin de âyetteki ifadelerle izale edildiğine şüphe yoktur. Ancak, Allah Hz. Muhammed @'İ tam masumiyete kavuştur­mak istemektedir. Sadece bu da değil, Allah Teâlâ dünyanın gelmiş-geçmiş ve gelecekteki bütün toplumlarına onun faziletini, kemâla-tmı, güzelliklerim tamamen bildirmeyi, ve onların elçisi Hz. Muhammed @'i insanlığa en merhametli, şefkatli ve sevgi dolu kimse olarak tanımalarını arzulamıştır; ki böylece insanlar onu Allah'ın elçilerinin sonuncusu olarak kabul etmeye eğilim duysunlar. İşte bu noktada Allah Teâlâ; "Ve lakin o Allah'ın el­çisi ve peygamberlerin sonuncusudur." (33: 40) buyurmaktadır.

Alim-i mutlak olan Allah Kur'ân-ı Kerim'in her harfinde gizli olan esrar ve hikmetlere el­bette vakıftır. Bizim derleyebildiklerimiz ise aşağıda okuyucularımıza sunacak oldukları-mızdır:

1- Allah Teâlâ, Hz. Peygamber @'e ebter (nesli kesik) diyerek onu alaya alan kim­selerin bu peygamberin kimselerin ta­hayyül dahi edemeyeceği kadar geniş bir ümmetin babası olacağını açıkça bil­melerini istemiştir. Normal olarak her peygamberin bir diğer elçi gelene kadar. miktarı giderek artan bir ümmet toplulu­ğu vardır. Fakat peygamberlerin sonun­cusu olma Hz. Muhammed @'in ise üm­metinin sayısı Kıyamet gününe kadar ar­tacaktır. Tabiatıyla onun vefatından son­ra dünya yüzüne gelen Müslümanlar da onun yolunun yolcusu olacaklardır. Bu anlamda bizim peygamberimiz Hz. Mu­hammed @ en geniş ümmete, yani en çok sayıda çocuğa sahip peygamber ola­caktır. Hz. Muhammed @ "Ben üm-met'im çokluğuyla övünürüm!" buyur­muştur. (Taberanî, Kenzü'l-Ummal adlı eserinde hadisin ravİsİnin Ebu Mâik el-Eş'arî olduğunu belirtmiştir, c. VI, s. 232).

Rasûlullah (Allah'ın elçisi) kelimesinden çıkardığımız sonuca göre Peygamberi­mizin çocuksuz olmayıp bilakis sayısız çocuk sahibi olduğunu öğrendik. Allah buna bir başka sıfat (hâteme'n-nebiyyîn') daha ekleyerek müşrikleri iyice küçük düşürmüştür. Bu peygamber insanlığın en mükemmel örneği olduğu için yalnız­ca kendisine has bir özellikle tanımlan­mıştır. Peygamberlerin sonuncusu sıfatı ile anılan ve tanımlanan tek peygamber­dir; bu sebeple onun manevî oğul ve ço­cuklarının sayısı kıyamet gününe kadar artmaya devam edecektir. Onun taraftar­larının sayısını durma noktasına getire­cek bir diğer peygamber ondan sonra gelmeyecektir. Allah onun Din'ini de tahrifattan koruyacağına ve bu dini her çağda tahayyül edilemeyecek kadar çok kimsenin kucaklamaya devam edeceği­ne söz vermiştir. Bir hadiste kıyamet gü­nü meleklerin hiçbir peygamberin Hz. Muhammed @ kadar çok sayıda ümmet getirmediğini beyan edeceği rivayet edilmiştir.

2- Bu âyette Hz. Muhammed @'e hâte­me'n-nebiyyîn sıfatının da verilmesinin sebebi insanları şu şekilde uyarmak ola­bilir: Ey şahsî arzuları bulunan insanlar, bu (peygamber) bizim son peygamberi­miz olacak ve size bizim son tebliğimizi getirecektir. Bunu dikkate alın. Onu ta­kip edin, bu dünyada ve âhir dünyada saadete erin. Bundan böyle göklerden yeryüzüne yeni bir tebliğ erişmeyecek ve (sizin selâmetiniz için) yeni bir pey­gamber daha gönderilecek değildir. Bu dünyada ve âhir dünyada hayatınızı ıs­lah ve Allah'a yakınlık tesis etmenin yo­lu Hz. Muhammed @'in doğruluğunu tasdik ve onun yolunu takip etmekten geçer. Onun rehberiyetine sanlın ve onu suçlamaktan, alay etmekten sakının. Bu ihtarın tonu ve üslubu aynen şöyledir: Bakın bu son ihtarım, ona göre!

3- "Muhammed içinizden hiç bir adamın babası değildir" ifadesinden doğabilecek Hz. Muhammed @'in babalık duygusun­dan mahrum edildiği ve bundan dolayı babalık sevgi ve şefkatinden de yoksun olabileceği vesvesesini gidermek için, "Lâkin O Allah'ın Rasûlüdür" ifadesi eklenmiştir, ki böylece Hz. Muhammed @ hiçbir adamın genetik ve öz babası olmasa da Allah'ın Rasûlü olması hase­biyle ümmetine öz babadan daha sevgili ve müşfik olacağı açıklanmak istenmiş­tir.

Hz. Peygamber'in ümmetine olan şefkat ve sevgisinin derecesini vurgulamak için Allah ona hâteme'n-nebiyyîn sıfatını vermiştir. Diğer bir ifadeyle her peygamberin kendi üm­metine öz babalarından daha sevgili ve mer­hametli olduğu, ancak Hz. Muhammed @'in son peygamber olması ve kendisinden sonra gelecek başka bir peygamber olmaması nede­niyle bütün peygamberlerden daha sevgili ve merhametli olacağı vurgulanmak istenmiştir. Son peygamberlik sıfatına sahip olduğu, sev­gi ve merhamet bakımından üstün olduğu için ümmetine rehberlik etmek ve ümmetinin selâmetini temin etmek için her türlü gayreti sarfedeceği ve her çareye başvuracağı anlatıl­mak istenmiştir. Bu böyledir, çünkü, daha önceleri bir peygamberin şeriatının hükmü geçince daha sonraki peygamber öncekilerin tebliğinin aksamaya başlamış yönlerini ıslah ediyordu. Ancak peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed @, ümmeti gelecekte hata ve dalalete düşmesin diye çok daha ihti­yatlı olmuştur. Bu nedenle onun ümmetine karşı daha merhametli ve sevgi dolu olduğu söylenebilir.

Arkasında bakıma muhtaç çocuklar bırakacak bir öz babanın örneğini ele alalım. Çocukları­nın menfaatini koruyacak yakınları olmadığı durumda, bu adam şüphesiz zihnen rahatsız olacak ve kendisini, hayatı boyunca çocukla­rının kendisinden sonra rahat edebilecekleri imkânları hazırlamaya vakfedecektir. Çocuk­larının hayat gailesi nedeniyle gereksiz zor­luklar çekmemesi için çaba gösterecektir.

işte bunun gibi, bizim yüce önderimiz ve fahr-İ kâinat olan peygamberimiz de sırat-ı mustakîm'i bize göstermiş, ve Şeriat'ı hiçbir eski hukuka, yeni peygamberlere ve yeni bir şeriatt ihtiyaç duyulmamasını temin edecek Şekilde kaim kılmıştır. Bunun için Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde şu sabit ilkeyi be­yan buyurmuştur: "Bugün size dininizi bü-tünledım, üzerinize olan nimetimi tamamla-dın>." (5: 3).

Buna göre eski şeriatler kendi devirlerinde tam anlamıyla mükemmel ve tam olmakla inikte tüm zamanlar için mükemmel kabul edilmemişlerdir. İmam Râzî'nin Tefsir-i Kebir'inde açıkladığı üzere bu âyetin gerçek manası budur.

Kur'ân'ın bu kesin nassına göre Hz. Muham­med @'in şeriatı kıyamet gününe kadar ge­çerli olacak biçimde mükemmel ve tamdır. Bu şeriat kendisinden sonra yeni bir peygam­bere veya muhaddis'e ihtiyaç göstermeycek-tir. İbn-ül Kayyım şöyle demektedir: "...Mu­hammed ümmetinin aksine- çünkü, Allah on­ları kendi kendilerine yeterli kılmıştır, böyle­ce onların Hz. Muhammed @ varken yeni bir peygambere veya yeni bir muhaddise ihti­yaçları kalmamıştır. Allah Teâlâ, tüm diğer peygamberlere ayrı ayrı bağışlanan belli özellikleri, fazilet ve kemâlatı Muhammed @'in şahsında toplamıştır." {eî-Furkan, s. 56).

Şimdi yukarıda adı geçen âyeti ulemânın ço­ğunluğunun tasvip ettiği usûl çerçevesinde uzunlamasına açıklamaya başlayacağız. Fa­kat öğrencilerin ilk dikkatini çeken şey daima konu ve kelimelerdir. Bundan dolayı daima konu bir dilin dilbilgisi kuralları uyarınca an­laşılmaya çalışılır. Burada da öncelikle âyetin linguistik (dil bilim) yönü ele alınacak ve an­lamı üzerinde daha sonra münazara edilecek­tir. Anlam ile ilgili münazarada bizlere yuka­rıda zikredilen kriterler yol gösterecektir.

 

Yukarıda Zikredilen Ayetin Dil Bilim Yönünden Tefsiri

 

Tek tek kelimelerin anlamlan: Ayette altı farklı kelime vardır, -vav, lâkin, Rasûl, Al­lah, hâlem ve nebiyyîn.

Bunlardan vav nedamet vav'ıdır; lâkin şüp­he ve müphemiyeti izale etmek için kullanı­lan tashih kelimesidir. Allah kelimesini açık­lamaya gerek yoktur. Ancak geri kalan üç ke­lime; rasûl, hâtem ve nebiyyîn ayrıntılı ola­rak açıklanmalıdır. Bu kelimelerden ikisine (rasûl-nebi) özel önem verilecektir, çünkü Kadiyani mezhebi ve benzer görüşte bulu­nanların tahriflerine temel aldıkları bu İki kelimedir. Bundan dolayı bu iki kelimenin ayrıntılarıyla açıklanması gerekmektedir. Rasûl ve nebi, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın yarattığı kullarına İlahi kanunu vazetmek ve onun uygulanması konusunda kullara rehber­lik etmek için görevlendirdiği ve kendisini vahiy ile desteklediği kişi anlamına gelir. Arap dil bilimcileri bu iki kelimeyi farklı açıklamışlardır.

 

Rasûl Ve Nebi Kelimelerinin Anlamları Arasındaki Farklılıklar

 

Bazı İslâm âlimleri bu iki kelimenin şeriat nokta-i nazarında aynı anlama geldiğini ve çağrışımları bakımından birbirlerinden fark­ları olmadığını düşünmüşlerdir. Bu görüşe te­me] olarak ise Kur'ân âyetlerinde, hadislerde ve Arapların konuşma dilinde aynı kişiden Rasûl ve bazen de Nebi olarak bahsedilmesi­ni göstermişlerdir. Bu Mutezİle'nin görüşü­dür.

Diğer bazı alimler ise, Rasûl kelimesinin Nebi kelimesinden daha evrensel olduğunu savunmaktadırlar. Çünkü Nebinin bir insan olması şarttır ve bir melekten asla Nebi ola­rak bahsedilmemiştir. Oysa Rasûl bir insan veya bir melek olabilir. Kur'ân'm bazı âyetleri meleklere Rasûl (Elçi) dendiğinin İs­patını taşımaktadır: "Andolsun ki, elçilerimiz (resulüne) müjde ile İbrahim'e geldiler." (H-72; 29: 31)

Ehl-i   sünnet   ve'l-cemaatln   cumhur-u ulemâsının (âlimlerinin çoğunluğu) yaptıkları araştırmalara göre ise Nebi daha genel ve Rasûl ise daha özel bir kelimedir. Çünkü İslâmi terminolojiye göre, Rasûl kendisine ilâhi bir kitap ya da sahifeler verilen kimsedir veya bağımsız bir seriatle gönderilen bir Nebi'dir. Nebi'nin bu her iki özelliği de mev­cut değildir. Bu âlimler şunları da eklemekte­dirler: Nebi, şeriat ve kitapları tebliğle vazi­felendirilmiş ve vahiy ile desteklenmiş ve kendisini bu emirleri yaymaya vakfetmiştir. Ama kendisine ayrı bir kitap ve şeriat veril­memiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri bu görüşü desteklemektedir; meselâ: "...senden önce gönderdiğimiz hiç bir elçi ve peygam­ber (rasûlün ve nebiyyîn) yoktur ki..." (22: 52). Burada Nebi kelimesi Rasûl kelimesin­den sonra ve özelleştirmeden sonra genelleş­tirme için kullanılmıştır. Bir hadiste de bu or­taya çıkmaktadır. Ebu Zer'in rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Nebilerin (peygamberlerin) sayısı 124 bindir. Rasûller (elçiler) ise sadece 315 tanedir. Onların ilki Âdem... ve sonuncusu Muhammed'dir." (İs-hak İbn-İ Rahûye, İbn-i Ebî Şeybe, Muhanv med b. 'Amr ve Ebû Ya'lâ tarafından nakle­dilmiş ve el-Mesamere'nin şerhinden nakle­dilmiştir [Kahire, s. 193]. Bu hadis İbn-i Hib-ban'm Sahih'inde nakledilmiştir. İbn-i Hacer bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. (Fet-hü'l-Beri).

Bu hadis Rasûl ve Nebi arasındaki farkı kesin şekilde açığa kavuşturmakta ve aynı zamanda bize enbiyanın sayısının rasûller'dtn çok ol­duğunu da bildirmektedir.

Ehl-i sünnet ve'l-cemaaf'm cumhuru bu çıka­rımı benimsemişlerdir. Hafız İbn-i Hacer bu­nu Sahih-i Buharı şerhinde açıklamıştır (c. XII, s. 332, Kitabu't-tabir); Zerkânî, İmam Mâlik'in Muvatta'mı şerhederken bu konuya değinmiştir. İbn-i Hümâm'ın Musamra'suıda aynı konu mevcuttur. Kadı İyaz Şifa adlı eserinde aynı mevzuyu ele almış ve Nesefî'nin Akaidme. şerh yazan Taftazanî'de bu konuyu işlemiştir.

Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'in cumhuru rasûl kelimesinin bazı durumlarda nebi yerine ve­ya nebi kelimesinin rasûl yerine kullanıldığı ifadesini reddetmemektedirler. Ancak bu kul­lanımın mecazî olduğunu bildirmektedirler. Bu nokta anlaşılırsa ilk iki görüşün iddiaları­nı reddetmek kolaylıkla mümkündür.

Şirndi her iki kelime Arapça lügat karşılıkları ile ayrı ayrı ve tek tek ele alınacak, daha son­ra tüm âyetin anlamı gramer kurallarına göre verilecektir.

 

Hatem Kelimesinin Eleştirel  İncelemesi

 

Bu kelime, bahsi geçen âyette iki şekilde kı-J&at edilmektedir. Bir diğer ifadeyle, As-j^'dan bazıları kelimeyi Hz. Muhammed V ın ağzından fetha (üstün) hâtem'in te'si üzerinde olacak şekilde duymuşlar, (ikinci kıraat) diğer bazıları ise kelimeyi fe'nin altında kesre (esre) şeklinde {hatim) duymuşlardır.

Müfessirlerin ve muhaddİslerin önderi İbn-i Cerîr et-Taberî ve diğer müfessirlerin cumhu­ru, eserlerinde, ikinci kıraat şeklinin yalnızca kari Hasan ve Âsim tarafından benimsendiği­ne işaret etmişlerdir. Bütün diğer karilerin görüşüne göre İse birinci tarz kıraat kabul edilmiştir. (İbn-i Cerir, c. XXII, s. 11).

Şimdi her iki kıraat şekli de kabul edilebilir olduğuna göre (fetha'H ve kesre'li), her iki ke­limeyi de ayrıntısı ile açıklayacağız.

Her iki kelime de Arap dilinde, bazı anlam farklılıkları taşıyarak kullanılmaktadır. Ay­rıntılı bir liste şeklinde vermeyi uygun gör­dük.

Bu listeden öğrendiğimize göre bu iki kelime yedi değişik manada kullanılmaktadır. İlk be­şi ortak anlamlıdır. 6. anlam hatime ve 7. anlam ise hâtem'e hastır.

Şimdi hatim (kesreli) ve hâtem (fetha) keli­melerinin hangi anlamlarının yukarıda zikre­dilen âyete uyduğunu görelim.

İlk iki anlamının (mühür ve yüzük) ne şekil­de olursa olsun uygun düşmediği aşikârdır. Dilbilimciler şu konuda bütün diğer akl-ı se­lim sahibi kimselerle birlikte hemfikirdirler: Bir kelimenin gerçek ve hakiki anlamı meti­nin siyak ve sibakına uyuyorsa orada mecazî anlam benimsenmez. Bundan dolayı ilk iki anlam burada geçerli sayılmaz.

Dördüncü ve beşinci anlamlar ise metinde ne gerçek ne de mecazi anlamıyla uygun değil­dir.

Yedinci anlam (yani, bir mührün izi) da cüm­le içinde ne gerçek ve ne de mecazi anlamıy­la uygun düşmemektedir.

Şimdi dikkate almamız gereken iki ihtimal kalmıştır -üçüncü anlam (yani her şeyin sonu, akibeti) ve altıncı anlam (yani, bir şeyi bitiren ya da kapatan kişi). Bu anlamların her ikisi de metine uymaktadır. Geriye tek bir fark ka­lıyor, her iki anlamdan birincisi her İki kıraa­ta da uygundur (hâtem ve hatim) ve diğeri ise yalnızca kesre kıraati ile okunmaya uygun­dur (yani hatim).

Şimdiye kadar kısaca, hatim kelimesinin her iki kıraat şeklinin dİlbilimsel anlamlan ince­lenmiştir. Bu meseleyi Kur'ân, hadis, ashab, tâbiûn ve müfessirun'un şerh ve açıklamaları­nı dikkate almadan yalnızca lügat anlamları-

na bakarak halletmek yeterli olabilseydi, yu, karıda zikredilen Kur'ân âyetinin manasının (birinci kıraate göre hatim) yalnızca iki anla­mı olduğu -yani peygamberlerin sonuncusu ve peygamberlik zincirine mühür vuran- ko­laylıkla bulunabilirdi. İkinci kıraata (hâtem) göre ise yalnızca bir anlamı olurdu; o da pey­gamberlerin sonuncusu.

Bu manaların her İkisi üzerinde biraz tefek­kür ettiğimizde, her ikisinin tek bir anlamda birleşmeye eğilimli olduğunu görüyoruz. Her iki kıraat da (hatim ve hâtem) sözlük anla­mında, Peygamberin Peygamberlerin sonun­cusu olduğu ve kendisinden sonra başka pey­gamber gelmediği anlamını Ruhu'l-Me' âni adlı tefsirde açıkça belirtildiği üzere taşımak­tadır: "hâtem ism-i alet'dir (fiilin, fiili ger­çekleştiren aletin ismi haline geçişi) yani mü­hür vuran şey, ki bu çerçevede peygamberlik (zincirini) mühürleyen kişi. Yani peygamber­lerin sonuncusu." (Ruhu'l-Me'âni, c. VII, s. 59).

Civan ismiyle meşhur büyük Hintli âlim Molla Ahmed Tefsir-i Ahmedî adlı tefsirinde kelimeyi şöyle açıklamaktadır: "Her iki duru­mun (kıraatin) nihaî sonucu ikinci anlamdır. Bu nedenle, Tefsir-i Medarİk'in müellifi, Âsım'ın kıraatına göre olan (fethalı) kelimeyi ikinci anlamda (yani hâtem okunsa da 6 nolu anlama geleceğini) açıklamıştır. Ancak Bey-zavî, kelimeyi her iki kıraatin aynı olan birin­ci anlamında (yani 3 no'lu anlamla) açıkla­mıştır."

Ruhu'l-Me'âni ve Tefsir-i Ahmedî adlı eser­lerde, (hatim veya hâtem) kelimesinin bu âyette yalnızca iki anlama gelebileceği açıkça izah edilmekte olup, her iki anlam da uyumlu ve aynı nihaî sonucu doğuran anlamlardır; yani "peygamberlerin sonuncusu" anlamım taşırlar. Bundan dolayı Beyzâvî tefsirinde her iki kıraata göre kelimenin anlamını verirken herhangi bir fark gözetmemiş ve her iki halde de kelimeyi "peygamberlerin sonuncusu" olarak açıklamıştır.

Hatim kelimesinin her iki manasını tek bir manada birleştiren dil âlimlerine Allah rah­met etsin. Bu âlimler anlamlan birleştirmenin haricinde, bu metin içinde hatim sıfatından jJz. Muhammed @'in peygamberler listesinin sonunu mühürlediği ve bundan dolayı pey­gamberlerin sonuncusu olduğu anlamının çı­karılabileceği açıklamasında bulunmuşlardır.

Bugüne kadar büyüklü-küçüklü pek çok sayı­da Arapça sözlük derlenmiştir. Bunların bazı­sı sahih ve güvenilir, diğer bazısı ise daha az güvenilirdir. Bu çalışmaların tamamının araş­tırılarak tesbiti pratik açıdan mümkün olma­dığı gibi konumuzun sınırını da aşmaktadır. Burada yapacağımız, en güvenilir ve meşhur eserlerden birkaç misâl çıkararak okuyucuya, kelimenin (fethah ya da kesreli) büyük âlimler ve dilbilimciler tarafından nasıl an-lamlandırıldığı konusunda fikir verebilmek­tir.

Müfredâtu'l-Kur'ân İmam Râğıb el-İsfahâ-nî'nin derlediği bir eserdir. Benzeri olmayan bu mükemmel eser, Kur'ân'da geçen özel ke­limeleri açıklamaktadır. Celâleddin Süyûtî bu eser hakkında şöyle demektedir: Kur'ân'ın belli başlı kelimelerini açıklamak için derle­nen böyle bir başka eser daha yoktur. Râğıb bu sıfatı şöylece açıklamıştır: "O, peygam­berliği (nübüvveti) sona erdirdiği için hâtime'n-nebiyyîn'dir, yani onunla birlikte nübüvvet sona ermiştir. (Müfredat, s. 142).

Ibn-i Sîde'nin el-Muhkem'i de Süyûtî tarafın­dan Kur'ânî kelime ve kavramları anlamak için güven içinde başvurulabilecek en değerli eserlerden biri olarak tanımlanmıştır.

Bir şeyin hatim ve hatimesi (müennes-fe-mmin) o şeyin son kısmını belirler." (Li-san'ülArab).

el-Ezherfnin Tehzibl de Süyûtî tarafından güvenilir lügatlerden biri olarak nitelendiril-mı§tir. Ezherî şöyle demektedir: "el-Hâtim Ve el-hâtem Kur'ân'ın işaret ettiği üzere Pey­gamberimizin iki sıfatıdır: "Muhammed içi­nizden hiçbir adamın babası değildir, lâkin Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin mührü (so­nuncusudur." (33: 40) yani "Onların sonu­dur." (Lisan-ül Arab).

Burada hâtem ve hatim kelimelerinin pey­gambere Kur'ân tarafından verilen sıfatlar ol­duğu canlı şekilde tanımlanmıştır. Her ikisi­nin de "peygamberlerin sonuncusu" anlamına geldiği izah edilmiştir.

Bütün bu dil bilimciler ve âlimler meseleyi bu derece vuzuha kavuşturmuşken akl-ı selim sahibi kimseler başka bir anlam önerebilir mi? Lisan-ül Arab Arapça'nın çok hacimli ve değerli bir sözlüğüdür. Bu kitapta şöyle den­mektedir: "Bunlardan hatim veya hâtem, her ikisi de Lahyanî'nin araştırmalarına göre 'on­ların sonuncusu' anlamına gelir. Hz. Muham-med @ nebilerin hâtim'idk (diziyi sona geti­ren)- selâm ve rahmet onun ve hepsinin üstü­ne olsun."

Yine burada da -fetha ya da kesre İle de ol­sa- hâtem kelimesinin nebilerin sonuncusu anlamına geldiği açıkça beyan edilmiştir.

Lİsânu'l-Arab'm metninden çıkardığımız ge­nel bir gramer kuralına göre, hatim kelimesi (kesreli veya fethalı) dilbilim açısından bir­kaç manaya gelebilmekle beraber topluluk, veya 'bir insan grubu' kelimeleriyle (yani ne­biler, öğretmenler gibi) yan yana geldiğinde yalnız ve yalnız tek bir anlama gelmektedir.

Müellif belki de bu nedenle hatim kelimesini sadece ve tek başına değil de 'bir insan gru­bu' ile beraber veya kelimenin zamiri şeklin­de kullanmıştır.

Bu kelimeyi Arapça sözlüklerde araştırdığı­mız müddetçe, daima hatim kelimesinin (fet-halı veya kesreli) "topluluk" veya "bîr grup insan"la birleştirildiğinde veya bir zamirle birlikte kullanıldığında "son" anlamına geldi­ği neticesİyle karşılaşmaktayız. Bahse konu âyette hatim "peygamberler topluluğuna" birleştirilmiştir. Bundan dolayı "peygamber­lerin sonuncusu" ve "peygamberi (veya pey­gamberler zincirini) sona erdirecek olan" an­lamına gelir; daha başka bir anlama gelmez. Tâcu'l-Arûs (Kamus şerhi) da bu gramer ku­ralını kabul etmektedir:

Tâcu'l-Arûs: Zebidî, Tâcu'l-Arâs'undzı Leh-yani'den şu alıntıyı yapmaktadır: "Peygambe­rimizin sıfatlarından biri hatim veya hâtemdir ve onun peygamberler zincirini sonlandıran kişi olduğunu irade eder."

Mecma'u'l-Bihâr: Hadis edebiyatı ile ilgili en sahih ve güvenilir sözlüklerden biridir. Metninde kelimeler şöyle geçmektedir: Hatim ve hâtem Peygamberimizin sıfatları­dır ve Fethalı olan (yani hâtem) onun pey­gamberlerin sonuncusu olduğunu, ve hatim (kesreli) ism-i fail olduğunu yani peygam­berliği sona erdiren kişi olduğunu bildirir.

Mecma'u'l-Bihâr'm bir diğer yerinde (c. I, s. 329) kelimenin bir diğer açılımı daha veril­miştir: Hâtime'n-nübüvve (kesre te'nin altın­da) kapatma işini yapan ya da bir işi sona er­diren kişi anlamına gelir yani "bir şeyin ta­mamlanması, sona ermesidir" ve hâtem (fet-ha te'nin üstünde) "bir şeyi kapayan" anlamı­na gelir ki Hz. Muhammed @'den sonra baş­ka peygamber gelmeyeceğini gösterir.

el-Kamus: Bu mevzu ile ilgili Kamus'ta mevcut olan ifade şudur: Hatim, topluluğun, kavim (veya bir grup insanın) sonudur, tıpkı hatim gibi. Kadir-i Mutlak olanın beyanı "hâtime'n-nebiyyîn" (33: 40) bu sınıfa girer, yani peygamberlerin sonuncusu.

Kâmus'la ve kavim kelimesi daha önce bahsi geçen gramer kuralını teyid için eklenmiştir. Bu da söz konusu kelimemizin anlamı ile il­gili meseleyi açık ve tartışmasız terimlerle karara bağlar.

Külliyâtü'l-Ebu'l-Beka' da meşhur ve güve­nilir Arapça sözlüklerdendir. Külliyatın mü­ellifi söz konusu kelimeyi daha da canlı bir şekilde açıklamıştır: "Peygamberimiz Hz. Muhammed @ hâîimü 'I-enbiyâ ismiyle anı­lır, çünkü peygamberlerin sonuncusudur. Yü­ce Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmakta­dır: "Muhammed İçinizden hiçbir adamın ba­bası değildir, lâkin Allah'ın Elçisi ve nebile­rin hâtim'iĞir." (Külliyat, s. 319).

Burada Peygamber @'in yalnızca peygam­berlerin sonuncusu olan kışı olduğu için hâtimü'l-enbiyâ veya hatime'n-nebiyyîn ola­rak anıldığı açıkça beyan edilmektedir.

Ebu'1-Beka' daha sonra şöyle demektedir: "Geneli inkâr, özeli de inkârdır. Asıl nokta nebi'nin genel bir terim olmasıdır (kendisine şeriat gelmiş olsun ya da olmasın) ve rasûl (elçi) kelimesinin ise yalnızca kendilerine şe­riat gönderilenleri belirliyor olmasıdır. Zik­redilen âyette genel olan nebilik, Hz. Mu­hammed @'den sonra gelecekleri inkâr ettiği­ne göre özel olan rasûllük de inkâr edilir. Bundan dolayı şeriat ile gönderilmiş olsun ya da olmasın her tür nebinin reddi, yanı Hz. Muhammed @ 'den sonra bir peygamber gel­meyeceği sonucuna rahatlıkla varılabilir.

Nebiler, teşriî ve gayriteşriî (yani kendileri­ne şeriat gelenler ve gelmeyenler) olarak sı­nıflandırılmışlardır. Teşriî olanlar rasûl (el-çi)dürler. Mirza, gayriteşriî olanları peygam­ber olarak kabul etmemektedir. Ancak, daha Önce gelen şeriatların uygulanmasını tebliğle vazifelendirildikleri için onlar da peygamber­dirler. Zaten teşriî ve gayriteşriî sınıflaması­nı icat edenlerin görüşlerine Ebû'1-Beka itibar etmemiş ve reddetmiştir. pS.Sıhah veya Sahih-i Cevheri meşhur bir . rapça sözlüktür. Cevherî, bu kelime ile ilgili unlan ifade etmektedir: Hâtem (fethalı), ve-& zâtini (kesreli) aynı manaya gelirler ve ço-Ljlları havâtim'du. Hatime bir şeyin son kıs­mıdır, Muhammed

Burada hatim ve hâtem'in aym anlama geldi­ği açıklığa kavuşturulmuştur.

yiüntehVl-arub hâtim'i şöyle açıklamakta­dır: Sahİb'm Ölçüsünde hatim bir mühür, damga, yüzük, bir şeyin son kısmı, veya bîr topluluğun ya da bir grup insanın sonudur. Hâtem (fetha'lı) aynı anlama gelir; ve Hz. Muhammed @, peygamberlerin -Allah'ın selâmı ve rahmeti hepsinin üzerine olsun- so­nuncusudur.

Sûre'de şöyle ifade edilmektedir: "Bir şeyin hâtime'si o şeyin sonudur, böylece Muham­med @ hâtem-ül enbiyadır (fetha'lı) demek peygamberlerin sonuncusudur demektir."

Bunlar kelime hakkında Arapça sözlüklerin sınırsız hazinelerinden numune olarak seçilen birkaç ifade ve yorumdan ibarettir. İnşaallah, bu örnekler, yukarıda zikredilen âyette (33: 40) geçen hâtimü'n-nebiyyîn ifadesinin "pey­gamberlerin sonuncusu" manasından başka bir manaya gelmediğini okuyuculara tatmin edici şekilde anlatmaya kâfi gelecektir. Bun­dan dolayı hatim "son" veya "sonlandı-ran"dan başka anlam taşımaz.

Bu açıklamalardan sonra, hâtem'in (fetha'lı veya kesre'li) yalnızca iki anlamı olabileceği hakkında her şey vuzuha kavuşmuş olmakta­dır. Gerçek mânası metin içinde anlam bakı­cından uygun düşmekle birlikte, kelimenin mecazî anlamını kullandığımızı varsayalım: ^irza Kadıyanî de Hakikat-ül Vahy (s. 97) a<3U eserinde söz konusu âyetin Hz. Muham-med @'in, mührünü bütün peygamberlerin ustüne vuran kişi olduğu anlamını taşıdığı §eklinde mecazî tefsirde bulunmuştur. Bu tef-Sırw. de delâlet ettiği nokta yine aynıdır. Çün-kü. dilin genel kullanılışı içinde şu ve şu şuna ve şuna mühür vurdu öyle ki içine bir şey gi­remez anlamında konuşulmaktadır. Kur'ân "Allah kalplerini mühürledi" (2: 6) buyur­muştur; yani onların kalbine hidâyet ışığı sı-zamaz denilmektedir. Şairin dediği gibi: "Senden öyle ayrılıyorum ki, aşkının kalbime vurduğu mühür, senden başkasının onun içini aydınlatmasına müsaade etmez."

Buraya kadar hâtem kelimesi dil bilim açı­sından incelendi. Şimdi de nebiyyîn kelimesi aynı usûlle ele alınıp izah edilecektir.

 

en-Nebiyyîn Kelimesinin Linguistik İzahı

 

Bu kelime aslen iki ayn kelimeden müteşek­kildir -lam (veya harf-i tarif) ve nebiyyîn. Bunları kısaca inceleyeceğiz.

Nebiyyîn kelimesi nebi'nm çoğuludur ve en­biya (peygamberler) topluluğunu tanımlamak için kullanılır. Enbiya kelimesi dil bilim ve şeriat açısından daha önce geniş olarak tartı­şılmıştı.

Ancak harf-i tarif olan elif ve lam (el) açık­lanma ihtiyacındadır. Bilindiği üzere harf-i tarif olan el bir kelimenin önüne gelirse dört şekilden birini alır:

1- Bir İsmi taşıyan (canlı veya cansız) herhangi bir fert veya tanenin (müfredin) başına cins belirlemek için gelebilir ve o halde îam-ı cinsî adını alır.

2- Bu fertlerin ya da şeylerin tamamını kap­lamak ve kapsamak için kullanıldığında istiğ­rak (belli bir cinsin tamamım kaplayan) adını alır.

3- Belli bir cinsin belli sayıda {muayyen) fert veya adedini kastettiğinde ahd-i harici denir.

4- Veya belli bir cinsin haricen (zahirden) belirsiz (gayrimuayyen) fert, adet veya mik­tarı kastedildiğinde ahd-i zihni adım alır. Kı­saca, elif lam (el) (1) cins belirlemek için (2) bir kelimenin belli bir cinsin tamamını kapla­dığını ifade için (3) bir cinsin haricen belirli bir sayısını ifade için (4) bir cinsin haricen belirsiz bir sayısını ifade için kullanılır. Ama harf-i tarif, tabiî olan ismin önüne getirilirse, Arapça filologları ve fıkıhçılarm icmaına gö­re ya ahd-i harici ve ahd-i zihni veya istiğ­rak manalarım taşır. (Bkz. Nesefî, Keşfü'l-Esrar, c. I, s. 220).

Harf-i tarif çoğul bir ismin önüne gelirse ya o isim cinsinden olan şey veya fertlerin mu­ayyen (belirli) olanlarım ya da tamamını (is­tiğrak kapsar.

Ebu'1-Beka Külliyat'mda (s. 563) şöyle ifade etmektedir: "Genellikle fıkıhçılar ve Arap dil bilginleri tekil veya çoğul bir ismin önüne geldiğinde lam-ı tarifin istiğrak İfade ettiği, aksi taktirde ma'hud'u ifade ettiğini söylerler (mahud: harici ahit ya da zihin)."

Ebu'1-Beka' şöyle demektedir: "Harf-i tarifin bir ismin tekil ve çoğul halinin önüne gelme­si aynı şeydir." Buradan da çıkartılacak sonuç harf-i tarifin iki anlamı olduğudur. Anlamlar metinin siyak ve sibakından çıkarılacaktır.

Sarf- Nahiv (dilbilgisi) âlimi Râzî de el-Kafi-ye şerhinde aynı görüşü savunmaktadır: "Lam-ı tarif bir isminin önüne getirilirse, isim teminini kaybeder ve istiğrak haline geçer (tenvin: bir şeyin belli bir kısmım ya da belli sayısını belirtmek için kelimenin so­nuna getirilen ek). Ancak metinde istiğrak kastedilmediği anlaşılıyorsa kelime yine de tenvin ifade eder. Sayılarının haricen belirli olup olmamasına göre de teknik olarak ahd-i harici ve ahd-i zihni olarak isimlendirilirler. Mesela, biri 'git ve et al' diyebilir. Şurası aşikâr ki lahm (et) kelimesiyle bütün etler kastedilmiyor; bu imkânsız bir şeydir. Burada el-lahm istiğrak olsa da satın alınması iste­nen et miktarı belirsiz biraz ettir. Yani ahd-i zihnîdir.. Kur'ân'da buyrulduğu üzere: "...ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum (ev ecidu ale'n-nar-i hüda)" (20: 10). Burada bütün ateşler değil de, âyetin daha önceki kıs­mında bahsi geçen ateş kastedilmektedir. Bu ahd-İ harici'div. Eğer belli bir fert veya eşya­ya atıf yoksa gramer ve dil kurallarına göre harf-i tarif geldiği isme istiğrak anlamı ka­zandırır. Cins de kastedİlebilmekle beraber Arapça'nın genel kullanımında bu pek dikkate alınmaz." (Şerh'ül-Kafiye).

Bu araştırmadan çıkan sonuç şudur: Harf4 tarif tekil ya da çoğul bir ismin önüne geldi­ğinde iki anlam kazanır- birincisi istiğrak ve ikincisi ahd.

Sarf ve nahiv âlimi Râzî daha sonra şöyle de­vam etmiştir: "İsmin tenvin olduğuna dair bir atıf yoksa isim istiğrak olarak kabul edilme­lidir. Rasûlullah @'in: "e!-Mau tahirûn- su temizdir" ifadesi bu sınıfa girer, yani bütün sular kastedilir. Buna benzer olarak "Uyku ta­haretin kaybına yol açar- ve kişi abdest (vu-du) almak zorunda kalır." Halbuki bu keli­melerin o ismin bir parçası, belli bir kısmı ya da tamamı olduğuna dair hiç bir gösterge yoktur. Yine tekil bir isim başına lam-ı tarij alırsa çoğulluk İfade edebilir. Meselâ: "Altın dinar ve gümüş dirhem kişiyi helâka götü­rür." (Burada ed-dinar tekildir ama sıfatı olan altm çoğuldur ve ed-dirhem tekildir ama sıfatı gümüş çoğuldur). (Râzî, c. II, s. 103).

Tekil ve çoğulla ilgili kurallar burada da ay­nen geçerlidir: Fakat Râzî, tekil ve çoğul du­rumlar arasındaki bir farka dikkat çekmektedir; eğer harf-i tarif tekil bir ismin önüne ge-ijrse, cinsin her bir tekilini tek tek kapsar; cem-i müsenna (iki adeti belirleyen çoğul) nın başına gelirse ikişer ikişer bütün cinsi kapsar! vam' burada da çoğulun aksine bir be­lirlilik vardır (c. II, s. 104). Çoğulun önüne gelen harf-i tarif bütün fertlerin içtima halin­de olduğu nekre (belirsiz isim) anlamında kullanılır. Yani 'Zeyd hariç bütün âlimlerle görüştüm'; herbir âlimle, ikişer ikişer âlimler­le ve bütün âlimlerle görüştüm anlamına ge­lir.

Buradan da anlaşıldığı üzere çoğulun istiğ-rak'ı (kapsayıcılığı) tekil ya da cem-i müsen­na vs.ya nazaran daha geniş ve daha geneldir.

Bu ayrıntıyı da belirttikten sonra okuyucuları­mızı araştırmanın gerçek noktasına davet edi­yoruz; ve okuyucularımızın hâtime'n-nebiyyînin önündeki lam'm ne anlama geldi­ğine karar verebileceğini umuyoruz. Şimdi yalnızca iki ihtimalden birine karar verme du­rumundayız - istiğrak ve ahd.

Bu âyette en-nebİyyîn kelimesinin belli bir grup peygamber için kullanıldığına dair her­hangi bir atıf ya da ipucu olmadığı İçin akl-ı selim sahibi hiçbir insan burada lam'm ahd-i harici veya ahd-i zihni olarak kullanıldığını iddia edemez. Bilâkis bunun aksine kuvvetli deliller vardır. En-nebiyyînm îam'mm Hz. Muhammed @'in bazı peygamberlerin (enbi­ya) hâtim'ı (sonuncusu) olduğu anlamını ver­mek için ahd-i harici veya ahd-i zihni olarak kullanılmış olması durumunda âyetin saçma ve anlamsız hale geleceği açıktır. Çünkü bu durumda hâtime'n-nebiyyîn sıfatı Hz. Mu­hammed @'i ayırdeden bir sıfat olmaz ve °nun fazilet ve kemalât özelliklerinden biri sayılmaz. Çünkü Hz. Âdem'den sonraki her ne"i, kendisinden önce gelenlerin hâtim'idk (sonuncusudur). Bu terim bu şekliyle her yeni gelen nebi için geçerlidir. İşte bundan dolayı hatıme'n-nebiyyîn'm önündeki lam-ı tarifin aha-i harici veya ahd-İ zihnî olarak değil, ıstığrak olarak kullanıldığı kendiliğinden an-a§'hr. Bu terimin anlamı şu olmalıdır: Hz. Muhammed @ hâtim'dir; tek tek bütün bir nebiler zincirinin sonunu getiren ve bütün bunların sonuncusu olan peygamberdir. Bir diğer ifadeyle, kendisine şeriat gelmiş olsun ya da olmasın ilmî olarak nebî adı verilebile­cek bütün insanların halefi Hz. Muhammed @'dir: ve o bütün peygamberlerden sonra gel­miştir.

Açıklama: Hatime'n-nebiyyîn'm önündeki lam-ı tarifin istiğrak'ten başka bir anlama gelemeyeceği görülmüş oldu. Ancak bunun hangi çeşit istiğrak olduğu da bilinmesi ge­rekli bir durumdur. İstiğrak iki çeşittir- haki­ki ve örfî. Hakiki istiğrak, konuşurken ger­çekten bir cinsin bütün fertlerinin kastedildiği durumdur. Mesela âlim-ül gaybi ve's-şehade. "gizli ve görülebilir her şeyi bilen" demektir. Belli bir grup ya da kişi değil her şey kaste­dilmiştir. Örfî istiğrak'de. İse gerçekte belli bir cinsin bütün fertleri değil ama genellikle kim oldukları bilinen belli bir grup kastedilir. Meselâ: Cema'e el-emirü's-sagha: Kral bü­tün demircileri çağırdı. Burada dünyadaki bü­tün demircilerin kastedilmediği çok açık. Bundan dolayı, ya o şehrin demircilerini veya en fazla, o ülkenin demircilerini çağırdı; işte bu örfî istiğraktır. Araştırmamıza konu olan âyetteki istiğraKin örfî mi hakiki mi olduğu­na karar vermek bu açıklamalardan sonra çok kolaylaşmaktadır. Birincisi, Muğnî el-Le-bib'm şerhinde açıklandığı üzere, örfî istiğrak yalnızca temsilî veya mecazî anlam taşır. Temsilî veya mecazî anlamın hakiki anlam metne uygunsa onun yerini alamayacağı çok iyi bilinen ve uygulanan bir gramer kuralıdır. Hakiki istiğrak'ın da Kur'ân âyetinin metnine tam olarak uyduğu (peygamberler silsilesinin sonunu getiren) aşikârdır. Bundan dolayı bu­rada örfî İstiğrak uygulanamaz.

İkinci olarak, örfî istiğrak buraya konulacak olsa, tıpkı ahd-i harici ve ahd-i zihnîde oldu­ğu gibi, âyet, anlamını kaybedecek ve saçma olacaktır; çünkü bu durumda hâtime'n-nebiyyîn terimi Hz. Peygamberi @'in özel bir kemâlati ve fazileti olmamaktadır. Bu durum­da Hz. Muhammed @, bir kaç özel peygam­berden biri konumuna gelir; halbuki bunun aksine ve bununla aykırı düşen Ebu Hurey-re'nin rivayet ettiği bir hadis vardır: "Altı şey­de diğer peygamberlerden üstün kılındım. Bu altı sıfattan biri benim hâteme'n-nebiyyîn ol­mamdır." (Müslim).

Böylece hatime'n-nebiyyîn'in önüne gelen lam-ı tarifin örf-İ İstiğrak ile hiç bir anlama gelmediği sonucuna varmış oluyoruz. Böyle­ce bütün nebiler sona ermiş oluyor ki, bizim iddiamız da budur.

Bu safhaya kadar "ve lâkin rasûlullah ve hâteme'n-nebiyyîn" (33: 40) âyetinde kelime­lerin tek tek hangi anlamlara geldiği araştırdı. Bu araştırma, dilbilimi çalışmaları ve Arap dilinde âyette geçen kelimelerin kullanım şe­killeri ile ilgili bilgilerin ışığında bu âyetin mana ve gayesini anlamamızı büyük miktarda kolaylaştırdı. Şimdi, âyetin, "Peygamber Mu­hammed, Allah'ın Elçisidir ve son gelen ve sonuncu peygamberdir, peygamberlik silsile­sini sona erdirendir" mânasına geldiğini açık­ça anlayabiliyoruz. Peygamberlerle ilgili ola­rak her hangi bir özelleştirme veya istisnadan bahsedilmemektedir. Peygamberler kendileri­ne şeriat gelenler ya da gelmeyenler olarak da sınırlamaya tâbi tutulmamaktadır. Bu keli­melerle ilgili bunca ayrıntılı açıklamadan sonra, yine de birtakım kusurlar bularak âyetteki kelimelerin manasını tahrif eden ve bu yolda direten kimselere geleceklerine (özellikle âhirette) dikkat etmelerini öneriyo­ruz. Onlara düşünce ve fiillerine dikkat etme­lerini de tavsiye ediyoruz, "...bize düşen an­cak apaçık tebliğdir." (36: 16) ve hidâyet Al­lah'tandır.

 

Âyet'in, Kur'ân'daki Şekliyle Tefsiri

 

Kur'ân'ın hakikatinin kesin delillerinden biri de bir kısmının diğer bir kısmını açıklıyor ol­masıdır. Kitab-ı mübin'in söz konusu âyeti nasıl açıkladığını anlatmaya çalışacağız.

Peygamberliğin sona erişi kavramı çok önem­li olduğundan, Kur'ân-ı Kerîm'de bu mesele­ye yüzün üzerinde âyetle ışık tutulmuştur. Bu âyetleri daha sonra inceleyeceğiz. Ancak bu safhada hatime'n-nebiyyîn teriminin yeterli izah ve açılımını doğrudan yapan âyetleri ele alacağız. Ayetin üzerinden müphemiyet per­desini tamamen kaldıracak bir diğer kıraati nakledeceğiz. (33: 40).

İbn-i Cerir Taberî, İbn-i Kesir ve Süyûtî gibi Müfessirun'un önde gelenleri âyetin bu kıraa­tim Abdullah ibn-i Mesud'dan rivayetle nak­le tmişlerdir: "Ve lâkin bütün peygamberlerin sonunu getiren peygamberdir."

Bu kıraat, Kadıyanî'lerin hatim kelimesi çev­resinde yapmaya çalıştıkları tahrifat'm ge­rekçelerini tamamen kökünden kazımaktadır. Yukarıda naklettiğimiz kıraatta âyetin gayesi­nin açıkça ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da Hz. Muhammed @'in peygamberler silsilesini sona erdiren olduğudur. (Bu kıraata çok önem verilmemesi meşhur bir kıraat olmamasmdandır).

Kur'ân'ın bir diğer âyeti de bu görüşü destek­lemektedir: "...bugün size dininizi bütünle-dim, üzerinize olan nimetimi tamamladım.."

Bu âyet, İslâm dininin, Hz. Muhammed @'in peygamber olarak gönderilişi, vahiy vb. niyetlerin yüce Nebî ile birlikte nihayete erdi­ğini açıkça beyan etmektedir. Buna göre, ar­tık Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir pey­gamber gelmesine gerek yoktur. Bu âyetin tam izahını kısaca yapacağız.

Allah Teâlâ Hz. Muhammed @ hakkında şöyle buyurmuştur: "De ki: Ey insanlar! Doğ­rusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve Öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim." (7: 158).

"...Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir..." (34: 28).

Her iki âyette de Hz. Muhammed @'in bütün insanlığa elçi olarak gönderildiği sarahaten beyan edilmiştir. (Kur'ân diğer bazı âyetleri ile bazı hadisler Hz. Muhammed @'in bütün insanlara ve mahlûkata gönderildiğini ispatla­maktadır, ancak şu anda İnsanlarla ilgili me­seleleri ele aldığımızdan, kendimizi yalnızca insanlardan bahsetmekle sınırlıyoruz.)

Şimdi Hz. Muhammed @'in yalnızca kendi devrindeki insanlara mı, yoksa kıyamete ka­dar gelecek olan bütün nesillere mi peygam­ber olarak gönderildiğini inceleyeceğiz. En son zikredilen âyetteki "insanlık"tan kasdın yalnızca ashab olduğu ve Hz. Muhammed @'in elçiliği ve peygamberliğinin ashab İle birlikte sona erdiği iddiası ise başlıbaşına bir küstahlık ve kibir tavırdır.

"Insanlık"tan kasıt "yalnızca ashab değil, on­lardan sonra gelecek bütün nesillerdir" demek daha mâkul olacaktır. Çünkü cemi'ân ve kâffe kelimeleri âyetin içinde mevcut olup bu durumda mâna, Hz. Peygamber @'in, devrin­deki ve gelecek devirlerdeki bütün insanlara gönderildiği, dolayısıyla bütün insanlığa gön­derilmiş bir elçi olduğu şeklindedir. Bir hadi­sinde Hz. Muhammed @'in "Ben yaşayanlara Ve doğacak olanlara gönderilmiş rasûlüm" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu bizim, (Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygam­ber gelmeyeceği) iddiamızı doğrulamaktadır. Çünkü onun rasûllük (elçilik) görevi bütün insanlığı kapsayacak şekilde cihanşümuldur.

Kur'ân'da ayrıca "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21: 107) buyurul-maktadır.

"Hamd, âlemlerin Rabbinedİr" (1: 1-2) aye-tindeki el-âlemîn kelimesi bütün dünyaları ve âlemleri kapsamaktadır. Benzer olarak Enbi­ya süresindeki bir âyette geçen el-âlemîn ke­limesi de herhangi belli bir âlem kastedilmek-sizin bütün âlemleri kapsar (21: 107).

Bundan dolayı bu âyetin anlamı Hz. Muham­med @'in bütün âlemlerdeki mahlukat için rahmet kaynağı olduğudur. Ve bu da ancak onun elçilik ve peygamberliği evrensel oldu­ğu ve ondan sonra başka bir peygamber gön­dermeye gerek duyulmadığı taktirde müm­kündür. Çünkü, eğer ondan sonra bir peygam­ber gelmiş olsaydı, Hz. Muhammed @'e bağ­lanmış olan müminler bu yeni peygamberi kabullenme eğiliminde olmazlardı ve onun bütün çabalan semeresiz kalırdı -ve böyle bir olaylar zinciri elbette "âlemlere rahmet" (21: 107) olan bir Peygamber'e hiç uygun düşmez­di. Böyle bir şey gerçekleşmiş olsa ve yeni bir peygamber gelseydi Hz. Muhammed @'in rahmeti ancak yeni peygamber gelişinden ön­ce ölen kişiler için geçerli olurdu, ve o zaman da onun âlemlere rahmet olma özelliği söz konusu olmazdı.

Bu konu Kur'ân'ın diğer bazı âyetlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak ispatlanmıştır. İnşaallah bunu ileride ayrıntısı ile inceleyece­ğiz.

Bütün bu Kur'ân âyetleri hâtime'n-nebiyyîn teriminin gayesinin daha önce yukarıda açık­landığı üzere olduğunu ortaya koymuştur. Arap dili bilginlerinin bu âyeti yorumlama tarzlarına Kur'ân diğer âyetlerle destek ol­maktadır.

 

Zikredilen Âyetin Hadislerle İzahı

 

Tefsir kaynaklarının ikinci sırasında hadisleı gelir. Yukarıda gramer, dil bilimi ve kelime bilimi açılarından yaptığımız açıklamaların hepsi Kur'ân'dan neşet etmiş olup, hadisler de bu açıklamaları tasdik etmektedir. Bu açıkla­maları inceledikten sonra bir Müslümanm gönlü hatime'n-nebiyyîn kelimesinin ne anla­ma geldiği konusunda tamamen mutmain olur. Ancak bu ifadenin ne anlama geldiğinin açıklanmasında hadislerden de faydalanmak durumunda olduğumuz için konuyla ilgili bir kaç hadis daha aşağıda kısaca zikredilecektir. Bu hadislerin mâkul bir Müslümanı tatmin edeceğini umuyoruz. Sevban'ın rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah @ şöyle buyur­muştur: "Bütün deccallar ve kezzablar zuhur edene ve her biri peygamberliğini iddia edene kadar saat (kıyamet) gelmeyecektir. Halbuki ben hâtime'n-nebiyyînim. Ve benden sonra peygamber gelmeyecektir." (Ebû Davud, Tİrmizî).

Bu hadisde ise mübarek insan bu meseleyi ebediyen kesin hükme bağlamıştır: "Ey müs-lümanlar, biliniz ki hâtime'n-nebiyyîn keli­mesinin tek bir anlamı vardır; o da benden sonra hiçbir peygamber gelmeyeceğidir." Bu­rada hatim kelimesi mühür, altın yüzük, veya damga anlamına gelmemektedir, nebiyyîn ke­limesi de belli bir kaç peygamber anlamına gelmemektedir. Çünkü, lâ nebiyyi bade (benden sonra peygamber gelmeyecek) ifade­sinde cins lâ'sı (olumsuzluk eki) vardır ve bu da meseleyi vuzuha kavuşturmaktadır. Bunu da inşaallah kısaca inceleyeceğiz. Bu hadis ayrıca Huzeyfe tarafından doğrudan Hz. Mu-hammed (S)'den rivayet edilmiştir: "Ben hâtİme'n-nebiyyîn'ım, ve benden sonra pey­gamber gelmeyecek." (Müsned-i Ahmed ve Taberanî).

Ebu Hureyre, Hz. Muhammed @'den şu hadi­si rivayet etmiştir: "Benimle peygamber züm­resinin benzeri şu bir kimsenin meseli ve ben­zeri gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve bi­nayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğla­sı eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya gi­rip gezmeye başlarlar. Ve hayret ederek: 'Şu köşede bir kerpiç yeri boş bırakılmış olma­saydı!' dediler. Ben o kerpicim, ben hâteme'n-nebiyyîri im." (Buharı, Müslim ve diğerleri).

Müslüman olduğunu ve Hz. Muhammed @'in peygamberliğini tasdik ettiğini söyleyen bir kimsenin yukarıda zikredilen âyette geçen hâtime'n-nebiyyîn teriminin anlamı hakkında hâlâ giderilmemiş şüphesi olabilir mi? Bura­da yapılan açıklamalarda veya zikredilen nasslarda gayriteşrü (şeriatsız), zıllî (çoğulu zılâl: gölge) veya bürûzî (aşikâr, meydanda) bir peygamber anlayışının kabul edilebilmesi­ni mâkul görecek bir boşluk bulmak mümkün müdür? Bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisine nazil olduğu mübarek Hz. Muhammed @ ha­dislerinde hâtime'n-nebiyyîn kelimesinin peygamberlerin sonuncusu anlamına geldiği­ni canlı misallerle izah etmiştir. Yani hâtime'n-nebiyyîn bütün peygamberlerden daha sonra gönderilmiş, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek ve bütün peygamber­lik binasını tamamlayacak olan köşedeki tuğ­ladır. Bu tuğla tamamlandıktan sonra teşriî veya gayriîeşriî, zıllî veya bürûzî peygam­berliğe ihtiyaç yoktur. "Kur'ân'dan başka hangi söze inanacaklar." (77: 50).

Ebu Hureyre Rasûlullah @'den şu hadisi riva­yet etmiştir: "Peygamberler üzerine altı şey ile üstün kılındım. Birincisi bana cevamîü'l-kelim (özlü ve tesirli söz söyleme yeteneği) vrildi, ikincisi (düşmanlarımın kalbine) kor-ka salmakla yardım edildim; üçüncüsü ganiet bana helâl kılındı; dördüncüsü yeryüzü ana namazgah kılındı; beşincisi ben bütün hlûkâta gönderildim; ve nihayet enbiya sil­silesi benim gelişimle hitam bulmuştur (sona ermiştir)-" (Müslim, Fezail babı). Bu hadîs hatim kelimesinin tefsirinde yapıla­bilecek tahrifatı da engellemektedir. Burada hatim kelimesinin yerine hâteme bi'n-nebiyyîn (bütün peygamberler sona erdi) ifa­desi kullanılmaktadır. Bu zıliî veya bürâzi veya teşriî peygamber ihtimallerini de orta­dan kaldırır.

Ebû Ümâme el-Bâhilî, Rasûlullah @'den şöy­le bir hadis rivayet etmiştir: "Ben peygamber­lerin sonuncusuyum; sizler de ümmetlerin.' (İbn-i Mac e).

Hatime'n-nebiyyîn kelimesinin peygamberle­rin sonuncusu ve kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek kimse olduğu bariz­dir; ancak ifade burada sona ermemekte ve "sizlerin de (yani Muhammed ümmeti) son ümmet olduğu" bilahare zikredilmektedir. Bu hadis de bir kez daha ve kesin olarak Hz. Mu­hammed @'den sonra peygamber olmayaca­ğını ve mevcut ümmet'ten başka bir ümmet gelmeyeceğini ortaya koymaktadır.

Bu açıklamalardan sonra, akl-ı selim sahibi her insan hâteme'n-nebiyyîn kelimesinin ne anlama geldiği konusunda mutmain olacaktır. Açıklamalar bu terimden gayri teşri, veya bürûzî veya zıllî bir peygamberle ilgili öze­leştirme (tahsis) anlamını çıkartabilecek eksik bir nokta bırakmamaktadır.

 b. Sâriye, Rasûlullah @'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Benim adım Levh-i Mahfuz'da Allah ile birlikte, hâtime'n-"ebıyyîn olarak yazılmış İken Âdem henüz balçıktan yaratılmakta idi." (Mişkat min Şer-nus-Sünne veMüsned-i Ahmed).

cabır de Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu nvayet etmiştir: "Ben rasûllerin önderiyim ve bununla övünmem. Ben peygamberlerin so­nuncusuyum yine övünmem. (Günahkârlara) ilk şefaat edecek ve şefaatçiliği ilk kabul edi­lecek de benim, yine övünmem." (Dârimî'den Mişkat),

Tahrifatla uğraşan, el-nebiyyin kelimesinin başındaki elif lam'm (lâm-ı tarif) istisnasız bütün peygamberler anlamını taşımadığı iddi­ası ile kafaları bulandırmak isteyen, bu görüş­leri telkin edip yaymaya çalışan, neticede bir peygamber (nebi) veya elçiye (rasûl) yer aç­mak isteyen kimselere bir kez daha göstere­lim ki, yukarıda zikredilen hadiste geçen kaid el-mürseîin (rasûllerin önderi) terimindeki lam-ı tarif de yine hakiki istiğrak'ür; ve ei-mürselin tahsis yapılmaksızın bütün mürsel-leri (rasûlleri) istisnasız içeren bir anlam taşır.

Eğer bu anlam çıkmazsa Hz. Muhammed @ bir grup peygamberin önderi olmuş olurdu ki bu da bütün şer'î nas'lara, Kur'ân âyetlerine, ve açıklanan hadislere zıt bir anlam teşkil ederdi. Kadiyaniler de el-mürselinrm hakiki İstiğrak olduğunu kabul etmektedirler ki bu durumda el-nebiyyîn kelimesi ile ilgili iddia­ları konusunda çelişkiye düştüklerini kendi ağızlarıyla itiraf etmiş olmaktadırlar.

el-Mürselîn kelimesindeki lam, hakiki istiğ­rak olduğuna ve mürselîn (rasûller) olarak tanımlanan sınıfın fertlerini tek tek ve tama­men içerdiğine göre, bu kapsamada hiçbir istisna ve tahsis olmadığına göre, Kadıyaniler nasıl olur da el-mürselînm hemen ardından gelen el-nebiyyinin "bütün peygamberler" anlamına geldiğini itirazla karşılayabilirler?

Kaide'l-mürselîn ve hatime'n-nebiyyîn keli­meleri arasında kuruluş ve yapı bakımından fark gözlenmekte midir? Kaide'l-mürselîn ifadesindeki mürselîn'in evrensel karakterde olması ve istisnasız bütün rasûlleri içermesi Mirza'ya ve müridlerine bir zarar vermemek­tedir; özellikle Mirza'nın nebîliği bu durum­dan zarar görmediği ve kendilerinden men­kul, bâtıl fikirleri reddedîlmediği için bu ifa­deyi mesele yapmamaktadırlar. Ancak hâtime'n-nebiyyîn ifadesi ile ilgili olarak, tef­sir bakımından pek çok sakat mazeretler öne sürmektedirler. Çünkü el-nebiyyin ifadesinin genele şâmil olması durumunda Mirza'nın ne-bilik iddiasının boşa çıkacağından korkmak­tadırlar.

İbn-i'd-Dünyâ ve Ebû Ya'lâ, Temîm ed-Dârî'den uzun bir hadis nakletmişlerdir. Hadi­sin bir kısmı şöyledir: "Münker ve Nekir (melekleri) kabre gelerek Ölen kişiye 'Rabbin kimdir? Dinin nedir?' diye soracak. Kişi 'Rabbim Allah, dinim İslâm. Muhammed @ peygamberim ve peygamberlerin sonuncusu­dur' diye cevaplayacak. Melekler de: 'Doğru söyledin!' diyeceklerdir," (Tefsir-i Dürri'l-Mensur, s. 165).

Münker ve Nekir, özellikle, kişinin Hz. Mu­hammed @ peygamberlerin sonuncusu ve peygamberler silsilesini nihayete erdiren kim­sedir, inancını tasdik etmektedirler.

Asil Peygamber bu Kur'ân ayetini değişik ve­silelerle ve değişik topluluklara kendi sözle­riyle tefsir etmiş ve âyeti çeşitli veçheleri İle ve değişik ifadelerle İzah etmiştir. Burada âyetin manasını vuzuha kavuşturan hadislerin yalnızca bir kısmını iktibas ettik. Allah'tan korkan ve Rasûlüne inanan bir Müslüman hâteme'n-nebİyyîn kelimesinin, öncelikle Arapça sözlükler ve Kur'ân'm ışığında ve da­ha sonra konu ile ilgili hadisler yardımıyla

açıkland:ğı şekilden başka olmadığına kesin bir im?cı»a inanır.

Kısaca, hâtime'n-nebiyyîn ifadesini içeren Kur'ân âyeti (33: 40) ve hadisler, Hz. Mu­hammed @Tin peygamberler silsilesinin so­nuncusu olduğuna delâlet eder ve teşriî* gayriteşriî; zıllî veya bürûzî peygamber gibi herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün pey­gamberleri içerir.

Hadis literatüründe bu nebiyyîn kelimesinin teşriî-gayr ite şriî, zülî-bürûzî şeklinde ayır-dedilebileceğine dair tek bir dolaylı ima dahi yoktur. Artık bundan sonra "Kur'ân'dan baş­ka hangi söze İnanacaklar?" (77: 50).

 

Yukarıda Zikredilen Âyetin Ashab Ve Tâbiûn Tarafından Yapılan Tefsirleri

 

Tefsir kaynaklarının öncelik ve Önem sırala­masını daha önce belirttik. Ashab ve tâbiûn üçüncü ve dördüncü sırada gelir. Onların bu âyetle ilgili yorum ve mütalaalarını da ele al­maya çalışacağız.

Şurası muhakkak ki ashabın ve tâbiûnun ta­mamının bu konu ile ilgili fikirlerini buraya almamız mümkün değildir. Bundan dolayı ümmet bu âyetle ilgili ashab ve tâbiûnun nasıl bir fikri olduğunu anlaması için sınırlı miktar­da iktibaslar yapılacaktır. Ashab, ilmi âlim-i Mutlak olan Allah Teâlâ'dan alan Hz. Mu­hammed @'in talebeleriydi.

İmam Ebu Cafer ibn-i Cerir el-Taberi meşhur tefsirinde hâtime'n-nebiyyîn kelimesini açık­larken Katade'den rivayette bulunur: "Lakin o Rasûlullah ve hâtime'n-nebiyyîn, yani pey­gamberlerin sonuncusudur." (İbn-i Cerir, Tefsir, c. XXII, s. 11).

Katade'nin bu ifadesi Celâleddin Süyûtî'nin Tefsir Dürr-ü Mansur'unda. Abdül Rezzak, Abd İbn-i Humeyd, İbn-i Münzir ve İbn-i Ebi Hatim rivayet zinciriyle yer almıştır, (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204). Katade'nin bu jesİ hatime'n-nebiyyîn kelimesinin Arapça lüklerde geçen ve Kur'ân'ın diğer  tlerinde ve hadislerde desteklenen anla-e tasdik etmektedir. Onun ifadesi de ne-hiyyin'in teşriî veya gayri tesrii, zıllî veya . yrûzi şeklinde bir tahsis içermediğini orta­ya koymaktadır.

Abdullah İbn-i Mesud'a gelince onun hâtjme'n-Nebiyyîn'i özel okuyuş tarzından daha önce bahsetmiştik. Bu okuyuş ifadenin hakiki anlamını sarahaten açıklamaktadır.

Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr'nnda Abd b. Hu-meyd yoluyla Hasan'dan şu rivayette bulun­muştur: "Kur'ân'daki hatime'n-nebiyyîn ifa­desi, Allah peygamberler silsilesini Munam-med ile sonlandırdı, o peygamberlik vazife­siyle vazifelendirilenlerin sonuncusudur anla­mına gelmektedir." (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V., s. 104).

Süyûtî, Aişe-i Siddıka'dan Müsannefin mü­ellifi İbn-i Ebî Şeybe yoluyla şu rivayette bu­lunur: "Ona hatime'n-nebiyyîn deyin; ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecek de­meyin." (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204).

Hz. Aişe'den aynı rivayet İbn-i Kuteybe'nin Tevilü'l-Ehadis adlı eserinde de yapılmıştır. ed-Dürrü'l-Mensûr'da. Müsannefm müellifi îbn-i Ebî Şeybe yoluyla Mugire b. Şube'den rivayeten Hz. Aişe'ninkine benzer bir ifade nakledilmiştir: Mugire b. Şube'nin yanında oturan bir kişi "hâtıme'n-nebiyyîn olan Mu-hammed'e salât-u selâm olsun, ondan sonra başka peygamber gelmeyecek!" deyince, Mu­gire ona "hatime'n-nebiyyîn dedikten sonra, ondan sonra peygamber gelmeyecek demene gerek yok. Çünkü bir hadise göre İsa yeryü-zune yeniden peygamber olarak gönderile-ektir. Hz. Muhammed'den önce gelen ve on­dan sonra gönderilecek olan Hz. İsa'dır" dedi. (ed-Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 264).

 ikisinin de önemi sarih ve nettir. Lâ ne~ ı ba'de (benden sonra peygamber olma-yacak) benden sonra eski veya yeni hiçbir Peygamber gelmeyecek olarak anlaşılabilir.

Bu yolla ashabın ve ehl-İ sünnet vel cemaat'İn İsa'nın yeryüzüne yemden geleceğine dair sa­hip oldukları inanç zedelenebilir. İşte Hz. Ai-şe ve Mugire b. Şube bu nedenle insanlara bu tavsiyede bulunmuşlardır.

Hatime'n-nebiyyîn kelimesi meramı anlat­makta yeterlidir ve la nebiyye bade kelimesi de doğru olmakla birlikte İsa'nın yemden yer­yüzüne gelişi hakkında bir şüphe oluşturabi­leceği için yalnızca hatime'n-nebiyyîn ifade­sini kullanmak yeterli ve şüphe uyandırma tehlikesinden daha uzaktır.

Hatime'n-nebiyyîn ifadesi hiçbir şekilde Me­sih'in gelişiyle çelişki teşkil etmez. Şurası aşikâr ki Hz. İsa dünyanın son günlerinde yeryüzüne tekrar gelecektir. Ancak kendisine peygamberlik makamı o vakit verilmeyecek­tir. Zaten daha önceden bu makamda oldu­ğundan ve bu makam kendisine ebediyen ait olduğundan peygamberlik makamım kullana­caktır.

Zaten burada tartışılan konu cismani dünyada kişilere verilen peygamberlik unvanı ile ilgili­dir. Yoksa berzah aleminde peygamberimiz aynı zamanda Evvel-ül nebiyyîn'dir. (Müftü Muhammed Şâfİ').

Bundan  dolayı   İsa'nın   yeryüzüne   inişi hatime'n-nebiyyîn kelimesi ile çelişkili değil­dir. Kaldı ki bu konu sahih hadis literatüründe Hz. Muhammed @'den bize ulaşan şekliyle mevcuttur.

îbn-i Kesir'in tefsirinde İbn-i Ebi Hatim'den naklen Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet olunmaktadır: "Hz. Muhammed @ bir kere­sinde 'ben yaratılıştan evvelü'n-nebİyyîn ve gönderilişte âhİrü'n-nebiyyîrûmV buyurmuş­tur." (İbn-i Kesir, Fethu'l-Beyân).

Bu hadis bize hatime'n-nebiyyîn ve âhirü'n-nebiyyîn ifadelerinin yalnızca Hz. Muham­med @Tin son gönderilen peygamber olduğu anlamına geldiğini açıkça göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında daha önce gönderilmiş bir peygamberin daha sonra tekrar yeryüzüne gelecek olması bu anlamla bir çelişki teşkil etmemektedir.

Aynı konu Ruhü'l-Meâni (c. VII, s. 60) ve Zemahşeri'nin Keşşaf (c. II, s. 215) tefsirle­rinde daha canlı bir şekilde işlenmiştir. Bu kaynaklara da başvurulabilir. Yine Arapça sözlük ve deyim lügatlarma bakıldığında âhiru'n-nebiyyin ve evv elü' n-nebiyyin, âhiru'l-ulemâ, âhiru't-talaba, âhiru'I-fatihin, âhİru'l-mü'minîn, âhiru'ş-şâhidîn, âhiru'l-kadimîn ve âhiru'l-evlâd tamlamalanndaki âhir kelimesinin yalnızca önünde bulunulan isme âhir (en sonucu) ve evvel (ilk) olma ni­teliğini kazandırmak için kullanıldığı görüle­cektir. Bu anlamı değiştirecek bir kısıtlama getirilmesi müstesna, mesela evvelil'l-müminîn (hicret eden müminlerin İlki olmak anlamına gelir). Büyük dil âlimi Zemahşerî işte bu sebeple hatime'n-nebiyyîn kelimesini: "Hz. Muhammed @'den sonra peygamberlik mertebesine kimse yükselemeyecektir." şek­linde tefsir etmiştir {Keşşaf c. II, s. 215).

Arapça dil bilim kuralları ve sahih hadisler çerçevesinde hatime'n-nebiyyîn kelimesi Hz. İsa'nın yeniden yeryüzüne gönderilişi mevzu­unda her hangi bir şüphe uyandırmaz. Ancak la nebiyye bâ'de ifadesi ilk bakışta sıradan bir kimsede şüphe uyandırabilir gibi gözüke­bilir. Ancak az bir inceleme bu kişinin şüphe­lerini izaleye kâfidir. Şimdi kısaca bu konu incelenecektir.

Bu zahirî ve sathî şüpheyi izale etmek için Aişe-i Sıddıka ve Mugire: "İnsanların zihnin­de şüphe uyandıracak bu tarz sözleri kullan­mayın" buyurmuşlardır.

Şimdi ise zihnimizde başka bir şüphe oluşabi­lir. La nebiyye bâ'de ifadesini bizzat Hz. Mu­hammed @ kullanmışken niye bunu biz kul-lanmıyalım? (Cevap): "Aİşe ve Mugire insan­lara böyle yapmalarını tavsiye ederken bu sözlerin -Allah korusun- yanlış ve cevaz veri­lemez olduğunu düşünerek hareket etmiyor­lardı. Akıllarında tek bir şey vardı; o da in­sanları yanıltıcı bir vesveseden korumak. Za­ten bu yüzden değil midir ki, pek çok sahih hadisi rivayet etmekten halkm zihinde karma­şa olmasın diye kaçınılmıştır."

İmam Buharî, Sahih'inde bununla ilgili bir bölüm hazırlamıştır ki başlığı şöyledir: "Caiz olan bir meselenin açıklanmasından kaçınma ile ilgili bölüm. Tehlikeli görüldüğünde ya da zayıf akıllı kimselerin yanilabileceği korkusu mevcut olduğunda, âlimler böyle meseleleri açıklamaktan kaçınmalıdır."

Bu başlık altında İmam Buharî, Hz. Aişe'den şu hadisi nakletmektedir: "Rasûlullah @ bir keresinde şöyle buyurdu: Ey Aişe, senin kav­min daha yeni müslüman oldu; daha yakın bir geçmişte müşrik idiler. Eğer durum böyle ol­masaydı, Kabe'ye iki kapı yapardım ki, insan­lar birinden girip diğerinden çıksınlar (tıpkı Hz. İbrahim'in devrinde inşa edildiği gibi)." Abdullah b. Zübeyr bunu kendi halifeliği dö­neminde yapmıştı. (Kitabu'1-İlm, Buharı, c. I, s. 24).

Hz. Muhammed @ burada şunu kasdetmiştir:

Kureyş kabilesi yeni müslüman olduğundan Kabe boşaltılırsa (İslâm'a olan) güvenleri sar­sılabilir ve gerçekte Kabe'nin Hz. İbrahim za­manındaki aslî şekline getirilmek istendiğini anlamaya hazır ve eğilimli olmayabilirler.

Bu hadisi inceleyen kimse Rasûlullah @'in kalbinde Kabe'yi aslî şekline getirme arzususıdığmı ve bu dünyadan bu meşru arzu-nU un yerine getiremeden ayrıldığını tahayyül bilir Hz. Peygamber @ Allah'ın evini aslî kline döndürmek için gerekli olan doğru şe mları, sırf, zayıf akıllı kimseler yanlış bir fikre kapılmasın ve böylelikle dinlerine des­tek olup g'üçlendirmek yerine, dinlerinden uzaklaştırılmış olmasınlar diye atmamıştır. Fser Hz. Aişe gibi bir Müslüman ümmete la nebiyye bâ'de ifadesinden kaçınmalarını söy­lüyor ve yukarıdaki hadisi de rivayet ediyorsa o vakit onun bu sözlerine daha çok dikkat edilmelidir.

Buna benzer olarak, Hz. Ali bu mesele ile il­gili şu ifadede bulunmuştur: "İnsanlara anla­yabilecekleri gibi vazedin. Yoksa Allah'ın ve Rasûlünün şiddetle reddedilmesini mi istersi­niz? (Buharı).

Kısaca, Hz. Aişe ve Mugire'nin la nebiyye bâ'de ifadesinin tekrar edilmemesini tavsiye­leri yalnızca insanların menfaatine bir amaç güttüğü şeklinde anlaşılmalıdır; yoksa Hz. Muhammed @'İn ifadesinin zıddına bir tu­tum söz konusu değildir. Aksi taktirde Hz, Muhammed @'in sahih bir hadisine iki önde gelen sahabe itiraz etmiş demektir, ki, bu du­rum mâkul bir kimse tarafından kabul edile­mez. Her halükârda, ümmetin aslî güvenilir kaynağı Hz. Muhammed @'in ravi zincirleri kopmadan günümüze kadar gelmiş hadisleri­dir; herhangi bir sahih rivayet zincirine sahip olmayan iki sahabenin sözleri değil.

Yukarıda zikredilen âyetle ilgili Katade, Ab­dullah ibn-i Mesud, Hasan, Aişe-i Sıddıka ve Mugire'ye ait görüş ve yorumlar aktarıldı. Bunlara ilave olarak ashabın Önde gelenlerin­den 64 isim hâtmü'n-nübüvvet'm tefsirini, di­ğer bazı kaynaklarda nakledildiği üzere, yap­mışlardır. Bu 64 sahabeden ismini zikredebi­leceğimiz bazıları şunlardır: Câbir, Ebu Said el-Hudrî, Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl, Enes, n b. Müslim el-Ensârî, Ebu Muaviye,Mutim, Abdullah b. Ömer, Ubey b. riuzeyfe, Sevbân, Ubâde b. Samit, Ab-b- Abbas, Atâ b. Yesâr, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Irbaz b. Sâriye, Ukbe b. Âmir, Ebu Musa el-Eşarî, Ümm-ü Kurz, Faruk-i Azam (Ömer İbn-ül Hattab), ve Ümmü Eymen. (Bu ashabın rivayetleri 6. kısımda ele alınacak­tır). Bütün bu isimler Hz. Muhammed @'in peygamberlerin sonuncusu olduğunu ve ken­disinden sonra yeni bir peygamber gelmeye­ceğini tasdik etmişlerdir.

Bırakınız müslümanlan, mâkul gayrimüslim­ler bile 64 sahabenin üzerinde birleştiği bir anlamı şüpheyle karşılamaz. Ancak herşey kalpleri istediği yöne döndüren Allah'a aittir.

 

Yukarıda Zikredilen Âyetin Müfessirûnun İfadelerine Göre Tefsiri

 

İlk müfessirlerin ve sonrakilerin Kur'ân tefsi­ri ile ilgili ne kadar eser verdiği ve bunların ne kadarının günümüze kaldığı ancak Âlim-i Mutlak'ın bilgisi dahilindedir.

Ancak bunların sayısının burada zikredilemeyecek kadar çok olduğu bilinmektedir. Bura­da yalnızca en meşhur ve güvenilir tefsirlerin bazısından nakiller yapacağız. Müfessirûnun İmamı Ebu Cafer İbn-i Cerir et-Taberî bu âyetle ilgili olarak şöyle demektedir: "Ancak o, Allah'ın Rasûlü ve nebiler zincirini tamam­layan, nübüvvet kapısını ebediyyen kapatan son kimsedir ve bu kapı saat (kıyamet) gelene kadar ondan sonra hiç kimsenin açamayacağı şekilde mühürlenmiştir. Diğer tefsir âlimleri de konuyu benzer ifadelerle izah etmiştir." (îbn-i Cerir, c. XXII, s. 11).

Hâtime'n-nebiyyîn kelimesinin yalnızca şeri­at ile gelen peygamberleri içerdiği, özellikle İbn-i Cerir'in söylediklerini gördükten sonra, halâ iddia edilebilir mi? İbn-i Cerir, "Ondan sonra peygamberlik kapısı hiçbir kimse İçin açılmayacak," diyerek bu fikri tekrar tekrar te'kid etmektedir.

Bu yalnızca onun şahsî fikri ve hükmü değil­dir; âdeti veçhile Taberî bu âyeti ashab ve tâbiûndan konu ile ilgili araştırma yapan ve fikir beyanında bulunan kimselerin görüşle­rinden de destek alarak açıklamıştır. Müfessi-rw«dan bir kısmının görüşlerinden de nakil­lerde bulunmuştur.

İbn-İ Cerir, Ali b. el-Hüseyn'den şu nakli yap­mıştır: "(7a)nm kesrasıyla hatime'n-nebiyyît peygamberler silsilesini tamamlayan, sona er­diren demektir... Yalnızca Hasan ve Asım'm kıraatlerine göre (fa)nın fethasıyla muharre-ratı damgalayan mühür, yani peygamberlerin sonuncusu demektir." (İbn-i Cerir, c. II, s. 11).

el-Hüseyn ayrıca (ta)nm kesra ile ve yalnızca Hasan ve Âsım'ın kıraatlerine göre (to)nın fethayla okunan şekillerin her ikisinin de pey­gamberlerin sonuncusu anlamına geldiğini söyleyerek bu meseleyi de çözüme kavuştur­muştur. (İbn-i Cerir, c. II, s. 11).

İmam Hüseyin her iki okunuşun da {hatim ve hâtem) anlamlarının aynı olduğu ve yalnızca kelime yapısının farklı olduğu görüşünü sa­vunmuştur.

Müfessirumm önde gelenlerinden Hafız İma-düddin İbn-i Kesîr, bu âyeti meşhur ve güve­nilir tefsirinde açıklarken bizim bu İddiamızı net bir dille vuzuha kavuşturmaktadır: "Bu âyet Hz. Peygamber @'den sonra yeni bir rasûl ve nebî gelmeyeceğine dair açık bir nas-tır. Risalet, nübüvvetten daha özel bir görevdir. Çünkü her rasûl ve nebî'dir ancak her nebî rasûl değildir. Konu ile ilgili birkaç mü~ tevatir hadis mevcuttur." (İbn-i Kesir, s. 89).

İbn-i Kesîr, hicrî yedinci asırda yaşamış meş­hur bir İslâm âlimidir ve tefsir konusunda otoritedir.

Bu büyük müfessirin söyledikleri üzerinde te­fekkür edilirse ve Önceki sayfalarda ashabın ve geçmişteki meşhur âlimlerin açıklamaları-na uygun olarak beyan edilen görüşlerin ne kadar doğru ve kesin olduğuna bu çerçevede karar verilebilir.

İbn-i Kesîr, Hz. Muhammed @'den sonra hiç kimsenin nübüvvet ve risalet mertebelerine yükseltilemeyeceği konusunu da açıklığa ka­vuşturmuştur. Rasûl, şeriat ile gelen bir nebî'dir, halbuki nebî genelde bütün peygam­berlere (şeriat ile gelmiş olsun, olmasın) veri­len addır. Bahsi geçen âyet hâtİme'l-mürselU yerine hâtime'n-nebiyyîn ifadesini içerdiğin­den her türden peygamberliğin sona erdiği vuzuha kavuşmuş olmaktadır. Bu mânada peygamberlerin teşriî-gayriteşriî veya Mir-za'nın tanımladığı üzere ııllî-bürûzî olması bir şeyi değiştirmemektedir.

İbn-i Kesîr'in tefsiri hâtmü'n-nübüvvet ile il­gili hadislerin mütevatir olduğunu da ispatla­maktadır.

İbn-i Kesir, hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili pek çok hadis aktarmıştır. Bu hadisler bir sonraki kısımda ele alınacaktır.

Bu konunun sonunda bu meşhur müfessir hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili kayda değer ifade­lerde bulunmuştur. Bu İfadeleri okuyunca bu zatın ilham yoluyla kendisinden 700 yıl sonra gelen Kadıyanî Mirza gibilerin geleceğini bil­diği zannı oluşabilmektedir. "Yüce Rabbimİn kullarına Hz. Muhammed @'i göndermesi ve onu hâteme'n-nebiyyîn yaparak peygamber ve rasûllerin sonuncusu olarak göndermesi ve Din'i onunla kemâle erdirmesi, kullar için bir rahmettir. Allah Teâlâ bu durumu Kitab'ında idirmş ve Hz. Peygamber de mütevatir ha-.•sierde kendisinden sonra peygamber gelme-* ceğini ve peygamberlik iddia edenlerin kim ^lursa olsun sahtekâr ve büyük bir yalancı sa­yılacağım haber vermiştir. Buna göre o kişi deccal'dır, başkalarını aldatmaktadır; yoktan ateş çıkarsa ve sihir gösterse, harikulade dav­ranışlarda bulunsa bile o yine de yalancıdır. İlim ve hikmet sahibi kimselerin nazarında bütün bunlar sapkınlıktır. Yüce Allah Ye-men'li Esved Ansî ve Yemame'li Müseyle-met-ül Kezzab'ın da böyle harikuladelikler göstermelerine müsaade etmiştir. Ancak bilgi ve hikmet sahibi kimseler bunların insanları dalâlete götürecek iki yalancı olduğunu çok İyi anlamışlardır. Allah onlara ve kıyamet gü­nüne ve büyük deccal'm gelişine kadar bu tür iddialarda bulunanların hepsine lanet etsin. Allah böyle kimseleri, âlimler ve müminler yalanlasın ve reddetsinler diye göndermekte­dir." (İbn-i Kesir, c. VIII, s. 9).

imam İbn-i Kesir'in bu açıklamasından, onun bu tarz yalancı peygamberlerin çıkacağından haberdar olduğu sonucuna varabiliriz. Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir başka pey­gamber gelmeyeceğini ikna edici bir biçimde izah etmiştir. Celâleddin Süyûtî de ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde yukarıda zikre­dilen âyeti tefsir ederken ashabın, tâbiûnun ve diğer müfessirlerin eser ve sözlerinden yarar­lanmış ve aynı görüşleri desteklemiştir (c. V, s. 204). Celaleyn tefsirinde de aynı görüşleri ifade etmiştir. Meşhur müfessir Zemahşerî de, Tefsir-i Keşşaf adlı eserinde şöyle demek­tedir: "Hâtem, (ta)nın fethiyle 'mühür' ve (ta)nın kesriyle 'mühürü basan kişi' anlamı­na gelir. Abdullah İbn-i Mesud'un kıraatma göre, 'O bütün peygamberlerin gönderilişini sona erdiren peygamberdir.' Eğer 'İsa, dün­yanın son günlerinde tekrar yeryüzüne inme­yecek mi?' diye soracak olursanız cevabım Şöyledir: Onun son peygamber oluşu ondan sonra bir başka insanın daha peygamberlik vazıfesi ile vazifelendirilmeyeceği tarzında-ır- Halbuki İsa ondan önce peygamber yapılmıştır."

Zemahşerî büyük bir müfessir olup aynı za­manda Arap dili ve gramerinin önde gelen âlimlerindendir. Hatime'n-nebıyyîn kelimesi­ni Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir çeşit peygamber gelmeyecek olarak anlamıştır. Bu sebeple Hz. İsa'nın gelecek olduğu itirazıyla karşılaştığında şu cevabı vermektedir: "Te­rim, ondan sonra kimse peygamber yapılma­yacak anlamına gelmektedir." Bu yüzden, Hz. İsa'nın gelecek olması, terimle çelişkili değil­dir, çünkü İsa geldiği zaman peygamber yapı­lacak değildir; o, şimdi de peygamberdir.

İmam Râzî de bunu Tefsir-İ Kebirinde aynı tarzda açıklamaktadır (Kahire baskısı, c. VI, s. 617).

Es-Seyyid Mahmud el-Alûsî Bağdadî, bu âyeti Ruhü'l-Meâni adlı tefsirinde ayrıntılı şekilde açıklamıştır: "Nebi kelimesi rasûl kelimesinden daha geneldir. Bundan dolayı o peygamberlerin (nebilerin) sonuncusudur dediğimizde rasûllerin de sonuncusu olduğunu kastetmekteyiz" demektedir (c. VII, s. 60).

Şeyh Mahmud el-Alûsî, İbn-i Kesîr'in daha önce söylediklerini te'kit etmekte ve nihayet hatime 'n-nebiyyîn ifadesiyle istisna ve tahsis olmaksızın bütün peygamberlerin ve peygam­berliğin sonuna gelindiğinin kastedildiğini beyan etmektedir. İsa'nın gelecek olması itirazina İse şöyle cevap vermektedir: "Hz. Mu-hammed @'in peygamberlerin sonuncusu ol­ması demek, yeryüzünde bütün insanlar ve mahlûkat için peygamberlik sıfatına sahip olabilme imkânının onun peygamber oluşun­dan sonra iptal edilmiş olması demektir. Pey­gamberliğin Hz. Muhammed @ ile sona er­miş olduğu fikri, ümmet tarafından kabul gör­müş, hadislerde ifade bulmuş ve tevatür de­recesine erişecek kadar meşhur olmuştur. Ve bu fikir Hz. İsa İle ilgili haberle bir çelişki teşkil etmez. Hz. Muhammed @'in son pey­gamber olduğunu Kur'ân açıkça beyan et­mektedir. Buna iman etmek her müslümana vacibtir, bunu inkâr eden kimse kâfirdir. Hz. İsa'ya gelince, o dünyanın son günlerinde zu­hur edecektir, ancak o bizim peygamberimiz peygamberlikle müjdelenmeden çok önce bu makama yükseltilmiştir." {Ruhü'l-Meâni, c. VII, s. 60).

"Hz. Muhammed @'in, Kitabın kendisinden bahsettiği üzere peygamberlerin sonuncusu olduğu ve hadislerin ve Sünnet'in de konuyu bu şekilde ele almış olduğu ve ümmetin bu konu hakkında icma üzere olduğu bilinen gerçektir. Bundan dolayı, bunun aksini iddia eden kimse kâfir ilân edilmeli ve bu iddiasın­da inat ederse gereği yapılmalıdır." (Ruhü'l-Meâni, c. VII, s. 65).

Hâzin adı verilen bir diğer meşhur ve güveni­lir tefsirde ise şöyle belirtilmektedir: "Hâteme'n-nebiyyîn, Allah Teâlâ peygamber göndermeyi sona erdirdi, demektir. Bundan dolayı Hz. Peygamber ile birlikte veya ondan sonra bir peygamber olmayacaktır." (el-Hâzin, c. m, s. 370).

Allâme Nesefî Medarikü't-Ttenzü adlı tefsi­rinde şöyle demektedir: "Âsım'ın kiraatma göre (ta)mn feth'iyle hâteme'n-nebiyyîn 'damga, mühür, (herhangi bir şeyin) sonunu belirleyen' anlamına gelir; yani, Hz. Muham­med @'den sonra hiç kimseye peygamberlik sıfatı verilmeyecektir; İsa ise daha sonra tek­rar zuhur edecek olmasına rağmen peygam­berlik kendisine Hz. Muhammed @'den daha önce verilmiştir. Bu ifade (Mjnın kesr'iylç. 'bir şeyi mühürleyen, kapatan' anlamına ge­lir. Abdullah İbn-i Mesud'un kıraati bunu te­yit etmektedir." (el-Hâzin"m dip notlarından Medarik, c. III, s. 370).

Allâme Zerkânî Şerh-i Mevâhib-i Ledünniy-ve'sinde yukarıda zikredilen âyeti şöyle açık­lamıştır: "Hz. Muhammed @'İn kendine has özelliklerinden biri Allah'ın apaçık 'Lâkin o Rasûlullah ve hâteme'n-nebiyyîn'dir' buyur­duğu üzere hatime'1-enbİya ve'l-mürselin olu­şudur; yani o, Allah'ın peygamber gönderme işini kendisi ile sonlandırdığı peygamberlerin sonuncusudur; veya peygamberlik vazifesinin kendisi ile birlikte sona erdiği peygamberdir. Bu anlam Âsım'ın kıraatına göre (ta)mn fet-hiyle okunan kelimeden çıkarılmıştır. Bu Ah-med, Tirmİzî ve Hâkim tarafından düzgün bir râvi zinciri ile Hz. Enes'den rivayeten nakle­dilmiştir. Hz. Muhammed @ şöyle buyur­muştur: 'Nebilik ve rasûllük sona ermiştir, bundan dolayı benden sonra rasûl gelmeye­cektir, nebî de gelecek değildir.' Bu yüzden kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan bir peygamberin ümmetine çok müşfik ve merhametli olması gerekir; tıpkı kendisin­den sonra oğluna bakacak kimse bulamayan bir babanın ona gösterdiği şefkat gibi. Hz. Muhammed @'den sonra Hz. İsa'nın zuhur edecek olmasını bunun aksine bir delil olarak kimse kullanmasın; zira o da Hz. Muhammed @'in şeriatına tâbi olacaktır." (Zerkânî, Şerh-i Mevâhib-i Ledünniye, c. V, s. 267)

Ebu Hayyan da bu konuyu el-Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde bu şekilde ele alarak tasdik et­mektedir (c. VII, s. 326).

Ebu's-Sa'ud da yukarıda zikredilen âyeti aynı tarzda izah etmiştir (Tefsir-i Kebir'd&ki dip­nottan iktibas edilmiştir).

Molla Ahmed Civan Dehlevî, ki kendisi Sul­tan Alemgir'in hocası olmakla meşhurdur; Tefsîr-İ Ahmedî adlı tefsirinde aynı şeyleri zikretmektedir.

Kadı lyaz Şİfa'smda bu âyeti aynı netlikte açıklamakta ve bizim iddiamızı şüpheye ma­hal bırakmayacak şekilde ispatlamaktadır. Açıklaması şöyledir: "Kendisini peygamber ilân eden veya felsefeci ve sûfilerin dalâlete düşmüş olanları gibi bunun kalp temizliği ile ulaşılabilecek bir mevki olduğunu söyleyen; ve peygamberlik iddia etmese bile kendisine vahiy geldiğini iddia eden kimseler kâfirdir­ler. Cennete yükselebileceğini, cennet meyva-larından yiyebileceğini ve hurilere kavuşabi­leceğini iddia eden kimselerin durumu da ay­nıdır. Bütün bu kimseler böylece Hz. Mu-lıammed @'in peygamberlerin sonuncusu ol­duğunu da inkâr etmişlerdir demektir. Halbu­ki Hz. Muhammed @ kendisinin son pey­gamber olduğunu ve kendisinden sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini bizzat beyan etmiştir. Allah Teâlâ, kendisine son peygam­ber olduğu ve bütün insanlığa gönderildiği bilgisini vahiyle ulaştırmıştır. Bütün bir üm­met bu âyetin zahirî mânası konusunda icma etmiştir. Bir takım dolaylı yorumlar ve tahsis olmaksızın anlamın olduğu gibi kabul edil­mesi konusunda da ümmet fikir birliği içinde olmuştur. Yukarıda tanımı yapılan tarzdaki kişilerin ve onların fırkalarının mutlak sapık­lık içinde oldukları ümmetin İcmaı ile sabittir (Şifa, s. 362).

Açıklamanın son iki cümlesi dikkatle okun­malıdır. Kadıyanîlerin aldatmaca ve yalanlan burada açığa çıkanlmaktadır. Bu âyetin kesin anlamı şudur. Hâteme'n-nebiyyîn'de geçen peygamber kelimesi zıllî, bürûzî veya gayri teşrî anlamlarına gelmemektedir.

Marah Lebid li-kesf-i mana'l-Kurane'l-Mecic (c II) adlı tefsirde bu âyet şöyle açıklanmak­tadır: "Peygamberimiz 'peygamberlerin so­nuncusu olarak' i s imlendirilmektedir, çünkü el-hâtim 'insanların sonu, sonuncusu' anla­mına gelir. Allah Teâla: Lâkin, o Rasûlullah ve hâateme'n-nebiyyin'dir buyurmuştur. Bir Şeyin genelini olumsuzlamak genelin içine dahil olan ezeli de olumsuzlamak anlamına gelir." (Külliyât-ı Ebul'-Baka, s. 319).

§erh-i Tearrufda Ebu İbrahim el-Buhari bu âyeti açıklamış ve Hz. Muhammed @'den sonra hiç bir çeşit peygamberin gelmeyeceği­ni sarahaten beyan etmiştir." (Şerh-i Tearruf c. I,ss. 14 15).

Hüccetü'l-İslâm İmam Gazzalî, âfâk (fizik vb.) ve enfüs (ruh ve psikoloji vb.) ilimlerde tartışmasız otorite idi. Bu âyeti sanki Kadıya-nilerin /idesini bekliyormuşcasma açıklamış ve onları şöyle reddetmiştir: "Ümmet bu ifa­deyi tam anlamıyla idrak etmiştir. Hz. Mu­hammed @'den sonra nebî ve rasûl zuhur et­meyeceğini anlamışlardır. Bu âyet başka hiç­bir şekilde tefsir edilemez ve bu metinde bir tahsis söz konusu değildir. Bir kimse bu âyeti böyle dolaylı şekillerde yorumlamaya kalkarsa onun görüşleri deli saçması ve şarla­tanlık olarak kabul edilir: ve onu kâfir olarak tanımlamaktan bizi hiçbir şey alıkoyamaz, çünkü o bütün ümmetin icma halinde olduğu bir nass'ı yalanlıyor demektir. Bu âyet hiçbir yanlış yorumu ve tahsisi kabul etmeyecek bir âyettir." (Gazzalî, el-İktisad).

 

Tarihte, Bu Âyeti Hevalarına Göre Yorumlayanların Akıbeti

 

Hicrî sekizinci yüzyılda yaşamış olan İmam Şâtıbî el-İ'tisam adlı eserinde, yalancı pey­gamberlerin ve kendisine vahiy geldiğini id­dia edenlerin, veya ismet sıfatım (günahsızlık) kendisine lâyık görenlerin bir listesini çı­karmıştır. Bunların İcma-ı ümmet ile kâfir, ve mürted olduklarını ve başlarının kesilmesi gerektiğini ifade etmiştir. (el-I'tİsam, c. II, s. 263).

Şâtıbî bu çerçevede, peygamberlik iddiasında bulunan ve halkın keramet olarak niteledikle­ri bir takım harikuladelikler sergileyen Fazazi adlı bir adamla ilgili hadiseyi zikretmiştir. Halk her devirde bu tip harikuladeliklerle cezbedilmiştir. Bundan dolayı bir grup İnsan onun yanında yer almıştır. Bu adam tıpkı Kadıyanîler gibi aynı zamanda Kur'ân'ın ger­çek bir takipçisi olduğunu da iddia ediyordu. Bundan dolayı hatime'n-nebiyyîn ifadesini peygamberden sonra peygamberlik olabilece­ğine dair bir boşluk olacak şekilde tefsir et­meye başladı. Fakat zamanının âlimleri bu id­diaları kabul etmediler ve kendinden menkul yorumlarını dinlemeye yanaşmadılar. Bu kişi kâfir ve mülhid sıfatı ile tanımlandı, ve bü­yük Şeyh Ebu Cafer İbn-İ Zübeyr'in/e/ra'sıy-la ölüm cezasına çarptırıldı f'Şâtıbî, el-İ'ti-sam, c. I, s. 263).

Bu hadise, bu ümmetin âlimlerinin bu âyetle ilgili, insanların kendilerinden menkul yo­rumlarına ve tahsislerine müsamaha göster­mediklerini hatırlatmaktadır. Onlar bu tip davranışları küfür ve ilhad olarak nitelemek­tedirler.

 

Bazı Şüpheler - Yanlış Anlamalar Ve Bunların İzale Edilmesi

 

Buraya kadar hâtm-i nübüvvet (33: 40) âyetinin ayrıntılı ve iyice gözden geçirilmiş bir açıklaması verilmiştir. Müslümanları, akl-ı selim sahibi insanların bile zihinlerinde her­hangi bir şüphe ve vesveseye yer kalmamış olacağı kanaatindeyiz. Ancak yine de gözle­riyle göremeyen, kulakları ile işitemeyen, is­yan ve kötülük yolunda olan ve bu parlak, net ispat ve delillerle ikna olmamış insanlar ola­bileceğini de düşünüyoruz.

Bu kişilerin en hayrete şâyân yanları ise baş­kalarını suçlamaları ve sakat mazeretler öne sürmeleridir. Hâtmü'n-nübüvvet fikri ve hatime'n-nebiyyîn âyeti de bu zâlimlerin pen­çesine düşmekten kurtulamamıştır. Ayetin manasını tahrif etmeye ve kendi istedikleri manalara döndürmeye çok gayret etmişlerdir. Kur'ân âyetlerine, hadislere, ashab ve tâbiûnun tefsirlerine ve Arapların genel ko­nuşma ve gramer kurallarına tam anlamıyla zıt yorumlar icat etmişlerdir.

Mirzaî mezhebi daima çok akıllı olmuştur. Kurnazca maharetleri ve ikna edici konuşma­ları sayesinde, şüphe ve vesveselere kolayca kapılabilen basit İnsanları avlamaya muvaffak olmuşlardır, "...anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir..." (12: 18,21: 112).

İlk Şüphe: Hz. Muhammed @ peygamberle­rin sonuncusu ise ve ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecekse, o vakit nasıl olur da Hz. İsa, dünyanın son günlerinde yeniden zuhur eder? Onun zuhur edecek olması Müs­lümanların üzerinde icma ile birleştikleri bir husus olup, Kur'ân ve hadis tarafından tama­men tastik edilmektedir. Bundan dolayı Müs­lümanlar ya hâtmü'n-nübüvvet fikrinden vaz­geçmeli ya 62i Mesih'in zuhur edecek olması hadisesini görmezden gelmelidirler.

Bu ikilem Mirzaî mezhebinin ortaya çıkardığı en etkili silah olarak kabul edilmektedir. Mir­za ve müridleri bu soruyu yarı-aydın veya ca­hil müslümanları şaşırtmak için ve çözülemez bir mesele olduğu iddiasıyla sıklıkla ortaya atmaktadırlar.

 

İddiaların Çürütülmesi

 

1- Arapça'nın genel gramer kurallarına ve Arapçadaki genel kullanılış şekillerine uygun olarak hatime 'n-nebiyyîn ve ahi-re'n-nebiyyîn ifadeleri, Hz. Muhammed @ rin bu dünyada bütün peygamberlerden sonra peygamber olarak gönderildiği anlamında kullanılmıştır. Bunun mecburi sonucu olarak ise Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir insanın peygamberlik maka­mına çıkamayacağı ve bu sıfatı kendisine has kılamıyacağı anlaşılır; yoksa Hz. Muhammed @'den önceki bütün pey­gamberlerin öldüğü anlamı çıkmaz. Arapların gündelik konuşmalarından bu konu ile ilgili yüzlerce kıyas çıkarabili­riz, meselâ âhirü'l-evlad veya hâtimü'l-evlâd, bir adamın o çocuktan sonra bir başka çocuğu olmadığı anlamına gelir, yoksa onun diğer çocukları bu son ço­cuktan evvel ölmüş değildir. Mirza bunu Tiryakü'l-kulüb adlı eserinde itiraf et­mektedir. Bu itirafı ileriki sayfalarda nakledeceğiz.

Genellikle 'göç edenlerin sonuncusu1 mânasında hâtimü'î-muhacirîn denir. Hiçbir makul insan buradan, Önceki mu­hacirlerin hepsinin ölmüş olduğu sonu­cunu çıkarmaz. Bir çocuk bile bunun yalnızca son göç eden kişi anlamına gel­diğini anlar, yani muhaceret onunla sona ermiş ve o kişi herkes göç ettikten sonra göç etmiş demektir.

Şimdi daha önce göç edenlerden bazısı bu son muhacirden daha sonra ölürse, bunun haümü'l-muhacirîn kavramı ile çelişkili olduğu söylenebilir mi?

Buna benzer olarak âhirü'l-câlisîn (otu­ranların sonuncusu), âhirü'r-râhilîn (ay­rılanların sonuncusu), âhirü'r-râkibîn (sürenlerin sonuncusu), âhirü'z-zâhibtn (gidenlerin sonuncusu), âhirü'l-fâtihîn (fethedenlerin sonuncusu), âhirü'l-mesâ-cid (mescidlerin sonuncusu) gibi ifade­ler de duyanların zihninde herhangi bir soru işareti bırakmayan ifadelerdir. Hiç­bir kimse muzafunileyh (isim tamlaması­nın tamlayanı) olan kimsenin öldüğünü ve yeryüzünde bu özelliğe sahip hiç kim­senin kalmadığı anlamını çıkarmaz. Âhiı ve hâttm kelimeleri yalnızca belli bir olayın devamlılığının kesildiğini bildirir.

Bundan dolayı bir kişi âhirü'l-câlisîn ve­ya hâîimü'l-câlisîn (yani oturanların so­nuncusu) diyorsa, bundan çıkarılabilecek tek anlam, bahsedilen kişinin oturan en son kişi olduğudur, yoksa ondan önce oturanların hepsinin ölmüş olduğu değil. Buna benzer olarak âhirü'r-râhilîn (ayrı­lanların sonuncusu) yani yolculuğa en son çıkan kişi. Yoksa daha önce ayrılan­ların hayatta olmadıkları ya da geri gel­melerinin mümkün olmadığı değil. Eğer bu böyleyse hatime'n-nebiyyîn veya âhirü'n-nebiyyîn İfadelerinin daha önce­ki peygamberlerin hepsinin öldüğü anla­mına gelmesi şart değildir ve İsa'nın bu dünyada yeniden zuhur edecek olması da onun hatime'n-nebiyyîn veya âhirü'n-nebiyyîn sıfatlarına sahip olmasını ge­rektirmez. Mirzaîlerin, âhirü'n-nebiyyîn ifadesinin yukarıda zikredilen kıyaslar çerçevesinde anlaşılması gerektiğini ka­bul etmemeleri hayrete şayandır. Bu ifa­de böyle anlaşıldığında Hz. Muhammed @'in, peygamberlik vazifesi ile gönderi­len insanların sonuncusu olduğu ve ken­disinden sonra hiçbir kimseye peygam­berlik vazifesi ve sıfatı verilmeyeceği or­taya çıkar. Hz. İsa'nın Hz. Muhammed @'den sonra peygamberlik sıfatını ka­zanmadığı çok aşikârdır; o peygamberlik makamına Hz. Muhammed @'den çok önce yükseltilmiş ve bu sıfatı ömrü bo­yunca taşımıştır.

Peygamberimizin hatime'n-nebiyyîn ve âhirü'n-nebiyytn olduğu fikri, Mesihin zuhur edecek olması ile çelişmemekte­dir.

2-  İkincisi, Sehl b. Sa'd es-Sa'idî, Hz. Abbas'ın Rasûlullah @'den (Mekke'den Me­dine'ye) hicret etmek için izin istediğini rivayet etmiştir. Hz. Muhammed @: "Ey amcam, olduğun yerde dur; çünkü Allah peygamberleri (göndermeyi) benimle Mimlendirdiği (sona erdirdiği) gibi, hicreti de seninle Aarimlendirmiştir." (Nakleden Taberanî, Ebû Nuaym, Ebu Ya'lâ, İbn-i Asâkir ve İbn-i Neccar).

Bakınız, Hz. Muhammed @, bizzat, pey­gamberliğin sona erişini hicretin sona erişine benzeterek meseleyi kökten çö­zümlemiştir.

Yine hiçbir makul insan Abbas'ı hatime'l-muhacirîn olarak tanımlamanın Abbas'tan önce göç edenlerin tamamının ölmüş olduğu anlamına geldiğini iddia edemez. Bu hâtm-i hicret kelimesine bir çelişki teşkil etmez. Kadıyanîlerin hâtm-i nübüvvet ve hatime'n-nebiyyîn kelime­lerini İsa'nın ölmüş olduğu anlamında tefsir etmeleri ve bu kelimelerin bu ne­denle Hz. İsa'nın diri oluşuyla çelişki içinde olduğunu niçin İddia ettikleri me­rak konusudur. Bunun ardındaki sebebin şu olduğuna inanıyoruz: H âtime'n-nebiyyîn kelimesinin gerçek ve aslî ma­nası Mirza'nın kendinden menkul pey­gamberlik iddiasıyla çok şiddetli bir uyuşmazlık içindedir. Halbuki hâtm-i hicret kelimesinden hangi anlamı çıka­rırsanız çıkarın Kadıyanîlerin fikirlerine bir zarar vermeyecektir!

3- Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in bir âyeti tefsir edişini şöyle rivayet etmiştir: "Ha­ni biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh'tan... sağlam bir söz almıştık.' (33: 7), âyeti ile ilgili olarak: 'Ben yaratılışta peygamberlerin ilkiyim, vazi-felendirilişte sonuncusuyum." (İbn-i Ke­sir bundan İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Mirde-veyh, Ebu Nuaym, Deylemî, İbn-i Asâkir, İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Cerîr ve İbn-i Sad'dan nakille Tefsirinde söz et­mektedir, c. VIII, s. 89 ).

Bu hadis hâtime'n-nebİyytn'den kastedi­lenin ne olduğunu da vuzuha kavuştur­muştur: Hz. Muhammed @ peygamber olarak vazifelendirilenlerin sonuncusu­dur; ve ondan önceki peygamberlerin ta­mamının ölmüş olması ille de gerekme­mektedir. Bundan dolayı onun peygam­berlerin sonuncusu olma fikri Mesih'in yeniden zuhuru ile bir çelişki teşkil et­mez.

4- Daha önce Ebu Hureyre'den rivayeten Hz. Peygamber @'in; "Benimle peygam­berlerin benzeri, her yönüyle tamamlanıp da köşede bir tuğla boş bırakılan güzel bir binanın meseli gibidir. Ben o tuğla­yım, ben hâteme'n-nebiyyînim" buyur­duğunu nakledilmiştir. (Buharı, Muslin vd.).

Bu hadis  de,  Hz.  Muhammed @'in hâteme 'n-nebiyyîn oluşunun tek manası onun peygamber olarak gönderilenlerin sonuncusu oluşudur şeklindeki fikri des­teklediğini göstermektedir. Bu hadisten çıkan sonuca göre de diğer peygamberle­rin tamamının ölmüş olduğu gibi bir an­lam çıkarılamaz. Bir binayı tamamlamak için son bir tuğlanın kullanılacak olması diğer tuğlaların yok olmasını gerektir­mez. Aynı şekilde bir kimsenin son pey­gamber olarak görevlendirilmesi ile bü­tün diğer peygamberlerin ölmüş olması gerekmez.

5- Tirmizî'nin   naklettiğine   göre   Enes, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir: "Risaletin ve nübüvvetin so­na erdiğine şüphe yoktur. Bundan böyle benden sonra bir rasûl ya da nebî gelme­yecektir." (Tirmizî nakletmiş ve hadisin sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadiste ise peygamber ya da rasûl gönderilme ol­gusundan da bahsedilmeyerek bizzat ri-salet ve nübüvvet müesseselerinin sona erdiği dile getirilmektedir ki bunun gaye­si hâtmü'n-nübüvvet ifadesinin, yalnızca, gelecekte herhangi bir yeni kimseye pey­gamberlik makamının bağışlanmayacağı­nı bildirmek için kullanıldığını açık söz­lerle netliğe kavuşturmaktır. O vakit bu ifadeden, önceki peygamberlerin tama­men ölmüş olduğu ya da gelecekte yeni­den ortaya çıkmayacağı anlamı çıkarıla­maz.

Ümmü'1-Kurz, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Peygamberlik bundan böyle sona ermiş­tir, ancak mübeşşirattan salİh rüyalar devam edecektir." (İbn-i Mâce).

Yine burada da nübüvvetin sona erme­sinden söz edilmektedir. Yani nübüvvet makamının yeni kimselere verilmesi ebe­diyen sona ermiştir. Bu anlam daha ön­ceki peygamberlerin yeniden zuhur ede­ceği inancıyla uyuşmazlık içinde değil­dir.

Hz. Âdem, Cebrail'e "Muhammed kim­dir?" dedi. Cebrail aleyhisselâm: "Pey­gamberler zümresinden son evlâdındır" diye cevapladı (İbn-i Asâkir)

Bu hadis bize hatime'n-nebiyyîn kelime­sinin esas önemini açıkça bildirmektedir; yani, Hz. Muhammed @ Âdem'in pey­gamberlik vazifesi ile vazifelendirilecek son çocuğudur. Buradaki âhirü'l-evlâd Adem'in önceki çocuklarının tamamen öldüğü anlamına gelmediği gibi, o anda yaşayan evlatlarının bulunmasıyla da te­zat teşkil etmez. Bundan dolayı Hz. Mu­hammed @'in peygamberler silsilesinin sonuncu ferdi oluşu İsa'nın gelecekte tekrar zuhur edecek olmasıyla bir uyuşmazlık içinde değildir.

8- Bir başka hadisinde Hz. Muhammed @ şöyle   buyurmuştur:   "Ben hâîeme'n-nebiyyîfim    ve    benim    mescidim hatime'l-mesâcid (mescidlerin sonuncu-su)dur."  (Deylemî,  İbn-i  Neccar ve Bezzâr). Bu hadis meseleyi nihaî anlam­da çözüme kavuşturmak açısından çok önemli bir mesafe katettirmektedir. Çün­kü hâtime'l-mesâcid (mescidlerin sonun­cusu) kesinlikle önceki peygamberlerin inşa ettirdikleri mescidlerin Mescid-i Nebevî inşa edilmeden önce yok olduğu anlamına gelmez. Bilakis daha önceki peygamberlerin inşa ettiği mabetler pey­gamberimiz zamanında ayakta idi. Ayrı­ca bu ifade Hz. Peygamber @'in inşa et­tirdiği son mescid anlamındadır. Ondan sonra mescid yapılmayacak anlamına da gelmez. Buralardan yaptığımız kıyaslara göre de hâtimü'l-enbiya daha önce pey­gamberlik verilmiş kimselerin peygam­berimiz döneminde yaşıyor olması ya da gelecekte tekrar zuhur edecek olması an­layışı ile çelişmez. Yalnızca, bizim pey­gamberimizden sonra peygamberlik gö­revine başka yeni bir kimsenin daha geti­rilmeyeceği anlamına gelir.

9- Yukarıda zikredilen âyetin tefsiri ile ilgi-1İ olarak önde gelen tefsir âlimlerinin ifade ve yorumlan nakledildi. Mesih'in ye­niden zuhur edecek olması meselesi bu­ralarda ele alındı ve cevap olarak kesin deliller sunuldu. Bu kimselerden bazıları şunlardır: Şeyh Muhammed el-Alûsî -Ruhü'l-Meâni; Zemahşerî, el-Ke§şaf ve Nesefî, Medâriku't-Tenzîl.

10- Kur'ân'da, hadiste, ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin açıklamalarında yeterli tat­mini bulamayan ve Mirza'mn sözde va­hiyleri ya da yazdıklarından başkası ile ikna edilemeyenlere İse onun Tiryakü'l-kulûb adlı eserinin 156. sayfasına bak­malarını tavsiye ediyoruz: "Doğuşu ile birlikte insan olma gerçekliğinin sona er­diği kişiyi ifade için hâtimü'l-evîâd kul­lanılır; yani onun ölümünden sonra hiç­bir kamil insan bir kadından doğmaya­caktır."

Mirza hâtimü'l-evlâchn kendisinden (Mirza'dan) sonra hiç bir kadından bir "kâmil insan" doğmayacağı anlamında kullanıldığını düşünmektedir, Eğer bu böyleyse, hatime'n-nebiyyîn niçin aynı şekilde Hz. Muhammed @'den sonra hiç bir kadından bir başka peygamber doğ­mayacağı şeklinde anlaşılmasın?

Bütün bu noktalardan sonra iki sonuca ulaşıyoruz. Birincisi, hâtmü'n-nübüvvet ve İsa'nın Mesih olarak yeniden zuhuru kavramları arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Hatime'n-nebiyyîn, Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir kadından bir peygamber doğmayacağı anlamında­dır. Diğer yandan Mesih, Hz. Muham­med @'den daha önce doğmuştur.

Mirza'mn bir kadından doğmuş olduğu dikkate alınırsa onun peygamberlik iddi­ası hâtmü'n-nübüvvet fikri ile tutarsızlık arzetmektedir.

Üçüncüsü, yeniden zuhurunun hadislerde haber verildiği Mesih bir kadından doğ­mayacaktır, aksi taktirde bu hâtime'n-nebiyyîn fikrine zıt bir durum teşkil ederdi. Ve bu durumda Mirza beklenen Mesih olduğunu da iddia edemez.

Bir diğer şüphe: Mirza'mn bazı yazılarında ve müridlerinin bazı konuşmalarında çok bü­yük önem arzederek vurgulanan bir husus hatime'n-nebiyyîn ifadesindeki hâtem keli­mesinin mühür, damga anlamına geldiği ve böylelikle hatime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muhammed @'den sonra gelecek peygamber­lerin ancak onun mührü ve tasdiki ile gelebi­leceği anlamında olduğudur.

iddianın çürütülmesi: Çağımız özgürlük ça­ğıdır. Eli kalem tutan her inkarcı ve fâsık Kur'ân'a kolayca ulaşabilir. Onu dilediği gibi yorumlayabilir. Allah Kur'ân'ı koruma so­rumluluğunu üstlenmemiş olsaydı (15: 9), bu tip insanlar Kur'ân metnini kolayca tahrif edebilir ve onun âyetlerini kendi hevâ ve he­veslerine uygun olarak anlamlandırabilirlerdi.

Kur'ân âyetlerini, gramer kurallarını tama­men reddederek ve Kur'ân'daki konuyla ilgili diğer âyetlerin, hadislerin, ashabın, tâbiûnun ve diğer müfessirlerin söylediklerinin aksine yorumlama gayreti bir kişi için kibir ve guru­run zirvesi değil midir? Bunu fütursuzca ya­par ve hiç kimse onu hesaba çekemez.

Müslümanlar bu kimseleri dinler ve gülüp ge­çerler. Kur'ân âyetlerinin şu veya bu şekilde yorumlanmasının kendilerine bir zararı olma­yacağını çok iyi bilirler. Ancak şurası hatırda tutulmalıdır: Bu olaylar uzun süre devam et­mez, "Muhakkak ki onlar çok yakında piş­man olacaktır!" ilâhi hitabına muhatap olurlar (23: 40).

Müslümanlar bu kimselerin Allah'ın kelâmını tahrif ettiğini duysalar ve ona karşı gerekli tepkiyi göstermeseler bile Âlim-İ Mutlak Al­lah bunu görmemezlik etmez. O, Kur'ân-ı Kerîm'i tahrif edilmekten korumayı bizzat üzerine almıştır (15: 9). Kur'ân-ı Kerim'i tah­rif etmeye ya da manasını bozmaya çalışanlar O'nun gazabından kurtulamazlar: "Bugün Al­lah'ın buyruğundan O'nun acıdıkları ve müridleri hakikati arıyorlarsa, onla­ra Arapça gramer ve konuşma dili kuralları çerçevesinde hatime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muhammed @'in tasdiki (mührü) ile ve­rilen peygamberlik anlamına geldiğini ispat­lama imkânı tanıyın. Ve Arapça dil kaynakla­rından buna benzer tek bir örnek getirerek kı-yasda bulunmalarını isteyin.

Mirzaî'lerin bütün fertleri, sözde peygamber­leri de dahil, Arap dili ve edebiyatından ve gramercilerin eserlerinden bu iddialarını des­tekleyecek tek bir örnek bile bulamayacaklar­dır.

Mirza, bizzat kendisi, Kur'ân'ı, hadisleri ve ashabın yorumlarını aslî tefsir kaynakları ala­rak nitelemiştir (Mirza, Bereketü'd-dua, ss. 14-15). Eğer bu tercih sıralaması yalnızca gösteriş için değilse, onlara Kur'ân âyetlerinden veya hadislerden iddialarını des­tekleyecek tek bir örnek getirmelerini söyle­yiniz. Hadislerin "kütüb-ü sitte"den olması da gerekmez; Hz. Muhammed @'in hâtime'n-nebiyyîn terimini açıkladığı en zayıf hadisler­den bile örnek getirmelerini isteyin. Bu hadis­lerde hatim, "mühür" olarak tanımlanmıştır. İddialarını bu kaynaklardan yararlanarak bile ispatlayamadıklan görülecektir.

Bu mümkün olmadığından, hâtime'n-nebiyyîn terimini kendi iddiaları doğrultusun­da açıklayan tek bir sahabe ya da tâbiûn sözü getirmelerini söyleyiniz. Ne kadar araştırırlar­sa araştırsınlar, bu terimin peygamberlerin peygamberliğini tasdik eden mühür anlamına geldiğini ispata yarayacak delil bulamayacak­lardır.

 

Bir Meydan Okuma

 

Mirzaîler veya benzer görüşte olanlardan, id­dialarında en ufak bir hakikat parıltısı görü­yorlar ve bu iddialannı samimiyetle savunu­yorlarsa, h&tmü'n-nübüvvet terimi ve yorum­larını ispatlayacak bir tek delil göstermeleri beklenir. Hatime'n-nebiyyîn ifadesinin yal­nızca Hz. Muhammed @'in mührü ile pey­gamberlik makamına yükselinebileceği anla­mına geldiğim beyan eden tek bir âyet, hadis (velev ki en zayıf isnadlı olsun) ve ashab ve tâbiûn kavli göstermelidirler.

Eğer Mirzaîler ve diğerleri Ahzâb süresindeki ilgili âyetin (33: 40) kendilerine has yorumunun tahrifat olmadığını ispat ba­bından, yukarıda zikredilen tefsir kaynakla­rından bir örnek getirmelidirler.

Biliyoruz ki, bütün Mirzaîler bir araya gelip bütün gayretlerini sarfetseler iddialarının doğ­ru olduğuna dair hiç bir delil gösteremezler: "Birbirine yardımcı olarak bir araya gelseler bile!" (17: 88).

Diğer yandan, gören gözü, işiten kulağı olan herkes Kur'ân âyetlerinin, hadislerin, ashab ve tâbiûnun açık ifadelerinin ve önde gelen tefsir âlimlerinin yazdıklarının Kur'ân'ın bu âyetini (33: 40) tahrif etmeye yönelik bu tür iddiaları reddetmekte olduğuna bizâtihî şahit­lik eder. Yalnızca bunlar da değil, Arapça'nın değişmez gramer kuralları ve konuşma dili de Mirzâî mezhebinin hâtmü'n-nübüvvet konu­sunda yaptıkları tevil ve tahrife yönelik tefsir­le çelişkilidir ve bunun yanlış olduğunu gös­terir.

1- Birincisi, Mirzâîlerin bu yorumu Arap lehçesine tamamen aykındır. Aksi taktir­de hâtimü'l-kavm veya âhirü'l-kavm ke­limeleri, kıyasen mührü o kavmi tasdik eden kişi anlamına gelmek zorundadır. Buna benzer olarak hâtİmü'l-muhacirîn kelimesi, mührü muhacirleri belirleyen, tasdik eden anlamına gelmeli ve hâtimü'l-evlad, çocukları tasdik eden ki­şi anlamına gelmelidir.

Hiçbir mâkul insanın bu tarz bir tefsiri kabul etmeyeceği aşikârdır. Hâtime'n-nebiyyîn teriminin nasıl olup da böyle bir anlam kazandığını idrak etmekte güçlük çekmekteyiz. Mirza, bizzat ken­disi, hâtimü'l-evlad kelimesine kendi id­diasına zıt bir anlam yüklemektedir. (Tiryakü'l-kulub).

2- Yüz civarında âyet bu iddiayı çürütmek­tedir. Bunları kısaca ele alacağız. Bu âyetlere ilave olarak (33: 40) âyetinin Abdullah İbn-i Mesud'dan rivayet edilen kıraat şekli de Mirza'nın İcat ettiği an­lamdaki tahrifatı ortaya koymak için ye­terlidir. Çünkü, bu kıraatte hâteme'n-nebiyyîn (peygamberler silsilesini sona erdirdi),   hatime'n-nebiyyînın   aksine geçmiş zaman'da kullanılmıştır. Bu kıra­at böylece Mirza'nın tahrifatını geçersiz kılmaktadır.

3- Mirza'nın bu tahrifi mütevatir hadise de zıttır.  Bu hadisler Hz.  Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelme­yeceğini açıkça ifade etmektedirler.

4- Bu kendinden menkul tefsir yukarıda nakledilen ashabın yorumlarına da aykı­rıdır.

5- Bu kendinden menkul, tefsir önde gelen tefsircilerin yorumlarına ve tâbiûnun ka­villerine de zıttır.

Bu yorum gramer kaidelerine, Kur'ân ve ha­dis gibi nasslara, ashabın ve tâbiûnun açıkla­yıcı kavillerine zıddiyet arzeden açık bir tah­riftir ve Allah'a yalan isnad etmektir.

Bir başka şüphe: Mirzâîlerin (hatalı) görüş­leri ve kendilerinden menkul âdetleri garip bir vakıadır. "O bu misalle bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da yola getirir" (2: 26) âyetinin kendilerini muhatap aldığını düşünmektedir­ler.

Bu âyete dayanarak kendi bâtıl fikir ve görüş­lerini muhafaza etmek için Kur'ân âyetlerini tahrif etmeyi çok kolay bir iş olarak görmek­tedirler. Halbuki, "bu, Allah katında büyük bir günahtır." Yine, Kadıyanîler kendi sözle­rinin birbiri ile çelişki halinde olmasına da al­dırış etmemektedirler. Şu an bir şey, daha sonra başka bir şey söylemektedirler. Daima değişik şekillerde mazeretler ve yorumlar icat etmekle meşguldürler.

Kadıyanilerin yaptıkları vaaz konuşmalarında bir kaç kez duyulmuş olan kendi içinde çeliş­kili ifadelerden biri el-nebİyyin kelimesinde­ki lam-ı tarifin ahd-i harici (zahirde belli bir ferde işaret eden) veya mâhud zihni (zihnen belli bir kişi veya objeye işaret eden) olduğu ve mahud'dzn (belli bir obje) kastedilenin ise teşriî peygamberler olduğu görüşüdür. Bir diğer ifadeyle Hz. Muhammed @ teşrif (ken­dilerine şeriat verilen) peygamberlerin sonun­cusudur; gayriteşriî peygamberlerin sonun­cusu değildir. Bu imkânsızdır. Eğer bu ifade ahd-i harici ise mahud'a. metinde daha önce İşaret edilmesi gereklidir. Fakat mahud (yani teşriî peygamberler)dan hiç bir yerde söz edilmemektedir. Kur'ân'm hiç bir yerinde bu­na işaret edilmiş değildir. Belki Kadiyan'da veya civarında vahyedilen yeni Kur'ân'da bundan bahsediliyordur(!) Çünkü, Mirza'nın kendisine vahyedildiğini iddia ettiği birkaç âyet, iddia edildiği üzere "Onu Kadiyan'a ya­kın bir yere indirdik" şeklindedir. Teşriî pey­gamberlerden belki Kadıyanî Kur'ân'ında ba­his geçmektedir, ancak Hz. Muhammed @'in ümmetine hitap eden Kur'ân-ı Kerîm'de böy­le bir şeyden bahsedilmemektedir. Kur'ân'da enbiya kelimesi geçmektedir ki, bundan anla­şılan olağan peygamberlerdir. "O peygamber­ler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar  âyetine (33: 39) atıf vardır. Buradan iaşjldığı üzere peygamberlerin görevi Al- gönderdiklerini tebliğdir. Ve her pey- Allah'ın rasûlüdür, teşriî peygamberi Zaten hiç bir çeşit ahd-i harici burada kabul edilemez, ve ahd-i zihni de burada uygun düşmemektedir. Çünkü ahd  daima belirsiz isimdir (bkz. Taftazanî, el-Mütevvel ve Muhtasarü'l-Meânı).

Ahd-i zihni ancak istiğrak (kapsayıcılık) kas-tedilmediğinde mümkündür. Meselâ, "ekele hul zib" (kurtlar onu yedi). Burada bütün kurtların onu yediği kastedilmediği için istiğ­rak yoktur. Ancak belli bir kurttan da bahse-dilmemektedir; bu yüzden, bu bir ahd-i zihnî durumudur. Ancak zikredilen âyetteki hâtime'n-nebiyyin için daha önce ele aldığı­mız üzere rahatlıkla istiğrak durumu söz ko­nusudur.

Bir Diğer Şüphe Ve Şüphenin İzalesi: Hâîime'n-nebiyyîn terimini yorumlarken Mir-zâîlerin pek çok hatalı tevillere başvurdukla­rını gördük. Burada terimin mecazî anlamda kullanıldığı idiasıyla hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gibi terimleri örnek ola­rak göstermişlerdir. Çünkü hâtimü'l-muhaddisîn olarak adlandırılan kişi kendisin­den sonra bir başka muhaddis doğmayacak olan kişi anlamına gelmemektedir.

Mirzâîler kendilerini kandırmaktadırlar. Hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gi­bi terimlerin yarın ne olacağını, kaç kişinin doğacağını, kaç kişinin öleceğini bilmeyen insanlar tarafından inşa edilen terimler oldu­ğunun farkında değildirler. Bu kişiler doğan çocukların ne kadarının âlim, ne kadarının ca­hil; ne kadarının muhaddis, ne kadarının mü-fessir olacağını ve ne kadarının da gayesiz olacağını bilemezler. Bu yüzden de belli bir kimse için hâtimü'l-muhaddisîn, hatimü'l-müfessirîn gibi terimleri kullanma hakkına sahip değildirler. Bu ifadelerin bazı kimseler tarafından tesadüfen kullanıldığı görülürse,

bunun mecaz ya da mübalağa olduğu düşünü­lür: Aksi taktirde bu terim manasız olur ya da yalan bir söz olarak kabul edilir.

Hâlık-i Mutlak Allah'ın sözü bu sözlerle kı­yas edilemez. Çünkü hiçbir şey O'nun ilminin dışında değildir. Peygamberleri kendi ilmi ve iradesi dahilinde göndermektedir. Bundan do­layı Alim-i Mutlak Allah hatime'n-nebiyyîn ifadesini belli bir kimse için kullandığında bu ifade mecaz olarak değil, zahirî anlamıyla ele alınmalıdır.

Olağan kimselerin sözleri mecaz olarak kabul edilebilir, ancak Allah'ın kelâmı söz konusu olduğunda mecazî değil, zahirî anlamı önce­likle düşünülmelidir. Bir kelimeye gereksiz şekilde zahirî anlamını dışlayarak mecazi an­lamını yüklemek evrensel olarak kabul gören dilbilimi ilkelerine aykırıdır.

Buna ilave olarak, Kur'ân hatime'n-nebiyyîn teriminin anlamım yüzden fazla âyet yardı­mıyla vuzuha kavuşturmuştur ve buralardan çıkarılan sonuca göre bu terimi mecazî anla­mıyla kabul etmek söz konusu değildir. Yine Hz. Muhammed @ bu terimin gaye ve anla­mını ikiyüz ondan fazla sahih hadisinde çok net ifadelerle izah etmiştir. Ashabın ve ilk müfessirlerin ifadeleri de terimin gerçek zahi­ri anlamını teyid etmektedir. Bu şartlar altın­da hiç kimsenin terimi kelimenin mecazî ma­nası ile yorumlamaya hakkı yoktur. Allah Teâlâ kelimeyi hakiki ve zahirî manasında kullanmakta, Rasûlullah @ şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklamış ve yalnızca bu da değil bütün sahabe ve müfessirler de kelimeyi zahirî anlamı i]e açıklamışlar; hiçbir zaman kelimeyi mecazî veya sembolik anla­mı ile ya da dolaylı bir teville açıklamaya ça­lışmamışlar, herhangi bir tahsisat bulunma­mışlar, ancak Mirzâîler cehaletlerinde inat et­mektedirler. Gazzalî'nin el-Iktisad'mûan ve Kadı İyaz'ın es-Şifa'sından daha önce bu ko­nu ile ilgili nakiller yapılmıştı.

Bu manada İmam Gazzalî Özellikle şunları söylemiştir: "Tevil ve tahsis için bir boşluk yoktur. Kişi bu ifadeyi tahsis ederek tefsir et­meye kalkışsa bu bile deli saçması olarak ka­bul edilir. Böyle bir tefsir, bu kişinin tekfirini gerektirir, çünkü ümmetin tevil ve tahsis gö­türmeyeceği konuda icma üzere olduğu bir nassm hakikatini çarpıtmak suçunu işlemiş­tir." (Gazzalî, el-İkıisad),

İranlı bir şairin dediği gibi: Muttaki âlimin eremediği Sirrullah'a Bilmem ki bu şarap satıcısı nerden Öğrenir Kısacası, hâîeme'n-nebiyyîn ifadesi Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber @'in hadislerinde ve ümmetin icmaında beyan edildiği üzere zahirî anlamı ile ele alınmalıdır. Sembolik an­lamlarına, tevil veya tahsis yoluyla değişik anlamlara çekilmesine iyi gözle bakılmamalı-dir.

Bir diğer şüphe: Mirzâîler bir başka tevil daha icad etmişlerdir. Hâîeme'n-nebiyyîn ke­limesinin hâtem'i (mühür-yüzük) içerdiğini ve bu kelimenin sembolik olarak süs, ziynet mlamma geldiğini söylemişlerdir. Mecazî )Iarak ise "Rasûlullah @, peygamberler içİn-leki en parlak ziynettir" anlamı çıkmaktadır, ddiasını ileri sürmüşlerdir. Bu durumda âyet âtmü'n-nübüvveî terimi ile bağlantısını kay-etmiş olmaktadır.

idialara cevaplar: Bu tevil tefsir usûlü çer-;vesİnde ele alındığında, bunun Kur'ân'a karşı korkunç bir iftira olduğu görülmektedir. Kur'ân kesinlikle bu anlamı kastetmemektedir.

1- Hâtem kelimesi mecazî anlamıyla ele alınmakta ve süs-ziynet manalarına çe­kilmektedir. Kelimenin hakiki ve zahiri anlamı âyetin siyak ve sibakına uygun düştüğü vakit, onu mecazî manasıyla an­lama gereği yoktur. Böyle bir uygulama gramer ve dil bilim kurallarına da aykırı­dır.

2- Bu sonradan icat edilen tevil Kur'ân'm diğer bir kaç âyeti ile de çelişki arzet-mektedir. Bu âyetin İbn-i Mesud'un riva­yetine dayanan kıraati ise bu tevili tama­men yalanlamaktadır.

3- Bu tevil mütevatir hadislere de aykırı­dır. Bunlardan bazıları ileriki sayfalarda ele alınacaktır.

4- Bu tevil icma-ı ümmete de aykırıdır.

5- Bu tevil büyük âlimlerin tefsirlerinde de reddedilmektedir.

Gramer kurallarına ve âyetlerle mütevatir ha­dislere, icmaya ve tefsirlere aykırı böyle bir tevil bir müslüman tarafından asla kabul edi­lemez.

Eğer Kur'ân'ı her Önüne gelen arzusuna göre tevil edecek olsa salât, dua ve selâm manası­na geldiği için beş vakit namaz yerine pey­gambere salâvat getirmek ve duada bulunmak yeterlidir iddiası bile ortaya atılabilir. Veya "Ramazan ayını idrak eden onda oruç tut­sun..." (2: 185) âyeti Arapça'da siyam veya savm kendini tutmak anlamına geldiği için insanlar kendilerini frenlesinler olarak anlaşı­labilir.

Yine hac ve zekat ile ilgili hadisler ve asha­bın ve selef-i salih'in'in söyledikleri dikkate alınmaksızın sözlük manaları ile anlaşılırsa Mirzâîler bütün ibadetlerden muaf olurlar. Ve böylece de dİn'den çıkarlar. Allah bizleri mu­hafaza buyursun.

Pek mütevatir hadis ve selef-i sali-h'nin yorumları savm, salât, hacc gibi keli-elere zahirî anlamlarından farklı teknik an-. mıar yüklediği için bu kelimeler bu anlam­lar çerçevesinde ele alınmalıdır. Bugün bir Hmse Müslümanlara İslâmî teknik terimleri zahirî anlamları ile vazetmeye çalışsa sonuç müsl umanların pek çok ibadetten muaf olma­larına yol açar. Ancak câhil ya da âlim bütün müslümanlar genel olarak böyle bir teklife cevap olarak hep bir ağızdan şu cevabı verir­ler (Farsça beyit):

Senin kölen zincirinden kurtulmak istemiyor Senin avın tuzağından çıkmak istemiyor

Kısacası okuma yazması olmayan bir Müslü­man bile böyle tahrifatları kabullenemez. Hâtem kelimesine mecazen süs-ziynet anla­mı verilebilmekle birlikte, bu ihtimal bu mânada diğer Kur'ân âyetleri, hadisler ve se­lef-i salihinin yorumları ile çelişmekte oldu­ğundan reddedilmelidir. Tıpkı savm (oruç), salât (namaz), hac ve zekat gibi Dinrm en önemli temellerinin zahirî anlamları ile anla-şılamıyacağı gibi hâtmü'n-nübüvvet kelime­sindeki hâtem de mecazî anlamı ile anlaşıla­maz.

Bir diğer şüphe: Lâm-ı tarif [lâm-ı İstiğrak-i hakiki, teknik olarak bütün bir cinsin/türün bütün fertlerini belirtmek için bir ismin önüne konan lam demektir. Meselâ: âlimul-gayb; lâm, gayb'm önüne konduğunda gaybla (gö­rünmeyen) ilgili bütün fertleri ve eşyayı içer­mektedir. Diğer bir ifadeyle: O kâinatta gizli ve esrarlı olan herşeyi bilir. İstiğrak-i örfî'âe bütün fertler kastedilmemektedir, mesela kral bütün demircileri çağırdı." Lâm demir­cilerin önüne gelmiştir; ancak burada (dünya­daki) bütün demirciler değil o şehrin veya krallığın demircileri kastedilmektedir] hatime'n-nebiyyîn teriminin içinde istiğrak-i hakiki olarak değil istiğrak-i örfi olarak kul­lanılmıştır iddiası ortaya atılmıştır. Buna göre Hz- Muhammed @ teşriî peygamberlerin so­nuncusudur, mutlak (ya da gayriteşriî) olanların değil, denilmekte ve buna delil olarak "onlar peygamberleri haksız yere öldürüyor­lardı" âyeti gösterinnektedir. Burada kastedi­lenin Beni İsrail zamanında yaşayan tüm pey­gamberler olduğu, yani kullanımın istiğrak-İ Örfî olduğu öne sürülmüştür.

İddianın Çürütülmesi: Bu da şeriatta temeli ve dayanağı bulunmayan tahrifatlardan birisi­dir:

Birincisi, çünkü herkesin kabul ettiği gramer ve dilbilimi kurallarına göre, istiğrak-i örfi ancak istiğrak-i hakiki'nin metin içinde uyum sağlamadığı durumlarda sözkonusudur; teri­min gramatik ve dilbilimsel yönlerden ele alındığı önceki bölümlerde el-nebiyyin keli­mesi ayrıntısı ile incelenmişti. Sözkonusu âyette (33: 40) geçen el-nebiyyin kelimesi ra­hatlıkla istiğrak-ı hakiki olarak kabul edilebi­lir ve bu da "bütün peygamberler silsilesini sona erdiren" manasınadır.

İkincisi, istiğrak~i örf-i yalnızca örf/âdete bir atıf varsa, özelleştirme sözkonusu ise ve (bir cinsin) bütün fertleri kastedilmiyorsa kullanı­lır. Meselâ; "kral bütün demircileri çağırdı." Bu yaygın (örfî) bir kullanımdır, çünkü dün­yadaki bütün demircileri çağırıp, bir araya toplamak imkânsızdır. Yine böyle cümleler günlük kullanımda sarf edildiği zaman kaste­dilen yalnızca o şehrin veya ülkenin demirci­leridir, bütün dünyanın değil. Diğer yandan yukarıda zikredilen âyetteki nebiyyîn kelime­si olağan seyri içinde herhangi bir tahsis içermemektedir. Hâtime'n-nebiyyîn teriminin manası, istiğrak-i hakiki durumunda da doğ­rudur ve buna göre Hz. Muhammed @ pey­gamberler silsilesini sona erdiren kişidir. Se­bepsiz yere, terimin tahsisini gerektirecek bir durum yokken istiğrak-i hakikiyi görmezlik­ten gelerek istiğrak-i örft'yi kullanmak gere­ğini duymak anlamsızdır: Nebiyyîn kelimesi­ni yalnızca kendisine Şeriat gelenlere tahsis etmek gibi bir durum gerekmemektedir. (Şu­rası da ayrıca belirtilmelidir ki eğer bu tahrif kabul edilip de -Allah korusun- Hz. Muham­med @ teşrif peygamberlerin sonuncusudur denilse bile, yine de Mirza'nın peygamberliği dışlanmaktadır. Çünkü bazı eserlerinde (bkz. Erbain, ss. 4 ve 6) Mirza açıkça kendisinin Şeriat bahşedilmiş bir peygamber olduğunu beyan etmektedir. Yine buna benzer olarak Hakikatü'l-vahy (s. 179) ve Tiryakü'l-kulüb (s. 130) adlı kitaplarında da Mirza'nın teşrii bir peygamber olduğu açıkça beyan edilmek­tedir.

"Haksız yere peygamberleri öldürmelerinden-di" (2: 61) ve (3: 20) âyetini Mirza'nın kendi iddiasına delil olarak kullanmasına gelince; istiğrak-i örfi ancak metin içinde istiğrak-i hakiki kabul edilemeyeceği zaman kullanılır ve bu âyette lam'm istiğrak-İ hakiki olarak kullanılamayacağı çok açıktır. Aksi taktirde âyet Ben-i İsrail'in istisnasız bütün peygam­berleri öldürdüğü anlamına gelir. Bunun kas-tedilmediği çok açıktır. Çünkü, bütün pey­gamberler Ben-i İsrail zamanında mevcut de­ğildirler; peygamberlerin pek çoğu İsrailoğul-larından önce yaşamışlardı ve diğer bazıları da henüz zuhur etmemişlerdi. Bundan dolayı Ben-i İsrail'in bütün peygamberleri öldürdü­ğünü düşünmek saçma olur.

İkincisi, Ben-i İsrail'in kendi dönemlerinde yaşamış olan peygamberleri de istisnasız ola­rak öldürdükleri kesin değildir. Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: "...(peygamber­lerin) bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmım öldürür müsünüz?" (2: 81). Bu âyet Ben-i İs­rail'in kendi devirlerinde yaşayan bütün pey­gamberleri öldürmediğini ispat eder. Bu ger­çeğin ilân edilmesinden sonra da ve yektulûn en-nebiyyîn'deki lam-ı tarif istiğrak-i hakiki olarak kabul edilirse, bu hakikatleri ve olayla­rı ters yüz etmek ve Kur'ân'a zıt gitmek de­mektir.

Buradaki lâm-ı tarif istiğrak-i hakiki olarak kabul edilirse âyet saçma bir anlam kazanır ve bir yalancılık sözkonusu olur. Şimdi bura­da istiğrak-i hakiki söz konusu olmadığı bariz olarak anlaşıldığına göre istiğrak-i örfi kabul edilmelidir.

Uâtime'n-nebiyyîn (33: 40) âyetinde ise tah-sis'ı gerektirecek bir sebep olmadığından ve İstiğrak-i hakiki metnin siyak ve sibakına uy­gun olduğundan âyet Hz. Muhammed @'in bütün peygamberler silsilesini sona erdiren kişi olduğu anlamına gelir. Eğer istiğrak-i ör­fi her yere sebepsiz olarak uygulanacak olsa aşağıdaki âyetin ne anlama geleceğini tahay­yül ediniz! "Lâkin iyi olan {el-birr) Allah'a, âhiret gününe, Kitab'a, peygamberlere ina­nan..." (2: 177).

Buradaki en-nebiyyîn kelimesinin lam-ı ta­rifi de istiğrak-i örfi olarak kabul edilecek olursa ve böylece bütün peygamberlere inan­mak gerekmeyeceği söylense, aşağıdaki âyet için de istiğrak-i örfi'nm uygulanması gerek­tiği mi düşünülecektir? "Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi..." (2: 209).

Bu âyete de istiğrak-i örfi uygulayarak, Allah peygamberlerden bazısını uyarıcı ve bazısını müjdeci olarak gönderdi mi diyeceğiz?

Yine buna benzer olarak şu âyeti ele alalım: "Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz." (3: 80).

Burada da istiğrak-i örfi uygulanacak olsa, bu âyetten peygamberlerden bazılarını rab it­tihaz edin, bazılarını rab edinmeyin diye emedildiği mi anlaşılacak? Ve şu âyet de aynı kategoriye girmez mi? "Onlar Allah'ın nime­tine eriştirdiği peygamberlerle... beraberdir-r" (4: 69; 19: 58) Burada da istiğrak-i Öfi yoluyla yalnızca bazı peygamberlerin kaste­dildiği mi düşünülecek? Buna benzer olarak aşağıdaki Kur'ân âyetindeki "..kitab açılır, peygamberler ve şâhidler getirilir..." (39: 69) ifadesinden yalnızca Bazı peygamberler mi kastedilmektedir? Yine şu Kur'ân âyetindeki: "Allah peygamberlerden ahid almıştı..." (3: 75) ifadesine istiğrak-i örfi uygulanabilir mi? Böyle olduğu düşünülürse Allah'ın peygam­berlerden yalnız bazılarının ahdini kabul etti­ği mi düşünülecektir?

Kısacası, istiğrak-i örfi Kadiyanîlerin canının çektiği yerde uygulanabilirse aşağıdaki âyetlere de uygulanabilecektir(!): "Hamd âlemlerin (el-âlemîri) Rabbi olan Allah'adır" (1: 1-2); "gazaba uğramayanların, sapmayan­ların (el-mağdub, ed-dallin)" (1: 6-7); "...Al­lah'a karşı gelmekten sakınanlara (el-muttakîn) yol gösteren Kitab'dır." (2: 2) "..Allah inkâr edenleri (el-kâfirûn) kuşatmış­tır." (2: 19); "İnkar edenler (el-kâfirûn) için hazırlanan" (2: 24); "...huşu duyanlardan (el-hâşiûri) başkasına şüphesiz ağır gelir." (2: 45-46); "Allah'a karşı gelmekten sakınanların (el-muttakîn) öğüt olsun diye..." (2: 66); "Al­lah zâlimleri (ez-zâlimîn) bilir." (2: 95); "zâlimler (ez-zâlimîn) bunun için saadete ula­şamazlar." (6: 21); "O merhametlilerin (er-râhimîn) en merhameti i sidir." (12: 640, 91: 21: 83). Ve daha sayısız pek çok âyet.

Kur'ân'da daha pek çok örnekleri bulunan bu ayetlerle kıyas yaptığımızda görülecektir ki Arapçayı biraz bilen bir kimse bile buralarda ıstığrak-i örfi'nin sözkonusu olmadığını itiraf edecektir.

ve yukarıdaki âyetlerde istiğrak-i örfi uygu­lanamadığına göre nasıl olur da hâtime'nnebıyyîn ifadesine istiğrak-i örfi uygulanabi­lir.

Garip, çok garip! Bütün bir Kur'ân hâtime'nnebiyyîn ile kıyas edilebilecek âyetlerle dolu olduğu halde, biri bile Kadıyanîlerin iddiala­rına destek vermemektedir. Bir tek "peygam­berlerini öldürdüler" âyetini misal göstermek­tedirler; ki orada da zaten İstiğrak-i örfi uy­gulanması tabiîdir. Bütün diğer misallerde is­tiğrak-i örfi'nin uygulanmasının mümkün ol­madığı görülmektedir: ve Kur'ân bu ifadenin gerçek anlamını net bir İfade ile açıklamış ol­maktadır.

3- Bütün gramer kurallarını bir yana bıraka­rak (33: 40) âyetîndeki hâtime'n-nebiyyîn ifa­desine istiğrak-i örfi kuralını uygulamak ve Hz. Muhammed @'in peygamberler silsilesi­nin sonuncusu olmadığım söylemek Kadıya­nîlerin en göze batan hususlarından biridir.

Ancak biraz idrak ve zekâya sahip bir kişi, bu taktirde hâtime'n-nebiyyîn olmanın Hz. Mu­hammed @'e bir Özellik kazandırmadığını farkedecektir. O da Hz. Adem'den bu yana gelen bütün peygamberlerin kendilerinden önce gelenlerin sonuncusu olması gibi bir du­rumla karşı karşıya bulunacaktır. O zaman Hz. Musa da kendisinden önce gelenlerin hâtim'ıdir.

Halbuki âyetin siyak ve sibakına baktığımız­da hâtime'n-nebiyyîn ifadesinin Hz. Muham­med @'e has, üstün ve özgün bir özellik olma önemine sahip olması gerektiği görülecektir.

Ayrıca Hz. Muhammed @, kendisi, hâtmü'n-nübüvveî daha önceki peygamberlere bahşe­dilmemiş üstün Özelliklerinden biri olarak ta­nımlamıştır.

Bu konu ile ilgili olarak Müslimd& nakledil­miş olan Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği sahih bir hadisi nakletmiştik. Buna göre Hz. Mu­hammed @: "Ben insanlığa hâtemü'l-enbiya olarak gölnderildim" buyurmuştur.

4- Dördüncüsü, istiğrak-i örfi'nin zikredilen âyete uygulanıp uygulanamayacağını bir yana bıraksak bile, Mirza'nm ve müridlerinin bir araya  toplanıp   (33:   40)   âyetİndeki  en-nebiyyîn kelimesinin yalnızca yeni bir şeriat­la gelen peygamberlere has olduğunu Kur'ân âyetlerinden tek bir örnekle İspatlamaları mümkün müdür? En zayıf isnadlı olsa bile herhangi bir hadisle bu iddialarına destek bul­maları mümkün müdür? Bunu kıyamet günü­ne dek başaramayacaklarını kesinlikle bil­mekteyiz. Ashabın, tâbiûnun ve müfessirlerin kavillerinden iddialarına bir delil çıkarabile­cekler midir? Tefsir usûlünde kendilerinin de sırasıyla kaynak kabul ettikleri bu kaynaklar­dan hiçbir delil elde edemeyecekleri muhak­kaktır.

Mirza ve müridlerî yukarıda zikredilen tefsir kaynaklarından, yaptıkları tahrifat'a bir mes-ned bulamayacaklanna göre Müslümanların böyle saçma yorumları Kur'ân'ın gerçek ve aslı tefsiri gibi kabul edeceklerine ihtimal ve­rilemez. Bu kimselerin yorumları temelsizdir ve mesnedini Kur'ân'dan hadislerden, ashab ve tâbiûn kavillerinden ya da müfessirlerin eserlerinden almamaktadır. İlk müfessirlerin tamamı icma halinde Kadıyanîlerin fikirlerine zıt görüşler bildirmektedirler.

5-  Beşincisi, hâtime'n-nebiyyîn ifadesindeki nebİyytn kelimesinin yeni bir şeriatle gelen veya Öncekilerin şeriatini takip eden bütün peygamberleri içerdiğini metnin siyak ve si­bakından da anlayabiliriz.

Gramer ve dilbilimi kaideleri ve teknik anla­mı bakımından nebî kelimesini daha önce tanımlamış ve nebîn'm genele şâmil bir ifade olduğu konusunda bütün dil âlimlerinin ve di­ğer âlimlerin hemfikir oldukları sonucuna va­rılmıştı. Bunlara göre rasûl daha özel bir ke­limedir. Diğer bir ifadeyle rasûl, kendisine bağımsız bir şeriat verilmiş olan nebîdii. Ne­bi daha geneldir. Yeni bir şeriatla gelen de nebî'dir, eskisine tâbi olan da nebî'dir. İkinci peygamber insanları bir önceki şeriat doğrul­tusunda yönlendirir. Zikredilen âyette (33-40) Hz. Muhammed @ hatime'n-nebiyyîn olarak bahsedilmektedir, hâleme'r-rasûl veya hâteme'l-mürselîn olarak değil; çünkü az ön­ce kendisinden rasûl olarak sözedilmişti: "Ve lâkin o Rasûlullah ..." (33: 40). Burada hâteme'l-mürselîn daha uygun olabilirdi, an­cak Allah herşeyi bilendir. Bazı kimselerin bu âyetin manasını tahrif etmeye çalışacağını bildiğinden ve tahrif kapısını kapamak için bilhassa en-nebiyyîn ifadesini kullanmıştır. Müfessirlerin önderi İbn-i Kesîr bu noktaya değinmiştir: "Kur'ân'm sözleri: 'Ve lâkin (o) Rasûlullah ve hâtime'n-nebiyy indir.' Ve Al­lah (gelmiş ve gelecek) herşeyi bilendir. Bun­dan dolayı bu âyet Muhammed @'den sonra şu ya da bu şekilde yeni bîr nebî ve rasûl gelmeyeceğini gösteren açık bir nasstır. Çün­kü rasûl, nebîâ&D daha özel bir kelimedir ve her rasûl, nebidir ancak her nebî, rasûl de­ğildir. Bu görüş mütevatir hadislerle de des­teklenmiştir." (Tefsîr-i İbn-i Kesîr, c. VIII, s. 89).

Mahmud el-Alûsî de benzer görüştedir: "Ne­bi kelimesi rasûl't nazaran daha geneldir. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'İn hâteme'n-nebiyyîn oluşu hâteme'l-mürselîn olmasını da gerektirir." (Ruhü'l-Meâni, c. VI-II, s. 60). Külliyât-ı Ebu'l-Beka'da. da nebili-ğin inkârının rasûllüğü de inkâr anlamına gel­diği belirtilmiştir (s. 319).

Bir takla daha Mirza'nın peygamberliğe gizli bir arzu duy­ması hâteme'n-nebiyyîn âyetini (33: 40) tahrife teşebbüs etmesine neden olmuştur. Bu­nunla ilgili bulgular Hakİkatü'l-vahy (s. 27) ve buna yazdığı şerhte mevcuttur: "Mübarek peygamberin sünnetine sıkıca sarılmak pey­gamberliğin kemâlatına (mükemmelliğine) sahip olmayı getirir; ve peygamberin şahsî il­gisi bir insanı peygamber yapar." ve yine "mührü ile bir kişiyi peygamber yapabilecek olan yalnızca O'dur."

Burada, hâteme'n-nebiyyîn ifadesinin Mirza tarafından anlamlandırılan şeklinin genel Arapça dili ve grameri kurallarına uyup uy­madığı yeniden ele alınacak değildir. Bu çar­pıtılmış mâna sayesinde, Hz. Muhammed @'e dilediği kişiye peygamberlik makamını verme iktidarı atfedildiği de şimdilik gönnezden ge­linecektir. Halbuki kullarına elçiler gönderme gücü yalnızca Allah Teâlâ'nmdır. Bu yüzden bu göreve lâyık kişiler Rasûlullah veya Ne-biyulîah olarak bilinirler; aksi taktirde "Rasûlu'r-rasûl" veya "Nebiü'r-rasûl" demek gerekirdi.

Yine Mirza'nın, peygamberliğin kazanılabile­cek bir makam olduğu şeklindeki gafını da bizler görmezden gelelim. Mirza'ya göre pey­gamberin sünnetine sıkıca sarılmayı seçen bi­ri peygamber olur ve peygamberliğe yorucu gayretleri sonucu nail olur. Halbuki gerçekte Kur'ân, peygamberliği elde etmenin bir insa­nın gücü dahilinde olmadığını açıkça beyan etmektedir. Bu yalnızca Allah tarafından ba­ğışlanan bir lûtuftur ve O da bunu dilediğine verir: "...Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir..." (6: 124).

Şimdi, Mirza'nm bu kendisinden menkul yo­rumunun doğru olduğunu varsaysak bile bu da bizi şaşırtıcı bir sonuca ulaştıracaktır. Bu ümmetten, o taktirde, kemalata sahip pek çok peygamber çıkması Hz. Muhammed @ için de övünülecek bir şey olmaz mı idi? Ancak, Mirza bu peygamberlik kapısını kendisinden başka kimse peygamberlik iddia etmesin diye fazlaca açık ve geniş tutmamaktadır. Mirza son onüç asırdır tek bir diğer insanın peygam­berliğe nail olduğunu kabul etmeye eğilimli de değildir. Allah Teâlâ'nm teveccüh ederek insanları peygamber yapma kudreti verdiği Hz. Muhammed @'in kendisine sâdık ve gö­nülden bağlı ashabına böyle bir nimeti bağış­lamamış olması da garip değil midir? Ve yi­ne, Hz. Muhammed @'in bütün devirlerin en iyi insanları olarak tanımladığı ve onun sün­netine gönülden bağlı kimselerin onun mane­vi ilgisinin meyvalarını devşirmemiş olması garip değil midir? Bindört yüzyıl boyunca Hz. Muhammed @'in manevî ilgisi âtıl kal­mış ve ne zaman ki hicretin 14. yüzyılında Mirza doğmuş, Hz. Muhammed @'in manevî İlgisini çekmeyi başarmış. Böyle bir mantık­tan yalnız Allah'a sığınırız! Mirza yalnızca âyetin manasını tahrif etmekle kalmıyor, aynı zamanda Hz. Peygamber @'i de hafife alarak ruhunu muazzep ediyor. Böyle şeylerden Al­lah'a sığınırız.

 

Dayanaklarını Değiştiriyor

 

Mirza'nın tahayyül gücü burada da bilme­mektedir, Kur'ân'a ilişkin tahrif edici açıkla­ma ve yorumlarını Hakikatul-vahy adlı ese­rinde sergilemeye devam ettiği gibi Ek gha-laîi ka İzale adlı risalesinde tahrifatı bir başka boyuta taşımaktadır. Büyük bir cüretle ve hem de bariz bir istikrarsızlık ve çelişki çuku­runa düştüğünü görmeksizin bir başka ifade­de bulunmaktadır. Mirza şöyle demektedir:

"Eğer bir İnsan hatime'n-nebiyyın içinde itti-had edecek şekilde meczolursa [tasavvufi dilde ittihad kişinin Allah'ın zâtıyla mutlak birliğini İfade eder. Burada Mirza, zâtinin peygamberin zâtı Üefena olduğunu (birleşti­ğini-peygamberin zâtında yok olduğunu) id­dia etmektedir] gayriyyat'ı (diğer her şeyi) nefyeder (reddeder). Burada Mirza kendisi­nin Hz Muhammed @ ile bir ve aynı şey ol­duğunu ve hiçbir şekilde Peygamber'in zatın­dan farklı olmadığını, onun şahsî ismini aldı­ğını ve kendi yüzünün aynada imişcesine Hz, Muhammed (2)'in yüzünü yansıttığını -Mühür bozulmadan nebî olarak kabul edilmesi ge­rektiğini iddia etmektedir. Buna göre kendisi gerçekte Hz. Muhammed'in aynısıdır, fakat gölge (zıllî) ve yansıma olarak aynısıdır. Bundan dolayı bu kişi (Gulam Ahmed) daha Önce peygamber olduğunu iddia etmiş ve yansıma (zıllî) yoluyla Muhammed ve Ah­med olarak isimlendirilmiş olup, Muhammed olarak (ve Hz. Muhammed'in aynısı olarak) kalacaktır. Bu II. Muhammed, hakiki Mu­hammed Peygamber'in ve onun isminin bir golgesidir.

Onun ve (hayal mahsulü) tecrübesinin bu veçhesini ileride ele alacağız. Bu arada Haki-katü'l-vahyde Hz. Muhammed @'den sonra onun manevî ilgisi sayesinde muhtemelen binlerce peygamberin zuhur edebileceğinin kaydedildiği yorumunu inceleyelim. Bu bin­lerce kişi peygamberlik iddia etse (Mirza'ya göre) nübüvvet mührü (hâtmü'n-nübüvvet) bozulmamaktadır.

Halbuki Ek ghalati ka izale adlı risalesinde ise Mirza (bu binlerce peygamberin) herhangi birinin peygamberlik iddia etmesinin nübüv­vet mührünü bozmaya denk bir iş olduğunu söylemektedir. Burada ümmetin hâteme'n-nebiyyîn ifadesi hakkındaki fikirlerine uygun bir düşüncede olduğu görülmektedir. Fakat peygamber olma şevki içerisinde bu sefer de hulul (ruhun bir bedenden bir başkasına geçi­şi-reenkarnasy on) iddiasına başvurmaktadır. Yani; (Mirza'ya göre) Hz. Muhammed @'in ruhu Mirza'ya girmiştir. Bu Hindulara ait bir inanıştır. Bu yolla; her kim Hz. Muhammed @'in zıllî (yansıma-gölge) veya büruz (şekil-imaj) una sahip olursa, o kesinlikle Muham­med @'in kendisi olmuş olur ve böylece hâleme'n-nebiyyîn\n peygamberlik mührünü bozmamış olur. Çünkü bu kişinin zuhuru Hz. Muhammed @'in yeniden zuhuru anlamına gelir. Bir diğer ifadeyle, böylece yeni bir pey­gamber zuhur etmeyip, bizzat Hz. Muham­med @ zuhur etmiş olmaktadır.

Şimdi Mirza'ya ve müridlerine hangi hipotez­lerinin doğru ve kabul edilebilir olduğunu so­rulmalıdır. Hakikaîü'l'Vahy'e göre hâteme'n-nebiyyîn'm anlamı Hz. Muhammed @'in mü­hür ve tasdikine sahip olanların peygamber olabileceğidir. Ancak Mirza'nın Ek ghalati ka izala'smdaki ifadesine göre ise peygam­berlik Hz. Muhammed @'in gelişi ile sona er­miştir, ancak bu onun dünyada yeniden zuhur etmesine engel olan bir durum değildir.

 

Peygamberliğin Zilliye Büruzî Oluşu Hikâyesi

 

Şimdi Ek ghalati ka izala adlı risalede ortaya çıkan hataları inceleyeceğiz:

1- Mirza'nın iddiasının gayesi Hz. Muham­med @'in sünnetine sarılarak zıllî veya bürûzî peygamberliğe ulaşmanın mümkün olabileceğini ve kişinin Hz. Muhammed <2>'İn zâtına hulul edebileceğini ispat etmektir.

Eğer bu doğruysa, Hz. Peygamber @'den sonra insanların en iyileri olarak kabul edilen Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi İslâm'ın doğuş zamanındaki en önemli şahsiyetler ve Mirza'nın doğuşuna kadar gelip geçen binler­ce muttaki müslüman arasından nasıl olup da Hz. Peygamber @'in sünnetine tam olarak sa­rılan kimsenin çıkmadığı (bu görüş sahipleri­ne) sorulmalıdır? Halbuki Hz. Peygamber @'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Eğer benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu," Bu büyük şahsiyet-Hz. Peygamber @'in sünnetine sıkıca garılmaları ve ona sadakatle ve gönülden hiz­met vermiş olmaları hasebiyle zıttı peygam­ber mevkiine gelmeleri hiç mi mümkün değil­di?

Bunlara ilave olarak, ashabdan bazıları Hz. ]Vluhammed @'i vücutlarını kalkan ederek korumuşlar ve düşman mevzilerinden gelen oklara cesaretle hedef olmuşlardır. Bunlardan bazısı onun bir işareti ile dünyanın bütün zevklerini terk etmiş, bazısı Peygamber sev­gisi için kardeşleri, babalan ve diğer yakınları için savaşmışlar ve daima canlarını onun Sün-net'ini savunmaya adamışlardır. Onlardan hiçbiri de mi bu nimete değer değildi? İçle­rinden hiç birisi mi Hz. Muhammed @'in yü­zünün kendilerinde yansımasını haketmemiş-tir? Eğer bu insanların da zıllî peygamberler olduklarını düşünenler, tarihten onların pey­gamberlik iddialarına veya bunu arzuladıkla­rına dair bir misal göstermelidirler.

2- Mirza'nın zıllî ve bürûzî hikâyesini Hindu-larm tenasüh ve hulul doktrinlerinden aldığı anlaşılmaktadır. Fakat kendisini bu ödünç ziynetlerle uygunsuz şekilde süslemiş olması çok üzücüdür. Hatta zıllî ve bürûzî'yi ina­nanlar tenasühün kurallarına bile uymamak­tadırlar. Tenasüh inancına göre yeni ruh aynı kişi değildir ve o kişinin eski haklarını talep edemez. Meselâ Zeyd öldü ve yeniden zuhur edip Ömer adını aldı ise bu Ömer önceki kim­liklerinden dolayı hiçbir hak iddia edemez. Meselâ Zeyd'in eşine karım, ana-babasına ana-baba diyemez. Vârisleri arasında paylaş­tırılmış olan mallarını tekrar geri alamaz. Mirza'nın düşüncesi gerçekten çok gariptir. Yalnızca İslâmî akaidi bozmakla kalmamış zıllî ve bürûzî doktrinlerini de sakatlamıştır. Ona göre kendisini bir peygamberin zül'ı (gölgesi-yansılası) veya büruz'u (şekli) ola­rak açıklayan bir kişi rasûl ve nebî sıfatlarını almaya da hak kazanmaktadır ve peygamber-hgini diğer insanlara empoze etmesi tabiîdir. Mirza'ya göre zıllî bir peygamberin peygam­berliğini herkesin kabul etmesi zaruridir ve inkâr edenler küfürle itham edilebilir.

3- Zilli ve büruz teorileri hakkında Kur'ân ve hadisten sağlam bir desteği olup olmadığı Mirza'ya sorulmalıdır. Kur'ân'ın neresinde zıllî veya bürûzî peygamberlikten sözedil-mektedir? Ya da hadislerde buna bir atıf var mıdır?

Eğer bu konuda elinde delil yoksa niçin Hin-duların bu fikirlerini İslâm'ın risalet ile ilgili inançlarına yamamaya kalkmıştır? Akıl ve Şeriat buna müsaade eder mi?

4- Kur'ân ve hadisler bu konuda yalnızca ses­siz kalıyor da değildirler. Bürûzî peygamber­lik gibi görüşleri reddeden çok sarih bazı ha­disler vardır. Bununla ilgili olarak Hz. Mu­hammed @'in son hastalığı esnasında ümme­tine vasiyet ettiği rivayet edilen şu meşhur hadis vardır: "Ey insanlar, nübüvvetten (il­ham alacak) rüyay-ı sâlihadan başka bir şey kalmadı." (İbn-i Abbas'tan rivayetle Müslim, Neseîve diğerleri nakletmiştir).

Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den riva-yeten naklettiği bu hadis de benzeri bir fikir içermektedir: "Nübüvvetten mübeşşirattan başka bir şey kalmadı." Rasûlullah @'e "Mü-beşşirat nedir?" diye sorulunca: "Rüya-yı sa-lihadır" buyurdu.

Benzer bir temayı İçeren bir başka hadis de Taberanî tarafından Huzeyfe b. Useyd'den ri­vayetle nakledilmiştir. Yine İmam Ahmed, Ebu Said ve İbn-i Mirdeveyhî, Ebu't-Tu-feyl'den rivayeten benzer bir hadis nakletmiş-lerdir. İmam Ahmed ve el-Hatib de Hz. Ai-şe'den rivayetle benzer bir hadis rivayet et­mişlerdir. Bu hadiste Hz. Muhammed @: "Vefatımdan sonra (istikbale ait haber alacak) yalnız size mübeşşirat kalıyor" buyurmuştur. Kısacası, bu hadisler ve pek çok benzerleri hangi tür olursa olsun, her türlü peygamberli­ğin sona erdiğini ve bunun mutlak bir son ol­duğunu bildirmektedir. Ancak ümmetin fay­dasına matuf olarak mübeşşirat (salih rüyalar) devam edecektir. Ve bu rüyalar nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüz'dür. (Buharı ve Müslim).

Bir şeyin bir parçasının varlığının o şeyin ta­mamının varolmasını gerektirmediği aşikâr­dır. Parça, bütüne verilen İsimle adlandınla-maz. O taktirde "tuz"a "mükellef bir yemek" demek icabederdi. Çünkü, "tuz" "yemeğin" bir parçasıdır. Buna benzer olarak, "tırnağı" "insan" sayamayız; çünkü tırnak insan'm yal­nızca bir parçasıdır. Tekbir de namaz sayıla­maz, çünkü tekbir namazın yalnızca bir par­çasıdır.

Aynı şekilde "ağız çalkalamak" "bir gusl" olarak kabul edilemez, çünkü guslün yalnızca bir parçasıdır.

Gayemiz makul insanları parçanın bütüne eş olmadığına ikna etmektir. Bundan dolayı, "tuz"u "yemek", "tırnağı" "İnsan" sayamaya­cağımıza göre nübüvvetin kırkaltıda birini nübüvvete eş sayamayız.

Bİr diğer ifadeyle, hadisler nübüvvetin mut­lak olarak ve tamamen sona erdiğini ve Hz. Muhammed @'den sonra nübüvvetin hiçbir şeklinin kabul edilmeyeceğini sarahaten gös­termektedir.

Mâkul olarak kolaylıkla karar verilebileceği Üzere eğer kısmî nübüvvet veya teşrii veya gayri teşriî nübüvvet; zıllî veya bürûzî nü­büvvet Hz. Muhammed @'den sonra da devam edecek olsaydı, o bunu sözlerinde istisna ederdi. Halbuki o nübüvvetin yalnızca 46 cü­zünden birini istisna etmiştir.

Şimdi Hz. Muhammed @'in nübüvvetin yal­nızca 46 cüzünden birini istisna etmiş olması­nı Mirza'mn icat ettiği bürûzî nübüvvetin (o da eğer buna nübüvvet denilirse) de Hz. Mu­hammed @'den sonra mümkün olamayacağı­nın açık bir beyanı kabul edebiliriz.

5- Ebu Hureyre, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İsrailoğulları zamanında onları (âmirlerin, valilerin ahaliyi İdare ettiği gibi) peygamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse yerine bir başkası geçerdi. Şüphesiz ki benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur. Onlar müteaddit de olabilir. Ashab: 'Ey Al­lah'ın Rasûlü! Halifeler teaddüd ederse bize ne emredersiniz!' diye sordular. Rasûlullah: Birinciye ettiğiniz biate bağlı kalınız! Onlara haklarını veriniz!" buyurdu. (Buharı, c. I, s. 149; Müslim, İman bahsi; Müsned-i Ahmed, c. II s. 279; İbn-i Mâce, İbn-i Cerîr, İbn-i Ebi Şeybe).

Hz. Muhammed @'in bu ifadesinin ardındaki hikmet iyi araştırılmalıdır. Burada nübüvvetin mutlak olarak sona erdiği ilk defa beyan edil­miştir ve peygamberlikten veya onun yerine geçen kurumdan Hz. Peygamber'in ardında kalan şey yine peygamberimiz tarafından hi­lafet olarak tanımlanmıştır.

Eğer Hz. Muhammed @ 'in arkasından, bürûzî, zıllî, muvakkat, teşriî veya gayritesrü peygamberin gelmesi sözkonusu olsaydı, yukarıda hadisin metninin icabettir-diği üzere, mutlaka bu konudan bahsedilirdi.

Ancak Hz. Muhammed @ kendisinden sonra yalnızca hilafetin kalacağını beyan ettiğine göre bürûzî veya her ne çeşit olursa olsun peygamberlik gelmeyeceğini ifade etmiş de­mektir.

6- Ebu Mâlik el Eş'arî, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah tebliği nübüvvet ve rahmetle başlattı; şimdi­den sonra ise hilafet ve rahmetle devam ede­cektir." (el-Taberani, Mucemü'l-Kebir).

Bu hadîs de nübüvvetin tamamen sona erdiği­ni göstermektedir. Hz. Muhanımed @ nübüv­vet ve rahmetin ebediyyen sona erdiğini ve yalnızca hilafet ve rahmetin kaldığını beyan etmektedir. Bu da bürûzî veya zıllîbenzen peygamberliklerin Hz. Muhammed @'den sonra söz konusu olmadığını göstermektedir. Aksi taktirde hilafet'ten önce nübüvetten söz etmek gerekecekti.

7- Sonunda, biraz üzerinde düşünüldüğünde zıliî veya bürûzî veya her çeşit peygamberli­ğin Hz. Muhammed @'den sonra mümkün olmayacağına kolaylıkla ikna olunabilecek bir meseleye dikkat çekmek istiyoruz.

Bu mesele şudur: Hz. Muhammed @, ümme­tine karşı en merhametli ve şefkatli olandır ve ümmetini en çok seven, daima onları doğru yola iletmek isteyendir. Ümmeti bu rehberliği kabul etmediğinde ise ümmeti adına en çok üzülecek olandır. Allah Teâlâ onun bu duru­munu şu âyette tarif etmiştir: "... Sıkıntıya uğ­ramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir pey­gamber..." (9: 128).

Bir başka âyette Allah, Hz. Muhammed @'in bu çabalarını şöyle tanımlamaktadır: "...inan­mayanların ardından üzülerek nerdeyse ken­dini mahvedeceksin." (18: 6).

Bu ümmî peygamber durmaksızın insanları islâm'a çağırdı. Muhaliflerinden gelen bütün zorluk ve eziyetlere sabır ve sebatla direndi. Kâfirler kendisine taş attığında Rabbine şu sözlerle yalvardı: "Ey Allah'ım, kavmime hi­dayet ihsan et, onlar bilmiyorlar!" Onun bu duası reddedilmedi. Bu dua onun insanlık ve insanlığın hidayete ermesi için ne büyük bir iştiyak duyduğunu ve insanlara olan merha­metini gösterir.

işte yalnızca bu merhameti sebebiyle ümme­tini Kıyamet gününe kadar korkusuzca üzerinde yürüyecekleri doğru yola tevcih etmiş­tir. Bu yol üzerinde yürüyenler için kıyamette "gece de, gündüz kadar kolay olacaktır."

Hz. Muhammed @ ümmetini kıyamet gününe kadar çıkacak olan fitneler konusunda da uyarmış ve onlara fitnelere karşı en etkili ça­releri göstermiştir. Ümmetine sâdık kimselere uymayı da tavsiye etmiştir. Kısacası ümmeti­ne her çeşit bilgiyi ayrıntıları ile vermiştir. Bundan dolayı Ümmetine Ebu Bekr'e ve Ömer'e itaat etmelerini tavsiye buyurmuştur: "Benden sonra Eu Bekr'e ve Ömer'e uyun ve onlara itaat edin." (Buharı ve Müslim). Ve yine: "Benim Sünnetime ve benden sonra ra-şid halifelerimin sünnetine uyun!" buyurmuş­tur.

Ve yine, "Size sıkıca sarıldığınız taktirde sa­pıklığa düşmeyeceğiniz birşey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Ehl-i Beyt'im" buyurmuş­tur. (Neseîve Tirmizî).

Hz. Peygamber @ ümmetine her yüz yılda ümmetin amelî hatalarını düzeltmesi için bir müceddid çıkacağını ve halkın sünnete uy­malarını tekrar sağlamak için çaba gösterece­ğini de bildirmiştir. (Ebu Davud, Hakim ve Beyhakî'nin el-Marİfe'si).

Hz. Peygamber @ dünyanın son günlerinde İsa b. Meryem'in gökyüzünden tekrar yeryü­züne ineceğini ve ümmetin amellerini düzel.

Bu âyet (5: 3) bize bu büyük ümmetin mü­kemmeliyetini ve faziletini hatırlatmaktadır. Bu yüzdendir ki, Ömer-ül Faruk devrindeki Yahudilerden biri şöyle demiştir: "Ey emi-rü'1-müminîn, sizin kitabınızda okumakta ol­duğunuz bir âyet var ki, biz Yahudilere nazil olmuş olsaydı, iniş gününü bayram ederdik!" Ömer "Hangi âyettir o?" Yahudi yukarıda zikredilen âyeti (5: 3) söyleyince Hz. Ömer "Biz bu âyetin nazil olduğu günü de, yeri de biliyoruz (hakkını takdir ediyoruz). Âyet bir Cuma günü ve Peygamberimiz vakfede iken (Arefe'de) inmişti." (Buharı ve Müslim).

Burada Hz. Ömer, Yahudi'ye bu âyetin vah-yedildiği günün Müslümanlara zaten ve hem de iki kere bayram olduğunu -Arefe ile Cu­ma- söylemek istemiştir. Bu olay Dürrü'l-Mensûr'da şu sözlerle rivayet edilmiştir: "Bu günü bize bayram (îyd) kılan Allah'a ham-dolsun!" (İshak b. Rahûye, el-Müsned; Abd b. Humeyd, el-Müsned).

İbn-i Abbas, "Bu âyetin nazil olduğu günde beş bayram bir arada idi -Cuma, Arefe gü­nü, Yahudilerin bayramı, Hıristiyanların bay­ramı ve Mecusilerin bayramı." Dünya tari­hinde hiçbir zaman bütün dinlerin bayramları aynı güne denk gelmemiştir. (el-Hâzin, c. I, s. 435).

Kısaca, bu Kur'ân âyeti kendisi vasıtasıyla kazanılan ve ehl-i Kitabın da kabul ettiği ke-malat ve fazileti fasih olarak anlatmaktadır. Öyle bir fazilet ve kemalât ki daha önceki ümmetlerin hiçbirine nasip olmamış. Allah Teâlâ dinini bu ümmet için tamamlamıştır ve bu din akaidle ilgili konularda Kıyamet Gü­nüne kadar hiçbir tadil ve tevil görmeyecek­tir. Akaid, ibadet, ahlâk kuralları, idarî hu­kuk, şahsî davranışlar, helâl ve haramlarla il­gili emirler, kerahat ve ibahat bu ümmete öy­le sade ve inandırıcı anlatılmıştır ki ümmetin fertleri Kıyamet Gününe kadar yeni bir Din /e yem bir peygambere gerek duymayacaktır. Bu ummetin sevgili önderi, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi bu fâni dünyadan ancak ümmetin takip edeceği sırat-ı müstakimi tamamladıktan sonra ayrılmış; böylece ümmeti herhangi bir zorlukla karşılaşmamıştır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ben sizi aydınlık ve açık bir sırat-ı müsta­kim (§eriat) üzerinde bırakıyorum, onun en karanlık veçhesi gündüz kadar aydınlıktır." Böylece, bu ümmet rehberlik için başkalarına muhtaç değildir.

Bu âyet Allah Teâlâ'nm bu ümmet için Din'i her yönüyle ve her açıdan tamamladığını açıkça ortaya koymaktadır. Ümmetin Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir nebî'ye ve yeni bir dine ihtiyacı yoktur.

Zikredilen bütün bu ayrıntılardan anlaşıldığı üzere "dinin bütünlenmesi" Allah'ın bu dini, farzlarla ilgili hükümler, Hz. Peygamber'in uygulamaları, hudud (kanunla belirlenen ce­zalar), haram ve helâlle ilgili emirler yönün­den mükemmelleştirmiş olması demektir. Ve hepsinden önemlisi bu ümmete Kıyamet gü­nüne kadar haram-helâlle ilgili yeni bir hü­küm gelmeyeceği ve yeni kurallara gerek ol­mayacağı gerçeğidir.

Müfessirlerden bazıları (Lübabü't-te'vil, c. I, s. 435) ikmal-i dinden kastedilenin "bu dinin Kıyamet Gününe kadar yaşayacak olması ve yürürlükten kaldırılmayacak, silinmeyecek ve yok edilemeyecek olduğudur" demektedirler. Diğer bazı müfessirler (el-Hâzin, c. I, s. 435) ikmal-İ Din ile bu ümmetin geçmişteki her peygambere ve her kitaba inanması ge­rektiğinin kastedildiği. Çünkü bütün diğer peygamberlerin ve kitablarm bu ümmetten önce gelmiş olduğu görüşündedirler. Önceki ümmetler bu kemalat ve fazilete erişememiş­lerdir; çünkü o vakit bütün peygamberler ve vahiyler yeryüzüne gönderilmiş değildi.

Her halükârda, yukarıda zikredilen üç tefsir­den hangisi kabul edilirse edilsin hâîmü'n-nübüvvet'm lehinde mükemmel delil oluştur­maktadırlar. Zira her üçü de, Kıyamet Günü­ne kadar bu öz/?'den sonra başka din ve Mu-hammed @'den sonra başka peygamber gel­meyecektir, demektedir. Aşağıdaki hadisler ve sahabe kavilleri ve müfessirlerin tefsirleri de bu önermeyi desteklemektedir: "İbn-i Ab-bas'ın rivayetine göre (bu hadisin tek râvisi İbn-İ Abbas olduğu için şüphe içermektedir) riba ile ilgili âyet bu âyetten (5: 3) sonra na­zil olmuştur. Bu hadisin sahih olduğunu ka­bul etsek bile, yine de riba âyetinin yeni bir emir olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, bu emirden Bakara sûresinde bahsedilmiştir. Bundan dolayı bu yeni riba âyeti yalnızca bir hatırlatıcıdır ve (5: 3) âyetinden sonra helâl ve haramla ilgili yeni bir emir gelmiş değil­dir. Farz, sünnet, hudud veya diğer kanunlar­la ilgili bir şey de bu âyetten sonra gelmiş de­ğildir." (Tefsîr-i Mazharî, s. 8, Maide sûresi).

Büyük müfessir İbn-i Cerir ve es-Suddî de şöyle yazmışlardır: "Bu âyet Arefe günü na­zil olmuştur ve bundan sonra (Allah'ın rasûlü ve nebisine) haram ve helâllerle ilgili yeni bir emir gelmemiştir ki, o da (Medine'ye) dön­dükten sonra vefat etmiştir." (Dürrül-Men-sûr, c. II, s. 259).

Her halükârda bu âyet (5: 3) ahkâm ile ilgili âyetlerin sonuncusu olup, vahyin gelecek za­manlar için sona erdiğini sarahaten açıkla­maktadır.

Bir hadiste şöyle rivayet edilmektedir: "Bu âyet nazil olduğunda Ömer ağladı. Hz. Mu-hammed @ ona sordu: 'Ya Ömer, niçin ağlıyorsun?' Hz. Ömer cevapladı: 'Biz dinimizle ilgili hep daha fazla bilgiler arzuluyorduk, fa­kat, (bize aniden) dinimizin ikmal edildiği söylendi. Kural olarak, ikmal edilmemiş bir şeyin eksiği vardır.' Rasûlullah @ 'doğru' buyurdu. Gerçekte bu âyet Rasûlullah'm vefat edeceğini haber veriyordu ve bundan seksen-bir gün sonra Rasûlullah @ vefat etti." (İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Cerir, el-Bugâvî, Harun b. Aşara'dan rivayetle Dürrü'l-Mensûr ve Tefsîr-i Mazharî).

Hz. Ömer'in bu hâdisesi, âyetin tefsirinin doğrultusunu belirleyen ifadelerden vahyin kesilmesi ve Hz. Muhammed @'in vefatının yaklaştığı kastedilmemiş olsaydı Hz. Ömer'in ağlaması anlamını kaybeder ve onun adına saçma bir davranış olurdu.

Müfessirlerin İmamı İbn-i Kesir bu âyeti şu ifadelerle açıklamıştır: "Bu elbette ki Allah'ın bu ümmete verdiği en büyük nimetti. Âlem­lerin Rabbi dinlerini kemale erdirdiği için, ar­tık yeni bir din aramalarına ve Hz. Muham­med @'den başka bir peygamber beklemele­rine gerek kalmamıştır; işte bu yüzden Allah Teâlâ Hz. Muhammed @'i hâtimul-enbiya yapmıştır." (İbn-i Kesir, c. III, s. 279).

İbn-i Kesir'in tefsiri de yeni bir şeriatla gön­derilmiş yeni bir peygambere veya şeriatla gönderilmiş ya da şeriatsız gönderilmiş her çeşit peygambere gerek olmadığı hükmüne kesin bir dille varmaktadır.

Fahruddin Râzî bu âyetten (5: 3) Tefsîr-i Ke-bir'inde bahsederken Keffal el-Mervezî'nin eserinden bir iktibas yapmıştır: "Din hiçbir zaman eksik olmamış, hep mükemmel kal­mıştır. Allah'ın vahyettiği bütün şeriatlar dai­ma yeterli olmuştur. Allah Teâlâ bugün indi­rilen bir şeriatın mükemmel olsa bile yarın yeterli olmayacağını bilendir. Bundan dolayı her yeni gelen şeriat eskisini ilga etmiştir. Fa­kat zamanın sonunda Allah Teâlâ mükemmel ve bütün devirler için yeterli bir şeriat vah-yetmiştir. Bundan dolayı bu şeriatın Kıyamet Gününe kadar yürürlükte kalmasını emretmjstir. Kısaca, geçmiş dönem şeriatları daima kendi içinde tam ve mükemmel ise de bu bel-u bir zaman dilimi için geçerliydi. Ancak bu eriat (İslâm) Kıyamet Gününe kadar tam ve mükemmel kalacaktır. Bundan dolayı Allah-Teâlâ "bugün dininizi size ikmâl ettim..." bu­yurmaktadır.

İmam Râzî'nin bu yorumlarından da ikmal-i din'in yukarıda izah edildiği tarzda anlaşıl­ması gerektiği açığa çıkmaktadır. Din'in bu ümmet için tamamlanmış olmasının gaye ve amacı bu ümmeti âhirü'l-ümam (ümmetlerin sonuncusu) yapmaktır. Bu da ancak bu üm­metin âhir zamanda gelmiş olması ile müm­kün olabilir. Böylece Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve bu ümmetten sonra yeni bir ümmet gelmeyecektir.

Bu yorumu ile İmam Râzî muhaliflerin, bü­tün eski ilâhi dinler mükemmel değildi ve bir takım eksiklik ve yetersizlikle maluldü, şek­lindeki şüphelerini de gidermiş olmaktadır. Muhaliflere göre; birincisi, (haşa) Allah cimri olduğu için eski ümmetlere mükemmel bir din göndermedi. İkincisi, eğer Allah kasıt­lı olarak bu ümmetlere mükemmel olmayan bir din göndermiş ise herhangi bir hata veya eksiklikten dolayı niye sorumlu tutulsunlar? Üçüncüsü, bu mantıkla eski ümmetlerin pey­gamberleri bile Hz. Peygamber @'e nazaran bir nevi derece olarak düşük sayıldıklarına göre mükemmel olmayan bir dinle gönderil­miş olmaları normal sayılmalıdır.

Bu yorumlar vasıtasıyla İmam Râzî muhalif­lerinin bütün yanlış fikirlerini, şüphe ve belir­sizliklerini çürütmüş ve ortadan kaldırmıştır. Ayrıca önceki şeriatlann ve ilâhi dinlerin ha­talı ve eksik olmadığının ya da İslâm'ın mü­kemmel ve tam şekliyle gönderildiğinin açık­ça bilinmesini sağlamıştır.

Bu âyet her ilâhi din ve şeriat'm çağının ge­reklerine uygun şekilde daima mükemmel ve tam olduğunu ve o devirlerde yaşayan insan­lara rehberlik etmek için mükemmelen yeterli olduğunu da açığa çıkarmaktadır. Kâinatın

Rabbi Allah, gelecekte inkılâbdan inkılâba uğrayacak olan toplumun konumunun ve ha­yatın genel değerlerinin değişeceğini ve bu şeriat\n toplumun ihtiyaçlarım karşılayamı-yacağmı en iyi bilen'dir. O vakit daha önce gönderilmiş olan din ve şeriat ilga edilir ve yenisi gönderilirdi. Bundan dolayı İslâm'dan önceki şeriatlar ve dinler kendi dönemlerinde İyi uyum ve ahenk içinde olmuşlardır. Ancak sıraî-ı müstakim'e ulaştıracak olan ve nâteme'n-nebiyyîn'm rehberlik ettiği bu son Din (İslâm) kıyamet Gününe kadar yürürlük­te kalacaktır. Onun mükemmelliği geçici de­ğil kalıcı tabiattadır.

Bütün dinlerin mükemmel olduğu sonucuna varıyoruz. İslâm ile diğer dinler arasındaki tek fark, diğer timlerin belli bir dönem, insan grubu, ırk ya da coğrafî birim için geçerli ve bunlarla sınırlı olmasıdır. Bundan dolayı bu dinlerin peygamberleri de belli bir zaman ve­ya belli bir insan grubu için vazifelendiril-miştir: Onların daveti evrensel ve genel ol­mamıştır. Meseleye doğru yönlerden bakar­sak, geçmişteki belli bir dinde herhangi bir eksiklik bulamayız. Peygamberlerinin derece bakımından düşük olduğuna da şahit olama­yız. Ancak bizim peygamberimiz Kıyamet Gününe kadar geçerli olmak üzere ve bütün mahlûkata yönelik olarak vazifelendirilmiştir. Yine onun dini Kıyamet Gününe kadar mü­kemmel ve yeterli olarak kalacaktır. Ve, gerçekte, bu özellik hâleme'n-nebiyyîn ve âhirü'l'ümem (peygamberlerin ve ümmetle­rin sonuncusu) sıfatına haiz olanlara has bir Özellik ve liituftur: "Bu Allah'ın dilediğine verdiği lûtfudur." (57: 21; 62: 4).

Lübâbu't-Te'vil adlı tefsirde (diğer adı Hâzin) bu âyetin açıklamasını şu ifadelerle görmekteyiz: "Ayetin tefsirine gelince 'bu­gün sizin için dininizi ikmal ettim' farzları, amelleri, hudud'n (şeriat tarafından tanım­lanmış sınırlar, cezalar), kuralları ve haramla helalin arasını ayıran şeyleri belirler. Bundan sonra haram ya da helalle ilgili başka bir emir gelmemiştir."

İmam Râğıb el-İsfahanî Müfredaîü'l-Kur'ân adlı tefsirinde şöyle demektedir: "And olsun ki, Allah Teâlâ peygamberliği Hz. Muham-med @ ile sona erdirdi ve onun şeriatının di­ğerlerinin şeriatlarını ilga etmesini mümkün kıldı. Bu şeriatı kâmil hale getirdi; bunu Al­lah Teâlâ şöyle beyan buyurmuştur: 'Bugün size dininizi ikmal ettim ve size olan nimeti­mi tamamladım." (5: 3).

Tefsİrü'l-Medarik'te (c. I, s. 435) de benzer sözleri bulmaktayız. Kiîabü'l-İtisam'âs. (c. I, s. 47) ve Tefsir-i Dürrü'l-Mensûr'da da (c. II, s. 259), ikmal-i dinrm anlamı aynı tarzda açıklanmaktadır.

Bütün güvenilir ve meşhur tefsirler bu âyeti Hz. Muhammed @'in yakınlaşan ölümünü haber veren âyet olarak kabul etmişlerdir ve bütün sahabeler bu noktaya temas etmişler­dir. Bu konu hakkında icma üzere olmuşlar­dır.

Bir Diğer Şüphe ve Şüphenin İzalesi. İk­mal-i din ifadesi hadisler, sahabe kavilleri ve müfessırlerin tefsirleri ışığı altında hiçbir şüphe ve vesveseye mahal bırakmayacak şe­kilde açıklandı. Ancak bazı muhalifler âyeti lügat manasına göre yorumlayarak İkmal-i din Peygamberimizin ölecek olması ve on­dan sonra peygamber gelmeyecek olmasını da ima etmez ve 'yalnızca dinin tamamlandı­ğını belirler veya Allah Teâlâ bu dini dünyanın bütün dinlerine üstün kıldı ve ümmet'i düşmanlarından güvenlikli kıldı anlamına ge­lir. Veya âyet Arefe günü Mekke'de indiği için dolayısıyla Hac mevsiminde Mekke'nin müşriklerden tamamen temizlenmiş olduğu anlamına da gelebilir. Bundan dolayı ikmal-i din Hacc ibadetini huzur ve güvenlik içinde eda etmek anlamını taşır." demişlerdir

Bu iddialarla ilgili olarak yine Ömer-ül Fa­ruk'un hâdisesine dönüş yapalım. Bu âyeti duyduğunda ağlayan Hz. Ömer'in çıkarımını Hz. Muhammed @ tasdik etmiştir. Bu âyetin anlamı Mekke'nin müşriklerden ve putperest­lerden temizlenmiş olduğu ve Allah'ın İslâm'ı diğer dinlere üstün kıldığı şeklinde anlaşıl-saydi, Hz. Ömer'in bu âyeti duyduğunda üzüntüyle ağlaması vuku bulmazdı. Her hal­de bunun mümkün olabileceğini hiçbir makul insan savunamaz. Yine ikmal-i dinin anlamı muhaliflerin iddiasına uygun ise ilk müfessir-lerin ifadelerinin manası nedir?

Onlar, bu âyet için, "Hz. Muhammed @'in yakınlaşan vefatını haber verdi" demişlerdir.

Üstelik o vakit İslâm'ın dünyanın bütün din­lerine galebe çaldığı henüz tarihî olarak ke­sinlikle gerçekleşmiş bir hadise değildir. Çünkü bütün İran'lılar henüz müşrik ve put­perest idiler. Hz. Peygamber @'in Siret'İ İle ilgili eserler ve sahih sahabe kavilleri söyle­diklerimizin açık delilidir. Ashab ve önde ge­len müfessirlenfcna/-j din (5: 3) âyetinin tef­siri konusunda, yukarıda ayrıntısı ile aktardı­ğımız üzere, hemfikirdirler. Bundan dolayı, bütün bu görüşleri dikkate alırsak, cılız bir ihtimali dayanak yaparak âyeti bu ihtimale göre tefsir edemeyiz: "Yalnızca Allah diledi­ğini doğru yola iletir."

 

Üçüncü Ayet

 

"Allah peygamberlerden: 'Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra sizde olanı tas­dik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeçeksiniz" diye söz aldığı zaman..." (3: 81).

Bu âyette yüce Rabbimiz Peygamberlere eZgl'de (yaratılış gününde) ruhlarından aldığı ahdi hatırlatmaktadır. Bu âyet nüzulünün ar­dında yatan sebeplerin izah edilmesi için ay­rıntılı olarak tefsir edilmelidir. Büyük âlim el-Subkî, bu âyeti izah etmek gayesiyle, et-fa'zim ve'l-minne fi li-tu'minenne bihi ve li-tensurennehu adıyla müstakil bir risale yaz­mıştır. Bu risalenin metni Mevâhib-i Ledün-niye içinde verilmiştir.

Bu âyetin tefsiri özetle şöyledir: Allah Teâlâ bütün ruhları ezel gününde yarattı ve onlar­dan ahit aldı. Genel ahide ilave olarak, insan­lardan, Hz. Muhammed @ kendi hayatları zamanında zuhur ederse ona inanmaları ve yardım etmelerine dair de söz alındı.

İbn-i Cerir ve İbn-i Kesir'in tefsirlerinde, İbn-İ Asâkîr'in Tarihinde ve Fethü'î-Bari'de peygamberler bahsinde Ali ve İbn-i Ab-bas'tan rivâyeten şöyle nakledilmiştir: "Allah, peygamberlerden hiçbirini, eğer Muhammed @ kendi hayatları zamanında vazifelendirîlir-se ona inanmak ve yardım etmek üzere ahid almadan göndermemiştir." (Ayrıca bkz., Zerkanî, Şerhü'l-Mevahib, c. II, s. 163).

Bu samimi ahid, belli şartlara bağlı olmasına ve gerçekleşmesi muhakkak şart olmamasına rağmen Hz. Muhammed @'in büyüklüğünü ve diğer peygamberlerden efdal oluşunu gös­terir; fakat Allah Hz. Muhammed @'in efda-liyetini yalnızca bir şartlı cümleye bağlı kıl­mamış, değişik zamanlarda bunu değişik şe­killerde göstermiştir. Meselâ Mîrac gecesinde peygamberleri Beyt-ül Makdis (Kudüs)'e top­ladığında Hz. Muhammed @ hepsinin önderi olmuştur; ve Kıyamet Gününde bütün pey­gamberler Hz. Muhammed @'in (Liva'sı) sancağı altında toplanacaklardır.

Belki de Hz. İsa'nın Kıyamet Gününden az °ır sure önce gökten yeniden yeryüzüne gön­derilecek olması Hz. Muhammed @'in dinine Ve Ümmetine yardım edilmesi gayesini güt­mektedir. Bilindiği üzere Hz. İsa, sonunda

ümmeti deccal'm. elinden onu öldürerek kur­taracaktır.

Bu konu Zerkanî'nin Şerhü'l-Mevahİb'mde (c. VII, Bölüm 7) uzun uzadıya ele alınmıştır. Bu Kur'ân âyetinin tefsiri mahiyetinde olan bir kaç değişik fikir ve görüş daha mevcuttur, ancak büyük müfessirler genel olarak bu tef­siri desteklemektedirler.

Biz burada yalnızca "sümme ca'eküm rasu-lün -and olsun ki bir peygamber gelecek" ifadesi İle ilgileniyoruz. Çünkü burada Pey­gamberimizin bu dünyaya bütün diğer pey­gamberlerden sonra geleceğine işaret vardır. Sümme edatı bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu edat yalnızca ertelemeyi ifade için, ya da ara vermek için kullanılır; meselâ, "insanlar bana geldi, ve sonunda Ömer geldi" ifadesi Arap dilinde herkesin geldiğini ve en son Ömer'in çıkıp geldiğini belirler.

Bundan dolayı el-nebiyyîn ifadesinden sonra sümme'nm gelmesi bütün peygamberlerin sonunda bizim peygamberimizin geleceğine işaret olmaktadır. Buna göre Allah ahid aldı­ğı peygamberlerle ilgili bir istisna ifadesi kul­lanmadığından (yani bütün peygamberlerden ezeldt Hz. Muhammed @'e inanacakları ve yardım edecekleri konusunda söz aldığından) bizim Peygamberimizin peygamberlerin so­nuncusu olduğu kesin olarak ortaya konmuş olmaktadır. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra teşriî-gayriteşriî; zıllî-büruzi veya her­hangi bir çeşit nevzuhur peygamberlik olma­yacağını daha da açığa kavuşturmaktadır.

 

Dördüncü Âyet

 

"De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın size, hepi­nize gönderdiği peygamberiyim; o Allah'ın ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur." (7: 158).

 

Beşinci Âyet

 

"Alemleri uyarmak üzere kulu Muhammed'e hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı gönderen Allah yücelerin yücesidir." (25: 1).

 

Altıncı Âyet

 

"...Seni insanlara peygamber gönderdik..." (4: 79).

 

Yedince Âyet

 

"...Kur'ân alemler için sadece bir öğüttür..." (12: 104; 38: 87; 81: 27).

Bu Kur'ân âyetleri Hz. Muhammed @'in bü­tün insanlara elçi olarak gönderildiğini açıkça göstermektedir. O, Araplara ve Arap olma­yanlara, doğunun ve batının bütün insanlarına gönderilmiştir. Muhatap aldığı kitle onun devrinde yaşamış ya da kıyamete kadar yaşa­yacak olan herkestir. Bu konuda Hz. Muham­med @ şöyle buyurmuştur: "Ben, yaşarken karşılaştığım kimselere ve benden sonra do­ğacak olanlara da elçi olarak gönderildim." (İbn-i Sad Tabakat'mĞa. doğrudan Ebul-Ha-san'dan rivayet etmiştir, c. VI, s. 101).

Bundan dolayı Hz. Muhammed @'in bütün insanlara, bütün kavimlere ve topluluklara gönderildiği çok açıktır. Önceki peygamber­ler kendi toplumlarına, kavimlerine veya ırk­larına ya da belirli kasaba, şehir ve bölgelere gönderilirlerdi. Halbuki Hz. Muhammed @ kendi d jvrinden kıyamete kadar bu dünyadan gelip geçen her türlü mahlukata gönderilmiş­tir. Öncekilerin peygamberliği ve şahsî vazi­feleri ölümleri ile birlikte sona ererdi. Halbu­ki Hz. Muhammed @'e yalnızca ona has olan ilâhi nimetler bahşedilmiştir. O bunların altı­sından söz etmiştir ki, en önemlisi, risaletinin bütün insanlara yönelik oluşudur. Bundan do­layı Hz. Muhammed @'in peygamberliği kendi devrindeki ve sonraki nesillerdeki her­kes için geçerlidir. Bu durum Sahih-i Müslim ve Buharfdoki rivayetlerle de delillendiril-miştir.

Böylece, Hz. Muhammed @'in nübüvvet ve risaletinin evrensel bir şümulü olduğu, hiç bir kavim, topluluk ve hiç bir devir ve bölgenin onun tebliğ vazifesinin dışında kalmadığı or­taya konuldu. Bu tebliğin Kıyamet Gününe kadar geçerli olduğu da anlatıldı. O halde Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygambe­rin vazifelendirilmesi onun bu Özgün konu­muna zarar vermiş olmaz mı? Bu peygambe­rin tebliğini kabul eden ümmet ise peygam­berimizin değil onun adıyla anılmaya başlar. Ama Hz. İsa Hz. Muhammed @'e peygam­berlik verilmeden bu sıfata nail olduğu için onun dünyanın son günlerinde yeniden zuhur edecek olması Hz. Peygamber @'in peygam­berlerin sonuncusu olma özelliğine bir zarar vermez ve bununla çelişmez.

Yukarıdaki bütün âyetler Hz. Muhammed @'in son peygamber oluşunun kesin delilleri­dir. Şimdi dördüncü âyetin tefsiri olarak İbn-i Kesîr'İn tefsirinden yapılan şu alıntıyı aktara­lım (c. V, s. 253): Peygamberimizin hâtime'n-nebİyyîn olması ve bütün insanlığa tebliğde bulunan tek kişi olması ona has özel­lik ve faziletlerdendir... Kur'ân'da bu görüşü destekleyen sayısız âyet vardır. Bu konu ile ilgili hadislerde burada dercedilemeyecek ka­dar çoktur. Hz. Muhammed @'in istisnasız bütün insanlığa peygamber olarak gönderildi­ği fikri İslâm dinini teşkil eden en önemli iman kurallarından biridir."

Peygamberlere verilene inandık, onları birbi­rinden ayırdetmeyiz, biz O'na teslim olanla­rız!'de." (3: 84).

Yine şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ı ve pey­gamberlerini inkâr eden, Allah ile peygam­berleri arasını ayırmak isteyen 'bir kısmına inanır, bir kısmım inkâr ederiz' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır." (4: 150).

Bu âyetler Allah'ın peygamberlerine ayrım gözetmeksizin inanmayan kimsenin mümin olamıyacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bir insanın bütün peygamberlere inanıp farzları yerine getirdiği halde tek bir peygamberi inkâr etmesinin onun bütün iyi amellerini yok ettiği ve imanının (Allah katında) geçerli ol­madığı, bu kişinin yerinin ebediyen Cehen­nem olduğu konusunda ümmetin icmaı var­dır. Bundan dolayı Önceki peygamberler ken­dilerinden sonra gelecek peygambere de itaat etmeleri için halklarım mütemadiyen uyar­mışlardır. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra, teşriî veya zılli-büruzî gibi, hangi çeşitten olursa olsun, bir başka peygamberin zuhur et­me ihtimali olsaydı Hz. Muhammed @ üm­metini uyarırdı. Ümmetine selâmetlerinin kendisinden sonra gelecek olan peygambere iman etmelerine bağlı olduğunu söylerdi. Çünkü, yeni bir peygamber gelecek olması durumunda, bir kimse bu yeni peygambere de sadakatle bağlanmadan, yalnızca bizim peygamberimizin sünnetine en samimi duy­gularla bağlı kalsa ve ona canı gönülden inansa bile cennete girmeye hak kazanamaz­dı. Kur'ân'a baştan sona uysa ve peygamberi­mizin sünnetine tamamen bağlı olsa bile yeni peygambere bağlamadan kimse kendisini Cehennem azabından kurtaramazdı. Yani bu ye­ni peygamberin çıkışından sonra, bütün in­sanlık peygamberimizin rehberliğinden fay­dalanmayı terkederdi. Ve Peygamberin şefaa­ti vasıtasıyla selamet kapısının açılması mümkün olmazdı ve "insanlığa rahmet" ola­rak anılan bir kimse günahların affına yar­dımcı olma konusunda çaresiz kalırdı. Böyle bir şeyden Allah'ı sığınırız!

Kendi şeriatına bağlanmanın selâmete erdir­meye yetmediği bir kişi halâ "insanlığa rah met" olarak kabul edilebilir mi? Bundan do layı, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamberin zuhur etme ihtimalini öneren bir kişinin gerçekte Hz. Muhammed @'i aşa^ ğıladığı ve Kur'ân'ın hakikatini İnkâr ettiği kesin olarak ispatlanmış olur. Diğer bir ifa, deyle bu kişi "insanlığa rahmet" olan bir kişi­yi küçümsüyor demektir ki bu çok ağır bir suçtur.

Açıklama: Mİrzâîler büyük Deccal'İ öldür­mek için bir peygamber gerekli olduğunda İs-railoğuHarından bir peygamberin ihtiyaç za­manında tekrar yeryüzüne gönderilmesinden ziyade, bu ümmetin içinden çıkan bir peygamber tarafından bu vazifenin yerine getiril­mesinin daha uygun olacağı şeklinde itirazlar yükseltmektedirler.

Ancak daha Önce bu konu ile ilgili olarak yaptığımız inceleme gözönünde bulundurul­duğunda, böyle bir peygamberin bu ümmetin içinden değil de, daha Önceki ümmetler için­den çıkmış ve İslâm ümmetinin zaten inan­mış bulunduğu bir peygamber olmasının da­ha uygun olacağı kolaylıkla anlaşılır. Bizim peygamberimizden sonra yeni bir peygamber gelmesi durumunda, ümmetin, Hz. Muham­med @'in sünnetine uyma zorunluluğunun kalkacağı ve bu yeni peygambere inanmak ve onun getirdiği emirlere uymak zorunda kala­cağı daha önce açıklanmıştı. Bu durum ise Hz. Muhammed @'in bütün peygamberlerin önderi olduğu görüşünü çürütmektedir. Diğer yandan, Hz. Muhammed @'in ümmeti Hz. İsa'ya zaten inanmaktadır ve Kur'ân İsa'nın bir nebi ve rasûl olduğunu açıkça beyan et­miştir. Bundan dolayı İsa peygamber, Hz. Muhammed @'den sonra yeryüzüne gönde­rildiğinde ümmetin konumunda herhangi bir kısıtlama veya değişiklik sözkonusu olmaya­caktır.

 

On İkinci Ayet

 

"Doğru yol apaçık kendisine belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananlardan başkasının yoluna uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." (4: 115).

Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir pey­gamber gelmesi söz konusu olmuş olsaydı iki alternatifin bulunacağı akılda bulundurulma­lıdır: Ya bu yeni peygamber yukarıdaki âyette zikredildiği üzere inananların yoluna uyacaktı; ya da peygamberliğine güvenerek insanlığı kendi yoluna ve şeriatına çağıracak­tı.

Birinci durumda bir terslik sözkonusu olur. Çünkü peygamberler başkalarının arzusuna uymadan yalnızca kendi şeriatlarına davette bulunurlar. Çünkü Kur'ân: "Biz her peygam­beri ancak Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik." (4; 64) buyurmaktadır.

Ve yine Kur'ân'da "...Eğer o birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz kötü duruma düşerdiniz..." (49: 7) buyurulmaktadır.

Ayrıca Allah'ın bir peygamberi, dünyaya gel­diğinde birinci şık gerçekleşip müminlerin yoluna uysa yine iki alternatif olacaktır. Bi­rincisi, müminlerin yolu hata ve dalalet yolu­dur. İkincisi, tek sırât-ı müstakim olan Al­lah'a ulaşan doğru yoldur. Birinci durumda, hiç bir Müslüman veya akl-ı selim sahibi kimse bu görüşü kabul edemez. Çünkü bu durumda -Allah korusun- Kur'ân'ın insanları hata ve dalalet yoluna çağırdığı varsayılır. Yine, Allah'ın rasûllerinin insanları sırât-ı mustakîm'e davet etmeye gönderilmişken kendilerinin kötü insanların yolundan gitmesi Çok gülünç bir olay olurdu.

 durumda ise, peygamberliğin zuhuru ve varlığı faydasız ve amaçsız olurdu. Çünkü Peygamber yalnızca Allah'ın kulları dalalete düştükleri zaman onları sırât-ı mustakîm'e davet etmek için gelir.

9imdi müminlerin yolu sırât-ı müstakim olduğuna ve Allah dünyadaki bütün insanlara Kıyamet Gününe kadar bu yolu takip etmele­rini öğütlediğine ve insanları daima bu yolu terketmemeleri konusunda uyardığına göre, o halde niçin yeni bir peygamber gönderme ih­tiyacı hasıl olsun ve niçin yeni ve garip pey­gamberlik sınıflan icat edilsin?

Hz. İsa'nın dünyanın son günlerinde zuhur edecek olmasına gelince, buna itiraz edile­mez. Çünkü, tekrar zuhurundan sonra bile Hz. İsa eski peygamberliğini devam ettire­cektir ve İsa peygamber olduğu devirde yal­nızca İsrailoğullarına peygamber olarak gel­diğinden "İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi" (3: 42); yeniden zuhur ettiğinde bu ümmetin (İslâm ümmetinin) peygamberi değil İmam'ı (önderi) olacaktır. (Bu Hz. İsa'nın peygamberliğinin iptal edildiği anla­mına gelmemelidir. Onun bu ümmete gelişi bir bölge valisinin bir başka bölgeyi ziyareti­ne benzer. Ziyarete giden ziyaret ettiği bölge­nin valisi olamaz ama kendi bölgesindeki va­lilik sıfatını da kaybetmiş olmaz.) Bu durum Hz. Muhammed @'in hadislerinde ele alın­mıştır. İsa bu ümmete İmam olarak gökyü­zünden indiğinde onun yeniden zuhuruna hiçbir itiraz olmayacaktır.

 

Onüçüncü Âyet

 

"(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 13-14).

Burada sonrakilerden olan ümmetten kasıt, bu ümmetin son ümmet olduğu ve Hz. Mu­hammed @'den sonra yeni bir peygamber ve bu peygamberi takip edecek yeni bir ümmet gelmeyecek olmasıdır. Büyük müfessir İbn-i Cerir Taberî bu âyeti şöyle açıklamaktadır: "Allah Teâlâ önceki ümmetlerin sayısının Muhammed @ ümmetine nazaran daha fazla olacağım bildirmiştir. Ümmetlerin sonuncusu olduklarından Muhammed ümmeti 'sonraki­ler' olarak tanımlanmıştır." (İbn-İ Cerir, c. XXVII, s. 79).

Bu da âhirûn ile Muhammed ümmetinin kas­tedildiğini göstermektedir.

 

Ondördüncü Âyet

 

"Onların bir çoğu eski ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 39-40).

Burada âhirûn, Muhammed ümmetidir ve bu da peygamberliğin sona erdiğinin kesin beya­nıdır. Bu âyetin nasıl nazil olduğunu anlatan hadisi nakletmek bu konuda yeterli olacaktır.

İlk âyette (13. âyet) eski ümmetlerden öncü olarak Cennet'e gireceklerin sayısının Mu­hammed @ ümmetininkilere nazaran daha fazla olacağı bildirilince ashab üzülmüştü. Onları teselli etmek için sağcı olarak cennete gideceklerin sayısının ise eşit olacağım bildi­ren 14. âyet nazil oldu. (İbn-i Kesîr).

Abdullah ibn-i Mesud bu âyeti izah etmiş ve konu ile ilgili uzunca bir hadis rivayet etmiş­tir: Rasûlullah: (Cennetteki) insanların yansı sizler olacaksınız! buyurdu. Bunun abartılı olabileceğini düşünüyorduk ki, (Hz. Peygam­ber) şu âyeti okudu: "Onların bir çoğu eski ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir (âhirûn)." (56: 39-40). (İbn-i Cerir, c. XXVII, s. 98).

Benzer bir hadisi de Katade rivayet etmiştir.

İmam Hasan bu âyeti açıklarken; "onların bü­yük kısmı eski ümmetlerden ve büyük kısmı da sonrakilerdendir (yani Muhammed @ ürn-metindendir)" demiştir. (İbn-i Cerir c XXVII, s. 98).

İbn-i Cerir Taberî bu âyeti şöyle izah etmek­tedir: "Bir çoğu eski ümmetlerden" ifadesi, Hz. Muhammed @ ümmetinden önce yaşa­mış büyük bir topluluk anlamına gelmektedir. "Bİr çoğu da sonrakilerden" ifadesi burada Muhammed ümmeti anlamına gelmektedir. Aynı görüş müfessirler tarafından savunul­muştur. (İbn-i Cerir, a.g.e.).

Kısaca her iki âyette de Muhammed ümme­tinden âhirûn olarak sözedilmiştir. Bu ise, bizim Peygamberimizin peygamberlerin so­nuncusu ve ümmetinin de ümmetlerin sonun­cusu olduğunu ortaya koyar.

 

Onbeşinci Âyet

 

"Daha önceki toplulukları yok etmedik mi? Sonra da, arkalarından gelenleri onlara kata­cağız." (77: 16-17).

Bu âyette evvelin önceki milletlerin inanma­yanlarım anlatır; âhirûn ise bu ümmeti kaste­der. Bu da Muhammed ümmetinin ümmetle­rin sonuncusu olduğunu gösterir. (İbn-i Ke­sir, Tefsir, c. VIII, s. 293).

Evvelin kelimesi Hz. Muhammed @'den ön­ce yaşayan bütün kâfirleri kapsamaktadır. Sümme nutbi uhum el-âhirîn ise istinaf yo­luyla "bunu yakında yapacağız ve sonrakile­rin Öncekilere halef olmasına neden olacağız" demektir.

Aynı görüş Câmiü'l-Beyân adlı tefsirde de nakledilmektedir. Buna göre, âhirûn Mu­hammed ümmetidir ve bu da bu ümmetin ümmetlerin sonuncusu olduğunu gösterir.

 

Onaltıncı Âyet

 

"Ey iman edenler, size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın; ama Kur'ân in­dirildiği esnada sorarsanız, size açıklanır..." 0; 101). "Onlar" haram-helâlle ilgili konu­lardır ve âyette bu konuların "Kur'ân indiri­lirken sorulması" gibi bir kısıtlama getirilme­si Kur'ân'ın nüzulünden sonra haramı-helâli belirleyecek başka bir vahiy kaynağı kalma­yacağına işarettir.

Bağdat'h Mahmud el-Alûsî Ruhü'l-Meâni adlı eserinde şöyle demektedir: "Kur'ân size indirilirken" kısıtlaması, tubdelekûm (size bildirilimde bildirilecek olanın vahiy vasıta­sıyla bildirileceği anlamına gelir.

Bu âyet Kur'ân'ın indirildiği devirden sonra vahyin sona ereceğinin açık delilidir. Bunun doğurduğu gerekli sonuç ise nübüvvetin sona erişi demektir (çünkü vahiy ve nübüvvet el eledir).

 

Onyedinci Âyet

 

"...dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönde­ren Allah'tır." (9: 33).

 

Onsekizinci Âyet

 

"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere pey­gamberini hidayetle ve gerçek din ile gönde­ren O'dur. Şahit olarak Allah yeter" (48: 28).

 

Ondokuzuncu Âyet

 

"Müşrikler istemese de, dinini bütün dinler­den üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur." (61: 9).

Kur'ân'daki bu üç âyet birbirine benzer olup, Allah Teâlâ burada Hz. Peygamber'i hak dini diğer dinlerden üstün kılmak üzere doğru yol ile gönderdiğini anlatmaktadır. Tabiîdir ki bir din bütün diğer dinlerden üstün tutuluyorsa, o dini getiren peygamber peygamberlerin so­nuncusu olur. Bu da Hz. Muhammed @'in bütün dinler zuhur ettikten sonra ortaya çıktı­ğının ve bütün diğer peygamberlerin yeryü­zündeki vazifelerini tamamladığının ispatıdır. Bundan böyle vahye dayalı bir din gelmeye­cektir.

 

Yirminci Âyet

 

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Pey-gamber'e ve sizden olan ulü'l-emre (idareci­lere) de itaat edin..." (4: 59).

Müfessirler genelde ulü'l-emr ifadesiyle İslâm'ın ve İslâm devletinin yöneticilerinin kastedildiğini ifade etmektedirler. Bazı mü­fessirler buna büyük müçtehidleri de dahil et­mektedir. Bu âyet Müslümanlara Allah'a ve Peygamberine itaat etmelerini ve daha sonra Peygamberin halifelerine, iktidar sahiplerine ve âlimlere itaati emretmektedir. Burada hâtmü'n-nübüvvet'e iki değişik yolla delil bu­lunabilir:

Birincisi, kâinatın yaratıcısı Allah, Peygam­berimizi ve ona itaati (bütün önceki peygam­berlere iman etmenin de Peygamberimize ita­atin bir parçası olduğu unutulmamalıdır) kur­tuluş vesilesi yapmıştır. Şefaat ancak buna bağlıdır. Halbuki, İslâm ümmetine Hz. Mu­hammed @'den sonra yeni bir peygamber da­ha gelecek olsa ümmetin ona inanması zaruri ve kurtuluş için ona itaat etmek bir ön-şarttır. Her İnsanın kurtuluşunun, derecesi ne olursa olsun bütün peygamberlere inanmasına bağlı olduğu daha önce zikredilmişti.

Ancak nihai kurtuluş bizim Peygamberimiz'e itaata bağlı olup, şefaate nail olmak için bu itaat yeterlidir. Bu da hiçbir türden peygam­berin Hz. Muhammed @'den sonra gelmeye­cek olduğunun delilidir. Aksi taktirde Allah bir peygamber gönderip de ona itaatin şart ol­maması mümkün değildir. Kur'ân "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle itaat olun­ması için gönderdik" buyurmaktadır.

Şimdi bütün diğer peygamberlere de İtaat şart olduğu halde âyette, itaatin yalnızca Hz. Mu­hammed @'e has kılınması peygamberliğin Hz. Muhammed @ ile birlikte sona ermesini gerektirir.

İkincisi, bu âyet ümmetin ulü'l-emre, yani halifelere ve âlimlere itaatini de açıkça şart koşmaktadır. Akıl sahibi kimseler bu âyetin üzerinde tefekkür etmelidir. Bir şeriat ile gönderilmiş olsun olmasın veya Mirza'nın deyimiyle teşriî ya da gayriteşriî; zilli veya bürûzî herhangi bir peygamber Peygamberi­mizden sonra zuhur edecek olsaydı ümmete ulü'l-emre itaat yerine, bu yeni peygambere itaat emredilirdi. Bütün Müslümanlar ve hatta Mirzâîler de bilir ki ulü'l-emrt itaat etmemek küfr'ü gerektirmez, halbuki bir peygambere itaatsizlik küfürdür ve âsi kimseyi Cehennem ateşine sokar. Bu konuda peygamberin dere­cesinin ne olduğu önemli değildir; (hepsi peygamberlikte eşit ve hepsi de büyük şahsi­yetlerdi. Böyle olmakla beraber, bazısına ve belki her birine bir üstünlük, özel bir fazilet, mümtaz bir rütbe verildiği de Kur'ân-ı Kerîm'de bildirmektedir: "İşte bu peygamber­lerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıl­dık..." [2: 253]) Mirza'nın tammlamasındaki gibi zillî veya büruzî olması da farketmez. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra herhangi bir yeni peygamber daha zuhur edecek olsay­dı Kur'ân'ın ulü'l-emr'e itaati şart koşup da bu peygambere itaat edilmesinin zaruretine dikkat çekmemesi çok garip bir olay olurdu.

Bunu açıklamak için uygun bir benzetme de yapılabilir; Kör bir insan bir kuyuya doğru ilerlemektedir ve atacağı bir sonraki adımın hayatta atacağı son adım olacağı çok iyi bi­linmektedir, fakat ufak bir karınca sürünerek gelir ve onu her an ısıracak durumdadır. Bu kör kimsenin iyi bir arkadaşı karıncayı izle­mekte ve körü sürekli karıncayı vücudundan uzaklaştırması için uyarmakla birlikte yaklaş­makta olan ölümün soğuk nefesi konusunda hiçbir uyarıda bulunmamaktadır. Zahiren iyi niyetli gibi gözüken böyle bir adamın bu kör kimsenin gerçek bir dostu olduğu söylenebi­lir mi?

Bu ümmetin içinden zıllî veya bürûzî de ol­sa, bir peygamber çıkacağı görüşünde olanlar gerçekten en kötü tahrifatı yapmaktadırlar. Bu kimseler İslâm'ın ve Müslümanların açık düşmanıdırlar.

Müslümanlar olarak, nasıl ki, başkalarının İslâm'ı hafife almalarından ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında ileri-geri sözlerinden hoşlan­mıyorsak yine bu Kitab'm en hayati meseleler dururken sıradan konularla İlgilendiği ve bü­yük tehlikeler konusunda uyarmak dururken insanların dikkatini önemsiz şeylere çektiği yollu haksız iddiaları da nefretimizi celbet-mektedir.

Bu âyet teşriî peygamberliğin sona erdiğine dair reddedilmesi mümkün olmayan bir delil­dir. Tabiî ki ümmet içinden zıllî veya bürûzî ya da herhangi bir şekilde yeni bir peygam­ber çıkmayacağına da işarettir. Bu hakikati, gözü olanlar görmeli, kulağı olanlar işitmelİ-dİr!

 

Yirmibirinci Âyet

 

"Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetle­re koyar. Kim yüz çevirirse, onu can yakıcı azaba uğratır." (48: 17).

Bu âyet ve bu neviden pek çoğu Kur'ân'da 0ievcut olup nesilden nesile gelen İslâm üm­metine selâmetlerinin ve Cennete girmelerini mümkün kılacak yolun Hz. Muhammed @'e İmandan ve itaatten geçtiğini bildirmektedir. Bu ümmet Hz. Peygamber @'den önce yaşa-mış ve zuhur etmiş peygamberlerin dışında bir peygambere iman etmek zorunda değildir. Bu hâtmü'n-nübüvvetm kesin bir dille beyan edilmesi ve bunun lehine inkârı mümkün ol­mayan bir delildir.

Bu veciz bir ifadedir. Gerektiği gibi açıklan­dığında, mânasının Hz. Muhammed @'e İman eden ve sünnetine sarılan kimselerin başka bir şart olmadan Cennette yüksek mev­kiler kazanabileceği şeklinde olduğu görüle­cektir.

Kur'ân-ı Kerîm şüphesiz hatadan uzak olup Kıyamet Gününe kadar yürürlükte kalacaktır. Hiç bir kitap onun hükmünü değiştiremez. (Mirza ve taraftarları ise Kur'ân'ın bir kaç kavramını söz ve fiilleri ile tahrif etmişlerdir. Söze gelince onun bir noktasının ya da keli­mesinin değiştirilemiyeceğini söylemektedir­ler). Allah'ın sözü nesiller boyunca Kıyamete kadar değişmeyecektir.

Hz. Muhammed @'den sonra Mirza'nın iddia ettiği gibi bürûz yoluyla da olsa bir peygam­ber gelecek olsaydı, iki alternatif olurdu: Ya Kur'ân-ı Kerim Hz. Muhammed @'e inanan, onun sünnetine sarılan kimselerin şartsız ola­rak Cennete girecekleri ve selâmetin kendile­ri için sağlanacağı vaadini yerine getirirdi; veya hayatlarını Kur'ân'ı (tahrifattan) koru­mak için feda edenlere yardım etmeyi bıraka­rak selâmet sözünü tutmazdı. Diğer bir ifa­deyle Kur'ân müminleri terkederek kendisini bırakmalarını ve selâmetleri için yeni pey­gamberi takip etmelerini söylerdi.

Ancak yeni peygamber gelmesi durumunda Kur'ân'ın ilk alternatifi gerçekleştirmeyeceği-ni müminler çok iyi bilir. Çünkü, Kur'ân bu yeni peygambere itaat etmeyi ve sünnetine sarılmayı ümmete zorunlu kılmayacak olduktan sonra bu yeni peygamber ne için gönde-rilsin? Ümmet bu yeni peygambere inanma­ya, onu takip etmeye ve ona itaat etmeye hiç­bir şekilde mecbur değilken hangi ihtiyaçtan dolayı bu peygamber gönderilmiş olsun? Öte yandan böyle bir konum ve durum yeni pey­gamber için de büyük bir imtihan olurdu: İta­ate davet ettiği İnsanlar ona itaat etmek zo­runda olmadıklarını ve yine de Cennete hak kazanacaklarını biliyorlar. Bu tabii ki zor bir durumdur.

Yine bu konum ve durum Kur'ân nasslm ve icma-i ümmet & de ters ve çelişiktir. Bütün peygamberlere inansalar da tek bir peygam­beri inkâr etseler insanların durumunun ne olacağı daha önceki sayfalarda uzun uzadıya anlatılmıştı: "Bunlar gerçekten kâfir olanlar­dır." (4: 150).

Her halükârda, şeriat insanların bu dünyaya gönderilmiş bir peygamberi reddetmelerini, ona itaat etmemeyi öngörmez; çünkü İslâm'da, kurtuluşa ermek için müminlerin en önemli vazifelerinden birisi peygamberlere iman ve itaat etmektir.

O halde, birinci alternatif yanlış olduğuna gö­re, doğrudan ikinci alternatif geçerli olacak­tır. Bir diğer ifadeyle Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği kesin­leştirilmiş olmasına rağmen (Mirza'ya göre kendisi bürûzî bir peygamberdir) bürûzî bir peygamber ortaya çıkarsa Kur'ân Hz. Mu-hammed @'e uyan müminlerin şartsız Cenne­te gideceği sözünü yerine getiremez duruma düşmüş olur. Çünkü, müminlerin selamete erişmek için yeni peygambere inanmaları şart olacaktır. Bu ise Kur'ân'm bütün âyetlerinin ilga edilmesi anlamına gelecektir. Bütün bu vak'a yalnızca icma ile kabul edilmiş İslâm ümmetinin akaidi ile değil, Mirza'nın görüş­leri ile de çelişki içinde olur. Garip bir durum husule gelmiş olur. Çünkü, İslâm âlimlerine göre Allah'ın sözünde hiçbir zaman değişik­lik olmaz. "Sünnetullahta bir değişiklik bula­mazsınız." Yoksa Allah'ın andı ile nesh ara­sında bir fark kalmaz. Önceki ilâhî kitaplarda bahsi geçen andlar da o kitapların yerine ye-nîsi gönderilmesine rağmen neshedilmemiş-tir.

Garip Bir Hikaye: Bir keresinde Mirza bir kehânette bulunmuştu ve Allah Teâlâ'nın bu­nun yerine getirileceğine söz verdiğini iddia etmişti. Daha sonra Allah, Mirza'nın iftirasını ve yalan isnadını açığa çıkartmıştı; yani Mir­za'nın kehaneti gerçekleşmemişti. Mirza'nın başına toplanan halk, "vahyine" ne olduğunu ve Allah'ın sözünün niye gerçekleşmediğini sorduklarında o şöyle bir cevap vermişti: Ey ahmak insanlar, ilâhi taahhütler daima bazı gizli ve esrarlı mülahazalar içerirler; ve bazen bu taahhütler yerine getirilmez, ama halk sözden dönüldüğünü zannedebilir.

Bu, Mirza'nın hayatındaki en gülünç hadise­lerden biridir. Mirza'nın nübüvveti böyle saç­malıklara dayandığına göre, Allah'ın pek çok yalan isnatta bulunmuş olması da haydi haydi mümkündür; meselâ Müslümanların Hz. Mu-hammed'e ve ayrıca Mirza'ya da samimi şe­kilde itaat etmeleri durumunda Cennete gire­bilecekleri iddiasında bulunabilir ve bu şartın da (Mirza'ya itaat şartı) Allah'ın sözleri ve ta­ahhütleri içinde gizli olduğunu iddia edebilir. Dini bilgiler son zamanlarda çok azalmış ol­masına rağmen, insanlar böyle aptalca ve boş' tahrifata kanacak kadar kör ve saf değildirler.

Söz ve taahütler içinde gizli şartlar olduğunun kabul edilmesi demek her yalancı ve dö­nek kimsenin yaptıklarına uygun özür bulma­sı demektir; bu gerçeği herkes görebilir. Böy­le bir durumda suçlu, verdiği sözün altında daha önceden açıklanmamış bazı gizli hikmet ve esrarlı gayeler bulunduğunu iddia edebilir.

Belirli bir vadede ödeme sözü veren kimse­den, alacaklısı vade geldiğinde bu alacağını talep edince, borcunu ödemek için yeni şart­lar öne süren veya vadeye ya da miktara iti­raz eden kimse artık dürüst ve güvenilir ka­bul edüebilr mi?

Bir başka misâl alalım. Öğle vakti saat 12.00'de güneşin henüz doğmadığını ifade eden kimse, tekzip edildiğinde ve kınandığın­da, karşılık olarak; "benim ifademde gizli bir şart vardı, o da güneşin gece saat 10.00'da doğmuş olmasıydı" dese, böyle garip ve gü­lünç şeyler söyleyen bir kişiye dürüst bir kimse gözüyle bakılabilir mi?

Böyle gizli ve esrarlı şartlara bağlı taahhütler ve diğer ifadeler yine de hakikat kabul edile-biliyorsa, hiçbir aldatıcı, yanlış söz ve taah­hüt yalan olarak tanımlanamaz denebilir. Bu taktirde "yalan" kelimesi anlamsız bir söz olacaktır. Böylece, her yalancı ve dönek Mir­za'nın icat ettiği strateji sayesinde başarıya ulaşır.

 

Yirmiikinci Âyet

 

"Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni on­lara bekçi göndermedik." (4: 80).

Bu âyette Allah Teâlâ, peygambere itaatin Allah'a itaat gibi olduğunu beyan etmektedir. Daha önce zikredildiği üzere, eğer yeni bir peygamber daha gelecek olsaydı bu yeni pey­gambere itaat etmeyen hiç kimse sâdık bir kul kabul edilmeyecekti.

 

Yirmiüçüncü Âyet

 

Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği ygamberler, sıddîklar, dosdoğru kişiler, şe-hidler ve sâlihlerle beraber olacaklardır; bun­lar ise ne güzel arkadaştırlar!" (4: 69).

Bu âyette hakiki müminlere, ancak ve ancak Allah'a ve Hz. Muhammed @'e itaat ederler­se Cennette yüksek dereceler kazanacakları sözü verilmektedir ki, bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamberin gelmeye­ceğinin açık bir delilidir. Aksi taktirde Al­lah'a yakınlık ancak bu yeni gelen peygambe­re itaat etmekle sağlanabilirdi.

Garip Bir Mantık: Bu âyet Hz. Muhammed @'in son peygamber olduğunu açıkça beyan etmektedir. Fakat o kadar gariptir ki, Mirza bu âyeti de kendi peygamberlik iddiasını des­teklemek için kullanmaktadır. Mirza'nıri. mantığı en az yukarıda zikredilen taahhüt ha­disesi kadar gülünçtür. O şu iddiada bulun­maktadır: Müslümanlar günde beş kez namaz-kılmakta ve "Bizi doğru yola, nimete erdirdi­ğin kişilerin yoluna eriştir" (1: 5) demektedir­ler. Yukarıdaki âyet (4: 69) doğrultusunda bu kimselerin peygamberler, sıddîklar ve şehid-ler olduğu anlaşılmaktadır. Bu İki âyeti bir­leştirirsek şu anlam ortaya çıkmaktadır: "Al­lah'ım, bizi peygamberlerin, sıddîkların ve şehidlerin yoluna ulaştır. Allah tabiî ki Müs­lümanların duasını kabul eder ve bunun sonu­cu olarak onları peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin yoluna eriştirir. Bu bizi Müslü­manların nebî, sıddîk ve şehid olduğu sonu­cuna götürür. Bu nedenle Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmesi kabulü mümkün olmayan bir olay değildir."

Ne mantık! -Bunun doğurduğu sonuç şudur-bır kişinin yolunu izleyen kimse o kişinin kendisi haline gelir. Peygamberlerin yolunu izleyen peygamber, sıddîklarm yolunu izle­yen sıddık ve şehidlerin yolunu izleyen şehid olur.

Buraya kısa bir yorum daha ilave edelim: Mirza'ya göre, vergi tahsildarının yolunu izleyen kimse vergi tahsildarı, sadrazamın yo­lunu izleyen sadrazam, padişahın yolunu izle­yen padişah olur. Biraz daha böyle bir mantı­ğı sürdürürsek bu yollan izleyen bir kimse günün birinde (haşa) Allah'ın .kendisi olur, çünkü Allah "insanları... Allah'ın yoluna çı­karman için...." (14: 1; 34: 6) buyurmaktadır,

Böylece Mirza'nm önerdiği kurala göre Allah Teâlâ'nın yolunu izleyen kimse (hâşâ) Allah -olur!

 

Yirmidördüncü Âyet

 

"Ey iman edenler! Allah'tan sakının, peygam­berine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat versin; yolunuzu gösteren bir nûr ihsan eyle­sin ve günahlarınızı silsin; Allah çok bağışla­yan, çok merhamet edendir." (57: 28).

Bıi âyette yine, önceki peygamberlere ve özellikle bizim peygamberimize iman etme­nin kurtuluşun kaynağı olduğu ve bu taktirde diriliş gününe kadar insanlara mağfiret sözü verildiği ifade edilmektedir. Eğer şeriatla gel­miş olsun olmasın -veya Mirza'nm tanımladı­ğı gibi zıllî veya bürûzî olsun- bir başka pey­gamber daha bizim peygamberimizden sonra gelecek olsaydı bir kurtuluş kaynağı olarak adı muhakkak zikredilmiş olurdu. Allah'ın yukarıdaki âyette hakiki müminlere Hz. Pey­gamber @'e inanmaları durumunda onları şartsız olarak affedeceği sözünü vermiş ol­ması da Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyeceğinin delilidir.

 

Yirmibeşinci Âyet

 

"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamberine iman edin. Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha Önce indirmiş olduğu Kitab'a da..." (4: 136).

Bu âyet aynı konuya ancak daha bir sarahatle İşlemektedir. Burada müminlerin inanması istenen peygamber yalnızca Hz. Muhammed @'dir. Eğer başka bir peygamber ondan sonra gelecek olsaydı bu durum Allah'ın değişmez ve hatasız kitabında mutlaka zikredilirdi. Al­lah bu âyette ayrıca müminlerin daha Önce indirilen ilâhi kitaplara ve Hz. Muhammed @'e indirilen vahye de inanmalarını istemiş­tir. Bunlardan başka bir vahye inanmalarını talep etmemiştir.

 

Yirmialtıncı Âyet

 

"Peygamber ve müminler, ona Rabbinden in­dirilene iman ettiler. Hepsi Allah'a, melekle­rine, kitablarına ve O'nun peygamberlerine, 'peygamberleri arasında hiçbir ayırım yap­mayız' diye inandılar..." (2: 285).

Bu âyet Hz. Muhammed @'in son peygamber oluşunu iki şekilde açıklar: İlk olarak, mü­minler Hz. Muhammed @'e ve ondan önceki peygamberlere gönderilen vahye İnanmak zo­rundadırlar. Vahiy Rasûlullah @'den sonra da devam edecek olsaydı Allah müminleri bu vahiylere iman etmeyi de zorunlu tutardı. İkincisi, bu âyet müminlerin Hz. Muham-med'den önceki bütün peygamberlere arala­rında ayrım yapmadan eşit olarak inanmaları­nı istemektedir ki, bu durumda Hz. Muham­med @'den sonra gelecek olan -Mirza'ya göre bürûzî- bir peygamber Kur'ân-i Kerim'de mutlaka zikredilirdi.

 

Yirmiyedinci Âyet

 

"Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'ân'a) iman edin." (2; 41).

Bu âyette Ehl-i Kitab'a (Yahudiler) seslenil-mekte ve Vahy'in (yani Kur'ân'm) eski kitap­ları -Tevrat, İncil- tasdik ettiğinden bahsedil­mektedir. Bu âyet gelecek olan bir vahiyden söz etmemektedir.

 

Yirmisekizinci Âyet

 

"De ki: 'Allah'a, bize indirilene, İsmail'e, İs-hak'a Yakub'a ve torunlarına indirilene, Rab-leri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene iman ettik; onların hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz ancak, O'na içten bo­yun eğmiş müslümanlanz!" (3: 84).

Bu âyet bütün peygamberlere ve onlara indi­rilen vahye müminlerin inanmasının farz ol­duğunu açıklamaktadır. Yine "onları birbirin­den ayirdetmeyİz" derken hüküm bir kere da­ha vurgulanmaktadır. Diğer yandan mümin­lerden Hz. Muhammed @'e gönderilen vahye de inanmaları istenmekte ve yeni ve daha sonra gelecek olan başka bir vahiyden söz e-dilmemektedir. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir vahiy gönderilmeyeceğinin açıkça beyan edilişi demektir. Aksi taktirde böyle bir vahiyden söz etmek gerekli olurdu.

Burada, özellikle dikkat edilmesi gerekli iki kelime mevcuttur -"verilene" (edilgen geçmiş zaman) ve istiğrak (kapsama) lam'ı ile ifade edilen "peygamberler". Bu kelimeler, muha­tap kitlenin kendilerine İlâhi Kitap veya Sahi-fe verilmiş bütün peygamberler olduğunu göstermektedir. Ve artık hiçbir yeni nebevi vahiy gönderilmeyecektir.

 

Yirmidokuzuncu Ayet

 

"(Ey Muhammedi) Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarım id­dia edenleri görmüyor musun?..." (4: 60).

Ru âyette de yine Hz. Peygamber'e ve daha Öncekilere iman edilmesinden bahsedilmek­tedir. Daha sonraki vahiyden bir bahis açıl­mamaktadır. "Senden önceki" ifadesi yeni bir vahyin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır.

 

Otuzuncu Ayet

 

"Allah'a iman edip iyi işlerde bulunan ve Muhammed'e, Rabbi tarafından bir gerçek olarak indirilene inananların kötülüklerini Al­lah örter ve durumlarını düzeltir." (47: 2).

Bu âyette, Hz. Muhammed @'e gönderilen vahye inananlara yapılan bir taahhüt açık ifa­delerle görülmektedir. Bu taahhütte her ne tarzda olursa olsun gelecek yeni bir peygam­bere iman gibi bir şart gözükmemektedir. Bu Hz. Peygamber @'den sonra yeni bir pey­gamber gelmeyeceğinin açık ispatıdır. Aksi taktirde bu âyet diğer bir âyetle neshedilirdi.

 

Otuzbirinci Âyet

 

"Ey insanlar! Peygamber Rabbinizden size gerçekle geldi; o halde iman edin, bu sizin için daha hayırlıdır." (4: 170).

Bu âyette bütün insanlığa seslenilmekte ve evrensel bir nübüvvete atıfta bulunulmakta­dır; bu durum nübüvvetin sona erdiğini gös­terir. Yine yalnızca ve yalnızca Hz. Muham­med @'e iman etmenin bütün insanlık için kurtuluş kaynağı olduğu vurgulanmaktadır. Bu Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyeceği ve sonraki (yalancı) peygamberlere inanmak gerekmeyeceği anla-mma gelmektedir.

 

Otuzikinci Âyet

 

"Ey insanlar! Rabbinizden size açık bir delil geldi, size apaçık bir nûr da indirdik. Allah'a iman edip O'nun hükümlerine sımsıkı sarılan­lara gelince, Allah onları kendi katından bir rahmete girdirecek, bol nimetine kavuştura­cak ve onları kendisine giden doğru yola çı­karacaktır." (4: 174-175).

Bu- âyetler de nübüvvetin sona erdiğim iki şe­kilde ispatlamaktadır. Birincisi, peygamberi­mizin tebliğinin evrensel olduğunu ve kıya­met gününe kadar gelecek olan nesillerin Hz. Peygamber @'e iman etmelerinin zorunlu ol­duğunu beyan eder. Diğer bir ifadeyle Hz. Muhammed @'in nurunun Diriliş Gününe ka­dar parlayıp ışık saçmaya devam edeceği -ve başka zayıf nübüvvet mumlarının ışığına ihti­yaç duymadığı anlatılır.

İkincisi, bu âyet de yine insanlara bir taahhüt­te bulunur -bir kurtuluş taahhüdü, bir saadet taahhüdü, Cennet ve nimet taahhüdü-, bunun şartı ise Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e iman etmektir. Bu şart da Hz. Muhammed @'den başka peygamber gelmemesini gerektirir.

 

Otuzüçüncü Ayet

 

"...Doğrusu size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir Kitab gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir..." (5: 15-16).

Bu âyet, daha önce zikredilen bütün âyetler gibi, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy gelmiyeceğini açıkça beyan etmektedir. Bu beyan doğru yo­la erişmek ve Cennete girmek için Hz. Pey-gamber'e ve Kur'ân'a İman etmenin yeterli olacağını göstermektedir. Bu âyet her nevi peygamberliğin ebediyen sona erdiğini ortaya koymaktadır.

 

Otuzdördüncü Âyet

 

"...Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır; onu muttakilere, zekat verecek olanlara ve âyetlerimize devamlı iman edecek olanlara vereceğim; onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları Rasûle, o okuyup yazma bilmeyen Peygambere uyacaklar..." (7: 156-157).

Daha önce meali verilen âyetler gibi, bu âyet de gelecek başka yeni bir peygamberi zikret­meden yalnızca Hz. Muhammed @'e iman et­menin af ve Cennet'e girmek için gerekli ol­duğunu ifade etmektedir. Eğer yeni bir pey­gamber -veya Mirza'nın dediği gibi bürûzî peygamber- gelecek olsaydı Kur'ân-ı Kerîm-'in taahhüdü yerine gelmemiş olurdu.

 

Otuzbeşinci Âyet

 

"...İşte ona (Peygambere) iman edecek olan­lar, ona hürmet ve yardımda bulunacak olan­lar ve onunla birlikte indirilen nura uyanlar, işte emellerine ulaşacak olanlar ancak onlar­dır!'buyurdu." (7: 157).

Bu âyet de bizim Hz. Muhammed @'den son­ra peygamberliğin devam etmediğini ispat et­mektedir. Her kim ki ona iman eder ve daha sonra peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanla­rı reddederse saadete erecektir.

 

Otuzaltıncı Ayet

 

"...Öyle ise Allah'a ve ümmî peygamber olan Rasûlüne -ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin; ona uyun ki doğru yolu bu­laşınız." (7: 158).

Bu âyet de benzer olarak nübüvvetin sona er­diğine delildir.

 

Otuzyedinci Âyet

 

"Ey iman edenler! Allah'a ve peygamberine itaat edin.." (8: 20).

Önceki âyetler gibi bu âyet de hâtmü'n-nübüvvete delil teşkil eder.

 

Otuzsekizinci Âyet

 

"Ey iman edenler! Allah ve peygamberi sizi hayat verecek şeye çağırdığı zaman icabet edin!" (8: 24).

 

Otuzdokuzuncu Âyet

 

"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider..." (8: 46).

 

Kırkıncı Âyet

 

"Ey Peygamber! Allah'ın yardımı sana ve sa­na uyan müminlere yeter!" (8: 64).

Bu âyette de kurtuluşun tek yolunun Hz. Mu­hammed @'in yoluna uymak olduğu zikredil­mektedir. Bu nübüvvetin sona erdiğinin açık delilidir.

 

Kırkbirinci Âyet

 

"Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirle­rinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötü­lükten akkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat eder1er. ݧte onlara Allah rahmet edecektir..." (9: 7D-

pu âyet de daha önce zikredilen âyetlerle an­lam ve gaye bakımından uyum içindedir.

 

Kırkikinci Âyet

 

"Öyleyse Allah'a, Peygamberine ve indirdiği­miz nura, Kur'âna inanın; Allah işledikleri­nizden haberdardır." (64: 8)

Bu âyette de yine Hz. Muhammed @'den sonra gelen bir peygambere inanmanın kurtu­luşa ermede bir vasıta olduğuna dair hiçbir şey yoktur. Daha ziyade Hz. Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e inanmak kurtuluş için ye­terli sayılmaktadır.

 

Kirküçüncü Âyet

 

"Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azab-dan kurtaracak, kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanır, malları­nız ve canlarınızla Allah yolunda cihad eder­siniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha ha­yırlıdır." (61: 10-11).

Bu âyette müminlere kazançlı bir ticaret yolu gösterilmektedir. Bu yol Allah'a ve peygam­berine iman etmektir. Kurtuluşun garantisi budur. Daha sonra gelecek zılîî, bürûzî veya başka bir çeşit peygamberle ilgili bir kayıt içermemektedir. Hz. Muhammed @'den son­ra yeni bir peygamber gönderileceği fikri doğru olsaydı, bu âyette verilen taahhüt yeni peygambere itaat etmeden gerçekleşemezdi.

 

Kırkdördüncü Âyet

 

"Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Sizi, üzerin­de tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden sarfedin. Sizden iman edip de (Allah rızası için) harca­yan kimselere büyük mükâfat vardır." (57: 7).

Bu âyet de, anlamı ve hâtmü'n-nübüvvet'e delil olması itibariyle zikredilen önceki âyetlere benzemektedir. Çünkü bu şekilde mükâfat taahhüdü Hz. Muhammed @ ile bir­likte yeni bir peygambere iman şartını içer­memektedir. Peygamberin teşriî veya gayri-teşriî, zıllî veya bürûzî olması bu bakımdan fark etmemektedir.

 

Kırkbeşinci Âyet

 

"Ümmîlere kendi aralarından onlara âyetle­rini okuyan, onlan arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Odur. Onlar, bundan önce apaçık bir sa­pıklık içindeydiler. Onlardan henüz kendi­lerine katılmamış olan diğer insanlara da (kitap ve hikmeti öğretmek üzere) onu gönderen Allah azîzdir, hakimdir." (62: 2-3).

Âyet mealindeki siyah puntoya dikkat edil­melidir. Bu âyet açıkça Hz. Peygamber @'in kendi devrindeki ve daha sonra gelecek nesil-lerdeki tüm insanların peygamberi olduğunu belirtmektedir.

İbn-i Kesîr bununla ilgili olarak Ebu Hurey-re'den rivayetle Buhari'âe nakledilen bir ha­disi zikretmiştir: "Bu hadis bu sûrenin (Cu­ma sûresi) Medine'de indirildiğinin kesin de­lilidir. Bu hadis ayrıca bizim peygamberimi­zin gelecekteki bütün insanlık için rasûl ve nebî olarak gönderildiğini de göstermektedir.

Çünkü bu sûrenin kelimeleri (ve âhirûne minküm) 'İran halkı' olarak yorumlanmıştır. Hz. Muhammed @ bu yüzden İran'a, Bi­zans'a ve diğer topluluklara, onları Allah'a ve Kur'ân'a uymaya davet eden mektuplarla bir­likte elçiler göndermiştir. Mücahid ve bir kaç diğer müfessir ise bu ifadeyi Hz. Muhammed @'e iman eden Arap olmayan kimseler olarak tefsir etmişlerdir."

Yine İmam İbn-i Kesîr, İbn-i Ebî Hatim'in Sehl b.Sa'd es-Sâ'İdî'den rivayet ettiği bir ha­disten naklen Hz. Peygamber'in bu âyeti tef­sir ederken şöyle buyurduğunu yazmıştır: "Ümmetimden nesilden nesile, hem erkek ve hem kadınlardan, hesaba çekilmeksizin Cen­nete giren kimseler gelecektir. (Daha sonra Rasûlullah @ 've ahirime minhum' âyetini okudu)." (İbn-i Kesîr, c. IX, s. 349).

Zikredilen âyette Hz. Muhammed (S)'in nü­büvvetinin çok kapsamlı olduğu ve Diriliş gününe kadar gelecek tüm insanları ve toplu­lukları kapsadığı kesinlikle ispatlanmaktadır. Bundan dolayı bizim Peygamberimizden son­ra hiçbir yeni peygambere ihtiyaç duyulma­maktadır.

 

Kırkaltıncı Ayet

 

"De ki: 'İşte bu, benim yolumdur. Ben de, bana uyanlar da bilerek, idrak ederek Allah'a davet ediyoruz..." (12: 108).

"Ben ve bana uyanlar" ifadesine özellikle dikkat edilmelidir. Bu ifadeden açıkça anla­şıldığı üzere insanları Allah'a ve hakikate bi­lerek çağıranlar Hz. Muhammed @, ashabı ve sünnetine sıkıca sarılan ümmetin büyük âlimlerinden başkası değildir.

İbn-i Abbas "bana uyanlar" ifadesini şöyle açıklamaktadır: "Yani, sırat-ı mustakim'de en güzel şekilde olan Muhammed @'in asha­bı." (Me' âlımü't-Tenzil).

Eğer ondan sonra yeni bir peygamber gelecek olsaydı, o'da Allah'a ve hakikate bilerek çağıran sıfatı ile anılırdı. Sıralama Hz. Peygam­ber, ashab ve ümmetin âlimleri şeklinde ya­pıldığına göre, böyle bir peygamber ya da peygamberler gelecek olsaydı öncelik sırası itibariyle Hz. Peygamber'den sonra zikredil­meleri gerekirdi. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm yal­nızca ashab ve ümmetin âlimlerinden bahset­tiğine göre, bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğinin is­patı olmaktadır.

 

Kırkyedinci Âyet

 

"Fakat onlardan İlimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen Kitab'a ve senden önce indiri­len Kitab'a inanan müminlere..." (4: 162).

 

Kırksekizinci Âyet

 

"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağırıldıkları vakit: 'İşittik, itaat ettik!' demek, ancak müminlerin sözüdür, iş­te saadete erenler onlardır." (24: 51).

 

Kırkdokuzuncu Âyet

 

"Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınanlar; işte onlar kurtu­luşa erenlerdir." (24: 52).

 

Ellinci Âyet

 

"De ki: 'Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin..." (24: 54).

 

Ellibirinci Âyet

 

"...Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulur­sunuz." (24: 54).

 

Elliikinci Âyet

 

"Namaz kılın, zekat verin, Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin." (24: 56).

 

Elliüçüncü Âyet

 

"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlüne (gönülden) inamışlardır..." (24:62).

 

Ellidördüncü Âyet

 

"Sen ancak, Kur'ân'a uyan ve görmediği hal­de Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilir-sin..."(36: 11).

 

Ellibeşinci Âyet

 

"...Senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Rasûlüne imarı etmiş kimselerdir..." (24: 62).

 

Ellialtincı Ayet

 

"...Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur."... (33:71).

Bütün bu âyetlerde Rasûlullah @'e gönderi­len vahye ve ondan önceki peygamberlere gönderilen vahye iman etmenin, Diriliş gü­nüne kadar gelecek olan dünyadaki bütün ne­sillere (rehberiyet, kurtuluş ve diğer gayeler bakımından) yeterli olduğu vurgulanmakta­dır. Bundan dolayı, mağfiret ve Cennet taah­hüdü peygamberlerin sonuncusunun sünneti­ne bağlı kalmak şartına dayandırılmıştır. Kur'ân'da verilen bir sözün asla neshedilemi-yeceği ve kıyamet gününe kadar geçerli ola­cağı da çok iyi bilinmelidir. Eğer nebevî va­hiy Hz. Muhammed @Tden sonra da devam edecekse, bu yeni vahye inanmayan bir kim­senin Cennete girmesi mümkün olur mu? Eğer mümkün olmazsa Kur'ân'ın sözü nasıl yerine getirilebilecektir?

 

Elliyedinci Ayet

 

"Hani biz peygamberlerden söz almıştık; sen­den, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Mer­yem oğlu İsa'dan da sağlam bir söz almışız­dır." (33: 7).

Bu âyette mübarek Peygamberimizin ismi bütün diğer peygamberlerden önce zikredil­mektedir. Niçin? Bunu Hz. Muhammed @ bizzat açıklamaktadır: Ebu Hureyre'den rivayetle Rasûlullah @ bu âyet (33: 7) hak­kında şöyle bir tefsirde bulunmuştur: "Ben yaratılış bakımından bütün peygamberlerin birincisiyim; nübüvvetle gönderiliş bakımın­dan ise hepsinin sonuncusuyum." (İbn-i Ke­sir, c. VIII, s. 48).

Buradan da anlaşıldığına göre bu âyet Hz. Muhammed @'in peygamberlerin ilki ve son gönderileni olduğuna ikna edici bir delildir.

 

Ellisekizinci Âyet

 

"Rabbinizden size İndirilene uyun ve O'ndan başka edindiğiniz koruyuculara uymayın! Ne de az öğüt kabul ediyorsunuz!" (7: 3).

Bu âyet, Hz. Muhammed @'e gönderilen vahyin emirlerini takip etmenin bütün insan­lık için bir zorunluluk olduğunu vurgulamak­tadır. Ayrıca, kimsenin bundan başka bir vah­yi izlemek zorunda olmadığını da vurgulamaktadır.

Şimdi buradan, Hz. Muhammed (§)'e gelen­den başka bir vahyi beklemek gerekip gerek­mediği hükmüne varılabilir. Allah insanlara Allah'tan başka bir rehber tanımamaları öğü­dünü vermektedir. Bütün bir insanlık bu âyetle açıkça Allah'tan ve Hz. Muhammed @'den başka bir rehber tanımaktan menedil-dikten sonra yeni bir peygamber gönderme­nin faydası nedir?

 

Ellidokuzuncu Ayet

 

"Muhakkak ki biz, sizden Önce nice nesilleri, peygamberleri onlara açık deliller getirdiği halde ve zulmettikleri için helak etlik. Onlar zaten iman edecek de değillerdi. İşte biz suç­lu toplulukları böyle cezalandn :rız. Sonra on­ların ardından, nasıl davranacağınızı görelim diye sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik." (10: 13-14).

Bu âyet daha Önceki toplulukların şirk koş­maları yüzünden nasıl yokedildiklerini anlat­maktadır. Daha sonra Hz. Muhammed @ ve ümmetinin nasıl önceki topluluklara halef ol­duğu açıklanmaktadır. Bu da göstermektedir ki, bu ümmet ümmetlerin sonuncusudur ve bundan dolayı dünyaya yeni bir peygamber ve İslâm ümmetinin halefi olacak yeni bir ümmet gelmeyecektir. Belki de bu yüzden Allah Teâlâ İsrailoğullanna verdiği nimetleri Kur'ân'ın pek çok yerinde zikretmiştir. Meselâ:

"Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani size aranızdan peygamberler çıkarmıştı..." (5: 20).

Ancak ''ümmetlerin en hayırlısı" olan İslâm ümmetinden hiçbir yerde bu tarzda bahsedil-memektedir. Bu ümmete daima: "O (veya Biz) sizi yeryüzüne halife kıldık (halâifü'l-arz)" şeklinde bir hitapta bulunulmaktadır (6: 165; 10: 15; 35: 37). Bu âyetler bu ümme­tin, ümmetlerin sonuncusu olduğu ve İlâhi rehberliğin en parlak ışık kaynağı olarak Hz. Muhammed @'in zuhur etmesinden sonra ümmete rehberiyet için hiç bir başka yeni yi], dıza (yani yeni peygambere) gerek olmadığ] gerçeğini aydınlatmaktadırlar.

Bu ümmetin hiçbir yönden daha önceki üm­metlerden daha aşağıda olmadığı da akılda bulundurulmalıdır. Bu ümmetin gelecek ne­silleri için nübüvvet yolu kapalı olmakla bir­likte kemâlâî-ı nübüvvet (peygamberliğe has olgunluk özellikleri) bu ümmetin büyük şah­siyetlerinin kişiliğinde ortaya çıkmaktadır. Bu gerçek Kur'ân âyetleri ve bir kaç hadisten çıkartılmıştır. Ancak peygamberlik makamı Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir insana bahsedilmeyecektir, çünkü böyle bir olay Hz. Peygamber'in sânına gölge düşürür.

Ebû Davud et-Tayâlisî Müsned'inde Abdul­lah İbn-i Abbas'tan rivayetle uzunca bir hadis nakletmektedir. Bu hadis, bir sonraki kısımda ele alınacaktır. Burada, konu ile ilgili bir kaç satın nakledilecektir:

"(Diriliş Gününde) önceki milletlerin hepsi (hayretle) şöyle diyecekler: Bu ümmetin ta­mamı neredeyse peygamber olacak gibidir." (Tayâlisî, Müsned, s. 354).

Allah her milletin daha önceki bir milletin yerine geldiğini de bildirmektedir. Önceki milletlerin bu kısır konumunu Allah Teâlâ şöyle ifade etmiştir: "Allah'ın sizi Nuh mille­tinin yerine getirdiğini... hatırlayın.'1 (7: 69); ve yine: "Allah'ın sizi Âd milleti yerine getir­diğini... hatırlayın." (17: 74).

Bu âyetlere göre bir millet diğerinin halefi olarak getirilmiştir. Meselâ Nuh milleti, Ad milleti gibi. Ama bu ümmet (Hz. Muhammed @'in yolunu benimseyenler) ümmetlerin en hayırlısıdır. Ümmet bir millet ya da toplulu­ğun değil, bütün yeryüzünün halifesi olacak­tır. Bundan dolayı bu ümmetin diğer bütün ümmetlerin halifesi olacağı ve kendisine ha­lef olarak başka bir ümmet gelmeyeceği açık ifadelerle bildirilmiştir.

 

Altmışıncı Ayet

 

« Sizi yeryüzüne vekilleri yapan ve verdik-jeriyle denemek için kiminizi kiminize dere­celerle üstün kılan O'dur..." (6: 165).

 

Altmışbirinci Ayet

 

"O, sizi biri diğerinin yerine geçen, yeryüzü­nün yöneticileri yapmıştır..." (35: 39)

Bu iki âyet de daha önceki âyetler gibi bu ümmetin, önce gelen ümmetlerin halifesi ve ümmetlerin sonuncusu olduğunu beyan et­mektedir. Bu husus şimdiye kadar tafsilatla-rıyla ele alındı. Şimdi de bu konu ile ilgili olarak Tefsîr-i Hâzin'deki ifadeleri görelim: "Ümmet-i Muhammed'i dünyadaki bütün di­ğer milletlere halife kılan Allah'tır. Çünkü, Allah bütün önceki milletleri yok etmiş ve si­zi (bu ümmeti) onların halifesi ve yeryüzü­nün vârisi kılmıştır ki, böylece siz onlardan sonra yeryüzüne yayılasmız. Bu böyledir; çünkü Hz. Muhammed @ peygamberlerin sonuncusudur ve ümmeti de ümmetlerin so­nuncusudur. " (c. II, s, 71).

Yukandaki tercümenin son cümlesine dikkat edilmelidir. Bu bizim iddiamızı ispatlamakta­dır. Nesefî'nin Tefsir-i Medarik'ini de ele ala­biliriz: "Muhammed @ peygamberlerin so­nuncusu olduğu için, ve buna dayanarak onun ümmeti dünyadaki bütün ümmetlerin halifesi olmuştur." (Medarik).

le buyurduğunu bildirmiştir: "Benim gönde­rilmemle saat (kıyamet)in gelişi böyledir (di­yerek işaret parmağı ile orta parmağını gös­terdi) [yani parmaklarını bitiştirdi]." {Müslim ve Buharı).

Bu başlık altındaki üç hadis İmam Ahmed ta­rafından MüsnedinĞe Sehl b. Sa'd, Enes ve Vehb el-Suveî'den rivayeten nakledilmiştir. İbn-i Kesir bu hadisleri tefsirine almıştır (c. IX, s. 340).

Aynı konu ile ilgili olarak Ebû Zümeyl'den rivayet edilen bir hadis şöyledir: "Son saat ile Hz. Peygamber'in dönemi, iki parmağın bir­birine yakın olduğu kadar yakındır ve Hz. Peygamber" n dönemi ile kıyamet saati ara­sında başka ,nr peygamber gelmeyecektir."

Bu hadisde, Ebû Zümeyl, Hz. Muhammed @'in huzurunda gördüğü uzun bir rüyayı an­latmış ve Hz. Muhammed @ de rüyayı yo­rumlamıştır. Bütün rüyayı ve peygamberin yorumunu burada aktarmak gerekli değildir. Biz burada yalnızca tartışılan konu ile ilgili iki cümleyi nakledeceğiz. Ebû Zümeyl rüya­sında, diğer şeylerin arasında Hz. Peygam-ber'i dişi bir deve sürerken görmüştür. Rasûlullah @: "Rüyanda beni dişi deve sü­rerken görmen, bizden sonra gelecek olan Sa-at'i (Kıyamet saatini) belirlemektedir. Ve benden sonra başka peygamber ve benim ümmetimden sonra başka Ümmet gelmeyecek.

 

Altmışikinci Âyet

 

"Saat (kıyamet) yaklaştı; ay da ikiye bölün­dü..." (54: 1). (Bu Hz. Muhammed @'in bir tnucizesidir).

Bu âyet kıyametin yaklaştığım ve bu dönem­le son saat arasında Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber gelmeyeceğini açıkla­maktadır. Bu husus, Ebû Hazm Seleme b. Dinar'dan rivayet edilen bir hadisde izah edil­miştir: Seleme b. Dînâr, Rasûlullah @'in şöytir."  (Beyhakî'nin Delâili'n-nübüvve'smd&n naklen İbn-i Kesîr, c. IX, s. 369).

 

Altmışüçüncü Âyet

 

"İnsanların hesap verme günü yaklaştı; onlar-sa gaflet içinde yüz çevirmiş durumdalar." (21: 1).

 

Altmışdördüncü Âyet

 

"Allah'ın emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin..." (16: 1).

Büyük müfessirler genellikle "Allah'ın emri­nin" kıyamet saati anlamına geldiğini düşün­müşlerdir. Bundan dolayı Hz. Muhammed @'den başka bir peygamber kıyamet gününe dek dünyaya gelecek değildir.

 

Altmişbeşinci Âyet

 

"Allah, sana da senden öncekilere de şöylece vahyeder..."(42: 3).

Kur'ân-ı Kerîm bu meseleyi pek çok âyette ele almış ve kesin olarak hükme bağlamıştır. Daha önce üçüncü ve yedinci âyet başlıkları altında konu ayrıntılı şekilde ele alınmıştı. Bundan dolayı, Allah'ın bütün peygamberle­rinin aynı derecede hürmete lâyık olduğunu hatırlatarak bu hususa dikkatlerini çekmek is­tiyoruz. Onlar söz konusu ise onların tebliğ­leri saadet getirir: ve gelecek nesiller bu teb­liğlerde öğüt ve hikmet bulurlar. Bunun için onların kıssa, hâdise ve gayretleri büyük bir dikkatle incelenmelidir. Kur'ân'm açıkladığı kadarıyla bu kıssalar daima faydalı ve bir ib­rete yöneliktir.

Şimdi Hz. Muhammed @'den sonra peygam­berlik ve risaletin devam edip etmeyeceği ve vahyin kesilip kesilmeyeceği dikkatle ince­lenmelidir. Eğer yeni peygamberler gelecek­se, bu ümmet de daha önceki milletler gibi peygamberleri iki gruba ayıracaktır: Hz. Muhammed <2>'den önceki peygamberler ve ondan sonraki peygamberler. Bu durumda Kur'ân'm her iki gruptan da söz etmesi ve on­ların özelliklerini belirtmesi gerekirdi. Önce­ki kitaplar (Tevrat ve İncil) bu tarz tanımla­malarla doludur. Eğer, bir yandan eski pey­gamberler ve yüce eserleri bu ümmete Öğüt vermek için zikrediüyorsa, diğer yandan ge­lecek peygamberler de alâmetleri, âdetleri, akıbetleri, kültür ve medeniyetleri, memle­ketleri ve şeriatları ve şeriatlarının ayırıcı özellikleri itibariyle zikredilmelidir ki, insan­lar her yeni peygamberi kolaylıkla tanıyabil­sin. Kur'ân, insanların, vadedilmiş olan pey­gamberi (Hz. Muhammed @'i) kendi çocuk­larını tanıdıkları gibi kolayca tanıyabilecekle­rini açıkça beyan etmiştir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamber [Muhammedji), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler." (2: 146).

Bu kitaplar yalnızca yeni bir peygamberin geleceğini önceden bildirmekle kalmamış, bu peygambere İnanmaları ve onu izlemeleri ko­nusunda insanlara tavsiyede de bulunmuştur.

Hz. Muhammed @'den sonra da yeni pey­gamber gelecek olsaydı ve vahiy kesilmeye­cek olsaydı, bundan Kur'ân'da tıpkı geçmiş peygamberlerden bahsedildiği gibi bahsedil­mesi gerekirdi. Gelecek olan peygamberlerin ismi, dış görünüş ve alâmetleri ve alışkanlık­ları tarif edilmeliydi. Ümmet böylece bu pey­gamberleri kolaylıkla tanıyabilirdi.

Bu mesele üzerinde biraz derin düşünülünce, gelecek peygamberlerin tarifi ve tanımlanma­sının geçmiş peygamberleri tanımlamaktan daha Önemli ve gerekli olduğu sonucuna varı­lacaktır. Çünkü, geçmiş peygamberlere icmâlî olarak (toptan) iman edilmektedir ve bu peygamberlerin bütün ayrıntılarının tek tek bilinmesi zaruri değildir. Onların tebliğle­rine insanlar az-çok vâkıftırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "...Sana on­ların kimini anlattık, kimini anlatmadık..."

Bu âyet, bırakınız geçmiş peygamberlerin ümmetlerini, kendilerinden bile bazen bahse­dilmediğini göstermektedir.

Kısaca, Önceki peygamberlere icmâlen inan­mak yeterlidir. Allah'ın pek çok peygamber­ler gönderdiğini ve hepsinin hak olduğunu bilmek kâfidir. Onların alışkanlıkları, şekille­ri ve özellikleri hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak iman kapsamına girmez. Diğer yan­dan, daha sonra gelecek olan peygamberler hakkında mümkün olduğunca ayrıntılı bilgi­ler edinmeliyiz ki, böylece kurtuluşumuzun kendisine inanmaya, emir ve yasaklarına uy­maya bağlı olduğu bu peygamber(ler)i şüphe ve vesveseye yer kalmaksızın tanıyabilelim. Bu kişi(ler)nin kim olduğunu idrak edeme­den, yalnızca iman etmek kurtuluş için yeterli değildir.

Bu durumda eski peygamberlerin kıssaları mı Kur'ân'da ayrıntıları ile yer almalıdır, yoksa gelecek olan (söz konusu ise) peygamberlerin bariz özellikleri mi yazılmalıdır? meselesi kendiliğinden değerlendirilebilir. Şimdi Kur'ân'ın kesin ve açık âyetlerim İncelenerek eski peygamberlere ne kadar dikkat çekilmiş ve Muhammed @ 'den sonra gelecek peygam­berler -ümmet kendilerini tanıyabilsin diye­ne kadar tanımlanmış, zuhur etmeleri bekle­nen şartlar ve ortam ne kadar anlatılmış, o anlatılacaktır.

Mutlak bir hakikat olarak ifade edilebilir ki, Kur'ân'ın otuz cüzündeki tek bir âyette dahi, Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan bir peygamberin ismine, şekline veya özelliğine değinilmemektedir. Yine Kur'ân'ın hiç bir yennde yeni gelecek olan peygamberin şu ya da bu memlekette zuhur edeceğine dair en ufak bir ipucu yoktur. Kesinlikle belirtilebilir > "z. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber geleceğine dair en ufak bir îma yoktur.

Uıger yandan eski nebî ve rasûllerin adlan ve vazifelerinin ayrıntılarının Kur'ân'da defalarca zikredildiğini görüyoruz. Bu kıssalar muh­telif vesilelerle ve değişik ayrıntılarıyla defa­larca tekrarlanmaktadır. Meselâ, Hz. Mu­sa'nın kıssasına, Kur'ân'ın hemen her sûresinde, bazen kısaca değinilmiş ve bazen önemli ayrıntıları da zikredilmiş şekilde, rast­lanılmaktadır.

İlâhi daveti muhatap kabul edenler için son hidayet kaynağı olan bu İlâhi vahiy Hz. Mu­hammed @'den sonra yeni bir peygamber ge­leceği konusunda insanları uy armam aktadır. Halbuki böyle bir peygamber gelecek olsaydı ümmetin ona inanabilmek ve yolunu izleye­bilmek için yeni peygamberin geliş alâmetleri ve belirtileri hakkında bilgi sahibi olması gerekli ve şart olurdu. Çünkü böyle bir durumda ümmetin selâmeti buna bağlı olurdu. Ancak Kadıyanîler adına esefle belir­telim ki, Kur'ân'da buna dair bir ipucu yok­tur. Ancak eski peygamberlerin isimleri, memleketleri, kültür ve medeniyetleri kıssa­lar şeklinde Kur'ân'da defalarca zikredilmiş­tir. Halbuki önceki peygamberlerin kıssaları­nı yoğun şekilde İncelemek ümmete farz de­ğildir, îmanın aslî bir unsuru değildir. Bütün eski peygamberleri isim İsim saymadan bütü­nüyle kendilerine iman etmek yeterlidir.

Yine Hz. Muhammed @'e ve diğer peygam­berlere gönderilen vahye iman etmek ümmet için zorunlu kılınmıştır. Bu da vahyin yalnızca Hz. Muhammed @'in devri ve ondan ön­ceki devirler için söz konusu olduğunu gös­termektedir. Yani, Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyecek ve ar­tık dünyaya başka bir vahiy gönderilmeye­cektir.

Aynı fikir şu âyette zikredilmektedir: "Güçlü olan, hâkim olan Allah, sana da, senden ön­cekilere de şöyle vahyeder:.." (42: 1). Bu âyet vahyin Hz. Muhammed @'den Önceki peygamberlere de gönderilmiş olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Şurası bilhassa bahsedümeye değer ki, eğer vahy Hz. Muhammed @'den sonra da devam edecek olsaydı bu, Kur'ân'da ayrıca ve kesin olarak söz konusu edilirdi; böylece Müslü­manlar yeni peygamberin zuhuru konusuna hassas ve müteyakkız olurlar, onu tanıyıp ona iman eder ve yolunu takip edebilirlerdi.

Kur'ân'da ilâhi vahiyden ileyke (sana gönde­rilen) ve min gabîike (senden Önceki pey­gamberlere gönderilen) veya min galbü(vçya bu peygamberin döneminden Önce) ifadeleri ile birlikte bahsedilmesi Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir vahiy ve yeni bir pey­gamber gelmeyeceğinin açık bir delili olmak­tadır.

GözönÜnde tutulması gereken bir diğer nokta daha vardır. Kur'ân ebedî bir kanundur ve il­ga edilemez. Kıyamet Gününe kadar bütün insanlar ve nesiller bu kanuna tâbidir, Mirzâîlerin Kadıyanî ve Lahorî fırkaları ise zahiren buna iman etmektedir [gerçekte Ka-dıyaniler (ve Lahori'Ier) Mirza'ya ibadet et­mekte ve Mirza'ya itaat edilecek durumlarda Kur'ân'ı dikkate almamaktadırlar] ve Kur'ân'tn gelecekte yeni bir peygamber gele­ceğinden kısaca veya ayrıntılı olarak bahset­mediğini kabul etmektedirler. Bu kabul ise yeni bir peygambere ilâhi vahiy nazil olması sürecinin ebediyen ortadan kalktığım kabul anlamına gelir,   

Eğer önceki kitaplar (Tevrat ve İncil) yalnız­ca daha önceki peygamberlere ait referanslar içerseydi ve tanımlamalarım mim gabi (Mu­sa'nın veya İsa'nın zamanından önce) ile sı-nıriasalardı bu uygun olmazdı. Çünkü, bu ki­taplar belli bir dönem, belli bir kavim ve belli bir bölge için gönderilmişlerdi ve mahiyetleri İtibariyle evrensel değildiler. Gelecek bütün nesillere yol göstermek ve rehberlik etmek gibi bir vazife bu kitaplardan beklenen bir şey değildi. Yine bu yüzden gelecek olan peygamberleri ayrıntısı ile tanımlamak duru­munda değildiler.

Ama, Kur'ân kıyamet gününe kadar gelecek olan bütün nesiller için bir rehberlik ve hida­yet kaynağı, ayrıca selamet vasıtası olduğun­dan, Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamberlerin işaret ve alâmetlerini ta­nımlamak zorundaydı. Aksi taktirde Kur'ân'ın öğretisi ve rehberliği tam ve kema­le ermiş kabul edilemezdi.

Halbuki bu düşüncelerin tam aksine, eski ki­tapların gelecek peygamberlerle ilgili tanım ve tahminlerle dolu olduğu görülmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamber(ler)le ilgili böyle tanımlama ve tahminler içerme­mektedir. Yeni bir peygamber geleceğine da­ir en ufak bir ipucu dahi görememekteyiz. Diğer yandan Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde nü­büvvetin Hz. Muhammed @'den sonra de­vam etmeyeceğine dair açık deliller bulun­maktadır. Bunlardan hareketle yeni bir şeriat­la ya da şeriatsız, Mirza'nm deyimiyle zıîlî ve bürûzî hiç bir yeni peygamberin Hz. Mu­hammed @'den sonra zuhur etmeyeceğini söyleyebiliriz. Bu delillere rağmen aksini dü­şünmek İslâm'ı red ve İslâm'dan inhiraf et­mek anlamına gelir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.

Şimdi Allah'ın "min gabi (bundan önceki)" kısıtlamasını kullandığı Kur'ân âyetlerinin bazılarını inceleyelim.

Bu âyetler, eğer şeriata göre Mirzanın tanım­ladığı gayriteşriî, zilli veya bürûzî peygam­berliğin bir geçerliliği varsa, bu tarz peygamterliklerin de Hz. Muhammed @'den sonra sona erdiğinin açık delilidirler; çünkü, İslâm'da her tür ve sınıftan olan peygamber­lere iman etmek şarttır ve onları inkâr küfür demektir. Böyle bir kural mevcutken Kur'ân muhtemel herhangi bir tarz peygamberin -eayriteşriî, 21IIÎ veya bürûzî- zuhuru konu­sunda tamamen sessiz kalıyorsa bu sessizlik Hz. Muhammed @'den sonra herhangi bir ye­ni peygamberin zuhur etmeyeceğine ve böyle bir şeyin Allah katında kabul edilmeyeceğine açık bir delil teşkil etmiş olmaz mı? Bu aynı zamanda Hz. Muhammed @'den sonra nü­büvvetin devam etmeyeceğinin ilânı anlamı­na da gelmektedir.

Burada bir başka önemli mesele daha zikre­dilmelidir: Bizim peygamberimiz, ümmetini çok severdi ve onlara karşı çok müşfik ve merhametli idi. Onun bu şefkat ve merhameti gözönünde bulundurulursa, gelecekte ümme­tinin karşılaşabileceği zorluklara karşı daima yardıma hazır olacağını düşünebiliriz. O as­habını, yollarına çıkabilecek tehlikeler konu­sunda daima uyarmıştır. Gelecekte zuhur edecek fitne ve zorluklar hakkında onları bil­gilendirmiş ve böyle karışıklıkları ihdas ede­cek kimselerin tarifini yapmıştır. Bu tehlike­leri savacak olan büyük müslümanlardan da sözetmiştir. Deccall&n tarif etmiş ve onların fitne ve aldatmalarına karşı alınabilecek önle­yici tedbirleri sıralamıştır. Bu ayrıntılar sahih hadis kaynaklarında mevcuttur. Ümmete ken­dilerini başarı ve saadete götürecek yolları aydınlatacak kimseleri de bildirmiştir. "Be­nim ardımdan gelen Ebû Bekir ve Ömer gibi­leri izleyin!" buyurmuştur. (Tirmizî, İbn-i Mâce).

Bir keresinde ise şöyle buyurmuştur; "Kıya­met Gününde, her ümmet susamış olarak ge­lecektir, Ebu Bekir'i, Ömer'i, Osman'ı ve Ali'yi sevenler müstesna." (Vâsifî, d-Kebir).

Bir başka vesileyle "Hulefa-i gidinin sünne­tine sıkıca sarıhnmasını" tavsiye etmiştir. Bir diğer vesileyle "İbn-i Mesud'un sözünün din­lenmesini" önermiştir. (Tirmizî). Yine "dostum ve ashabım Zübeyr" nitelemesinde bu­lunmuştur (Buharı). "Bu ümmetin emminin Ubeyde b. Cerrah olduğunu" (Buharı ve Müslim); "Bu ümmetin en ulusunun amcası Abbas ve bu ümmetin torunlarının Hasan ve Hüseyin olduğunu" (Kcnzü't-Ummal, c. VI, s. 63). "Bu kavmin en iyisinin Abdullah İbn-i Abbas" (el-Hattabî, Kem) ve "haram ve helâli en iyi bileninin Muaz b. Cebel olduğu­nu" buyurmuştur (Kenz).

Yemenli Veyse'l-Karânî'yi (Müslim) ve Al­lah'ın, hürmetlerine binaen dünyanın varlığım sürdürdüğüne inanılan abdalları (bedîl= ebdâl) haber vermiştir. Suriye'den abdal'm gelecek olmasının Kıyamet alâmetlerinden olduğu (Mişkat, XXIII) "Suriye'den çıkaca­ğı" ' (Müsned-i Ahmed) bildirilmiştir. Her yüzyılın başında zuhur edecek olan müced-üfo/lerden de bahsetmiştir (Ebu Davud). Kı­yamet yaklaştığında zuhur edecek olan İmam Mehdi'den bahsetmiş ve onun alâmetlerini ayrıntılarına kadar tanımlamıştır (el-Örfü'l-verdi fi Ahbarü'l-Mehdi).

Kıyamet gününün yaklaştığı vakitlerde İsa İbn-i Meryem'in gökten arza ineceğini haber vermiş ve hiç kimsenin bu Mehdi'yi tanımada güçlük çekmeyeceği tarzda onun iniş alâmet ve şartlarını zikretmiştir (et-Tasrih' bima te­vatüre fi nüzulü'l-Mehdî).

İnsanlara olan merhameti, ümmeti, gelecek fitne ve meselelerden korumak için bütün bunları söylemesini sağlamışken, teşriî veya gayriteşriî ya da zıllî veya bürûzî bir pey­gamberin muhtemel zuhuru, bunun nerede, ne zaman ve hangi Özeliikler ve alâmetlerle ortaya çıkacağı konusunda tek bir söz bile söylememiştir (!) Ümmetini böyle bir pey­gambere uymaları, aksi taktirde Allah'ın ga­zabına uğrayacakları konusunda hiç uyarma­mıştır.

Halbuki kendisinden uzun süre önce peygam­berlik yapmış olan Meryem oğlu İsa'nın yeni­den zuhurundan bahsetmiştir. Kur'ân Hz. İsa ile ilgili bazı bilgiler içermektedir. Hz. Mu-hammed @ ashabına Hz. İsa'nın -daha Önce peygamberlik yapmış olmasına rağmen- pey­gamberlik sıfatı ile değil, İmam ve Allah rasûlünün halifesi sıfatı ile zuhur edeceğini bildirmiştir. Bu tıpkı başka bir eyaleti ziyare­te giden bir başkanın durumu gibidir, bu baş­kan, başkanlık sıfatını buraya ziyarette bulu-duğu için kaybetmemektedir ama bu eyalette başkanlık veya yöneticilik hükmü de yoktur.

Hz. İsa'nın kıyamet yaklaştığı zaman yeniden zuhur edeceğine dair yüz civarında hadis var­dır. Bu olay her türlü ayrıntısı, alâmeti ve öz­gün özellikleri ile tarif edilmiştir, öyle ki Me­sih'in kimliği konusunda zuhur ettiği zaman kimsenin zihninde bir şüphe ve müphemiyet kalmayacak, herkes onu kolaylıkla bilecektir.

Kısaca, bu ümmete Meryem oğîu İsa'nın zu­hurundan başka yeni bir peygamber gönderil­meyecektir. Hadislerin hiçbirinde böyle bir peygamberle ilgili bir îma ya da ipucu yok­tur. Diğer yandan Hz. Muhammed (g)'den sonra nübüvvet makamına kimsenin geçme­yeceğine dairpekçok hadîs ve âyet vardır.

Kur'ân'm imanın temel unsurlarından bahse­dilen her yerinde, Allah'ın daima Hz. Mu-hammed'e gönderdiği vahyi daha önceki pey­gamberlere gönderdiği vahiylerle birlikte zik­rettiğini görmekteyiz. Gayriteşriî, zıllî veya bürûzî başka yeni bir peygambere gönderile­cek olan vahiyle birlikte zikrettiğine İse asla rastlanılmamaktadır.

Nebevi vahyin sona erdiğine ve hâtmü'n-nübüvvete dair Kur'ân ve sünnette başka hiç­bir delil olmasaydı bile mâkul bir kimse ken­diliğinden Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber olmayacağı ve vahyin devam etmeyeceği sonucuna rahatlıkla varabilirdi. Çünkü bizim Peygamberimiz bütün insanlara gönderilmiş olup, İslâm da Allah tarafından kemâle erdirilen dinin adıdır (5: 3).

Eğer Kadıyanîlerin icat ettiği türden teşriî-gayriteşriî veya ııllî, bürûzî gibi peygamber­likler olsaydı ve bunlardan biri bile hâtemü'l-enbiya'dan sonra onun yerine gelecek olsay­dı bunun Kur'ân'da belirtilmesi gerekmez mi idi? Çünkü o taktirde böyle bir peygamberi tanımak ve ona itaat etmek ümmete vâcib olurdu. Ancak böyle bir şey söz konusu ol­madığı İçin herhangi bir bahis de geçmemiş­tir.

 

Altmışaltına Âyet

 

"Şüphesiz senden önceki ümmetlere de pey­gamberler gönderdik..." (6: 42).

 

Altmışyedinci Âyet

 

"... de ki: 'Benden önce de size peygamber­ler açık deliller ve o söylediğiniz şeyi getir­mişti..." (3: 183).

 

Altmışsekizinci Âyet

 

"Seni yalanlıyorlarsa, senden önce de delil­ler, sahİfeler ve aydınlatıcı kitap getiren pey­gamberleri de yalanlanmıştı." (3: 184).

 

Altmışdokuzuncu Âyet

 

"Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi de, o alay ettikleri şey her yandan ken­dilerini kuşatıp mahvetti." (6: 10).

 

Yetmişinci Ayet

 

"Senden önceki birçok peygamberler de ya­lanlandılar ve yardımımız gelinceye kadar yalanlanmalara ve uğradıkları eziyetlere sab­rettiler..." (6: 34).

 

Yetmişbirinci Ayet

 

"Senden önce gönderdiklerimiz de, ancak şe­hirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerdi..." (12: 109).

 

Yetmişikinci Ayet

 

"Andolsun ki, senden önce de nice peygam­berler alaya alınmıştı..." (13: 32).

 

Yetmişüçüncü Âyet

 

"Andolsun ki, senden Önce de nice peygam­berler gönderdik..." (13: 38).

 

Yetmişdördüncü Âyet

 

"Senden önce, ancak kendilerine vahyettiği­miz erkekler göndermiştik. Bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun." (16: 43).

 

Yetmişbeşinci Âyet

 

"Allah'a yemin olsun ki, senden önceki üm­metlere de peygamberler gönderdik..." (16: 63).

 

Yetmişaltıncı Âyet

 

"Sana, kendinden öncekileri doğrulayarak gönderdiğimiz Kitap, gerçeğin ta kendisi­dir..." (35: 31).

 

Yetmişyedinci Âyet

 

"Bu, senden Önce gönderdiğimiz peygamber­ler hakkındaki bir kanundur. Bizim kanunu­muzda hiçbir değişiklik bulamazsın." (17: 77).

 

Yetmişsekizinci Âyet

 

"Senden önce gönderdiğimiz her peygambe­re: 'Benden başka ilâh yoktur, şu halde bana ibadet edin!' diye vahyetmişizdir." (21: 25).

Muhakkak ki, peygamberlerin tebliğ ettikleri en aslî İman unsuru tevhiddir. Hz. Muham-med @'den sonra bir peygamber gönderile­cek olsaydı o da bu tebliğle gönderilirdi. Bu­nun içindir ki, tevhidî davet çerçevesinde geçmişteki peygamberler zikredilirken her­hangi bir tahsis ve kısıtlama getirilmemekte­dir. Ama min gablik (senden öncekiler) gibi bir tahsisin varlığı Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gönderilmeyeceği­nin kesin delilidir.

 

Yetmişdokuzuncu Âyet

 

"Biz, senden önce hiçbir rasûl ve nebî gön­dermedik ki, o, bir şey yapmak arzu ettiğin­de..." (22: 52).

 

Sekseninci Âyet

 

Azamet ve yüceliğini izhar eden "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygam­berler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılar­da dolaşırlardı..." (25: 20).

Bu âyet dikkate alınmalıdır. Hz. Muhammed @'den sonra gelecek olan peygamberler de kesinlikle yemek yerler, öyleyse niçin önceki peygamberlerle ilgili bir tahsis yapılmıştır? Çünkü, Hz. Muhammed @'den sonra başka peygamber gelmeyecektir. Bu tahsis yapıl­masa, geçmiş ve gelecek bütün peygamberler yemek yerler anlamı çıkabilirdi. Bunu önle­mek için tahsis yapılmıştır.

 

Seksenbirinci Âyet

 

"Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme); senden önceki peygamberler de yalanlanmıştır..." (35:4).

 

Seksenikinci Âyet

 

"Sana da, senden önceki peygamberlere de: 'Eğer Allah'a ortak koşarsan, muhakkak ame­lin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olur­sun!' diye vahyolunmuştu." (39: 65).

Şirkin bütün amelleri boşa çıkaran bir fiil ol­duğu muhakkaktır. Bu yalnızca önceki pey­gamberler İçin değil, gelecek bütün peygam­berler için de geçerli bir kuraldır. Burada nün gablikle tahsisde bulunulması, Hz. Mu­hammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği için bu emrin böyle biri tarafın­dan yerine getirilmesinin de söz konusu ol­madığını göstermektedir. Aksi durumda, yani böyle bir peygamber gelecek olsaydı, Allah onun şirk günahını işlemesine izin vermeye­ceğinden tahsisde bulunmazdı.

 

Seksenüçüncü Âyet

 

"...Senin İçin söylenenler, senden önceki pey­gamberler için de söylenmişti. Doğrusu Rab-bin hem bağışlayan ve hem de can yakıcı azab verendir." (41: 43).

Burada da yine ma kabl (senden öncekiler) ifadesi ile tahsis yapılmıştır. Bu da Hz. Mu­hammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini ve vahyin artık sona erdiğini ispatlamaktadır.

 

Seksendördüncü Âyet

 

"Güçlü ve hikmet sahibi olan Allah, sana da, senden Öncekilere de böyle vahyediyor." (42: 3).

Vahyin yalnızca Hz. Muhammed @'e ve da­ha önceki peygamberlere tahsis edilmesi, Hz. Muhammed @'den sonra başka yeni bir pey­gamber gelmeyeceğini açıkça göstermiyor mu? Eğer vahiy Hz. Muhammed @'den sonra zuhur edecek olan Hz. İsa'ya gelse bile, bu durum yukarıdaki genel kanuna tezat teşkil etmeyecektir; çünkü Hz. İsa da önceki pey­gamberlerdendir.

 

Seksenbeşinci Âyet

 

"Senden önce herhangi bir kasabaya gönder­diğimiz uyarıcıya..." (43: 23).

 

Seksenaltıncı Âyet

 

"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapıla­cak tanrılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" (43: 45).

Burada dikkat çeken nokta şudur: Yukarıda zikredilen Kur'ân âyetlerinde ne zaman va­hiy, nübüvvet veya risalet kavramları geçse hemen bunlar yalnızca Hz. Muhammed ve önceki peygamberlere tahsis edilmiştir. Eğer Hz. Muhammed @'den sonra bir peygamber ortaya çıkacak olsa bu Kur'ân'ın hükümleriy­le ile tezat teşkil eder ve İlahi Kitab'ın hikme­tine aykırı olur. Bundan mutlak yaratıcı olan Allah'a sığınırız!

Peygamberler zuhur edecek olsaydı ^r'ân'ın bundan ayrıntıları ile bahsetmesi, ların isimlerini, suretlerini, zuhuratlarını ve °n maketlerini bildirmesi önceki peygamber­lerden bahsetmesinden daha da lüzumlu olur­du. t.lwv ile belli bir anlam yükleme amacı güdülmeseydi bu tahsis ortadan kaldırılır ve böylece ümmet ilâhi vahiyle yeni bir pey­gamber geleceğini şüphe içinde kalmadan, kesin bilgiyle bilirdi.

İlâhi Kitabımızın üslûbu ve hikmeti üzerinde derinlemesine düşünülmelidir. Bu konu ince­lendiğinde Kur'ân-ı Kerîm'in bu ifadelerle Hz. Muhammed @'den başka yeni bir pey­gamberin ebediyen gelmeyeceği ve vahyin onunla nihayete erdiği gerçeğine kesin bir imanla inandırmak gayesi güttüğü görülür. Eğer hâlâ kişi bu konudaki inat ve inkârına devam ediyorsa, bu da onun zavallılığına işa­rettir!

Ziüî, Bürûzî veya Gayriteşriî Peygamberliğin Reddi

Yukarıda zikredilen bütün Kur'ân âyetleri Kadıyanîlerin dalâlet ve tahriflerini tamamen açığa çıkarmaktadır. Bu âyetler kendinden menkul peygamberlik kategorilerini (gayr­iteşriî, zıîlî veya bürûzî gibi) tanımamakta­dır. Kadıyanîler genellikle hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili âyetin yalnızca teşriî peygamberle­rin gelişini sonlandırdığmı ve gayriteşriî, zıllî ve bürûzî peygamberlerin zuhur etmesi­nin mümkün olabileceğini vurgularlar.

Eğer bu kategorideki peygamberlikler Allah katında makbul olsaydı ve (Hz. Muhammed

^'den sonra da) zuhur etmelerinin devamı soz konusu olsaydı Kur'ân'da muhakkak ay-nca belirtilirlerdi. Çünkü Kur'ân kıyamete kadar bütün insanlık için selâmet ve istikamet rehberidir. Halbuki Kur'ân'da önceki pey­gamberlere ve ümmetlere ait ayrıntılı haberer varken, gelecek peygamberlerden hiç bahsedilmemektedir.

Kur'ân gelecek peygamberler hakkında ses­siz olup, onların görünümleri, zuhurat alâmet ve şartlan ile ilgili en ufak bir ipucu bile içer­memektedir. Diğer yandan Kur'ân'm muhte­lif sûrelerinde önceki peygamberlerin kıssala­rı ve onlara gönderilen vahiyle ilgili pek çok âyet mevcuttur. Ve yine bizim peygamberi­mizin nübüvvet ve rîsaletinin önceki pey­gamberler ve rasûller ile birlikte ve tahsis edilerek zikredildiğini görmekteyiz. Bundan dolayı gayriteşriî, ziüî veya bürûzî bile olsa hiçbir peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra zuhur etmeyeceğine ve bunun Allah katında makbul olmadığına inanıyoruz. Nü­büvvet bizim peygamberimizle birlikte sona ermiştir.

Allah'tan dileğimiz, Mirza ve benzerlerinin bağlıları arasındaki Allah'tan korkan kişilerin bu aşikâr gerçeği görüp, kabul ederek kendi­lerini ebedî cehennem ateşinden korumaları­dır! "Allah'ım, halkıma hidâyet ver, onlar bil­miyorlar!"

 

Seksenyedinci Âyet

 

"Önce gelip geçenler arasında nice peygam­berler gönderdik." (43: 6).

Bu âyette de bütün insanlık için Kıyamet Gününe dek hidâyet rehberi olarak gönderilmiş bulunan Hz. Muhammed @ hâricinde vahye muhatap peygamberlerin ve ümmetlerinin yalnızca ondan önceki dönemlerde yaşayan­lar olduğu izah edilmektedir. Bu konu daha önce yeteri kadar tartışılmıştı.

Bu nedenle, Kur'ân âyetlerini okuyup düşü­nen kimseler Hz. Muhammed @'den sonra yeni bîr vahiy ve yeni bir peygamber gelme­yeceğine inanırlar.

 

Seksensekizinci Âyet

 

"Sonra biz, Kitab'ı kullarımızdan seçtikleri­mize miras bıraktık; onlardan kimi nefsine zulmeder, kimi orta yolu tutar, kimi de Al­lah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için ya­rışır. İşte bu büyük lûtuftur." (35: 32).

Bu âyette Kur'ân'ın mirasçılarının (islâm üm­metinin) üç ana gruba ayrıldığı belirtilmekte­dir. Sahabenin önde gelenleri bunu tefsir et­mişlerdir.

Ukbe b. Suhban rivayet etmektedir: Aişe-i Siddıka'ya bu âyetin tefsirini sordum. Şöyle cevapladı: "Ey oğlum, bunların hepsi de Cen­netle mükâfatlandırılmıştır. İyiliklere koşan­lar ve diğerlerini bu konuda geride bırakanlar Rasûlullah @'İn devrinde yaşayanlardır. Orta yollu davrananlar Rasûlullah'ın ashabının amellerini taklit ederek onların dostluğunu kazananlardır. Kendine yazık edenler ise, se­nin benim gibi insanlardır." (İbn-i Ebî Ha-tem'den nakille, İbn-i Kesîr, Tefsir, o. VIII, s. 198).

Râvi, Aişe-i Sıddıka'nın kendisim tevazu ile, ancak mahcûbâne bir İfadeyle kendilerine ya­zık edenler sınıfına soktuğunu bildirmiştir; yoksa o da hayırda koşanlar grubuna girer.

Osman b. Affan ise bu kimseleri şu şekilde tasnif etmiştir: "Kendilerine yazık edenler âlimlerden uzak olarak bâdiyede yaşayanlar­dır; orta yolu tutanlar şehirlerde yaşayanlar­dır ve nihayet hayırda yanrışanlar cihad ile

meşgul olanlardır." (İbn-i Ebî Hatim'den na­kille İbn-i Kesir, c. VIII, s. 196).

Bu grupların niteliği daha derinlemesine so-ruşturulabilir ve ayrıntılı incelemeye tabi tu­tulabilir. Ancak görülecektir ki, bu grup için­de hiçbir peygamber ya da peygamberler top­luluğu yoktur. Onlar yalnızca ashab ve pey­gamberin ümmetidir.

Aişe-i Siddıka'ya göre iyiliklere koşanlar, Hz. Muhammed @'in kendilerine cennet müjde­leri verdiği devirlerde vefat eden ashabdır. Şurası açık ki onların hiçbiri peygamber de­ğildir. Mirza ve müridleri bile onlardan hiçbi­rini peygamber saymamaktadır.

En üstün sınıfta olanlar iyilikte önde koşanlar ve orta yolda bulunan kimseler sınıfına giren­ler arasında dahi bir peygamber bulunmadığı­na göre üçüncü sınıf insanlar arasından nasıl olur da peygamberlik.mertebesine çıkacak in­sanlar bulunur?

Kısaca, Kur'ân-ı Kerîm'in vârisleri olarak ka­bul edilen Üç grup mevcuttur; bunların hiç bi­risi peygamber içermemektedir -daha ziyade aralarında peygamber bulunmadığı belirtil­mektedir. Bu da Hz. Muhammed @'den son­ra başka bîr peygamber olmayacağının açık delilidir. Öyle ki, bir kimse şeriata sımsıkı sa-rılsa ve Kur'ân'ın hakiki vârislerinden olduğu açığa çıksa bile bu makama eremez ve bu ko­nuda hak iddia edemez. Bu tabiî ki, Mirza'nın saf ve câhil kimseleri kandırmak için icad et­tiği zıllî veya gayriteşriî peygamberlik için de geçerlidir.

Seksendokuzuncu Âyet

"Yüzleri ateşte çevrildiği gün: 'Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke peygambere itaat etsey­dik!'derler" (33: 66).

Ayetin metnini incelediğimizde er-rasûl'dcn kastedilenin Hz. Muhammed @ olduğu anla­şılmaktadır. 63. âyette geçen yes'alüke (in­sanlar sana soruyorlar) ve ma yüdrike (ne biıjrsin) ifadeleri de incelenebilir. Bu âyetten tjz. Muhammed @ devrindeki müşriklerin cehennem ateşine atılacakları ve pişman ola-ca]jları, ancak pişmanlıklarının kendilerine fayda vermeyeceği anlaşılmaktadır.    .

Eğer Hz. Muhammed @'den sonra daha baş­ka peygamberler gelecek olsaydı, bu yeni peygamberlere de itaatin farz olduğu ve âsi olanların cezalandırılacağı konusunda bilgi verilirdi. O vakit insanlar da "biz, bize gön­derdiğin nebilere itaat ettik!" derlerdi.

 

Doksanıncı Ayet

 

"O gün, zâlim olan kimse ellerini ısıracak ve: 'Keşke Peygamber'in yolunu tutsaydım!' di­yecek." (25: 27).

 

Doksanbirinci Âyet

 

"(Ey Muhammed!) Biz, seni ancak bütün İn­sanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; ne var ki insanların çoğu bilmezler." (34: 28).

Bu konu ile İlgili bazı Kur'ân âyetleri daha önce zikredilmiş ve bunlardan çıkarılan tabiî sonuçlar, diğer bazı âyetler gibi, Hz. Pey­gamber @Tin vazifesinin evrenselliğini ispat­ladığı için bu yönleriyle mülâhaza edilmiştir. Bunun zaruri sonucu ise Hz. Muhammed @'den sonra bu dünyaya yeni bir peygamber daha gelmeyeceğinin beyan edilmesidir. Çünkü o, Kıyamet Gününe kadar gelecek olan bütün nesiller için bir önder ve rehber­dir. Bundan dolayı bizim peygamberimizden sonra yeni bir nebi veya rasûl gönderilmesine gerek kalmamıştır.

 

Doksanikinci Âyet

 

O, ancak şiddetli bir azâbtan önce sizin uyarıcınızdır!" (34: 46).

Burada, İbn-i Kesir (c. VIII, s. 176) ve diğer ttıüfessirlerin açıkladığı üzere, çetin azap, Kıyamet Günüdür. Bu âyetin gayesi de yukarı­da zikredilen âyetlerin bir kaçı çerçevesinde aktarılan gayenin aynısıdır. Bu gaye Kıyamet Gününe kadar Hz. Muhammed @'den başka yeni bir peygamberin zuhur etmeyeceğini be­yan etmektir. Bu mânada tbn-i Kesir şunu nakletmektedir: "Büreyde'nin rivayetine göre bir keresinde Rasûlullah @ şöyle buyurmuş­tur: 'Ben ve (son) saat (kıyamet saati) birlikte gönderildik, ve o bana neredeyse galebe çala­caktı." (Müsned-i Ahmed'den nakleden İbn-i Kesir).

Bu hadis ve âyetin tefsiri Hz. Muhammed @ ile kıyamet günü araşma hiçbir yeni peygam­berin sıkışmayacağını açıkça İspat etmekte­dir. Hz. Muhammed @ ile kıyamet gününün yan yana olması demek kıyamet saatine ka­dar Hz. Muhammed @'den başka bir pey­gamber gelmeyeceği demektir ve bundan başka bir anlamı da olamaz. Aksi taktirde, Allah saklasın, Hz. Peygamber @'in bu hadi­si, kendisinin vefatından bu yana ondört yüz­yıl geçip hâlâ da kıyamet gününün gelmediği bu devirde olaylar ve gerçeklerle çelişkili ol­muş olurdu. Halbuki bu on dört asrın bizi kı­yamet gününe daha da yakın hâle getirdiği düşünülmelidir. Bu bakımdan "Hz. Muham­med @'den sonra zuhur edecek yeni bir pey­gamber yoktur" diyebiliriz.

 

Doksanüçüncü Ayet

 

"Allah iman edenleri, dünya hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar:..." (14: 27).

Bu âyet kabir azabını açıklar ki, konu ile ilgi­li ayrıntılar hadis kitaplarında bulunabilir. Berâ b. Azib'ten rivayetle nakledilen konu ile ilgili bir hadiste Rasûlullah @ şöyle buyur­muştur: "(Münker ve Nekir adlı) melekler ge­lerek müminin kabrinde oturtuldukta (bunla­rın sorularına cevaben) müminin, lâ ilahe il­lallah, Muhamme'ün Rasûlullah diyerek şe-hadet getirmesi: 'Allah müminleri gönüllerin­de yerleşen şehâdet kelimesiyle dünyada ve kabirde böyle sabit kılar' (14: 27) mealindeki âyetinin canlı bir ifadesidir." {Buharı).

Bu hadis ayrıca Müslim, Neseî, Ebu Davud, İbn-i Mâce, el-İsmailî, Ebû Uvâne ve diğerle­ri tarafından ve daha ayrıntılı olarak zikredil­miştir. Bu hadisler müminlerin Allah'tan baş­ka ibadet edilecek olmadığına şahitlik ede­ceklerini ve Hz. Muhammed @'i tanıyacakla­rını aktarmaktadır. Bu "sağlam bir söz"dür.

Müslim Sahih'inde müminlere "Rabbin kim?" diye sorulacağım ve onların "Rabbim Allah ve peygamberim Muhammed @" diye cevap vereceklerini yazmıştır. (Fethü'l-Bâri, c. VII, s. 3).

Kısaca, bütün bu hadisler Kur'ân'da zikredi­len bu "sağlam söz"ün müminlerin kendileri­ni kabirde sorgulayan meleklere verecekleri cevap olduğunu ispat etmektedir.

Melekler müminlere peygamber ve peygam­berlik hakkında soru sorduğu vakit; müminin, İmtihanı, Hz. Muhammed @'in kendi pey­gamberi olduğunu söyleyerek geçeceği de bi­linmektedir. Yine bazı rivayetlere göre mü­minin cevabının: "Peygamberim, peygamber­lerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'dir!" şeklinde olacağı bildirilmiştir. (Dürrü'l-Mensûr, c. VI, s. 165).

Şimdi bazıları, Hz. Muhammed @'den soma yeni bir peygamber gelecek olsa müslümanların ona inanacağı ve sorgu meleklerine "peygamberimiz filancadır" diyecekleri yoru­munu yapmaya meyledebilirler (Allah sakla­sın). Bu da dolayısıyla bunca hadisin reddi anlamına gelir.

Halbuki olay tam tersinedir. Bütün Müslü­manlar ve hatta Mirzâîler Hz. Muhammed @'in bizim peygamberimiz olduğuna ölüm ânında şehadet etmektedir. Bazen Mirzâîler onun son peygamber olduğuna da şehadet et­mektedirler. Bu gerçek Kadıyanîlerin kendi­lerinden menkul nübüvvet iddialarım mezara yollayan nihai darbedir.

 

Doksandördüncü Âyet

 

"De ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Al­lah da sizi sevsin'..." (3: 31).

Bu âyette Allah Teâlâ, Hz, Muhammed @'e uyan ve onun sünnetine sarılan kimseleri se­veceği sözünü vermektedir. Allah'ın bu sev­gisi başka herhangi bir peygambere itaat vb. ile kayıt altına alınmamıştır. Bu da yalnızca bizim peygamberimizin peygamberlerin so­nuncusu olduğunun ve ona itaatin ilâhi lûtfu -Allah'ın sevgisini- getireceğinin açık bir deli­lidir. Bu da Mirza'nın yeni uydurduğu termi­nolojiye uygun -zıllî, bürûzî, gayriteşriî- ve­ya herhangi bir başka sınıf yeni bir peygam­berin bizim peygamberimizin vefatından son­ra zuhur etmeyeceğini göstermektedir.

 

Doksanbeşinci Âyet

 

"Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelme­sini mi bekliyorlar? Oysa, onun alâmetleri gelmiş durumdadır; ama bizzat kendisi geldi­ğinde ibret almaları neye yarayacaktır?!" (47: 18).

Cami'ul-Beyân (s. 235) ve Tefsir-i Kebir'de (c. VII, s. 521) bu âyet şu şekilde izah edil­miştir: "(Kıyamet) alâmetlerinden biri Hz. Muhammed @'in bu dünyaya Allah'ın rasûlü olarak gönderilmesidir."

Bu âyet (47: 18) Hz. Muhammed @'in pey­gamberlikle vazifelendirilmesinin kıyamet gününün alâmetlerinden birisi olduğunu açık­ça beyan etmiştir.

Ebû Zumel'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Muhammed @'in bizzat ve sarahaten beyan ettiği üzere, işte bu yüzden Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber zuhur et­meyecektir. (Bkz. Almışikinci âyetin açıkla­ma kısmı).

 

Doksanaltıncı Ayet

 

"Bu Kur'ân, ancak âlemler için bir öğüttür. Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz." (38: 87-88).

Bu âyette de yine Hz. Muhammed @'in vazi­fesinin evrenselliğinden bahsedilmektedir, Bu da Hz. Peygamber @'in peygamberliğinin nihaî peygamberlik olduğuna açık bir delil teşkil etmektedir.

 

Doksanyedinci Âyet

 

"De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu bilsin ki, Allah'ın izniyle Kur'ân'i senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrula­yıcı ve müminler için de müjdeci olarak o in­dirmiştir." (2: 97).

Kur'ân'm bu üç âyeti de Hz. Peygamber @'e nazil olan vahyin veya Kur'ân'm daha Önce­kilere inen vahyi tasdik ettiğini açıkça göster­mektedir. Kur'ân'da bu konuya değinen pek çok âyet vardır ki, bunlardan bir kaçı daha önce ele alınmıştı

Bu âyetler üzerinde dikkatle tefekkür edildi­ğinde, bunların vahyin ebediyen sona erdiğini açıkça beyan ettiği sonucuna varılır. Allah ta­rafından önceki peygamberlere gönderilen ilâhi kitaplar İncelendiğinde bu kitapların içinde, daha önceki kitapların tasdik edildiği­ne şahit olunur. Bu kitaplar aynı zamanda ge­lecek peygamberlerle ilgili müjdeleri de ihti­va eder ve milletleri yeni gelecek peygamber­lerin alâmetleri konusunda bilgilendirir; onla­rı kabul ve onlara itaat etmeleri konusunda da uyarmaktadır. Ümmetini İslâm'a davet eden ve onlara şöyle söyleyen Isa peygambere ba­kalım: "...(Ey İsrailoğulları!) Ben size Al­lah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim.." (61: 6).

Burada Hz. İsa'nın önceki peygamberlere ge­len vahyi tasdik ettiğini görüyoruz. Aynı za­manda kendisinden sonra gelecek bir pey­gamberi de ümmetine müjdelemektedir. Kur'ân ve Sünnet de tıpkı Önceki peygamber.

 

Doksansekizinci Âyet

 

"Allah tarafından kendilerine, yanlarında bu­lunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitap­tan bîr grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyor­muş gibi onu arkalarına atıp terkettiler." (2: 101).

 

Doksandokuzuncu Âyet

 

O Kur'ân, kendi ellerinde bulunan Tev­rat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır..."lerin ve kitapların yaptığı tarzda, kendinden önce gelen peygamberlerin kıssalarım ele al­makta ve onlara gönderilen vahiyleri tasdik etmektedir. Ancak Kur'ân daha sonra üslubu­nu aniden değiştirmektedir. Önceki peygam­berleri ve kitapları tasdik etmekle birlikte Hz. Muhammed @'den sonra gelecek yeni bir peygamberden hiç söz etmemekte ve Ümmete yeni bir peygamberin veya vahyin gelebilece­ği müjdesini vermemektedir. Eğer vahiy daha sonra da devam edecek olsaydı, Kur'ân bun­dan mutlaka söz ederdi; çünkü bu konu önce­ki peygamberlerin kıssalarından çok daha önemlidir.

Ehl-i kitabı, mükemmel din olan İslâm'a cel-betmek İçin Önceki peygamberlerden ve ki­taplardan bahsetmek yeterli olduğu için yal­nızca öncekilerden bahsedilmiştir. Eğer Mu­hammed @ ümmetinin selâmeti kendisinden sonra gelecek yeni bir peygambere iman et­meye bağlı olsaydı, Hz. Muhammed @ ken­disinden sonra gelecek peygamberin müjdesi­ni ümmetine verirdi. Kur'ân vasıtasıyla, gele­cek yeni peygamberi haber vermek, Allah ta­rafından muhakkak gerçekleştirilirdi.

Halbuki, Kur'ân ve Sünnet'te bizim Peygam­berimizden sonra gelecek yeni bir peygam­berle ilgili en ufak bir ipucu bile bulunma­maktadır. Diğer yandan nübüvvetin ebediyen sona erdiğine ve Hz. Muhammed @'den son­ra yeni bir peygamber gelmeyeceğine dair kesin hükümlere bu kaynaklarda sıkça rast­lanmaktadır. Bu hüküm kabul edilmek duru­mundadır. Hâtmü'n-nübüvveî beyanına mut-laka iman edilmelidir. Allah bildirmiştir ki, Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir yeni pey­gamber gelmeyecektir.

Bunlar, Hz. Muhammed @'in gelişiyle nü­büvvetin sona erdiğine açık ve inkârı müm­kün olmayan deliller sunan 99 Kur'ân âyetidir. Bütün.devirlerdeki bütün insanlara "kâmil din" ile gönderilen peygamberin son peygamber olduğunu ispatlamaktadırlar. Mir-za'nın öngördüğü gibi zıîlî, bürûzî veya gayriteşriî peygamberin muhtemel bir zuhuru meselesini tamamen ihtimal dışı bırak­maktadır.

Hâtmü'n-nübüvvet meselesi Kur'ân âyetleri­nin ışığı altında tamamen incelenerek, 99 âyetle açıkça Allah'ın kesin delilinin şu oldu­ğu ispatlanmıştır: Hz. Muhammed @'den sonra başka bir peygamber gelmeyecektir. Eğer bir kimse ikna olmamışsa bu onun baht­sızlığıdır. Halâ inanmak için ne istiyorlar?

Kur'ân'm yukarıda zikredilen 99 âyetinin hâtmü'n-nübüvvetm açık delilleri olduğu unutulmamalıdır. Bunlar delil teşkil etmeleri bakımından sınıflara ayrılırlar.

1- İbaretü'n-nass: Basit cümleler. Metnin siyak ve sibakından yararlanılmasını ge­rektirmeyecek kadar açık ve bariz an­lamlıdır. Teknik olarak karine adı veri­lir.

2-  Bazıları işaretü'n-nass'dır, yani kelime­lerin sıralanışından bir işaret ya da ipucu bulunur; mesela "ondan olmuş" kelime­sinin "baba" anlamına gelmesi gibi.

3- Bazıları delâletü'n-nass'dn. Ayette bazı özel kelimelerin kullanılmasında çıkarı­lan mâna; meselâ: "Ana-babanıza 'öf!' bile demeyiniz." (17: 23). Buradan anla­şılmaktadır ki, çocuklar ana babalarına kötü davranamazlar, onlara el kaldıra­mazlar.

4- Bazıları iktida''ü'n-nass'dıi, yani belli şartlar gerektiren anlam çıkarma işlem­leri; meselâ: "Yanlışlıkla bir mümini Öl­düren kimsenin, mümin bir köle azad et­mesi" (4: 92). Hiçbir kimse komşusunun kölesini azad etme yetkisine sahip olma­dığına göre, buradaki gerekli şart, açıkça belirtilmemiş olsa da, kölenin o şahsın mülkiyetinde olmasıdır.

Bu dört içtihad yöntemi hukukta mutlak ve nihaîdir. Ve usûl İlmi âlimleri {müfessirler) bu konu üzerinde mutabıktırlar. (Bkz., Husamî, Nûrü'l-Envâr).

Bir diğer şüphe ve onun izale edilmesi:

Mirza'nın hâteme'n-nebiyyîn teriminin yoru­mu ile ilgili saptırmalarından biri de terime mecazî anlam yüklemiş olmasıdır. Hâtimü'i-muhaddisîn ve hâtimü'l-müfessirîn gibi ya­pılarda yalnızca mecazî anlam uygulanabilir; çünkü günlük kullanımda hâtimü'l-muhaddisîn dediğimizde bununla hiç bir şe­kilde bu muhaddisten başka bir muhadisin gelmeyeceğim ve doğmayacağını kastetme­yiz. Mirza işte buna benzer olarak hâteme'n-nebiyyîn terimine de aynı mecazî manayı vermek istemiştir.

Mirzâîler genellikle bilgisiz kimselerin zihin­lerine belirsizlik oluşturduklarından dolayı gururlanırlar. Ancak onların bu keşifleri sathî, tamamen yanlış ve uydurmadır. Hâtimü'l-muhaddisîn ve hâtimü'l-muhakki-kîn insanların icat ettiği sözlerdir ve İlâhi bir kelâm değildir. İnsanlar İse yarın ne olacağı­nı, kaç kişinin doğacağını ve kaç kişinin öle­ceğini asla bilemezler. Ne kadar insanın âlim ve hakim olacağını ve ne kadarının da câhil ve okuma yazma bilmeyen kimseler olarak kalacağını da bilemezler. Ne kadar kişinin gerçekten muhaddis ve müfessir olacağını ve ne kadarının sokaklarda başı boş dolaşaca­ğını da Önceden göremezler. İşte bu nedenle insanlar belli bir kişinin "muhaddislerin veya müfessirlerin sonuncusu" olduğu gibi genel bir ifade ya da hükümde bulunmak hakkına sahip değildirler. Eğer bir kimse bir şahıs hakkında böyle bir unvan kullanıyorsa, bu­nun yalnızca mecazî ya da mübalağalı bir anlam taşıdığı düşünülebilir; aksi taktirde böyle bir ifade hakiki ve kitabî anlamım kısa bir zaman zarfında kaybeder ve bir yalan ya <*a saçma bir ifade haline dönüşür.

Ancak bizler bütün kâinatın her noktasının ilmine sahip Âlim-i Mutlak Allah'ın ifadeleri­nin tahminî olamayacağının idrakindeyiz. Çünkü hiçbir şey O'nun görüşünün dışında değildir. Peygamberleri kendi ilmi ve iradesi dahilinde vazifelendiren O'dur. Bundan dola­yı Âlim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak olan Al­lah peygamberlerinden birine hâteme'n-nebiyyîn unvanını verdiği vakit, bunu gerçek anlamıyla kasteder ve bu unvan zahirî ve hakikî anlamıyla kabul edilmek zorundadır, böyle bir ifadeden mecazî anlam çıkarıla­maz.

Ancak bir terim insanlar tarafından kullanılı­yorsa ondan mecazî anlam çıkarmak müm­kün olabilir. Bu durumda bazen metne ve metnin anlamına uyması için onun gerçek ve zahirî anlamı gözardı edilebilir. Ama Allah kelâmı (Kur'ân) sözkonusu olduğunda, her­hangi bir karine olmadıkça bu kelâmden mecazî anlam çıkarmak mümkün olamaz. Bu, tefsirin genel kabul görmüş temel İlkele­rinden biridir.

Buna ilave olarak, Kur'ân kendisi hâteme'n-nebiyyîn teriminin manasını 99 âyette açıkla­mıştır. Açıklama sarih, bariz ve zahirîdir. Hiçbir mecazî ya da mübalağalı anlam İçer­memektedir. Yine Hz. Muhammed @, kendi­si de bu fikri kesin ve şüpheye mahal bırak­mayacak sözlerle teyid etmiştir. Bunlara ilâve olarak, ashabın ve din büyüklerinin konu üzerinde icmada bulunmuş olmaları hâte -me'n-nebiyyîn teriminin zahiri ve hakiki ma­nasında anlaşılması gerektiğine şahitlik eden nihai damga vazifesi görmüştür. Bütün bun­lar gözönünde bulundurulduğunda, bu mese­leyi tekrar gündeme getirmek ve saçma bir inatla terimi mecazî anlamıyla kabul etmek mâkul değildir.

Böyle bir davranışta bulunmak hakikaten ga­riptir! Allah Teâlâ terimi hakiki ve zahirî an­lamında kullanmakta, Kur'ân'm kendisine nazil olduğu Peygamber @ terimi çok açık ve şüpheye mahal bırakmayacak sözlerle açıkla­maktadır. Yalnızca bunlarla da kalmamakta, Hz. Peygamber @'in ashabı ve ilk dönem âlimleri de terime aynı anlamı vermekte ve terimin tabiî, hakikî ve zahirî anlamında anla­şılması gerektiği sonucuna varmaktadırlar. Bu terime mecazî veya mübalağalı anlamını verebilecek hiçbir boşluk kalmamaktadır. Bu terimi açıklarken hiçbir değişik yoruma ve tahsise başvurulmasına cevaz verilmemekte­dir. (Gazalî, el-İktisad; Kadı Iyâz, eş-Şifa).

Kısaca, Kur'ân-ı Kerim ve hadisler bu mese­leyi ebediyen çözmüşlerdir. Ashabın ve ilk dönem âlimlerinin icmaı da konuyu tasdik edici bir mühür olmuştur. Buna göre hâîeme'n-nebiyyîn aslî, hakiki ve zahirî ma­nasında anlaşılmalıdır. Bu âyette mecazî veya mübalağalı bir anlam veya tahsis sözkonusu değildir. Şimdi kimsenin hâteme'n-nebiyyîn ve benzeri ifadelerin anlamını değiştirmeye hakkı yoktur!

 

KISIK 5

 

HADİS KÜLLİYATINDA HÂTMÜ'N'NÜBÜVVET FİKRİ

 

İranlı bir şair Hz. Muhammed @ hakkında şöyle demektedir:

Konuştuğu her şey sözleridir Allah'ın Gerçi çıkmaktadır hançeresinden abdullahın Bu beyit Necm sûresinin ilk ayetlerine da­yandırılmıştır: "Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." (53: 2-4).

Hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili hadis kaynaklı bilgiler ayrıntılarıyla İncelendiğinde bu kısma sığmayacak kadar çoktur. Hadis literatürün-deki konu ile ilgili haberlerin bir bölümü ele alındığında şu sonuca varılır:

Hâtmü'n-nübüvvet İle ilgili hadisler müîeva-rirdir; yani her devir ve her nesilde, arada ke­sinti olmaksızın çoksayıda râvİ tarafından ri­vayet edilmişlerdir. Ashabdan, daha sonra tabİûndan çok sayıda râvi rivayette bulun­muştur.

Haber-i mütevatir, yalan söylemek Üzere bir­leşmeleri aklın kabul edemeyeceği kadar çok sayıda bir topluluğun, senedin başından sonu­na kadar yine kendileri gibi bir topluluktan rivayet ettiği sahih haber'ââr.

Meselâ, biz hiç Bağdat'ta bulunmadık. Fakat onun bir ilim ve medeniyet merkezi olduğunu biliyoruz; çünkü bu özellikleri öyle çok sayı­daki seyyah, coğrafyacı ve tarihçi tarafından zikredilmiştir ki, akıl yoluyla inkârı mümkün değildir.

Haber-i mütevatir yoluyla verilen bir bilgi­nin de böylece kesinlikle doğru olduğu bildi­rilmektedir. İstanbul'u gözlerimizle görerek onun büyük ve muhteşem bir şehir olduğu bilgisine bizzat sahip olduğumuz gibi Bağ­dat'ın ihtişamından da haber-i mütevatir vagltasıyla haberdar oluyoruz. Veya, bizler ana-babamızm varlığı hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz gibi Büyük İskender'in yaşamış olduğunu da o devirde yaşamamış ve onu 2Örnıemiş olmamıza rağmen haber-i müteva-*jr vasıtasıyla kesinlikle biliyoruz.

Hadis-i mütevaîir de buna benzer olarak ya­lan üzere birleşmeleri mümkün olmayan ravi-lerin nesiller boyunca ve her aşamada çok sa­yıda olarak rivayet ettikleri hadislerdir. Ve bunlar öğle vaktindeki güneş ışığı kadar ke­sin ve belli hadislerdir.

Bundan dolayı hadis-i müîevaîir ümmetin ic-maı ile kabul edilmiştir. Açık bir hakikat ola­rak kabul edilirler ve Müslümanlar bu hadis­lere Kur'ân-i Kerim'e iman ettikleri gibi iman etmek zorundadırlar. Hadis-i mütevatirl inkâr etmek küfrü gerektirir. Çünkü bu yal­nızca bir hadisin doğruluğunu değil bizzat Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr de­mektir. (Çünkü Peygamber'e iman etmek de­mek onun genel şekil, şemail ve fizikî Özelliklerine inanmak demek değildir. Pey­gamber'e ve onun her sözünün hakikat oldu­ğuna kesinlikle inanmak gereklidir) ve bu yolla -Allah saklasın- peygamber'e yalancılık isnad edilmiş olur.

Bu bilgiler ışığında Hâtmü'n-nübüvveî ile il­gili hadislerin anlam bakımından sahih oldu­ğunu anlamak zor değildir. Büyük hadis âlimleri en göze çarpan mütevaîir hadisler­den biri olarak şu örneği göstermişlerdir: "Her kim de bile bile bana yalan isnad eder­se, o da Cehennem'deki yerini hazırlasın."

Hafız İbn-i Hacer Askalânî bu hadisin teva­tür derecesini doğrudan Hz. Peygamber @'e ulaşan yüz adet isnad vasıtasıyla ispatlamaya gayret etmiştir. Bunların otuzu hadis usulüne göre sahih kabul edilmiştir.

Tevatür'iin bu kadar yaygm olduğunu gördü­ğümüzden, hâtmü'n-nübüvvet ile ilgili hadis­lerin mütevatir olduğu sonucuna varabiliriz. Hâtmü'n-nübüvveî ile ilgili yüzden fazla ha­dis vardır ve hadis usulüne göre bunların yaklaşık kırkı sahih'tir. Yukarıda zikredilen "Kim bile bile bana yalan isnad ederse..." ha­disi ile hâtmü'n-nübüvvet hadisleri arasında­ki tek fark şudur: İlkinde hem mâna ve hem lafız hep aynı kalmıştır, ikincilerde ise lafız farklı fakat mâna hep aynı kalmıştır. Bu konu ile ilgili hadislerin metni isteniyorsa değişik sahih hadis kitaplarındaki la nebiyye ba'de bölümlerine bakılmalıdır; bu ifadenin tevatür derecesine ulaşmış olması pek muhtemeldir. Burada bu ifadeyi içeren otuz altı hadis ele alınacaktır.

Hadis külliyatının yalnızca bir bölümünün elimizde bulunduğuna daha önce değinilmiş­ti. Endülüslü büyük muhaddis İbn-i Hazm'm "Hz. Muhammed @'in peygamberliğini ve mucizelerini Kur'ân metninden deliller bula­rak açıklayanlar, onun lâ nebiyye ba'de hadi­sinin sıhhatini de ispatlamış olurlar" ifadesi bu mânadaki eksiğimizi önceki kısımda telafi ettiğimizi de göstermektedir (el-MÜel ve'n-Nihâl, c. I, s. 77).

el-Mİlel ve'n-Nihâl adlı eserden naklen yuka­rıya alman metinde açıkça ispatlandığı üzere la nebiyyi ba'de hadisi yalnızca mütevatir ol­makla kalmayıp, tevatür derecesi Hz. Pey-gamber'in nebevi mucizeleri ve Kur'ânî va­hiy mertebesindedir. Büyük hafız İmadüddin îbn-i Kesir hâteme'n-nebiyyîn ayetini açık­larken şöyle demektedir: "Hâtmü'n-nübüvvel konusu ile ilgili ve pek çok sayıda meşhur sa­habe tarafından rivayet edilmiş mütevatir ha­disler mevcuttur." (İbn-i Kesir, Tefsir, c. 8, s. 89).

Bağdatlı Mahmud el-Alûsî, Ruhü'l-Meâni adlı eserinde şöyle demektedir: "Hz. Muham-med @'in 'peygamberlerin sonuncusu' oldu­ğu görüşü Kur'ân'da tanımını bulan akidevî esaslardan biridir ve Sünnet (Hadisler) vası­tasıyla tam olarak'izah edilmiştir ve böylece konu üzerinde icma-ı ümmet gerçekleştirmiş­tin Bundan dolayı, bu akideyi inkâr eden kişi kâfir addedilir ve küfründe inat ederse ölümle cezalandırılır." (c. VII, s. 65).

Aşağıda hâtmü'n-nübüvvet'le ilgili bazı ha­disler incelenecektir. Öncelikle Buharı ve Müslim'de nakledilen hadisler ve daha sonra diğer muhaddislerin kitaplarındaki hadisler incelenmeye gayret edilecektir.

 

Sahiheyn (Buharı ve Müslim)'deki Hadisler

 

Hadis No 1

 

Ebu Hureyre'den rivayetle Hz. Muhammed @ şöyle buyurmuştur: "Benimle peygamber­lerin benzerliği, şu bir kimsenin meseli ve benzerliği gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlanın yeri eksik kalmış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlar. Ve 'şu köşede bir tuğla yeri boş bırakılmış olmasaydı' der." Bunun sonunda Rasûlullah @'in: "İşte ben o tuğlayım, ben hâteme'n-nebiyyîmmV dediği rivayet olunmuştur. (Buharı ve Müslim; ay­rıca Müsned-i Ahmed, Neseî ve Tirmizî). Ba­zı hadis kitaplarında Rasûlullah'm şöyle bu­yurduğu yazılıdır: "Ben o keıpicin boş yerini doldurdum; bina benimle tamamlandı ve rasûller zinciri de benimle son buldu." Bu ifadeler İbn-i Asâkir'in Kenzü'l-Ummâlinde de aynen geçmektedir.

Hâtmü'n-nübüvveii yalnızca te§riî nübüv­vetle sınırlı gören ve kendi yanlış yorumları ve kendilerinden menkul nübüvvet çeşitlerini bürûzî, zilli- gündeme getiren ve peygamber­liği tıpkı kimyasal tahlil yapar gibi kendi ke-yiflerînce bileşenlere ayıran Kadıyanîlik tale­beleri yukarıda zikredilen hadisin özüne bak­malıdırlar. Hz. Muhammed @ insanlarda olu­şabilecek vesveseli düşünceleri bu zarif me­selle tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu mesel ayrıntılarına kadar doğrudur. Nübüvveti sü­tunlar (yani peygamberler) üzerinde yükselen muhteşem bir sarayla kıyaslamışım Nübüv­vet sarayı bizim peygamberimiz bu dünyaya gelmeden önce tamamlanmış ve kemâle er­miştir. Yalnız ve yalnız köşedeki bir tuğlanın yerleştirilmesi kalmıştı. Bu boş yer ise Hz. Muhammed @'in peygamberliğiyle doldurul­muştur. Bu şartlarda (İman şartlarını yerine getirmek için) teşriî veya gayriteşriî türden yeni peygambere ihtiyaç yoktur.

Yine misâlü'l-enbiya min kabli (önceki pey­gamberlerin kıssası) kelimeleri hadis içinde geçen diğer ifadelere nazaran özel bir öneme sahiptir. Bu ifade daha önceki gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri kapsamaktadır. Bunlar­dan bazıları yeni bir şeriatla gönderilmişken diğer bazıları ise kendilerinden önce gelenle­rin şeriatlarına uymuşlardır. Ancak, bu muaz­zam yapıdaki tek boş yer, sonunda Hz. Mu­hammed @ tarafından doldurulan köşe tuğla­sı idi Hz. Muhammed @'den sonra (muhte­şem nübüvvet sarayında) başka bir kimseye yer kalmamıştır.

Diğer bir şüphe ve izale edilmesi: Mirzâî cemaati bu hadisi de yanlış yorumlamışlardır. "Nübüvvet sarayında boş yer kalmadı ise na­sıl olup da Hz. İsa'nın dünyanın son günlerin­de yeniden zuhur edeceği" sorusunu yönelte­rek itirazda bulunmuşlardır. Yine, "(İsa) nü­büvvet binasında bir yerden diğer bir yere ha­reket etse bütün bir binanın yıkılacağı" iddia­sını öne sürmüşlerdir.

Fakat, her mâkul insanın kolayca anlayabile­ceği üzere bir binanın son taşının yerine konması için bütün eski taşların tamamen yok ol­ması gerekmemektedir. Tamamen buna ben-er olarak, peygamberlerin sonuncusu olmak -nceki bütün peygamberlerin ölmüş olmasını gerektirmemektedir. Bundan dolayı bu güzel meselde bizim peygamberimiz nübüvvet bi­nasının son tuğlası olarak ömeklendirilmiştir. Bu hiçbir şekilde İsa'nın yeniden zuhur etme­si ile çelişkili bir olay değildir.

yine, dünyanın son günlerinde Hz. İsa'nın yeniden zuhur etmesiyle nübüvvet binasının mecburen sarsılacağı ve yerle bir olacağı fa­raziyesi de çok saçmadır. Bu, kendisine ben­zemenin (müşebbe bihi) niteliklerinin tama­mının benzeyende {müşebbe) bulunduğunun kabul edilmesi anlamına gelir. Meselâ, "fi­lanca kişi aslandır" derken, filancanın etobur bir hayvan olduğu, ormanlarda yaşadığı, uzun bir kuyruğu ve pençeleri olduğu kaste-dilmemektedir.

Veya bîr kimse hanımını aya benzetse, bu­nunla o kadının elleri, ayakları, ağzı ve burnu olmayan ve dünyanın etrafında dönen küresel bir gezegen olduğu kastedilmemektedir. Aksi hâlde bu o kadın için felâket bir durum olurdu.

Bu hadiste, önceki peygamberlerin, peygam­berlik binasının tuğlaları olarak ele alınması, dar kafalı kimseleri, peygamberlerin fiziken kil ve harçtan mürekkep oldukları zehabına sürüklüyorsa bu, benzetmenin yerinde olup olmamasıyla değil, o kişilerin idrak kapasite­liyle ilgili bir hâdisedir. Bu kişiler, peygam­berlerin yalnızca üst üste sıralanmış tuğlalar olduğunu düşünmekte ve bundan dolayı isa'nın dünyada yeniden zuhurunun, tuğlalar­dan birinin yerinden oynadığında bütün bir binayı yıkacağını düşünmektedirler. Bırakı­nız peygamberliği, mücedditlik iddiasında bulunan bir insan için bile çok düşük sayıla­bilecek bir zekâ ve mantık seviyesi sergilen­mektedir!

Bu konu hakkında daha fazla yorumda bulu­nulabilir. Eğer müşebbe bihi bütün nitelikleri ve özellikleri itibarıyla müşebbe'nin aynı olur deniyorsa, o halde nübüvvet binasının yalnız­ca Hz. İsa'nın yeniden zuhuru ile değil, İlk yaşadığı devirde bir yerden diğer bir yere ha­reket etmesi halinde de sarsılıp yıkılacağım kabul etmek gerekecektir. Kadıyanî cemaati­nin tahayyül ettikleri durum işte böyle bir du­rumdur. Onlar bu örnek üzerinde biraz düşü­necek olsalar, kendi garip faraziyeleri uyarın­ca her peygamberin her hareket edişinde nü­büvvet binasının (şiddetle) sarsılması gereke­ceğini anlayacaklardır. "Bİzim, bütün varlığı­mız Allah'ındır, sonunda da O'na döneceğiz!" (2: 156). [Bu, belâ ve musibetler zamanların­da kullanılan bir ifadedir].

 

Hadis No 2

 

Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Benim­le peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin meseli gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış ve (her yönüyle) binasını tamamlamış da yalnız köşedeki bîr tuğlanın yeri eksik kalmış, ben (dünyaya) gelince bu eksik yeri tamamla­dım." (Müslim ve Müsned-i Ahmed).

Bu hadis amacı itibarıyla daha önce zikredi­len hadisle uyum içindedir. Bu nedenle bunu ayrıca yorumlamayacağız.

 

Hadis No. 3

 

Câbir'den, Nebi @'nin şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Benimle peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin meseli ve benzeri gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamla­yıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kal­mış. Bu vaziyette halk binaya girip gezmeye başlar. Ve hayret ederek; Şu bir tuğlanın yeri boş olmasaydı! derler (Müslim, Buharı, Tirmizî ve Ibn-i Ebi Hatim),

 

Hadis No. 4

 

Hz. Ebu Hureyre, İle beş yıl birlikte kaldığım ifade eden Ebû Bazm ondan rivayetle Hz. Muhammed @'in şöyle buyurduğunu naklet-miştir: "İsrailoğulları zamanında onları pey­gamberler idare ederdi. Her ne zaman bir peygamber ölürse yerine başkası geçerdi. Şüphesiz ki, benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur; (Ümmeti bu devlet reisleri idare eder) Onlar müteaddit de olabi­lir." Ashab: "Ya Rasûlullah! Halifeler tead-düt ederse bize ne emredersiniz?" diye sordu­lar. Rasûlullah: "Birinciye ettiğiniz biate bağ­lı kalınız, onlara haklarını veriniz (emirlerini dinleyip, itaat ediniz!) Onlara da Allah, riayet etmeleri matlub olan haklarınızdan soracak­tır. (Yani zulmederlerse Allah onları Hesap Gününde hesaba çekecektir. Bundan dolayı Müslümanlar hiçbir zaman meşru halifeye itaatsizlik etmemelidirler.) (Buharı tarafın­dan peygamberler babında nakledilmiştir, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn-i Mâce, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Şeybe de bu hadîsi naklet-mişlerdir).

Bu hadis teşriî veya gayriteşriî nübüvvetin ortadan kaldırıldığım ve sona erdiğini net bir şekilde belirlemektedir. Mirza'nm icat etmiş bulunduğu peygamberlik tarzları için bile bir boşluk bırakmamaktadır.

Gayriteşriî, zıllî veya bürûzî nübüvvete reddiye: Birincisi, bu hadis mutlak, genel ve kollektif (anan) bir hadistir ve Hz. Muham­med @ 'den sonra kesinlikle hiçbir peygamber gelmeyeceğini anlatmak maksadıyla zikredil­miştir. Bu hadis Hz. Muhammed @'den son­raki her çeşit nübüvveti mutlak manada red­detmektedir. La nebiyyi ifadesi -gayri teşriî, veya zillî ve bürûzî olsa da- her türlü nübüvveti reddetmektedir. Mirzâîlerin bir grubuna (Lahorî) göre lûgavi bir peygamber gelme ihtimali olmasına rağmen bu ifade ile (lâ ne-biyyî) bu da reddedilmiş olmaktadır. Çünkü bu İfade Hz. Muhammed (S)'den sonra bu dünyada hiçbir şekilde yeni bir nebinin varol­mayacağı manasına gelmektedir.

İkincisi, genel kabul gören dilbilgisi (gramer) ve belagat kurallarına göre olumsuzluk eki lâ'nm hemen ardından bîr belirtisiz nesne (nekre) gelirse, bu belirtisiz nesnenin varlığı mutlak olarak inkâr edilmiş olur. Bu hadiste nebiy belirtisiz nesnedir ve olumsuzluk eki /ö'dan hemen sonra gelmektedir; kurala göre istiğrak (kapsayıcılık) ifade eder ve genel bir mana içerir. Bundan dolayı yeni bir şeriatla vazifelendirilen peygamberleri olduğu gibi Kadıyanî Mirzâîlerin kabul ettiği zillî, bürûzi veya Lahorî Mirzâîlerin kabul ettiği lugavî peygamberleri de kapsamına alır.

Böylece hadis Hz. Muhammed @'den sonra "nebi" sıfatıyla sıfatlandırılabilecek hiçbir kirfisenin gelmeyeceğini açıkça beyan etmiş olmaktadır.

Üçüncüsü, İsrailoğullarının peygamberlerin­den bahsedilen hadiste de Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği ifade buyrulmuştur. Bu da İslâm ümmetinin İsrailoğulları gibi birbiri ardınca gelen peygamberler tarafından yönetilmeyeceğini ve Hz. Peygamber'den @ sonra yeni bir Pey­gamber zuhur etmeyeceğini göstermektedir. Şimdi İsrailoğullarının peygamberlerinin hangi tabiatta olduğu ve İsrailoğullarına ne gibi siyasî etkileri olduğuna bakılabilir. Hafız İbn-i Hacer Askalânî, Sahih-i Bııharî'nin şer­hi olan Fethu'l-Bârî adlı eserinde şöyle de­mektedir: "İsrailoğullannı peygamberler ida­re ederdi" ifadesi şu manaya gelir: İsrailoğul-lan arasında bir bozulma ve tefessüh meyda­na geldiğinde Allah onlara meselelerini dü­zeltmek ve ıslah etmek ve Tevrat kuralların­da husule getirdikleri sapmaları doğrultmak üzere bir peygamber gönderirdi (c. VI, s. 36).

gu hadisten öğrenildiği üzere İsrailoğullarma gönderilen peygamberlerin hepsi de ayrı bir şeriatla gönderilmiş değillerdi; onlar yalnızca Hz. Musa'nın şeriatını vazederlerdi ve insan­ları Tevrat'ın hakiki, sahih ve katışıksız ku­rallarına çağırma konusunda önderlik ederler­di. Mirza böyle peygamberlere gayriteşriî peygamberler demektedir. Bu ümmetin için­de böyle peygamberler zuhur etmeyeceğini biliyoruz.

Dördüncüsü, hepsinden önemlisi ve hepsin­den sarih olanı şudur kî, Hz. Muhammed @ yalnızca kendisinden sonra nebilerin gelme­yeceğini ifade ile yetinmemiş, kendisinden sonra (peygamberler değil) yalnızca halifeler geleceğini ve kendisinden sonra insanları bu halifelerin idare edeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber @ "ancak halifeler bulunur" bu­yurmaktadır, yani "benden sonra peygamber yoktur. Ancak halifeler bulunur, onlar müte­addit de olabilir" demiştir.

Hz. Peygamber @'in bu hadisi, kendisinden ,onra ebediyen yeni bir peygamber gelmeye­ceğini önceden açıkça haber veren bir hadis değil midir? Aksi halde, Hz. Peygamber hu-lefa yerine kolayca "nebiler" kelimesini ika­me edebilirdi. Halbuki bu hadiste hulefa ke­limesi kullanılmakta ve Öne çıkarılmaktadır. Bu da teşriî veya Mirza'nın iddia ettiği gibi gayriteşriî, zillî ya da bürûzî herhangi bir çeşit peygamberin Hz. Muhammed @'den sonra yeryüzünde zuhur etmeyeceğinin kesin bir delili olmaktadır. Lugürî-olarak peygam­ber denebilecek bir kimsenin bile zuhur et­meyeceği açıkça bildirilmektedir.

Bir diğer şüphe ve bunun izale edilmesi:

Bu hadisin sahih olmadığı iddia edilir ve bu­na delil olarak Hz. Aişe'nin: "O, hâteme'n-nebiyyîndir deyin; ondan sonra peygamber gelmeyecektir! demeyin." ifadesi öne çıkarı­lır (Dürrü'l-Mensûr).

Bir kimse Mugîre b. Şu'be'nin yanına geldi ve "Allah, hâteme'n-nebiyyîn olan ve kendi­sinden sonra peygamber gelmeyecek olan Muhammed @'e rahmet etsin" dedi. Mugire ise cevap olarak: "O, hâteme'n-nebiyyîndir demen yeterlidir (ve tâ nebiyye ba 'de (ondan sonra peygamber gelmeyecektir) ifadesini ek­lemen gerekmez). Çünkü bize İsa'nın yeniden zuhur edeceği açıkça söylendi. Eğer o yeni­den zuhur ederse Hz. Peygamber'den önceki ve sonraki peygamber olacaktır." demiştir. {Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 204).

Mirzâîlerin bu garip mantığı anlaşılır değil­dir. Kendi inançlarına aykırı bir hadis bul­duklarında, bu mütevatir olsa ve Buharî ve Müslim'de zikrediise bile bunu sahih görme­mektedirler. Şayet herhangi bir hadis kendi görüşlerini destekliyorsa, onu zayıf veya mevzu ya da bir râvi zinciri bulunmasa bile en sahih hadis olarak kabul etmeye hazırdır­lar. Böylece Sahih-i Buharî'de nakledilen se­nedi sağlam hadislere bile şüpheyle bakmak­tadırlar.

Hz. Aişe ile Mugîre'ye atfedilen ve râvi zinci­ri tam olarak tesbit edilememiş iki ifadenin aksine bir ifade içeren ve (râvi zinciri) Hz. Muhammed @'e ulaşan bir hadisin Buharî ve Müslim'de nakledildiğini görmekteyiz. Hadis âlimleri ve hüküm verirken makul olabilen kimseler râvi zinciri sağlam olan hadislere râvi zinciri sağlam olmayanlara nazaran ön­celik verirler. Ancak Mirzâîler bunun tam ak­sini yapıp Buharî ve Müslim gibi büyük muhaddislerin naklettikleri râvi zinciri sağlam hadisler yerine, râvi zinciri sağlam olmayan bir-iki sahabe kavlini tercih etmektedirler. Bununla ilgili çok güzel bir beyit vardır:

Onların bu konudaki şüphe ve vesveseleri ile bunun ayrıntılı reddiyesi hâteme'n-nehiyyîn ayeti (33: 40) açıklanırken Önceki kısımda ele alınmıştır.

Hz. Aişe, Hz. Peygamber @'in nebilerin so­nuncusu olduğuna inanıyordu: Hâtmü'n-nü-büvveî ile ilgili hadisler incelendiğinde râvi listesi içinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu ve önde gelen râviierden olduğu görülür. Hz. Aişe tarafından bizzat rivayet edilen şu hadis onun hâtmü'n-nübüvvete olan inancını teyid etmektedir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ben­den sonra nübüvvetle ilgili olarak mübeşşİ-rartan (sâlih rüyalardan) başka bir şey kal­mayacaktır." Ashab sordu: "Ya Rasûlullah! Mübeşşirat nedir?" Rasûlullah cevapladı: "Bir Müslümamn veya bir kişinin uyku esna­sında gördüğü sâlih rüyalardır." (Kenzü'l-Ummâl, Ahmed ve Hatîb).

Yine Aişe-İ Sıddika Hz. Muhammed @'den şöyle rivayet etmiştir: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ve benim mescidim peygam­berlerin mescidlerinin sonuncusudur." (Dey-lemî, İbnu'n-Neccâr ve el-Bezzâr'dan naklen, Kenzü'l-Ummâl).

Bir Müslüman için hâlâ, Hz. Aişe hâtmü'n-nübüvveîi İnkâr etmiştir gibi bir yalan iddia­da bulunmak mümkün değildir.

Temelsiz her ifadeye nefse uygun geldiği için inanmak, en sahih ve rivayet silsilesi en sağ­lam hadisleri ise nefse uygun gelmediği için reddetmek hakkaniyete sığmaz. "...Gönlünü­zün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız, (size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanla­dınız, bir kısmını da öldürdünüz." (2: 87).

Lâ nebiyye ba'de (benden sonra peygamber gelmeyecek) hadisinin Hz. Aişe ve Hz. Mugîre'nin ifadelerinden anlaşıldığı üzere İsa aleyhi s selâmın yeniden zuhur edecek olma­sıyla çelişki içinde bulunduğu söylenmiştir. Çünkü "eğer lâ nebiyyi genelde bütün pey­gamberleri reddediyorsa, İsa da bunun içine dahil olmalıdır. Ve eğer bu olumsuzlama ge­nel ve evrensel kabul edilmeyecekse, o vakit Hz. Muhammed @'den sonra peygamber gel­me ihtimali var demektir ki bu da hâtmü'n-nübüvvet görüşünü çürütür."

Bu düşünce İslâm ümmetine Mirzâîlerin sun­duğu bir şüphe ve belirsizlik tuzağıdır. Mirzâîler bunun çözümsüz bir çelişki olduğu­nu düşünmektedirler. Aslında ortada bir çe­lişki yoktur. Yalnızca Arapçası iyi olmayan ve Arap dilinin kullanım şekillerinden haber­siz kimselere oıtada bir çelişki varmış gibi gözükmektedir. Burada lâ nebiyyi ifadesi ge­lecekte doğacak kimseler içinden bu niteliği haiz kimselerin olmayacağını belirtir. Daha önce bu sıfatı kazanmış kimsenin veya kim­selerin yok olduğu ve yeniden zuhur etmeye­ceği anlamına kesinlikle gelmez. Buna bir Ör­nek vererek meseleyi izah edelim. "Lâ hicre ba'de'l-Feth (Mekke'nin fethinden sonra hic­ret yoktur)" hadisi vardır. Buradan herkes şu­nu açıklıkla anlar: Mekke'nin fethinden sonra hiçkimseye muhacir denmeyecektir. Bu ha­disten, Mekke'den Medine'ye, Mekke'nin fet­hine kadar olan 8 senelik dönemde yapılan hicretin geçersiz sayıldığı ve bununla ilgili olarak sözü edilen mükâfat ve cezaların yeri­ne getirilmeyeceği anlamı hiçbir şekilde çıka­rılamaz. Cümle yapısı bakımından ise lâ hic-re, lâ nebiyyi ile aynıdır. Bundan dolayı tâ nebiyyi kelimesinin kapsamına önceki pey­gamberlerin girmediği kolaylıkla anlaşılabi­lir. O vakit eski peygamberlerden biri Hz. Muhammed @ 'den sonra yeniden zuhur ede­cek olursa bundan yukarıdaki ifadeyi anlam-* sız kılacak bir durum ortaya çıkmaz.

"La amel-i ba'de'l-mevt (ölümden sonra ey­lem [amel] yoktur)" denilirse buradan belli bir kişinin ölümüyle dünyada gelecekte ona ait hiç bir amel olmayacağı anlaşılır. Yoksa geçmiş eylemlerinin (amellerinin) geçersiz olduğu anlaşılmaz.

Bu sınıfa giren bazı hadisler konuya ışık tuta­caktır:

Müslim Sahih'inde Sa'd İbn-i Ebi Vak-kas'dan rivayetle Rasûlullah @'in Tebük se­ferinde lâ nebiyye ba'de yerine "la nübüvve ba'de" (benden sonra nübüvvet yoktur) bu­yurduğunu nakletmiştir. Buradan da lâ nebiyye ba'de'nin Hz. Muhammed @'den sonra nübüvvet olmadığı anlamına geldiği kolaylıkla anlaşılır.

Ayrıca lâ nebiyye ba'de ifâdesinin genel ve evrensel olduğunu ve her türlü peygamberliği red ifadesi taşıdığını söyleyebiliriz. Arap dili­nin kullanımında ve hadis İlminde bununla kastedilenin nübüvvet makamı olduğu anlaşı­lır. Yani Hz. Peygamber @'den sonra hiç kimsenin bu makama geçemeyeceği anlaşılır. Bu kimse Musa, İsa veya ondan sonra doğan Mirza olabilir.

Hz. Muhammed @'den Önce nübüvvet maka­mına yükselmiş kimselerden ise bu makam geri alınamayacağına göre; Hz. İsa'ya daha önce peygamberlik verildiğinden dolayı Hz. Muhammed @ 'in vefatından sonra yeryüzün­de yeniden zuhur ederse, bu durum lâ nebiy­ye ba'de hadisi ile bir çelişki teşkil etmez. Ancak Mesih olduğunu iddia eden ve nübüv­vet makamına müstehak olduğunu ispatlama­ya çalışan biri için, bu hadis büyük bir üzüntü kaynağıdır. Kendisi için en müessif bir ha­berdir!

Arap dilinde lâ nebiyye ba'de, Hz. Peygam­ber @'den sonra hiç kimse peygamberlik ma­kamına yükselmeyecek demektir. Ancak bu ifade kendisine daha önce peygamberlik ve­rilmiş kimselerden bu makamın geri alınmış olduğu veya bu kişilerin öldüğü ya da bu dünyada yeniden zuhur etmelerinin mümkün olmadığı anlamına gelmez. Bunu bu anlamla­ra yormak Mirzâîlerin hüsn-ü kuruntusudur. Yine bu kimselerin keşf aynalarında Hz. Aişe ve Mugîre'ye atfettikleri uydurma ifadeleri görerek lâ nebiyye ba'de ifadesini bütün Mirzâîleri hoşnut kılacak şekilde tefsir etmiş olmaları da mümkündür; çünkü aksi taktirde Arapça gramer bilgisine sahip hiç kimse lâ nebiyye ba'de ifadesinden böyle bir anlam çıkaramaz.

Bir başka şüphe ve bunun izale edilmesi:

Kadıyanî nübüvvet severlerin lâ nebiyye ba'di ifadesini kendi arzularına uyacak şekil­de tahrif etmek için icat ettikleri bir diğer bi­dat (dinde sonradan icat edilen yenilik) da, la nebiye ba'de İfadesindeki lâ'yı nefy-i kemâl kabul etmeleridir. Yani "lâ nebiyye ba'di" "benden sonra kemale ermiş bîr peygamber gelmeyecek" anlamını taşır demektedirler. Bu nefiy (red) gayrıteşriî, geçici ve bağımlı peygamberleri red manasına gelmez diyerek şu misalleri vermektedirler: "lâ iman li men emânete lehû" (bir kimsenin imam dürüst ol­madıkça kemale ermez) hadisi ve "lâ salâte licâri'l-mescid illâ fi'1-mescid" (mescide komşu yaşayan bir kimsenin namazı mescid-de kılınmadıkça tam olmaz) hadisi. Bu nefiy nefy-i kemâl olarak adlandırılmaktadır ve bundan dolayı la nebiyye ba'di'deki lâ da nefy-i kemaldir iddiası ortaya atılmaktadır.

Şüpheye cevap: Ne garip içtihad, ne garip bir kıyas! Bir Hindu veya müşrik lâ ilahe il­lallah ifadesindeki lâ nefy-i kemaldir dese ve bununla "Allah'tan başka mükemmel İlah yoktur"u kastetse buradan çıkarılacak sonuç şu olur: Allah'tan başka mükemmel ilâh yok­tur, ama gayriteşriî veya bağımlı ilâhlar ola­bilir. Gerçekte müşrik ve putperestlerin inan­cı da böyledir. Bu tarzda bir iddia ile ortaya çıkan putperestlere verilecek cevap ne olabi­lir? Yine bir kimse "lâ reybe fih (bu doğrulu­ğunda şüphe olmayan (kitap)dır" (2: 2) ifade­sindeki Iâ'nın nefy-i kemal olduğunu ve bun­dan dolayı Kur'ân'da tam şüphe olmadığım, ancak eksik bir takım şüpheler olduğunu id­dia etse, Mirzâî cemaati bunu da kabul ede­cek midir?

Bu hüsn-ü kuruntu sahibi ve nübüvvet iddia­sında bulunan kimselere şöyle sorulmalıdır: '7a imane li men lâ amenîe lehû" hadisindeki nefyİn nefy-i kemal olduğunu kabul etsek bi­le bir hadiste kullanılmış olan bir neyf-i ke-mal'in kıyas yoluyla her ifadeye uyarlanabile­ceğim düşünmek mümkün müdür? Eğer bu mümkünse niçin lâ ilahe illallah ve lâ reybe fihi ifadelerine uygulamıyorsunuz?

Lâ ilahe İllallah ifadesindeki lâ ya da nefy-i kemal'i uygulamayı engelleyecek bir deliliniz var mıdır? Eğer varsa aynı delil lâ nebiyye ba'di hadisindeki Iâ'nın nefy-i kemâl olmadı­ğını ispat için de kullanılabilir.

Bir diğer şüphe ve izale edilişi: Mirzâî ce­maati kendi hevâlarına uygun yeni bir nübüv­vet şekli icad etmek için lâ nebiyye ba 'di ha­disini tahrif etmek hususunda her türlü çaba­yı göstermişlerdir. Mirzâî cemaati her zayıf hadisten yararlanmış ve her acaip görüşü dik­kate almıştır. Lâ nebiyye ba'di hadisi ile lâ Kisra (Kisra ölmüştür. Kisra öldükten sonra o saltanat kurulmayacaktır. Kayser de mu­hakkak ölecektir. Öldükten sonra Kayser bu­lunmayacaktır) hadisi arasında da kıyas yap­maya çalışmışlardır: Kisra ve Kayser belli bir kimsenin özel ismi değildir. Kisra, Sasani Kayser ise Roma imparatorlarının unvanıdır.

Bu Kisralar ve Kayserler İran ve Suriye'de eski çağlardan Hz. Muhammed @'in yaşadığı devirlere dek hüküm süregelmişlerdir. Bu Kisra ve Kayserin yüzyıllarca bir arada hü­küm sürdüğünü gösterir. Bu hadisten, zahirî anlamından başka bir anlam çıkar. O da, Kis­ra ve Kayser'in İslâm'ın hükmü altına gire­cekleri, Suriye ve İran'da bağımsız hüküm­ranlıklarını sürdüremİyecekleridir. Bundan dolayı lâ nebiyye ba'di hadisi de benzer bir mantıkla anlaşılmalıdır ve böylece Hz. Mu­hammed @'den sonra teşriî veya ondan ba­ğımsız bir peygamber gelmeyeceği ve eğer bir peygamber gelecekse Hz. Muhammed @'e bağlı ve onun şeriatı ile hükmeden bir ki­şi olmalıdır sonucuna varılabilir.

Mirzâîlerin bu akıl yürütme işlemi incelendi­ğinde yanlış çıkış noktalarından yanlış sonuç­lara ulaşıldığı görülecektir. Mirzâîler Kisra ve Kayserin günümüzde de varlığını sürdür­düğünü farzetmekte ve lâ Kisra hadisini yan­lış yorumlamaktadırlar. Daha sonra da Müs­lümanların dikkatini celbederek, onların bu kendilerinden menkul yorumu kabul etmele­rini ve diğer hadise uyarlamalarını talep et­mektedirler. Müslümanların da hadislerin an­lamlarını Mirzâîlerin nevasına uyacak şekilde esnetmelerini arzu etmektedirler. "...Bu on­ların kuruntularıdır..." (2: 111),

Bu yalnızca bir kandırmacadır. Kisra ve Kay­serin halen varoldukları tamamen yanlıştır. Nevevî Sahih-i Müslim Şerhinde bu hadisi açıklarken şöyle demiştir: İmam Safi ve diğer âlimler, bize bu hadisin artık Kisra İran'da, Kayser de Suriye'de hüküm süremeyeceği an­lamına geldiğini söylemişlerdir. Bir diğer ifa­deyle, bu bölgeler Kisranın ve Kayserin hük­mü altından çıkacaktır. (Hafız İbn-i Hacer Fethu'l-Bâri'de [Sahih-i Buharînm şerhi] şöyle demektedir: Özellikle bu iki imparator­luğun vurgulanmasının hikmeti şudur ki, Ku-reyş kışın Yemen'e ve yazın da Suriye'ye ti­caret kervanları yollardı. Buralar Kur'ân'da zikredildiği üzere pazar merkezi idiler. "Ku-reyş'e kış ve yaz yolculukları kolaylaştırıldığı onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her sit korkudan emin kılan şu evin Rabbine ulluk etsinler." (106: 1-4). Mekke'nin fet­hinden sonra Kureyş İslâm ile müşerref olun-yemen ve Suriye'deki pazar-yerlerine gir­meleri yasaklandı. Hz. Muhammed @ onları "pazar-merkezlerimiz bu zâlimlerin elinde kalmayacak" diyerek ferahlattı. Ve kısa bir süre sonra geleceğe ait bu haber gerçekleşti. Kisra İmparatorluğunu kaybetti ve kendisi öl­dürüldü. Yerine de bir başkası geçmedi. Kay­sere gelince, o da Suriye'yi terketti ve başka yerlerde sığmak aradı. Kısacası her ikisi de bu topraklardan atıldılar.

Bundan dolayı, lâ Kisra hadisinde zahirî an­lam dikkate alınmamalıdır, demek doğru de­ğildir. Üstelik Mirzâîler aynı kuralın lâ ne-biyye ba 'de hadisi için de geçerli olduğunu söylemektedirler.

Mirzâîlerin yaptığı müthiş bir hata daha var­dır; lâ Kisra hadisi, zahirî ve hakiki mana­sıyla anlaşılırsa lâ nebiyyi ba'de hadisi ona kıyaslandığında Mirzâîlerin nevalarına uygun bir anlam çıkarmak kesinlikle mümkün olamamaktadır.

Bir kıssa: Hz. Muhammed @'in geleceğe ait bir haberine göre her devirde yalancı pey­gamberler bulunacaktır. Fakat lâ nebiyyi ba'de hadisi önlerine Çin Şeddi gibi dikile­cek ve bundan dolayı her biri bu hadisin ma­nasını kendi hevaları doğrultusunda tahrif et­mek için her türlü gayreti göstereceklerdir. Kurnaz bir adam kendisine lâ (yok) ismini takıp nübüvvet iddiasında bulunmuş ve lâ nebiyyi ba'de hadisini lâ nebiy ba'di (ben­den sonra Lâ peygamber olacak) şeklinde okuyarak iddiasına delil bulmaya çalışmıştır. Bu Fethu'l-Bâri'de anlatılmıştır.

Mağrib'de (Fas) bir kadın da nübüvvet iddia­sında bulunduğunda insanlar kendisine lâ ne-oıpe ba'de hadisini hatırlatmışlar ve o da Şöyle cevap vermiştir: "O, lâ nebiyyi ba'dıMir, lâ nebiyyete ba'di (kadın peygam­ber yoktur) değildir." Bu kıssa da Fethu'l-Bâri'de zikredilmiştir.

O vakitler insanlar itikad konularında daha ciddi idiler. Hadislere saygı gösterir ve bunu imanın bir parçası sayarlardı. Aptalca tefsir­lere pek itibar edilmezdi. Ümmet bu tıp sahtekârlara mürted olarak muamele ederdi. Mirzâîlerinkinden daha önemli ve ilginç açıklamaları olsa bile insanlar onlara aldırış etmezlerdi.

Bizim hissemize düşenler ise beceriksizce kendinden menkul tefsirler yapan yalancı peygamberlerdir. İnsanlar ise ateşe benzin dökercesine bu tip kimselerin yalancı keha­netlerine inanıp ve her türlü saçmalıklarını vahiy kabul edecek derecede hurafeye yatkın hale gelmişlerdir. Bu insanlar Önceki yalancı peygamberlerin devirlerinde yaşamış olsalar­dı onların hilelerine çabucak kanabilirlerdi.

 

Hadis No. 5

 

Cübeyr b. Mut'im'den rivayete göre Rasûlul-lah @ şöyle buyurmuştur: "Ben Muham-med'im ve Ahmed'im, ben o Mâniyim ki, Al­lah benimle küfrü izale edecektir. Ben o Haşirim ki, nâs beni takib ederek haşroluna-caktrr. Ben Akibim (en son gelenim) (Benden sonra hiç kimse nebi olmayacaktır)." (Buharı veMüslimden Ebu Nu'aym, Delâil).

Hadiste geçen, yuhsaru'n-nas ala kademiyye (insanlar benim ayaklarımdan itibaren haşro-lunacaklardır) ifadesini Hafız ibn-i Hacer Fethu't-Bâri'sinde şöyle açıklamıştır (c. VI, s. 406): "Kadem" Hz. Peygamber @'in ayağa kalktığı ve kıyamet alâmetlerinin ortaya çık­tığı döneme işaret olabilir. Bu da Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir peygamber ve şeriat gelmeyeceği gerçeğini ima etmektedir.

Hafız'ın metninden, bu hadisin, her türlü nü­büvveti nefyettiğini (olumsuzladığını) ve teşriî veya gayriteşriî her türlü nübüvvetin ebediyete kadar nihayete erdiğini beyan et­miş bulunduğunu da öğreniyoruz.

 

Hadis No. 6

 

Ebu Hureyre'den Nebî @'nin şöyle buyurdu­ğu rivayet olunmuştur: "Beni İsrail'den siz­den önce gelip geçenler içinde öyle kimseler vardı ki onlar peygamberler olmadıkları hal­de kendilerine haber ilham olunurdu (yükeüemûn). Eğer ümmetim içinde de bun­lardan bir kimse bulunursa o da muhakkak Ömer'dir." Bir diğer rivayet tarikında ise bu zevata muhaddesun dendiği bildirilmektedir. (Şahih-i Buharı, Hz. Ömer'in faziletleri bölü­mü. Müslim'de de benzer şekilde kaydedil­miştir).

Muhaddis veya Mükellim Kimdir? Hafız İbn-i Hacer Fethu'l-Bâri'sinde muhaddis ke­limesini açıklamıştır (c. IV, s. 40). Bununla ilgili değişik yorumlar vardır. Bazı kimseler onun mülhem anlamına geldiğini, yani Al­lah'ın İlhamda bulunduğu kimse olduğunu söylemektedirler. Bu hadisin Sahih-i Müs­lim'de zikredilen rivayetlerinden biri bu gö­rüşü desteklemektedir. Burada mülhemûn muhaddisün yerine kullanılmıştır.

Buna benzer olarak, aynı konu ile ilgili bir başka hadis Hz. Aişe'den rivayetle Humeydî'nin Müsned'mde. yeralmıştır. Hadi­sin sonunda mülhem kelimesi doğru kabul edilmiştir. Tirmizî'nin ve İbn Uyeyne'nin talebelerinden bazıları muhaddisün yerine müfhemûn (hakikati Allah'tan öğrenen) keli­mesini aktarmışlardır.

Ancak hadisten anlaşıldığına göre muhaddis veya mükellim, nebî olmayan, ancak İlâhi yardıma mazhar olan ve hakikat konusunda Allah'tan ilham alan kişi manasına gelmekte­dir. Hadise göre muhaddis'lenn bütün söyle­dikleri bu sınıfa girmektedir, ancak onlar peygamber değildirler.

Şimdi yukarıda zikredilen hadisin gayesini idrak etmeye çalışalım. Hz. Muhammed @ ümmetinin en iyisine en büyük paye olarak muhaddislik (Hz. Ömer'e) payesini vermiştir ve bu hiçbir şekilde bir nübüvvet makamı de­ğildir. Ve bu şekilde Hz. Muhammed @ bir anlamda kendisinden sonra nübüvvetin olma­yacağını göstermiştir. Ümmetin icmaı ile sa­bit olduğu üzere peygamberlerden sonraki en üstün insanlar Hz. Muhammed @'in ashabı­dır. Ve en öndeki sahabeler yani hulefa-i râşidîn bile nübüvvet mertebesinde olmadığı­na göre hiçbir gavs, kutb veya veli de bu mertebeye ulaşamaz. Çünkü ümmetin icmaı-na göre hiçbir veli, din yolunda her türlü gayreti gösterse bile sahabenin derecesine da­hi erişemez. Buradan anlaşıldığı üzere pey­gamberlik makamı hiçbir şekilde sonradan kazanılamaz. Sahabenin ardından bir kimse çıkıp da nübüvvet iddia ederse onun sahabe mertebesinde bile olamıyacağı rahatlıkla söy­lenebilir.

 

Hadis No. 7

 

Sa'd b. Ebî Vakkâs Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye : "Ey Ali, senin bana bağlılığın (ittisa­lin) Harun'un Musa'ya bağlılığı gibidir. Şu kadar ki, benden sonra peygamber yoktur." buyurmuştur (Buharı ve Müslim-Tebük se­feriyle ilgili hadisler babında nakledilmiştir). Müslim metninde Hz. Ali'ye Rasûlullah'ın Tebük seferinden geriye kalmasını emrettiği ve Hz. Ali'nin cihaddan geri kalmamak için itiraz etmesi üzerine Rasûlullah'ın "Senin ba­na bağlılığın Harun'un Musa'ya bağlılığı gibi­dir." buyurduğu rivayeti de mevcuttur.

La nebiyye ba'dı hadisinin manasını tahrif etmeye çalışanlar bu hadisin kendi çürük id­dialarına net bir cevap olduğunu görecek dir.

 

Hadis No. 8

 

"İkİ hizip birbirini tüketene kadar savaşma-dıkça saat (kıyamet) gelmez. Halbuki ikisi de aynı şeyi iddia etmektedirler. Yine kezzâb (yalancı) ve deccallann sayısı otuzu [çokluğu ifade anlamında] geçmedikçe, -ki bunların her biri Allah'ın Rasûlü olduğunu iddia ede­ceklerdir-; saat (kıyamet) gelmez." (Ebu Hu-reyre'nin bu rivayeti Buharı, Müslim ve Müsned-iAhmedât nakledilmiştir).

Bu hadis, her yalancı peygamberin deccal ve kezzâb olduğuna işaret etmektedir. Bu hadis konuyu daha da açıklığa kavuşturmaktadır.

Bir Soru: Burada kaçınılmaz bir soru ortaya çıkmaktadır. Eğer (Hz. Muhammed @'den sonra) nübüvvet iddia edenlerin hepsi deccal ve kezzâb olarak nitelendirilecekse, otuz ra­kamı buraya uymamaktadır. Çünkü şimdiye kadarki yalancı peygamberlerin sayısı otuzu çoktan aşmıştır ve (kıyamet gününe kadar) bir kaç tanesinin daha ortaya çıkması bekle­nebilir.

Cevap: İbn-i Hacer Askalânî, Fethu'l-Ban'sinde buna uygun bir cevap vermiştir: "Bu hadis peygamberlik iddia eden herkese atıfta bulunmayıp yalnızca cezbeleri vasıta­sıyla kendi bağımsız itikatlarını oluşturan kimseleri kastetmektedir. Yoksa pekçok mec­zup vardır ki kendisini peygamber ilân eder." {Fethu'l-Bâri, c. VI, s. 453).

Hafız İbn-i Hacer bu soruyu kapsamlı bir ce­vapla bertaraf etmiştir. Nübüvvet iddia eden­lerin tamamı kezzâb (yalancı) olmakla birlik­te bunların otuzu deccalĞır. Bunlar da kendi cemaatlerini kurabilecek derecede örgütlene-bilen ve bu iddiaları kabul gören kimselerdir, demektedir. Buradan iki sonuç daha çıkarıla­bilir: Birincisi, nübüvvet iddialarının çoğun­luğu delilik belirtisi olan vak'alardır. İkincisi, eğer bir yalancı peygamber geniş bir taraftar topluluğu bulur ve başarı kazanırsa, bu onun iddiasının sahih ve doğru olduğu anlamına gelmez. Bu yalnızca onun sıradan, önemsiz bir yalancı peygamber değil de, sözü edilen 30 deccalden biri olduğunu ispatlar.

Bu durumda, benzer iddia sahiplerinin, çok sayıda taraftar toplamış olmakla övünmeleri faydasızdır; dinlerinin popüler ve yaygın ol­masının kendilerini sevindirmesi de boşuna­dır. Cemaatlerinden fon toplayabilmelerİni övünç vesilesi ve mucizelerinden biri olarak görmemelidir. Meselâ bunlardan Mirza'nın hadiste sözü edilen otuz deccalden biri oldu­ğu ispatlanmaktadır. Bir şair şöyle söylemiş­tir.

 

Hadis No. 9:

 

Câbir b. Semûre'den rivayetle Müslim'de kaydedilene benzer bir hadis nakledilmiştir (Fethu'l-Bâri, Hindistan baskısı, Bölüm 14, s. 243)

 

Hadis No 10:

 

Sevban, Rasûiullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ümmet'imden otuz kezzâb zuhur edecek, her biri kendisinin peygamber olduğunu   iddia  edecektir.   Halbuki  ben hâteme'n-nebiyyîn'im, ve benden sonra pey­gamber olmayacaktır." (Müslim).

 

Hadis No. 11

 

Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Ben, benden önceki peygamberler üzerinde altı şeyde üstün kılın­dım: Bana cevâmü'l-kelim (özlü konuşma ye­teneği) verildi; (düşmanların kalbine) korku (salmak) ile mensur olundum; ganimetler ba­na helâl edildi, yeryüzü bana namazgah ve sebeb-i taharet kılındı (bu sayede abdest suyu bulamayan müslümanlar toprak ile teyem­müm imkânına kavuştular), her nebî kendi kavmine gelmişken ben bütün insanlara gel­dim, ve nebiler silsilesi benimle sona erdi!" (Müslim).

 

Hadis No. 12

 

Ebu Hureyre'den, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu işittim dediği rivayet olunmuştur:

"Mübeşşİrattan başka nübüvvetten (ilham alacak) bir şey kalmadı (mübeşşirat: sâlih rü­ya)." (Buharîve Müslim).

Bu hadisin hakiki gayesi nübüvvetin tama­men sona erdiğini ve artık devam etmeyece­ğini bildirmektir. Nübüvvetten arta kalan yal­nızca hakiki müminlerin görebileceği salih rüyalardır (mübeşşirat). Mübeşşİrat'm nü­büvvetin 46'da 1 cüzü olduğu yine BuharTnin naklettiği bir başka hadiste bildi­rilmektedir.

Bir şüphe ve izale edilişi: Mirzâîler Hz. Pey­gamber @'in hadislerinden ibret alarak görüş­lerinden vazgeçebilirlerdi. Ancak kalpleri ki­birle dolu olan bu kimseler yalancı peygam­berlerinden vazgeçmediler, bilakis kendi ne­valarına uygun yanlış yorumlar geliştirmeye devam ettiler. "...Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler." (40: 35). Hz. Muhammed @'den rivayet edi­len hadislere göre nübüvvetin kendisi ile sona erdiği açık olmasına rağmen Kadıyaniler Hz, Muhammed @'den sonra nübüvvetin devam ettiğini ispatlamaya çalışmaktan zevk duy­maktadırlar: "...doğrusu bu tuhaf bir şeydir." (38: 4).

Bu hadisin tek bir cüzü hâriç, Hz. Muhammed (S)'den sonra zuhur edecek bir nübüvveti nefyettiği (kabul etmediği) genel kabul gören bir şeydir. Mirzâîler ise hemen tartışmaya başlamakta ve: "Bakınız, bu peygamberliğin halen devam etmekte olduğuna dair açık bir delildir" demektedirler. Sonra şöyle devam etmektedirler: "Bir damla su kalsa bile, o yi­ne de sudur. Buna benzer olarak, nübüvvetin bir cüzü bile kalmış olsa, biz nübüvvetin ha­len var olduğunu ve devam ettiğini düşünme­liyiz."

Bu bilgi ve bilim çağında, bir yalancı pey­gamberin hatırına, bir cüzü devam ettiği için nübüvvetin de kesinlikle varolduğu tekrar tekrar iddia edilmektedir. İnsanların "bütün" ile "cüz" arasındaki bariz farklılığı idrak et­memeleri garip değil midir? "Cüz"ün varlığı­nın "bütün"ün varlığı anlamına geldiğini ni­çin ve nasıl düşünebilmektedirler? Bu mantı­ğa göre, namazın bir kısmının, meselâ "Al-lah-u Ekber" demenin tam bir namaz anlamı­na geleceğini kabul etmemiz gerekecektir. Veya, sadece elleri yıkamak abdest için ye­terli sayılacaktır. Tek bir kelimeyi ezan ka­bul edemeyeceğimiz gibi bir dakika aç ve su­suz kalmayı da oruç olarak kabul edemeyiz.

Şunları da ilave edebiliriz: Kadıyani dini ve akidesinin gereği, bir bütünün parçasını bütü­nün kendisi olarak kabul etmekse, o zaman bir tuğlayı tam bir bina, tuzu tam bir yemek olarak adlandırabiliriz. Böylece bir iplik par­çasını elbise, tırnağı insan ve tahta parçasını masa yerine koyabiliriz. Hiç böyle iş olur mu?

Buna göre eğer bir tuğla bir ev olarak ve iplik parçası da elbise olarak kabul edilemiyeceğİ-ne göre nübüvvetin 46'da bir cüzü de nübüv­vetin kendisi olarak kabul edilemez.

Su damlası misâline gelince; bir damla da, bir okyanus da su olarak kabul edilir; bu doğru­dur. Mirzaî mezhebinin büyük düşünürleri her şeyi yerli yerince anlayamamaktadırlar. Daima bir hatadan diğerine yuvarlanmakta­dırlar. Damlayı suyun cüzü kabul etmeleri gülünç değil midir? Bir nehir de, bir damla da total olarak sudur. Herkesin bildiği gibi ker damla su suyun bileşenlerinden (2-hİdrojen ve 1-oksijen) oluşur. Okyanusla damla arasındaki fark nicelik itibarıyladır. Hitelikleri aynıdır. Hidrojeni veya oksijeni yalnız başına su olarak kabul edemeyiz. Aynı şekilde nübüvvetin bir cüzünü nübüvvetin ta­mamı olarak kabul etmek de hatalı bir iştir. Burada Mirzâîler kesinlikle güvenilir olma­yan bir mantık hatası yapmakta ve nübüvve­tin cüzünü tamamına denk tutmaktadırlar.

Bürûzî ve zilli nübüvvet de devam etmeye­cektir: Yukarıda zikredilen hadisten öğrendi­ğimize göre Hz. Muhammed @ kendisinden sonra nübüvvetin değil, yalnızca salih rüyala­rın kalacağından bahsetmiştir. Nübüvvet keli­mesi her tür ve şekildeki peygamberliği içer­mektedir. Hz. Muhammed @ her türlü nü­büvvetin zuhuruna nefyetmiştir (olumsuzla-mıştır). Aksi taktirde, peygamberimiz mü-beşşirat'tan bahsedeceğine, kendisinden son­ra zuhur edecek olan peygamberlik şekillerini açıklardı.

Halbuki, bu hadiste Hz. Peygamber @ kendi­sinden sonra sâlih rüyaların varlığını sürdüre­ceğini ve bunun haricinde her türlü nübüvve­tin nefyolunduğunu bildirmektedir. Eğer her­hangi bir tür nübüvvet ondan sonra da devam edecek ve varlığını sürdürecek olsaydı, Hz. Peygamber @ bu türü de istisna ederdi.

Mirza, İslâm'a karşı duyduğu gizli nefreti iyi­ce saklamak için bazen hâtmü'n-nübüvvet görüşüne inandığını, ancak sona erenin yal­nızca teşriî nübüvvet olduğunu söylemiştir. Ve ardından kendi nübüvvetinin gayriteşriî olduğunu eklemiştir. Bir diğer zamanda, Mir­za yeni bir görüşü benimsemiş ve "tam nü­büvvetin" sona erdiğini ancak kendisine bah­şedilen "cüzî peygamberliğin" devam ettiğini iddia etmiştir. Bazen de hakiki nübüvvetin sona erdiğini ve kendisine has olan zilli (göl­ge) veya bürûzî (yansıyıcı) nübüvvetin de­vanı etmekte olduğunu varsaymıştır. Bir di­ğer zamanda ise kalıcı ve bağımsız nübüvvetin sona erdiğini ama kendisinin olduğu üzere gayrimüstakil nübüvvetin devam edeceğini söylemiştir.

Kısaca, Mirza böylesine kendisiyle çelişen, zayıf ve yalan-yanlış ifadelerle nübüvvet id­diasını savunabileceğini ve aynı zamanda ic-ma ile sabit hâtmü'n-nübüvveî görüşüne, Kur'ân ve sünnet nasslarına karşı çıkmamış görünerek Müslümanlar sınıfı içinde yer ala­bileceğini düşünmüştür.

Bu mesele hakkında kısa bir yorum: Bu hadis Mirza'nın bütün plan ve hilelerini boşa çıkar­mıştır. Bir an için Mirza'nın icat ettiği tarzda­ki zillî veya bürûzî nübüvvet şekillerinin ve hakiki nübüvvetin bir arada mevcut olduğu varsayılsa bile, yine de yukarıdaki hadiste her türlü nübüvvetle ilgili açık bir nefy bulun­maktadır. Çünkü, zikredilen hadiste mübeşşi-rat dışında herhangi bir başka nübüvvet şek­linin de İstisna edildiği görülmemektedir. Bundan dolayı, zillî veya bürûzî nübüvvet nübüvvet çeşitlerinden olsa bile onlar da Hz. Muhammed @'den sonra ebediyen sona er­mişlerdir. Mirza gibiler kendilerini savunmak için çok farklı tefsirler icat etme konusunda büyük gayretler gösterseler dahi birşey elde edemeyeceklerdir.

 

Hadis No. 13

 

İbn-i Abbas'ın rivayetine göre Hz. Peygam­ber @ (evinin kapısındaki) perdeyi açtı, son hastalığı esnasında (baş ağrısına karşı) başını bir bezle sıkmış vaziyette dışarı çıktı. İnsan­lar Ebu Bekr'in arkasında sıra halinde duru­yorlardı. Rasûlullah onlara şöyle seslendi;

"Ey insanlar! Artık (benden sonra) nübüvvet­ten Müslümanm göreceği veya ona ilham olacak salih rüyadan (mübeşşirat'tan) başka birşey kalmayacaktır." (Müslim, Neseî ve di­ğerleri).

 

Hadis No. 14

 

Abdullah b. İbrahim, Ebu Hureyre'den şöyle işittiğini yeminle rivayet etmiştir: Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ben, peygamberlerin sonun-cusuyum ve benim (Medine'deki) mescidim (peygamberler tarafından inşa edilmiş olan) mescidlerin sonuncusudur (hâtemü'l-mesâ-cid)." (Müslim ve Neseî).

Bu hadisdeki Hâtemü'l-mesâcid kelimesi bir peygamber tarafından inşa edilmiş mescidle­rin sonuncusu anlamına gelmektedir; aynı fi­kir Deylemî, İbnu'n-Neccâr ve Bezzâr ve di­ğerleri tarafından Hz. Aişe'den rivayetle nak­ledilen şu hadiste de zikredilmiştir: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum ve mescidim de (peygamberler tarafından inşa edilen) mescidlerin sonuncusu olacaktır." (Keriz). Bir diğer ifadeyle Hz. Peygamber'den sonra başka bir peygamber gelmeyecek ve bundan sonra bir peygamber tarafından başka bir mescid inşa edilmeyecektir.

Bir Kıssa: Mirzâîler Sahih-i Müslim'de nak­ledilen bu metni bulduklarına çok sevinmiş­lerdir. Çünkü, bunun manasım hâtmun-nübüvvet meselesini kendi hevâlanna uygun bir çözüme kavuşturmak için kolaylıkla tahrif edebilirlerdi. Hâtimul-mesâcid kelimesi Hz. Muhammed @'den sonra yeni bir mescid da­ha inşa edilmeyecek anlamına gelemezdi, çünkü bu akla aykırıdır. Bunun için Mirzâîler hâtimü'l-enbiya ifadesini de bununla kıyasla­makta ve hâtimü'l-enbiyanm Hz. Muham­med @'den sonra peygamber gelmeyecek an­lamını ihtiva etmeyeceğini iddia edebilmek­tedirler.

Halbuki Deylemî, İbnu'n-Neccâr ve Bezzâr'ın Hz. Aişe'den rivayetle naklettikleri ve yukarı­da zikredilen hadiste hatimü't-mesacidm peygamberlerin inşa ettirdiği son mescid an­lamında kullanıldığı ortaya çıkmaktadır ki, bu da onların planlarını boşa çıkarmıştır.

 

Hadis No. 15

 

Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayetle Rasûlullah @ kendi isimlerinden bahsederken şöyle de­miştir: "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im veMukajfa'yımV (Müslim).

İmam Şerafüddin Nevevî, Şemîr b. Hemdûye'den rivayetle mukaffa'nm âkib an­lamına geldiğini açıklamıştır. Âkib, Hadis No, 5'te açıklanmıştır. İbn-i Arabî bu kelime­nin "peygamberleri takip eden" anlamında olduğunu söylemektedir ki, bu da peygam­berlerin sonuncusu anlamına gelmektedir. Nevevî, her iki ifadeyi de almakta ve şu yo­rumda bulunmaktadır: Mukaffa'nm "sonun­cu" demek olduğu açığa kavuşmaktadır, ve hadis "ben peygamberlerin sonuncusuyum" anlamını taşımaktadır.

 

Hadis No. 16

 

Ebu Hureyre, şefaatle ilgili uzun bir hadiste Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "İnsanlar İsa 'ya gidip şefaat dilediklerinde, 'benden başka bir şefaatçi bu­lunuz, Muhammed'e gidiniz' diyecek. Onlar da Muhammed'e gelerek 'ya Muhammed, sen Allah'ın peygamberisin, ve nebîler halimisin..." (Buharîve Müslim).

 

Hadis No. 17

 

Enes, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Ben ve (kıyamet) saat(i) şun­lar gibi gönderildik. (Peygamber @ "şunlar gibi" dedikten sonra işaret ve orta parmağını göstermiştir). (Sahih-i Buharı ve Mişkaîü'l-Mesabih),

Hadis âlimleri bu hadiste Hz. Peygamber'in Kıyamet saati ile kendisinin vefatından sonra geçen süre esnasında yeni bir peygamber gel­meyeceğini anlatmak istediği noktasında hemfikirdirler: Böylece kıyamet saati ve Hz. jyluhammed @'in (araya başka bir peygambe­rin nüzulünün girmeyeceği kadar) bitişik ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde hadis çelişkili kabul edilmelidir. Çünkü o zaman­dan bu yana ondört asır geçmiş ve Kıyamet halâ kopmamıştır.

Diğer hadislerde de Kıyamet günü ile Hz. peygamber @'in gönderilişi arasında boşluk olmadığı ifade edilmiştir. Bu konuyu 62 nolu âyeti açıklarken ele almıştık. Orada Ebû Zu-meyl'in rivayet ettiği hadisi nakletmiştik. Bu­raya da hadisten bir kaç satır iktibası uygun gördük: "Rüyada senin beni dişi deve sürer­ken görmen bizden sonra gelecek olan (Kıya­met) saati(ni) belirlemektedir; çünkü benden sonra başka peygamber ve benim ümmetim­den sonra başka ümmet gelmeyecektir." (îbn-iKesîr,c. IX, s. 369).

Bu da, Hz. Muhammed @'in ve saat'in yakın olmasının, Hz. Muhammed @'den sonra baş­ka bir peygamber ve onun ümmetinden sonra başka bir ümmet gelmeyeceği anlamını ver­diğini açıkça belirlemektedir.

 

Hadis No. 18

 

Hz. Aişe, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sizden önceki milletler içinde muhaddisân vardı. Benim ümmetim­den de muhaddîs olacaksa, o Ömer b. Hat-tab'dır." (Müslim, Neseî, Ebu Ya'la ve Müs-ned-i Ahmed).

Muhaddis kelimesinin anlamını 6 nolu hadisi açıklarken vermiştik.

 

Hadis No. 19

 

Ebu Hureyre, Hz. Peygamber @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Biz ümmetlerin (dünyaya gelme açısından) sonuncusuyuz, ve Kıyamet Gününde ise (diriliş bakımından) il­ki olacağız, yalnız onlara Kitapları bizden önce verilmiştir ve bize de Kitabımız onlar­dan sonra verilmiştir." (Buharı, Müslim, Neseî, Kem. Ebû Nuaym da, Delâilü'n-Nü-büvve, s. 9'da benzeri bir hadis nakletmiştir).

Bu hadis Müslim tarafından Sahih'mm Cuma babında ve dört değişik rivayet zinciriyle nakledilmiştir.

 

Hadis No. 20

 

Huzeyfe'nin şöyle rivayet ettiği nakledilmiş­tir: "Biz bu dünyadaki ümmetlerin sonuncu­suyuz, ve Kıyamet Gününde (dirilecek olan­ların) ilkiyiz!" (Müslim).

 

Hadis No. 21

 

"Huzeyfe Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; "Ümmetimden yirmiyedi ta­ne yalancı (kezzab) ve deccal çıkacaktır, bunların dördü kadın olacaktır. Ben peygam­berlerin sonuncusuyum ve benden sonra pey­gamber zuhur etmeyecektir." (Ahmed b. Hanbel ve Taberanî sağlam bir râvi senedi ile nakletmişlerdir. Tahavî de bu hadisi Müşki-lu'1-Âsâr adlı eserinde nakletmiştir [c. IV, s. 104]).

 

Hadis No. 22

 

Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: Ağrıdan muz-darip iken Rasûlullah'a gittim. Oturduğum yerde kalmamı söyledi. Sonra kalktı ve na­maz kıldı. Daha sonra hırkasının ucunu üzerime attı ve şöyle buyurdu; "Ey İbn-i Ebî Ta-lib, şimdi şifa buldun. Allah'tan benim için ne istersen, ben de Allah'tan senin için onu iste­yeceğim; ve ben Allah'tan her ne dilersem, o kabul edilir. Yalnızca bana, benden sonra ye­ni bir peygamber gelmeyeceğinin söylenmesi müstesna." Kalktığımda ağrımın kalmadığını gördüm. (İbn-i Cerîr ve İbn-i Şahin, Sünne; Taberanî, Mu'cemü'l-Evsat ve Ebu Nuaym, Fedâilü"s-Sahabe).

 

Hadis No. 23

 

Ebu Zerr, Rasûlullah'ın kendisine şöyle hitap ettiğini rivayet etmiştir: "Ya Ebu Zerr! Nebi­lerin ilki Âdem aleyhisselâm ve (onların) so­nuncusu benim!" (İbn-i Hibbân, Sahih; Ebû Nu'aym, Hityetii'l-Evliya; İbn-i Asâkir ve Tirmizî'de nakledilmiştir. İbn-i Hibbân bu ha­disten Tarih adlı eserinde de bahsetmiştir. İbn-i Haoer Fethu'î-Bârisinde bu hadisi zik­retmiştir).

 

Hadis No. 24

 

Mâlik babasından ve babası da dedesinden ri­vayetle, Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye şöyle de­diğini nakletmişlerdir: "Senin bana bağlılığı­nın Harun'un Musa'ya bağlılığı gibi olmasını istemez misin? Şu var ki benden sonra nü­büvvet yoktur/' (Hakim, Müsîedrek ve Taberanî, Mu' cemul-Kebîr).

 

Hadis No. 25

 

Nafi, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Ben Muhammed'im ve ben ahmedim. Ben mukaffayım, haşirim, mâhiyim, hâtirrim ve âkibim" (Müsned-i Ahmed, İbn-i Sa'd, Taberanî ve Hakim nak-letmiştir. Bkz. Kenz).

Bu hadis, "zikredilen kelimeler benim sıfatla-rımdır" anlamına gelir. Mukaffa ve âkib da­ha önce açıklanmıştır (Bkz. Hadis No 5 ve 15). Bu kelimeler Rasûlullah'in peygamberle­rin sonuncusu olduğunu belirledikleri gibi haşir de aynı anlama gelir, yanı kıyamet gü­nü Hz. Muhammed @'in vefatından hemen sonra gelecek ve arada başka bir peygamber gelmeyecek anlamını taşımaktadır. Mâhi terimi Allah Teâlâ'mn Rasûlullah vasıtasıyla küfr'ü ortadan kaldıracağı anlamını taşımak­tadır.

 

Hadis No, 26

 

Avf b. Mâlik, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Allah'a andolsun ki, ben ol haşirim, âkibim ve mukaffayım." (Nakle­den Taberanî ve Hakim; bkz. Kenz).

Haşir, âkib ve mukaffa sıfatları bir önceki hadiste açıklanmıştır. Hepsi de Rasûlullah'ın peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildir­mektedir.

 

Hadis No. 27

 

Vehb b. Münebbih, İbn-i Abbas'tan rivayetle Hz. Peygamber'in kıyamet günü hakkında şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Hadiste Rasûlullah, mealen Nuh ümmetinin kıyamet gününde peygamberimize gelerek, ya Ahmed senin ve ümmetinin ümmetlerin sonuncusu olduğunu nasıl bildin? (bu soru hadisin ilk kısmında geçen bir olaya atfen sorulmakta­dır) diyeceklerini haber vermiştir. (Hakim, M üst e dr ek).

 

Hadis No. 28

 

el-Hasan, Bedir gazvesine katılmış yedi saha­benin İbn-i Abbas'tan sözlerine benzer sözler işittiğini rivayet etmiştir. (Hakim, Müsted-rek).

 

Hadis No. 29

 

Ebû Saîd, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben bin veya daha fazla peygamberin sonuncusuyum!" (Hakim,Müs-tedrek; bkz. Kenz, c. VI, s. 121).

 

Hadis No. 30

 

Irbâz b. Sâriye, Rasûlullah'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Ben, Allah'ın bir kulu ve nebilerin sonuncusuyum!" (Beyhakî nak­letmiştir ve Hakim bunu sahih kabul etmiştir. Dürrü'l-Mensûr, c. V, s. 207).

 

Hadis No 31

 

Zeyd b Harise, kendisi İslâm ile müşerref ol­duktan sonra kendisini aramaya gelen kabile­sinden bazı kimselerle bağlantılı uzun bir vatayı anlatırken şöyle rivayet etmiştir. Kabile mensupları: "Ya Zeyd! Kalk da (kabilemize dönerken) bize refakat et!" Zeyd: "Allah Rasûiünün cemaatinin değerine eş hiç bir topluluk bilmiyorum" diye cevap verdi. Bu­nun üzerine kabile mensupları Rasûlullah'a hitaben: "Ya Muhammed! Bu çocuk için isteyebileceğin diyeti ödemeye hazırız, yeter ki onu bizimle birlikte götürebilelim." Bunun üzerine Rasülullah @ onlara, Allah'tan başka kulluk edilecek ilâh bulunmadığını ve kendi­sinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ikrar etmeleri durumunda Zeyd'i onlara verebi­leceğini söyledi. (Hakim, Müstedrek'inde bu hadisi ayrıntılarıyla nakletmiştir, c. III, s. 314).

Bu hadisin en önemli noktası Hz. Muham­med @'in hâtmü'n-nübüvvet görüşünü tıpkı teşehhüd (Lâ İlahe illallah Muhammed er-rasûlullah) gibi imanın bir rüknü kabul etmiş olmasıdır.

 

Hadis No. 32

 

Abdullah b. Sâbit'ten rivayetle nakledilmiştir: Hz. Ömer, Rasûlullah'a geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasülullah, ben Kurayza kabilesine men­sup bir kardeşimin yanından geliyorum. Sana getirmem için bana Tevrat'tan bazı satırlar yazdı." Bunu duyan Allah Rasûiünün yüzü öfkeden kızardı ve şöyle buyurdu: "Nefsim Kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şimdi Musa aramızda olsaydı ve sizler de onun yolunu takip etmeye başlasaydınız dala­lete düşmüş olurdunuz. Çünkü siz bütün üm­metler içinde benim ümmetim, ben de bütün peygamberlerin içinde sizin peygamberini­zin*!" (Müsned-i Ahmed ve ayrıca Suyutî, Dürrül-Mensûr, c. II, s. 48; el-Hâkim, Kem P- I, s. 51).

Rasülullah @ kendi ümmetine, hiçbir pey­gamberin bu ümmet üzerinde bir hak iddia edemeyeceğine çok sarih ve kati şekilde ifade buyurmuştur. Bu ümmetin rehber olarak baş­ka bir peygamberi seçemeyeceğini de aynı netlikte ifade buyurmuştur.

 

Hadis No. 33

 

Enes b. Mâlik'duı rivayetle şöyle nakledil­miştir: Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "Risalet ve nübüvvet sona erdi. Onun için benden sonra bir rasûl veya nebî gelmeyecek." (Tirmizî hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. İbn-i Kesir Tefsir'inde, bu hadisin Ahmed b. Hanbel tarafından da nakledildiğini belirtmiş­tir: c. VIII, s. 9).

Bu hadis nebî ve râsul kelimelerim ihtiva etmektedir. Burada Hz. Peygamber @'den sonra şeriat sahibi ya da gayriteşrü hiçbir çe­şit peygamberin zuhur etmeyeceği birbirin­den ayırdedilerek belirtilmiştir. Önceki kı­sımlarda bu husus açıklanmıştı. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre rasûl, şeriat sahibi peygamberlere; nebî ise genelde tüm peygamberlere verilen isim olup bir nebî yeni bir şeriatla gelebileceği gibi önceki şeriatlar­dan birine de tâbi olabilir.

 

Hadis No. 34

 

Ümmü Kurz el-Ka'biye'den rivayet edildiği­ne göre Ka'biye Rasülullah @'in şöyle bu­yurduğunu işitmiştir: "Nübüvvet (ebediyyen) sona ermiştir; geride nübüvvetten yalnızca mübeşşirât (sâdık rüyalar) kalmıştır." (İbn-i Mâce, s. 286; Müsned-i Ahmed ve Taberanî. İbn-i Huzeyme bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir; bkz. Kem).

 

Hadis No. 35

 

Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin Hz. Muhammed @'den rivayet ettiği uzun bir hadisin bir bölü­münde Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Ben hâtemü'l-enbiyayım ve sizler de üm­metlerin sonuncususunuz." (İbn-i Mace, Sü­nen, s. 307, "Deccal bölümü"; İbn-i Huzey-me; Hakim ve ed-Diya'da nakletmiştir. Bkz. Müntehabü'l-Kenz,c. VI, s. 41).

 

Hadis No: 36:

 

Übey b. Ka'b'ın Hz, Peygamber'in peygam­berliğini köşe tuğlasına benzettiği hadisle bağlantılı olarak ettiği rivayete göre hadisin sonunda Hz. Muhammed @ "bu tuğlanın bi­nayı tamamladığı gibi ben de peygamberleri tamamlayanım!" buyurmuştur. (Nakleden Ahmed ve Tirmizî. Tirmizî hadisin sahih, fa­kat garib olduğunu söylemiştir).

Bu 36 hadis hâîmü'n-nübüvvet ile doğrudan ilgili olup tamamı hadis ilmine göre sahihtir.

Neseî, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (Sünen-i Erbaa) Naklettikleri Sahih Hadisler

 

Hadis No 37:

 

Ukbe b. Amr, Rasûlullah @'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Eğer benden sonra başka bir peygamber gelecek olsaydı bu mu­hakkak Ömer b. Hattab olurdu." (Tirmizî).

Bu hadisten anlaşıldığına göre Hz. Ömer nü­büvvet kemalâtlarından bazılarım haizdi; an­cak yine de ona nübüvvet verilmedi, çünkü nübüvvet sona ermişti. Bu hadisteki lev kâne (olsaydı) ifadesi de böyle bir durumun sözko-nusu olmadığını açıkça göstermektedir. Bun­dan dolayı hadis Rasûlullah'tan sonra pey­gamber gelmesi mümkün olamayacağı için Hz. Ömer'in bile peygamber olmasının imkânsızlığını belirten bir anlam içermekte­dir.

Ümmetlerin en hayırlısı ve nübüvvetin kemalatı: Bu hadisten açıkça çıkartılan bir di­ğer sonuç da nübüvvetin sona erişiyie kemalât-ı nübüvvetin de nihayet bulduğudur Ancak bu kemalât bazı yönleriyle bu ümmet­te mevcudiyetini sürdürecektir. İşte bundan dolayı nübüvvet vazifesi başka birine tevdî edilmeyecekti. Aşağıdaki benzetme ile bu du­rum kolayca anlaşılacaktır: "Nitelikli bir âlim Öğretmen olma kapasitesine ve yeteneğine sahip olabilir, ancak bir müessesede bir öğ­retmen kadrosunu doldurmadıkça o kişiye öğretmen denemez. Veya, İngiliz dili ve ede­biyatına bütünüyle hâkim yeni mezun bir kimse okutmanlık için gerekli bütün vasıf ve şartları taşıyabilir. Ancak buraya tayin için gerekli güven ve sorumluluğa sahip olduğuna karar verilip bu göreve getirilmedikçe bu kimseye okutman denemez.

Kısacası, bu ümmetin âlimleri nübüvvet kemalâtmdan mahrum değildirler; ve bunlar­dan muhakkak büyük bir hisse almışlardır. Ancak Hz. Muhammed @'in nübüvveti kıya­met gününe kadar geçerliliğini sürdürdüğü için, ondan sonra hiç kimse nübüvvet maka­mına yükselme imtiyazına sahip olamayacak, yeni bir peygamber vazifelendirme ihtiyacı da doğmayacaktır. Çünkü yeni bir peygambe­rin gönderilmesi Hz. Muhammed @'in dere­cesine zarar getirir. Bundan dolayı ondan sonra hiç kimseye peygamberlik verilmeye­cektir.

İbn-i Abbas uzun hadislerden birini rivayet ederken önceki ümmetlerin bizim ümmetimi­ze hürmet edeceğini ve "bu ümmetin bütün fertleri kemalât bakımından nebîliğe lâyıktır" dendiğini beyan etmiştir. (Nakleden Ebu Da­vud Tayalisî, Müsned, s. 354; Müsned-i Ah-medve Ebû Ya'lâ).

Celaleddin Süyûtî Hasaisu'l-Kübrâ (s. 16) da Ka'bu'l-Ahbâr'dan rivayetle bu hadisteki ko­nuyu nakletmiştir. Kenzii'l-Ummâ/'da da Hz. Muhammed @'in bir keresinde ashabına "ne­redeyse nebi mertebesinde olduklarını" beyan buyurduğu nakledilmiştir.

Bu açık ifade, nübüvvetin ebediyyen sona er­iş olmasının kabul edilmesi durumunda son ümmetin derecesinin düşük görüleceği, çün­kü önceki ümmetlerin tamamının içinden ygamberler çıkmışken bu ümmetten hiç peygamberlik şerefine nail olan kimse bulun­mamış olacağı şeklindeki Kadıyanî görüşü­nün yanlışlığım ve kötü niyetini ortaya çıkar­maktadır.

Bu hadis kemalât-ı nübüvvete sahip olmak bakımından tslâm ümmetinin diğer bütün ümmetlerin fevkine çıktığını ispatlamaktadır. Bu ise bir derece düşüklüğü değil, bilakis fa-ziletliliktir.

 

Hadis No. 38

 

Câbir b. Abdullah, Rasûlullah'ın (Tebük sefe­rine çıkmadan Önce yerine) Ali'yi bırakmak istediğinde, Hz. Ali'nin: "Beni yerine bırakır­san insanlar benim hakkımda ne der?" diye sorduğunu ve Hz. Peygamber'in ona şöyle ce­vap buyurduğunu rivayet etmiştir: "Senin ba­na nisbetin Harun'un Musa'ya olan nisbeti gi­bi oluşundan hoşnut değil misin? Ancak bir farkla ki, benden sonra başka bir nebi olma­yacaktır." {Müsned-i Ahmed, İbn-i Mâce ve Tirmizî).

Bu hadisden bir zamanlar Harun'a bahşedilen tarzdaki peygamberliğin de sona erdiği açık­ça anlaşılmaktadır. Harun'un peygamberliği­nin müstakil bir şeriatla birlikte gelmeyip Tevrat kanunları doğrultusundaki Musa'nın şeriatına tâbi olduğu bilinmektedir. O yalnız­ca tebliğ için gönderilmişti. Bu hadis böylece Mirza'nın kendisi için kullanmaktan hoşlan­dığı gayriteşriî nebilik türünün de devam et­meyeceğini açıklamış olmaktadır.

 

Hadis No, 39

 

Umrn-ü Seleme'nin azatlı kölesi Sefme'den, cennetten yeryüzüne inen bir terazi görmüş olduğu rüyayı anlattığı uzun bir hadis ile bağ­lantılı olarak rivayetle nakledildiğine göre Hz. Muhammed @ bu rüyayı duyduğunda yeise düştü ve şöyle buyurdu: "Nübüvvetin halifeliği 30 yıl sürecektir; ondan sonrası sul-

tanlıktır." Burada Rasûlullah çok üzgün bir halde tekrar şöyle buyurdu: "(Kısa bir süre) Peygamberin halifeliği, ondan sonra sultan­lık, onu da Allah kime dilerse ona verir!" (Tirmizî ve Ebu Davud).

Bürûzî nübüvvet (diye bir şey varsa bile) de­vam etmeyecektir. Bu hadis bürâzînübüvvet düşüncesinin ihtimalini de ortadan kaldır­maktadır. Hadis bize Peygamberin halifeliği­nin kısa bir dönem süreceğini ve kesinlikle bunun nübüvvet sayılamayacağını sarahaten göstermektedir. Eğer nübüvvetin herhangi bir çeşidi kalacak olsaydı Hz. Muhammed @ halifelikten önce ondan bahsederdi. Bu yüz­dendir ki, bir an zıllî, bürûzî, bağımsız olma­yan nübüvvet gibi nevzuhur nübüvvet çeşitle­rinin varolduğunu kabul etsek bile bu hadis yardımıyla bunların da devam etmediğini ra­hatlıkla söyleyebiliriz.

 

Hadis No. 40

 

Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Benden sonra nübüv­vetle ilgili olarak müheşşiraüan (Sadık rüya­lardan) başka bir şey kalmayacak" (NeseÎYs Ebu Davud. Ayrıca bkz. Fethu'l-Bâri, c. XII, s. 331).

Bu hadisden de Mirza'nın tanımlamaya çaba­ladığı teşriî, gayriteşriî, zıllî, bürûzî gibi pey­gamberliklerin Hz. Muhammed @'den sonra devam etmeyeceği kolaylıkla öğrenilebilir.

 

Hadis No. 41

 

İbn-i Abbas, Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Biz ümmetlerin so-nuncusuyuz ve Kıyamet gününde hesaba çe­kileceklerin ilkiyiz..." (İbn-i Mace'den nakille Kenz, c. VI, s. 23).

 

Hadis No. 42

 

Behz b. Hâkim babasından ve o da dedesin­den Hz. Peygamber @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde yetmiş tam ümmet olacaktır. Biz onların sonuncusu ve en hayirlısıyız." (Tirmizî, İbn-i Mâce ve Dârimî, ayrıca Kenz, c. VI, s. 232. Burada zikredildiği üzere, Mişkat'vn 584. sahifesİnde bu hadisin hasen olduğu beyan edilmiştir).

 

Hadis No. 43

 

Muaviye b. Cende, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Siz yetmiş mil­leti tamamlayacaksınız ve onlar arasında en hayırlısı Allah katında en şereflisi olacaksı­nız." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn-i Mâce, ve Hâkim, Müstedrek. Ayrıca bkz. Kenz, c. VI, s. 230).

 

Hadis No. 44

 

Huzeyfe'den rivayetle Rasûlullah @: "Nü­büvvet mübeşşiratlarmdan sâdık rüyalar dı­şında başka bir şey kalmayacaktır." buyur­muştur. (Nakleden Neseî, bkz. Kenz, c. VI, s. 33).

 

Hadis No: 45

 

Hz. Ali'nin rivayetine göre, Rasûlullah @'in iki kürek kemiği arasında mühr-ü nübüvvet vardı. O bu yüzden hâtemü'l-enbiya (nebile­rin sonuncusu)dır. (Şemâiî-i Tirmizî, s. 3).

İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki Hadisler

 

İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i en sa­hih   hadis   kitaplarından   biridir.   İmam 7.500.000 hadis arasından 30.000'ini seçerek kitabına almıştır. Hadis âlimleri bu kitapta hasen hadisden daha alt derecede bir hadis bulunmadığı konusunda hemfikirdirler. Bun­dan dolayı Müsned'deki bütün hadisler sahih ve güvenilirdir.

 

Hadis No. 46

 

Irbaz b. Sâriye, Rasûlullah'm şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Adem daha balçık ha­linde iken benim hâteme'n-nebiyyîn olduğum levh-i mahfuz'da yazılı idi." (Şerhü's-Sünne ve Müsned'i Ahmed'de nakledilmiştir. Mis-kat ve Kenz c. VI, s. 116'dan aktarılmıştır). İbn-i Sa'd bu hadisi şu şekilde nakletmiştir: "Ümmü'l-Kitab'da benim hâteme'n-nebiyyîn olduğum yazılıdır." (Bkz. Kenz, c. VI, s. 112).

 

Hadis No. 47

 

İbn-i Ömer'den rivayet edildiği üzere bir gün Rasûlullah @ sanki veda eder gibi bir ifadey­le şöyle buyurmuştur: "Ben ümmî peygambe­rim; ben ümmî peygamberim! ve benden son­ra başka peygamber olmayacak..." nihayet şöyle buyurdu: "Bana kulak verin ve aranızda olduğum sürece bana itaat edin. (Bu dünya­dan) ayrıldığım vakit ise Allah'ın Kitabına sı­kı sıkıya sarılmak size farzdır. Kitapta (size helâl olduğu bildirileni helâl ve haram olduğu bildirileni haram bilin!" (Müsned-i Ah-med'den nakille İbn-i Kesîr, Tefsir. Tefsiri Beğavî'nin eski basımları sayfa kenarı, c. VI-II, s. 91. Ayrıca, İbn-i Mirdeveyhî'den nakille Süyûtî, Dürrü'l-Mensûr, c. III, s. 131).

Bu hadise göre Rasûlullah insanlar arasında durduğu müddetçe Kur'ân'ı tefsir edecektir ve insanlar onun bu çerçevedeki emirlerine uyacaklardır. Vefatından sonra, karşılaşılan yeni meselelerin çözümü de Allah'ın Kitabın­da aranacaktır.

Muaz b. Cebel bu meseleyi rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle açıklamıştır: Bir mesele­nin çözümü Kur'ân'da bulunamıyorsa Sün-net'e bakılır; orada da bulunamazsa icma-ı ümmet takip edilir ve ancak bundan sonradır ki kişi kıyas yolu ile içtihada gidebilir.

 

Hadis No. 48

 

Numan b- Beşir ve Huzeyfe, Rasûlullah @'in öyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Nü­büvvet, Allah dilediği (ben aranızda yaşadı-Sırn) sürece aranızda devam edecektir. Sonra Allah Teâlâ nübüvveti kaldıracak ve daha sonra Allah dilediği sürece aranızda saltanat vönetimi hâkim olacak. Daha sonra Allah bu-nU da kaldıracak. Bundan sonra nübüvvet seklindeki halifelik varolacaktır." Daha sonra Rasûlullah'm sükût ettiği görüldü. (Müsned-i Ahrned ve Beyhakîden nakille Mişkat).

Bu hadîsin sonunda bahsedilen halifelik kıya­met gününe yakın Hz. İsa'nın zuhur ettiği günlerde hüküm sürecek İdare şekline işaret­tir.

Bu hadis bize ayrıca Hz. Muhammed @'den sonra hiçbir şekil ve tarzdaki nübüvvetin söz konusu olmadığını açıkça göstermektedir. Yalnızca otoktratik bir yönetici olacaktır. Bu İfade nevzuhur zıllî, bürûzî vb. nübüvvet çe­şitlerinin söz konusu olmadığını açıkça orta­ya koyar.

 

Hadis No. 49

 

Huzeyfe'nin de Numah tarafından rivayet edilen yukanda zikredilmiş olan hadise ben­zer bir hadisi rivayet ettiği nakledilmiştir. {Müsned-i Ahmed ve Beyhakîden nakille Mişkaf).

 

Hadis No. 50

 

Huzeyfe b. Useyd, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: ''Nübüvvet sona ermiştir; benden sonra nübüvvetle ilgili ola­rak nıübeşşirattan (rüyayı sâdık) başka bir §ey kalmayacaktır." Kendisine mübeşşiratın ne olduğu sorulduğunda Rasûlullah şöyle bu­yurdu: "Bir kimsenin gördüğü ya da bir baş­ka kimsenin o kimse adına gördüğü sâdık rü­yalardır." (Müsned-i Ahmed ve Hâtıb, bkz. Kem).

 

Hadis No. 51

 

Ebû Saîd el-Hudrî Rasûlullah @'in Hz. Ali'ye Şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Senin bana nisbetİn Harun'un Musa'ya nİsbeti gibidir; yalnız bir farkla ki benden sonra nebi gelmeyecektir." (Müsned-i Ahmed ve Ebu Bekr el-Muteyrî'den Kem, c. VI, s. 153). Bu rivayet daha önce ele alınmıştı.

 

Hadis No. 52

 

Zeyd b. Evfâ, Rasûlullah @'in şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Ya Ali, beni Hak din üzere gönderen Allah'a yemin ederim ki, benim yerime seni tercih ettim, çünkü senin bana nisbetin Harun'un Musa'ya nisbeti gibi­dir; bir farkla ki benden sonra nebi gelmeye­cektir." (Nakleden Müsned-i Ahmed ve İbn-i Asâkir; bkz. Kem).

 

Hadis No. 53

 

Ebû Nadre, İbn-i Abbas'tan şefaatle ilgili bir hadis rivayet etmiştir: "Daha sonra insanlar İsa'ya gelerek günahlarının affedilmesi için Allah katında şefaatçi olmasını isteyecekler. İsa şöyle cevap verecek: Benim burada hük­müm yoktur ve size bir faydam dokunamaz, çünkü annem ve ben Allah yanında ilâhlar olarak kabul edildik. Bir madde bir kabın içi­ne konsa ve daha sonra kap mühürlense, bu madde bu mührü koparmadan bu kaptan çı­kabilir mi? İnsanlar 'Hayır!' deyince, Hz. İsa şöyle devam etti: Andolsun ki Muhammed @ bugün buraya gelmiştir ve onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştİr." Rasûlullah daha sonra şöyle ilâve etti: "İn­sanlar daha sonra bana gelecekler ve günahlarmın affedilmesi için Allah katında kendile­rine şefaatçi olmamı isteyecekler. Onlara şöyle diyeceğim: Bu benim tarafımdan yapı­lacak bir iştir. Bunu yapacağım." En sonunda Rasûlullah şöyle buyurdu: "Biz (onların) so-nuncusuyuz ve (onların) ilki olacağız. Hesaba ilk çekilen ve halâsa eren biz olacağız ve di­ğer ümmetler (hürmetlerinden dolayı) bize yol verecekler. Diğer ümmetler şöyle diye­cekler: Bu ümmetin tamamı peygamberler mesabesindedir..." Ebu Davud Tayalisî, Müsned s. 354; Müsned-i Ahmed ve Ebu Ya'la'da ise şöyle bir kısım vardır: "(İsa) şöy­le diyecek: Muhammed hâteme'n-nebiyyîndir ve bugün buradadır."

 

Hadis No. 54

 

Büreyde, Rasûlullah (2)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben ve kıyamet saati (nere­deyse) birlikte gönderildik. Sûr'un üfürüldü-ğü neredeyse benden hemen sonradır." (Müsned-i A fime d'den İbn-i Cerîr nakletmiş-tir; İbn-i Kesir Tefsirinde ve Beğavi'nin Tefsirinin eski basımında derkenar olarak, c. VI, s. 156).

Bu hadis benzetme yoluyla kıyamet gününün Rasûlullah'tan hemen sonra gerçekleşeceğini söylemektedir. Ayrıca bkz., Rasûlullah ile Kıyamet günü arasında başka bir peygamber gelmeyeceğini açıkça beyan eden Hadis No. 17.

 

Hadis No. 55

 

Ebu't-Tufeyl'in Rasûlullah @'den rivayet etti­ğine göre, Rasûlullah: "Benden sonra nübüv­vet olmayacak, mübeşşirat (sâdık rüyalar) müstesna!" buyurmuştur. (Rivayet edenler Sa'îd b. Mansûr, Müsned-i Ahmed ve İbn-i Mirdeveyhî; bkz. Kenz, c. VIII, s. 33).

 

Hadis No. 56

 

Hz. Aişe'nin rivayetine göre Rasûlullah @: "Benden sonra nübüvvetle ilgili olarak mü-beşşİrattan başka bir şey kalmayacaktır!" bu­yurmuştur. (Nakledenler Müsned-i Ahmed ve Hatîb; bkz. el-Kenz, c. VIII, s. 33).

 

Sahih Hadis Kitaplarındaki Diğer Hadisler

 

Bu kısımda, büyük hadis âlimlerinin naklet­tikleri, ancak muhaddislerin şerhetmediği ha­disler aktarılacaktır.

 

Hadis No. 57

 

Câbir b. Abdullah, Rasûlullah'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: "Ben, nebilerin ulu­suyum, fakat bu yüce hasletle övünmem; ben hâteme'n-nebiyyînim, bununla da övünmem; ben (günahkârlar için) şefaatçi olacak ve şe­faati kabul edilecek ilk kimseyim, fakat bu­nunla da övünmem." (Nakleden Dârimî, ve Miskat'ten nakledildiğine göre İbn-i Asâkir -bkz. Kenz, c. VI, s. 109).

Hasa'isü'l-Kübrâ'da aynı hadis Buharı tari­kinden nakledilmiştir (c. II, s. 224); Taberanî'nİn Mu'cemü'l-Evsat'ı ile Beyhaki ve Ebû Nu'aym'da da nakledilmiştir.

 

Hadis No. 58

 

Temîm ed-Dârî kabir suali ile ilgili uzun bir hadisi naklederken (Ölünün) şöyle söyleyece­ğini rivayet etmiştir: "Dinim İslâm, peygam­berim hâteme'n-nebiyyîn olan Muham-med'dir. Melekler de ona: Doğruyu söyledin! diyeceklerdir." (Süyûtî, Dürrü'î-Mensur, c. VI, s. 165. İbn-i'd-Dünyâ ve Ebu Ya'la'nın nakillerinden alınmıştır).

Bu hadis hâtmü'n-nübüvvet inancının önemli bir akaid kuralı olduğunu da göstermektedir, Kabir suali esnasında bile ölüden bu inanca şehadet etmesi istenmektedir.

 

Hadis No. 59

 

Ebu Hureyre, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Yüce ve Kadir-i Mutlak olan Allah Adem'i yarattığında ona kendi ge­lecek neslini tanıttı. Âdem bir çocuğunun di­ğerlerinin fevkinde olduğunu gördü. Ve so­nunda bir ışık görerek sordu: Ey Rabbim bu nedir? Allah Teâla cevapladı: O oğlun Ah-med'dir; o ilk olandır ve son olandır; şefaatçi­dir ve şefaati kabul edilecektir." (Nakleden İbn-i Asâkir; bkz. Kenz).

 

Hadis No. 60

 

Bu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu nakletmiştir: "Âdem gökten Hindistan'a indirildiğinde kendisini yalnız hissetti. Ceb­rail ona görüldü ve ona iki kere Allah-u Ek-ber, iki kere Eşhedü en lâ ilahe illallah ve iki kere eşhedü enne Muhammeder-rasûlullah diyerek namaz kılmasını söyledi. Adem, Cebrail'e: Muhammed kimdir? diye sordu. Cebrail şöyle cevapladı: Senin çocuklarından nübüvvet makamına yükselecek olan son kimse!" (Nakleden îbn-i Asâkir; bkz. Kenz, c. VI, s. 114; Hasa'isü'l-Kübra, c. I; Ebû Nu'aym'dan).

 

Hadis No. 61

 

Ebû Ümâme, Rasûlullah'ın Veda Haccında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ey in­sanlar! Benden sonra yeni bir peygamber ve sizden sonra yeni bir ümmet gelecek değildir. Onun için Rabbinize kulluk edin, günde beş vakit namazınızı küm, Ramazan ayında oruç tutun ve sahip olduklarınızdan fakirlerin hak­kını isteyerek verin. Aranızdaki meselelerde sizden olan emir sahiplerine itaat edin ki Rabbinizin Cennetine girebİlesİniz!" (Munte-habu'l-Kenz, Müsned-i Ahmed&z derkenar olarak, c. II, s. 391).

Bu hadisten anlaşıldığı üzere Rasûlullah @'den sonra teşriî-gayriteşriî, bürûzî-zülî, veya lügavî veyahut cüzi gibi Mirza tarafın­dan icat edilen nübüvvet türleri de dahil ol­mak üzere hiç bir çeşit nübüvvetin söz konu­su olmayacağı aşikârdır. Eğer kendisinden sonra yeni bir nebî gelecek olsaydı; ona itaat edilmesi emir sahiplerine itaat edilmesinden daha önemli olduğu için Rasûlullah bunu mu­hakkak ki zikrederdi. Halbuki bu hadiste yal­nızca emir sahiplerine itaat yeterli görülmüş­tür.

 

Hadîs No. 62

 

Nu'aym b. Mes'ûd, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her biri ken­disinin nebi olduğunu iddia eden 30 yalancı zuhur edene kadar kıyamet saati gelmeyecektir." (Taberanî).

 

Hadis No. 63

 

Ubeydullah b. Amr el-Leysî, Rasûlullah @Tin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hesap Gününden önce kendilerinin peygamber ol­duğunu tahayyül eden 30 yalancı zuhur et­mezden Kıyamet kopmayacaktır." (İbn-i Ara­bi Şeybe).

 

Hadis No. 64

 

Ebu Bekr şöyle rivayet etmiştir: İnsanlar Mü-seylemetü'l-Kezzab (Yalancı Peygamber Müseyleme)'dan sıkça bahseder olmuşlardı ki, Rasûlullah onlara şöyle hitap etti: "Bu adam hakkında çok konuştunuz. O (büyük) deccaî-den önce zuhur edecek olan otuz yalancıdan yalnızca biridir." Tahavî, Müşkilu'l-Asâr, c. IV, s. 104).

 

Hadis No. 65

 

Dahhak b. Nevfel, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Benden sonra yeni bir nebi ve benim ümmetimden soma yeni bir ümmet gelmeyecektir." (Beyhakî, Kitabü'r-Rüya).

 

Hadis No. 66

 

Hz. Enes, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Ben bir gece göğe yük­seldiğimde (17: 3) ve Allah Teâlâ beni katına çıkardığında aramızdaki mesafe iki yay aralı­ğı kadar, belki daha da yakın olduğunda (63: