Çeviren: Hüseyin Alıcı
Polen Yayınları
1. Hz.
Peygamber'in Rehberliği ve Alimlerin Bilinci Sayesinde Dinin Kolaylaştırılması
2. Fıkıh
Kitaplarının ve Alimlerin Yetersizliği
Sebebiyle Dinin Zorlaştırılması
3. Hz.
Peygamber'in Rehberliği İle Fıkıh Kitapları Arasında Bir Karşılaştırma
5.
Peygamber'in Rehberliğine Çağrıda Bulunanlar
9. Mezhep
İmamları Allah'a ve Resûlü'ne Uymayı
Emrederler
10. Dinde
Hüküm Verme Yetkisi Allah'a ve Hz.
Peygamber'e Aittir
1. Hz.
Peygamber'in Nesebi/Soy Kütüğü
2. Hz.
Peygamber'in Doğumu ve Peygamber Olarak Gönderilmesi
4. Hz.
Peygamber'in Sünnet Olması
5. Hz.
Peygamber'in Sütanneleri
7. Hz.
Peygamber'e İndirilen İlk Vahiy
9. İki Hicret (Habeşistan ve Medine'ye Hicret)
10. Hz.
Peygamber'in Çocukları
11. Hz.
Peygamber'in Amcaları ve Halaları
12. Hz.
Peygamber'in Hanımları
14. Hz.
Peygamber'in Hizmetçileri
15. Hz.
Peygamber'in Katipleri
16. Hz.
Peygamber'in İslam Hukukuna İlişkin
Müslümanlara Yazdırdığı
Mektupları
17. Hz.
Peygamber'in Hükümdarlara Gönderdiği
Mektupları ve Elçileri
18. Hz.
Peygamber'in Müezzinleri
20. Hz.
Peygamber'in Muhafızları
21. Hz.
Peygamber'in Şairleri ve Hatipleri
22. Hz.
Peygamber'in Yolculukta Şarkı Söyleyenleri
23. Hz.
Peygamber'in Silahları ve Eşyası
24. Hz.
Peygamber'in Elbiseleri
1. Hz.
Peygamber'in Yemesi ve İçmesi
2. Hz.
Peygamber'in Ailesiyle İlişkisi
3. Hz.
Peygamber'in Uyuma ve Uyanma Şekli
4. Hz.
Peygamber'in Hayvana Binme Şekli
5. Hz.
Peygamber'in Ticaret Ahlâkı
6. Hz.
Peygamber'in Yürüme, Oturma ve Bir Yere Yaslanma Şekli
7. Hz.
Peygamber'in Tuvâlet Adabı
8. Hz.
Peygamber'in Beden Temizliği
9. Hz.
Peygamber'in Konuşması, Susması,
Gülmesi ve Ağlaması
10. Hz.
Peygamber'in Hutbe Okuması
1. Hz.
Peygamber'in Abdest Alma Şekli
2. Hz.
Peygamber'in Teyemmüm Yapma Şekli
3. Hz.
Peygamber'in Namaz Kılma Şekli
4. Hz.
Peygamber'in Sehiv Secdesi İle İlgili Uygulamaları
5. Hz.
Peygamber'in Namaz Sonrası Uygulamaları
6. Hz.
Peygamber'in Namazda Sütre Edinmesi
7. Hz.
Peygamber'in Kıldığı Nâfile Namazlar
8. Hz. Peygamber'in
Şükür ve Tilâvet Secdeleri İle İlgili
Uygulamaları
9. Hz.
Peygamber'in Cuma Günü İle İlgili
Uygulamaları ve Cuma Namazı
10. Hz.
Peygamber'in Bayram Namazları
11.
Hz.Peygamber'in Güneş Tutulması Esnasında Kıldığı Namaz
12. Hz.
Peygamber'in Yağmur Duası İle İlgili
Uygulamaları
13. Hz.
Peygamber'in Yolculuklarındaki Uygulamaları
14. Hz.
Peygamber'in Kur'an Okuyuşu ve Dinlemesi
15. Hz.
Peygamber'in Hasta Ziyareti
16. Hz.
Peygamber'in Cenazelerle İlgili Uygulamaları
17. Hz.
Peygamber'in Kabir Ziyareti
18. Hz.
Peygamber'in Sadaka ve Zekat İle İlgili Uygulamaları
21. Hz.
Peygamber'in Oruçla İlgili Uygulamaları
22. Hz.
Peygamber'in Nâfile Oruçları
23. Hz.
Peygamber'in İtikâfla İlgili Uygulamaları
24. Hz.
Peygamber'in Hac ve Umre İle İlgili
Uygulamaları
25. Hz.
Peygamber'in Hac Kurbanı (Hedy), Kurban (Duhâ) ve Akîka Kurbanlarıyla İlgili
Uygulamaları
26. Hz.
Peygamber'in İsim ve Künyelerle İlgili
Uygulamaları
27. Hz.
Peygamber'in Eve Giriş Sırasındaki
Uygulamaları
28. Hz.
Peygamber'in Öğrettiği Ezan ve Ezan İle
İlgili Zikirler
29. Hz.
Peygamber'in Selamlaşma İle İlgili
Uygulamaları
30. Hz.
Peygamber'in Aksırma İle İlgili Uygulamaları
31. Hz.
Peygamber'in Eve Girerken İzin İsteme İle
İlgili Uygulamaları
32. Hz.
Peygamber'in Öğrettiği Nikah Duaları
33. Hz.
Peygamber'in Hoşlandığı veya Hoşlanmadığı Hususlar İle İlgili Uygulamaları
Resûluluh'ın
Tebuk'teki Hutbesi
C. Hz.
Peygamber'e Gelen Heyetler
D. Savaşta ve Korku Anında Namaz
E. Hz.
Peygamber'in Seferdeki İkâmet Müddeti
8. Sadaka
Malını Satmak ve Ondan Yemek
10. Kadını
İzinsiz Evlendirmek
11. Kadının Evlendirilmesinde Velinin
İzni
C.
Nikah/Evlilik İle İlgili Hükümler
1. Tefvîz
(Vekaletle Kıyılan Nikah)
3.Nikahta İleri Sürülebilecek Şartlar
7. Dörtten
Fazla Kadınla veya İki Kız Kardeşle
Evlenme
8. Eşlerden
Birinin Ötekinden Önce Müslüman Olması
9. Eşler
Arasında Geceleme Nöbeti
21. Süt
Emzirme ve Süt Emzirme Nedeniyle Haram Olanlar
A.
Hastalıkların Maddî Yöntemlerle Tedavisi
1. Hz.
Peygamber'in Kendisini Tedavisi ve Başkasının Tedavi Olmasını Emretmesi
2.
Hz.Peygamber'in Uzman Doktorlara Yönlendirmesi
4. Tıp İlmini Bilmeyip İnsanları Tedavi Etmeye Çalışanların Tazminat Ödemesi
5. İhtiyaç
Fazlası Yeme-İçmeden Sakınmak
6. Hz.
Peygamber'in Hastalıkları Tedavi Etmedeki Yöntemi
B. Hastalıkların Psikolojik
Yöntemlerle Tedavisi
1. Musîbet
ve Musîbetten Kaynaklanan Üzüntünün Tedavisi
C. Hz.
Peygamber'in Sağlığın Korunması İle İlgili
Uygulamaları
V
Allah
Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır. (el-Ahzâb
O
gün zâlim, (çaresizlik içinde) ellerini ısıracak ve: "Keşke ben de
peygamberle aynı yolu tutsaydım!" diyecektir. (el-Furkân
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd Allah'a özgüdür.
Allah kimi doğru yola ulaştırırsa, o doğru yoldadır. Kimi de doğru yoldan
saptırırsa, artık ona doğru yolu gösterecek hiç kimse bulamazsın. Allah'tan
başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna tanıklık
ederim. Allah'ın selamı ve rahmeti onun, ehlinin ve sahabesinin üzerine olsun!
Şüphesiz
insanlar, ibâdet etmek, dünya ve âhiret işlerini ıslah etmek için indirilen
Allah'ın diniyle amel etmekle sorumludur. Bunun için de vahyin ilk inişinden
tamamlandığı güne kadar Hz. Peygamber'in rehberliğini ve bu dini açıklama şekli
olan pratik yöntemini bilmeleri gerekir.
Bu konuya
ilişkin, gördüğüm en güzel kitap, hicrî sekizinci asır imamlarından dinin
koruyucusu, derin ilim sahibi, konuları tahkik eden ve fikri hür olan İbn
Kayyim el-Cevziyye'in (
Ancak konular
detaylı olarak ele alındığından ve iki büyük bölümden meydana geldiği için bu
kitabı sıkılmadan okuyan çok az kimse vardır. Kağıdının ve baskısının
kalitesizliği, daha faydalı olmasını engellemiştir. Bu durum, çok önemli olduğu
için bunu insanlara kolaylaştırmak ve her kesime yakınlaştırmak istedim ve
böylece onu özetleyip ihtiyaç duyulan yerlerde de not düştüm. Bu özet ve
notları birlikte, hacmini görenin bir defada okumayı arzu edeceği küçük bir
kitap yaptım. Hacminin küçüklüğüne baskısının güzelliği, kağıdının kaliteliliği
ve fiyatının ucuzluğu da eklenince, şüphesiz, bu kitaba rağbet ve ilgi çoğaldı.
Gaye, dinin öğrenilmesi ve onunla amel edilmesini kolaylaştırarak ona yardımcı
olmaktır.
Şüphesiz ilk
zamanlarda dini öğrenmek kolay ve basitti. Alimler Hz. Peygamber'in tutum ve
davranışlarını naklediyorlar, önce kendi nefislerinde tatbik ediyorlar sonra da
ümmete sunup kendilerinin uyguladığı gibi onlardan da gereğince amel etmelerini
istiyorlardı. Ümmet de aynısını tatbik eder ve bu yolda hiçbir şey onlara engel
olmazdı. Amel etmek ümmete iki yönden kolay gelirdi. Birincisi, dinin meselelerinin mânası açık, anlaşılması kolay,
faydası aşikar ve açık çelişkilerinin olmamasıdır. İkincisi ise, âlimler dinî hükümlerle amel eder, ümmet de onlara
alışırdı. Çünkü âlimler, Allah Resûlü'nün vekilleri/halefleri ve onun
vârisleridirler. Ümmet için âlimlerde uyulacak güzel modeller vardır.
Alimlerin, Hz.
Peygamber'in uygulamalı eğitimdeki tutum ve davranışlarını terk edip fıkıh
kitaplarındaki tartışma ve görüşlere sarılarak pek çok mezhep ve gruplara
ayrıldıkları günden beri dini öğrenmek zorlaştı. Her grup bir mezhebe körü
körüne bağlandı. Çokça kitap telif edip onlara şerhler, şerhlere hâşiyeler ve
hâşiyelere de takrîrler yazdılar. Sonra da kendilerini mutlak müctehid,
mezhepte müctehid, mezhepte müftü, mezhepte tercih yapabilen (müreccih) ve
mukallid gibi pek çok tabakalara ayırdılar. İnsanları, dini bu kitaplardan
öğrenmeye ve bu kitaplara koydukları kayıtlar, şartlar, işaretler/remizler ve
sayılamayacak benzeri hususlarla amel etmeye zorladılar. İnsanlar bunların
karşısında hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu seçemeyecek kadar
şaşırıp kaldılar!!
Allah Resûlü'nün
rehberliği ile ihtilaflı bir çok konuya tahsis edilen bu kitapları
karşılaştırdığında, aralarındaki açık farkı ve delili görürsün. Örneğin abdest,
gusül ve teyemmüm konularını sadece Hz. Peygamber'in uygulamasına bakmakla
öğrenebilirsin. Biz, Ezher'de bu konuları üç buçuk aydan fazla bir zamanda
gördük. Fakat, dinin kolaylığını ve hakikatini ancak Hz. Peygamber'in
rehberliğini öğrendikten sonra anladık.
Bazılarımız
Ezher'de on iki veya on beş yıl kalarak bir mezhebin kitaplarını öğrenip,
diğer mezhep kitapları ile tefsir ve hadis kitapları bir yana, bu öğrenmeye
çalıştığı mezhebin kitaplarını bile iyice tanımadan yüksek okul diploması alır.
Hatta ihtilaflı meselelerde tercih yapamayacak derecede şaşkınlık ve tedirginlik
içinde bocalamaya devam eder!
Nasıl olur da
sıradan insanlar, âlimlerin tutarsızlıklarını gördüğü ve amel etmek için
kendilerine güzel örnek olabilecek kimseleri bulamadıkları halde, kitaplardaki
bunca bilgi ile amel etmekten sorumlu tutulabilirler?! Dinin kaynakları, hacmi
büyük, sayısı çok, görüşleri farklı ve meseleleri çetrefilli kitaplardır.
Bu kitaplardaki yükümlülükler, şartların,
rükünlerin, giriş ve sıhhat şartları arasındaki farkların, farzların,
vaciplerin, kısımların,
şekillerin, mendupların, müstehapların, iptal edenlerin ve mekruhların (tenzihen
ve tahrimen mekruhların) sayısınca çok olur. Bunların dışında, talâk lafızları
(kinaye ve açık); kafayı karıştıran hükümler; yolculukta namazı kısaltabilmek
için mesafenin ölçüsü; su bulunmadığı zaman abdest veya gusül yapabilmek için
yardımın sınırı ile yakınlığın ölçüsüne ilişkin hükümler ile bunlardan da öte,
"şöyle şöyle farz edersek" şeklindeki varsayımlar gibi düşüncelerin
farklılaştığı, vakit kaybettiren ve meydana gelmiş bir şey hakkında ilim ifade
etmeyen pek çok husus bu kitaplarda mevcuttur.
Üstelik Allah
Teâlâ, böyle hükümleri indirmediği ve hiç kimseyi bunlara uymakla sorumlu
tutmadığı halde, meşhur fıkıh kitaplarında yer alan bütün bu ve benzeri
hükümler, avamın öğrenmeye ve onunla amel etmeye güç yetirebileceği şeyler
değildir.
Kur'an'ı indiren Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizden size indirilene uyun. O'nu
bırakıp başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!"[1]
"Siz, hiç ummadığınız bir sırada,
başınıza ansızın inecek olan azap gelmeden önce, Rabbinizden size indirilenin
en güzeline uyun ki, kişi (kıyamet günü): 'Allah'a karşı işlediğim kusurlardan
dolayı vay halime! Ben gerçekten de (gerçeği) alay konusu yapanlar
arasındaydım.' Ya da: 'Allah beni doğru yola iletseydi, O'na karşı gelmekten
sakınanlardan olurdum!'. Yahut azabı gördüğünde: 'Keşke bir kez daha (dünyaya
dönme imkanım) olsaydı da iyilik yapanlardan olsaydım!' demesin! (O zaman
Allah, onlara: 'Hayır, (böyle bir şey olamaz); çünkü âyetlerim sana gelmişti.
Sen ise onları yalanlamış, büyüklük taslayarak inkarcılardan olmuştun."[2]
"O
halde sen, sözü dinleyip de onun en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte
onlar, Allah'ın doğru yola ulaştırdıkları ve gerçekten de akıl sahibi olan
kimselerdir."[3]
"Allah sözün en güzelini; âyetleri
(güzellikte) birbirine benzeyen ve (hükümleri, öğütleri, kıssaları) tekrarlanan
bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir.
Sonunda tenleri ve gönülleri Allah'ı hatırlamaları nedeniyle yumuşar. İşte bu,
Allah'ın, kendisiyle dilediğini doğru yola ulaştırdığı, doğru yol rehberidir.
Allah kimi doğru yoldan saptıracak olursa, (şunu çok iyi bilsin ki), onu doğru
yola ulaştıracak başka hiç kimse yoktur."[4]
"Andolsun ki, Biz, düşünülüp öğüt
alınması için Kur'an'ı çok kolaylaştırdık. Var mı/yok mu öğüt alan?"[5] "Biz, öğüt almaları için onu (Kur'an'ı) senin
dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık."[6]
"Biz onu, Allah'a karşı gelmekten
sakınmaları için pürüzsüz Arapça bir Kur'an olarak indirdik."[7]
İnsanlar, Hz.
Peygamber'in rehberliğine uymakla sorumlu tutulmuşlardır; zira Allah'ın
indirdiklerini açıklamakla görevli olan odur. Bu hususa ilişkin olarak Allah
Teâlâ birçok âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Biz,
insanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde)
düşünmeleri için sana Zikri (Kur'an'ı) indirdik."[8]
"Biz
sana, kitabı, sadece, görüş ayrılığına düştükleri konuları onlara açıklaman,
iman eden bir topluma doğru yolu göstermen ve rahmet olman için indirdik."[9]
"Biz, (kıyamet) günü, her
topluma/topluluğa, kendi içlerinden kendilerine karşı tanıklık yapması için bir
tanık getireceğiz. Seni de (vahyimi bildirdiğin) bu kimselere tanık olarak
getireceğiz. Biz, sana bu kitabı, her şeyi açıklaması, kendilerini Allah'a
teslim edenler için bir yol gösterici, bir rahmet ve bir müjde olması için
indirdik."[10]
"(Bu Kur'an'a gelince), o, (asla insan tarafından)
uydurulmuş olan bir söz değildir; fakat o, kendinden önceki (ilahî kitapları)
onaylayan, her şeyi açıklayan, inananlar için bir yol gösterici ve bir
rahmettir."[11]
"Elif, Lâm, Ra. Bu, Bizim, insanları
Rablerinin izniyle, karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve övgüye layık
olan Allah'ın yoluna ulaştırman için sana indirdiğimiz bir kitaptır."[12]
"O, sizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için kuluna (Muhammed'e) apaçık âyetler indirendir. Şüphesiz Allah,
size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir."[13]
"İnsanlar arasında, Allah'ın sana
gösterdiği gibi hükmetmen için, sana gerçeği ortaya koyan kitabı
indirdik."[14]
"De ki: 'Ben, ancak Rabbimden bana
vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an âyetleri), inanacak olanlar için, (kalplerinize)
Rabbinizden basiretlerdir, bir yol göstericidir ve bir rahmettir."[15]
"Bu (Kur'an), insanların kalp gözlerini
açan (bir nur), kesin olarak inanan bir toplum için de bir yol gösterici ve bir
rahmettir."[16]
"Andolsun ki, Allah'ın Resûlü'nde sizin
için, güzel bir örnek vardır."[17]
"O
gün zâlim, (çaresizlik içinde) ellerini ısıracak ve: 'Keşke ben de peygamber
ile aynı yolu tutsaydım!' Keşke falanı dost edinmeseydim! Andolsun ki, o,
uyarıcı bana geldikten sonra beni ondan uzaklaştırdı.' diyecektir. Zaten
şeytan, insanı (böylece) yüzüstü bırakıverir! (O gün) Peygamber de: 'Ey Rabbim!
Kavmim, bu Kur'an'ı terk etti.' diyecektir."[18]
"(Ey inananlar!) Peygamber'in
çağırmasını, birbirinizi çağırmanız gibi değerlendirmeyin! Şüphesiz, Allah,
hissettirmeden aranızdan sıvışıp gidenleri çok iyi bilmektedir. Bu yüzden O'nun
emrine karşı gelenler, başlarına bir bela gelmesinden veya çok acı veren bir
azaba uğramaktan sakınsınlar!"[19]
"Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve
seni de onlara karşı tanık gösterdiğimiz zaman, durumları ne olacaktır? O gün inkar
etmiş ve Peygamber'e isyan etmiş olanlar, yerin dibine girmeyi isteyeceklerdir;
ama Allah'tan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir."[20]
"Peygamber size her ne verirse onu alın;
sizi her neden engellemek isterse ondan da vazgeçin. Allah'a karşı gelmekten sakının;
çünkü Allah, cezalandırması çok şiddetli
olandır."[21]
"O halde
ona iman edenler, saygı gösterenler, yardım edenler ve ona indirilen nura
(Kur'an'a) uyanlar, kurtuluşa erecek olanlardır."[22]
"İşte Biz sana, emrimizle bir ruh
(kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Oysa sen, kitabın ve imanın ne
olduğunu bilmezdin. Ancak Biz, onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisi ile
doğru yola ulaştırdığımız bir nur yaptık. Şüphesiz sen, doğru yola, göklerde ve
yerde bulunanların sahibi olan Allah'ın yoluna ulaştırmaktasın. Bilin ki, bütün
işler, sonunda Allah'a dönecektir."[23]
"Bu,
Rabbinin dosdoğru olan yoludur. Şüphesiz Biz, öğüt alan bir toplum için,
âyetleri ayrıntılı bir biçimde açıkladık."[24]
"(Bilin ki), bu, benim dosdoğru yolumdur.
O halde onu izleyin. Sizi onun yolundan ayıracak olan yolları izlemeyin! İşte
bunlar, Allah'ın, kendisine karşı gelmekten sakınmanız için, size emrettiği
buyruklardır."[25]
Görüldüğü gibi,
bu âyetler, Peygamber'in, Allah'ın emirlerini açıklayan ve O'ndan bize haber
getiren tebliğci olduğunu, dolayısıyla Rabbinin neyi kastettiğini bilen kimse
olduğunu bildirerek Hz. Peygamber'in rehberliğine uymaya çağırmış, ona uyan
kimsenin de dininde basiret üzere hareket etmiş olacağını belirtmiştir. Nitekim
Yüce Allah: "De ki: 'Bu, benim
yolumdur; ben ve bana uyanlar, insanları açık bir delil üzere olan Allah'ın
(dinine) çağırıyoruz. Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Ben Allah'a
ortak koşanlardan da değilim!'"[26] buyurmaktadır.
Allah'ın, onun
yoluna uymamızı tavsiye etmesi ve onun yolundan başka yollara uymaktan bizi
sakındırması bize yeter. Başka yollara uyduğumuz takdirde, âyetlerin sonunda
görüldüğü gibi, onun yolundan saparız. İşte Allah Resûlü'nün yolu; insanın
onsuz dinin hakikatine vakıf olması mümkün olmayan sünneti ve hareket tarzıdır.
Bu da çok kolaydır. İttifak bununla mümkün olurken tefrika da yine bununla son
bulur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Dinleri konusunda ayrılığa düşenlere ve böylece gruplara
ayrılanlara gelince; sen onların bu tutumlarından dolayı hiçbir şekilde sorumlu
tutulacak değilsin. Onlar hakkında karar vermek Allah'a aittir. Gerçekten de O,
onların yapmış olduklarını (hesap günü) kendilerine haber verecektir."[27]
Bununla birlikte,
"ey âlimler, Hz. Peygamber'in bu rehberliğini insanlara öğretin ve
aralarını birleştiren ve bütünleştiren bir imamın arkasında tek bir ümmet
olmaları için bu yolda yürümelerini sağlayın, ta ki dinin kolaylığı açığa
çıksın ve bu kolaylık sayesinde herkesin ona uyması sağlansın", dediğimiz
zaman, "siz ictihad yapmaya çağırıyorsunuz, meşhur mezheplere karşı
çıkıyorsunuz ve dört imam hakkında ithamlarda bulunuyorsunuz", diyorlar!!
Biz ise onlara şöyle diyoruz: Biz, Allah'ın bizi çağırdığı Hz. Peygamber'e uymaya
davet ediyoruz.
Biz dört imam ile
onlardan önceki ve sonraki imamların –Allah hepsinden razı olsun- dini bize
aktarma hususunda bizden ütün olduklarına inanırız. Onlara saygı gösterip
değerlerini biliriz. Fakat bu durum, onların görüşlerini kutsallaştırdığımız ve
Hz. Peygamber'in emrine öncelediğimiz anlamına gelmez. Kaldı ki onlar da, kendi
görüşlerini kutsallaştırmamıza razı olmazlar. Çünkü onların hepsi, Hz.
Peygamber'in sünnetine aykırı olan hususları kabul etmekten bizi sakındırmışlardır.
Kendileri de sünnet ile amel eden ve ona davet eden insanların başında
gelmiştir.
İmamların, kendi
görüşlerine göre dini konularda kitap telif edip sonra insanları bu kitapların
içeriğine göre amel ile sorumlu tuttukları bilinmemektedir. Doğrusu şu ki;
onlardan her biri hüküm çıkardıkları Hz. Peygamber'in söz ve fiillerinden
oluşan hadisleri derledikleri birer "Müsned" tasnif etmişlerdir.
Onlara nispet edilen fıkıh kitaplarındaki bütün bilgiler, onların görüşlerini
yayıp ictihadlarını desteklemek için kendilerinden sonra gelen alimler
tarafından yazılmıştır. Her gelen sonraki kuşak, söz konusu görüşleri biraz
daha genişletmiş, meseleleri daha fazla alt başlıklara ayırmıştır. Neticede,
insanın kapağında yazılı olan müellif, şârih, hâşiyeci ve notlandıran
kimselerin isimlerini sayarken yorulacağı yüzlerce kitap telif edilmiştir.
Bu kitapların
İslâm kütüphanesinde kalması isabetlidir. Böylece müelliflerinin biyografisi,
akıllarının ve anlayışlarının derecesi ortaya çıkar. Din alimlerinin bu
kitaplardaki bilgiler ile aydınlanmasında bir sakınca yoktur. Özellikle de,
şartların değişmesi ile değişecek İslâm Yargılama Hukuku gibi muamelata dair
meselelerde bunlardan istifade edilir.
Din âlimleri her
asırda, İslâm ümmetinin iktisadî ve siyâsî bakımdan kalkınmasını sağlayacak
meseleleri araştırmakla ve dinin esasları ile uyum içinde olan kanunları
koymakla sorumludur.
Dinin bir kısmı
zamanın değişmesi ile değişmez. Mesela namaz, teyemmüm, hac ve diğer ibadetler
böyledir. Allah Teâlâ bunların, belli bir şekilde ve belli bir düzen içinde
yapılmasını istemiştir. Bununla inanların arasında bağ kurmayı, onları bir
sisteme, bir sorumluluğu yerine getirmeye, kişiye fazilet kazandıran amelleri
işlemeye alıştırmayı ve diğer sosyal vazifeleri yapmaya hazırlamıştır. İşte
dinin bu kısmını Hz. Peygamber (s.a.v), en ince ayrıntısına kadar açıklamıştır.
Ne buna ilavede bulunulabilir ne de bunlardan bir şey eksiltilebilir. Çünkü
insanlar ne kadar ilerlerse ilerlesin, bunları değiştirmeye, bir alternatifini
bulmaya kesinlikle ihtiyaç duymazlar.
Dinin bir de
muamelat ve genel konularla alakalı kısmı vardır. Mesela savaş ve barış
sistemi, uluslararası anlaşmalar, alış-veriş, İslâm yargılama hukuku, öğretim
sistemi, şirketler, ceza ve ticaret hukuku ile bunlara benzer siyâsî ve
iktisâdi meseleler bu kabildendir. Bunlar, zamanın değişmesiyle değişir.
Ümmetin gelişmesiyle gelişir. Din, bu meseleleri özel ayrıntılarla
sınırlandırarak ümmeti bir metot üzere dondurmayı hedeflememiştir. Aksine din,
ümmete genel ilkeler getirmiştir. Resûlullah ve görüşlerine baş vurulan ashabı
bu ilkeleri zamanlarındaki olaylara uygulayarak ictihad ediyorlardı. Bu temel
ilkeler, her asırda tekrarlanan/yenilenen olayları kapsayan esaslardır. Ümmetin
temsilcileri ve yöneticileri, ümmete uygun düzenlemeler hakkında araştırma
yapmak için bir araya geldikleri zaman, din âlimleri, dinin kaidelerini ve
esaslarını uygun olan her sisteme uygulamada otorite idiler. Alimler, yeni olan
her hususa karşı çıkmak suretiyle ümmeti geliştirecek şeylerden mahrum bırak(a)mayacakları
gibi, incelemeden ve uygulamadan kabul edip ümmeti dininden uzaklaştıran,
kendisini ayakta tutan değerlerinden tecrit eden Avrupalılaşma çelişkisi
içerisine düşürecek şeyleri de benimse(ye)mezler. Aksine, âlimler, ümmeti
yönetimde ve uygarlıkta ileriye doğru götürürken aynı zamanda onu dinine
bağlayan bir aracı unsur görevi yaparlar.
O halde bu
âlimlerin meşhur fıkıh kitaplarına muttali olmaları, zikrettiğimiz meselelerle
ilgili geçmiş zamanlarda meydana gelmiş olaylar hakkındaki görüşleri tanımaları
doğru olur. O görüşlerden biri onların hoşuna gider ve bu günler için uygun
olursa o görüşü almalarına veya onu düzenleyip uygun hale getirmelerine hiç bir
engel yoktur. Bu kitapları kendisiyle ibadet edecekleri ve onlardaki yazılı her
şeyi kutsallaştıracakları din haline getirmezler. Bu görev, her asırdaki din
âlimlerinin yapması gereken ictihad ve ameldir. Fakat âlimlerimiz -Allah onları
affetsin- bu görevi ihmal ettiler ve bu hususu kendilerine büyük gördüler.
Böylece taklide alıştılar ve onda rahatlık görerek bu kitapların esiri olmaya
razı oldular, zamana uysun ya da uymasın ibadet ve muamelata ilişkin yazılı
olan her şeyi kutsallaştırdılar ve: "Öncekiler sonrakilere hiçbir şey
bırakmadılar." diyerek kendileri, dinleri ve ümmetleri için
"sonrakiler" olmaya razı oldular. Bundan daha vahimi ise, insanları
bu kitaplara sarılmaya zorlamaları, kitap sahibinin her görüşünü taklit
etmelerini gerekli görmeleri ve onların görüşlerine karşı çıkanları da
zındıklık ve dinden uzaklaşmakla suçlamalarıdır!!
İmamlar -Allah
onlardan razı olsun- kendileri böyle yapmadıkları gibi, bu şekilde yapılmasını
da emretmemişlerdir.
İmamlar bize
dini, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in rehberliğini delil olarak almamızı
emretmişlerdir. Onlardan biri şöyle demiştir: Benim görüşümü Hz. Peygamber'in
sözüne aykırı bulduğunuz zaman, benim görüşümü terk edin. Ve şu söz de
imamlara aittir: "Hz. Peygamber'in sözünden başka her söz kabul
edilebilir veya reddedilebilir. Çünkü o, vahiyle konuşur ve hatadan
korunmuştur." İmamlardan biri, kendisinin söylediği bir söz yazan bir
kişiye: "Benden bir görüş yazıp sonra onu insanlara din olarak mı
söyleyeceksin? Belki yarın o görüşten vazgeçerim." demiştir! Bu,
imamlardan nakledilen sözlerden biridir.
Dinin kaynağı ve otoritesi Allah'tır. Elçisi'ni doğru
yol rehberi (hidâyet) olarak göndermiştir. Bu nedenle insanlar, dinî konuları
Allah Resûlü'ne arz etmedikçe ve hakemlik için ona başvurmadıkça imanları kabul
edilmeyecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar, aralarında anlaşmazlığa
düştükleri konularda, seni hakem tayin edip sonra da verdiğin hükme içlerinde
hiçbir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe, inanmış olmayacaklardır."[28]
"Karar vermek ancak Allah'a aittir."[29] "Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir
şeyin hükmü Allah'a aittir."[30] "Sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmiş
olurlar."[31] "Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat
etmiş olur."[32] "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte
onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıdıklarla,
şehitlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu
lütuf Allah'tandır. Hakkıyla bilen olarak Allah yeter."[33] "Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı
sarılın. Parçalanıp bölünmeyin."[34] "Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o,
doğru yola iletilmiştir."[35]
"Herhangi bir hususta anlaşmazlığa
düştüğünüz takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu
Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha
güzeldir."[36] "Ey iman edenler! Sakın Allah'ın ve Elçisinin
önüne geçmeyin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Zira Allah, çok iyi işiten,
çok iyi bilendir."[37]
"Allah ve Elçisi bir konuda hüküm
verdiğinde, inanan erkek ve kadının artık o konuda seçim hakkı yoktur. O halde
kim Allah'a ve Elçisine karşı gelecek olursa o, apaçık bir sapıklığa
düşmüştür."[38] "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve
Elçisine çağrıldıklarında, inananların verecekleri tek cevap: 'İşittik ve
uyduk' demelerinden başka bir şey olamaz. İşte onlar, kurtuluşa erecek
olanlardır. Kimler Allah'a ve Elçisine itaat edecek, Allah'tan korkacak ve O'na
karşı gelmekten sakınacak olurlarsa, onlar kazanacak olanlardır."[39]
"Size
kitabı açıklanmış olarak indiren Allah iken, O'dan başkasını mı hakem olarak
isteyeyim?"[40] "Allah'a kesin olarak (yakinen) inanan bir toplum
için, O'ndan daha güzel hükmeden kim olabilir ki?"[41] "De ki: 'Allah'a itaat edin ve Elçiye itaat
edin! Eğer yüz çevirecek olursanız (şunu çok iyi bilin ki), o (peygamber),
yalnız yükümlü olduklarından sorumlu tutulacaktır. Siz de sadece yükümlü olduklarınızdan
sorumlu tutulacaksınız.' Eğer ona itaat edecek olursanız, doğru yola
ulaşırsınız. Elçiye düşen, sadece (kendine bildirileni insanlara) açıkça
duyurmaktır."[42]
"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana
uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın; çünkü Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.' De ki: 'Allah'a ve Elçisine itaat edin!'
Eğer yüz çevirecek olurlarsa (çok iyi bilsinler ki), Allah inkar edenleri
sevmez."[43]
Bundan sonra bir
kimse, "halkın, Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in sünnetinden dinini
öğrenmesi mümkün değildir." derse şöyle deriz: Biz onları ictihad yapmaya
ve hüküm çıkartmaya zorlamıyoruz. Sadece âlimler, onlara açıklamakla
sorumludurlar. Zira, Allah Resûlü'nün öğretisi açık olup ictihada ve hüküm
çıkarmaya ihtiyaç yoktur. Sonuçta, âlimler, amel etmek suretiyle onu halka
naklederler ve onlara: "Resûl-i Ekrem böyle namaz kıldı (Benim kıldığımı gördüğünüz gibi namaz
kılınız.)[44]
ve şu şekilde abdest aldı." derler. Alimler halkın önünde abdest alırlar.
Halkın dine ait her şeyi, âlimlerin yaptığı
gibi yapması gerekir. Allah Resûlü'nün ashabının önünde yaptığı gibi, âlimler
de halkın önünde namaz kılarlar. Bu gibi uygulamalı öğretim, insanlara kolaylık
sağlar ve onları dine daha çok teşvik eder. Bunda dini tebliğde varisleri oldukları
peygamberin tebliğ ettiği gibi, âlimlerin de dini tebliğ etmeye bir çağrı
vardır. Hz. Peygamber'i bir şey yaparken gördüğümüzde biz de onu yapar; bir
şeyden kaçınırken gördüğümüzde biz de ondan kaçınırız; onu bir şeyi bazen yapıp
bezen de terk ettiğini gördüğümüzde, biz de kimi zaman yapar kimi zaman terk
ederiz. Resûl-i Ekrem'in din pratikleriyle ilgili yaptığı bütün bunlar, onları
bize göstermek içindir. Hakkı bununla bulur ve dini en güzel şekilde pratiğe
dökeriz; çünkü biz, bilgiye dayalı olarak amel etmekteyiz. Nitekim Allah Teâlâ:
"Sakın hakkında bilgin olmadığı bir
şeyin ardına düşme; çünkü göz, kulak ve kalp; bütün bunlar, ondan dolayı
sorumludurlar."[45] buyurmaktadır.
Sonuç olarak,
insanları en büyük önder olan Hz. Peygamber'in rehberliğine çağırıyor, hem dinî
okullardan hem de diğer okullardan bu eğitimi vermelerini istiyorum. Mescid ve
benzeri yerlerde vaizlik yapanlara, vaazlarında ve derslerinde Resûl-i Ekrem'in
öğrettiklerini anlatmalarını ve dini yaşamın kolaylaşması için çeşitli insan tabakalarında
bunu yaymalarını, halkın ise, mezhep kitaplarından doğan ihtilaftan ve bu
kitapların tutkunu olanların şerrinden korunmasını tavsiye ediyorum. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz
çevirecek olursanız (şunu çok iyi bilin ki), o (peygamber), yalnız yükümlü
olduklarından sorumlu tutulacaktır. Siz de sadece yükümlü olduklarınızdan
sorumlu tutulacaksınız.' Eğer ona itaat edecek olursanız, doğru yola
ulaşırsınız. Elçiye düşen, sadece (kendine bildirileni insanlara) açıkça
duyurmaktır."[46]
Muhammed Ebû Zeyd
V
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ey Rabbim!
Kolaylaştır. Ey Kerîm olan Allah'ım yardım et! Allah'ın selamı Peygamber
Efendimiz güvenilir Muhammed'e ve onun cömert âilesi ve yakınlarına olsun!
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Akıbet ise müttakilerindir.
Zâlimlerden başkasına düşmanlık söz konusu değildir. "Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şahitlik ederim."
cümlesi, yerin ve göklerin kendisiyle ayakta durduğu bir kelimedir. Bu,
Allah'ın bütün kulları üzerindeki hakkıdır. Şu iki soru sorulmadan kul Allah'ın
huzurundan ayrılmayacaktır:
Hz. Muhammed'in,
Allah'ın kulu, elçisi, vahyini güvenip teslim ettiği, yaratıkları arasından
seçtiği ve hak din ve dosdoğru yol/yöntem ile kendisi ile kulları arasında
gönderdiği elçisi olduğuna tanıklık ederim. Allah, onu âlemlere bir rahmet,
Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir önder ve bütün insanlığa bir delil
olarak göndermiştir. Yine Allah, peygamberlerin ardı arkasının kesildiği bir
zamanda (fetret) onu peygamber olarak göndermiş ve onunla yolların en doğrusunu
ve en açığını göstermiştir. İnsanlardan ona itaat etmelerini, desteklemelerini,
saygı duymalarını, sevmelerini ve haklarını gözetmelerini emretmiştir.
Cennetinin önündeki yolları kapamış ve sadece onun yolundan gelenlere açacağını
bildirmiştir. Onun gönlünü açmış, üzerinden yükünü kaldırmış ve zillet ve
alçaklığı onun emrine karşı gelenlere yüklemiştir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Ebû Münîb el-Cüraşî
kanalıyla Abdullah b. Ömer'den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet öncesinde
hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah'a ibâdet edilinceye kadar kılıçla
gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesi altına konulmuştur. Zillet ve alçaklık
benim emrime karşı gelenlere yüklenmiştir. Kim bir topluluğa benzerse o da
onlardandır."[47]
Aşağılanma Hz.
Peygamber'in emrine karşı gelenlere yüklenmişse de, üstünlük ona itaat edip
uyanlarındır. Nitekim bu hususlara ilişkin olarak Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Gevşemeyin,
üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız üstün olanlar sizlersiniz."[48] "Üstünlük ancak Allah'ın,
Peygamberinin ve inananlarındır."[49] "Üstün olduğunuz halde (düşman
karşısında) gevşeklik gösterip barış isteme durumunda kalmayın. Çünkü Allah
sizinle beraberdir."[50] "Ey Peygamber! Allah sana ve sana uyan
inananlara yeter."[51] Yani, Allah tek başına hem sana hem de
sana uyup itaat edenlere yeter. Öyleyse Allah'la birlikte başka hiç kimseye
ihtiyaç duyulmaz.
Hz. Peygamber,
insanların peygamberi kendinden, çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe iman etmiş olamayacağını yeminle söylemektedir.[52]
Yüce Allah da başkasıyla aralarında çekiştikleri her konuda onu hakem tayin
edip, sonra da onun verdiği kararı içlerinde bir sıkıntı duymadan, tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe bir kimsenin iman etmiş olamayacağını yeminle
ifade etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah ve Elçisi bir konuda hüküm verdiği zaman, inanan erkek ve
kadının artık o konuda seçim hakkı olamaz."[53]
Hz. Peygamber'in o konuya dair hükmünden sonra
inanan bir kimsenin bir tercihte bulunması söz konusu olamaz. O emredince artık
onun emri kesindir. Öyleyse hiç kimsenin ondan başka herhangi bir kişinin
görüşüne uyması uygun değildir. Bütün insanların onun emir ve yasaklarına
uyması, emrettiklerini yapıp yasakladıklarından da kaçınması gerekir. Zira o,
yalnızca bir tebliğci ve bir haberci idi; o yeni bir şey üreten değildi.
Buna göre kim, kendi anlayış ve yorumlayışına
göre çeşitli görüşler ileri sürer ve bir takım ilkeler ortaya koyarsa, bu görüş
ve ilkeler Hz. Peygamber'in getirdiği esaslara sunulmadıkça, ümmetin, ileri
sürülen bu görüş ve ilkelere uyup meselelerini bunları esas alarak çözmeye
çalışamaz. Eğer söz konusu görüş ve ilkeler, Hz. Peygamber'in getirdiği
esaslara uygun olur ve onun getirdikleri söz konusu görüş ve ilkelerin
doğruluğunu tasdik ederse, o zaman kabul edilirler. Şayet aralarında karşıtlık
söz konusu ise, bu görüşlerin reddedilmesi ve terk edilmesi gerekir. Bunlar
hakkında bu iki durumdan biri belirginleşmezse, çekimser kalınır.
Bütün bunlardan
sonra, istediğini yaratmada ve yarattıkları arasından istediğini seçme
hususunda Allah Teâlâ tektir. Nitekim O, bu konularda şöyle buyurmaktadır: "Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer."[54] O halde Allah'ın seçtiği her şeyin iyi
olanı demektir. Allah'ın yaratması ise her iki türü de kapsar ve bununla, kulun
mutluluğunun ve/veya bedbahtsızlığının alâmeti bilinir. Çünkü iyi olan kişi
ancak iyi olana uyum sağlar ve sadece en güzel amelleri yapar. Örneğin, Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmadan sadece O'na ibadet eder; Allah'ın hoşnutluğunu kendi
istek ve arzularına tercih eder; gücü yettiği oranda insanlara iyi
davranır/iyilik eder ve insanların kendisine yapmalarını istediği davranış
tarzını onlara gösterir.
Temiz kişi, hilim
(hoşgörülü/bağışlayıcı), vakar, merhamet, sabır, vefa, kolaylık, doğruluk ve
gönlün kin, aldatma, nefret ve hasetten uzak olması gibi en güzel huylara
sahiptir; inananlara ve izzet sahiplerine karşı alçak gönüllü, Allah'ın
düşmanlarına karşı ise, sert tavırlı; benliğini Allah'tan başkası için
yaymaktan ve zelil etmekten koruyandır; iffetli, cesaretli, cömert, kişilikli
ve şeriatların, fıtratın ve akılların güzel olduğunda ittifak ettikleri bütün
ahlakî ilkelere sahiptir. Temiz kişi, yiyeceklerin de kendisinin kötü
sonuçlarla karşılaşması tehlikesinden uzak, beden ve ruhun en güzel biçimde
gıdalarını almasını temin eden helal, sağlıklı ve temiz olanını seçer. Temiz
kişi, yine aynı şekilde, evleneceği kadının, kullanacağı kokunun, arkadaş ve
dostların da ancak iyi olanlarını seçer ve onun kalacağı her yer iyi olacaktır.
Bu temiz kişiler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Melekler onların canlarını tertemiz kimseler olarak alırlarken,
(onlara): 'Selam size! (Dünyada iken) yapmış olduklarınızdan dolayı cennete
girin!' derler."[55] Cennet bekçileri kendilerine şöyle
diyecekler: "Selam size! Tertemiz
oldunuz. Haydi sürekli kalmak üzere girin oraya (cennete)!"[56]
Bu âyetteki "fe" harfi sebebiyet bildirmektedir. Yani, tertemiz
olduğunuzdan dolayı cennete giriniz, demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kötü
olan kadınlar, kötü erkekler; kötü olan erkekler de kötü kadınlar içindir. Aynı
şekilde iyi olan kadınlar, iyi erkekler;
iyi olan erkekler de iyi kadınlar içindir."[57] İyi sözler, iyi işler ve iyi kadınlar kendilerine
uygun olan iyilere; kötü sözler, kötü işler ve kötü kadınlarsa kendilerine
uygun olan kötülere yaraşır. Allah Teâlâ, her bakımdan iyi olanı cennete; her
bakımdan kötü olanı da cehenneme koyacaktır. Allah yurtları üçe ayırmıştır:
Böylece, hem Allah kullarına rablığının,
hikmetinin, ilminin, adaletinin ve rahmetinin mükemmelliğini gösterecek, hem de
düşmanlar asıl kendilerinin iftiracı ve yalancı, peygamberlerin ise,
görevlerine bağlı ve sadık insanlar olduklarını bileceklerdir. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar:
'Allah ölen bir kimseyi diriltmeyecektir.' diye olanca güçleriyle Allah adına
ant içmektedirler. Hayır, hayır, gerçek şudur ki, bu, Allah'ın gerçekleşmesini
bizzat kendisinin üstlendiği bir sözdür. Ancak insanların çoğu, bu gerçeği
bilmemektedir. (İşte bu söz gereğidir ki, Allah onları), haklarında ayrılığa
düştükleri konuları açıklığa kavuşturmak ve (öldükten sonra dirileceklerini)
inkar edenlerin de yalancı olduklarını bilmeleri için (diriltecektir)."[58]
Maksat, Allah Teâlâ'nın,
mutluluk ve bedbahtlığı, kendisiyle tanınacak bir alâmet olarak belirlemesidir.
Buna göre, kötü kişinin kalbinden, diline ve diğer organlarına kötülük
fışkırır. İyi kişinin kalbinden ise, diline ve diğer organlarına iyilik
fışkırır. Bazen bir şahısta aynı anda bu iki durum bulunabilir. Hangisi baskın
gelirse, kişi o taraftan olur. Eğer Allah bir kişiye iyilik dilerse, kötülükler
kendisini tamamen kuşatmadan kötülüklerden onu arındırır, kıyâmet günü tertemiz
yapar, artık cehennemle arındırılmasına gerek kalmaz.
Kötülüklerden temizlemesi için Allah onu
içtenlikle yapılan tövbeye, günahları yok eden iyilikler yapmaya muvaffak kılar
ve günahlarına kefaret olacak belalar verir. Böylece o kişi günahsız olarak
Allah'a kavuşur. Allah, kötülüklerin kendisini tamamen kuşattığı kimseden ise
temizle(n)me vasıtalarını engeller. O kişi kıyâmet günü kötülük ve iyiliklerle
birlikte Allah'a kavuşur. İlâhî hikmetin gereği olarak, hiç kimsenin,
kötülükleriyle birlikte Allah'ın yurdunda bulunması yaraşmaz.
Buna göre, Allah onu günahlarından temizlemek,
arındırmak ve çeki-düzen vermek için ateşe atar. İmanının külçesi (parçası)
kötülükten arınınca, artık Allah'a yakın olmaya ve O'nun iyi kulları ile bir
arada oturmaya layık bir duruma gelir. Bu gruptaki insanların cehennemde
bırakılma süreleri, bu kötülüklerin kendilerinden hızlı veya yavaş
ayrılmalarına göredir. Daha hızlı temizlenen ve arınan daha erken, daha geç
temizlenen de cehennemden daha sonra çıkacaktır. Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahlarına uygun bir ceza verilir!"[59]
"Rabbin kullarına asla haksızlık
yapmaz!"[60]
Müşrik hem
maddesi hem de özü pis olduğu için onun pisliğini cehennem de temizleyemez.
Cehennemden çıksa bile yine eski pis haline döner! Onun bu durumu tıpkı denize
girip sonra çıkan köpek gibidir. İşte bu nedenden dolayı Allah Teâlâ müşrik bir
kişiye cenneti haram kılmıştır.
Temiz ve
temizlenen mümin de kötülüklerden uzak olduğu için cehennem ona haramdır. Zira
onun orada temizlenmesini gerektirecek bir şey yoktur. Yüce Allah'ı her türlü
eksiklikten tenzih ederim ki O'nun hikmeti akılları ve zihinleri hayran
bırakır, kullarının fıtrat ve akılları O'nun hâkimler hâkimi, âlemlerin Rabbi
ve O'ndan başka hiçbir ilâhın olmadığına tanıklık eder.
V
Buradan, insanın
peygamberi tanımaya, onun haber verdiklerini tasdik etmeye ve emrettiği
hususlarda ona uymaya zorunlu olduğunu öğrenmekteyiz. Zira iyi ve kötüyü
ayrıntılı olarak bilmenin yolu ancak peygamberler vasıtasıyla mümkündür. Onlar
tercih edilen ölçülerdir ki, diğer sözler, karakterler ve davranışlar onların
söz, davranış ve karakterleriyle ölçülür. Hangi zaruret ve ihtiyaç farzedilirse
edilsin, kulun peygamberlere olan ihtiyaç ve gereksinimi ondan çok daha
fazladır.
İnsanın dünya ve âhiret mutluluğu Hz.
Peygamber'in rehberliğine/örnekliğine (hedy) uymaya bağlıdır. Öyleyse, kendi
iyiliğini düşünen, kurtuluşunu ve mutluluğunu isteyen herkesin, kendisini
cahillikten kurtarıp, Allah Elçisi'nin tâbiîleri, taraftarları ve grubu
arasında sayılacak kadar onun örnekliğini ve yaşam biçimini tanıması gerekir.
Bu hususta kimi insanlar, Peygamber'in yaşam biçimine ilişkin engin bilgiye,
kimileri çok bilgiye sahip iken kimileri de böyle bilgiden yoksundurlar. Lütuf
ve ihsan, Allah'ın elindedir; onu dilediğine bağışlar; zira Allah, sınırsız
lütuf sahibidir.
Hz. Peygamber'in
nesebi, zirve noktasındadır. Bu nedenle en şerefli kavim onun kavmi, en şerefli
kabile onun kabilesi ve en şerefli aşiret onun aşiretidir. Onun soy kütüğü
şöyledir: Muhammed b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey
b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. en-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs
b. Mudar b. Nizzâr b. Mead b. Adnân. Buraya kadar olan kısmı doğru olarak
bilinmektedir ve bu konuda nesep uzmanları arasında görüş birliği vardır.
Ayrıca, Adnân'ın Hz. İsmâil'in çocuklarından olduğuna dair hiçbir ihtilaf
yoktur. Hz. İsmâil ise, sahâbe, tabiûn ve daha sonraki âlimlerce doğru kabul
edilen görüşe göre, (babası Hz. İbrâhim tarafından) kurban edilmek istenen
kişidir.
Hz. Muhammed, Fil
Va'kas'ının meydana geldiği senede[61]
Mekke'de doğdu. Fil olayı vesilesiyle Allah, peygamberi Hz. Muhammed'e ve evi
Kabe'ye bir armağan sunmuştur. Yoksa fil sahipleri Ehl-i kitap hıristiyanlardı
ve onların dini o zamanki Mekke halkının dininden daha iyi idi, zira Mekkeliler
putperest idiler. Bununla birlikte Allah, Mekke'den çıkacak olan Hz.
Peygamber'i koruma ve ona bir armağan olması ve Kabe'yi yüceltme amacıyla,
Ehl-i kitaba karşı Mekkelilere, hiçbir beşerin rol oynamadığı bir yardımda
bulunmuştur.
Hz. Peygamber, ana karnında iken babası öldü.
Annesi ise, Muhammed'in dayılarını ziyaret edip Medine'den dönerken Mekke ile
Medine arasındaki Ebvâ'da vefat etmiştir. Hz. Muhammed o zaman henüz yedi
yaşını tamamlamamıştı. Bakımını dedesi Abdülmuttalib üstlendi, dedesi öldüğünde
Hz. Muhammed sekiz yaşlarında idi. O vakit Hz. Peygamber'in altı veya on
yaşında olduğu da söylenmektedir. Daha sonra bakımını amcası Ebû Tâlib
üstlendi.
Hz. Peygamber on
iki yaşına gelince, amcası onu Şam'a götürdü. O zaman dokuz yaşında olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu yolculukta rahip Bahîrâ onu gördü ve yahudilerden ona
bir zarar gelir korkusuyla amcasına onu Şam'a götürmemesini tavsiye etti. Bunun
üzerine amcası, onu hizmetçilerinden biriyle Mekke'ye gönderdi. Hz. Muhammed
yirmi beş yaşına gelince, bir ticaret kervanı ile Şam yolculuğuna çıktı.
Busrâ'ya kadar vardı, sonra geri döndü. Döndükten sonra Huveylid'in kızı Hatice
ile evlendi. Bu evlilik sırasında kendisinin otuz veya yirmi bir yaşlarında
olduğuna ilişkin görüşler de vardır. Hatice, hem evlendiği ilk eşi hem de ölen
ilk hanımıdır. Hz. Muhammed, Hz. Hatice varken bir başkasıyla evlenmemiştir.
Cebrâil, Rabbinden Hatice'ye selam getirdiğini söylemesini Hz. Peygamber'e
emretti.
Daha sonraları
Hz. Muhammed'e yalnızlık ve Rabbine ibadet etmek sevdirildi. Hira mağarasında
yalnızlığa (halvete) çekilir, orada pek çok gece ibadet ederdi. Putlardan ve
toplumunun yaşam biçiminden (dininden) nefret ettirildi. Onun nazarında
bunlardan daha iğrenç bir şey yoktu.
Kırk yaşını
tamamlayınca, üzerinde peygamberlik nurları parladı. Allah Teâlâ ona elçilik
görevini ihsan etti ve onu bütün insanlığa peygamber olarak gönderdi. Peygamber
olarak gönderildiği günün Pazartesi olduğunda hiçbir ihtilaf olmamakla
birlikte, peygamber olarak gönderildiği ay hakkında ihtilaf söz konusudur. Bu
ayın, Fil Vak'ası'nın
meydana gelişinin
kırk birinci senesinin Rebîülevvel ayının sekizinci gününde olduğuna
dair bir görüş de vardır. Bu görüş, çoğunluk tarafından benimsenmektedir. Bir
diğer görüşe
göre bu ay, Ramazan ayıdır. Bu
görüşte olanlar "(Bu
ay) Kur'an'ın indirildiği Ramazan ayıdır."[62] âyetini delil
olarak ileri sürmektedirler. Bir başka
görüşe göre ise, peygamber olarak gönderilişi Recep
ayında olmuştur.
Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e birçok şekilde vahyetti:
a) Sâdık
rüya: Vahyin
başlangıcı bu şekilde idi. Gördüğü
rüya sabah
aydınlığı
gibi gerçekleşirdi.[63]
b) Vahiy meleği,
görünmeksizin Hz. Peygamber'in aklına ve kalbine vahyi
yerleştirirdi. Nitekim Allah Resûlü şöyle demektedir: "Rûhu'l-Kudüs
(Cebrail), hiç kimsenin rızkını tamamlamadan asla ölmeyeceğini zihnime esinledi. Öyleyse Allah'a karşı saygılı olun, rızkınızı arama hususunda iyi
davranın.
Rızkın yavaşlığı/gecikmesi sizi
Allah'a isyan ederek onu aramaya sevketmesin! Zira Allah'ın katındakilere ancak
O'na itaatle ulaşılabilir."[64]
c) Vahiy meleği, Hz. Peygamber'e insan şeklinde
görünür, onunla konuşur ve Allah elçisi de onun söylediklerini ezberlerdi.
Vahyin bu durumunda sahabe de bazen (insan suretindeki) meleği görürlerdi.
d) Vahiy bazen zil
sesi şeklinde gelirdi. Bu şekilde gelen vahiy, Hz. Peygamber'e en ağır geleniydi. Melek ona iyice sokulur, soğuğu şiddetli
günde bile alnından ter boşanırdı. Hatta eğer deve
üzerinde ise devesi
yere çökerdi. Bir seferinde bu şekildeki
vahiy
geldiğinde, baldırı/dizi
Zeyd b. Sâbit'in dizi üzerindeydi. O kadar ağır
gelmişti ki, Zeyd'in dizi neredeyse kırılacaktı.
e) Hz. Peygamber, vahiy meleğini yaratıldığı aslî
suretinde görür, melek Allah'ın iletmesini
istediği âyetleri ona bildirirdi. Bu
olgu, Allah'ın Necm sûresinde
zikrettiği gibi iki kez meydana gelmiştir.
f) Hz. Peygamber göklerin ötesinde iken,
Allah'ın Mi'râc gecesinde namazın farz kılınması vb. hususları ona vahyettiği şekil.
g) Hiçbir melek aracılığı olmadan
-Allah'ın Hz. Musa'ya doğrudan
konuştuğu
gibi- Allah'ın Hz. Muhammed'e bizzat kendisinin konuştuğu şekil.
Bu şekil, Hz. Musa için Kur'an âyeti ile tespit
edilmişken,[65] Peygamberimiz
için İsrâ hadîsi ile sabittir.
Kimi bilginler
sekizinci bir şekil olarak, Allah'ın onunla hiçbir engel bulunmadan karşı karşıya konuşmasını ilave etmektedirler. Bu görüşte
olanlara
göre, Hz. Peygamber Rabbi Allah Teâlâ'yı
görmüştür. Bu görüş, -her ne kadar
sahabenin çoğunluğu,
hatta tamamı Hz. Aişe ile aynı görüşü paylaşsalar da- selef ve halef âlimleri arasında tartışmalıdır.
Nitekim Osman b. Saîd ed-Dârimî sahabenin bu hususta icmâ ettiklerini
aktarmaktadır.[66]
Bu konuda ihtilaf
olup, üç görüş vardır:
a) Hz. Peygamber, sünnetli ve göbeği kesik doğmuştur. Bu
hususta Ebu'l-Ferec ibnü'l-Cevzî'nin el-Mevzûât
isimli eserinde kaydettiği ancak sahih
olmayan bir hadis vardır. Bu hususta hiçbir sahih hadis yoktur. Bu
şekil doğma
Hz. Peygamber'e has bir durum değildir; zira pek
çok kişi sünnetli olarak doğmaktadır.
b) Sütannesi Halime'nin yanında iken meleklerin kalbini yardığı gün sünnet edilmiştir.
c) Dedesi Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü onu sünnet ett(ird)i, yemek ziyafeti
verdi ve ona "Muhammed" ismini koydu. Ebû Amr b. Abdülber şöyle demektedir: "Bu konuda isnadı garîb
bir hadis vardır. Bu mesele, iki değerli âlim arasında tartışma konusu haline geldi. Bunlardan biri olan Kemaleddin
b. Talha, Hz. Peygamber'in sünnetli doğduğuna dair bir eser yazdı ve
eserinde aslı astarı olmayan bir çok hadis topladı. Kemaleddin b. Nedîm ise, ona reddiye yazmış ve bu reddiyesinde Hz. Peygamber'in Arap âdetine göre sünnet
edildiğini ve söz konusu âdetin bütün
Araplar arasında yaygın
olmasından
dolayı bu konuda belli bir nakil bulunmasına ihtiyaç duyulmadığını izah etmiştir. Yine de en
doğrusunu Allah
bilir.
a) Süveybe: Ebû Leheb'in câriyesi idi. Hz.
Peygamber'i günlerce emzirdi. Oğlu
Mesrûh'un sütü
ile hem Hz. Peygamber'i hem de Abdullah b. Abdülesed el-Mahzûmî'yi ve hem de
Hz. Peygamber'in amcası Hamza b. Abdülmuttalib'i emzirdi.
Süveybe'nin müslüman olup olmadığı
tartışmalıdır. Doğrusunu Allah bilir.
b) Halîme es-Sa'diyye: Oğlu Abdullah'ı emzirirken Hz. Peygamberi de emzirdi. Abdullah,
Hars b. Abdüluzzâ b. Rifâa es-Sa'dî'nin çocukları
olan Üneyse ve Cüzâme yani Şeymâ'nın kardeşidir. Hz. Peygamber'in
sütannesinin ve sütbabasının müslüman olup
olmadıkları
hususu tartışmalıdır. Doğrusunu en iyi Allah bilir. Halîme, Hz. Peygamber'le birlikte,
önceleri Hz. Muhammed'in azılı düşmanı olup Mekke'nin Fethi senesinde müslüman olan
amcası oğlu
Ebû Süfyân b. el-Hâris b. Abdülmuttalib'i de emzirdi. Peygamber'in
amcası Hz. Hamza da süt emzirilmesi için Sa'd b.
Bekir oğulları
arasında idi.
Hamza'nın annesi, Resûlullah'ı, sütannesi
Halime'nin yanında bir gün emzirdi. Buna göre Hamza, hem
Süveybe hem de Halîme es-Sa'diyye tarafından
emzirildiği için
Allah Elçisi'nin sütkardeşidir.
a) Annesi Amine: Vehb b. Abdimenâf b. Zühre b. Kilâb'ın kızıdır.
b) Süveybe.
c) Halîme.
d) Halîme'nin Kızı Şeymâ: Şeymâ,
Hz. Peygamber'in süt kardeşi olup, annesi
ile birlikte
ona dadılık
yapardı. Hevâzin
heyeti içinde Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmıştı.
Hz. Muhammed ona saygı için için ridasını (üst elbise) yere serip üzerine oturttu.
e) Ümmü Eymen Bereke: Habeşli,
saygın ve faziletli olan bu hanım (cariye olduğundan) babasından miras kalmıştı ve onun dadısı idi.
Hz. Peygamber, onu çok sevdiği Zeyd b.
Hârise ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsâme dünyaya geldi. Hz.
Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Ümmü Eymen'in
yanına girdiler, o ise ağlıyordu. Dediler ki: "Ey Ümmü Eymen! Neden ağlıyorsun? Allah katında
olanlar Peygamberi için daha hayırlıdır." O şöyle cevap
verdi: "Allah katında olanların Peygamberi
için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum. Ağlayışımın asıl sebebi, artık göğün haberlerinin kesilmesidir!" Bu sözleriyle onları ağlattı.[67]
Hz. Muhammed'in
peygamberliği ilk olarak rüya şeklinde başladı. Gördüğü her rüya mutlaka sabah aydınlığı gibi meydana
çıkardı.[68]
Bu rüya sürecinin altı ay, peygamberlik döneminin ise
yirmi üç sene olduğu alındığı için bu
rüyanın, peygamberliğin kırk altıda biri olduğu söylenmektedir. En doğrusunu Allah bilir.
Sonra Allah Teâlâ
ona peygamberlik görevini lütfetti. Hira mağarasında
bulunduğu bir sırada melek geldi. Kendisi uzlete çekilmeyi severdi. Ona
indirilen ilk âyetler şöyledir: "Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O, insanı 'alak'dan
yarattı."[69] Bu, Hz. Aişe
ve çoğunluğun görüşüdür.
Câbir ise, "Ey örtünüp bürünen
(Peygamber!). Kalk da uyar. Rabbini yücelt."[70] âyetlerinin ilk indirilen âyetler olduğu görüşündedir.
Doğru olan Hz. Aişe'nin görüşüdür.[71]
a) Peygamberlik, b) Yakın akrabalarını uyarması, c) Kavmini
uyarması, d) Kendisinden önce
hiçbir uyarıcının gelmediği bir kavmi, yani bütün Arap
toplumunu uyarması ve e) Kıyamete kadar davetin ulaştığı bütün cinleri ve insanları
uyarması. Bundan sonra Hz. Peygamber üç sene insanları gizlice Allah'a davet etti. Daha sonra "Artık sana emredileni açıkça tebliğ et ve müşriklere aldırış etme!"[72] âyeti inince
davetini herkese ilan etti. Kavmi düşmanlığını açıkça
gösterdi ve hem ona hem de müslümanlara karşı
yapılan eza şiddetini artırdı ve nihayet Hz. Peygamber onlara (Habeşistan'a) iki kez hicret etme izni verdi.
Müslümanlar çoğalıp kâfirler onlardan korkmaya başlayınca Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yönelik işkencelerinin şiddetini artırdılar. Bunun üzerine Allah Resûlü, müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi ve şöyle buyurdu: "Orada, yanında insanlara
zulüm edilmeyen bir
hükümdar vardır." On iki erkek ve dört kadın hicret etti. Aralarında
Hz. Osman da vardı.
Hz. Peygamber'in
kızı olan
hanımı Rukiyye de beraberinde ilk hicret eden idi. Müslümanlar Habeşistan'da en iyi yerlerde ikamet ettiler. Kureyş'in müslüman
olduğuna dair yalan haber kendilerine ulaşınca
Mekke'ye geri döndüler. Durumun öncekinden daha şiddetli
bir hal aldığı haberi yolda onlara ulaşınca,
bir kısmı geri döndü, diğer
bir kısmı ise Mekke'ye girdi; Kureyş'in
çok şiddetli eziyetiyle karşılaştılar. Mekke'ye
girenler arasında Abdullah b. Mes'ûd da vardı.
Daha sonra Hz. Peygamber, müslümanların Habeşistan'a ikinci kez hicret etmelerine izin verdi. Seksen üç
erkek ve on sekiz kadından oluşan bir topluluk oraya hicret ettiler ve Necâşî'nin yanında en güzel şekilde ikamet ettiler. Bu durum Kureyş'e ulaşınca, Necâşî'nin nazarında müslümanları tuzağa düşürmek amacıyla derhal Amr
b. el-Âs
ve Abdullah b. Zübeyr el-Mahzûmî'yi bir heyet ile gönderdiler. Allah
heveslerini kursaklarında koydu. Bunun üzerine Resûlullah'a
eziyetleri daha arttı; onu ve ailesini Ebû Tâlib
mahallesinde üç sene -bir başka görüşe göre iki sene- kuşatma
altına aldılar/tecrit
ettiler. Hz. Peygamber bu kuşatmadan çıktığında kırk dokuz -bir başka
görüşe göre kırk sekiz- yaşındaydı.
Bundan birkaç ay sonra amcası
Ebû Talib,
ardından da eşi
Hz. Hatice vefat etti. Kafirlerin eziyet ve işkenceleri
artarak devam etti. Bunun üzerine Allah'a davet etmek üzere Zeyd b. Hârise ile
birlikte Taif'e gitti. Orada günlerce kaldı.
Davetine olumlu cevap vermedikleri gibi ona eziyet ettiler ve onu
beldelerinden çıkardılar,
yol kenarlarına iki sıra olup onu taşladılar,[73]
topuklarını
kana bulattılar. Hz. Peygamber, oradan ayrılıp tekrar Mekke'ye geri döndü. Yolda Hıristiyan Addâs ile karşılaştı ve Hz. Peygamber'e iman etti. Yine yolda iken Nahle denilen yerde Nusaybinlilerden yedi kişilik bir cin grubu gönderildi ve Kur'an dinlediler. Yine bu
yolda Allah "dağların
meleği"ni gönderip, kendisine itaat etmesini ve şayet isterse Mekke'nin iki büyük dağını kavminin üzerine geçireceğini söyledi. O
ise, "Hayır, aksine
onlara zaman tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların nesillerinden
O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet
edecek kişiler yaratır."[74] demişti. Yolda
iken şu duayı
yapmıştı: "Allah'ım!
Gücümün zayıflığından
ve çaresizliğimden Sana yakınıyorum."
Sonra Mut'ım b. Adiy'in himayesinde
Mekke'ye girdi.
Daha sonra ruhu ve bedeniyle Mescid-i Aksâ'ya gece götürüldü. Oradan
göklerin ötesine bedeni ve ruhuyla yüce Allah'ın
huzuruna çıkarıldı. Allah onunla konuştu
ve ona beş vakit namazı farz kıldı.
Bu durum bir kere oldu. Görüşlerin en doğrusu budur. Bu hâdisenin uykuda meydana geldiği de söylenmektedir.[75] Hz. Peygamber
Mekke'de kaldığı sürece kabileleri Allah'a davet ediyor ve Rabbinin
elçiliğini onlara tebliğ etmek için her (hac) mevsiminde onlara kendisini arzedip
barındırmalarını, isteğini yerine getirmeleri durumunda cennete gireceklerini
söylüyordu. Fakat hiçbir kabile onun bu çağrısına olumlu cevap vermedi!!
Yüce Allah,
dinini açığa çıkarmak,
va'dini yerine getirmek, peygamberine yardım etmek, kelimesini
yüceltmek ve düşmanlarından
intikam
almak isteyince -kendilerine bir şeref
bahşetmek
istemiyle- ensârı Hz. Peygamber'e gönderdi. Onlardan altı kişilik -sekiz kişi
oldukları da söylenmektedir- bir grubun hac mevsiminde Mina'da Akabe mevkiinde başlarını tıraş ederlerken yanlarına
vardı ve oturdu; onları Allah'a
davet etti ve onlara Kur'an
okudu. Bunun üzerine Allah ve Elçisi'nin davetini kabul edip Medine'ye
döndüler. Toplumlarını İslâm'a davet
ettiler ve İslâm aralarında
yayıldı. Resûlullah'dan
bahsedilmeyen hiçbir ensâr evi kalmadı.
Medine'de içinde
Kur'an okunan ilk mescid Züreykoğulları mescididir.
Ertesi sene
aralarında önceki altı
kişiden beşinin de bulunduğu
on iki erkekten oluşan bir ensâr
topluluğu Mekke'ye gelip Akabe'de Hz.
Peygamber'e kadınlarla da biat etmek üzere biat ettiler; sonra Medine'ye geri
döndüler. Bir sonraki yıl yetmiş
üç erkek ve iki kadın -son
Akabe ehli olarak- Hz. Peygamber'e gelip kadınlarını, çocuklarını ve kendilerini korudukları gibi onu da
koruyacaklarına dair biat ettiler. Bunun üzerine Hz.
Muhammed ve ashabı onların
yanına hicret ettiler. Allah Resûlü onlardan on iki
temsilci (nakîb) seçti. Ashabının Medine'ye hicretine izin verdi. Bunun üzerine birbirini
takiben topluluklar
halinde yola çıktılar.
Ensârın evinde konuk oldular, muhacirleri evlerinde barındırdılar, onlara ikramda bulundular ve böylece İslâm Medine'de yayıldı.
Sonra Allah,
Elçisi'ne hicret izni verdi. Hz. Muhammed Rebîülevvel ayının -bir görüşe göre bu ay Safer idi -
bir pazartesi günü Mekke'den yola çıktı. Resûlullah o
zaman elli üç yaşında idi. Beraberinde Hz. Ebû Bekir ve onun
kölesi Âmir b. Füheyre de vardı. Kılavuzları Abdullah b. Uraykıt el-Leysî idi. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir[76]
Sevr mağarasına girip orada üç gün kaldılar. Sonra sahil
yolunu tutular. Medine'ye ulaşınca -o gün
Rebîülevvel ayının on ikinci gecesi olan Pazartesi idi-, Medine'nin üst
taraflarında
Kuba denilen yerde Amr b. Avfoğulları'nın konuğu oldu.
-Bir görüşe göre Gülsüm b. el-Herem'in, bir diğer görüşe göre ise Sa'd b. Hayseme'nin konuğu olduğu söylense de- birinci görüş daha meşhurdur.
Hz. Peygamber, Amr b. Avfoğulları'nın yanında on dört gün kaldı ve
Kuba Mescidi'ni inşa etti.
Sonra cuma günü
yola koyuldu. Cuma vaktinde Sâlimoğulları'nın bulunduğu yere vardı. Beraberinde bulunan yaklaşık
yüz müslümana
cuma namazı kıldırdı,
sonra devesine binip yola koyuldu. İnsanlar
kendilerinin
yanında konuk olması için onunla konuşmaya
ve devesinin yularını tutmaya başladılar. Bunun üzerine o şöyle
diyordu: "Devenin
yolunu açın! Zira o nerede duracağına dair gerekli emri almıştır."
Deve bugünkü Mescid-i
Nebevî'nin
bulunduğu yerin yakınına çöktü. -Burası
Neccâroğulları'ndan
Sehl ve Süheyl adında iki çocuğun hurma kuruttukları
bir yerdi.-
Allah Resûlü deveden inip Ebû Eyyub el-Ensârî'nin evine konuk oldu. Daha sonra
hurma kurutulan bu yerde arkadaşlarıyla beraber hurma dalları ve
kerpiçten
kendi eliyle mescidini (Mescid-i
Nebevî'yi) inşa etti. Sonra da mescidin yanına
kendisinin
ve hanımlarının odalarını yaptı. Kendisininkine en yakın
olanı Hz. Aişe'nin odası idi. Ebû Eyyub'un
evinde yedi ay kaldıktan sonra kendi evine taşındı.
Habeşistan'daki arkadaşlarına Hz. Muhammed'in Medine'ye hicret ettiği haberi ulaşınca, onlardan
otuz üç kişi geri döndü. İçlerinden
yedisi
Mekke'de alıkonuldu/hapsedildi. Diğerleri Medine'de Allah Resûlü'ne ulaştılar.
İlk çocuğu Kâsım'dır.
Daha sonra sırasıyla
Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma
ve Abdullah dünyaya gelmiştir.
Bunların hepsi Hz. Hatice'den olmuştur. Hz. Peygamber'in ondan başka
bir hanımından çocuğu olmamıştır. Çok sonraları
Medine'de hicretin sekizinci yılında cariyesi Mâriye'den oğlu İbrâhim
doğmuştur; fakat o daha süt çocuğu iken ölmüştür.
Fâtıma dışında
bütün çocukları kendisinden önce vefat etmiştir. Hz. Fâtıma ise, kendisinden altı ay
sonra vefat etmiştir.
Amcalarının isimleri şöyledir: a) Şehidlerin efendisi Hamza b. Abdülmuttalib. b) Abbâs. c) Ebû Tâlib. d) Ebû Leheb. e) Zübeyr. f) Abdülkabe. g) Mukavim. h) Dırâr.
i) Kusem. j) Muğîre.
k) Aydâk. Bazıları bu listeye Avvâm'ı da ilave ederler. Bunlardan yalnızca
Hz. Hamza ve Hz. Abbâs müslüman olmuşlardır.
Halalarının isimleri de şöyledir: a) Safiyye: Zübeyr
b. Avvâm'ın annesidir. b) Atike. c) Berre. d) Ervâ. e) Ümeyye: Hakîm el-Beyzâ'nın annesidir.
Bunlardan sadece Safiyye müslüman oldu,
Atike'nin müslümanlığı tartışmalı olup, bazıları ise
Ervâ'nın müslüman olduğunu doğrulamışlardır.
a) Hz. Hatice: Hanımlarından ilki olan Hz. Hatice Kureyşli Huveylid'in kızıdır.
Hz. Muhammed onunla peygamber olmadan önce, Hatice kırk yaşında iken evlendi. Bu hanımı ölünceye kadar bir başkasıyla evlenmedi. Zira bu hanım, peygamberlik
görevinde Hz. Muhammed'e yardım eden, onunla
birlikte üstün gayret gösteren, canını ve malını onun yoluna
koymuştu. Hicretten üç sene önce vefat etti.
b) Hz. Sevde: Resûlullah, Hz. Hatice'nin vefatından günlerce sonra Kureyşli
Zem'a'nın
bu kızı
ile evlendi. Hz.
Sevde Hz. Peygamber'le geceleme hakkını Hz. Aişe'ye devretmişti.
c) Hz. Aişe: Hz. Ebû Bekir'in
kızıdır. Hicretin
birinci senesinde Hz. Peygamber onunla zifafa girdi. Ondan başka bâkire
ile evlenmedi. Hanımlarının en fakihi/anlayışlısı ve kendisine en sevimlisi idi. Sahâbenin pek çoğunun fetvâ kaynağı
idi. (Ona iftira atıldığında)
suçsuzluğu vahiy ile tespit edildi.
d) Hz. Hafsa: Ömer b. Hattâb'ın kızıdır.
Ebû Dâvûd, Hz. Peygamber'in onu boşadığını fakat daha sonra ona geri döndüğünü zikretmektedir.[77]
e) Hz. Zeyneb: Kays kabilesinin Hilâl b. Amiroğulları'ndan
Huzeyme b. el-Hâris'in kızıdır. Hz.Peygamber'in
bu hanımı, evlendikten iki ay sonra vefat etmiştir.
f) Hz. Ümmü Seleme Hind: Kureyşli Mahzûmoğulları'ndan Ebû
Ümeyye'nin kızıdır. Ümmü Seleme,
Allah Resûlü'nün en son ölen hanımıdır.
g) Hz. Zeyneb bt. Cahş: Esedoğulları'ndandır. Bu hanım, halası Ümeyye'nin kızıdır. Şu âyet onun hakkında
inmiştir: "Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik."[78] Bu âyet nedeniyle
Hz. Peygamber'in diğer hanımlarına karşı övünerek şöyle derdi:
"Sizi
aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat ötesinden Allah evlendirdi!"[79]
Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk zamanlarında
vefat etti.
h) Hz. Cüveyriye: el-Hâris'in kızıdır. Bu hanım Mutsalikoğulları'ndan
esir alınanlar arasında idi. Hz. Peygamber'e gelerek ondan kölelikten azât sözleşmesi (mükâtebe) ile yardım
istedi. Hz. Muhammed onun adına kölelikten
kurtulma parasını ödedi ve onunla evlendi.
i) Hz. Ümmü Habîbe: Kureyş'in Emeviler kolundan Ebû Süfyân'ın kızıdır. Abdullah b. Cahş
ile evli iken, birlikte Habeşistan'a hicret
etmişlerdi.
Abdullah orada hıristiyan oldu, Ümmü Habîbe ise müslüman olarak kaldı. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Necâşî'ye bir heyet göndererek Ümmü Habîbe'ye talip oldu. Necâşî, Hz. Muhammed'le onu nikahladı.
Necâşî, Hz. Peygamber adına Ümmü
Habîbe'ye mehir verdi. Bu
olay hicretin yedinci senesinde meydana geldi.
j) Safiyye: Nadîroğulları'nın reisi
olan Huyey b. Ahtab'ın kızıdır.
Hârûn b. İmrân'ın
soyundan gelmektedir. Bu hanım, Hz.
Peygamber'e Safî'den bir câriye olarak gelmişti.
Allah Resûlü onu azât etmiş ve azâdını mehri saymıştı.
Böylece bu durum ümmet için sünnet/ gelenek oldu. Buna göre, kişi câriyesini azât eder ve azâdını onun mehri kabul ederdi.
k) Hz. Meymûne: Hilâloğulları'ndan
el-Hâris'in kızıdır. Bu
hanım, Hz. Muhammed'in evlendiği en son kadındır. Hz.
Peygamber'in bu hanımla evliliği,
Mekke'de
kaza umresi sırasında
ihramdan
çıktıktan
sonra
gerçekleşmiştir.
a) Zeyd b. Hârise: Allah Resûlü'nün aşığı. Hz. Peygamber onu azât edip câriyesi Ümmü Eymen ile
evlendirdi.
Bu evlilikten Üsâme doğdu. b) Elsem. c) Ebû Râfi'. d) Sevbân. e) Ebû Kebşe Süleym. f) Şükrân: İsmi Sâlih'tir. g) Rebâh 'Nûbî'. h) Yesâr 'Nûbî':
Urenîler tarafından öldürülmüştür. i) Mid'am. j) Kirkire 'Nûbî'.
k) Enceşe el-Hâdî. l) Sefîne b.
Ferrûh: Asıl ismi Mihrân olup Hz. Muhammed
ona Sefine ismi koymuştur. Çünkü yolculukta eşyalarını ona taşıtıyorlardı.
m) Enîse: Künyesi
Ebû Meşrûh idi. n) Eflah. o) Ubeyde. p) Tahmân. r) Huneyn. s) Sender. ş) Fudâle 'Yemânî'.
Kadın
köleleri ise şunlardır: a) Selmâ Ümmü
Râfî'. b) Meymûne bt.
Sa'd. c) Hudayra. d) Radvâ. e) Reyşeha. f) Reyhâne.
a) Enes b. Mâlik: Peygamberin ihtiyaçlarını görürdü. b) Abdullah b.
Mes'ûd: Ayakkabısına
ve misvağına sahip olurdu. c) Ukbe b. Âmir
el-Cühenî: Katırına
sahip olur,
onu yolculuklarda sürerdi. d) Esla' b. Şerîk: Devesine
göz-kulak olurdu. e) Ebû Zerr el-Gıfârî. f) Eymen b. Ubeyd:
Temizlik ve tuvalet işlerine bakardı. g) Müezzin Bilâl b.
Rebâh. h) Sa'd. Son ikisi Hz.
Ebû Bekir'in azâtlı köleleri idi.
a) Ebû Bekir. b) Ömer. c) Osmân. d) Ali. e) Zübeyr. f) Âmir b. Füheyre. g) Amr b. Âs. h) Übeyy b. Ka'b. i) Abdullah b.
Erkam. j) Sâbit b. Kays b.
Şemmâs. k) Hanzala b. Rebî' Esedî. l) Muğîre b. Şu'be. m) Abdullah b.
Revâha. n) Hâlid b. Velîd. o) Hâlid b. Saîd b.
Âs. Bu kişinin Hz. Peygamber'in ilk kâtibi olduğu söylenmektedir. p) Muâviye b. Ebû
Süfyân. r) Zeyd b. Sâbit.
Bu işle en çok ilgilenen ve en uzman olanları idi.
a) Hz. Ebû Bekir'in yanında bulundurduğu
zekat konularını içeren mektubu: Hz. Ebû Bekir, Enes b. Mâlik'i Bahreyn'e
gönderdiğinde bu mektubu yazdı.
b) Yemenlilere gönderdiği mektup: Ebû Bekir b. Amr b. Hazm'ın rivâyet ettiği
mektuptur.
Aynı şekilde bu mektubu
Hâkim Sahih'inde, Nesâî ve diğerleri.
rivâyet etmişlerdir. Bu kapsamlı bir mektup olup fıkhın
çeşitli konularını içermektedir.
c) Züheyroğulları'na gönderdiği mektup.
d) Hz. Ömer'in yanında bulunan mektup: Zekat nisabını ve benzeri
konuları içermektedir.
Hz. Muhammed,
Hudeybiye'den dönünce çeşitli yerlerdeki hükümdarlara
mektuplar ve elçiler gönderdi. Bu cümleden olarak Rûm hükümdarına mektup gönderdi. Kendisine "Onlar mühürsüz
hiçbir mektubu okumazlar!" denilince, bir gümüş mühür/yüzük
edinip üzerine "Muhammed" bir satır, "Resûl" bir satır ve "Allah" bir satır olmak üzere üç satır
yazdırdı.
Hükümdarlara gönderdiği mektupları bununla mühürledi. Hicretin yedinci yılının Muharrem ayında bir günde
tam altı kişiyi elçi olarak gönderdi.
a) Amr b. Ümeyye Damrî: Bu elçiyi Necâşî'ye gönderdi. -Necâşî'nin
asıl ismi
Eshame olup Arapça'da atıyye* anlamındadır.-
Necâşî, Hz. Peygamber'in mektubuna saygı gösterip sonra müslüman oldu. Böylece hakkın şahâdetine şâhitlikte
bulundu. İncil'i en iyi bilenlerdendi. O Habeşistan'da öldüğü gün Allah
Resûlü Medine'de cenaze namazını kıldırdı. Vâkıdî ve
benzerlerinin de içinde bulunduğu
bir grup tarihçi
böyle demekteyse de durum bunların
dediği gibi değildir. Zira
Resûlullah'ın cenaze namazını kıldırdığı Necâşî Eshame, Peygamberin kendisine mektup gönderdiği kişi değildir. Müslüman
olarak ölen birincisinin aksine, bu ikincisinin müslüman olduğu bilinmemektedir.
Nitekim Müslim Sahîh'inde Katâde yoluyla Enes'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rasûlullah, Kisrâ'ya, Kayser'e ve Necâşî'ye birer mektup yazdırıp gönderdi. Bu Necâşî, Allah Elçisi'nin
cenaze namazını kıldırdığı Necâşî değildir."[80]
Muhammed b. Hazm: "Resûlullah'ın Amr b. Ümeyye Damrî'yi elçi olarak gönderdiği bu Necâşî müslüman olmadı." demektedir. Birincisi İbn Sa'd vb. tarihçilerin tercihidir. Açık olan ise İbn Hazm'ın görüşüdür.
b) Dıhye b. Halîfe Kelbî: Rûm hükümdarı Kayser'e gönderdi. Hükümdarın
ismi Hirakl (Heraklius) idi. Müslüman olmayı düşündü, neredeyse
olacaktı fakat olmadı. Ebû Hâtim
ve İbn Hibbân Sahîh'inde Enes b.
Mâlik'ten şu rivâyeti nakletmektedirler:
"Resûlullah: 'Şu mektubumu kim
Kayser'e götürüp karşılığında cenneti kazanmak ister?' diye sordu.
Topluluktan biri: "Mektubu ya kabul etmezse?" dedi. Hz. Peygamber: "Kabul etmese de (cennet var)"
buyurdu. Kayser Beyt-i Makdis'e gelirken elçi ona rastladı. Mektubu halının üzerine attı ve yana
çekildi. Kayser:
-Bu mektubun sahibi kimse güvendedir! diye nida etti. Elçi:
-Benim, dedi.
Kayser:
-(Memleketime)
geldiğinde bana gel, dedi. Elçi
memleketine gelince yanına gitti. Derken Kayser
sarayının
kapılarının kapatılmasını emretti.
Sonra tellala "Haberiniz olsun! Kayser, Muhammed'e uydu, Hıristiyanlığı terk etti!" şeklinde
nida etmesini emretti.
Bunu duyan ordusu silahlarını kuşanıp geldiler. Bunun üzerine Resûlullah'ın elçisine şöyle dedi:
"Görüyorsun, memleketimden korkuyorum/tahtım
elden gidecek!". Sonra tellalına
"Dikkat! Kayser, bu davranışınızdan hoşnut oldu." Kayser, Hz. Peygamber'e "Ben
müslümanım" diye mektup yazdı ve ona dinarlar gönderdi. Hz. Muhammed "Allah'ın düşmanı yalan söylemiştir.
Müslüman
olmayıp Hıristiyanlık üzere devam etmektedir." buyurdu ve kendisine
gönderilen dinarları dağıttı.
c) Abdullah b. Huzâfe Sehmî: Bu elçiyi
Kisrâ'ya gönderdi. Kisrâ'nın ismi, İbrevîz b. Hürmüz b. Enûşirvân'dır.
Bu hükümdar Allah Elçisi'nin mektubunu parçaladı!
Bunun üzerine Resûlullah: "Allahım! Onun saltanatını parçala!" diye bedduada
bulundu. Allah hem onun hem de toplumunun saltanatını parçaladı.[81]
d) Hâtib b. Ebî Beltea': Bu elçiyi
Mukavkıs'a gönderdi. Mukavkıs'ın ismi, Cüreyc b. Minâ olup İskenderiye
kıralı ve Kıptîlerin lideri idi. Mukavkıs,
iyi şeyler söyleyip yakınlık gösterdi. Fakat müslüman olmadı. Hz.
Peygamber'e Mâriye ile onun kız kardeşleri Sîrîn ve Kayserâ'yı
hediye olarak gönderdi. Allah Elçisi Mâriye'yi odalık edinip
Sîrin'i Hassân b. Sâbit'e hediye etti. Mukavkıs
ayrıca, bir başka câriye, bin miskâl
altın, Mısır kubâtî kumaşından yirmi
parça elbise, Düldül isimli bir boz
katır , Ufeyr isimli bir boz
eşek , Mâbûr adında bir hadım köle -bu
kölenin Mâriye'nin amcasının oğlu olduğu söylenmektedir-, Lizâz isimli bir at ,
bir cam kadeh ve bir miktar bal hediye olarak göndermiştir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber: "Pis adam,
saltanatına kıyamadı, saltanatı sürekli
olmayacaktır." buyurdu.
e) Şucâ' b. Vehb Esedî: Belkâ kralı Hâris b. Ebû Şemir
el-Gassânî'ye gönderdi.
f) Selît b. Amr: Yemâme'deki Hevze b. Ali
el-Hanefî'ye gönderdi. Hevze elçiye ikramda bulundu. Bir başka görüşe göre, Hz. Peygamber, Selît b. Amr'ı İbn Hevze ve Sümâme b. Ünâl el-Hanefî'ye gönderdi. Hevze müslüman
olmadı, Sümâme ise daha sonra
müslüman oldu. İşte Allah Resûlü'nün aynı günde
gönderdiği söylenen altı elçi
bunlardır.
g) Amr b. Âs: Hicretin sekizinci yılının Zilkade
ayında Umman'daki Ezdoğulları'ndan
el-Cülendî'nin oğulları
Ceyfer ile
Abdullah'a gönderdi. Bu ikisi müslüman olup Hz. Peygamber'in peygamberliğini tasdik
ettiler ve Amr'a hem zekat/sadaka toplama hem de aralarında hükmetme yetkisi tanıdılar.
Amr, Allah Elçisi'nin vefat haberi kendisine ulaşıncaya kadar onların
yanında kaldı.
h) Alâ b. Hadramî: Resûlullah, Ci'râne'den ayrılmadan önce -bir görüşe göre
Mekke'nin
fethinden önce- Bahreyn kralı el-Münzir b. Sâvâ
el-Abdî'ye gönderdi. Bu kral müslüman olup, Hz. Peygamber'in peygamberliğini tasdik
etti.
i) Muhâcir b. Ebû Ümeyye Mahzûmî: Yemen'deki
el-Hars b. Abdikülâl el-Hımyerî'ye
gönderdi. Hars: "Durumumu iyiden iyiye düşünüp taşınacağım." dedi.
j) Ebû Mûsâ Eşarî ve Muâz b.
Cebel: Tebuk seferinden
dönerken -bir görüşe göre hicretin onuncu senesinin Rebîülevvel
ayında-
bu iki sahâbîyi İslâm'a davet etmek üzere Yemen'e gönderdi.
Yemen halkının geneli savaşsız, gönüllü olarak müslüman oldu.
k) Ali b. Ebû Tâlib: Yemenlilere
gönderdi. Hz. Ali veda haccı esnasında Mekke'de müslümanlara katıldı.
l) Cerîr b. Abdullah Becelî: Zü'l-Kelâ' el-Hımyerî ile Zû Amr'a onları İslâm'a davet etmek için gönderdi. Bu kişiler müslüman
oldu. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Cerîr,
onların yanında idi.
m) Amr b. Ümeyye Damrî: Bir mektupla
Müseylemetü'l-Kezzâb'a gönderdi. Ayrıca
ona Zübeyr'in kardeşi es-Sâib b. el-Avvâm ile bir başka mektup daha gönderdi,
fakat müslüman olmadı.
n) İslâm'a
davet etmek için Ferve b. Amr el-Cüzâmî'ye bir elçi gönderdi. Bu kişiye Hz. Peygamber'in elçi göndermediği de söylenmektedir. Ferve, Kayser'in Maan valisi idi; müslüman
oldu ve Hz. Peygamber'e İslâm'ı
kabul ettiğine dair bir mektup gönderdi. Ferve, Mes'ûd b. Sa'd ile Hz.
Peygamber'e Fıdda adında bir boz katır, Darb adında
bir at ve Yagfûr adında bir de eşeği
hediye olarak gönderdi. Ayrıca değişik kumaşlar ve altın işlemeli ipek bir kaftan gönderdi. Allah Resûlü hediyelerini kabul etti ve
Mes'ûd b. Sa'd'a on iki ukiyye ve güzel koku bağış yaptı.
o) Ayyâş b. Ebû Rebîa Mahzûmî: Bir mektupla Himyer'den
el-Hars, Mesrûh ve Nuaym b. Abdikülâl'a gönderdi.
Hz. Peygamber'in
müezzinleri dört tane olup ikisi Medine'de idi: a) Bilâl b. Rabâh: Allah Elçisi'nin ilk
müezzinidir. b) Kureyşli Âmiroğulları'ndan
Amr b. Ümmü Mektûm. c) Kuba'da Sa'd
Karaz: Ammâr b. Yâsir'in azâtlısı idi. d) Mekke'de Ebû Mahzûre: İsmi Evs b. Muğîre Cumhî'dir.
Ebû Mahzûre,
ezanda terci'* yapar ve kâmeti
iki kere tekrarlardı. Bilâl ise, terci' yapmaz,
kâmeti bir kez söylerdi.
a) Bâzân b. Sâsân: Hz. Peygamber,
Kisrâ'dan sonra onu bütün Yemen halkının başına
geçirdi. İslâm'da Yemen'e tayin edilen ilk vali
olup, aynı zamanda Arap olmayan krallardan ilk müslüman olandır.
Allah Elçisi, Bâzân'ın ölümünden sonra San'a ve civarına oğlu Şehr b. Bâzân'ı atadı. Daha sonra Şehr öldürülünce
Hz. Muhammed,
Hâlid b. Saîd b. el-Âs'ı San'a'ya vali olarak atadı.
b) Muhâcir b. Ebû Ümeyye Mahzûmî: Kinde ve Sadif'e
vali tayin etti. Resûlullah vefat ettiğinde
daha görev yerine gitmemişti. Bunun üzerine Ebû Bekir onu dinden dönen (mürted) bir takım insanlarla savaşması
için (bir müfrezenin başında) gönderdi.
c) Ziyâd b. Ümeyye Ensârî: Hadramevt'e tayin
etti.
d) Ebû Musâ Eş'arî: Zübeyd, Aden ve
Sâhil'e tayin etti.
e) Muaz b. Cebel: Cened'e tayin etti.
f) Ebû Süfyân Sahr b. Harb: Necrân'a tayin
etti.
g) Ebû Süfyân'ın Oğlu Yezîd: Teymâ'ya atadı.
h) Attâb b. Esîd: Mekke'ye tayin
etti ve hicretin sekizinci senesi müslümanlara hac ibadeti yaptırma görevini ona verdi. O zaman yirmi yaşından küçüktü.
i) Ali b. Ebû Tâlib: Humusları (beşte birlik vergileri) toplama ve kadılık görevini
icra etmek üzere Yemen'e gönderdi.
j) Amr b. Âs: Ummân ve çevresine vali olarak atadı. Zekat toplama işine
pek çok grup görevlendirdi. Zira her kabilenin zekatlarını toplayan
bir görevli vardı.
k) Ebû Bekir: Hicretin
dokuzuncu senesi hac ibadetini yaptırmakla görevlendirdi
ve onun ardından Hz. Ali'yi Berâe (Tövbe) sûresini okumak üzere gönderdi.
a) Sa'd b. Muâz: Bedir savaşında gölgelikte uyurken Hz. Peygamber'in muhafızlığını yapmıştır.
b) Muhammed b. Mesleme: Uhud savaşında muhafızı idi.
c) Zübeyr b. Avvâm: Hendek savaşında muhafızlığını yapmıştır.
d) Abbâd b. Bişr: Muhafızlık işlerine bakan bu kişiydi.
Bunların dışında daha pek çok kişi
Hz. Muhammed'in korumacılığını yapmışlardır. "Allah seni
insanlardan korur"[82] âyeti inince
insanların karşısına çıktı, âyeti onlara okudu ve korumaları gönderdi.
Hz. Peygamber'in
İslâm'ı
müdafaa eden şâirleri şunlardır: a) Ka'b. Mâlik. b) Abdullah b.
Revâha. c) Hassân b. Sâbit.
Kafirlere karşı en sert olanı Hassân idi. Ka'b b. Mâlik ise, onları inkar
ve şirkleriyle ayıplardı.
Hz. Peygamber'in hatîbi ise, Sâbit b. Kays b. Şemmâs
idi.
a) Abdullah b. Revâha. b) Enceşe. c)
Âmir
b. Ekva'. d) Amcası Seleme b. Ekva'. Sahîh-i Müslim'de, Allah
Elçisi'nin güzel sesli, şarkı
söyleyen bir deve sürücüsünün olduğu
rivâyet edilmektedir. Hz. Peygamber ona: "Yavaş ol Enceşe! Cam kaseleri kırmayasın." buyurdu. Hz.
Peygamber el-kavârîr kelimesiyle
"kadınların
zayıflığı"nı kastetmektedir.[83]
Hz. Muhammed'in
dokuz kılıcı vardı. Bunlardan biri Zülfikâr isimli kılıçtı. Onu yanından hemen hiç ayırmazdı. Kabzası, kabzasının pervazesi, halkası,
tepe kısmı, süs
için olan halkaları ve kınının dilciği hep gümüştendi. Yedi zırhı, altı yayı, Fütak ve Zelûk isimli iki kalkanı, beş mızrağı, Neb'a isimli bir
hançeri, Beyzâ isimli daha büyük bir
başka mızrağı vardı. Bastona
benzeyen bayramlarda önüne alarak yürüdüğü, önüne koyduğu küçük bir mızrağı daha vardı. Bu mızrağını namaz
kıldığı
tarafa diktiği sütre
edinmişti. Yine bu mızrakla zaman
zaman yürürdü.[84]
Muvaşşah ve Mesbûğ adlarında iki demir miğferi
vardı. Savaş esnasında giydiği üç cübbesi vardı.
Savaşta yeşil ince ipekten bir cübbe giydiği
de söylenmektedir.
Siyah bir bayrağı vardı.
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde rivâyet
edildiğine göre sahâbeden biri şöyle demiştir: "Resûlullah'ın bayrağını sarı olarak gördüm."[85]
Allah Resûlü'nün
beyaz sancakları vardı.
Bazen bunlara siyah desenler
verirdi. "Kin" adında büyük bir kıl çadırı vardı. Kendisiyle
yürüdüğü, onunla (devsine) bindiği ve üzerinde iken devesinin önüne astığı ucu çengelli bir bastonu vardı.
Gümüş zincir takılmış bir kadeh ile cam bir kadehi vardı. Bir yağ şişesi, ayna, tarak, makas ve misvakını koyduğu orta büyüklükte bir sandığı, ayakları Hind ardıcından
olan bir divanı ve dolgu maddesi lif olan deri bir yatağı vardı.
Dört kişinin aralarında taşıdığı dört halkası bulunan Gurâ adında büyük tas/kazan/bir yemek
tepsisi, kilimi/halısı,
gece içine küçük abdest bozduğu hurma ağacından yapılmış bir
kabı vardı.
Allah Elçisi'nin
yüz koyunu vardı. Bu sayıdan
daha fazla olmasını istemezdi. Çobanı
her ne zaman bir kuzu doğduğunu haber etse, yerine bir koyun keserdi. Bedir savaşında Ebû Cehil'in, burnunda gümüş
bir halka bulunan ve attan hızlı giden bir devesini ganimet olarak ele geçirdi. Müşrikleri
öfkelerinden çatlatmak için bu deveyi Hudeybiye günü birine hediye olarak
verdi.
Altına takke
giydiği sarığı
vardı. Ancak kimi zaman takkeyi sarıksız, kimi zaman da sarığı takkesiz giyerdi.
Sarık sardığı
zaman sarığını omuzlarının arasına sarkıtırdı.
Nitekim Müslim Sahîh'inde Amr b.
Hureys'in şöyle dediğini
rivâyet etmektedir:
"Resûlullah'ı minberde, başında iki ucunu omuzları arasına sarkıttığı siyah bir sarığı ile gördüm."[86] Yine Müslim'de
Câbir b. Abdullah'tan rivâyet edildiğine
göre, Allah
Elçisi, (Fetih günü) Mekke'ye başında
siyah bir sarıkla girdi.[87] Câbir'in rivâyet
ettiği bu hadiste sarığın ucu zikredilmemiştir.
Bu da, Hz. Peygamber'in
sarığının
ucunu daima omuzları arasına sarkıtmadığını göstermektedir.[88]
Hz. Peygamber'in Mekke'ye üzerinde savaş
takımı ve başında miğferi ile girdiği,
buna göre her yerde uygun olanı giydiği söylenebilir.
Hz. Muhammed en
sevdiği giysi olan gömlek giymiştir. Gömleğin kolu bileğine kadardı. Cübbe, -kaftana benzer (ense tarafından yırtmaçlı bir elbise) olan gerrûc ve ferâce giymiştir. Ayrıca kaftan da
giymiştir. Yolculukta yenleri dar bir cübbe giymiştir. İzâr (belden
aşağı
giyilen peştemale benzer giysi) ve ridâ (bedeni örten üsten giyilen şala benzer giysi) giymiştir.
Allah Resûlü, kırmızı hülle
giymiştir. Hülle, izâr ve ridâdan
oluşan takıma
denir. Bu
iki giyeceğe birlikte hülle denir. Hz. Peygamber'in
hüllesinin, başka renk katışmamış sade kırmızı olduğunu sananlar
yanılmışlardır.
Kırmızı hülle,
diğer Yemen bürdelerinde olduğu gibi siyahla karışık,
kırmızı desenlerle dokunmuş
iki Yemen bürdesinden oluşmaktaydı. Kırmızı çizgiler bulunduğundan dolayı bu adla tanınmaktadır. Yoksa sade kırmızı şiddetle yasaklanmıştır. Sahîh-i Buhârî'de rivâyet
edildiğine göre Hz. Peygamber, kırmızı eğerin
kullanılmasını yasakladı.[89] Ebû Dâvûd'un Sünen'inde Abdullah b. Ömer'den rivâyet
edildiğine göre, Hz. Peygamber
Abdullah'ın üzerinde usfurla boyalı bir rayta (düz desenli dikişsiz
pelerine
benzer giysi) gördü. "Üzerindeki bu
rayta nedir?!" diye sordu. Beğenmediğini anladım. Ailemin yanına geldiğimde tandır yakıyorlardı, raytayı tandıra attım.
Ertesi gün Hz. Peygamber'in yanına
geldiğimde:
"Abdullah, raytayı ne yaptın?" dedi. Yaktığımı söyledim. Bunun üzerine: "Hanımlarından birine giydirseydin ya! Zira onu kadınların giymesinde
bir sakınca yoktur." buyurdu.[90]
Siyah elbise
giydi. İmam Ahmed ve Ebû Dâvûd'un rivâyet ettikleri
gibi, ayrıca kenarlarına
ince ipek çekilmiş kürk de giymiştir. Mest ve ayakkabı giyinmiş; yüzük takmıştır.[91] Sahîh-i Müslim'de rivâyet edildiğine
göre Hz. Ebû Bekir'in kızı
Esmâ: "İşte bu, Allah Resûlü'nün cübbesidir." dedi ve arkasından
ipek cepli ön ve arkasının aşağı kısmındaki yırtmaçları ipek olan İran hükümdarlarına has kalın şal cübbe çıkarttı.
Ardından şöyle dedi: "Bu cübbe, vefatına kadar Hz. Aişe'nin
yanında idi. O vefat edince ben aldım.
Hz. Peygamber bunu giyerdi."[92]
Gömleği pamuktan
olup kısa[93] boylu, kısa yenli idi. Heybe gibi sarkan yenli gömlekleri ne Hz.
Muhammed ne de ashabından herhangi biri giydi! Zira bunlar,
Resûlullah'ın sünnetine
aykırıdır.
Bu gibi elbiselerin giyiminin caizliği
tartışmalıdır. Çünkü bunlar kibir cinsindendir. En çok beğendiği renk beyaz idi. O bu konuda şöyle
buyurmaktadır: "Elbiselerinizin
en hayırlısı beyaz olanıdır. Öyleyse
beyaz giyinin ve ölülerinizi onunla kefenleyin."[94]
Enes, üzerlerinde
şal (tayâlise) bulunan bir grup insan
gördü ve "Hayber yahudilerine ne kadar da benziyorlar!!" dedi.
Buradan
hareketle, selef ve haleften bir kısım âlim, şal giyilmesini
mekruh saymıştır. Zira
Ebû Dâvûd'un ve Hâkim'in Müstedrek'te
İbn Ömer'den rivâyet ettikleri bir
hadiste Hz. Peygamber: "Kim bir
topluluğa/kavme benzerse, o da
onlardandır.",[95] Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadiste
de: "Bizden başka bir kavme
benzeyen bizden değildir." [96]
buyurmuştur.[97]
Hz. Peygamber'in giyecekler
konusundaki tutumu, kolayına geleni
giyinme tarzındaydı. Bu yüzden bazen yünlü, bazen pamuklu, bazen de
ketenli giyerdi.
Yeni bir elbise
giyindiğinde adını belirterek şu duayı okurdu: "Allah'ım! Bu gömleği, yahut ridayı yahut ta sarığı Sen bana giydirdin.
Hem onun hayırlı olmasını ve hem de yapıldığı amaçta hayırla kullanılmasını Senden
dilerim. Yine hem onun şerrinden ve hem
de kötü maksatla kullanılmasının şerrinden Sana sığınırım."[98] Gömleğini giymeye sağından
başlardı.
Nesâî'nin Sünen'indeki bir rivâyete
göre, Hz. Aişe Hz. Peygamber'e yünden bir
hırka ördü. Peygamber onu giydi. Terleyip
yünün kokusunu
hissedince onu çıkardı.[99] Güzel kokuyu
severdi.
Ebû Dâvûd'un Sünen'indeki bir rivâyete göre İbn
Abbas:
"Allah Resûlü'nün üzerinde olabilecek
en güzel bir hülle (takım elbise) gördüm." demiştir.[100]
Zahidlik ve kendini daha çok ibadete adama amacıyla
Allah'ın mübah kıldığı giyeceklerden,
yiyeceklerden ve kadınlardan/evlilikten uzak duranlar olduğu gibi, tam aksine, en güzel elbiseleri giyen, en leziz yemekleri yiyenler
vardır. Bunlar, katı giyinme ve yemeyi kibir ve böbürlenme olarak
görmemektedirler.
Her iki grubun tutum ve davranışı da Hz. Peygamber'in tutum ve davranışına aykırıdır. Bu
nedenle seleften bazıları:
"Eskiler,
birinci sınıf
(lüks) elbise ile âdî (indirimli) elbisenin iki meşhur türünü hoş görmezlerdi" demişlerdir. Sünen'de İbn Ömer'den gelen bir rivâyete göre Hz. Peygamber: "Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona kıyamet günü zillet elbisesi
giydirir, sonra da onun içinde ateşe atılır."[101] buyurmuştur.
Buhârî ve Müslim'de rivayet edilen bir hadiste Hz. Muhammed şöyle buyurmaktadır: "Bir kimse çalım satarak
eteklerini yerde sürürse, Allah kıyamet günü o kişinin yüzüne bakmayacaktır."[102]
Aynı şekilde âdî elbise giymek de bir yerde kınanmış, bir yerde övülmüştür:
Şöhret ve çalım satmak için
olursa yerilmiş, tevazu ve alçak gönüllülükten giyinilmişse övülmüştür.
Nitekim pahalı elbiseler giyinmek şayet kibir, böbürlenme ve çalım
satmak içinse yerilmiş, güzelleşmek ve Allah'ın nimetini göstermek içinse övülmüştür.
Müslim'in Sahîh'inde geçen bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Kalbinde hardal tanesi ağırlığında kibir bulunan
kimse cennete giremez. Kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman bulunan kimse de cehenneme girmez." Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Elçisi! Doğrusu ben, elbisemin ve
ayakkabımın
güzel olmasını severim. Bu da kibir midir?" diye sordu. Hz. Peygamber
cevaben: "Hayır! Allah
güzeldir ve güzelliği sever. Kibir
ise, hakkı kabullenmemek
ve insanları
küçümsemektir."
[103]
buyurdu.
V
Mevcut olanı reddetmez, bulunmayanı
araştırmazdı/zorlamazdı:
Önüne konan güzel yiyecekleri yerdi. Ancak beğenmediği bir şey olursa kendisi yemez, başkasına da haram kılmazdı. Hiçbir zaman bir
yemeğe kusur bulmamıştır. İştahı olursa yer, olmazsa yemezdi. Nitekim alışık
olmadığı için keler yememiş, fakat ümmeti için de haram kılmamıştı.
Hatta sofrasında gözü önünde keler yediler.
Onun tutumu hazır bulduğunu yemekti. Şayet yemek
bulamazsa sabrederdi. Hatta
açlıktan karnına
taş bağladığı olurdu. Aylar geçerdi de evinde ateş yandığı olmazdı.
Yolculukta çoğunlukla yemeğini yere serdiği
sofrasının üzerine kordu.
Suyu oturarak
içmesi onun tavrıydı.
Suyu ayakta içtiği de olmuştur: Nitekim bir defasında zemzem kuyusuna geldi, birileri oradan su çekiyorlardı, su istedi, su kovasını ona verdiler, o da ayakta suyu içti.[104]
Hz. Peygamber'in:
"Biriniz su içtiğinde, yudumlayarak içsin." şeklinde buyurduğu rivâyet
edilmektedir.
Müslim'in Sahîh'inde Hz. Peygamber'in suyu üç
yudumda/nefeste içtiği ve şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Susuzluğu gideren, sıhhat ve afiyet veren Allah'tır."[105] İçme esnasındaki teneffüsünün anlamı, bardağı ağzından uzaklaştırıp nefesini bardağın dışına vermesi,
sonra tekrar içmeye devam etmesidir. Nitekim şu
hadiste bu durum açıkça ifade edilmektedir: "Biriniz
su içtiğinde nefesini bardağın içine
vermesin, fakat bardağı ağzından çeksin."[106]
Tirmizî de ise şu rivâyet vardır: "Devenin içtiği gibi, suyu bir solukta içmeyin! Fakat
iki veya üç yudumda için. İçmeye başladığınızda besmele
çekin, bitirdiğinizde ise Allah'a hamd edin."[107]
Resûl-i Ekrem dayanarak yemek yemezdi. Yemeğin başında besmele çeker, sonunda da Allah'a hamd ederdi. Su içtiğinde, sol tarafındaki kendisinden daha yaşlı/büyük
biri bulunsa bile, bardağı sağındakine verirdi.
Sahih bir senetle
Enes'ten rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber: "Dünyanızdan bana kadınlar ve güzel koku sevdirildi. Gözümün aydınlığı da namaza bağlandı."
[108] buyurmuştur.
Hz. Peygamber bir
gecede hanımlarını dolaşırdı. Geceleme, yanlarında kalma ve nafaka
konularını eşleri arasında taksim ederdi/eşitliğe uyardı.
Sevgi konusunda ise: "Allah'ım! Gücümün
yettiği konulardaki taksimim bu. Gücümün
yetmediği hususlarda ise beni kınama!"[109] diye duada
bulunmuştur. Hz. Peygamber, boşamış, ric'at yapmış (boşadığı eşine geri dönmüş) ve bir ay süreli îlâ
yapmıştır.
Fakat eşlerine asla
zıhâr yapmamıştır.[110]
Hz. Muhammed, eşlerine karşı iyi davranır ve onlarla iyi geçinirdi. Ensârın kızlarını gruplar halinde beraber oynamaları için Hz. Aişe'ye
gönderirdi. Hz.
Aişe, sakıncası olmayan bir şey istediği zaman, o konuda Hz. Aişe'ye
tâbi olurdu. Hz. Aişe, bir bardaktan su içtiği
zaman kendisi o bardağı eline alır, ağzını eşinin ağzının değdiği yere kor, sonra su içerdi. Hz. Aişe'nin kucağına yaslanır, bazen
hayızlı
olup, başı onun kucağında iken Kur'an
okurdu.
O hayızlı
iken ona peştamal tutmasını söyler sonra onunla münasebet kurardı. Oruçlu olduğu halde onu
öperdi. Hz.
Aişe, Peygamber'in omuzlarına dayanmış bakar bir
vaziyette iken ona mescidinde
oynayan Habeşlileri seyrettirmiştir. Hz. Peygamber, yolculuk esnasında Hz. Aişe ile iki kez
koşu yarışı yaptı. Bir keresinde de evden çıkarlarken itiştiler.
Yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kura çeker, kimin şansına çıkarsa onu beraberinde götürür ve şöyle
buyururdu: "Sizin en hayırlınız, hanımına karşı en iyi davranandır. İzinizde ailesine karşı en iyi
davranan benim."[111] Ara sıra hanımlarından birine diğerlerinin
yanında
elini uzattığı olurdu. İkindi
namazını kılınca, hanımlarını dolaşır, onlara
yaklaşıp hal ve hatırlarını sorardı.
Gece olunca geceleme sırası
kendine gelen hanımının odasına gider,
bütün geceyi ona tahsis ederdi. Bu hususta Hz. Aişe şöyle demektedir: "Resûlulah, hanımları arasında yaptığı paylaştırmada/gecelemede onların
yanında kalma hususunda bizi birbirimizden üstün tutmazdı."[112]
Hz. Peygamber dokuzuncu hanımı hariç, sekiz hanımı arasında geceleme taksimi yapardı.
Dokuzuncu hanımı Hz. Sevde idi. Sevde yaşlanınca, geceleme sırasını Hz. Aişe'ye bağışladı.
Hz. Peygamber, Hz. Aişe'ye hem kendisinin gününü hem de Hz.
Sevde'nin gününü tahsis ederdi.
Resûlullah, gerek
gecenin sonunda gerekse başında hanımına yaklaşırdı. Gecenin başında cinsel ilişkiye girdiğinde kimi zaman
gusledip uyur, kimi zaman da abdest alıp
uyurdu. Hanımlarını bir gusülle dolaştığı gibi, bazen de her birinin yanında
guslederdi.
Geceleyin
yolculuktan dönüp şehre girdiği
zaman kendisi ailesinin yanına girmez, başkalarını da ailelerinin yanına
girmekten yasaklardı.
Bazen yatakta,
bazen hasır üzerinde, bazen divanda, bazen de
yerde yatardı.[113] Yatağının dolgu maddesi lif idi.
Uyumak için
yatağına yattığında:
"Senin adınla Allah'ım, dirilirim ve
ölürüm!" diye
dua ederdi.[114]
Sağ tarafına
yatar, sağ elini sağ yanağının altına kor
sonra: "Allah'ım! Kullarının diriltileceği günde beni azabından koru!" diye dua ederdi.[115]
Uykusundan uyandığı zaman ise: "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun! Yeniden
diriliş
sadece O'nun huzurunda olacaktır."[116] der sonra dişlerini misvakla temizlerdi. Gecenin evvelinde uyur, sonunda
da kalkardı. Müslümanların işleriyle uğraştığı zamanlarda gecenin evvelini uykusuz geçirirdi.[117] Gözleri uyur
fakat kalbi uyumazdı. Uyuduğunda
kendisi uyanıncaya kadar başkaları onu uyandırmazdı.
Hz. Muhammed,
atlara, develere, katırlara ve eşeklere binmiştir.
Kimi zaman eğerli, kimi zaman da çıplak ata binmiştir.
Bazı zamanlar atı koşturduğu da olurdu. Çoğunlukla hayvana yalnız binerdi. Bazen de terkisine bir kişi, önüne bir kişi
bindirirdi!
Böylece devenin üzerinde üç kişi olurlardı.
Kimi erkekleri terkisine bindirdiği
gibi, kimi eşlerini de terkisine bindirmiştir.
Çoğunlukla bineği at ve deve idi. Katır
ise zaten
Arap memleketinde yaygın değildi.
O'na dişi bir
katır hediye edilince: "Atları eşeklere aştıralım mı? diye sormaları
üzerine: "Bunu ancak bilgisizler
yapar."[118] cevabını verdi.[119]
Hz. Peygamber,
hem satmış, hem satın
almıştır, hem kiraya
vermiş ve hem de kiralamıştır.
O'ndan bize intikal eden yalnızca peygamber
olmadan önce ücretle koyun sürüsü gütmesi ve bir yolculuğu esnasında Hz. Hatice'nin malını Şam'a götürmesi olaylarıdır.
Allah Elçisi,
ortaklık yapmıştı, ortağı yanına gelince
ona: "Beni tanıyor
musun?"
diye sormuş, o da: "Sen ortağım değil miydin? Hem de ne
güzel ortaktın, aldatmaz ve münakaşa etmezdin." demişti.[120]
Metinde geçen "aldatmazdın"
kelimesi 'hemzeli'
olarak, hakkı savunma anlamındaki müdârae kökündendir. 'Hemzesiz' olarak ise, en güzel şekilde savuşturma anlamındaki
müdârâ kökündendir.
Hz. Peygamber,
vekil tayin etmiş, vekil olmuştur. Hediye vermiş, hediye kabul etmiş ve
hediye
ile mükafâtlandırmıştır.
Bağış yapmış,
bağış kabul etmiştir. Seleme b Ekva'nın payına ganimetten bir câriye düşmüştü; Peygamber ona: "Onu bana bağışla" deyince o da bağışlamıştır.
Hz. Peygamber, o câriyeyi müslüman esirleri kurtarmak için Mekke müşriklerine fidye olarak vermiştir. Gerek rehin
karşılığı,
gerek rehinsiz borç almıştır.
Hem ödünç almış, hem de gerek peşin, gerekse veresiye alış-veriş yapmıştır. Rabbinden bir takım
amellere karşı özel bir garanti (kefâlet) almış
ve amelleri işleyenin cennete gitmesine kefil olacağını bildirmiştir.
Genel olarak da, vefat edip de geride borcunu karşılayacak mal bırakmayan müslümanların borçlarını ödemiştir.
Bu hükmün, Hz. Peygamber'den sonra gelen
devlet başkanları için de geçerli olup, devlet başkanının da yeterli
mal bırakmayan müslümanların borçlarını devlet
hazinesinden ödeyeceğine ilişkin
genel bir hüküm olduğu
söylenmiştir. Bu hususu şöyle
ifade etmektedirler: Hiçbir mirasçı bırakmadan ölen kişinin
malı nasıl devlet hazinesine kalıyorsa
(devlet başkanı ona mirasçı oluyorsa), borcunu karşılayacak kadar yeterli mal bırakmadan
ölen kişinin borcunu da devlet başkanı öder. Yine aynı şekilde,
hayatta iken kendisinin geçimini (nafakasını)
sağlayacak kimsesi bulunmayan kişinin geçimini devlet yöneticisi temin eder.
Resûlullah, sahibi olduğu bir araziyi vakfedip Allah yoluna sadaka olarak bağışladı.[121] Hem arabuluculuk
yaptı hem de araya aracılar sokularak kendisine müracaat edildi. Berîre isimli kadın, ayrıldığı kocası Mugîs'e geri dönmesi için Hz. Peygamber tarafından yapılan arabuluculuk girişimini kabul etmedi. Buna rağmen,
Allah Elçisi o kadına ne kızdı ne de azarladı. Hz. Muhammed,
bazen yemin ederken (inşallah diyerek) istisna yapar, bazen
herhangi bir nedenle geri dönmek istediğinde
yeminine
kefâret öder, bazen de yeminini devam ettirirdi.[122]
Allah Elçisi, şakalaşır ve şakasında yalnızca hakikati
söylerdi. Tevriyeli konuşur, fakat tevriyesinde hakikatten başkasını söylemezdi. Sözgelimi, gitmek istediği bir yöne doğru yola çıktığında o yönle ilişkisi
olmayan "Yolu nasıldır?", "Suları
nasıldır?" ve "Güzergahı
nasıldır?" gibi sorular sorardı.
Hem istişâre eder, hem de kendisiyle istişâre edilirdi. Hastaları
ziyaret
eder, cenazeye katılır,
davete icâbet eder, dul kadınların, kimsesizlerin ve düşkünlerin
ihtiyacını giderirdi. Şiir dinler ve
mükafatını verirdi. O, hakikat olan şiire
ödül
verirdi. Kendisi koşu yarışı
yaptı ve güreşti. Ayakkabısını kendi eliyle onardı,
elbisesini dikti
ve kovasını tamir etti,
koyununun sütünü sağdı,
giysisini temizledi,
ailesinin ve kendisinin hizmetini gördü, Mescid-i
Nebevî'nin inşasında
kerpiç taşıdı, hem misafir oldu hem de misafir ağırladı ve hastaya
zarar verecek şeyleri yemesini yasakladı (perhiz
verdi).
Hz. Peygamber
davranış bakımından insanların en iyisi idi.
Ödünç
aldığı zaman ondan daha iyisiyle öderdi. Bir
kişiden borç aldığında o kişinin
borcunu öder, ona dua eder ve: "Allah
ailene ve malına hayırlar versin. Borcun karşılığı yalnızca teşekkür etmek ve ödemektir." derdi.
Bezzâr'ın zikrettiğine göre Resûl-i Ekrem bir kişiden
kırk sa'* borç aldı. Borç aldığı ensarlı buna ihtiyaç duydu ve Hz. Peygamber'e geldi. Allah
Resûlü: "Henüz bize bir şey gelmedi." buyurdu. Bunun üzerine o kişi laf etmek isteyince, Hz. Peygamber: "İyilikten başka bir şey söyleme. Ben borç
alanların en hayırlısıyım." dedi ve kırkı borcu karşılığı kırkı da fazladan olmak üzere toplam seksen sa' verdi.
Hz. Peygamber,
bir deve ödünç almıştı.
Sahibi borcunu almak için geldiğinde Allah
Elçisi'ne ağır sözler sarf etti, bunun
üzerine ashabı o kişiye
haddini bildirmek isteyince o: "Bırakın onu, hak / mal sahibinin söz söyleme hakkı vardır."[123] buyurdu.
Ebû Dâvûd'un
rivâyet ettiğine göre Allah Resûlü bir keresinde bir
şey satın
almıştı. Fakat
yanında parası
yoktu. Kendisine
kâr teklif edilince onu sattı, kârını Abdülmuttaliboğulları'na sadaka
olarak verdi ve: "Bundan sonra yanımda para olmadan bir şey satın almayacağım." [124]
buyurdu. Bu hadîs, bir müddete kadar borçlanarak alış-veriş yapmaya
aykırı
olmadığını ifade eder. Çünkü o borca almak başka, satmak başkadır. Bir
alacaklısı
Allah Resûlü'nden borcunu almak üzere geldi ve sert konuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer adamı haklamak istedi. Hz. Peygamber: "Yavaş ol ey Ömer!
Sen, bana borcumu ödememi emretmene;
ona da sabırlı olmasını emretmene daha
çok ihtiyacımız var." buyurdu. Bir yahudi Hz. Muhammed'e bir
müddete kadar veresiye bir şey sattı. Yahudi
süresinden önce parasını
almaya gelince Resûlullah: "Henüz
süresi dolmadı." dedi. Bunun üzerine yahudi:
"Ey Abdülmuttaliboğulları! Siz borcunuzu geciktiriyorsunuz." dedi. Sahabe o
yahudiyi haklamak isteyince Hz. Peygamber onlara engel oldu. Bu durum ancak
onun yumuşak huyluluğunu
artırdı. Bunu gören yahudi: "Sendeki peygamberlik
alâmetlerinden hepsini tanıdım. Yalnızca biri kalmıştı. O da kendisine karşı
yapılan aşırı câhilâne tavırların, ancak onun yumuşak
huyluluğunu artırmasıydı. Onu da tanımak istedim." dedi ve hemen müslüman oldu.[125]
Ebû Hureyre şöyle anlatmaktadır: Allah Elçisi'nden
daha hızlı yürüyen bir kimse
görmedim. Sanki yer onun için dürülüyordu. Biz kendimizi ona yetişmek için zorlardık.
O aldırmadan yürürdü.[126]
Hz. Ali şöyle demektedir: Resûlullah,
yürüdüğü zaman, sanki bir yokuştan iniyormuşçasına vücudu dik
olarak yürürdü. Arkadaşlarıyla yürürken, arkadaşları önünde, kendisi ise onların
arkasında yürür ve: "Arkamı meleklere bırakın!" derdi.[127]
Bu nedenle bir hadiste: "Arkadaşlarını öne sürerdi." denilmektedir. Kimi zaman yalın ayak
kimi zaman da ayakkabıyla yürürdü. Arkadaşlarıyla yürürken bazen tek bazen de toplu olarak yürürdü. Bir
keresinde yaptığı savaşların birinde yürürken parmağı yaralandı ve kan aktı. Bunun üzerine
şu beyti söyledi:
Sen sadece kanayan bir parmak değil misin?
Allah yolunda gelmiştir başına gelen.[128]
Yolculukta
arkadaşlarının gerisinden gider, güçsüz kişiyi
terkine bindirir ve onlara dua ederdi. Hz. Peygamber, kimi zaman yere, kimi
zaman hasıra, kimi zaman da kilim/halı üzerine
otururdu. Adiy b. Hâtim yanına geldiğinde onu evine davet etti. Câriye ona oturması için bir yastık
verdi, o ise yastığı kendisi ile Adiy'in arasına
koyup
yere oturdu. Adiy: "Onun kral olmadığını anladım." dedi.
Allah Elçisi,
bazen sırt üstü yatıp uzandığı olduğu gibi, bazen de ayak ayak üzere atardı. Yastığa dayanarak otururdu. Kimi zaman sol yanına, kimi zaman da sağ
yanına yaslanırdı. Halsiz kaldığı
durumlarda, dışarı çıkma ihtiyacı hissettiğinde arkadaşlarından birine dayanarak çıkardı.
Allah Resûlü
tuvalete girerken şu duayı
okurdu: "Allah'ım! Görünen-görünmeyen, maddî-manevî bütün pisliklerden ve
kovulmuş şeytandan sana sığınırım."[129] Çıkınca da: "Bağışla,
Rabbim!"[130] derdi. Tuvalet
temizliğini (istincâ) bazen su ile, bazen
taşlarla, bazen de her ikisiyle birlikte yapardı.[131]
Yolculuk esnasında tuvalete gideceği
zaman arkadaşları tarafından görülmeyecek kadar uzağa
giderdi. Tuvaletini yaparken kimi zaman yüksek bir yerin, kimi zaman hurma ağaçlarının, kimi zaman da vadideki ağaçların arkasına gizlenirdi. Sert bir yerde küçük abdest bozacağı zaman yerden bir odun alır,
toprağın nemi belirinceye kadar onunla yeri eşeler sonra abdestini bozardı. Küçük abdest
bozmak için yumuşak topraklı
yer arardı.
Çoğunlukla küçük abdestini oturarak yapardı.
Müslim,
Huzeyfe'den, Hz. Peygamber'in küçük abdestini ayakta yaptığına dair bir hadis rivâyet nakletmiştir.[132] Allah Resûlü, bir
kabilenin süprüntülerini attıkları bir çöplüğe uğradığında bu şekilde küçük
abdestini bozmuştur. Bu gibi yerlere "çöplük (mezbele)" denir ve burası yüksek olur. Şayet bir kimse
oraya oturarak küçük abdest bozsa, idrarı
üzerine sıçrar. Oysa Hz. Peygamber, mezbeleyi, kendisini gizleyecek şekilde, kendisi ile duvar arasına
alırdı. Elbette bu durumda ayakta küçük abdest bozacaktır. Tuvaletten
çıkar Kur'an okurdu. Temizlik anında suyu ve taşları
sol eliyle kullanırdı. Vesveseye kapılanların zekeri çekme ve öksürme gibi hususların hiçbirisini yapmamıştır.
Ebû Ca'fer
el-Ukaylî şöyle demektedir: Hz. Peygamber küçük abdestini bozarken
birisi kendine selam verdiğinde, selamını almazdı. Bunu
Müslim Sahîh'inde İbn Ömer'den rivâyet etmiştir.
Bezzâr Müsned'inde bu olayda
Hz. Peygamber'in selamı aldığını ve sonra: "Selam
verdim, selamımı almadı demenden korktuğum için selamını aldım. Bir daha beni bu halde
görürsen selam verme. Zira selamını almam!" buyurduğunu rivâyet etmiştir. Su ile temizlendikten
sonra, elini yere/toprağa vururdu. Tuvaletini yapmak için oturduğunda yere yaklaşmadan elbisesini kaldırmazdı.
Allah Resûlü,
ayakkabı giyerken, saçını tararken,
temizlenirken, bir şey alıp verirken sağdan başlamaktan hoşlanırdı.
Yeme, içme ve temizlik konularında sağ elini; tuvalet vb. gibi necaseti/pisliği giderme
hususlarında ise sol elini kullanırdı.
Başını tıraş ederken,
ya tamamını bırakırdı ya da tamamını tıraş ederdi. Bıyıklarını kısaltırdı.
Tirmizî, Resûlullah'ın: "Bıyığını kısaltmayan bizden değildir."[133] buyurduğunu ve
bu hadisin sahih olduğunu söylemektedir. Müslim'in Sahîh'nde ise şu rivâyet vardır: "Bıyıkları kısaltın, sakalları uzatın, böylece mecûsîlere
muhalefet edin."[134] Buhârî ve Müslim'de de: "Müşriklere muhalefet edin: Sakalları uzatın, bıyıkları kısaltın."[135] rivâyeti
mevcuttur.[136]
O, güzel kokuyu sever ve çokça koku sürünürdü. Bir kısım sahabe, Hz. Peygamber'in çokça güzel koku
kullandığından saçı
kızıllaşmıştı. Bundan dolayı da
kına yakınmadığı halde yakınmış zannedilirdi, demişlerdir.
Câbir b.
Semüre'ye Hz. Peygamber'in başında beyazlık olup olmadığını sormaları üzerine şöyle cevap verdi: Başındaki
saç ayırımı yerindeki
birkaç saç telinden başka beyazlık
yoktu. Onların beyazlığını da saçını yağladığı zaman, yağ ortaya çıkarırdı. Buhârî'de
Hz. Peygamber'in kendisine sunulan güzel kokuyu geri çevirmediği rivâyet edilmektedir.[137] Müslim'de ise
Allah Resûlü'nün: "Kendisine fesleğen sunulan kimse onu geri çevirmesin. Zira o, hoş kokulu, yükü
hafif bir bitkidir."[138] buyurduğu rivâyet edilmektedir. Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Sünenlerinde: "Kendisine güzel koku sunulan kimse onu geri çevirmesin. Zira o,
yükü hafif, hoş kokulu bir
bitkidir."[139] şeklinde rivâyet edilmiştir.
Bezzâr'ın Müsned'inde: "Allah güzeldir, güzelliği sever;
temizdir, temizliği sever; naziktir, nazikliği sever; cömerttir, cömertliği sever.
Öyleyse avlularınızı (iç bahçe) ve meydanlarınızı (evinizin önünü) temizleyin. Süprüntüleri evlerinde
biriktiren Yahudilere benzemeyin!" rivâyeti vardır.
Hz. Peygamber'den
sahih olarak şu hadis rivâyet edilmiştir: "Haftada bir
gün banyo yapması Allah'ın her müslüman üzerindeki bir hakkı olduğu gibi, güzel koku sürünmesi de hakkıdır."[140] Dişlerini misvakla fırçalamayı severdi. Misvak kullanımında oruçlu olup olmaması
fark etmezdi.
Uykudan uyandığında, abdest alırken, namaz kılacağı zaman ve eve girdiğinde
misvak kullanırdı. Bu
iş için misvak ağacından yapılan ağaç çubuk kullanırdı.
Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber'in: "Ümmetime
sıkıntı vereceğimi bilmeseydim, onlara her namaz kılacağı zaman misvak
kullanmalarını emrederdim."[141] buyurduğu rivâyet edilmiştir.
Buhârî
ayrıca "Misvak
kullanmak hem ağzı temizler hem
de Allah'ın hoşnutluğunu sağlar."[142] şeklindeki rivayeti de muallak olarak zikretmiştir. Bu
konuda pek çok hadîs vardır. Misvakla
ilgili pek çok faydadan bahsedilmektedir:
Ağzı temizler, dişetlerini sağlamlaştırır, oyukları giderir/doldurur, okumaya ve zikre canlılık verir. Misvak kullanmak her vakitte müstehab olup, namaz
ve abdest anında daha kuvvetli müstehabtır. Ağız kokusunu giderir. Bu husustaki hadislerin geneli ve
oruçlunun buna ihtiyacı olmasından
dolayı, gerek
oruç tutmayan, gerekse oruç tutan kişi
için her zaman müstehaptır. Sünen'de Amir b.
Rebîa'dan rivâyet edildiğine göre şöyle
demektedir: "Allah Resûlü'nü oruçlu iken, sayamayacağım kadar çok misvakla ağzını fırçaladığını gördüm."[143] Buhârî de İbn Ömer'in şöyle dediğini nakletmektedir: "Hz.
Peygamber, gündüzün başında ve sonunda misvak kullanırdı."[144]
İnsanlar, oruçlunun zorunlu ve/veya isteyerek ağzını su ile çalkalaması
(mazmaza) gerektiğine dair icma etmişlerdir.
Mazmaza, misvak kullanmaktan daha önemlidir. Ne kötü koku ile Allah'a
yakınlaşmada
herhangi bir gaye olabilir ne de ibadetin meşru kılındığı cinsten olabilir. Bu nedenle, Kıyamet gününde oruçlunun ağız
kokusunun Allah yanında daha güzel kokacağı
zikredilmiştir. Böyle buyrulmasının nedeni, oruçlunun misvak kullanmasını teşvike
yöneliktir, yoksa ağız kokusunun devam ettirilmesine teşvik söz konusu değildir.[145]
Misvak kullanmak,
Kıyamet gününde, Allah yanında ağız kokusuna engel değildir.
Aksine, oruç tuttuğunun bir göstergesi olarak oruçlu, miskten daha güzel kokarak
ağız kokusuyla
Allah'ın huzuruna gelecektir. Tıpkı yaralının, Kıyamet günü kanıyla ve kokusu da misk kokarak gelecektir. Halbuki
dünyada bu kanı gidermekle emredilmişti.
Aynı şekilde
oruçlunun ağız kokusu,
misvakla gitmez, çünkü onun sebebi kalıcı olmasıdır. Bu
koku, midede yemek olmayışından meydana gelmektedir. Yemeğin artıkları ancak, diş ve dişetleri
üzerine toplandığı zaman gider.
Keza aynı şekilde, Allah Resûlü, ümmetine oruçta müstehab olanlar ile
mekruh olanları öğretti.
Oruçlunun misvak kullanmasını mekruh addetmedi. O, ümmetinin bunu yaptıklarını biliyordu. Genel, kapsamlı
ve etkili kelimelerle ümmetini misvak kullanmaya teşvik
etti. Sahabe
de Hz. Peygamber'i oruçlu iken defalarca misvak kullandığını görmüşlerdi. Yine
o, ümmetinin buna uyacaklarını biliyordu
ve onlara hiçbir zaman: "Öğleden
sonra dişlerinizi
misvakla fırçalamayın." demedi.
Açıklamayı
ihtiyaç anından sonraya bırakmak
yasaktır/uygun değildir. Allah en
iyi bilendir.
Hz. Peygamber,
Allah'ın yaratıkları arasında en fasih ve en tatlı konuşanı idi. Hz.
Aişe der ki: Allah Resûlü, sizin şu konuşmalarınız gibi sözü peş peşe sıralamazdı.[146] Açık bir sözle tane tane konuşur,
meclisinde bulunanlar konuştuklarını ezberleyebilirdi. Çoğu zaman iyi anlaşılsın diye sözü üç kez yinelerdi. Uzun zaman susardı. Gereksiz yere konuşmazdı.
Söze avurtlarıyla başlar
yine onlarla bitirirdi. Konuşmalarında az sözle çok mânâ ifade edecek cümleler kullanırdı. Lüzumsuz
konularda konuşmazdı. Yalnızca
sevabını umduğu konularda konuşurdu. Bir şeyi beğenmediğinde yüzünden anlaşılırdı. Sözleri
ve davranışları
arasında aşırı ve çirkin şeyler bulunmazdı; gürültücü ve bağırarak konuşan biri değildi. Gülüşü tebessüm idi. En fazla güldüğünde
azı dişleri görünürdü. Gülünecek şeylere
gülerdi.
Gülmesi nasıl kahkaha
ile değildiyse, ağlaması da, bağırarak,
feryat ederek değildi. Ancak gözleri yaşla dolar, boşalırdı. Göğsünden
bir inilti duyulurdu. Ağlaması,
bazen ölüye merhametinden, bazen ümmeti için korktuğundan ve onlara olan şefkatinden,
bazen Allah korkusundan,
bazen de Kur'an dinlerken olurdu. Kur'an dinlerken ağlayışı;
korku ve haşyet ile dopdolu olan bir özlem, sevgi,
saygı ve eşlik
etme ağlayışıdır. Oğlu
İbrahim öldüğünde
gözleri yaşla doldu ve ona olan merhametinden ağladı
ve: "Göz yaşla dolar, kalp hüzünlenir. Rabbimizi hoşnut etmeyecek söz
sarf etmeyiz. Biz senin için üzülüyoruz, ey İbrahim!" buyurdu. Kızlarından birini ruhunu teslim edeceği
zaman gördüğünde de ağladı. İbn Mes'ûd ona Nisâ sûresini okurken
"Her ümmetten bir şâhit getirdiğimizde ve seni de (ey
Muhammed) bunların aleyhine şâhit
getirdiğimizde ne olacak
halleri?!"[147] âyetine geldiğinde
Allah Elçisi ağladı.[148] Güneş tutulduğunda ağladı ve küsûf namazı kıldı,
namazında ağlamaya
başladı. Kimi zaman gece namazında
da ağlardı.
Allah Resûlü, yerde,
minber üzerinde, erkek ve dişi develer üzerinde hutbe
okumuştur. Hutbe okuduğu zaman gözleri kızarır, sesini yükseltir, sanki bir orduyu uyarıyormuşçasına öfkesi artardı.
Şöyle derdi: "Allah'a
hamdden sonra, sözlerin en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. En iyi yol,
Muhammed'in yoludur. İşlerin en
kötüsü, sonradan uydurulup
dine sokulandır. Dine sonradan sokulan
her bid'at sapıklıktır."[149]
Hutbesini Allah'a
hamd ederek başlardı.
Pek çok
fakih ise: Yağmur duası hutbesine istiğfarla,
bayram hutbelerine de tekbirle başlardı." deseler de Hz. Peygamber'den bu konuda onları destekleyecek bir tek sünnet bile asla nakledilmemiştir. Onun sünneti bunun aksini, yani bütün
hutbelere "Elhamdülillah"
ile başlamıştır. Hutbeyi
ayakta okurdu. Atâ gibi bir takım tâbiîlerin mürsel rivâyetlerine göre Hz.
Peygamber, minbere çıktığında
yüzünü
cemaate çevirir ve "es-selâmü
aleyküm" diye selamlardı. Şa'bî şöyle demektedir: "Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de böyle yapardı."
Allah Resûlü
hutbesini istiğfarla bitirirdi. Çoğu zaman
hutbelerinde Kur'an'la vaaz ederdi. Müslim'in Sahîh'inde Ümmü Hişâm bt. Hârise'nin şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: "Kâf
sûresini yalnızca Hz. Peygamber'in dilinden öğrendim. Her cuma minberde halka hitap ederken bu sûreyi
okurdu."[150]
Ebû Dâvûd, Hz. Peygamber'in şahâdet getireceği
zaman şöyle derdi:
"Hamd
Allah'a mahsustur. O'ndan yardım diler, O'ndan bağışlanma dileriz.
Nefislerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını da hiç kimse
doğru yola
iletemez. Tanıklık ederim ki, Allah'tan
başka
hiçbir ilah yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Kıyâmet öncesi
müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdiği elçisidir. Allah'a ve Resûlü'ne itaat eden doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan edense, yalnızca kendisine zarar vermiş olur.
Allah'a hiçbir zarar veremez."[151]
Hutbelerinin ağırlıklı konuları şöyleydi: Verdiği
nimetleri ve kemal
vasıfları
sebebiyle Allah'a hamd ve O'nu övme; İslâm'ın temel prensiplerini öğretme;
cennet,
cehennem ve âhiret hallerini anlatma; Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi emretme; Allah'ın kızdığı ve hoşnut olduğu hususları açıklama.
Muhataplarının ihtiyaç ve faydalarının gerektirdiği her zaman hutbe okurdu.[152]
Okuduğu her hutbede mutlaka her iki şahâdeti
söyler ve şahâdet esnasında
kendini özel ismiyle (Muhammed) anardı.
Hutbe okurken
kimi zaman bir sopaya, kimi zaman da bir yaya dayanırdı. İnsanların ihtiyacına göre hutbeyi bazen kısa tutar, bazen de uzatırdı. Bayramlarda
kadınlara ayrıca
hutbe
okur, onları sadaka vermeye teşvik ederdi.
Hz. Peygamber,
çoğu zaman her namaz için abdest alırdı. Bazen de bir abdestle birkaç namazını kılardı. Abdestini kimi zaman bir müd (hacim ölçüsü birimi) ile, kimi
zaman bir müddün üçte ikisiyle, kimi zaman da bundan daha fazlasıyla alırdı.
Allah Elçisi: "Abdeste musallat olan 'Velhân' adında bir şeytan vardır. Bu nedenle
suyun şüphe vermesinden sakının."[153] sözüyle ümmetini
abdest alırken suyu fazla kullanıp israf etmekten sakındırırdı. Abdest uzuvlarını bazen birer, bazen ikişer
ve bazen de üçer kez yıkayarak; uzuvlarının bir kısmını ikişer, bir kısmını da üçer kez yıkayarak
abdest aldığı sahih olarak rivâyet edilmiştir.
Abdest uzuvlarını tekrar tekrar yıkadığında başını bir kez meshederdi. Başının bir kısmını meshetmekle yetindiğine
dair hiçbir sahih rivâyet yoktur.
Ancak kakülüne
meshettiğinde sarık üzerine meshederek
meshi tamamlardı. Bazen başına,
bazen sarığına, bazen de hem kakülüne hem de sarığına birlikte meshederdi. Her abdest alışında mutlaka ağzını ve burnunu iyice yıkardı. Bu âdetini bir kez bile terk ettiği vaki olmamıştır. Ağzını ve burnunu kimi zaman bir avuç su ile, kimi zaman iki avuç su
ile, kimi zaman da üç avuç su ile yıkardı. Buhârî
ve Müslim'de Abdullah b. Zeyd'den rivâyet edildiği
gibi,[154] Allah Resûlü, ağza ve burna birlikte su alır;
bir avuç suyun yarısını ağzına alır, yarısını da burnuna çekerdi. Sağ
eliyle ağzına su alır, sol eliyle
de sümkürürdü. Başı ile beraber kulaklarının içini ve dışını da meshederdi. Kulaklarını meshetmek için yeniden su aldığına
dair ondan nakledilmiş sabit bir rivâyet yoksa da İbn Ömer'den böyle yaptığına
dair sahih bir rivâyet vardır. Mest ve
çorap giymediği zamanlarda ayaklarını yıkardı. Mest veya çorap giydiğinde
ise, onların üzerine meshederdi.[155] Onun hem mukim
iken (ikamet halinde) hem de yolculukta mestler üzerine meshettiği sahih olarak rivâyet edilmiştir.
Bu durum, vefat edinceye kadar yürürlükten kaldırılmamıştır, yani nesh edilmemiştir.
Rivâyet edilen pek çok hasen ve sahih hadise göre, mestler üzerine
meshetmek mukim (yolcu olmayan) için bir gün bir gecelik, yolcu için de üç
gün üç gecelik bir zamanla sınırlandırılmıştır.
Mestlerin üst kısmına, çorap ve ayakkabıların ise üzerine meshederdi.
Abdestini
âyetteki sıraya göre ara vermeden yapardı. Bu sırayı bir kez bile ihlal etmemiştir.
Sakalını ve parmaklarının arasını su ile ovalama işlemini
sürekli yapmazdı. Abdestin başında besmele,
sonunda da teşehhüdden başka bir şey okumazdı. Dirseklerinin ve
ayak bilek kemiklerinin üst tarafını yıkadığı tespit edilmemiştir.
Abdest azalarını kurulamaya
ilişkin olarak Tirmizî, bu konuda Hz.
Peygamber'den sahih hiçbir rivâyet yoktur, demektedir.
Abdest suyunu
bazen kendisi döker, bazen de başkası suyunu dökerek ona yardım
ederdi. Nitekim Buhârî ve Müslim'de rivâyet edildiğine göre, bir yolculuk esnasında
Muğîre b. Şu'be abdest suyunu dökmüştür.[156]
Ellerini sadece
bir kere toprağa vurur, onunla hem yüzüne hem de ellerine
teyemmüm ederdi. Ne ellerini iki kez toprağa
vurarak ne de dirseklere
kadar teyemmüm ettiğine dair sahih bir rivâyet gelmiştir. İmam Ahmed: "Kim teyemmüm dirseklere kadardır derse, bu ancak kendi kafasından
fazladan söylediği bir şeydir." demiştir.
İster normal toprak, ister çorak isterse kum olsun üzerinde
namaz kıldığı toprakla teyemmüm ederdi.
Sahîh bir hadiste
onun şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Ümmetimden herhangi birine namaz vakti nerede
erişirse
erişsin, mescidi de temizleyicisi de onun yanındadır." Her namaz için
teyemmüm etmediği gibi, bunu emretmedi de. Teyemmümü,
abdestin yerini tutacak
şekilde sınırlamadan serbest bırakmış ve kendisi de öyle yapmıştır.[157]
Namaz kılmaya
başladığında "Allahu Ekber" derdi. Bundan önce hiçbir şey söylemez,
niyeti asla diliyle telaffuz etmezdi. "Allah rızası için (falan vaktin)
dört rekat farzını kıbleye yönelik olarak bana uyan cemaate kıldırmaya veya
uydum hazır olan imama" demediği gibi, "eda" olarak,
"kaza" olarak veya "vaktin farzını kılıyorum" şeklindeki
sözleri de söylememiştir. Bu on bid'atın bir kelimesini bile hiç kimse ister
sahih, ister zayıf, ister müsned ve isterse mürsel senedle Hz. Peygamber'den
asla rivâyet etmemiştir. Hatta onun ashabından herhangi birinin bile bunlardan
birini söylediği nakledilmemiş; ne tâbiînden biri ne de dört imam (Ebû Hanife,
Mâlik, Şâfiî ve Ahmed) bunların söylenmesini güzel görmüştür.
Tekbirle birlikte
ellerini, parmakları açık olarak omuzlarına veya kulaklarına kadar kaldırır
sonra sağ elini sol elinin üzerine kordu.
Bazen:
اللَّهُمَّ
بَاعِدْ
بَيْنِي
وَبَيْنَ خَطَايَايَ
كَمَا
بَاعَدْتَ
بَيْنَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ/"Allah'ım!
Benimle günahlarımın arasını doğu ile batı arasını ayırdığın gibi ayır.",[159]
bazen de: وَجَّهْتُ
وَجْهِيَ
لِلَّذِي
فَطَرَ السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضَ
حَنِيفًا
وَمَا أَنَا
مِنْ
الْمُشْرِكِينَ
إِنَّ
صَلَاتِي وَنُسُكِي
وَمَحْيَايَ
وَمَمَاتِي
لِلَّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
لَا شَرِيكَ لَهُ
وَبِذَلِكَ
أُمِرْتُ
وَأَنَا مِنْ
الْمُسْلِمِينَ /"Yönümü, gökleri ve yeri
yaratana dosdoğru olarak çevirdim. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim.
Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabbi
Allah içindir. Ben bununla emrolundum ve Ben inananların ilkiyim."[160]
dualarıyla/sözleriyle namaza başlardı.
Sünen
musannifleri, Hz. Peygamber'in (s.a.v) istiftâh tekbirinden sonra şu duayı
okuduğunu nakletmiştir: سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ وَتَبَارَكَ اسْمُكَ وَتَعَالَى
جَدُّكَ
وَلَا إِلَهَ
غَيْرَكَ/"Allahım! Sen her türlü
noksanlıktan pâk ve uzaksın. Seni daima böyle anar ve sana hamd ederim. Senin
adın pek mübarektir. Senin şânın yücedir (Seni övmek yücedir) ve Senden başka
ilâh yoktur."
Sahîh olarak rivayet
edildiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in (s.a.v) makamında namaz kıldırırken
istiftâh tekbirinden sonra bu duayı sesli olarak okuyup insanlara öğretirdi.
Bu duadan sonra
Hz. Peygamber Eûzü besmele çeker ve bazen seslice, bazen de içinden besmeleyi
okurdu. Ardından her âyette durarak ve âyet sonlarını uzatarak Fâtiha suresini
okurdu. Açıktan okuduğu Fâtiha suresini bitirince, yüksek sesle
"Âmîn" derdi.
Hz. Peygamber
(s.a.v) iki kez duraklardı. İlk olarak iftitâh tekbirinden sonra, ikinci olarak
da Fâtiha suresini bitirdikten sonra kısa bir müddet beklerdi. Ardından bazen
uzun bazen de yolculuk veya başka bir nedenden dolayı kısa bir sure okurdu. Ama
çoğunlukla kırâati ne çok uzatır ne de çok kısa tutardı. Hz. Peygamber'in
(s.a.v) sabah namazlarındaki kırâati, diğer namazlara göre uzun sürerdi. Cuma
günleri, Secde ve İnsan surelerini okuyarak namaz kıldırırdı. Çünkü bu
surelerde, evrenin başlangıcı, âhiret hayatı, Hz. Âdem'in yaratılışı, cennet ve
cehenneme girme gibi konular işlenmiştir. Bunlar da, Cuma günü meydana gelen ve
gelecek olaylardır. Böylece müslümanlara o günde meydana gelecek olayları
hatırlatıyordu.
Hz. Peygamber
(s.a.v), bayram ve Cuma gibi büyük kalabalıkların toplandığı günlerde Kâf,
Enbiyâ, Leyl, ve Ğâşiye surelerini okurdu.
Hz. Peygamber
(s.a.v) Cuma ve bayram namazları hariç namazlarında bir sure belirleyip daima
onu okumazdı. Cuma ve bayram namazları dışında onun kırâati ile ilgili olarak,
Ebu Dâvûd, Amr İbn Şuayb'ın dedesinden şu rivayeti aktarmıştır: Hz. Peygamber'i
(s.a.v) insanlara farz namazları kıldırırken küçük ve büyük bütün mufassal
sureleri okuduğunu işittim.
Hz. Peygamber
(s.a.v) birinci rekatları ikinci rekattan uzun tutardı. Kıraatini tamamladıktan
sonra kendisine gelinceye kadar ara verirdi. Ardından ellerini kaldırıp tekbir
getirerek rükûya giderdi. Ellerini diz kapaklarının üzerine koyardı. Elleri ile
âdeta diz kapaklarını kavrardı. Bu esnada kollarını düz tutar ve vücuduna
bitiştirmezdi. Sırtını ise dümdüz tutardı. Ne başını yukarı kaldırır ne de
aşağı eğerdi. Aksine sırtı ile aynı seviyede tutardı. Rükûda iken سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ/"Büyak
Rabbimi tesbih ederim." derdi. Bazen de şöyle dua ederdi: سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ رَبَّنَا وَبِحَمْدِكَ اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي/"Ey
Allahım! Ey Rabbimiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder. Şânına yakışır
biçimde överim. Ey Allahım! Beni bağışla!"
Hz. Peygamber'in
(s.a.v) rükûu on defa اللَّه سُبْحَانَ/ Subhânallah
diyecek kadar sürerdi.
Sünen
musannıfları Enes İbn Mâlik'in şöyle söylediğini nakletmiştir:
"Hz. Peygamber'den
(s.a.v) sonra onun gibi namaz kıldıran birinin arkasında namaz kılmadım. Ancak
– Ömer İbn Abdilaziz'i kastederek- şu delikanlının kıldırdığı namaz, Allah
Resûlü'nün (s.a.v) kıldırdığı namazlara çok benziyor. Rükû ve secdede on defa اللَّه سُبْحَانَ/Subhânallah diyecek kadar duruyor."
Hz. Peygamber
(s.a.v), rükûdan سَمِعَ
اللَّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ/"Allah kendisine hamd edeni işitir."
diyerek doğrulurdu. Bu esnada ellerini kaldırırdı.
Allah Resûlü'nün
(s.a.v) üç yerde ellerini kaldırdığına dair otuz sahâbiden rivayet
nakledilmiştir. On râvi de onun bu üç yerde ellerini kaldırdığı konusunda
ittifak etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.v) ellerini kaldırmadığına dair hiçbir
rivayet yoktur.
Hz. Peygamber
(s.a.v) rükûdan doğrulduktan sonra "Rabbimiz
hamd senin içindir." anlamına gelen şu dualardan birini
okurdu:
رَبَّنَا
وَلَكَ
الْحَمْدُ/Rabbenâ ve leke'l-hamd.
رَبَّنَا
لَكَ
الْحَمْدُ/Rabbenâ leke'l-hamd.
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
لَكَ
الْحَمْد/Allahümme
Rabbenâ leke'l-hamd.
Bütün bu dualar
sahîh bir senetle ondan nakledilmiştir. Ama اللَّهُمَّ ile و harfinin birleşti bir dua sahîh olarak gelmemiştir.
Rükû'dan
doğrulduktan sonra rükû ve secdede geçen süre kadar beklemek de Allah
Resûlü'nün (s.a.v) sünnetindendir.
Rükû'dan
doğrulduktan sonra Hz. Peygamber'in şu duayı okuduğu da sahîh bir senetle
nakledilmiştir: سَمِعَ
اللَّهُ
لِمَنْ
حَمِدَهُ
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
لَكَ
الْحَمْدُ
مِلْءُ
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ
وَمِلْءُ مَا
شِئْتَ مِنْ
شَيْءٍ
بَعْدُ
أَهْلَ
الثَّنَاءِ
وَالْمَجْدِ
أَحَقُّ مَا
قَالَ
الْعَبْدُ
وَكُلُّنَا لَكَ
عَبْدٌ
اللَّهُمَّ
لَا مَانِعَ
لِمَا أَعْطَيْتَ
وَلَا
مُعْطِيَ
لِمَا
مَنَعْتَ
وَلَا
يَنْفَعُ ذَا
الْجَدِّ
مِنْكَ الْجَدُّ/Allah kendisine hamd edeni işitir.
Ey ulu Allahım! Ey Rabbimiz! Göklerin yerin ve daha başka senin dilediğin
varlıkların dolusu kadar Hamd olsun Sana! Ey övülmeye layık, yüceltilmeyi hak
eden Rabbim! Hepimiz senin kulunuz. Bir kulun söylediği en doğru söz "Ey
Allahım! Senin verdiğini engelleyecek; vermediğini de verecek kimse yoktur. Sana
karşı kimseye çalışması bir fayda vermez." sözüdür.[161]
Yine
sahîh olarak Hz. Peygamber'in (s.a.v) şu şekilde de dua ettiği rivayet
edilmiştir: اللَّهُمَّ
اغْسِلْ
عَنِّي
خَطَايَايَ
بِمَاءِ
الثَّلْجِ
وَالْبَرَدِ
وَنَقِّ قَلْبِي
مِنْ
الْخَطَايَا
كَمَا
نَقَّيْتَ الثَّوْبَ
الْأَبْيَضَ
مِنْ
الدَّنَسِ
وَبَاعِدْ
بَيْنِي
وَبَيْنَ
خَطَايَايَ
كَمَا بَاعَدْتَ
بَيْنَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ/Ey Ulu
Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka! Beyaz elbisenin kirden arındığı
gibi kalbimi günahlardan arındır! Hatalarımla benim aramı, doğu ile batının
arasını uzak tuttuğun gibi uzak eyle![162]
Hz. Peygamber
(s.a.v) rükû'dan sonra bir müddet doğrulup bu dualardan birini okuduktan sonra
ellerini kaldırmadan tekbir alır secdeye giderdi. Secdeye giderken önce
dizlerini sonra ellerini, daha sonra da alnını ve burnunu yere yayardı. Bu,
sahih rivâyet olup Şerîk-Asım b. Küleyb-babası Küleyb senediyle Vâil b. Hucr'un
şöyle dediği nakledilmektedir: "Allah Resûlü'nü secde yaparken ellerinden
önce dizini yere koyduğunu ve secdeden kalkarken de dizlerinden önce ellerini
kaldırdığını gördüm."[163]
Bunun aksini yaptığı rivâyet edilmemiştir.
Secde ettiği
zaman alnını ve burnunu yere iyice yerleştirir, ellerini yanlarına açar ve uzak
tutar, ellerini omuzları ve kulakları hizasında yere kordu. Müslim'in Sahîh'inde Allah Resûlü'nün: "Secde ettiğin zaman avuç içlerini yere
koy; dirseklerini ise yukarı kaldır." buyurduğu rivâyet edilmiştir.[164]
Secdelerinde
itidal üzere olup, ayak parmaklarının uçlarını kıbleye yöneltirdi.
Avuçlarını ve parmaklarını
yere yayar; parmak aralarını ne ayırır ne de birleştirirdi. İbn Hibbân'ın Sahîh'inde ise, rükû ettiğinde
parmaklarını ayırdığı, secde ettiğinde de parmaklarını birleştirdiği rivâyet
edilmektedir.
Secde anında سبحان
ربي الأعلى
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
رَبَّنَا
وَبِحَمْدِكَ
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي/"En yüce olan Rabbim! Seni bütün eksikliklerden
tenzih ederim; Allahım! Seni hamd ile tesbih ederim; Allah'ım! Beni bağışla."[165] veya
اللَّهُمَّ
إِنِّي
أَعُوذُ
بِرِضَاكَ
مِنْ
سُخْطِكَ
َبِمُعَافَاتِكَ
مِنْ عُقُوبَتِكَ
وَأَعُوذُ
بِكَ مِنْكَ
لَا أُحْصِي
ثَنَاءً
عَلَيْكَ
أَنْتَ كَمَا
أَثْنَيْتَ
عَلَى
نَفْسِكَ/Allahım!
Kızmandan hoşnutluğuna; gazabından affına sığınırım; Senden yine Sana
sığınırım; Senin kendini övdüğün gibi ben Seni övemem!"[166]
duasını okurdu.
Veya
şöyle derdi: اَللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي
خَطَايَايَ
وَعَمْدِي
وَجَهْلِي وَ
هَزْلِي
وَكُلُّ
ذَلِكَ
عِنْدِي
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي
مَا قَدَّمْتُ
وَمَا
أَخَّرْتُ
وَمَا
أَسْرَرْتُ وَمَا
أَعْلَنْتُ
أَنْتَ إلهى
لا إله إلا
أنت/"Yani, Allah'ım! ciddi, şaka, hata ve kasıtlı
olarak yaptığım her şeyimi bağışla![167].
Yani, Allahım! Yaptığım ve yapmadığım, gizlediğim ve açıktan yaptığım bütün
hatalarımdan ötürü beni bağışla, Sen ilahımsın, Senden başka hiçbir ilah
yoktur! " [168]
Secdelerde dua etmeyi
emretmiştir. Dua iki çeşittir:
Kıyamı uzattığı
zaman rükû ve secdeleri de uzatırdı; kıyamı kısa tutunca rükû ve secdeleri de
kısa tutardı.
Başını secdeden
tekbir alarak kaldırır, sonra sol ayağını yere yayıp sağ ayağını diker,
ellerini uylukları üzerine koyarak yere otururdu. Dirseğini uyluğun ve elinin
iç kısmını ise dizleri üzerine kordu. Parmaklarından ikisini çeker, bir halka
yapar sonra da bir parmağını dua etmek için kaldırarak hareket ettirirdi. Vâil
b. Hucr, Ebû Hâtim'in zikrettiği sahih bir hadiste Hz. Peygamber'in böyle
yaptığını söylemiştir.
İki secde
arasında secde miktarınca oturur ve şöyle dua ederdi:اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي
وَارْحَمْنِي
وَاجْبُرْنِي
وَاهْدِنِي
وَارْزُقْنِي/"Allah'ım! Beni
bağışla, bana acı, bana bağışta bulun, beni doğru yola ilet ve beni
rızıklandır." [169] Uyluklarına
dayanarak ayaklarının ön kısmı ve dizleri üzerinde (ikinci) rekata kalkardı.
Elleriyle yere dayanmazdı.
Ayağa kalkınca
ara vermeksizin kırâate başlardı. İkinci rekatı birinciden kısa tutardı.
Teşehhüd için oturduğunda sol elini sol uyluğu, sağ elini ise sağ uyluğu
üzerine kor, sağ işaret parmağını kaldırırdı. Parmağını ne tamamen diker, ne de
hareketsiz bırakırdı. Küçük parmak ile yüzük parmağını toplar, baş parmakla
birlikte orta parmağını halka yapar, dua etmek üzere işaret parmağını kaldırır
ve ona doğru bakardı. Sol avucunu sol uyluğu üzerine yayar ve yukarıda geçtiği
gibi, sol ayağını yayıp üzerine otururdu. Buhârî ve Müslim'de Ebû Humeyd'den
rivâyet edilen hadise göre, Hz. Peygamber, iki rekatı tamamlayıp oturunca sol
ayağı üzerine oturur, sağ ayağını dikerdi. Son rekatta oturduğu zaman sol
ayağını ileri alır, sağ ayağını diker ve kalçası üzerine otururdu.[170]
Bu
(ilk) oturuşta ashabına da öğrettiği şu duayı okurdu:التَّحِيَّاتُ
لِلَّهِ
وَالصَّلَوَاتُ
وَالطَّيِّبَاتُ
السَّلَامُ
عَلَيْكَ أَيُّهَا
النَّبِيُّ
وَرَحْمَةُ
اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ
السَّلَامُ
عَلَيْنَا
وَعَلَى
عِبَادِ
اللَّهِ
الصَّالِحِينَ
أَشْهَدُ
أَنْ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
وَأَشْهَدُ
أَنَّ
مُحَمَّدًا
عَبْدُهُ
وَرَسُولُهُ /selamlar, duâlar ve bütün güzel şeyler sadece Allah
içindir. Ey Peygamber! Selâm sana. Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana. Selam
bize ve Allah'ın Salih kullarına. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına
şahitlik ederim. Ve Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna da şahitlik
ederim." [171]
Hz. Peygamber, bu ilk teşehhüdü kısa tutardı. Sonra ellerini kaldırarak tekbir
alıp (üçüncü rekata) kalkardı.
İlk iki rekattan
sonra Fâtiha'dan başka bir şey
okuduğu tespit edilmemiştir.
İkinci ve son
teşehhüde oturunca, birinci teşehhüde ilave olarak hem kendisine hem de ailesi
üzerine salat (dua) getirir, kabir ve cehennem azabından, ölü ve dirilerin
fitnesiyle Mesih Deccâl'in fitnesinden Allah'a sığınırdı.[172]
Daha sonra önce
sağına sonra soluna "es-Selâmü aleyküm
ve rahmetullah, yani Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun." diye
selam verirdi.
Allah Resûlü
namaza durduğunda -Ahmed b. Hanbel'in naklettiğine göre-[173]
başını öne eğerdi. Gözlerini kapamaz, aksine secde mahalline bakardı.
Teşehhüdde olduğu gibi, işaret parmağından öteye bakmazdı. Namaz gözünün neşesi
kılınmıştı. Bu nedenle o: "Bilâl! Bizi namazla rahatlat." derdi.
Uzunca kılmak niyetiyle bir namaza başlayıp da bir çocuğun ağladığını duyunca,
annesine zahmet vermemek için namazını kısa keserdi. Ebu'l-Âs b. er-Rebî'in
kızı, yani büyük kızı Zeyneb'in kızı olan torunu Ümâme'yi omzunda taşıyarak
namaz kılardı. Kalktığı zaman onu taşır, rükû ve secdeye vardığında ise yere
kordu. Namaz kılarken Hasan veya Hüseyin gelir sırtına binerdi. Bunun üzerine
onu, sırtından düşürme korkusu nedeniyle secdeyi uzatırdı.
Bir keresinde bir
süvarisini öncü olarak sefere göndermişti. Kalkıp namaza durduğunda süvarinin
geleceği vadi tarafına bakar dururdu. Ama süvarisinin durumunu gözetmek onu
meşgul etmemişti. Allah'a olan yönelişinin, yakınlığının ve O'nun huzurunda
kalp huzurunun mükemmel oluşu nedeniyle, cemaat ve cemaat dışındakilerin
hallerini gözetleme gibi durumlar, onu hiç meşgul etmezdi.
O namaz kılarken,
Hz. Aişe tuvalet ihtiyacını görür gelir, o sırada kapı kapalı olursa, kapıya
kadar yürür, kapıyı açar sonra namazına dönerdi.
Namaz kılarken
kendisine selam verenin selamını işaretle alırdı. Müslim'in rivâyet ettiğine
göre Câbir şöyle demektedir: "Resûlullah, beni bir iş için göndermişti.
Sonra ona namaz kılarken yetiştim ve kendisine selam verdim. O da işaretle
selamımı aldı."[174]
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde ve İbn
Hanbel'in Müsned'inde İbn Ömer'in,
Hz. Peygamber eliyle işaret ederdi, dediği nakledilmektedir.[175]
Beyhakî'nin naklettiğine göre Abdullah b. Mesûd şöyle demektedir:
"Habeşistan'dan döndüğümde Hz. Peygamber'in yanına geldim, namaz
kılıyordu, selam verdim, başıyla işaret ederek selamımı aldı."
Hz. Peygamber,
kıble tarafında Hz. Aişe uzanmış yatarken namaz kılardı. Allah Elçisi, secdeye
vardığı zaman ona eliyle işaret eder/dürter, o da ayaklarını toplardı. Secdeden
kalktığı zaman yine uzatırdı.
Minber üzerinde
namaz kılar, orada rükû ederdi; secde zamanı gelince arka arkaya iner, yere
secde eder, sonra tekrar minbere çıkardı.
Duvara doğru
namaz kılarken önünden geçmek için bir evcil hayvan geldi. Ürkütmeden kovalamak
için o kadar uğraştı ki, sonunda karnı duvara yapıştı ve o hayvan arkasından
geçti.
İmam Ahmed ve
diğerlerinin naklettiğine göre, Hz. Peygamber, namaz kılarken, birbiriyle
dövüşen iki genç kız gördü. Elleriyle onları yakalayıp birbirinden ayırdı.
Namazından da ayrılmadı.
Namaz kılarken
ağlardı, öksürürdü. Ahmed b. Hanbel ve Nesâî'nin rivâyetlerine göre Hz. Ali
şöyle demektedir: "Allah Resûlü bana bir saatini ayırmıştı. Ona o saatte
gelirdim. Kapıya gelince girmek için izin isterdim. Namaz kılarken gelmiş isem,
öksürür ben de içeri girerdim. Şayet boş bir zamanına rastlamış isem, bana izin
verirdi."[176]
Bazen yalın ayak,
bazen de ayakkabılarıyla namaz kılardı. Yahudilere muhalefet olsun diye
ayakkabı ile namaz kılmayı da emretmiştir.[177]
Buhârî ve Müslim'in naklettiğine göre özellikle musibet zamanlarında bir
topluluğa dua, bir topluluğa da beddua için kunut okurdu. Musibet geçtiğinde
kunut okumayı terk ederdi. Sabah ve akşam namazlarında kunut okuduğu rivâyet
edilmektedir.[178]
Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in İbn Abbas'tan naklettiğine göre, Resûlullah, bir ay
süreyle öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarının son rekatında "Semiallahü
limen hamideh" dedikten sonra Süleymoğulları'ndan bir kabileye beddua
ederek kunut okumuş ve arkasındakiler de "âmîn" demişlerdir.[179]
Hz. Peygamber'in kunutu, bela ve musibet anlarıyla sınırlıydı. Hz.
Peygamber'in devamlı kunut okuduğu meselesine gelince, bununla kastedilen, her
rükûdan kalktıktan sonra kıyamı uzatma esnasında okuduğu dua ve övgülerdir.
Hz. Peygamber'in:
"Ben de sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğum zaman bana
hatırlatınız."[180] buyurduğu sabittir.
Allah Resûlü, bir
çok kez yanılmıştır.
Yanıldığında
kimi zaman
selam vermeden önce, kimi zaman da selamdan sonra iki secde yapmıştır. Buhârî ve Müslim'de Abdullah b. Buhayne'den şöyle rivâyet edilmiştir:
Resûlullah, öğle namazında iki rekatı kıldıktan sonra arada oturmadan kalktı. Namazını bitirince iki secde yaptı, sonra selam verdi.[181]
Müttefekun aleyh olan bir başka hadiste, son oturuşta iken selam vermeden önce iki secde yaptığı, her secdede tekbir aldığı
rivâyet edilmektedir.[182]
Hz. Peygamber,
(bir defasında) zevalden (güneşin batı tarafına yönelmesinden sonra) güneş
batımına kadar olan vakitteki namazlardan birini -öğle veya ikindi- kıldırırken iki rekatta selam verdi. Sonra konuştu. Daha sonra namazı
tamamladı. Daha sonra da iki secde yaptı.[183]
İmam Ahmed'in naklettiğine
göre Resûl-i
Ekrem, bir gün namaz kıldı,
selam
verip ayrıldı.
Oysa namazın bir rekatı kalmıştı. Talha b. Ubeydullah derhal ona yetişti. Geri dönüp mescide girdi ve Bilal'e emredip namaz için
kâmet getirtip. Cemaâte namaz kıldırdı.[184] Bir keresinde öğle namazını beş rekat kıldırdı. Bunun üzerine sebebi soruldu. O da selam verdikten sonra iki
secde yaptı. Bu hadis müttefekun aleyhtir.[185]
Allah Resûlü,
ikindi namazını üç
rekat kıldırdı, sonra evine girdi. Cemaat durumu ona hatırlattı. Bunun üzerine dışarı çıktı. Onlara bir rekat kıldırdı sonra selam verdi. Selamdan sonra iki secde yaptı, sonra selam verdi. Hz. Peygamber'in yanıldığı namazlardan bilinenlerin tamamı
bu beşidir.
Hz. Peygamber,
selam verince üç kez istiğfar eder[186] ve sonra şöyle
derdi: "Allahümme
ente's-selâmü ve minke's-selâm. Tebârakte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm.[187] Yani Allah'ım! Selâm sensin. Yalnız Sen'dendir selâmet. Çok Yücesin, ey celâl ve ikrâm
sahibi!" Bunu
söyleyecek kadar kıbleye dönük olarak bekler, hemen cemaate
yönelirdi. Buhârî
ve Müslim'in naklettiğine göre İbn
Mesûd: "Allah Elçisi'nin solundan çıkıp gittiğini çok gördüm." demiştir.[188]
Müslim'in ayrıca naklettiğine
göre, Enes, Hz. Peygamber'in sağ tarafından ayrıldığını söylemektedir. Abdullah b. Ömer, Resûlullah'ın namazdan sağından ve solundan ayrıldığını gördüğünü söylemektedir. Sonra yüzünü cemaate çevirir, cemaatin
sadece bir tarafına özel davranmazdı.
Hz. Peygamber,
her farz namazın ardında
şöyle derdi: "Lâ
ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü
ve hüve alâ
külli şey'in kadîr. Yani, Bir olan Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur, O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk
O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü
yeter."
İbn Hibbân Sahîh'inde Hz.
Peygamber'in bu duayı on kez söylenmesini emrettiğini nakletmiştir. Ebû Hâtim Sahîh'inde Hz. Peygamber'in: "Allahümme eslıh
lî dînî ellezî cealtehû ısmete
emrî, ve eslıh
lî dünyâye elletî cealte fîhâ meâyiş. Allahümme innî eûzü birızâke
minsehatik. Ve eûzü biafvike minnikmetik. Ve eûzü bike minke. Lâ mânia limâ
e'tayte ve lâ
mu'tiye limâ mena'te. Ve lâ yenfeu ze'l-ceddi minke'l-ceddü. Yani, Allah'ım! Halimin düzelmesine vesile kıldığın dinimi benim
için ıslah et. Geçinme kaynaklarımı kendisinde
yarattığın dünyamı benim için ıslah et. Allah'ım! Gazabından hoşnutluğuna sığınırım. Azabından affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım. Senin verdiğine hiçbir şey/kimse engel
olamaz. Senin vermediğini de hiçbir
kimse veremez. Hiç kimseye sahip olduğu makam ve
serveti, Sana karşı koyup fayda
veremez."
Allah Resûlü,
Muâz'a her namazın arkasında:
"Allahümme
eı'nnî alâzikrike ve şükrike ve hüsni
ibâdetik.
Yani, Allah'ım! Seni zikredebilmem, Sana şükredebilmem ve Sana iyi kulluk
edebilmem için bana yardım et!" şeklinde
dua etmesini tavsiye etmiştir. "Namazın
arkası" sözünde, selamdan önce veya sonra olma ihtimali söz
konusudur. Fakat Şeyhu'l-İslâm
İbn Teymiyye, bunun selamdan önce olmasını tercih etmiş ve sebebini de
şöyle izah etmiştir:
"Hayvanın arkası" örneğinde olduğu gibi, her şeyin arkası, o şeydendir, demektir."
Hz. Peygamber,
duvara doğru namaz kılacağı zaman duvardan uzak durmazdı.
Bir oduna veya bir direğe yahut bir ağaca doğru namaz kılacağı zaman, o şeyi sağ veya sol kaşı hizasına alırdı. Yolculukta yahut açık
alanda bulunduğunda yere mızrak/kargı diker, ona doğru namaz kılardı. Böylece bu mızrak
onun sütresi olurdu.
Hz. Peygamber,
mukim iken daima on rekat (sünnet) namaz kılmıştır.
Bunlar da İbn Ömer'in Allah Resûlü'nden öğrendiğini
söylediği şu
on rekattır: Öğle namazından önce iki rekat,
öğleden sonra
iki rekat; akşam namazından
sonra evinde iki rekat; yatsı namazından sonra evinde iki rekat ve sabah namazından önce iki rekat. Bu rivâyet Buhârî'de nakledilmektedir.[189]
Hafsa ve İbn Ömer'den nakledildiğine göre, Cuma namazından sonra kıldıklarını evinde
kılardı.
Bu hadisi Buhârî
ve Müslim rivâyet etmiştir.[190] Zorunlu bir
durum olmadıkça farz namazları mescidde kılması Hz. Peygamber'in adeti olduğu
gibi, sünnetleri
ve nafile namazları da
zorunlu/bir mazeret olmadıkça evinde kılması
onun adetiydi. Allah Resûlü'nün bu uygulamasını şu hadis desteklemektedir: "Ey
insanlar! Namazlarınızı evlerinizde kılınız. Çünkü, farz namazlar hariç, kişinin namazının en faziletli olanı evinde kıldığı namazdır."[191]
Sabah namazının sünneti ile vitir namazına
çok daha fazla dikkat ederdi. Nitekim, yolculukta bu iki namazdan başka sünnet kıldığı nakledilmemiştir. İbn Teymiyye şöyle demiştir:
"Sabah namazının
sünneti, amelin başlangıcı, vitir namazı ise, sonu mesabesindedir. Bu nedenle
Allah Elçisi, söz konusu namazlarda ihlâs sûrelerini (Kâfirûn ve İhlâs) okurdu. Bu iki sûre, ilim-amel, marifet-irâde ve
inanç-niyet birlikteliğini (tevhid) bünyelerinde toplamıştır."
İhlâs sûresi, inanç ve marifet
birliğini ifade ederek mutlak ortaklığın her çeşidini ortadan kaldıran ehadiyet;
hiçbir şekilde noksanlığın ilişemediği bütün kemal sıfatlarını ifade eden samediyet; istiğnâ, ehadiyet ve
samediyyetin gerektirdiği doğma
ve doğurmadan
uzak olma, teşbih ve benzerliği nefyetmeyi içeren denginin olmaması gibi Rab
Teâlâ için ispat edilmesi gereken nitelikleri içermektedir. Bu esaslar, sahip
olan insanı diğer
bütün dalâlet
ve şirk fırkalarından ayıran ilmî-itikâdî tevhidin buluştuğu noktalardır. Bu nedenle İhlâs sûresi,
Allah'ın bütün kemal sıfatlarını ispat etmeyi ve her türlü noksanlığı O'ndan nefyetmeyi içermektedir. Kâfirûn sûresi, kendini okuyanı
amelî,
irâdeye dayalı ve maksatlı şirkten kurtardığı
gibi, İhlâs sûresi
de kendisini inanarak okuyanı, ilmî şirkten kurtarır.
İrâdeye
dayalı amelî şirk,
insanlar nefsin arzu
ve isteklerine uyduklarından dolayı,
nefislere
daha galip gelmektedir. Bir takım
maksatlara
ulaşmak için birçokları, zararlı ve batıl olduğunu
bildikleri halde bu şirki işlemektedirler.
Bu şirki nefislerden izale edip söküp atmak, ilmî şirkten temizlenmekten daha zor ve çetindir. Zira, ilmî şirkin temizlenmesi, bilgi ve delille olur. Böyle bir şirk içinde bulunan kimsenin, bir şeyi
olduğundan başka bir şekilde bilme imkanı
yoktur. İrâdeye
dayalı maksatlı
şirk böyle
değildir. Zira bu şirkin içinde bulunan kimse, isteklerinin baskısı ile şehvet ve öfkenin nefsini otoritesi altına alması nedeniyle ilmin, bâtıl ve zararlı olduğunu gösterdiği şeyleri yapar. Bundan dolayı amelî şirki ortadan kaldıran
Kâfirûn sûresinde,
İhlâs sûresinde olmayan tekid ve tekrar vardır.
İşte bu sebeple Hz. Peygamber, iki rekat tavaf namazında da
bu iki sûreyi okurdu. Çünkü bu sûreler, ihlâs ve tevhîd sûreleridir. Allah
Elçisi, bu sûrelerle günlük ameline/işine
başlar, onlarla son buldururdu. Tevhîd'in sembolü olan hacda da
bu iki sûreyi okurdu.
İmam Mâlik'in Hz. Aişe'den
rivâyetine göre,
Allah Resûlü, geceleyin on bir rekat namaz kılardı. Bunlardan
bir rekatını vitir olarak kılardı. Namazını bitirince, müezzin ezan okuyup kendisini çağırmaya
gelinceye kadar sağ yanı
üzerine yatardı. Müezzin
gelince kalkar ve kısa iki rekat namaz kılardı. Hz.
Aişe, Allah Resûlü, bu yatışın sünnet
olduğu için değil,
gece
boyunca yorulup istirahat etmek için yatardı, demiştir. Hz. Peygamber'in sağ
yanı üzere yatışında şu incelik zikredilmiştir:
Kalp, sol taraftadır. İnsan sol yanı üzerine
uyuyunca, uykusu ağırlaşır. Bu durum Peygamber için de böyledir. Resûlullah, uykusu ağırlaşıp sabah
namazından kendisini alıkoymaması
için dinlenmek ve uykuya dayanmak amacıyla sağ
tarafına yatmayı tercih etmiştir.
Buhârî ve
Müslim'de nakledildiğine göre, Kâsım
b. Muhammed
Hz. Aişe'nin şöyle
dediğini duymuştur:
"Resûlullah'ın gece kıldığı namaz,
on rekattı. Bir rekatı vitir olarak kılar
sonra sabah namazının iki rekat sünnetini
kılardı."[192]
Hz. Peygamber,
gece namazında bazen gizli, bazen açıktan okur; bazen kıyamı uzatır, bazen kısa tutardı. Vitir
namazını çoğunlukla gecenin sonunda, bazen başında,
bazen de ortasında kılardı.
Allah Resûlü,
yolculukta, gece ve gündüz, devesi üzerinde hayvan nereye yönelirse o tarafa
doğru nafile namaz kılardı. Hayvan
üzerinde îmâ ile rükû ve secde ederdi. Secdede, rükûdan daha çok eğilirdi. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Dâvûd'un naklettiklerine göre, Hz.
Peygamber, devesi üzerinde nafile namaz kılmak
istediğinde kıbleye yönelir, namaz için tekbir alır, sonra hayvanını salıverirdi. Sonra da hayvan nereye yönelirse o tarafa doğru namaz kılardı.[193]
Allah Elçisi,
yolculuktan döndüğü zaman iki rekat namaz -buna
kuşluk namazı
ismini vermişlerdir.- kılardı. Çünkü
insanlar, onu hem yolculuktan döndükten sonra hem de Mekke'nin Fethi'nde kuşluk vaktinde namaz kılarken
görmüşlerdir.[194] Ancak, Sahîh'de Hz. Aişe'nin de açıkladığı gibi, Hz. Peygamber, bu namazı
kuşluk vaktinde düzenli olarak kılmamıştır. Bu,
merfû hadislerin ve sahabe sözlerinin toplamından
anlaşılmaktadır.
Müsned'de Ebû Bekre'den
nakledildiği gibi, Allah Resûlü, ya kendisini
sevindiren bir durum ortaya çıktığında veya kendisini üzen bir kötülüğün yok edilmesinden dolayı
secde ederdi. İbn Mâce'nin Enes'ten naklettiğine
göre Hz. Peygamber, bir ihtiyacının görüldüğü mesajını alınca,
Allah için secdeye kapanırdı.[195]
Allah Resûlü,
Kur'an'da bir secde âyetiyle karşılaştığında tekbir alır, secde ederdi.[196]
Sünen sahiplerinin zikrettiğine göre secdelerinde bazen: "Secede vechî lillezî haleqahû ve savverahû
ve şakka sem'ahû ve basarahû bihavlihî ve quvvetihî.[197] Yani, güç ve kudretiyle kendisini yaratan, şekillendiren, göz-kulak
veren Allah'a yüzüm secde etti." duasını okurdu. Hz. Peygamber'in bu secdede tahiyyat okuduğu, selam verdiği
nakledilmediği
gibi, bu secdeden kalkmak için tekbir aldığı da
nakledilmemiştir.
Hz. Muhammed,
Medine'ye hicret ettiğinde Kuba'da Amr b. Avfoğulları yanında pazartesi,
salı, çarşamba
ve perşembe günleri kaldı ve bu zaman zarfında mescidlerini
inşa etti. Sonra cuma günü yola çıktı. Sâlim b. Avfoğulları'nın yanlarına vardığında cuma vakti girdi. (Ranûnâ) vadisinin ortasındaki mescidde cuma namazı
kıldırdı. Bu
namaz, kendi mescidini inşa etmeden önce
Medine'de kıldırdığı ilk Cuma namazı
oldu. Bu olayı zikreden İbn İshak şöyle demektedir: "Allah Resûlü'nün okuduğu ilk hutbede, Allah'a yaraşır
bir şekilde O'na hamd etti, övgüde bulundu sonra şunları söyledi:
Ey insanlar!
Kendiniz için ahirete önceden azık
gönderiniz. Allah'a
yemin olsun ki, her biriniz öleceksiniz. Sonra sizden biriniz ölür de sürüsünü
çobansız bırakır gider.
Sonra Rabbi Allah -arada ne bir tercüman ne de kendisinden uzaklaştıracak bir alıkoyucu bulunacak- ona şöyle diyecektir: 'Sana benim elçim gelip tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Ya sen
kendin için ahirete ne gönderdin?!' O kişi
sağına ve soluna bakacak, fakat hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, cehennemden başkasını göremeyecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa kendisini cehennemden korumaya gücü yeten
(o hayrı) işlesin. Onu da bulamayan güzel sözle kendini korumaya çalışsın. Zira bir iyiliğe
karşılık on katından yedi yüz katına
kadar sevap verilir. Allah'ın selamı, rahmeti
ve bereketleri üzerinize olsun.
Bu günü yüceltmek
ve üstün görmek Hz. Peygamber'in adetiydi.[198]
O, cuma günleri sabah namazında Secde ve Dehr/İnsân sûrelerini
okurdu. Çünkü bu sûreler, cuma günü olmuş ve
olacak hadiseleri içermektedir.
Bu sûrelerde örneğin, Hz. Adem'in yaratılışı ve ahiret hayatına
ilişkin (meâd) hususlar anlatılmaktadır. Yoksa namaz kılanların çoğunun okumakla
yetindiği secde maksadıyla değil!
İmam Ahmed ve diğerleri şu hadisi
rivâyet etmişlerdir: "Bir kimse Cuma günü gusleder, varsa güzel koku sürünür, en güzel
elbiselerini giyer, ruh dinginliği ile evinden çıkıp mescide gelir, hiç
kimseye eziyet etmeden münasip gördüğü kadar namaz
kılar; sonra imam hutbe okumak için minbere çıkmasından namazı kılıp bitirinceye
kadar susarsa bu, iki Cuma arasında yaptığı günahlara kefâret olur."[199] İbn Mâce Sünen'de ise Hz.
Peygamber'in: "Ne olur, her biriniz
iş
elbisesinden başka Cuma için
iki parça elbise alıverse?"[200] buyurduğu nakledilmiştir.[201]
Allah Resûlü,
cuma günü insanlar toplanıncaya kadar namazı ağırdan alırdı.
Cemaat toplandığında tek başına -tellallık yapacak bir çavuşu
bulunmaksızın- huzurlarına çıkardı. Ne başına,
ne de omuzlarına şal
atardı. Mescide
girdiği zaman orada olanlara selam verir, minbere
çıkar, yüzünü cemaate çevirir, selam
verir, sonra da otururdu. O esnada Bilal ezan okumaya başlardı ki -sadece
bir tek ezan okunurdu-. Ezan bitince, Allah Resûlü ayağa kalkar, ezan ve hutbe arasını ayırmaksızın hutbe okurdu. Hiç kimse iki rekat namaz kılmak
için asla ayağa kalkmazdı. Bu da, Cuma namazının bayram namazı
gibi olup öncesinden
sünnet namazı olmadığına
delâlet
etmektedir. Bilal'in ezanı bitirdikten
sonra bütün
cemaatin kalkıp iki rekat namaz kıldığını zannedenler, sünneti bilmeyenlerin en cahilidir!
Yine cahillerin
Hz. Peygamber'in kılıca
dayanarak hutbe okuduğunu zannetmeleri / inanmaları, bu dinin kılıçla ayakta durduğu
sonucuna götürmektedir. Bu ise cehaletlerinin ne kadar ileri olduğunu göstermektedir! Hz. Peygamber, minber edindikten
sonra ne kılıca,
ne yaya ve ne de başka bir şeye dayandığına dair bir
hadis nakledilmiştir. Yine minber edinmeden önce de eline kılıç aldığına ilişkin bir rivâyet söz konusu değildir. O, sadece
minber edinmeden önce bir bastona veya yay'a dayanarak hutbe okurdu.
Hutbesi,
insanların ihtiyacı
olan konulardan
ibaretti. Hutbe esnasında emredilmesi yahut yasaklanması gereken bir durum ortaya çıkarsa, onlara yapmalarını yahut yapmamalarını emrederdi.
Nitekim, kendisi hutbe okurken mescide giren bir sahâbiye iki rekat namaz kılmasını ve
boş bulduğu
yere oturmasını emretmiş; insanların omuzlarına basa basa
ileri geçmeye çalışan kimseyi de menetmiştir.
Hutbe esnasında ortaya çıkan bir ihtiyaçtan
dolayı veya ashâbından birisinin soru sorması üzerine hutbeyi keser, ona cevap verir, sonra kaldığı yerden hutbesine devam eder ve tamamlardı. Hutbe
sırasında
bir adama: "Ey falan, buraya gel, otur; ey falan namaz kıl!" diye seslendiği
olurdu.
Hutbe esnasında Allah'ı anarken ve
O'na dua ederken işaret parmağı ile
işaret ederdi. Cemaatin
kendisine yaklaşmasını ve susup dinlemesini emrederdi. Bir kişi yanındakine "sus" derse boş konuşmuş olacağını bildirir: "Boş konuşan Cuma sevabından mahrum kalır." buyururlardı.[202]
Yine o şöyle buyururdu:
"Cuma günü imam hutbe okurken konuşan, kitap taşıyan eşek gibidir. Yanındakine 'sus' diyene Cuma sevabı yoktur." Bu hadisi İmam Ahmed rivâyet etmiştir.[203]
Birinci hutbeyi
ayakta okur, sonra kısa bir müddet oturur, sonra da kalkar
ikinci hutbeyi
okurdu. Hutbeyi bitirince Bilal kâmet getirmeye başlardı. Namazı uzatır, ayrılıncaya kadar
başka namaz kılmazdı, eve gider iki rekat namaz kılardı. Buhârî
ve Müslim'in İbn Ömer'den rivâyet ettikleri bir
hadiste, Hz. Peygamber, cumadan sonra evinde iki rekat namaz kılardı,[204] denilmektedir.[205]
Hz. Peygamber,
bayram namazlarını,
Medine'nin doğu kapısında bulunan musallada (namazgah) kılardı. Bayram
namazlarına çıkarken
en güzel
elbisesini giyerdi. Bayramlarda guslettiğine
dair sahih hadis mevcuttur.
Ramazan bayramına çıkmadan önce, sayısı tek
olmak üzere, birkaç hurma yerdi. Kurban bayramında
ise, musalladan dönünceye
kadar hiçbir şey yemez, daha sonra kesilen kurbandan yerdi.
Kurban bayram
namazını
erken kıldırır; Ramazan bayram namazını ise geciktirirdi. Musallaya varınca ezansız, kâmetsiz ve:
"es-salâtü câmiaten, yani haydin cemaatle namaza!" vb. sözleri
söyletmeden doğrudan
namaza başlar, iki rekat namaz kıldırırdı: Birinci rekatta başlangıç (iftitah) tekbiriyle birlikte peş peşe yedi tekbir alır,
her iki tekbir
arasında çok az bir süre susardı. Tekbirler
arasında belli bir zikir/dua söylediği nakledilmemiştir. Fakat, İbn Mesûd'un bu aralarda Allah'a hamd ettiği, O'na övgüde bulunduğu
ve Hz. Peygamber'e salat ü selam getirdiği
rivâyet
edilmektedir. Allah Resûlü, tekbir(ler)i tamamlayınca Fâtiha'yı ve Kâf sûresini okurdu.
Bazen de A'lâ sûresini okur, sonra
tekbir alır ve rükû ederdi. Secdeleri bitirince ikinci
rekata kalkar peş peşe beş
tekbir alırdı. Sonra Fâtiha ve ardından Kamer sûresini okurdu.
Bazen de Ğâşiye sûresini okurdu.
Bunların dışında
başka sûreler okuduğuna
dair, hiçbir
sahih rivâyet yoktur. Zâid tekbirden önce kıraat
ettiğine ilişkin bir rivâyet de sabit olmamıştır. Aksine
tekbir, her iki rekatta da ilk yaptığı şeydi. Tirmizî,
Kesîr b. Abdullah kanalıyla, Hz. Peygamber'in, bayram namazlarının ilk rekatında kıraatten önce yedi, ikinci rekatta yine kıraatten önce beş
tekbir aldığını rivâyet etmektedir.[206] Tirmizî diyor
ki: Bu hadisi Muhammed'e, yani Buhârî'ye sordum. O da: "Bu konuda bu
hadisten daha sahihi yoktur. Benim görüşüm
de budur." cevabını verdi.
Hz. Peygamber,
namazı bitirince, cemaat saflarında otururken onlara karşı
dönüp ayakta kendilerine vaaz eder, tavsiyelerde bulunurdu.
Buharî ve Müslim
tarafından rivâyet edilen bir hadiste
Câbir şöyle demektedir: "Bir bayram namazında Allah Resûlü ile beraber bulundum. Önce ezansız ve kâmetsiz olarak hutbeye geçmeden namazı kıldırdı. Sonra
Bilal'e dayanarak ayağa kalktı.
Sonra insanlara takva
ile hareket etmelerini emredip, O'nun emirlerine uymaya teşvik etti. Cemaate vaaz ve nasihat ettikten sonra yürüdü, kadınların yanlarına gitti.
Onlara da vaaz ve nasihat etti."[207]
İbn Mâce Sünen'inde
Peygamberimizin müezzini Sa'd'dan rivâyet ettiğine
göre, Allah
Elçisi bayram hutbelerinde çokça tekbir getirirdi.[208]
Ancak bu hadis, Hz. Peygamber'in bayram hutbesine tekbirle başladığına delil olmaz. Bütün hutbelerine Allah'a hamd ile başlardı. Zira
o şöyle buyurmuştur: "Allah'a hamd ile başlanılmayan her önemli iş
eksiktir."[209]
Hz. Peygamber,
bayram namazına katılan
kimseleri
hutbeyi dinlemek için oturmakla gitmek arasında
serbest
bırakmıştır. Bayram
Cuma'ya denk geldiğinde onlara bayram namazıyla yetinebileceklerine
dair ruhsat vermiştir. Bayramdan önce ve sonra herhangi bir
namaz kılmak onun adeti değildi.
Musallaya bir
yoldan gider, bir başka yoldan da dönerdi. Yolda gördüklerine
selam verir, o esnada yollarda ihtiyacı
olanların ihtiyacını giderir, İslâm'ın şiarlarını açıktan yapar, çeşitli yerlere şahitlik eder ve benzeri hükümleri yapardı.
Kurban bayramında arife günü sabah namazından
başlamak üzere en son teşrik
gününün
ikindi namazına kadar şu
şekilde tekbir getirirdi: "Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe illallahu
vallahu ekber Allahu ekber ve lillahi'l-hamd. Yani Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur. Allah en büyüktür, Allah en büyüktür ve hamd yalnız Allah'adır." [210]
Güneş tutulunca Hz. Peygamber, hızlıca mescide gitti, öne geçip iki rekat namaz kıldı: Birinci
rekatta açıktan Fâtiha ve uzunca bir sûreyi okudu. Sonra
rükûa eğildi ve uzunca bir rükû yaptı. Sonra
başını
rükûdan kaldırdı ve kıyamı uzattı ve: "Semiallahülimen
hamideh. Rabbenâ leke'l-hamd. Yani Allah
kendisine hamd eden kulunu işitti. Rabbimiz hamd yalnızca
Sana'dır." deyip sonra kıraate başladı. Bu
kıyam, birinci kıyamdan
daha az süreli idi. Sonra birinci rükûdan daha kısa
bir rükû yaptı, sonra
başını
kaldırdı, sonra uzunca bir secde yaptı.
İkinci rekatı birinci rekat
gibi yaptı. Böylece her rekatta iki rükû, iki de secde yapılmış oldu. Daha sonra dönüp etkili bir hutbe okudu. Bu
hutbesinden bize kadar intikal eden sözleri şöyledir: "Şüphesiz, güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) iki âyettir. Bunlar, hiç
kimsenin ölümü veya dirisi için tutulmazlar. Tutulduklarını görünce Allah'a dua edin, tekbir getirin, namaz kılın ve sadaka verin. Bana vahyolundu ki, sizler kabirlerde
imtihan edileceksiniz. Herhangi birinize gelip: 'Bu adam hakkında ne biliyorsun?' diye soracaklar. Mümin -veya kesin inançlı kişi-:
'Allah'ın elçisi Muhammed'dir. Bize
açık deliller ve hidâyet getirdi. Biz de inandık
ve itaat ettik.'
diye cevap verecektir. Ona: 'Rahat uyu! Senin gerçek inanan olduğunu anladık.' denilecek. Münâfık -veya şüphe eden kişi-: 'Bilmiyorum. İnsanların bir şeyler
dediğini işittim,
ben de söyledim.' diyecektir."[211]
Sahih ve sabit olan görüşe göre, Hz. Peygamber güneş tutulması namazını sadece bir kez kılmıştır. Bu da oğlu İbrahim'in öldüğü
güne denk gelmişti.
Hz. Peygamber'in
pek çok şekilde yağmur
duasında bulunduğu sabittir: Birincisi: Cuma günü hutbe
esnasında minberde yağmur duasında bulunmuştur
ve şöyle dua etmiştir: "Allahümme eğisnâ,
Allahümme eğisnâ,
Allahümme's-qınâ. Yani, Allah'ım bize yardım et! Allah'ım bize yardım et! Allah'ım bize yağmur ver!" İkincisi: İnsanlara musallaya (namazgaha) çıkıp yağmur duasında bulunacağı bir gün vaadetti. Oraya varınca ellerini kaldırarak yalvarır ve dua eder şekilde
konuşma/hutbe okumaya başladı. Sonra cemaate ezansız,
kâmetsiz
ve bunların dışında
bir şey olmaksızın bayram namazı
gibi iki rekat namaz kıldırdı. Her iki rekatta da açıktan
okudu. Birinci
rekatta Fâtiha ve A'lâ sûrelerini, ikincisinde ise Ğâşiye sûresini okudu. Üçüncüsü: Hz. Peygamber
Cuma dışında bir günde Medine minberinde sade bir yağmur duasında bulundu. Bu
yağmur duasında herhangi
bir namaz kıldırdığı rivâyet edilmemiştir.
Dördüncüsü: Mescide
otururken yağmur duasında
bulundu.
Ellerini semaya kaldırıp Allah'a dua etti.[212]
Allah Elçisi'nin yolculuğu şu dört hususta odaklanırdı: a) Hicret, b) Cihad -yolculuğunun ekseriyeti bunun içindi-, c) Umre ve d) Hac.
Yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kura çeker, kimin nasibine çıkarsa
onunla yolculuk ederdi. Hac yolculuğuna
çıktığında
hanımlarının hepsini beraberinde götürmüştü.
Yolculuğa çıkacağı zaman
günün evvelinde yola koyulur, ümmetinin hayırlısıyla erkenden dönüp gelmesi için dua ederdi. Yolculara
içlerinden birini emir tayin etmelerini emreder, bir kişinin tek başına yolculuğa çıkmasını ise yasaklardı.
Sefer için
toparlanırken şu
duayı okurdu: "Allahümme
ileyke teveccehtü, ve bike i'tesamtü, Allahümme'kfinî mâ ehemmenî ve mâ lâ
ehtemmü bihî. Allahümme zevvidni't-takvâ ve'ğfirlî zenbî ve veccihnî li'l-hayri eynemâ teveccehtü. Yani, Allah'ım! Sana yöneldim, Sana sığındım. Allah'ım! Beni
kederlendirip üzecek şeylerden koru. Allah'ım! Bana takva
azığı lütfet. Günahımı bağışla. Her nereye yönelsem
beni hayra yönelt!"
Binmesi için
hayvanı önüne getirilip ayağını üzengiye basarken: "Bismillah" der, hayvanın sırtına bindiğinde şu duayı okurdu:
"Elhamdü
lillahi'llezî[213] sehhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ
lehû muqrinîne ve innâ ilâ rabbinâ lemunqalibûn. Yani, bunu hizmetimize veren Allah'a hamd olsun!
Zaten buna bizim gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz."
Şu duayı da okuduğu olurdu: "Allahümme hevvin aleynâ
seferanâ ve'tvi annâ bu'dehû. Allahümme ente's-sâhibu fi's-sefer ve'l-halîfetü
fi'l-ehl.[214] Yani, Allah'ım! Bize bu yolculuğumuzu kolaylaştır. Uzak yolculuğumuzu yakınlaştır. Allah'ım! Sen yolculukta arkadaş, geride kalan
ailem için halifesin!"
Allah Resûlü,
yolculuğa çıkmasından itibaren dönünceye kadar dört rekatlı namazları kısaltır, ikişer rekat olarak kılardı. Yolculuk esnasında dört rekatlı bir
namazı tam kıldığı, asla
sabit olmamıştır. Buhârî'nin Sahîh'inde rivâyet edildiğine göre İbn Ömer: "Ben Allah
Resûlü'ne yol arkadaşlığı
yaptım. Yolculukta
iki rekattan fazla kıl(dır)mazdı."[215] demiştir. Buna
aykırı
olarak Hz. Aişe'den rivâyet edilen hadise gelince, bu konuda, Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye şöyle
demektedir: "Bu bâtıldır/asılsızdır. Müminlerin annesi Hz. Aişe,
Allah Resûlü'ne
ve onun bütün arkadaşlarına muhalefet edip
onların namazlarının tersine
namaz kılacak biri değildir.
Oysa onun şöyle dediği
sahihtir: "Allah Teâlâ namazı
ikişer rekat farz kılmıştı.
Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince, yolculuktaki namaz olduğu gibi bırakıldı, fakat
ikamet halindeki namaza (iki rekat) ilave edildi." Bu hadis müttefekun
aleyhtir.[216]
Müslim tarafından
rivâyet edildiğine göre İbn
Abbas şöyle demiştir: "Allah, peygamberinizin dilinden namazı ikâmet halinde dört, yolculukta iki, korku halinde ise bir
rekat olarak farz kıldı."[217] Hz. Ömer ise şöyle demiştir: "Yolculuk
namazı iki rekattır. Cuma namazı iki rekattır. Bayram namazı
iki rekattır. Bu ikişer rekat tamdır, (dörtten) kısaltılmış değildir. Bu Hz. Peygamber'in dilinden böyledir. İftira eden ziyan etmiştir."
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e: "Emniyet
içinde olduğumuz halde niçin hâlâ namazı kısaltıyoruz?" diye sormuş,
Allah Elçisi de ona: "Bu, Allah'ın size bahşettiği bir sadakadır ve O'nun kolay dinidir. Öyleyse
sadakasını kabul
ediniz."[218] Buradan Hz.
Ömer, "Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit
kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir
günah yoktur"[219] âyette kısaltmadan
neyin kastedildiğini kavradı. Zira âyetteki kısaltma,
rekat adedi olmadığı gibi, âyetin mefhumu da bunu kastetmemektedir.[220]
Hz. Peygamber,
gün devrilmeden önce yola çıktığında öğle namazını ikindi vaktine kadar geciktirir sonra hayvanından iner her iki namazı
cem ederdi. Yola
çıkmadan önce gün devrilmiş ise, öğle namazını kılar sonra yola koyulmak üzere hayvanına binerdi. Rivâyete göre Hz. Peygamber Tebük
seferinde yola çıkmadan önce gün devrilirse öğle ile ikindi namazını cem ederdi. Şayet gün
devrilmeden önce yola çıkarsa öğle namazını geciktirir, ikindi vakti iner her iki namazı birlikte kıldırırdı. Akşam ve yatsı namazlarını da böyle yapardı.
Hâkim ve başkası bunu rivâyet etmiş, İbn Abbas aynısı söylemiş ve Sünenlerde de bu nakledilmiştir.[221]
Hz. Peygamber, ümmetine
yolculukta namazı kısaltabilecekleri
ve orucu bozabilecekleri
bir mesafe belirlememiştir. Teyemmüm etmeyi her yolculukta serbest bıraktığı gibi, bu konuyu da mutlak olarak serbest bırakmıştır. Bu
hususta bir sınırlama
getirdiğine dair ondan asla sahih bir rivâyet söz konusu değildir.
Yolcu olmayıp bir yerde konaklamışken,
Arafat'ta kılması dışında iki namazı cem ettiğine ilişkin ondan hiçbir rivâyet nakledilmemiştir. Allah
Resûlü, Arafat'ta cemi takdim (öğlenin vaktinde kılmak)
yaparak öğle ikindi namazını bir arada kıldırmıştır. Bunu
da, (ikindi namazıyla) vakfede duaya ara vermemek için yapmıştır.
Nitekim İmam Şafiî
ve İbn Teymiyye de böyle demektedir.
Allah Resûlü'nün
devamlı okuduğu
ve asla bırakmadığı bir hizbi vardı.
Tertil üzere ağır ağır okurdu. Okumaya başlamadan
önce: "Eûzü bi'llahi mine'ş-şeytânirracîm" diyerek kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırdı. Ayakta
iken, otururken, uzanırken ve abdestsiz iken Kur'an okurdu.
Cünüplük dışında hiçbir şey onun Kur'an okumasına
engel olmazdı.
O, Kur'an'ı teğannî eder
(nağmeli okur) ve bazen de sesini terci' ederdi. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kur'an'ı seslerinizle
süsleyiniz; [222]
Kur'an'ı teğannî etmeyen bizden
değildir;[223]
Allah
sesi güzel herhangi bir peygambere, Kur'an'ı teğannî etmesine izin verdiği kadar[224] hiçbir şeye izin vermemiştir."[225]
Allah Resûlü,
Kur'an'ı başkasından
dinlemeyi severdi. Bir keresinde Abdullah b. Mesûd'a Kur'an okumasını buyurmuş, o da Hz. Peygamber'e Kur'an okumuş; Peygamberimiz kendisini
okunan Kur'an'a öyle kaptırmış ki gözlerinden
yaşlar boşanmıştır.
Bir gece Ebû Mûsâ el-Eşarî'nin
Kur'an okuyuşunu gizlice
dinlemiş, sonra bunu ona anlatınca Ebû Mûsâ: "Dinlediğini
bilseydim
senin için onu (okumamı/sesimi) daha mükemmel yapardım."
demiştir.[226]
Allah Resûlü,
hasta sahâbîlerini ederdi. Kendisine hizmet eden Yahudi bir çocuğu,
müşrik amcasını hastalıklarında ziyaret etmiş ve
onlara
İslam'ı
sunmuştu.
Bunun üzerine Yahudi çocuk müslüman olmuştu.
Hastaya yaklaşır, başucuna oturur, halini sorar ve ona dua ederdi. Rivâyete göre
hastaya,
istediği herhangi bir şeyin olup-olmadığını sorar, şayet istediği şeyin hastaya zarar vermeyeceğini
bilirse, o şeyin
hastaya verilmesini emrederdi.
Hastanın yanına girdiği zaman: "Zararı yok, geçer. İnşallah (günahlarını) temizleyicidir." derdi.[227]
İster gece ister gündüz olsun herhangi bir günü, herhangi bir
vakti hasta ziyaretlerine ayırmak Hz.
Peygamber'in adeti değildi. Hastanın iyileşmesinden ümit kestiği
zaman: "İnnâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn. Yani, şüphesiz biz Allah'a aidiz ve
biz ancak O'na döneceğiz." derdi.[228]
Birinci safhada
kişiyi hastalığında ziyaret eder;
âhireti hatırlatır; vasiyet yapmasını, tövbe etmesini ve yanında
bulunanlara da
son sözü olsun diye: "Lâ ilâhe illallah" şahadet kelimesini söylemesini telkin etmelerini emrederdi.
Daha sonra, öldükten sonra dirilmeye inanmayan toplumların, yüzlerini tokatlama, elbiselerini yırtma, ölünün arkasından
bağırıp çağırarak
ağlama gibi adetlerini yasaklardı.
Ölüye saygılı davranmayı, onun yanında sessiz ağlamayı ve gönülden
üzülmeyi sünnet edinmişti.
Kendisi böyle
yapar ve: "Gözden yaş boşanır, kalp hüzünlenir. Ancak biz, Rabbin hoşnut olmadığı şeyleri
söylemeyiz."
derdi.[229]
Ümmetine böyle bir durumda, Allah'a hamd etmek, istircada bulunmak (İnnâ lillah ve
innâ ileyhi râciûn =
Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve biz ancak
O'na döneceğiz.) ve Allah'tan hoşnut olmak yolunu göstermiştir.
Öldüğünde ölünün gözlerini yummak, yüzünü ve bedenini kapamak Allah
Resûlü'nün adeti idi. Bezen de ölüyü öperdi. Ölüyü hemen donatıp Allah'a sunma, temizleme, güzel koku sürme, beyaz elbiselerle/kumaşlarla kefenleme konularında acele edip, sonra cenaze namazını kıldırırdı.
Savaş meydanında ölen şehitleri yıkatmak onun adeti değildi.
İmam Ahmed'in rivâyetine göre Hz. Peygamber, onların
yıkanmasını
yasaklamıştır. Şehidlerin üzerindeki deri ve demir eşyaları
soyar, onları elbiseleri ile gömer ve cenaze
namazlarını kılmazdı.[230]
İhramlı biri
öldüğünde su ve sidr (Arabistan kirazı ağacının yaprağı) ile
yıkanmasını, ihram giysileri olan izâr ve ridâ isimli iki parça kumaşa kefenlenmesini emreder, güzel koku sürülmesini ve başının örtülmesini yasaklardı.
Kefenin pahalı kumaşlardan
olmasını
yasaklardı. Şayet kefen bütün vücudu örtmeye yetmeyecek kadar kısa olursa başını örter ve ayakları
üzerine yeşil ot kordu.[231]
Bir mazeret dışında cenaze namazını mescidin dışında kıldırırdı. Cenaze namazını kıldırması için önüne bir ölü getirildiğinde
borcu olup olmadığını sorardı. Şayet borcu olursa, namazını kendisi kılmaz, ancak
ashabının kılmalarına müsaade ederdi. Çünkü onun namazı, (affı,
cenneti) gerektiren bir şefaattir. Kul ise, borcuna karşılık rehindir, borcu ödeninceye kadar cennete giremez. Allah,
kendisine fetihler nasip edince, Allah Resûlü borçlunun namazını kılar oldu. Ölünün borcunu yüklenir ve (varsa) malını mirasçılarına verirdi.
Cenaze namazını kıl(dır)maya başlayınca tekbîr alır, Allah'a hamd edip övgüde
bulunur ve ölü için dua ederdi. Tekbîrleri dört tane idi.[232]
Müslim'e göre sahih olan beş tekbîrle kıldırdığıdır.[233] Bundan daha
fazla tekbirle kıldırdığı da rivâyet edilmiştir.
Nitekim Saîd b. Mensûr, İbn Uyeyne'nin: "Bedir savaşına
katılanlara
beş, altı,
yedi tekbîr alırlardı." dediğini aktarmaktadır. Bütün
bu haberler sahihtir. Öyleyse dört tekbîrden fazlasını yasaklamak
gerekmez. Zira hem Hz. Peygamber hem de kendisinden sonra sahabe böyle yapmıştır.
Bir keresinde İbn Abbas cenaze namazı kıldırdı; ilk tekbîrden sonra açıktan
Fâtiha'yı okudu ve "Bunun sünnet olduğunu bilmeniz
için yaptım." dedi. Ebû Ümâme b. Sehl de aynı şekilde söyledi.
Bir grup sahabe, cenaze namazında Peygamberimize
salavât getirileceğini nakletmiştir.
Cenaze namazının maksadı ölüye duadır. Bundan dolayı Fâtiha okunacağı,
salavât getirileceği gibi hususlardan daha çok Hz. Peygamber'den dua
nakledilmiştir. Ondan nakledilen
dualardan biri şöyledir: "Allahümme'ğfir lehû
ve'rhamhü ve âfihî ve'fü anhü ve ekrim nüzülehû ve ve'ssi' medhalehû ve'ğsilhü
bi'l-mâi ve's-selci ve'l-beradi ve edhilhü'l-cennete ve ei'zhü
min-azâbi'l-qabri ve azâbi'n-nâr. Yani, Allah'ım! Onu bağışla, ona merhamet et, onu her türlü kötülükten uzak tut, onu
affet, vardığı yerde ona ikram et, girdiği yeri genişlet, onu su, kar ve dolu ile yıka, onu cennete
girdir, onu kabir ve cehennem azabından
koru." Bir
başka dua şöyledir:
"Allahümme
men ehyeytehû minnâ fe ehyihî ala'l-islâm ve's-sünne. Ve men teveffeytehû minnâ
fe teveffehû ala'l-imân, Allahümme lâ tahrimnâ ecrahû ve lâ teftinnâ ba'dehû. Yani, Allah'ım! Bizden olup
can verdiklerini İslâm ve sünnet
üzere yaşat. Bizden
eceli gelenleri de iman üzere öldür. Allah'ım! Onun mükafatından bizleri mahrum etme ve
ondan sonra da bizi fitneye düşürme." Bir diğeri ise
şöyledir: "Allahümme ente rabbühâ ve ente halaqtühâ ve
ente hedeytühâ li'l-islâm ve gabazte rûhahâ ve ta'lemü sırrahâ
ve alâniyetehâ ci'nâ şufeâe
fe'fir lehâ.
Yani, Allah'ım! Bu kadının Rabbi Sensin.
Onu Sen yarattın. Ona İslâm'ı Sen gösterdin.
Rûhunu sen aldın. Onun gizli-açık her şeyini bilen
Sensin. Biz şefaatçi olarak
geldik, onu bağışla." Hz. Peygamber
ölü için içtenlikle dua edilmesini emrederdi.
Allah Elçisi, bir
kimsenin cenaze namazını kılamadığı zaman mezarı üzerinde kılardı. Bu hususta herhangi bir zaman sınırlaması getirmedi.
Bir keresinde bir gece sonra, bir defasında
üç gün sonra, bir başka defa da bir ay sonra kabir üzerinde cenaze namazı kılmıştır.
Cenaze namazı kıldırırken cenaze erkek ise baş
tarafında, kadın ise orta
hizasında dururdu.
Çocukların cenaze namazlarını kıldırır ve: "Çocuklarınızın cenaze
namazlarını kılınız. Çünkü onlar
önden gönderdiğiniz sevaplarınızdır." derdi. Nitekim bu hadis İbn Mâce'nin Sünen'inde yer
almaktadır.[234]
Hz. Peygamber,
intihar edenin ve ganimet malını çalanın cenaze
namazını kıl(dır)mazdı.
Allah Resûlü, bir
ölünün cenaze namazını kıldırdığı zaman, önünde yürüyerek mezarlığa
kadar takip ederdi. Cenazeyi
takip eden kimsenin şayet binitli ise gerisinden, eğer yaya ise cenazeye yakın
olarak ya arkasından veya önünden yahut sağından
veyahut solundan takip
etmesini sünnet kılmıştır.
Cenazenin hızla
götürülmesini emrederdi. Bugün/zamanımızdaki insanların adım adım/yavaş yavaş yürümeleri
bid'attır. Ebû Berke, böyle yapan kimseye kırbacı kaldırır ve: "Allah Resûlü ile birlikte koşuşturduğumuz (günleri) gördüm." derdi.[235]
Hz. Peygamber,
cenazeyi takibe koyulduğunda cenaze yerine konuluncaya kadar
oturmazdı. Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği gibi böyle yapılmasını da emrederdi.[236]
Mezarın kıble tarafına bir yarık açmak (lahd), mezarı derinleştirmek,
geniş ve engebesiz yapmak Allah Elçisi'nin
adetlerindendi. Mezarları yüksek yapmak, yapımında tuğla, taş ve kerpiç
vb. kullanmak onun adeti değildi.
Hz. Peygamber, Hz.
Ali'yi hiçbir put bırakmadan hepsini yok etmek ve yüksek olan mezarların tamamını yerle bir etmek üzere (Yemen'e) göndermişti. Kabrin
kireçle yapılmasını,
üzerine bina inşa edilmesini
ve yazı yazılmasını yasaklamıştır.
Mezarını belli etmek istediği
kişinin kabrine alâmet olarak bir taş dikerdi.
Ölüyü kabre
koyduğu zaman: "Bismillahi ve alâ
milleti rasûlillah." derdi.[237]
Ölüyü güneş doğarken,
batarken ve güneş tam tepede iken defnetmezdi. Ölüyü gömme işi bittiği zaman kendisi ve ashabı
ayağa kalkar ölünün iman üzere sebat etmesi için dua ederlerdi. Günümüzde
insanların yaptığı
gibi mezarın başında oturup Kur'an okumaz ve ölüye telkinde bulunmazdı. Taberânî'nin
Ebû Ümâme'den rivâyet ettiği ölülere
telkin edilmesini emrettiğine dair hadise gelince, bunun Hz. Peygamber'e
aidiyeti (ref') sahih değildir.
Allah Resûlü, ölü
sahiplerine taziyede (başsağlığı dileği) bulunurdu. Fakat ne taziye için ne de mezarda veya bir başka yerde Kur'an okumak için toplanırdı.
Ölünün ailesinin, taziye için gelen insanlara yemek hazırlama zahmetine girmemelerini, aksine diğer insanların onlar için yemek yapıp getirmelerini emrederdi.
Ölen kişinin öldüğünü ilan etmediği gibi, ilan edilmesini de yasaklar ve: "Bu durum, câhiliyye işlerindedir." derdi.[238]
Hz. Peygamber,
ashabının
mezarlarını onlara dua etmek, rahmet okumak ve onlardan kendisine ders çıkarmak amacıyla ziyaret
ederdi. Ümmetine
meşrû kıldığı ziyaret
şekli işte
budur.
İnsanların
mezarları ziyaret
ederken şöyle demelerini emrederdi: "es-Selâmü aleyküm
ehle'd-diyâr mine'l-mü'minîn ve'l-müslimîn, ve innâ inşâallahü
biküm lâhiqûn.
Nes'elullahe
lenâ ve lekümü'l-âfiyeh.[239] Yani, ey bu diyarda yatan Müminler ve Müslümanlar!
Allah'ın
selâmı sizin üzerinize olsun, Biz de -inşallah- aranıza katılacağız. Allah'tan hem bizim hem de sizin için âfiyet
dileriz."[240]
Kabirlere karşı saygısızca davranmamak, onları çiğnememek, üzerlerine oturmamak ve yaslanmamak, saygı göstermek amacıyla
mezarları mescid haline çevirip yanlarında
ve onlara doğru namaz kılmamak, onlar
için toplanıp bayram ve putlar edinmemek, üzerlerinde lamba/kandil/mum
yakmamak Allah Resûlü'nün adetlerindendi. O, bütün bunlardan insanları menetmiş ve yapanları ise lanetlemiştir!
Allah Resûlü,
zekatın verileceği
malları zirâî
mahsuller; meyveler; deve, sığır ve davar gibi
hayvanlar; altın ve gümüş
gibi nakdî mallar
ve her türlü ticaret malı olarak belirlemiştir. Bunlardan tahıllar
ve
meyveler hariç, diğerlerinin yılda bir kez zekatlarının verilmesini zorunlu görmüştür/farz kıldı.
Tahıl ve meyvelerin zekat vaktini ise,
olgunlaşma ve kıvamına gelme (hasat
edildikleri zaman) olarak belirlemiştir.[241] Böyle tespit
edilmesi, hem zekat alacaklılar ve hem de
mal sahiplerinin
maslahatı için en uygun olanıdır. Şari', mal sahiplerinin malları
elde etmedeki zekatın mallardan
alınacak miktarlarını birbirinden farklı
olarak düzenlemiştir.
İnsanın
toplu ve biriktirilmiş bir durumda tesadüf ettiği
mallardan -ki
bu rikaz, yani toprağa gömülmüş
olarak bulunan maldır-
beşte bir oranında farz kılmış ve bunun için
üzerinden bir yıl geçmesini itibara almamıştır.
Elde etme zorluğu daha çok olan mallarda bu oranın yarısı olan onda bir oranında
verilmesini farz kılmıştır. Bu
oran aynı zamanda, insanın
herhangi bir külfete girmeden, yani o iş
için hazırlanmış aletler olmaksızın veya
kuyu açtırmaksızın Allah'ın yağmurla sulamayı bizzat kendisinin üstlendiği ve arazilerinin
kendiliğinden sürüldüğü
meyve ve ziraî mahsullerde
verilmesi gereken orandır. İnsanın külfete katlanarak çeşitli
aletler
vs. ile suladığı ve kuyu açtığı mahsulatta onda birin yarısı (yani yirmide
bir) zekat verilmesini farz kılmıştır.
Artışı, mal sahibinin kimi zaman yolculuğa çıkarak, kimi zaman dolaştırarak, kimi
zaman da bekleyerek aralıksız
çalışmasına bağlı bulunan mallarda ise, onda birin dörtte biri (rub'ul-öşri=kırkta bir) oranında
zekat verilmesini farz kılmıştır.
Bu mallardan her biri için ölçüler/miktarlar; bu miktarların altında olan malların
ise zekatının verilmeyeceğini belirledi: Altında
1) İhtiyaçlarının şiddet ve zayıflığına göre alanlar. Bunlar: Fakirler, yoksullar, köleler ve
yolculardır.
Hz. Peygamber,
zekatı malın
bulunduğu şehirdeki hak sahiplerine paylaştırırdı. Şayet mal, o şehir halkına dağıtıldıktan sonra artarsa kendisine getirilir ve onu dağıtırdı. Bir
insanın zekata müstehak olduğunu bilirse ona verirdi. Eğer
zekata müstehak olan biri
kendisinden ister, fakat kendisi o kişinin
durumunu bilmezse ona, zenginin ve çalışıp
kazanan güçlü kimsenin
zekatta nasibinin olmadığını bildirdikten sonra verirdi.[243]
Bir kişi zekat getirdiği
zaman Hz. Peygamber bazen ona:
"Allahümme bârik fîhi ve fî ibilihî.[244] Yani, Allah'ım! Bu adama bolluk ver ve develerini
bereketlendir." bazen de: "Allahümme salli aleyhi. Yani, Allah'ım! Bu kişiye rahmet
eyle." diye dua ederdi.
Onun adeti,
zekatta malların en iyilerini değil, orta hallisini almaktı.
Allah Resûlü,
zekat veren kimseye, verdiği zekatı satın almayı yasaklamıştı. Fakir
kişinin kendisine verilen zekattan zengine hediye
etmesi durumunda o zenginin zekattan yemesini mübah sayardı. Kendisi, Berîre'ye zekat olarak verilen etten yemiş ve şöyle demiştir: "Bu, ona zekattır; bize ise hediyedir."[245] Zaman zaman
zekat mallarından müslümanların yararına borç alıp kullanırdı. Başına bir iş geldiği zaman,
zekatı sahiplerinden vaktinden önce ödünç alırdı.
Nitekim amcası Abbas'tan iki senelik zekatı vaktinden önce ödünç almıştır.
Zekat memurlarını yalnızca sürüler, zirâî mahsuller ve meyveler gibi görünen açık mal sahiplerine gönderirdi.
Hurma
sahiplerine, ağaçlarındaki
hurmaları tahmin edecek, kaç vesk geleceğini araştıracak
ve böylece onların ne kadar zekat vermeleri
gerektiğini hesaplayacak bir tahminci (hârıs) gönderirdi.
Hurmalara gelebilecek âfetlerden dolayı
tahminciye, ağaçtaki hurmanın üçte birini
veya dörtte birini mal
sahiplerine bırakmasını, bu miktar
hurmayı tahminde hesaba katmamasını emrederdi. Bu tahmini ölçüm işi,
meyvelerin
yenmeden ve koparılmadan önce zekatın hesaplanması, sahiplerinin
ondan istedikleri
gibi tasarrufta bulunması ve zekat miktarının
ödenmesi için yapılmaktaydı.
Bundan dolayı Hz.
Peygamber, kendileriyle müsâkât ve müzâraât akdi yaptığı Hayberlilere tahminci gönderir, meyveleri ve zirâî
mahsulleri tahmini olarak hesaplattırır ve bunların yarısını onlara tazmin ettirirdi. Onlara Abdullah b. Revâha'yı göndermişti. Ona rüşvet vermek
istediklerinde Abdullah: "Bana haram mı
yedireceksiniz?!
Vallahi ben size, bana göre insanların
en güzelinin yanından geldim. Siz benim gözümde maymun ve domuz
sayılmanızdan daha iğrençsiniz. Size nefretim ve ona olan sevgim, beni size karşı adil davranmamaya sevketmez." dedi. Bunun üzerine onlar:
"İşte bununla, gökler ve yer ayakta
durur." dediler.
Resûlullah, fıtır sadakasını müslümana hurmadan, kuru üzümden, keş denen yoğurt/ yemekten ve
arpadan bir sa'[246]
olarak belirlemiştir. İmam
Ahmed ve Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiklerine göre, buğdaydan
iki
kişiye bir sa' (yani yarım sa') verilir.[247]
Hz. Peygamber, bu
sadakayı bayram namazından önce verirdi. İbn
Mâce'nin Sünen'inde onun şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir:
"Kim bu fıtır sadakasını bayram namazından
önce verirse, o, makbul bir zekat yerine geçer. Kim de namazdan sonra verirse,
o, herhangi bir sadaka yerine
geçer."[248] Buhârî ve Müslim'de İbn
Ömer'den
rivâyet edildiğine göre, Resûlullah, fıtır sadakasının insanlar bayram namazına
gitmeden önce
verilmesini emretmiştir.[249]
Bu iki hadis
gereğince fıtır sadakasının bayram namazından sonraya
bırakılması caiz değildir. Doğrusu da budur; çünkü ne bu iki hadisle çelişen, ne bunları nesheden ve ne de
bu hadislerle hüküm vermeyi engelleyen bir icmâ vardır.
Bunun bir benzeri
de, kurban kesim vaktinin, sıra itibariyle namazın vaktini
değil, imamın
namazının takip
edilmesidir. Zira, kim, imamın bayram namazını kıldırmadan önce kurbanını keserse, bu hayvan kurban olmayıp, eti
için kesilen bir hayvan olmuş olur. Allah Resûlü bu
sadakayı kimsesizlere tahsis ederdi.[250]
Hz. Peygamber,
sahibi bulunduğu mallardan en çok sadaka veren insandı. Onun
yanında herhangi bir kişi bir
şey istese az olsun, çok olsun mutlaka o şeyi verirdi.
Verdiğinden dolayı
duyduğu sevinç,
alan kimsenin aldığı şeyden
dolayı duyduğu sevinçten
daha fazla olurdu. Verdiği mallar farklı farklı idi: Kimi zaman hibe, kimi zaman sadaka, kimi zaman hediye, kimi zaman
da bir şeyi satın
alıp sonra
hem ücretini ve hem de satın aldığı malı satıcıya
geri verirdi. Bir şey ödünç alıp
geri verirken aldığından
daha çok, daha fazla ve daha büyüğünü
verirdi.
Bir şey satın
aldığında
ücretinden daha fazla öderdi.
Oruç tutmaktan
maksat, Allah'ın sevgisini ve hoşnutluğunu tercih ederek nefsin sevdiklerini terk etmektir. Bu, kul
ile Rabbi arasında bir sırdır. Orucun,
görünen organların ve iç güçlerin korunmasında, bozucu
zararlı maddeleri kendisine çeken karışımdan onları muhafaza
etmede ve onların sıhhatine engel pis maddelerin vücuttan atılmasında
insanı hayrette bırakan
bir etkisi vardır.
Oruç, şehevî güçlerin zorla aldığı şeyleri kalbe ve organlara iade eder; aç insanların halini hatırlatır ki, bu, takvanın en büyük yardımcılarındandır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey İman edenler! Allah'a karşı gelmekten
sakınmanız için oruç, sizden
önceki toplumlara farz kılındığı gibi, size de farz kılındı."[251] Hz. Peygamber
de: "Oruç (kötülüklere karşı) bir kalkandır."[252] buyurmuş,[253] evlenmeye şiddetle arzulu olup da evlenemeyenlere oruç tutmalarını emretti ve orucu bu arzunun kırıcısı olarak
nitelendirdi.
Nefisleri alışkanlıklarından ve isteklerinden ayırmak en zor işlerden
olduğundan nefislerin tevhid ve namaz üzerinde
iyice yerleşmesi ve Kur'an'ın emirlerine iyice alışılması için orucunu farziyeti gecikti. Böylece aşama
aşama oruca geçildi.
Oruç, hicretin
ikinci senesinde farz kılındı. Allah
Resûlü vefat ettiğinde dokuz Ramazan orucu
tutmuştu.
Oruç tutamadıkları zaman ihtiyar erkek ve kadının yemek yedirmeleri öngörüldü. Bunlar oruç tutmayıp bunun yerine her gün bir yoksulu doyururlar. Hasta ve
yolcuların orucu bozup sonra (başka günlerde) kaza etmelerine izin verildi. Kendilerine bir
zarar gelmesinden korkan hamile ve emzikli kadınlara da aynı izin
verildi. Hamile ve emzikli kadınlar çocuklarına bir zarar gelmesinden endişe
duyarlarsa, hem kaza ederler
hem de her bir gün için bir yoksulu doyururlar. Çünkü bunların oruç
yemeleri herhangi bir hastalık korkusuyla değildir.
Sıhhatli oldukları halde orucu bozmaktadırlar. Bu yüzden de sıhhatli
kimsenin oruç
tutmamasında olduğu gibi, burada da bir yoksulu
doyurmak mecburidir.[254]
Hz. Peygamber'in
adetlerinden biri de, hilalin ya muhakkak bir surette (herkes tarafından)
görülmesiyle ya da bir tek kişinin hilali gördüğüne dair şahadetiyle
Ramazan orucuna başlamasıydı. Nitekim bir defasında
İbn Ömer'in, bir defasında
da bir bedevinin şahadetlerine güvenerek oruca başlamıştı. Bedevinin haberine güvenerek şahadet
lafzını söylemeye
zorlamamıştır. Şayet
hilal
gözükmez ve hiç kimse de gördüğüne şahitlik
etmezse, Şaban ayını otuz güne tamamlar ve insanların da böyle yapmalarını emrederdi.
Bayram namazı vakti
çıktıktan
sonra iki kişi (Şevval) hilalini
gördüklerine dair şahitlik etseler, Allah Resûlü orucu bozar,
ertesi günü bayram namazını vaktinde kıldırırdı. İftarda
acele eder, (akşam) namazını kılmadan
önce iftar eder, iftarını
olgun taze birkaç
hurma ile, bulamazsa birkaç kuru hurma ile, onu da bulamazsa birkaç yudum su
ile yapardı. Orucunu açarken: "Allahümme leke sumtü ve alâ
rızgıke eftartü. Yani, Allah'ım senin rızan için oruç tuttum. Rızkınla orucumu açtım." şeklinde dua ettiği rivâyet edilmiştir. Onun
şöyle dua ettiği de söylenmiştir: "Zehebe'z-zameü
ve'b-teleti'l-urûgu ve sebete'l-ecru inşâallahu Teâlâ. Yani, susuzluk gitti, damarlar ıslandı ve inşallah sevap
sabit oldu." Bu iki rivâyeti
de Ebû Dâvûd zikretmiştir.[255]
Resûlullah,
Ramazan ayında yolculuk etmiş;
kimi zaman oruç tutmuş kimi zaman da oruç tutmamıştır. Sahabeyi bu durumda oruç tutup tutmamada serbest bırakmıştır. Ashabına düşmana yaklaştıklarında çarpışmada güçlü olmaları için orucu
yemelerini emrederdi. Hz. Ömer şöyle
demektedir:
Allah Resûlü ile birlikte Ramazan'da iki gaza -Bedir ve Mekke'nin Fethi- yaptık. İkisinde de oruç tutmadık.
Hz. Peygamber'in
oruçlunun orucu bozabileceği mesafe için bir mesafe
belirlememiştir. Bu konuda sahih bir rivâyet yoktur.[256]
Sahabe, yolculuğa çıktıklarında
evleri geçmeyi (geride bırakmayı)
dikkate
almaksızın oruçlarını bozuyorlar
ve bunun Hz. Peygamber'in sünneti ve prensibi olduğunu söylüyorlardı.
Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in
Ubeyd b. Cübeyr'den rivâyet ettiği hadis bunu ifade
etmektedir.[257]
Muhammed b. Ka'b şöyle demektedir: Ramazan ayında Enes
b. Mâlik'in yanına gelmiştim.
Yolculuğa çıkmak istiyordu. Devesine semeri vurulmuş o da yolculuk elbisesini giyinmişti. Yiyecek
bir şeyler istedi ve yedi! Bunun üzerine ben
ona: "Bu yaptığın sünnet mi?" dedim. O da:
"Sünnet" dedi. Sonra da devesine binip gitti. Tirmizî bu rivâyeti
hasen kabul etmiştir.[258]
Hz. Peygamber'in
hanımlarıyla
cinsi münasebetten
sonra cünüp olarak fecir vaktine kadar durduğu
da olmuştur. Fecirden
sonra gusleder ve oruç tutardı. Oruçlu iken bazı hanımlarını öperdi. Oruçlu iken misvak kullandığına ilişkin olarak
nakledilen rivâyet sahihtir. Oruçluyu burnuna su vermekte aşırıya
gitmekten yasaklamıştır. Oruçlu iken kan aldırmamıştır.
Oruçlu iken gözüne sürme çektiği rivâyet
edilmiştir.
Unutarak bir şey yiyip
içenin orucunu kaza ettirmemesi de Hz. Peygamber'in sünnetlerindendi. Zira bu şekilde oruç bozulmaz.
Allah Resûlü,
Ramazan'da çok hayır yapar, diğer aylardan fazla olarak bu ayda Kur'an'ı çokça okur ve üzerinde çalışırdı.[259]
Hz. Peygamber'in
galiba hiç iftar etmeyecek denilinceye kadar oruç tuttuğu da, galiba hiç oruç tutmayacak denilinceye
kadar oruç tutmadığı da olurdu. Ramazan'dan başka hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmemiştir.
Hiçbir
ayı oruç tutmadan geçirmedi. Bazılarının yaptığı gibi, Hz. Peygamber, üç aylarda -Recep, Şaban ve Ramazan- devamlı
oruç
tutmadı. Recep ayını
kesinlikle oruçla
geçirmediği gibi, o ayın
tamamında oruç
tutulmasını da
güzel
(müstehap) görmemiştir. Aksine, İbn
Mâce'nin zikrettiği gibi, bu ayın tamamını oruçlu
geçirmeyi yasakladığı rivâyet edilmiştir.[261] Allah Resûlü,
pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya özen
gösterirdi.[262]
Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde
yahudilerin
Aşûrâ gününde oruç tuttuklarını görünce, onlara sebebini sordu. Onlar: Bugün Allah'ın,
Hz. Musâ ve kavmini kurtarıp Firavun ve
adamlarını suda boğmuştur. Bunun
üzerine Hz. Musa da Allah'a şükretmek için o gün
oruç tutmuştur. İşte
bu
nedenle biz de bu gün oruç tutmaktayız, şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü: "Biz Hz. Musâ'ya sizden daha layığız." dedi ve hem
kendisi o gün oruç tuttu hem de oruç tutulmasını emretti.[263]
Buhârî ve
Müslim'in zikrettiğine göre Hz. Peygamber, arife günü
Arafat'ta oruç tutmamıştır.[264]
Kimi Sünen sahiplerinin rivâyetine
göre ise, o gün orada oruç tutulmasını yasaklamıştır.[265]
Arife günü
Arafat'ta oruç tutmadığına ilişkin
birçok hikmet
zikredilmiştir:
İbn Teymiye
bu durumu, insanlar bayram günlerinde toplandığı
gibi, bir araya geldikleri
için arife günü, Arafat'takiler için bayramdı,
şeklinde
gerekçelendirmiştir. Ve: Hz. Peygamber, Sünen sahiplerinin rivâyet ettiği: "Arafat'a çıktığınız gün, Kurban
kestiğiniz
gün ve Mina'da bulunduğumuz günler biz ehl-i İslâm'ın bayramıdır."[267] hadisine işaret etmiştir, demektedir.
Bayram oluşu, o topluluğa dahil olanların
bu günlerde
bir araya gelmiş olmalarından dolayı olduğu malumdur. Allah en iyisini bilendir.
Resûlullah,
ailesinin yanına gelince onlara: "Yanınızda, yiyecek bir şey var mı?" diye sorar eğer: "Yok." derlerse: "Öyleyse ben oruçluyum."
derdi.[268]
Böylece nafile oruca gündüzden niyet ederdi.
Bazen de nafile
oruca niyetlenir, sonra da orucu bozduğu
olurdu. Hz. Aişe Resûlulah'tan bu konuda iki hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan birisini Müslim,[269]
diğerini ise Nesâî nakletmiştir.[270]
Hz. Peygamber,
vefat edinceye kadar Ramazan'ın son on
gününde itikafa girerdi. Allah Resûlü, itikafı
sadece bir kere terk etmiş, Şevval ayında ise onu
kaza etmişti. İtikaf
için çadır kurulmasını emreder mescidde kendisine bir çadır kurulur, o da orada Rabbi ile baş başa kalırdı.
Her sene on gün
itikafa girerdi. Vefat ettiği sene yirmi
gün itikafa girdi. Cebrail her sene bir kez Kur'an'ı ona arz ederdi. Vefat ettiği
sene Kur'an'ı iki kez arz etti.
İtikaf halinde iken insanî ihtiyaçları dışında evine gitmezdi. İtikafta iken başını mescidden Hz. Aişe'nin
odasına uzatır, Hz. Aişe de hayızlı olarak bulunduğu
yerden Allah Resûlü'nün başını tarayıp yıkardı. Kendisi
itikaflı iken kimi hanımları onu ziyaret ederdi. Ziyarete gelen hanımı kalkıp gitmek istediği
zaman o da onunla kalkar onu geçirirdi. İtikaf
halinde
iken ne öpme ne de başka şeyle
hanımları ile asla cinsi ilişkiye
girmemiştir.[271]
Buhârî ve
Müslim'de Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine
göre Hz. Peygamber, dört
kez umre yapmıştır.[273] Hac ile birlikte
yaptığı umre dışında, umrelerin hepsini Zilkade ayında yapmıştır:
a) Zilkade ayında yapmaya
niyetlendiği, Hudeybiye[274]
antlaşması
ile sonuçlanan umredir
-ki bu, müşriklerin Hz. Peygamber'i Mekke'ye
girmekten engelledikleri umredir-;
b) Ertesi yıl
Zilkade
ayında yaptığı
umre;
c) Huneyn ganimetlerini taksim ettiği
yer olan Ci'râne'den[275]
(ihrama girip) Zilkade ayında yaptığı umre;
d) Haccı
ile beraber yaptığı umre. Bu (haccı
ile beraber yaptığı umre) hakkında Berâ b.
Azib'den nakledilen: "Resûlullah hac etmeden önce iki defa Zilkade
ayında umre yaptı."[276]
hadisi ile çelişmez; çünkü burada kastedilen, tamamlanan ve
hacdan ayrı yapılmış olan (hacdan
ayrı) müstakil umredir. Şüphesiz,
hac ve umre iki ayrı olgudur; kıran haccında[277]
yapılan umre müstakil değildir/yapılmaz.
Hudeybiye umresini yapmaktan da Hz. Peygamber engellendi ve bu umreyi
tamamlamasına (Mekke müşrikleri tarafından) mani olundu.
Bununla, Hz. Aişe ve İbn
Abbas'ın: "Allah Resûlü Zilkade ayı dışında umre
yapmamıştır."[278] demeleri arasında bir çelişki yoktur; çünkü kıran haccı ile birlikte yapılan
umrenin
başlangıcı Zilkade ayına, sonu ise, haccın
bitimi ile beraber
Zilhicce ayına rastlamaktadır.
Buna göre Hz. Aişe ile İbn
Abbas başlangıcını,
Enes ise bitimini haber vermektedir.
Hz. Peygamber,
bütün umrelerini Mekke'ye girince yapmıştır. Bugünkü insanların
yaptığı gibi, -insanlar umre yapmak için Mekke'den çıkıyorlar- Mekke'den çıkarak
umre yaptığına dair
bir rivâyet nakledilmemiştir.
Hz. Peygamber,
hicretten sonra onuncu yılda sadece bir defa hac yaptı; çünkü hac
hicretin dokuzuncu senesinden önce farz kılınmamıştı. Al-i İmrân sûresinin baş tarafındaki
âyetler, "elçiler yılı"nda inmiştir.
O sene, Necrân heyeti Allah Resûlü'nün yanına
geldi.
Hz. Peygamber onlarla cizye ödemeleri şartıyla antlaşma yaptı. Cizye hükmü/âyeti ise, Tebük seferinin yapıldığı hicretin
dokuzuncu yılında nazil oldu. Bu
sene. Âl-i İmrân sûresinin ilk
âyetleri inmiş, Allah Resûlü Ehl-i kitapla münazara
yapmış, onları
tevhide ve karşılıklı lanetleşmeye (mübâhale) davet etmiştir.
Şu olay buna delildir. Allah: "Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar, ancak bir pislikten ibarettir. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."[279] âyetini
indirince, Mekkeliler, putperestlerle olan ticaretlerini ellerinden kaçırmış olmalarından dolayı içlerinde bir üzüntü duydular. Allah bu ticaretin yerine cizye
hükmünü getirdi. Bu âyetlerin inişi ve ilanı hicretin
dokuzuncu yılında oldu. Allah
Resûlü, Hz. Ebû Bekir'i bunları ilan etmesi
için hac
mevsiminde Mekke'ye gönderdi. Ardında
da Hz. Ali'yi yolladı. "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın"[280] âyetine gelince, her ne kadar bu âyet Hudeybiye barış antlaşmasının
yapıldığı
altıncı yılda
inmişse de bu âyette haccın
farz kılındığı belirtilmemiştir.
Bu âyette yalnızca başlanılan hac ve umrenin tamamlanması emredilmektedir. Yoksa bu
âyet, hac ve umreye başlamanın farz olmasını gerektirmez.
Allah Resûlü, hac
yapmaya karar verince, insanlara hac yapacağını
bildirdi.
Daha sonra ihramı ve bu durumda kendilerine gerekli olan hususları öğreten
bir konuşma yaptı.
Medine mescidinde
öğle namazını dört rekat kıldırdı; güzel
kokulu yağlar süründü, saçını taradı, rida
(üstten giyilen elbise) ve izârını (belden
aşağı
giyilen elbise) giydi.
İkindiden önce yola çıktı.
Zilkade ayı bitmemişti. Zulhuleyfe'de[281]
konakladı, orada ikindi namazını iki rekat kıldırdı. Daha
sonra geceyi orada geçirdi; o gece hanımlarının hepsini dolaştı. İhrama girmek
istediğinde gusül yaptı, koku süründü; sonra izâr ve ridasını giydi, öğle namazını iki rekat kıldırdı, sonra
namaz kıldığı
yerde hac
ve umre için telbiyede bulundu. Allah Resûlü'nün öğle namazının farzının iki rekatından başka ihram için iki rekat namaz kıldığı rivâyet edilmemiştir. İhrama girmeden
önce, hedyini (kurbanlık devesini) belirledi, hayvanın sağ tarafını/dan
işaretledi, yani devenin hörgücünün dış tarafını yardı.[282]
O şöyle derdi: "Lebbeyk
Allahümme lebbeyk, Lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke
ve'l-mülke lâ şerîke lek.[283] Yani, buyur, Allah'ım buyur! Buyur, Senin hiçbir ortağın yok, buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Senin
hiçbir ortağın yok." Bu telbiyeyi
yüksek sesle getirdi, ashabı da işitti
ve onlara da böyle yapmalarını emretti.
Allah Elçisi, deve üzerindeki tahtırevan
ve hevdeç içinde değil, devenin
semeri üzerinde hac yapmıştır.
Hz. Ebû Bekir'in
eşi Esmâ, Zulhuleyfe'de Muhammed b. Ebû
Bekir'i dünyaya getirdi. Hz. Peygamber, Esmâ'ya gusledip ihrama girmesini ve
ardından telbiyede bulunmasını emretti.
Bu, hayızlı
kadının ihram için gusledebileceğinin
doğru olduğunu gösterir. Sonra Allah Resûlü telbiye getirerek
yürüdü ve Ravhâ[284]
denilen yere geldiğinde, avlanılması helal olan yabaneşeği
eti ikram edildi o da arkadaşları arasında paylaştırılmasını emretti. Bu da, ihramlının, kendisi için
avlamadığı zaman, avlanılması helal olan hayvanın
etinden yemesinin caiz olduğuna delalet
etmektedir.[285]
Serif[286]
denilen yere vardıklarında
Hz.
Aişe hayız
gördü. Bunun üzerine Hz.
Peygamber ona: "Kabe'yi tavaf
etmenin dışında bir hacının yaptığı her şeyi yap."[287] buyurdu.
Mekke'ye
geldiklerinde Allah Resûlü, yanında
kurbanlık hayvanı olmayanların haclarını umreye
çevirmelerini, yani önce Kabe'yi tavaf etmelerini, daha sonra Safâ ve Merve
arasında sa'y edip ihramdan çıkmalarını;
beraberinde kurbanlık hayvanları olanların ise, ihramlı olarak kalmalarını emretti. Bundan asla herhangi bir şey nesh
edilmemiştir! Aksine Sürâka b. Mâlik, Allah
Resûlü'ne
haccı dönüştürmelerini emrettiği bu
umrenin sadece o yıla mı özgü, yoksa bu işin ebedî
mi olduğunu sormuş,
O da:
"Evet, ebediyen böyle olacaktır."[288] cevabını vermiştir.[289]
Hz. Peygamber'in haccı umreye dönüştürmeyi
emrettiğini on dört sahabî rivâyet etmiştir.
Bu hadislerin hepsi de sahihtir. Bu rivâyetlerin birinde Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: "Yanımda kurbanlık hayvanım olmasaydı sizin ihramdan çıktığınız gibi ben de
ihramdan çıkardım. Kurbanlık hayvanı (hedy) sevk etmeseydim, size emrettiğimin aynısı yapardım; fakat hedy kesilecek
yerine ulaşıncaya kadar ihramdan çıkmam helal
olmaz."[290] Allah Resûlü'nün
emirlerini yerine getirdiler; Kabe'yi tavaf edip, Safâ ile Merve arasında sa'y ettikten sonra tıraş olup[291] ihramdan çıktılar. Terviye[292]
günü olunca, hac için telbiyede bulundular.
Taberânî'nin
zikrettiğine göre Hz. Peygamber Kabe'yi görünce: "Allahümme zid hâze'l-beyte
teşrîfen ve ta'zımen ve tekrîmen ve mehâbeten. Yani, Allah'ım! Bu evin (Kabe'nin) şerefini, saygınlığını, onurunu ve
heybetini artır." diye dua etti.
Resûlullah, Mescid-i Haram'a girince Kabe'ye yöneldi. Tahiyyetü'l-mescid
namazı kılmadı; çünkü Mescid-i Haram'ın tahiyyesi
tavaf idi.
Hacer-i Esved hizasına gelince, izdihama neden
olacak şekilde ve bütün bedeniyle kaplamadan
selamladı; Hacer-i Esved'den Rükn-i Yemânî tarafına da
ilerlemedi, ellerini de kaldırmadı. Ne
"bu tavafımla şuna
ve buna
niyet ettim." Dedi ne de tavafa nasıl
başlanılacağını bilmeyenlerin yaptığı
gibi
tekbir -namaz tekbiri gibi- aldı. Aksine tavafa
böyle başlamak çirkin bid'atlardandır.
Hacer-i Esved'e
yönelip selamladığında, Kabe'yi soluna alarak onu sağına aldı. Sadece
iki rükün arasında: "Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve
fi'l-âhirati haseneten ve qınâ azâbe'n-nâr. Yani, Rabbimiz! Bize dünyada bir iyilik, âhirette
bir iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!" şeklinde dua ettiği
bilinmektedir. Bu tavafı sırasında ilk üç turda remel yaptı. Yani hızlı yürüyüp
adımlarını kısa attı. Ridasını koluna alıp iki ucundan
birini, kürek kemiklerinden biri üzerine attı
ve diğer kürek
kemiği ile omzunu açık bıraktı. Hacer-i
Esved'in karşısına
her gelişinde mihceni
ile ona işaret edip selamladı ve mihcenini öptü. "Mihcen" ucu eğri değnek demektir. Hz. Peygamber'in Hacer-i Esved'i hem
öptüğü ve hem de eliyle selamladığı; Rükn-i Yemânî'yi ise sadece selamlayıp öpmediği sabittir. Taberânî,
Hz. Peygamber'in Rükn-i Yemânî'yi selamladığında:
"Bismillahi vallahu ekber." dediğini zikretmiştir. Hacer-i Esved'e
her gelişinde: "Allahu
Ekber"
demiştir.
Hz. Peygamber,
tavafı bitirince Makam'ın arkasına geldi ve: "Makam-ı İbrahim'den bir namaz yeri
edinin."[293] âyetini okudu.
Makam'ı kendisi ile Kabe arasına alarak iki rekat namaz kıldı. Bu
iki rekatta Fâtiha'dan sonra Kâfirûn
ve İhlâs sûrelerini okudu. Sonra Safâ
tepesine çıktı, oraya yaklaşınca: "Şüphesiz Safâ ve
Merve Allah'ın nişânelerindendir."[294] Sa'ye Allah'ın
başladığı yerden (yani Safâ'dan) başladı. Sonra
tepenin zirvesine çıktı, nihayet Kabe'yi gördü, ona yöneldi ve
şöyle dua etti: "Lâ ilâhe illallahu vahdehû
lâ şerîke lehû, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdü
ve hüve alâ külli şey'in
kadîr. Lâ
ilâhe illallahu vahdehû enceze va'dehû ve nesara abdehû ve hezeme'l-ehzâbe
vehdehû.[295] Yani, bir tek Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Bir tek Allah'tan başka
hiçbir ilah yoktur. O sözünü tutmuş, kuluna
yardım
etmiş ve (güçlü) toplulukları tek başına yenmiştir."
Sonra yürüyerek
Merve'ye indi. İbn Abbas, insanlar çoğalınca devesine
bindi, demektedir.
Merve tepesine
ulaşınca, zirvesine çıktı, Kabe'ye yöneldi, tekbir ve kelime-i tevhid getirdi.
Safâ'da yaptığı gibi yaptı. Kabe'yi tavafını aksine, nihayet özellikle ilk üç turunda remel yapmaksızın sa'yini
tamamladı.
Merve'de, -daha
önce geçtiği gibi- yanında kurban bulunmayan ister kıran
isterse ifrad[296] haccı yapan
herkesin kesinlikle ihramdan çıkmalarını
emretti. Kadınlarla cinsel ilişki kurma, güzel koku sürünme ve dikişli elbise giyme gibi ihramlıya
haram olan şeylerin hepsini yapmalarını ve
tevriye gününe kadar bu şekilde kalmalarını emretti. Ancak kendisi yanında kurbanı olduğu için ihramdan çıkmadı ve orada şöyle dedi: "Bu yapmakta
olduğum
hacca yeniden başlıyor olsaydım, kurbanlık sevk
etmez haccı umreye çevirirdim."[297] Daha sonra
onların ihramdan çıktığı gibi ihramdan çıktı.
Mekke'de
konakladığı yerde kaldığı sürece
namaz kılıyordu.
Burada
dört gün kaldı ve namazını kısaltarak kılıyordu. Perşembe günü beraberindeki
müslümanlarla birlikte Mina'ya hareket etti. İhramdan
çıkmış olanlar hac için ihrama girdi. İhrama girmek için Mescid-i Haram'a gitmediler. Hatta ihrama
girdiklerinde Mekke arkalarında idi. Daha sonra
Mina'da konakladı, orada öğle
ve ikindiyi kıldırdı ve Cuma gecesini orada geçirdi.
Güneş doğunca Arafat'a hareket etti ve ashabından kimileri telbiye kimileri de tekbir getiriyordu, kendisi
bunları işitiyor,
fakat hiç kimseyi de men etmiyordu. Urene'ye[298]
gelince, devesi üzerinde insanlara muazzam bir konuşma yaptı. Bu konuşmada, İslâm'ın temel prensiplerini açıkladı; şirk ve cahiliyye kaidelerini yıktı; bütün dinlerin haramlılığı hususunda
ittifak ettiği: kan, mal ve namusun haramlılığını açıkladı;
cahiliyye adetlerini ayaklarının altına aldı; erkeklere hanımlarına iyi davranmalarını tavsiye etti; kadınların hak ve görevlerini hatırlattı;
ümmete Allah'ın kitabına sımsıkı yapışmalarını tavsiye etti ve Kur'an'a iyice tutundukları sürece asla sapıklığa düşmeyeceklerini haber verdi! Sonra onlara kendisinden sorulacaklarını haber verip, o zaman ne diyeceklerini ve nasıl şahitlikte bulunacaklarını söylemelerini istedi. Onlar da: "Sen Allah'tan aldıklarını tebliğ ettin,
elçilik görevini yerine getirdin ve öğüt
verdin."
diye şahitlikte bulunacağız dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü, şahadet parmağını gökyüzüne kaldırdı, Allah'ı onlara üç kez şahit tuttu ve orada bulunanların
bulunmayanlara bu söylenenleri ulaştırmalarını emretti.
Arafat'ta vakfede
bulundu ve bir tek konuşma (hutbe) yaptı; aralarında oturduğu iki konuşma yapmadı. Konuşmasını bitirince Bilal'e ezan okumasını emretti. Daha sonra Bilal kâmet getirdi. Hz. Peygamber öğle namazını iki rekat kıldırdı ve bu iki rekatta kıraati
gizli yaptı.
Cuma günü idi. Bu da yolcunun Cuma namazı kılmayacağını gösterir. Sonra Bilal kâmet getirdi. Hz. Peygamber ikindi
namazını
aynı şekilde iki rekat kıldırdı.
Beraberinde Mekkeliler de vardı. Kuşkusuz, onlar da Hz. Peygamber gibi hem kısaltarak hem de birleştirerek
(Allah Resûlü'nün arkasında cem ederek) namaz kıldılar. Resûlullah, onlara ne namazı tamamlamayı ve ne de cem etmeyi terk etmelerini emretti.
Hz. Peygamber'in
onlara: "Namazınızı tamamlayın; çünkü biz
yolcuyuz." dediğini söyleyen şüphesiz açık bir hataya düşmüş ve çirkin bir yanılgı içine düşmüştür.
Resûlullah, onlara bu sözü Mekke'nin içinde
kendi memleketlerinde mukîm olmaları
sebebiyle
Fetih gâzileri hakkında söylemişti. Bundan
dolayı alimlerin görüşlerinin en doğrusu, Mekkeliler, Hz. Peygamber'le yaptıkları gibi, Arafat'ta namazlarını hem kısaltarak hem de birleştirerek kılarlar,
görüşüdür.
Bu da açık bir şekilde, namazın kısaltılması için yolculuğun belli bir mesafe
ve belli günlerle sınırlandırılamayacağına delildir. Namazın kısaltılması hususunda haccın
asla bir etkisi söz konusu değildir. Tesir, yalnızca Allah'ın sebep kıldığı,
yolculuk halidir. Sünnetin gereği
budur. Sınırlama getirenlerin görüşlerinin
hiçbir tutar tarafı yoktur.
Hz. Peygamber,
namazını bitirince devesine
bindi, dağın eteğinde
kayaların yanındaki vakfe
yapacağı yere geldi, devesi üzerinde kıbleye yöneldi, güneş
batıncaya kadar Allah'a yalvardı,
yakardı.
İnsanlara Arafat'ın özellikle kendisinin vakfe yaptığı yer olmadığını söyledi: "Ben burada
vakfe yaptım. Arafat'ın tamamı vakfe yeridir."[299] İnsanlara ibadet edecekleri yerler (meşâir) üzerinde
bulunmalarını,
oralarda vakfe yapmalarını, çünkü bu yerlerin ataları
Hz. İbrahim'in
mirasından olduğunu
söyledi.
Orada Necidlilerden bazıları
gelip
hacca ilişkin soru sordular. Cevaben o şöyle buyurdu: "Hac, Arafat
(ya da arife günü)dür. Sabah namazından önce yetişen hacca yetişmiş demektir. Mina
günleri üçtür.[300] 'Kim iki gün içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye)
dönerse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa, ona
da günah yoktur. Bu, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar içindir.'"[301] En hayırlı duanın arife günü yapılan
dua
olduğunu haber verdi. Yoksul bir kimsenin yemek isteyişi gibi, dua esnasında
ellerini göğsüne kadar kaldırdı.
Tirmizî'nin
zikrettiğine göre Resûl-i Ekrem'in vakfe esnasında yaptığı dualardan biri
şöyledir:
"Allahümme leke'l-hamdü kellezî neqûlü ve hayran
mimmâ neqûl. Allahümme leke salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî ve ileyke
meâbî ve leke türâsî. Allahümme innî eûzü bike min azâbi'l-qabri ve
vesveseti's-sadri ve şetâti'l-emri. Allahümme innî eûzü bike min şerri
mâ tecîü bihi'r-rîhu.[302] Yani, Allah'ım! Dediğimiz gibi ve
dediğimizden daha hayırlı hamd Sana.
Allah'ım!
Benim namazım, haccım, yaşamım ve ölümüm Senin içindir.
Dönüşüm
Sanadır. Mirasım da Sana aittir. Allah'ım! kabir azabından, kalbin vesvesesinden,
işlerin
dağınıklığından Sana sığınırım. Allah'ım! Rüzgarların getirdiği afetlerin şerrinden Sana sığınırım."
Şu âyet Hz. Peygamber'e Arafat'ta indi: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim"[303] Bir müslüman
ihramlı olduğu
halde Arafat'ta
vakfe yaparken devesinden düştü ve öldü.
Resûlullah, iki
bez içine kefenlenmesini, güzel koku sürülmemesini, su ve sidr (Arabistan
kirazı) ağacı yaprağı ile yıkanmasını,
başının
ve yüzünün örtülmemesini emretti. Ve Allah'ın
bu kişiyi kıyamet günü telbiye getirir bir vaziyette dirilteceğini haber verdi.
Güneş iyice
batınca Arafat'tan indi. Üsâme b. Zeyd'i terkisine aldı. O şöyle diyordu: "Ey
insanlar! Sakin olunuz; zira iyilik acele etmek değildir."[304] Me'zimeyn
(Arafat ile Meş'ar arasında
bir yerdir) yolundan indi. Arafat'a Dab yolundan girmişti. Hz.
Peygamber'in aynı şekilde bayramlarda da
(mescide gidiş-gelişlerinde
olduğu gibi) yolunu değiştirmek
adeti idi. Bayramlardaki tutum ve davranışları anlatılırken yukarıda bunun
hikmeti geçmişti.
Sonra ne hızlı ne yavaş bir şekilde yürümeye başladı. Müzdelife'ye varıncaya
kadar telbiyeye hiç ara vermeden söyledi. Oraya varınca, namaz için abdest aldı. Ezan okunmasını emretti. Müezzin ezan okudu sonra kâmet getirdi, yüklü develer
çökmeden önce akşam namazını kıldırdı.
Sahabe develerden yükleri indirince, namaz için kâmet getirilmesini emretti ve
yatsıyı kıldırdı. Akşam ile yatsı namazları arasında hiçbir namaz kılmadı. Arafat'ta
yaptığı gibi, akşam
ve yatsı namazlarını bir ezan ve iki kâmetle kıldırdı. Sonra sabaha kadar uyudu; o geceyi ihya etmedi. Bayram gecelerini
ihya ettiğine dair ondan hiçbir sahih rivâyet mevcut değildir.
Allah Resûlü, o gece fecir doğmadan önce ailesinin zayıf fertlerine
(kadınlara, çocuklara, yaşlılara) Mina'ya
gitmelerine izin verdi ve güneş doğuncaya kadar şeytan taşlamamalarını emretti. Bu, Tirmizî ve başkasının sahih kabul ettiği
bir hadistir.[305]
Şeytan taşlamanın vaktiyle ilgili olarak "Şeytanı taşlamak fecirle
birliktedir."
şeklinde bazı rivâyetler vardır. Bu rivâyetler
arasında bir çelişki yoktur. Şöyle ki: Kadınların izdihamı, yaşlılık ve hastalık gibi bir
mazereti bulunanlar, güneş doğduktan sonra şeytan taşlamada büyük bir sıkıntı çekeceklerse, bunlar güneş doğmadan önce acele ederek şeytanı taşlarlar ve böyle yapmaları
durumunda onlara
bir zorluk söz konusu değildir.
Fecir doğunca sabah namazını kıldırdı. Sonra devesine binip Meş'ar-i
Haram'a geldi, kıbleye yöneldi ve ortalık iyice aydınlanıncaya kadar Allah'a dua edip O'nu zikretti.[306]
Daha sonra terkisine Fazl b. Abbas'ı
alarak yola koyuldu. Yolda telbiye getiriyordu, Üsâme yaya olarak
Kureyş yarışçıları arasında geldi. Yolda İbn
Abbas'a,
şeytan taşlamada
kullanmak üzere
kendisine yedi taş bulup almasını emretti. Onları avucunda
silkeleyerek şöyle buyurdu: "Attığnız taşlar bunlar gibi olsun. Dinde aşırılığa kaçmaktan sakının; çünkü sizden öncekileri dinde aşırıya kaçma helak etmiştir."[307] Bu yolculuğunda
Hz. Peygamber'in karşısına
Has'amlardan güzel bir kadın çıktı
ve babasının
yerine hac yapıp yapamayacağını sordu; zira babası
deve üzerinde tutunamayacak kadar yaşlı bir ihtiyar idi. Allah Resûlü, kadına babasının yerine hac
yapmasını emretti.
Fazl b. Abbâs o kadına, kadın
da Fazl'a
bakmaya başlayınca
Hz. Peygamber, elini Fazl'ın yüzüne koydu
ve onu kadından başka tarafa çevirdi. Çünkü Fazl yakışıklı bir gençti.
Allah düşmanlarına O'nun azabının indiği yerlerde yaptığı
gibi, Muhassir
vadisine[308]
gelince, devesini harekete geçirip hızlandı. Çünkü
Allah'ın bize anlattığı fil sahiplerinin başına gelen burada gelmişti. Zira filler burada bitkin düşmüşler ve Mekke'ye gitmekten alıkonulmuştu.
Hz. Peygamber,
büyük cemreye çıkan orta yolu tuttu ve nihayet Mina'ya
geldi.
Doğruca Akabe cemresine gitti, vadinin aşağısında durdu, cemreye yöneldi. Güneş doğduktan sonra binitli olarak cemreyi tek tek taşladı, her taşı atarken tekbir
getiriyordu. İşte o sırada telbiyeyi kesti. Şeytan
taşlarken Bilal ve Üsâme yanında
idiler. Onlardan
biri devesinin yularını
tutuyor,
diğeri elbisesiyle güneşten gölgelemeye çalışıyordu.
Bu gölgeleme, ihramlı kimsenin
gölgelenmesinin caizliğine delildir.
Sonra Mina'ya döndü
ve insanlara orada son derece edebî bir konuşma
yaptı. Bu konuşmasında onlara
kurban gününün saygınlığını, faziletini
ve Mekke'nin diğer bütün şehirlerden daha saygın olduğunu bildirdi. Kendilerini Allah'ın kitabına göre idare edenlerin sözlerini tutup itaat etmelerini ve
hacla ilgili görevleri kendisinden almalarını/öğrenmelerini emretti.
Resûlullah: "Belki bu senemden sonra hac
yapmayacağım."[309] dedi ve onlara
haccın nasıl
yapılacağını öğretti. Kendisinden sonra, insanlara birbirlerinin boyunlarını vuran kâfirlere dönmemelerini emretti. Kendisinden duyduklarını diğer insanlara tebliğ
etmelerini emretti ve:
"Sözü işiteninden daha
iyi belleyen/kavrayan nice kimseler vardır." buyurdu.[310]
O şöyle buyurdu: "Her câninin
işlediği cinayet yalnız kendi aleyhinedir. Rabbinize ibadet edin, beş vakit namazınızı kılın, bir ay Ramazan orucunuzu tutun ve yöneticilerinize itaat edin ki, Rabbinizin cennetine
girebilesiniz."[311] İbn Abbas ve başkalarının anlattığına göre o zaman insanlara
veda etti. Bu nedenle onlar da bu hacca "Veda haccı" dediler!! Orada
kendisine şeytan taşlama,
kurban kesme ve tıraş olma gibi hususların
birbirinden
öne alınıp
alınmamasına ilişkin sorular soruldu. O da cevaben: "Bir sakıncası yoktur." dedi. Sonra
Mina'daki kurban kesim yerine gitti ve altmış
üç -ömrünün
yılları
sayısınca- deveyi
ayakta bağlı
olarak kendi
eliyle kesti.[312]
Sonra kendisi
kesim işini bıraktı ve
yüz deveden geri kalanını kesmesini Hz. Ali'ye emretti. Yine ona develerin eşyalarını (semer vs.), etlerini ve derilerini yoksullara sadaka olarak vermesini,
kasaba kesme işi karşılığında ücret
olarak kurbandan hiçbir şey vermemesini emretti.
Resulullah: "Biz ücretini kendi yanımızdan veririz."[313] dedi ve: "Dileyen kendisine
ayırabilir."[314] buyurdu.
Buhârî ve Müslim,
İbn Abbâs'n Hudeybiye yılında Resûlullah'la
birlikte bir deveyi yedi ve bir sığırı yedi kişi kurban ettik, dediğini rivâyet etmişlerdir.[315]
Câbir'den yapılan rivâyete göre ise sahabiler, Hz.
Peygamber'le birlikte yaptıkları hacda
bir deveyi on kişi kurban etmiştir. Bu
hadis Müslim'in şartlarına
uymaktadır.
Allah Elçisi'nin dokuz hanımı adına bir sığır kurban kestiği sabittir. Hz. Peygamber kurbanını Mina'da
kesti ve bütün Mina'nın kurban kesme yeri olduğunu, Mekke caddelerinin hem yol hem de kurban kesim yeri olduğunu bildirdi.
Allah Resûlü,
kurban kesme işini bitirince, berberi çağırttı ve ona (önce) başının sağ tarafını sonra sol tarafını almasını emretti. Pek çok sahabi başını kazıttı,
bazıları
ise saçlarını kısalttırdı.
Allah Teâlâ: "Allah dilerse, siz
güven içinde başlarını kazıtmış ve/veya saçlarınızı kısalttırmış olarak, korkmadan Mescid-i
Haram'a gireceksiniz."[316] buyurmaktadır.
Bu âyet, başı tıraş ettirmenin hac görevlerinden olduğunun ve yasaklı şeylerden kurtulma olmadığının delilidir.
Sonra binitli
olarak öğleden önce Mekke'ye hareket etti. İfâda tavafını yaptı, başka tavaf
yapmadı, bu tavafla birlikte ne sa'y ne de
remel yaptı.
Kudûm tavafında yaptığı
gibi veda tavafında remel yapmadı.
Tavafını bitirince, sahabiler hacılara
zemzem dağıtırken zemzem kuyusunun başına
geldi
ve: "Şayet insanların size galebe çalmayacaklarını bilsem iner sizinle birlikte hacılara zemzem dağıtırdım." buyurdu.[317]
Sonra kovayı ona uzattılar, ayakta içti.
Daha sonra Mina'ya döndü ve geceyi orada geçirdi.
Sabah olunca
güneşin zevalini bekledi. Sonra cemrelere
doğru yürüdü. Hayf Mescidi'ni takip eden birinci
cemreden başladı.
Oraya teker teker yedi taş attı,
her taş atışında:
"Allahu Ekber" dedi. Daha sonra
önündeki cemreye geçip kıbleye yöneldi ve ellerini kaldırarak
Allah'a uzunca bir duada bulundu. İkinci
ve üçüncü cemrelerde de aynı şekilde yaptı. Üçüncü cemre
Akabe cemresidir. Ne cahillerin yaptığı
gibi cemreyi
tepesinden taşladı,
ne de birçok
fakihin söylediği gibi, taşlama
esnasında cemreyi sağına
ve Kabe'yi karşısına aldı.
Akabe cemresinde
taşlama işini
bitirince, derhal döndü, dua etmek için bu cemrenin yanında durmadı; çünkü Hz. Peygamber,
bitirmeden önce bizzat ibadetin içinde dua ederdi.
Ebû Dâvûd'un
naklettiği gibi, Hz. Peygamber bayramın ikinci günü Mina'da insanlara ikinci bir konuşma yaptı
ve orada ona Nasr sûresi indirildi.[318]
Beyhakî'nin zikrettiği gibi, Allah Resûlü bunun veda olduğunu
anladı ve insanlara bunu haber verdi. Hz.
Peygamber, acele edip cemre taşlamayı iki günde yapmadı, aksine
üç teşrik gününde cemre taşlamayı tamamlayıncaya kadar kaldı.
Salı günü öğleden sonra hareket etti.
Mekke'ye varınca, geceleyin seher vaktine kadar veda tavafı yaptı, bu tavafta remel yapmadı. Hz. Safiye hayız gördüğünü kendisine haber verince: "Bu
bizi yolumuzdan alıkoyacak mı?" diye sordu.
"O, ifada tavafını
yaptı." dediler. "Öyleyse
yola koyulsun!" dedi.[319]
Medine'ye doğru yola koyuldu.
Amcası Abbas'a
hacılara su dağıtma görevinden
(sikâye) dolayı Mina gecelerinde, Mekke'de
gecelemesine; deve çobanlarının, Mina
dışında develerin yanında gecelemesine
müsaade etti. Onlara Kurban günü cemre taşlayıp kurban gününden sonra da iki günün cemre taşlamalarını birleştirerek
iki günden birinde taşlamalarına
izin verdi.
Hz. Peygamber, Medine'ye dönerken Ravhâ'da bir kafile
ile karşılaştı.
Bu esnada deve üzerinde mahfesi[320] içinde bulunan
bir kadın küçük bir oğlunu kaldırıp: "Ey Allah'ın
Resûlü, buna hac var mı?" diye sordu. Hz. Peygamber de: "Evet! Sana da ecir vardır." buyurdu.[321]
Zulhuleyfe'ye
gelince, geceyi orada geçirdi. Medine'yi görünce üç kez tekbir getirdi ve şöyle dua etti: "Lâ
ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh. Lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamd ve hüve alâ külli şey'in kadîr. Ayibûne, tâibûne,
abidûne, sâcidûne lirabbinâ hâmidûne. Sadakallahu va'dehû ve nesara abdehû ve
hezeme'l-ahzâbe vahdehû.[322] Yani, bir tek Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O'nun her şeye
gücü yeter. Biz Allah'a yönelenleriz, tövbe edenleriz, ibâdet edenleriz, secde
edenleriz, Rabbimize hamd edenleriz. Allah sözünü tuttu, kuluna yardım etti ve
kabileleri tek başına hezimete uğrattı." Sonra gündüz
vakti Medine'ye girdi. Allah en iyi bilendir.[323]
Hac yapanların kestikleri kurban (hedy), bayramda kesilen kurban (udhiye)
ve akîka
kurbanı En'âm sûresinde
zikredilen yalnız sekiz çift hayvandan kesilir. Ne Hz. Peygamber'den
ne de sahâbeden hedy, udhiye ve akîka kurbanı
dışında kurban olarak kestikleri bilinmektedir. Bu da Kur'an'ın toplam dört âyetinden çıkartılmıştır. Birincisi: "Dört ayaklı otçul kara hayvanları (deve, sığır, koyun ve
keçi) size helal kılındı."[324] İkincisi: "Ve Allah'ın rızık olarak
kendilerine verdiği (kurbanlık) dört
ayaklı
otçul kara hayvanlar üzerine belirli
günlerde (onları keserken) Allah'ın adını ansınlar!"[325] Üçüncüsü: "Dört ayaklı hayvanlardan yük taşıyanları, (yününden) döşek yapılanları yaratan da O'dur. Allah'ın size verdiği rızıklardan yiyin. Şeytanın adımlarını takip etmeyin; zira o sizin apaçık düşmanınızdır. Allah sekiz
çift (hayvan) yarattı."[326] Ayetin devamında
bu sekiz çifti zikretmiştir.[327] Dördüncüsü: "Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere."[328] Bu âyet, Kabe'ye ulaşan
kurbanlık işte bu sekiz çift havyandır.
Hz. Ali'nin âyetten çıkardığı hüküm de budur.
Allah'a yakınlık ve ibadet maksadıyla
kesilen hayvanlar üç gruptur:
a) Hedy (Hac
kurbanı), b) Kurban (Udhiye) ve c) Akîka kurbanı.
Allah Resûlü, hacda kurban olarak hem davar hem de deve kesti. Hanımları adına hacda sığır kurban etti.
Yukarıda da geçtiği gibi, Hz.
Peygamber ashabına
bir deveyi yedi ve aynı şekilde
bir sığırı yedi kişinin kesebileceğini söyleyerek onları
hac kurbanında ortak
yaptı. Bu kurbanı
götüren kimsenin, başka bir binek buluncaya kadar uygun bir biçimde hayvana
binmesini mübah saymıştır.[329]
Allah Resûlü,
gerek hac kurbanlarından ve gerekse kurbanlarından yemelerini ve azık
edinmelerini ümmetine mübah
kılmıştır.[330]
Ebû Dâvûd, Cübeyr
b. Nüfeyr yoluyla Sevbân'ın şöyle dediğini zikreder:
Allah Resûlü,
kurban kesti. Sonra: "Ey Sevban!
Bizim için şu koyunun etini ıslah et." buyurdu.[331]
Medine'ye varıncaya kadar o etten yedirdim. Bu olayı Müslim de rivâyet etmiştir.[332]
Hz. Peygamber,
hac kurbanlarının
etlerini bazen paylaştırır, bazen de: "Dileyen
kendisine onun bir kısmını ayırabilir." buyururdu. O, umre kurbanını Merve'de, kıran haccı kurbanını Mina'da kesti. İbn
Ömer de aynı şekilde yapardı.
Allah Elçisi, hac
kurbanını
ihramdan çıktıktan, güneş doğduktan ve şeytan taşladıktan sonra bayramın
birinci günü kesti. Hz.
Peygamber'in kurban günü sırayla yaptığı dört şey: Şeytan taşlama, kurban kesme, tıraş olma ve tavaf etme. Güneş doğmadan kurban kesimine asla izin vermemiştir.
Hz. Peygamber,
bayram namazını kıldırdıktan sonra iki koç kurban keserdi.[333]
O, namazdan önce kesen kimsenin kestiği
bu hayvanın kurban yerine geçmeyeceğini;
yalnızca o kimsenin ailesine takdim ettiği bir et olduğunu[334] haber vermiştir.[335]
Fıtır sadakasında geçtiği gibi, sünnet buna
delalet etmektedir.
Hz. Peygamber'in
adetlerinden biri, kurbanlık hayvanı seçmesi ve kusursuz olmasına
özen göstermesiydi. Kurbanını musallada keserdi. Bir koyun hem kesen adına hem de sayıları çok bile olsa ailesi adına
yeterli olur. Atâ
b. Yesâr diyor ki: Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye: "Resûlullah döneminde sahâbe
nasıl kurban keserdi?" diye sordum. O: "Bir
kimse kendisi ve ailesi adına bir koyun
kestiğinde hem kendileri yer ve hem de başkalarına yedirirlerdi." dedi. Tirmizî, bu hadisin hasen sahîh olduğunu söylemiştir.[336]
Muvatta'da nakledildiğine göre "Ey Allah'ın Resûlü! Bizden
biri çocuğu için kurban kesebilir mi?" diye
sormaları üzerine: "Sizden kim
çocuğu
için kurban kesmek isterse erkek çocuk için iki,
kız çocuk
için bir koyun kessin." buyurdu.[337]
Yine o şöyle buyurmaktadır: "Her çocuk
akîkasına
rehindir. Doğumunun yedinci
gününde onun adına akîka kurbanı kesilir, başı traş edilir ve ismi
konur."[338] Hadiste
"rehin" kelimesinin zikredilmesi, akîka kurbanına teşvik etmeyi kuvvetlendirmek içindir. Hz. Peygamber'in
akîka kurbanı olarak Hasan adına bir
koç, Hüseyin adına da bir koç kestiği sahih olarak rivâyet edilmiştir.[339] Hasan, Uhud
savaşı senesi, Hüseyin ise ertesi sene dünyaya
gelmişlerdi. Bunu İbn Abbas
ve Enes rivâyet etmişlerdir.
Erkek çocuk için
iki koyun, kız çocuk için bir koyun kesilmesini ifade
eden hadisler
şu sebeplerden dolayı kabule daha şayandır: Bu,
Hz. Peygamber'in sözüdür; sözü genel olup, uygulaması ise kendisine özgü olma ihtimali söz konusudur. Hasan ve
Hüseyin için akîka kurbanı kesme kıssası, kesilecek
hayvanın cinsi beyan edilmek istenmiş ve
akîka kurbanının
koçlardan kesileceği ifade edilmiş olabilir. Yoksa
bir kurban kesilir denmek istenmemiştir.
Ebû Dâvûd'un rivâyetine
göre Ebû Râfi', annesi Fâtıma oğlu Hasan'ı
dünyaya getirdiğinde Resûlullah'ın Hasan'ın kulağına namaz ezanı okuduğunu gördüm, demiştir.[340]
İsimler mânâların
kalıpları olduğu için isimlerle mânâlar arasında
bir ilişki
ve uygunluğun elbette bulunması gerekir. Allah Elçisi, güzel ismi severdi. O'nun: "İsimlerin Allah'a en sevimlisi: Abdullah
ve Abdurrahman;[341] isimlerin en doğrusu: Hâris ve Hemmâm;[342] en çirkin isimler ise: Harb ve Mürre'dir."[343] buyurduğu sabittir. Yine sahîh bir rivâyete göre o şöyle buyurmuştur: "Erkek çocuğunuza
"Yesâr", "Rabâh", "Necîh" ve "Eflah"
isimlerini koymayın; zira sen (onu
aradığında)
"Orada mı?" diye
sorarsın, çocuk orada olmaz, "Hayır" cevabını alırsın."[344]
Sahih bir
rivâyete göre Hz. Peygamber, "Âsiye" ismini değiştirmiş ve: "Senin ismin
bundan böyle 'Cemile'dir." buyurmuştur.[345] Kendisine bir
haberci göndermek istediklerinde ismi güzel, yüzü güzel birini göndermelerini
emrederdi.
Çocuğu olana da olmayana da künye takmak Hz. Peygamber'in sünneti
idi.
Suheyb'e "Ebû Yahyâ",[346]
Hz. Ali'ye "Ebu'l-Hasan" künyesini vermiştir.
Allah Resûlü,
ailesinin yanına, onları
şaşırtacak şekilde farkına varılmadan ansızın girmezdi. Onların
yanına girdiğinde selam verirdi. Bazen şöyle derdi: "Yanınızda yiyecek bir şeyler var mı?"[347] Bazen de mevcut olanlar önüne getirilinceye kadar
susardı. Hz. Peygamber'in Enes'e: "Ailenin yanına girdiğinde, selam ver ki, hem sana hem de ailene bereket olsun!" dediği
sabittir.[348] Tirmizî bu hadis
için "hasen-sahîh" demiştir. Müslim'in sahih
olarak rivâyet ettiğine göre Allah Elçisi: "Kişi evine girer de, girişi sırasında ve yemek
yerken Allah'ı anarsa, şeytan (avanesine): 'Size burada gecelemek ve akşam yemeği yok.' der. Eve girdiğinde Allah'ı anmazsa şeytan: 'İşte geceleyeceğiniz yer.' der. Yemek
yerken de Allah'ı anmazsa şeytan: 'İşte geceleyeceğiniz yer ve akşam yemeği.' der." [349] buyurmuştur.
Hz. Peygamber'den
ezanın tercî'li ve tercî'siz okunmasının sünnet olduğuna, kâmet lafızlarını
çift ve tek olarak meşru kıldığına
dair rivâyetler sabittir. Ancak kâmet kelimesi olan "Kad kâmeti's-salâtü"nün iki kez
söylenmesine ilişkin rivâyet sahihtir. Bunun
tek söylenmesine ilişkin kesinlikle sahih bir rivâyet yoktur. Yine
aynı şekilde, ezanın başındaki tekbirin dört kez tekrarlanması O'ndan sahih
olarak rivâyet edilmişken; yalnız
iki kez
tekrarlanmasına dair rivâyet ise sahih değildir.
"Bilal'e
cümleleri ezanda çift, kâmette tek okumasını emretti." hadisine gelince, çift sözü dörtle çelişmez. Kaldı ki, dört kez okumak, gerek Abdullah b. Zeyd, gerek Hz. Ömer
ve gerekse Ebû Mahzûra'dan gelen hadislerde açık
bir ifadeyle sahih olarak rivâyet edilmiştir.
Kâmet
cümlelerinin birer kez söylenmesine gelince, İbn
Ömer'den bundan "kâmet kelimesi"nin hariç tutulduğu sahih
olarak nakledilmiştir. İbn
Ömer şöyle anlatıyor: "Hz.
Peygamber
zamanında ezan, ikişer ikişer; kâmet
ise, "Kad
kâmeti's-salâtü"
cümlesi dışında teker teker söylenirdi."[350]
Sahîh-i
Buhârî'de
Enes'ten rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber, Hz. Bilal'e ezanı ikişer; kâmet kelimesi dışında
kâmeti birer kez okumasını emretmiştir.[351] Abdullah b. Zeyd
ve Hz. Ömer'in rivâyetlerinde, kâmette "Kad kâmeti's-salâtü" iki kez okunacağı sahih
olarak rivâyet edilmiştir. Ebû Mahzûra'nın ezanın diğer
sözleri gibi, kâmet kelimesinin sözlerinin de çift okunmasına ilişkin rivâyet de sahihtir.
Bütün bu şekillerin
hepsi, kimisi
kiminden faziletli olsa da câizdir, yeterlidir ve hiçbirinde kerâhet yoktur.[352]
Hz. Peygamber'in
ezan sırasında ve ezandan sonra
okuduklarına gelince, ümmeti için bu
konuda beş çeşit uygulama ortaya
koymuştur:
a) Ezanı işitenin, müezzinin söylediklerini, ancak "Hayye ala's-salah" ve "Hayye ale'l-felah" sözleri yerine "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billah"
sözünü söyleyerek tekrar etmesi konusundaki rivâyet sahihtir.
b) Ezanı işitenin "Radîtü
billahi rabben ve bi'l-İslâmi dînen ve bi Muhammedin resûlen. Yani, Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan
ve resûl olarak da Hz. Muhammed'den razı oldum."
demelidir.
c) Ezanı işitenin, müezzine icabetinden sonra Hz. Peygamber'e
salavât göndermelidir. O'na getirilecek ve O'na ulaşacak salavâtların
en mükemmeli, ümmetine kendisi için okumalarını öğrettiği salavâttır. Bilgiçlik
taslayanlar her ne kadar bilgiçlik taslasalar da bundan daha mükemmel hiçbir
salavât yoktur.
d) Ezanı işitenin, Hz. Peygamber'e salavâttan sonra: "Allahümme rabbe hâzihi'd-da'veti't-tâmmeti ve's-salâti'l-qâimeti âti
Muhammedeni'l-vesilete ve'l-fedîlete ve'b-ashü meqâmen mahmûdeni'l-lezî ve
addehû inneke lâ tuhlifu'l-mîâd.[353] Yani,
bu eksiksiz çağrının, vakti giren kılınacak namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e
vesileyi ve fazileti ihsan et ve O'nu vaat ettiğin Makam-ı Mahmûd'a eriştir. Şüphesiz Sen vadinden caymazsın." demelidir.
e) Ezanı işitenin, ondan sonra kendisi için dua edip Allah'ın lütfundan istemelidir; zira Sünen kitaplarında zikredildiği gibi, bu kişinin duası kabul edilir. Hz. Peygamber'in, kâmet kelimesi
okunurken: "Allah onu (namazı) kıldırsın ve devam ettirsin." dediği zikredilmiştir. Sünenler'de onun şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir:
"Ezan ile kâmet arasında yapılan dua geri çevrilmez. 'Nasıl dua edelim?'
ey Allah'ın Resûlü, dediler. Allah Resûlü de: "Allah'tan dünya ve
ahirette âfiyet vermesini isteyin." [354]
buyurmuştur.
Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"İslâm'da en faziletli ve hayırlı olan şey, yemek yedirmek ve tanıdığına ve tanımadığına selam vermektir."[355] Buhârî Sahîh'inde Ammar'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Şu üç şeyi şahsında bir araya
getiren, imanını da mükemmelleştirmiş olur: Nefsine karşı olsa
da insafı elden bırakmamak, herkese selam vermek ve muhtaç iken başkasına vermek."[356]
Müslim'in rivâyetine göre Allah Resûlü çocukların yanından geçtiğinde onlara selam verirdi.[357]
Tirmizî'nin rivâyetinde ise, Resûlullah
bir gün bir grup kadının
yanından geçerken, onlara eliyle işaret
ederek selam vermiştir.[358] Sahîh-i Buhârî'de ve diğerlerinde rivâyet edildiğine
göre,
küçüğün büyüğe; yürüyenin
oturana; binitlinin yürüyene ve azınlığın çoğunluğa selam vermesi gerekir.[359]
Allah Elçisi'nin
adetlerinden biri, bir topluluğun yanına geldiğinde ve onların yanından
ayrılırken
selam vermesiydi.
O şöyle buyurmuştur: "Sizden biri
oturduğunda
da kalktığında da selam
versin; çünkü ilk selam ikincisinden (sevap yönünden) daha üstün değildir."
[360] Yine o şöyle buyurmuştur: "Kim selam
vermeden önce soru sormaya başlarsa ona cevap vermeyiniz."
Hz. Peygamber'in
sünneti, selam verdiğinde; esselâmü
aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh diye
selam vermesiydi. Enes, Câbir ve başkalarının rivâyet ettiği
gibi, selamı eliyle, başıyla ve namaz dışında parmağıyla almazdı.
Selam alırken "vav" ile ve "selam" lafzından önce "aleyke" diyerek "Ve aleykesselâm" şeklinde alırdı.
Doğru olan da budur.
Allah Resûlü'nün
müslümanlarla müşriklerin karışık olduğu bir meclise uğradığında onlara selam verdiği
sabittir.
Sünen sahiplerinin
zikrettiğine göre O'nun âdetlerinden biri, bir kişi kendisine bir başkasının selamını
getirdiğinde, hem onun hem de selamını getirdiği kişinin selamını almasıydı.[361]
Allah Resûlü'nün
bir sünneti de, günah işleyen kişiye tövbe edinceye
kadar ne selam verir ne de selamını alırdı.
Nitekim Ka'b b. Mâlik ve iki arkadaşını
terk etti; Zeyneb'e: "Devesi
hastalanınca Safiyye'ye yardım et!" deyince Zeyneb: "Ben bu yahudi kadınına mı yardım edeceğim?
demesi üzerini ondan iki buçuk ay ayrı
kaldı.
Her iki rivâyeti de Ebû Dâvûd nakletmiştir.[362]
Ebû Dâvûd'un Ebû
Hureyre'den rivâyet ettiğine göre, Allah Resûlü, aksırdığında elini
veya elbisesini ağzına
kor, sesini azaltır veya onunla sesini kısardı.[363] Tirmizî, buna
"sahih hadis" demiştir.[364] Hz.
Peygamber'den rivâyet edildiğine göre: "Şiddetli esneme ve aksırma şeytandandır. Allah, bunlardan hoşlanmaz." buyurmuştur.
Müslim'in sahih
olarak rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber huzurunda bir adam
aksırdığında ona, "Yerhamükallah" diye dua
etti. Sonra bir kez daha aksırdı; bunun üzerine Resûlullah: "Adam
nezle olmuştur."
[365] buyurdu.
Allah Resûlü'nün
şöyle buyurduğu sabittir: "Allah Teâlâ
aksırmaktan hoşlanır; esnemekten ise hoşlanmaz. Sizden biri aksırıp da "Elhamdülillah"
dediğinde, o hamdi işiten her müslümana "Yerhamükallah" demesi bir haktır. Esnemeğe gelince, o ancak şeytandandır. Bu nedenle sizden biri esneyeceği zaman gücü yettiğince onu engellemeye çalışsın; zira sizden biri esnediğinde şeytan ona güler." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir.[366] Yine Buhârî'de
Hz. Peygamber'in: "Sizden biri aksırdığında "Elhamdülillah" desin. Kardeşi ona "Yerhamükallah" desin. Aksıran da tekrar ona "Yehdîkumullah
ve yuslih bâleküm" desin." buyurduğu rivâyet edilmiştir.[367]
Müslim'in Sahîh'inde Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir: "Bir
müslümanın diğer bir müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığında ona selam
ver; davet ettiğinde icabet et; nasihat istediğinde nasihat
et; aksırıp hamd ettiğinde
'yerhamükallah' diyerek hayır duada bulun; hastalandığında ziyaret et;
öldüğü zaman cenazesinin ardından git."[368]
Allah Resûlü, bir
evin kapısına
geldiği zaman yüzünü kapıya doğru yönlendirmezdi. Fakat kapının sağ ya da sol tarafına
durur ve: "Esselâmü aleyküm. Esselâmü
aleyküm"
derdi. Hz. Peygamber'in: "(Eve
girmek için) izin isteme üç kezdir. Eğer izin verilirse ne âlâ; aksi halde dön!"[369] buyurduğu sahih olarak
rivâyet edilmiştir. Yine O'ndan sahih olarak rivâyet edildiğine göre O, odasının bir deliğinden kendisine
bakan kişinin gözünü çıkarmayı istemiştir
ve şöyle buyurmuştur: "İzin isteme göz için emredilmiştir." [370]
Allah Resûlü'nden
sahih olarak rivâyet edildiğine göre: "Şayet bir kişi, izinsiz
olarak sana muttali olsa/evinin içine
baksa sen de ona çakıl taşı atıp gözünü çıkarmış olsan, senin için hiçbir günah
olmaz!"[371] buyurmuştur.
O şöyle buyurmuştur: "Kim,
izinleri olmaksızın bir topluluğun/ailenin
evine bakar da onlar da bakan kişinin gözünü çıkarırsa, bundan dolayı ne diyet ne de
kısas gerekir!"[372]
Bir kişi Allah Resûlü'nün huzuruna çıkmak
için izin isteyince
ona: "Esselamü aleyküm. Girebilir
miyim? de!" [373] buyurdu.
Hz. Peygamber'in
girmek için izin isteyince "Sen kimsin?" denildiğinde, "falan oğlu
falan" diyerek künyesini veya lakabını söylemesi O'nun adeti idi.
Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber ashabına
nikah
sırasında
şu hutbeyi/duayı öğretmiştir: "Elhamdülillahi nahmedühû ve nesteînühû ve nesteğfiruhû ve ne'ûzu billahi min şürûri enfüsinâ ve seyyiâti a'mâlinâ men
yehdillahü felâ mudille leh ve men yudlil felâ hâdiye leh. Ve eşhedü enlâ ilâhe illallahü ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh. Yani, hamd Allah'a mahsustur. O'na hamd eder,
O'ndan yardım diler, O'nun bağışlamasını isteriz. Nefislerimizin ve
kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz; Allah'ın saptırdığını da kimse hidayete erdiremez.
Allah'tan başka hiçbir ilahın olmadığına şahitlik ederim.
Hz. Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna da şahitlik ederim." Daha sonra şu
üç âyeti okurdu: "Ey iman
edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar
olarak ölün"[374] "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve
ondan da eşini yaratan; ikisinden
birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi adına
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a
karşı
gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah
sizi gözetlemektedir."[375] "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah
sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a
ve Resûlü'ne itaat ederse, muhakkak büyük bir
başarıya ulaşmıştır."[376]
Şu'be diyor ki, Ebû İshâk'a:
Bu nikah hutbesi mi yoksa başka bir hususta
okunacak bir hutbe mi? diye sorduğumda:
Her
ihtiyaç için okunur, dedi.
Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: "Sizden biri, bir kadın veya bir
hizmetçi veyahut bir hayvan aldığında, onun alnından tutsun, Allah'ın bereketler
ihsan etmesi için dua etsin, Allah'ın adını ansın ve şöyle desin: "Allahümme
innî es'elüke hayrahâ ve hayra mâ cübilet aleyhi ve eûzü bike min şerrihâ ve şerri mâ cübilet aleyhi.[377] (Yani,) Allah'ım! Hem
bunun hem de huyunun hayırlı olmasını Senden
istiyorum. Yine hem bunun hem de
huyunun kötülüklerinden Sana sığınırım."
Hz. Peygamber,
evlenen bir kişiyi tebrik edeceği zaman: "Allah mübârek
etsin, seni mutlu eylesin ve ikinizin arasını hayırla birleştirsin." şeklinde hayır duada
bulunurdu.[378]
Allah Resûlü: "Sizden biriniz ailesinin yanına yaklaşacağı zaman: 'Bismillahi,
Allahümme cennibne'ş-şeytâne
ve cennibi'ş-şeytâne mâ razeqtenâ'[379] (yani,) Allah'ın ismiyle
başlarım. Allah'ım! Bizi şeytandan, şeytanı da bize vereceğin zürriyetten
uzaklaştır!' derse, bu
durumda eğer aralarında bir çocuk olması takdir edilmişse, şeytan ona asla
zarar veremez." buyurmuştur.
Enes'ten rivâyet
edildiğine göre Hz. Peygamber: "Allah
Teâlâ bir kuluna eş/hanım, mal veya çocuk nimeti ihsan eder de, o kişi de: 'mâşâllah lâ quvvete
illâ billah' yani, bu Allah'ın dilediği ve ihsan ettiğidir. Allah'ın güç ve kuvvetinden başka hiçbir
kuvvet yoktur,
demelidir. Aksi halde ölüm dışında âfet görür."[380] buyurmuştur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Bağına girdiğinde 'Mâşâllah! Kuvvet yalnız
Allah'ındır.' deseydin ya!."[381]
Allah Resûlü'nün: "Salih
rüya Allah'tan; kötü rüya ise şeytandandır. Kim hoşlanmadığı bir rüya
görürse, sol tarafına üç kez
tükürür gibi tuh desin; şeytandan
Allah'a sığınsın; bu rüyayı hiç kimseye de
anlatmasın. Kim de güzel bir rüya görürse sevinsin ve sadece sevdiği kişilere anlatsın."[382] buyurduğu sahih olarak rivâyet edilmiştir.
Cihâd dört
basamaktır:
a) Gerek dünyada, gerekse âhirette nefsin
mutluluğunun ancak kendisiyle olacağı doğru yolu
ve hak dini öğrenme konusunda nefisle cihâd etmektir.
b) Bu doğru
yolu ve hak dini öğrendikten sonra onun gereğince davranma
konusunda nefisle cihâd etmektir.
c) İnsanları bu dine davet etme ve bilmeyenlere onu öğretme konusunda
nefisle cihâd etmektir. Aksi halde insan, Allah'ın
indirdiği açıklamaları ve hidayeti gizleyen kimseler durumuna düşer. Bu
durumda ilmi ona fayda vermediği gibi, onu Allah'ın azabından da kurtaramaz.
d) Allah'a davetin zorluklarına ve insanların
eziyetlerine karşı sabretme konusunda nefisle cihâd etmektir. Bu dört türü
tamamlayan kişi rabbanîlerden, yani gönlünü
Allah'a vermiş kişilerden olur.
a) Şeytanın insanın içine atıp imanı felakete götürecek şüphe
ve kuşkuları bertaraf
etme konusunda şeytanla cihâd etmektir.
b) İnsanın içine attığı bozuk
iradeleri ve tutkuları defetme konusunda şeytanla
cihâd
etmektir. Birinci şekil cihâddan sonra yakîn (kesin bilgi,
inanç); ikincisinin sonunda ise sabır
meydana gelir./İkincisi sabırdan sonra oluşur.
Nitekim Allah Teâlâ: "Sabredip
âyetlerimize kesin olarak inandıkları zaman
içlerinden emrimizle doğru yola ileten
önderler çıkardık."[383] buyurarak din önderliğine
ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini
haber vermektedir. Çünkü sabır, tutkuları ve bozuk iradeleri, kesin inanç ise kuşku ve şüpheleri bertaraf eder.
a) Kalple,
b) Dille,
c) Malla,
d) Canla cihâd. Gazâya çıkmadan ve içinden gazâya çıkmayı düşünmeden ölen kimse münafıklığın bir şubesi/sınıfı üzerine ölmüş olur. Cihâd ancak
hicretle, hicret ve cihâd da ancak imanla tamamlanır.
Allah Teâlâ'nın rahmetini umanlar bu üç hususu yerine
getirenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İman edenler,
hicret edenler ve Allah yolunda cihâd edenler,
işte bunlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir."[384]
Herkese her zaman
iki hicret farzdır:
Allah'ın zatı konusunda kişinin nefsiyle
ve şeytanıyla
cihâd etmesi farz kılınmıştır. Bütün bunlar farz-ı ayındır. Bu konularda hiç kimse, başkası adına bir şey yapamaz.
Kâfirlerle ve
münafıklarla cihâda gelince, maksat yerine
getirilince, ümmetin bir kısmının bu işi yapması yeterli
olabilir. Allah katında insanların en mükemmeli cihâdın bütün türlerini/basamaklarını yerine getirendir. İnsanların Allah
katındaki dereceleri, cihâd türlerinde
gösterdikleri ayrılığa
göre farklılık gösterir.
İşte bundan dolayı,
Allah katında en mükemmel ve en üstün insan, nebilerin ve resullerin sonuncusu
Hz. Muhammed'dir; zira o, cihâdın bütün türlerini
tamamlamıştır. O, peygamber
olarak gönderilmesinden vefatına kadar geçen
süreçte Allah yolunda gerektiği şekilde cihâd
etmiştir. "Ey
örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk da (insanları) uyar."[385] âyetleri kendisine geldiği zaman Allah'ın
zâtı konusunda en mükemmel bir şekilde
girişimde bulundu, gece-gündüz, gizli-açık insanları Allah'a (kulluğa) davet etti. "Şimdi sana emredileni açıkça ortaya koy."[386] âyeti inince, hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden kendisine emredilenleri açıkça
ortaya koydu. Kavmine açıktan davette bulunup onları, tanrılarını terk etmeye ve (eski) dinlerini ayıplamaya
çağırınca gerek ona gerekse çağrısına icabet eden müslümanlara eziyetlerini artırdılar. Bu, Allah'ın yaratıkları arasındaki adetidir. Nitekim Allah Teâla: "Sana ancak, senden önceki peygamberlere söylenenler
söylenmektedir."[387] ve "İşte böyle! Onlardan öncekilere herhangi bir peygamber gelince
mutlaka 'O bir sihirbazdır' veya 'o bir delidir'
derlerdi. Öncekiler sonrakilere böyle mi tavsiye ettiler (ki hep aynı şeyi söylüyorlar)?! Hayır, bunlar azgın bir topluluktur."[388] buyurmaktadır. İşte bu nedenlerden ötürü Allah Teâlâ hem peygamberini ve hem
de ona tabiî olanları:
"Yoksa
siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de
başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve
onunla beraber inananlar,
'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı pek yakındır."[389] ve "Elif
âyetleriyle
teselli etmiştir. Allah'ın (peygamberine) yaptığı
bir yardım ki, (Medine'nin iki Arap kabilesi) Evs ve Hazreç, Medine
yahudilerinden "Bu zamanda bir peygamber gönderilecektir; biz ona tâbiî
olacağız, Âd ve İrem
kavimlerinin öldürüldüğü gibi, onunla birlik olup sizin kökünüzü kazıyacağız." sözünü işitir
dururlardı. Yahudiler gibi değil,
Arapların yaptığı gibi ensâr
da Kabe'de hac yaparlardı. Ensâr, Hz. Peygamber'in insanları Allah'a davet ettiğini
görünce onun hallerini ve
söylemlerini iyiden iyiye düşündüler ve
birbirlerine: "Ey kavim! Vallahi biliyorsunuz ki, bu, Medine yahudilerinin
kendisiyle sizi korkuttukları peygamberdir. Ona
inanmada yahudiler bizi geçmesin." dediler. Bunun üzerine hepsi o
peygambere yardım edeceklerine dair yemin ettiler. Allah
Teâlâ'nın: "Onlara
karşı
bu Kur'an'la büyük bir mücadele ver."[391] buyurduğu gibi,
Hz. Peygamber Mekkelilerle Kur'an'la mücadele ederek Mekke'de on üç yıl kaldıktan sonra ensârın
yanına (Medine'ye) hicret etti.[392]
Hz. Peygamber,
muhacirlerle ensâr arasında kardeşlik sözleşmesi kurdu, Medine'deki yahudilerle sulh/barış antlaşması yaptı.
Bu yahudiler üç kabileden oluşmaktaydı: Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları. Allah Resûlü, kendisiyle onlar arasında bir belge yaz(dır)ıp imzaladı. Fakat onlar
Hz. Peygamber'e ihanet ettiler, onunla savaştılar ve ona karşı
Arap müşriklerine yardım
ve yataklık ettiler. Kaynukaoğulları'na bir şey yapmadan onları bıraktı. Nadîroğulları'nı sürgün etti. Haşr sûresi bunlar
hakkında indi. Kurayzaoğulları ile savaştı ve Ahzâb sûresi ise
bunlar hakkında indi.
Allah Resûlü'ne,
Ebû Süfyân eşliğinde
Şam'dan
gelmekte olan Kureyş'e ait kervanın haberi ulaştı. Bu kervan, Mekke'den çıktığında aramaya gittikleri kervandı.
Kervandakiler kırk kişi kadardı ve kervanda
Kureyş'e ait pek çok mal vardı.
Hz. Peygamber, bir kısım sahabeyi
kervanı vurmak için görevlendirdi. O,
yanlarında sadece iki atla birlikte, üç yüz on küsur
adamın başında
yola çıktı.
Yanlarında yetmiş develeri vardı, iki veya üç kişi
bir deveye nöbetleşe biniyordu. Safrâ'ya yaklaştığında Besîs b. Amr el-Cühenî ile Adiy b. er-Re'bâ'yı kervanın durumunu
gözetleyip araştırmaları için gönderdi.
Ebû Süfyân ise,
Resûlullah'ın kendisine doğru geldiğini öğrenince Damdam b. Amr Ğıfârî'yi
ücretle kiralayarak, kendisini Hz. Muhammed'den ve ashabından korumaları
için Kureyş'ten kervana adam toplamak suretiyle yardım istemek için Mekke'ye gönderdi. Yardım talebi Mekkelilere ulaştığında aceleyle ayaklandılar
ve hep
birden savaş için yola koyuldular. Ebû Leheb dışında ileri gelenlerinden hiç kimse geri kalmamıştı. O da alacaklı
olduğu bir adamı kendi yerine
bedel
tutmuştu. Çevrelerindeki Arap kabilelerinden
de adam topladılar. Geride Adiyoğulları'ndan başka Kureyş'in kollarından başka hiçbiri kalmadı.
Memleketlerinden
Allah'ın buyurduğu
gibi çıktılar: "Şımarıp böbürlenmek, insanlara
gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi
olmayın."[394]
Kureyş'in geldiğini haber alan
Resûlullah, ashabıyla istişâre etti.[395]
Muhacirler konuştular ve güzel şeyler
söylediler. Sonra onlarla ikinci kez istişâre
etti, muhacirler
yine konuştular ve güzel şeyler söylediler. Sonra onlarla üçüncü kez istişâre etti. Ensâr, Allah Resûlü'nün kendilerinin
görüşünü almak istediğini anladı. Sa'd b. Muâz
davrandı kalktı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın
Resûlü! Sanki bize üstü kapalı bir şeyler söyler gibisin."
Hz. Peygamber,
gerçekten de onları kastediyordu; zira ensâr,
Resûlullah'a onu kendi şehirlerinde başına gelecek kötülüklerden korumak üzere biat etmişlerdi. Savaşa çıkmaya niyetlendiğinde Hz. Peygamber, ne düşündüklerini öğrenmek için
onlarla istişâre etmişti. Sa'd sözlerine
şöyle devam etti: Belki de sen, ensârın sana, ancak kendi şehirlerinde
yardım etmekle
yükümlü oldukları görüşünde
olmalarından korkuyorsun. Ben ensâr adına
konuşuyorum ve onlar adına
cevap veriyorum: İstediğin yere git, istediğin
kişiyle ilişki kur, istediğin
kişiyle ilişkini kes,
mallarımızdan dilediğini al, dilediğini ver, bizden aldığın,
bize bıraktığından bize göre daha sevimlidir. Emrettiğin bir hususta bizim işimiz
sana tâbî olmaktır. Vallahi, Berkü'l-Ğamedân'a
kadar gitsen bile seninle
birlikte geleceğiz. Vallahi, bizden şu denize dalmamızı istesen, seninle birlikte dalarız.
Mikdâd, Allah
Resûlü'ne, Hz. Musa'nın kavminin Hz. Musa'ya: "Sen ve Rabbin gidin (onlarla) savaşın. Biz burada
oturacağız."[396] dedikleri gibi
demeyeceğiz; aksine biz senin sağında, solunda, önünde ve arkanda savaşacağız, dedi. Bunun üzerine Resûlullah'ın yüzü güldü ve ashabından
duyduğu sözlerle sevindi ve: "Yürüyünüz
ve müjdeleyiniz; zira Allah bana iki topluluktan birini vaat etti. Şüphesiz ben
Kureyşlilerin nerede
öleceklerini görüyorum." dedi.[397]
Bu arada Ebû
Süfyân hareket ederek deniz kıyısına varmıştı. Kendisinin
kurtulduğunu ve kervanı da kurtardığını görünce, Kureyş'e:
"Geri dönünüz; çünkü siz sadece kervanınızı kurtarmak için yola çıkmıştınız." diye mektup yazdı.
Haber Kureyş'e Cuhfe'de bulundukları sırada ulaştı. Dönmeyi düşündüler, bunun
üzerine Ebû Cehil: Vallahi, Bedir'e varıncaya kadar
dönmeyiz. Orada otururuz, bizimle gelen Araplara yemek yediririz. Böylece
bundan sonra Araplar bizden korkarlar, dedi.
Ahnes b. Şerîk, onlara dönmeyi teklif etti; karşı çıktılar. Ahnes ve Zühreoğulları geri döndüler. Zühreoğulları'ndan hiçbir kimse Bedir Savaşı'nda
bulunmadı. Daha sonra Zühreoğulları Ahnes'in bu kararına
çok sevindiler; Ahnes, onlar arasında
itaat ve saygı görmeye
devam etti. Hâşimoğulları da dönmek istediler, fakat Ebû Cehil onların bu isteklerine şiddetle
karşı çıktı ve: Dönünceye kadar bizim bu birliğimizden ayrılmayın, dedi. Bunun üzerine hep birlikte ilerlediler.
Hz. Peygamber de
ilerledi ve akşamüzeri Bedir kuyularına en yakın suyun kenarında konakladı ve: "Bana konuşlanacağım yer hakkında görüşlerinizi belirtin." dedi. Habbab b. Münzir: Ey Allah'ın Elçisi! Ben Bedir'i ve kuyularını bilirim. Eğer istersen,
bizim bildiğimiz bol ve tatlı
sulu kuyulara kadar
gidelim, orada konuşlanalım
ve oraya varmada düşmandan
önce davranalım, sonra da onun dışındaki diğer kuyuları kapatalım, dedi.
Müşrikler de suya bir an önce varmak için süratle hareket ediyorlardı.
Hz. Peygamber,
Hz. Ali, Sa'd ve Zübeyr'i haber getirmeleri için Bedir'e yolladı. Onlar da Kureyşli
iki köle getirdiler.
Resûlullah onlara:
-Kureyş nerededir? diye sordu. Onlar:
-Şu kum tepesinin arkasında.
-Kaç kişiler?
-Bilgimiz yok.
-Her gün kaç
hayvan kesiyorlar?
-Bir gün on, bir
gün dokuz. Hz. Peygamber:
-Öyleyse bunlar
Yüce Allah o gece, bir yağmur yağdırdı ki müşriklere iri taneli ve şiddetli
bir şekilde yağıp onları ilerlemekten alıkoyarken; müslümanlar
üzerine hafifçe yağdı.
Allah bu yağmurla müslümanları
temizledi,
onlardan şeytanın
pisliğini/vesvesesini giderdi, toprağı
düzeltti, kumu
sertleştirdi, ayaklar yere sağlam bastı, konuşlanacak yeri yayıp
hazırladı ve gönüllerini
birbirine bağladı.[399] Resûlullah ve
ashabı suya daha önce kavuştular ve gece
yarısı su
kenarına indiler, havuzlar yaptılar.
Sonra bu havuzların dışındaki kuyuları kapattılar.[400] Resûlullah ve
ashabı havuz kenarında konuşlandılar. Hz. Peygamber için orada savaş alanını kontrol edebileceği
bir tepe üzerinde gölgelik kuruldu. Resûlullah savaşın yapılacağı alana yürüdü ve: "Burası falanın öleceği yer", "Şurası filanın öleceği yerdir, inşallah" diye işaret
etmeye başladı. Söz ettiklerinden hiçbiri O'nun işaret ettiği yerden ileri
gidemedi.[401]
Müşrikler meydana çıkıp, iki taraf birbirini görünce Resûlullah şöyle buyurdu: "Allah'ım! İşte Kureyşliler,
kibirleriyle ve gururlarıyla geliyorlar.
Sana meydan okuyarak ve Resûlünü yalanlayarak geliyorlar." Namaz kıldı ve ellerini kaldırıp Rabbinden zafer nasip etmesini dileyerek şöyle dua etti: "Allah'ım! Bana vaat ettiklerini yerine getir. Allah'ım! Verdiğin sözü ve vadini yerine
getirmeni istiyorum." Arkasında
durmakta olan Hz. Ebû Bekir: Ey Allah'ın
Resûlü! Müjdele artık. Allah'a yemin ederim ki Allah sana vaat ettiklerini
mutlaka yerine getirecektir. Müslümanlar da Allah'tan zafer ve yardım istediler, O'na içtenlikle bağlandılar ve gönülden yalvardılar.
Bunun üzerine Allah meleklerine şöyle
vahyetti: "Ben sizinle beraberim. İman edenlere
sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku
salacağım."[402] Resûlüne de: "Ben size ardı ardına bin melekle yardım
ediyorum."[403] diye vahyetti. Ayetteki "mürdifîn=ardı ardına" kelimesindeki
'dal' harfi hem kesreli olarak ve hem de üstünlü olarak okunmuştur. Denildi ki: Melekler size tâbîdirler, anlamındadır. Yine denildi ki: Onlar bir kez gelmeyip, birbirini
izleyerek peşi sıra
gelirler, anlamındadır.
Resûlullah geceyi
oradaki bir ağacın
dibinde namaz kılarak geçirdi. Hicretin ikinci yılının Ramazan ayının on
yedisine rastlayan cuma gecesiydi. Sabah olunca Kureyş tabur halinde geldiler. İki
grup da saf bağladı; sonra savaş başladı. Allah Resûlü safları
düzeltti.[404] Daha sonra
kendisi ve Ebû Bekir gölgeliğe döndü. Sa'd b. Muâz,
ensârdan bir topluluğun başında
gölgeliğin kapısında Resûlullah'ı
korumak için durdu. Sonra
savaş başladı, çarpışma
şiddetlendi. Hz. Peygamber de dua etmeye,
yalvarıp yakarmaya ve Rabbinden istekte
bulunmaya başladı. Hatta ridası omuzlarından düştü. Hz. Ebû Bekir onu alıp
tekrar omuzlarına koydu ve: Rabbine bu kadar dua etmen yeter. O mutlaka sana
vaat ettiğini yerine getirecektir, dedi. Resûlullah hafif bir şekilde uyukladı;
savaş halindeki müslüman topluluğu
da uyukladı.[405] Sonra Resûlullah
başını
kaldırarak: "Müjdele, ey
Ebû Bekir! İşte Cebrâil, atının dizginlerini tutmuş/tozu dumana katmış geliyor!" buyurdu. Ve
yardım geldi; Allah ordusunu gönderdi; Resûlünü
ve müminleri destekledi. Müşriklerin ileri
gelenlerini ya esir ya da ölü olarak onlara bağışladı; onlardan yetmiş kişiyi öldürdüler ve yetmiş kişiyi de esir aldılar.
Savaş durup müşrikler hezimete
uğramış olarak kaçtığında Resûlullah:
"Ebû Cehil'in ne yaptığını bize kim haber verecek?" dedi. Hemen
Abdullah b. Mesûd gitti ve Ebû Cehil'i Afrâ hanımının iki oğlu tarafından vurulmuş ve ölmek üzere iken buldu. Sakalını tutup:
-Ebû Cehil sen
misin? dedi. O:
-Bugün savaşı kim kazandı? diye sordu.
Abdullah b. Mesud:
-Allah ve Resûlü.
Allah seni rezil etti mi, ey Allah'ın
düşmanı?! dedi. Ebû Cehil:
-Kendi kavminin
öldürdüğü adamdan daha üstünü var mıdır? dedi. Abdullah b. Mesud onu öldürdü, sonra onu
Resûlullah'a getirip:
-Onu öldürdüm,
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
-Allahüllezî lâ ilâhe illâ hû. Yani, O öyle Allah ki, O'ndan başka hiçbir ilah
yoktur, buyurdu ve bu
sözü üç kez yineledi.
Daha sonra Allah
Resûlü: "Allahu
Ekber. Elhamdülillahillezî sadaqa va'dehû ve nesara abdehû ve hezeme'l-ahzâbe
vahdehû.
Yani, Allah en büyüktür! Sözünü yerine
getiren, kuluna yardım eden, grupları/toplulukları tek başına hezimete uğratan Allah'a hamd olsun. Yürü, onu bana göster." buyurdu. (Onu
görünce): "İşte bu, bu
ümmetin Firavunu'dur." dedi.
Savaş bitince Hz. Peygamber, Allah'ın
kendisine lutfettiği zafer ve beraberinde esirler ve ganimetlerle gözü aydın olarak Bedir'den ayrıldı. Safrâ'ya gelince ganimetleri paylaştırdı.[406] Ve Medine'ye
desteklenmiş ve muzaffer olarak girdi. Bütün düşmanları ondan korktu. Medinelilerin büyük bir kısmı müslüman oldu. Münafık
Abdullah b. Übeyy işte o zaman zahiren İslâm'a
girmişti.
Bedir savaşına katılan müslümanların
tamamı üç yüz on küsurdu. Savaş çağrısı ansızın geldi. Onların
niyeti düşmanla karşılaşmak değildi ve
bu yüzden savaş için hazırlık yapmamışlardı. Fakat Allah Teâlâ, sözleşip
buluşmadıklarına rağmen onlarla düşmanlarını karşılaştırdı.[407] Müslümanlardan o
gün on dört kişi şehid
oldu. Resûlullah Bedir savaşına ve
esirlerine ilişkin işleri Şevval
ayı içerisinde bitirdi. Bedir savaşı ile ilgili kıssa, Enfâl sûresinde anlatılmaktadır.[408]
Yüce Allah,
Kureyş'in ileri gelenlerini Bedir'de öldürüp
benzerini tatmadıkları bir belaya
uğratınca
Ebû Süfyân b. Harb,
Kureyş'in ileri gelenlerinin başvurması üzerine başkan oldu. O, (Mekkelileri)
Hz. Peygamber'e
ve müslümanlara karşı kışkırtmaya başladı. Kureyş'ten, müttefiklerinden[409]
ve Ehâbiş kabilesinden yaklaşık üç bin asker
topladı. Erkeklerin savaştan
kaçmamalarını sağlamak ve kendilerinden güç almak için kadınlarını da yanlarına aldılar. Sonra orduyu Medine'ye doğru
getirip Uhud dağına yakın "Ayneyn" denilen bir yerde konuşlandılar.
Bu olay hicretin üçüncü yılının Şevval ayında
oluyordu/idi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber, onlara karşı yola çıkma ya da Medine'de
kalma konusunu ashabıyla istişare
etti. Kendi görüşü Medine'den çıkmayıp orada savunma durumu alınması, şayet müşrikler Medine'ye girerlerse onlarla, müslüman erkeklerin
sokak başlarında, kadınların ise damların üstünde savaşması şeklindeydi. Bu görüşe
Abdullah b. Übey katıldı. Fakat Bedir savaşına
katılamayan sahabenin önde gelenlerinden bir grup, Hz.
Peygamber'e şehir dışına çıkma yönünde görüş
belirttiler. Allah Resûlü kalktı, evine gitti
ve zırhını giydi. Hz. Peygamber,
Medine ile Uhud
arasında bulunan Şavt'a vardıklarında Abdullah b. Übey, askerin üçte biri ile ayrılarak: "Bana muhalefet ediyor ve benden başkasını dinliyorsun." dedi. Abdullah b. Amr b. Hüzâm onları kınayarak ve caydırmaya
çalışarak peşlerinden gitti ve: "Gelin! Allah yolunda ya savaşın ya da savunmada bulunun!" dedi. "Savaşacağınızı bilseydik dönmezdik." dediler.[410]
Abdullah b. Amr onları takipten vazgeçti ve kendilerine
küfretti. Ensârdan bir grup Hz. Peygamber'e anlaşmalıları olan yahudilerden yardım
istemeyi teklif etti, fakat Resûlullah bunu reddetti.
Resûlullah Uhud'a
varıp vadinin ağzındaki Şi'b mevkiine kadar yoluna devam etti. Uhud dağını arkasına aldı. Ashabına, kendilerine emredinceye kadar savaşmalarını yasakladı. Cumartesi
günü olunca
aralarında
Hz. Peygamber o gün iki zırhını[412]
iç içe giyerek ortaya çıktı.
Bayrağı Mus'ab b. Umeyr'e verdi. O gün gençlerin kendisine gösterilmesini istedi ve
savaşamayacak derecede küçük gördüğü gençleri geri çevirdi. Abdullah b. Ömer, Üsâme b. Zeyd,
Zeyd b. Sâbit, Üseyd b. Zahîr, Berâ b. Âzib, Zeyd b. Erkam, Arâbe b. Evs ve
Amr b. Hüzâm bunlardandı.[413] Savaşabilecek seviyede gördüklerine ise savaşmalarına izin verdi. On beş yaşlarında olan Semüre b. Cündeb ve Râfi' b. Hudeyc/Haîc bunlardandı.
Kureyşliler de savaşa hazırlandılar. Aralarında,
O gün
müslümanların parolası:
"Öldür!" idi. Günün başında üstünlük
müslümanların lehine, kâfirlerin aleyhine idi. Allah
düşmanları bozguna uğrayıp öylesine geri dönüp kaçtılar
ki kadınlarının yanına vardılar.
Okçular, onların yenilgisini görünce, Resûlullah'ın korumalarını emir buyurduğu mevziilerini
terk ettiler ve: "Arkadaşlar! Haydi
ganimete, ganimete!"
demeye başladılar.
Komutanlarının, Resûlullah'ın
sözünü hatırlatmasına rağmen onu dinlemediler. Müşriklerin
geri dönmeyeceğini zannederek
ganimet toplamaya gittiler ve geçidi boşalttılar.
Derken müşrik atlıları geri döndüler ve geçidi boş
buldular; zira okçular yerlerinde değildi.
Hemen geçitten geçtiler ve müslümanları arkadan çevirmeye
imkan bulup kuşattılar.
Allah
Teâlâ, müslümanlardan ikram edeceğine
şehitliği ikram etti ki bunlar
Müşrikler Resûlullah'ın
yanına kadar geldiler; yüzünü yaraladılar, alt çenesinin sağ tarafındaki küçük azı dişini kırdılar,
başındaki miğferini
parçaladılar; ona taş attılar. Nihayet fâsık
Ebû Âmir'in müslümanlara tuzak kurmak için kazdığı
çukurlardan birine yanı üzere düştü. Hz. Ali
elini tuttu. Talha b. Ubeydullah kucaklayıp
bağrına bastı (vücudunu ona siper etti). Mus'ab b. Umeyr önünde
öldürüldü. Bayrağı Hz. Ali'ye verdi. Miğfer halkalarından ikisi
yüzüne batmıştı. Bunları Ebû Ubeyde b.
Cerrâh
çıkarttı.
Öyle asıldı ki, Resûlullah'ın
yüzündeki o iki halkayı ısırmasının şiddetinden alt ve üst çenesinin ikişer ön dişi söküldü. Ebû Saîd
el-Hudrî'nin babası Mâlik b. Sinân, elmacık kemiğinin üstündeki (yaradan sızan)
kanı emdi. Müşrikler onu fark
etmişlerdi. Allah'ın kendileri ile
O'nun arasında engel olmamasını istiyorlardı.
Müslümanlardan on
kadarı öldürülünceye kadar O'na siper oldular! Sonra
Talha müşriklere, Resûlullah'tan uzaklaştırıncaya kadar kılıç salladı. Ebû Dücâne
(yüzünü Hz. Peygamber'e dönerek) sırtını siper etti; oklar sırtına saplanıyor fakat o hiç
kıpırdamıyordu!!
Şeytan en yüksek sesiyle: "Muhammed
öldürüldü."
diye bağırdı.
Bu haber müslümanlardan çoğunun gönlüne düşünce, birçoğu kaçtı. (Halbuki Allah'ın emri kesinleşmiş bir hükümdür.)[414]
Enes b. Nadr,
silahlarını
atmış
bir grup müslümana rastladı:
-Ne
bekliyorsunuz? dedi. Onlar:
-Resûlullah öldürüldü,
dediler.
-Onsuz bir
hayatta ne yapacaksınız?
Kalkın ve onun öldüğü şey uğruna ölün! dedi. Sonra düşmana
doğru yöneldi. Sa'd b. Muâz'a rastlayınca:
-Ey Sa'd! Uhud
dağının
yanında cennet kokusunu duyuyorum, dedi; sonra öldürülünceye kadar
savaştı.
Vücudunda yetmiş
darbe izi bulundu. O gün Abdurrahman b. Avf da yaklaşık yirmi
yara almıştı.[415]
Resûlullah
müslümanlara doğru ilerledi. O'nu miğferi altında ilk tanıyan Ka'b b. Mâlik oldu. Hemen en yüksek sesiyle:
"Müslümanlar! Müjdeler olsun! İşte
Allah'ın Resûlü!" diye bağırdı. Hz. Muhammed eliyle ona susmasını işaret etti. Müslümanlar hemen yanında toplandılar. Kendisiyle
birlikte daha önce konuşlandıkları Şi'b mevkiine doğru
gittiler.
Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali,
Hz. Hâris b. Sımme el-Ensârî ve başka
sahabiler
de vardı. Dağa tırmanmaya başladıklarında, "Avd" denilen atına
binmiş Übey b. Halef, Resûlullah'a yetişti. O Mekke'de iken atını besler ve: "Muhammed'i bunun üzerinde öldüreceğim." derdi. Resûlullah'a yaklaşınca, Hz. Peygamber Hâris b. Sımme'den
mızrağını aldı ve onunla Übey'i yaraladı.
Darbe köprücük kemiğine denk gelmişti;
perişan bir halde geri döndü. Bu yaradan öleceğini kesin olarak anladı.
Nitekim Mekke'ye dönüşü sırasında yolda "Serif" denilen yerde öldü.
Hz. Peygamber
oradaki büyük bir kayanın üzerine çıkmak istedi fakat yapamadı.
Talha
çöktü, Resûlullah da onun sırtına basarak kayaya çıktı. Namaz vakti gelmişti.
Onlara oturarak
namaz kıldırdı. Resûlullah o gün ensâr bayrağı altında durdu.
Müslümanlar müşriklerin bayraktarını öldürdüler. Bayraklarını Amra bt. Alkame el-Hârisiyye isimli kadın yerden kaldırdı ve bayrak etrafında
toplandılar. Ümmü Umâre -Nesibe bt. Ka'b el-Mâziniyye- çok çetin bir
biçimde savaştı. Amr b. Kamie'ye darbe üstüne darbe vurdu, ancak onu üzerindeki
iki zırhı korudu. Bu kez Amr, ona kılıçla vurdu ve omzundan ağır
bir şekilde yaraladı.
Savaş bitince Ebû Süfyân dağa çıkıp seslendi:
-Muhammed aranızda mı?.
Oradakiler cevap vermediler. Tekrar sordu:
-Ebû Kuhâfe'nin
oğlu (Ebû Bekir) aranızda mı?
Yine cevap vermediler. Bu sefer:
-Ömer b. Hattâb
aranızda mı?
diye sordu; yine cevap vermediler. Ebû Süfyân'ın
kendisi
ve kavmi, İslâm'ı
ayakta tutanların bu üç şahsiyet olduğunu bildikleri için yalnızca
bu üçünü sordu. Sonra:
-Bunları öldürdüysek, size bu kadarı
yeter. dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer:
-Ey Allah'ın düşmanı! Adını saydıkların hayattadır. Yüce Allah
sana kötülüğü dokunacak
olanı sağ bıraktı,
demekten kendini alamadı. Ebû Süfyân:
-En büyük Hübel! dedi.
Hz. Peygamber: 'Cevap vermiyor musunuz?!' buyurdu. Ashab:
-Ne diyelim?
dediler. Allah Resûlü:
-Allah en
büyüktür, en yücedir! deyin buyurdu. Sonra Ebû Süfyân:
-Bizim Uzzâ'mız[416] var, sizin
Uzzâ'nız yok! dedi. Hz. Peygamber:
-Cevap vermiyor
musunuz?! buyurdu. Ashab:
-Ne diyelim?
dediler. Allah Resûlü:
-Allah bizim
mevlâmızdır,
sizin mevlânız yok, deyin, buyurdu. Sonra Ebû Süfyân:
-Bugün Bedir'e
karşılık bir gündür. Savaş dönüşümlüdür, dedi. Hz. Ömer buna şöyle
cevap verdi:
-Hayır, eşit değiliz; çünkü bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise
cehennemdedir."
İbn Abbas:
"Allah Elçisi Uhud savaşında yardım olunduğu gibi hiçbir
yerde yardım olunmadı!" dedi.
Onun bu görüşünü inkar ettiler. Bunun üzerine: "Benimle inkar eden
arasında Allah'ın kitabı
hakemdir; zira Allah'ın kitabı şöyle demektedir: "Andolsun,
Allah, izniyle onları (müşrikleri) kırıp geçirdiğiniz sırada size olan vaadini gerçekleştirdi."[417] Ayetteki
"el-hass" kelimesi öldürmek anlamındadır. Savaş,
günün başında müşriklerden yedi veya dokuz kişi öldürülünceye kadar Resûlullah'ın ve ashabının lehinde idi." dedi ve hadisi zikretti. Allah Teâlâ, Bedir
ve Uhud savaşlarında
kendisinden bir güvenlik olarak müslümanların
üzerine
bir uyuklama indirdi. Savaşta ve korku anındaki uyuklama Allah'tan olan emniyete delildir; fakat namaz,
zikir ve ilim meclislerindeki uyuklama ise şeytandandır.
Buhârî ve
Müslim'de Ebû Hâzim'den rivâyet edildiğine
göre, kendisine Resûlullah'ın yarasını sormaları üzerine şöyle anlattı:
"Vallahi, ben Resûlullah'ın yarasını kimin yıkadığını, suyu kimin döktüğünü
ve ne ile tedavi edildiğini bilirim. Kızı Fâtıma yarasını temizliyor,
Ali b. Ebû Tâlib de suyu döküyordu. Hz. Fâtıma
suyun kanı fazlalaştırdığını görünce,
bir hasır parçası
alıp o parçayı yaktı ve yaraya sürdü; kan da dindi.[418]
Sahîh-i
Buhârî'de:
"Resûlullah'ın azı dişi kırılmış, başı yarılmış ve kan akmaya başlamıştı. Hz. Peygamber: "Kendilerini
hidâyete çağırdığı halde peygamberlerini yaralayan ve dişini kıran bir
topluluk nasıl
kurtulabilir?!"
diyordu.[419]
Bunun üzerine Allah: "Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur.
Allah, ya tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da
zalim olduklarından dolayı onlara azap eder."[420] âyetini indirdi.
Müslümanlar
bozguna uğradığında
Enes b. Nadr hiç bozulmadı ve: "Allah'ım! Şunların (müslümanların)
yaptıklarından dolayı Senden özür
dilerim, şunların (müşriklerin)
yaptıklarından da Sana sığınırım." dedi. Huzeyfe babasına
baktı. Müslümanlar onu (babasını) müşriklerden
zannederek öldürmek istiyorlardı.
Huzeyfe: "Ey Allah'ın kulları! Babam…!"
dedi. Sözünü anlamayıp babasını öldürdüler. Huzeyfe: "Allah sizi bağışlasın!" dedi. Resûlullah diyetini vermek istedi. Huzeyfe:
"Onun diyetini müslümanlara tasadduk ettim." diye cevap verdi.
Böylece Huzeyfe'nin
Hz. Peygamber'in gözündeki değeri daha da
arttı.
Zeyd b. Sâbit
anlatıyor: Resûlullah, Uhud savaşında beni, Sa'd b. Rebî'yi aramak için gönderdi ve buyurdu: "Onu görürsen, selamımı söyle ve ona: Allah Elçisi kendini nasıl buluyorsun? diye
soruyor, de!"
Zeyd: "Ölüler arasında dolaşmaya
başladım. Nihayet yetmiş mızrak, kılıç ve ok yarası almış bir halde son nefesinde iken yanına vardım." dedi. Zeyd: "Ey Sa'd! Resûlullah'ın sana selamı var. Buyuruyor
ki: "Bana haber ver, kendini nasıl
buluyorsun?"
dedi. Sa'd: "Allah'ın selamı
Resûlullah'ın da üzerine
olsun. O'na şöyle de: "Ey Allah'ın Resûlü! Cennetin kokusunu alıyorum. Ensâra da şöyle söyle: "Gözünüz gördükçe[421] (sağ olduğunuz sürece) Allah Elçisi'ne karşı içtenlikle davranırsanız, Allah'a özür beyan etmek zorunda kalmazsınız." Dedi ve ruhunu teslim etti.
Muhacirlerden
biri, ensârdan birine kana boyanmış
bir vaziyette rastladı ve: "Ey Falan! Muhammed'in öldürüldüğünü duydun mu?" diye sordu. Ensârlı dedi ki: "Muhammed öldürülmüşse, o tebliğ görevini hakkıyla yerine getirdi. Siz de dininiz uğruna savaşın! Bunun
üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Muhammed,
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin
geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır."[422]
Zührî ve başkaları: "Uhud günü, bela ve imtihan günüydü. Allah Teâlâ,
bu savaşla inananları imtihan etti; inkarını gizleyip diliyle müslüman olduğunu
söyleyen münafıkları ortaya çıkardı. Yüce Allah, o gün dostlarından
şehitlik ikram etmek istediklerine ikramda bulundu. Uhud
savaşı ile ilgili inen âyetlerden
Bu Savaştan Çıkarılan Bazı Hikmetler
Allah Teâlâ
müminlerin, cihâd etmeksizin ve düşmanın eziyetlerine sabretmeksizin cennete gireceklerine dair
hesaplarını ve
zanlarını reddetti:
"Yoksa siz; Allah, içinizden cihâd
edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"[428] Yani, sizden
böyle bir şey ortaya çıkmadı ki, Allah onu bilsin. Çünkü böyle bir şey
gerçekleşirse Allah onu muhakkak bilir ve
buna karşılık
sizi cennetle mükafatlandırır. Mükafat, sırf bilgiye göre değil, bilinen vakıaya
göredir. Zira Allah kula, kendisinin bilgisi olan şey gerçekleşmeksizin, sırf ilmine dayanarak
karşılık
(mükafat veya ceza) vermez.
Sonra Allah Teâlâ, temenni edip kavuşmayı arzuladıkları bir işten bozguna uğramalarından dolayı azarlayarak şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, siz ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp
duruyorsunuz."[429]
Şükredenler ise, nimetin değerini
bilen, ölünceye veya öldürülünceye kadar bu nimet üzere sebat edenlerdir. Bu kınamanın etkisi ve bu hitap tarzının hükmü/sonucu, Hz. Muhammed'in vefat ettiği gün kendisini gösterdi. Eski dinlerine dönenler (mürted)
oldu, fakat şükredenler dinlerinde sebat etti. Bunun
üzerine Allah da onlara yardım etti, onları yüceltti,
düşmanlarına karşı
muzaffer kıldı ve sonucu da onların
lehine çevirdi.
Sonra Allah
Teâlâ, her canlı için tamamlayacağı ve sonunda kavuşacağı bir ecel belirlediğini
haber verdi. İnsanların hepsi, sebepleri farklı
olsa da bir kaynak olarak ölüm havuzuna gelecekler, sonra kıyamet durağından çeşitli kaynaklara gitmek üzere ayrılacaklar; bir kısmı
cennete bir
kısmı da
cehenneme gideceklerdir.[431]
Sonra Allah
Teâlâ, peygamberlerinden büyük bir topluluğun
ve kendileriyle birlikte onlara tâbiî olanların
pek çoğunun öldürüldüğünü,
ama sağ kalanların Allah yolunda
başlarına gelen belalar karşısında gevşemediklerini, zayıflayıp yılmadıklarını ve boyun eğmediklerini haber
verdi. Bu kimselerin savaş sırasında da gevşemediklerini, yılmadıklarını ve boyun eğmediklerini; aksine şehid
olmayı metanetle, kesin kararlılıkla ve cesurca karşıladıklarını; geri dönerek, zelil bir şekilde
boyun eğerek değil, bilakis izzetle, şerefle;
geri kaçarak değil, öne atılarak şehid olmayı istediklerini
bildirdi.[432]
Sonra Allah
Teâlâ, peygamberini ve kendi yolunda öldürülen dostlarını en güzel ve en nazik bir şekilde
teselli edip kendileri için takdir ettiğine
razı olmaya daha da teşvik
etti: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma.
Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah'ın lütfundan
kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehid olmamış) kimselere de
hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine
sevinirler."[433]
Müreysî' gazası, hicretin beşinci yılı Şabân ayında oldu. Sebebi: Hz. Peygamber'e Mustalikoğulları reisi Hars b. Ebû Dırâr'ın, kavmi arasında dolaşarak onları ve Araplardan
söz geçirebildiklerini Resûlullah'la savaşmak
üzere davet etmesidir. Bu durum Hz. Peygamber'e ulaşınca, Allah
Elçisi ve bundan önce hiçbir gazâya katılmamış bir grup münafık
da müslümanlarla birlikte
yola çıktı.
Resûlullah, Medine'de Zeyd b. Hârise'yi vekil bıraktı.
Hz. Peygamber,
sulak bir yer olan Müreysî'e gelince, Hars'ın ordusu dağıldı. Allah Resûlü, düşmana
saldırdı ve onlardan esir aldı.
Bu olay Buhârî ve Müslim'in Sahîhlerinde
zikredilmiştir.[434] Esir alınanlar arasında kabile reisi Hars'ın kızı Cüveyriye Sâbit b. Kays'ın
payına düşmüş, Sâbit de kendisiyle kölelik sözleşmesi yapmıştı. Resûlullah, onun kölelikten kurtulması için gereken parayı
ödedi ve onunla evlendi. Bu evlilik sebebiyle müslümanlar, "Onlar, Allah
Resûlü'nün akrabalarıdır."
diyerek Mustalikoğulları'ndan yüz
esir köleyi azat edip serbest bıraktılar. Onlar da müslüman oldular.
Bu savaşta "ifk" olayı
meydana geldi. Hz. Peygamber, bu gazâya çıktığında çekilen kurânın
kendisine çıkması sebebiyle Hz. Aişe'yi
beraberinde
götürmüştü. Allah Resûlü'nün hanımları arasındaki âdeti buydu. Gazâdan dönüşte
bir yerde konakladılar. Hz. Aişe ihtiyacı sebebiyle çıktı, bu sırada kız kardeşinden emanet aldığı
gerdanlığı kaybetti. Hemen kaybettiği yere gerdanlığını aramak üzere geri döndü. Hevdecini taşıyan adamlar geldiler, Hz. Aişe'yi
içinde zannederek hevdeci deveye yüklediler. Hafifliğini fark etmeden yola koyuldular. Çünkü Hz. Aişe'nin yaşı çok gençti,
kendisini ağırlaştıracak kadar şişmanlamamıştı. Aynı zamanda
hevdeci taşıyanların
sayısı da çoktu.
Safvân b.
Muattal, ordunun ardçıları
arasında idi, Hz. Aişe'yi
görünce
tanıdı
-örtü âyetinin
inmesinden önce onu görüyordu- ve istircada bulundu.Yani: "İnnâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn. Yani, biz şüphesiz Allah'a aidiz ve şüphesiz O'na döneceğiz." dedi. Sonra devesini çöktürüp Hz. Aişe'ye yaklaştırdı, o da deveye bindi. Hz. Aişe'ye
bir kelime bile söylemedi, Sonra Safvân, deveyi yularından çekerek onunla birlikte orduya kadar yürüdü.
İnsanlar bu durumu görünce her
biri seciyesine göre ve kendisine yakışan
biçimde konuştular. Kötü ruhlu İbn
Übeyy münafıklık tasasından dolayı bir fırsat yakaladı ve derhal
iftirayı yaymaya başladı.
Medine'ye
dönünce, Hz. Peygamber bu konuda susup konuşmazken, iftiracılar
lakırdıya daldılar.
Sonra Allah Resûlü, sahâbeyle istişare
etti. Hz. Ali, ondan ayrılmasına dolaylı olarak işaret ederken, Üsâme ve diğerleri
ise onu nikahında tutmasını işaret ettiler. Hz. Ali, söylentilerdeki şüpheyi gördüğü için Allah
Resûlü'nün insanların sözlerinden dolayı çektiği üzüntü ve kederden kurtulması
için şüphenin kesin bilgiye dönüştürülmesini
önerdi. Üsâme ise, Allah Resûlü'nün Hz. Aişe
ve babasına olan sevgisini, onun iffetli olduğunu bunların da ötesinde
Allah'ın, zina
eden bir kadını O'nun nikahında bulundurmayacak kadar Hz. Peygamber'in Allah
katında en değerli
olduğunu biliyordu. Sahâbenin diğer
ileri gelenlerinin
bunu işitince söyledikleri gibi: "Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah'ım! Bu çok büyük bir iftiradır!"[435] dedi.
Vahiy bir ay
süreyle Hz. Peygamber'den kesildi. Vahiy daha sonra Hz. Aişe'nin suçsuz olduğunu
ifade ederek tekrar inmeye başladı.[436]
Hz. Aişe'nin suçsuzluğuna
ilişkin âyet inip ana-babasının: "Kalk da Resûlullah'a teşekkür
et." demeleri üzerine: "Vallahi, kalkmam ve ancak benim
suçsuz olduğuma dair vahiy indiren Allah'a hamd
ederim." Böylece o, nimeti Rabbine yükleyişi,
bu makamda "hamd"i yalnız
O'na tahsis edişi, kendisinin suçsuzluğuna
delil getirişini ortaya çıkartmıştır. Hz. Aişe, sulhu isteme
makamında kalkmasını gerektiren şeyi yapmadı. Bu, sebatın gayesidir.
Hz. Aişe'nin günahsız olduğu vahiyle sabit olunca, Allah Resûlü, iftira attıkları tespit edilenler hakkında
had cezası olarak seksener değnek
vurulmasını emretti.[437]
Hendek savaşı, hicretin
Resûlullah, müşriklerin gelmekte olduğunu
işitince ashâbı ile istişare etti. Selmân-ı Fârisî, Allah
Elçisi'ne düşmanla Medine arasında hendek
kazılmasını önerdi. Resûlullah da bu işin
yerine getirilmesini emretti. Müslümanlar hemen bu işe koyuldular. Bizzat Hz. Peygamber de bu işte çalıştı. Resûlullah
Bu kuşatma hali müslümanların
aleyhine uzayınca Resûlullah, Gatafân komutanlarından Uyeyne b.
Hısn ve Hars b. Avf ile, şayet kavimleriyle birlikte giderlerse Medine'nin meyve
mahsulünün üçte birini vermek kaydıyla
antlaşma yapmak istedi. Karşılıklı görüşmeler bu şekilde devam
ediyordu. Sonra Resûlullah, Sa'd b. Ubâde ve Sa'd b. Muâz[439] ile istişare etti. Onlar: "Ey Allah'ın Resûlü! Eğer bunu sana
Allah emrettiyse başımız gözümüz üstüne! Yok eğer
bu sadece senin, bizim için yaptığın
bir şeyse buna hiç gerek yok! Çünkü (bir zamanlar) biz ve şu kavim Allah'a ortaklar koşar,
putlara taparken bile, bunlar misafirlik ve satın
almanın dışında Medine'nin bir tek meyvesini yemeyi bile umamamışlardı. Şimdi Allah bizi İslâm'la
şereflendirmiş, ona ulaştırmış ve seninle kuvvetlendirmişken mi malımızı onlara verelim? Vallahi, onlara kılıçtan başka
verecek bir şeyimiz yok!" dediler. Hz. Peygamber
de görüşlerini haklı bularak:
"Ben ancak bütün Arapların sizin üzerinize üşüştüklerini gördüğüm
için böyle bir şey yapmak istemiştim."
dedi.
Sonra Allah
Teâlâ, düşmanı
perişan etti, hepsini bozguna uğrattı, kılıçlarını paramparça etti. Bunu hazırlayan
neden şu idi: Gatafân'dan Nuaym b. Mesud b. Âmir isminde bir kişi Hz. Peygamber'e gelerek:
-Ben müslüman
oldum. Bana istediğini emret, dedi. Bunun üzerine Allah
Resûlü:
-Sen bir tek kişisin. Yapabildiğin
kadar onları bize karşı savaşmaktan vazgeçirmeye
çalış; zira harp hiledir,[440]
buyurdu.
Nuaym, derhal
Kurayza yahudilerinin yanına gitti. Cahiliyye
döneminde
onların dostu idi. Aralarına karıştı. Yahudiler onun müslüman olduğunu
bilmiyorlardı. Nuaym onlara:
-Siz Muhammed'e
karşı savaş
açtınız. Şayet Kureyşliler bir fırsatını bulurlarsa onları
yenerler, yok eğer
yenemeyecek olurlarsa, dönerek yurtlarına
gider, sizi Muhammed'le baş başa bırakırlar.
O da sizden intikamını alır,
dedi. Yahudiler:
-Peki ne yapalım, Ey Nuaym? dediler. Nuaym:
-Siz kendilerinden
rehineler almadıkça onlarla birlikte savaşmayın,
dedi. Yahudiler:
-Sen bize iyi bir
öğüt verdin, dediler. Sonra Nuaym doğruca Kureyşlilerin yanına gitti ve:
-Size karşı sevgi ve dostluğumu
biliyorsunuz, değil mi?
dedi. Onlar:
-Evet, biliyoruz,
dediler. Bunun üzerine:
-Yahudiler,
Muhammed ve ashabıyla olan antlaşmayı bozduklarına pişman
olmuşlar. Sizden rehineler alarak O'na göndereceklerini, sonra da
o rehinelerin, size karşı O'na yardım edeceklerine
ilişkin haber göndermişler.
Şayet sizden rehineler isteyecek olurlarsa sakın onlara
kimseyi vermeyiniz." dedi. Daha sonra Gatafânoğulları'na
giderek onlara da aynı şeyi
söyledi.
Şevval ayının cumartesi
gecesi olunca Kureyşliler, yahudilere elçi göndererek:
"Biz bu yerde hep oturacak değiliz.
Paçalar ve ayakkabılar eskidi. Kalkın
gelin Muhammed'le savaşalım." dedi. Yahudiler de Kureyşlilere
bir elçi göndererek: "Bugün cumartesi'dir. Siz, bizden önce, cumartesi
günü iş yapmış
olan kimselerin başlarına geleni bilirsiniz. Ayrıca,
bize rehineler
göndermedikçe sizinle beraber savaşacak
değiliz." dediler.
Elçileri bu
haberi getirince Kureyşliler: "Allah'a yemin olsun ki
Nuaym'ın söyledikleri doğru
imiş!" dediler, sonra da yahudilere haber göndererek:
"Vallahi, size bir kişi bile gönderecek değiliz. Bizimle çıkın, Muhammed'le savaşalım!" dediler. Buna karşılık Kurayza yahudileri de: "Vallahi, demek ki, Nuaym'ın bize
getirdiği haber doğru
imiş." dediler. Böylece iki taraf birbirinden ayrılmış oldu.
Nihayet Allah,
müşrikler üzerine bir rüzgar ve melekler
ordusu gönderdi. Allah, savaşta Peygamberine yeterli oldu ve bütün grupları/orduları tek başına bozguna uğrattı.
Savaş sona erdikten sonra Hz. Peygamber Medine'ye geldi ve silahını bıraktı. Cebrâil kendisine geldi ve: "Melekler silahlarını henüz bırakmadılar.
Kurayza Yahudilerine
saldır!" dedi. Bunun üzerine Allah
Resûlü: "İşiten ve itaat edenler ikindi namazını Kurayzaoğulları topraklarından başka yerde kılmasın!" şeklinde
seslendi. Müslümanlar derhal yola koyuldular. Onlardan kimilerini öldürdüler,
kimilerini de esir aldılar. Allah onların yurdunu ve mallarını müslümanlara aktardı.
Bu iki savaş Ahzâb sûresinde anlatılmaktadır.[441]
Hudeybiye seferi
hicretin altıncı yılının Zilka'de
ayında gerçekleşmiştir. Allah Resûlü,
Müslümanlarla müşrikler
barış hususunda birbirine girdiler. Bu esnada
bu iki topluluktan
bir adam karşı taraftan birine ok attı. Aralarında çarpışma başladı.
İki topluluk da, birbirlerine ok ve taş attılar ve her iki taraf da kendi yanlarında bulunup karşı
taraftan olan kimseleri
rehin aldı. Bu sırada
Allah Resûlü'ne, Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi ulaştı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, müslümanları
biat etmeye çağırdı. Allah Resûlü ağacın altında dururken müslümanlar, Resûlullah'a koşuştular ve savaşmaktan kaçmamak üzere
kendisine biat ettiler.
Hz. Osman döndü
ve: "Kureyş beni Kabe'yi tavaf etmeye çağırdı ama ben kabul etmedim." dedi.
Hz. Peygamber'le
Mekkeliler arasında barış
görüşmeleri devam ederken, Mekkeliler Allah Resûlü'nden bir anlaşma metni yazmasını istediler.
Hz. Peygamber kâtibi çağırarak:
-'Bismillahirrahmânirrahîm'
yaz, dedi. Süheyl b. Amr:
-'Rahmân' da
nedir? Bizler bilmeyiz! Onun yerine, 'bismikallahümme' yaz, dedi.
Müslümanlar:
-Vallahi, bizler,
'Bismillahirrahmânirrahîm'den başka
bir şey yazmayız, dediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber:
-'Bismikallahümme'
yaz, dedi. Sonra:
-Bunlar, üzerinde
Allah Resûlü Muhammed'in anlaşma yaptığı maddelerdir, diyerek katibe yazmasını emretti. Süheyl yine itiraz ederek:
-Vallahi, eğer bizler seni, Allah'ın
resûlü olarak tanımış olsaydık, Kabe'yi tavaf etmene engel olmaz ve seninle savaşmazdık. Onun yerine, 'Muhammed b. Abdullah' yaz." dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
-Her ne kadar,
siz beni yalanlasanız da, ben Allah'ın resûlüyüm! dedi, -bizimle Kabe arasına girememeniz ve Kabe'yi tavaf etmemiz şartıyla- ve katibe dönerek:
-'Muhammed b.
Abdullah' yaz, dedi. Süheyl yine itiraz ederek:
-Vallahi,
Araplar: Zor altında bırakılarak bu anlaşmayı yapmak zorunda kaldığımızı söyler dururlar. Bu ancak gelecek sene
olabilir." dedi ve madde bu şekilde
yazıldı. Süheyl:
-Senin dininden
olsa bile bizden sana hiçbir kimsenin gelmemesi; şayet gelecek olursa tekrar bize iade etmen… şartını ileri sürdü. Müslümanlar:
-Sübhanallah!
Müslüman olarak gelen bir kimse, nasıl
olur da
müşriklere geri gönderilir?! dedi.
Anlaşma şu şekilde neticelendi: On yıl
süreyle savaşılmayacak; insanlar birbirlerinden emin olacaklar; müslümanlar
bu yıl geri dönecekler ancak ertesi yıl
Mekke'ye gelecekler; Mekkeliler, Hz. Peygamber'le Mekke arasına engel olmayacaklar ve Allah Resûlü orada üç gün
kalabilecek; müslümanlar Mekke'ye, ancak kılıçları kınlarında olduğu halde, yolcu
silahlarıyla girebilecekler; Hz. Peygamber'in ashâbından Mekkelilere gelen Hz. Peygamber'e geri verilmeyecek;
Mekkelilerden Hz. Peygamber'e gelen ise iade edilecektir. Sahâbe: "Ey
Allah'ın Resûlü! Bunu onlara verecek
miyiz?" diye sordular. Allah Resûlü: "Bizden
onların
tarafına gidecek olanı Allah uzak etsin! Onlardan bize gelip de tekrar onlara vereceğimiz kimseye gelince, Allah o kimse için bir ferahlık, bir çıkış yolu yaratacaktır." buyurdu.[442]
Allah Resûlü,
anlaşmayı
yazdırma işini bitirince ashâba: "Kalkın kurbanlarınızı kesin sonra da tıraş olunuz." buyurdu. Fakat üç kez tekrarlamasına rağmen hiç kimse kalkmadı!
Hiç kimse kalkmayınca Ümmü Seleme'nin yanına
girip, bu durumu anlattı. Ümmü Seleme O'na: "Bunu istiyor musun? Çık, sonra hiç kimseye tek kelime dahi söylemeden kurbanını kes ve berberini çağırarak
tıraş ol." dedi. Hz. Peygamber, kalktı ve Ümmü Seleme'nin dediklerini yaptı. Sahabe bu durumu görünce, onlar da kalkıp kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş etmeye başladılar.[443]
Daha sonra Hz.
Peygamber'e (müslümanlığı kabul etmiş) mümin kadınlar geldi. Bunun üzerine
Allah: "Ey iman edenler! Mü'min kadınlar muhacir
olarak size geldiklerinde onları imtihan
edin"[444] âyetini indirdi.[445]
Bu olayda Huzâalılar Allah Resûlü'nün, Bekiroğulları da Kureyşlilerin anlaşma ve sözleşmesine
girdiler. Fetih sûresi hem Hudeybiye'de hem de Hayber'de inmiştir.
Hz. Peygamber,
Hudeybiye'den Medine'ye döndüğünde yirmi gece/gün kadar
burada kaldı. Sonra savaşmak üzere Hayber'e gitmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, peygamberi Hudeybiye'de iken Hayber'i ona
vaat etmişti: "Allah size,
elde edeceğiniz birçok ganimet vaad etmiştir. Şimdilik bunu size hemen
vermiştir."[446]
İbn Ömer'den rivâyet edildiğine
göre Allah Resûlü, Hayberlilerle savaşarak
onları kalelerine
çekilmek zorunda bırakmış;
ekin, hurmalık ve arazilerine el koymuştu.
Bunun üzerine Hayberliler, silah hariç, hayvanlarının taşıyabileceği kadar yüklerini alıp Hayber'den çıkıp gitmek üzere O'nunla anlaşma
yaptılar. Onları Hayber'den çıkarıp sürmek istediğinde:
"Ey Muhammed! Bizleri bırak, bu
topraklarda kalalım. Bu toprakları ıslah eder, bakımını yaparız. Bizler bunları
sizden daha iyi biliriz." dediler. Ne Hz. Peygamber'in ve ashâbının arazinin bakımını yapacak işçileri vardı, ne de kendilerinin bu iş
için boş vakitleri vardı.
Neticede, bütün
ekin ve meyvelerin yarısının kendilerine verilmesi şartıyla Hayber'i onlara tekrar verdi. Allah Resûlü, onları bu şekilde kabul etmeyi daha önce düşünmemişti. Abdullah b. Revâha yetişecek
ekin ve meyveleri tahmin ederdi.
Hz. Peygamber,
Hayber (ganimetlerinin) yarısını, beşte birlik kısmı ve ganimeti
hak eden kimseler arasında paylaştırmış; diğer yarısını da müslümanların ihtiyaç gösterecek kamu hizmetleri için ayırmıştır.
Devlet başkanı, savaş yoluyla fethedilen (anveten) topraklar hususunda, bu
toprakları bölüştürmek
veya vakfetmek ya da bu toprakların
bir kısmını bölüştürüp, bir kısmını vakfetme
tercihleri arasında muhayyerdir. Hz. Peygamber, her üç
türü de yapmıştır: Kurayza ve Nadîr topraklarını taksim etti; Mekke[447] topraklarını taksim etmedi. Hayber'in ise yarısını taksim edip, diğer
yarısını bıraktı. Buhârî, Müslim ve diğer
hadis kaynaklarında, Resûlullah'ın,
süvari olan kimseye biri kendisi, ikisi de atı
için olmak üzere üç hisse; yaya olana ise bir hisse verdiği rivâyet edilmiştir.[448]
Bu gazvede Huyey
b. Ahtab'ın kızı Safiye esir alındı, sonra müslüman oldu. Allah Elçisi onu kendisi için seçerek
azat etti ve azat edilmesini mehir yerine saydı.
Bu savaş esnasında, bir yahudi kadını olan, Selâm b. Mişkem'in
karısı ve Hars'ın kızı Zeyneb, zehirlemiş
olduğu kızartılmış bir koyunu Allah Resûlü'ne hediye etti. Zeyneb,
müslümanlara: "Muhammed koyun etinin en çok neresini sever?" diye sormuş, müslümanlar da: "But etini çok sever." diye cevap
vermişlerdi. Bunun
üzerine Zeyneb, buduna daha çok zehir kattı.
Hem Allah Elçisi hem de ashabı koyun etini
yediler. Ebû Hureyre'den rivâyet edildiğine
göre, Hz. Peygamber, Bişr
b. Berâ öldüğü zaman bu kadını öldür(t)müştür. Zira Bişr'in ölümü bu koyun etini yedikten hemen sonra olmuştur. Allah Resûlü'ne gelince, bundan sonra üç yıl yaşadığı ve vefatına sebep olan ağrısı için de şöyle demiştir: "Hayber
savaşı
esnasında koyundan yediğim lokmanın acısını zaman zaman hissederdim.
İşte
bu anlar o zehirden dolayı kalp damarımın benden ayrıldığı anlardır!!"[449]
Sonra Hz.
Peygamber, Hayber'den Vâdi'l-Kurâ'ya gitti. Orada yahudi bir topluluk
bulunuyordu. Allah Resûlü burasını savaşarak fethetti, arazi ve hurmalıkları işletmek üzere onların
ellerinde bıraktı. Fedek arazisini de aynı şekilde yapmıştır.[450]
Allah Resûlü'nün
Fedek ve Vâdi'l-Kurâ halklarıyla uzlaşma yaptığı haberi Teymâ Yahudilerine ulaşınca,
Hz. Peygamber'le anlaşma yaparak
mallarıyla birlikte orada ikamet etmişlerdir.
Hz. Ömer hilafeti zamanında, Hayber ve Fedek Yahudilerini sürmüş, Teymâ ve Vâdi'l-Kurâ halkını sürmemiştir. Çünkü buralar, Şam topraklarına dahildi.
Maksat, Hicaz bölgesinde olanları çıkartmaktır.
Mekke'nin Fethi,
hicretin sekizinci yılı
Ramazan'ın on günü geçtikten sonra gerçekleşti. Sebebi: Bekiroğulları Huzâalılara saldırdılar. Huzâalılar
"Vetir" denilen bir su kenarında
yaşıyorlardı. Bekiroğulları bir gece onlara baskın
yapıp bazılarını öldürdüler.
Kureyşliler Bekiroğulları'na silah yardımı yaptılar. Bazı Kureyşliler gece karanlığından istifade edip onlarla birlikte
savaşa katıldılar. Neticede
Huzâalıları
Harem'e kadar sürdüler.
Huzâalılar, Büdeyl b. Verkâ el-Huzâî'nin evine
sığındılar. Büdeyl b. Verkâ Huzâalılardan
bir topluluk ile Medine'ye Resûlullah'ın
yanına gelip başlarına gelenleri ve Kureyşlilerin,
Bekiroğulları'nı desteklediklerini anlattılar.
Hz. Peygamber,
Mekke'ye gitmek üzere iyice hazırlık yapmalarını emretti ve: "Allah'ım!
Yurtlarına
ansızın
varabilmemiz için Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, engelle." diye dua
etti.[451]
Müslümanlar hazırlandılar.
Bu sırada Hâtıb b. Ebû
Beltea, Resûlullah'ın kendilerinin üzerine yürüdüğünü haber vermek için Kureyşlilere bir mektup yazdı.
Mektubu
bir kadına verdi. Bunu Kureyşlilere ulaştırması için ona bir ücret ödedi. Hz. Peygamber'in
casuslarından biri kadına yetişip saçından mektubu çıkardı.
Hâtıb huzura
çağırıldı: "Ey Allah'ın
Resûlü! Hakkımda hüküm vermekte acele etme! Vallahi, ben Allah'a ve Elçisi'ne iman
etmiş bir kimseyim. Ben dinimden dönmedim ve
dinimi
değiştirmedim.
Fakat ben, Kureyşliler arasında yanaşma bir kimseydim, onlardan değildim. Benim onlar
arasında ailem, akrabalarım ve çocuklarım var. Aramızda bunları himaye edecekleri bir akrabalık
bağı da
yok. Senin yanında bulunanların ise orada kendilerini koruyacak akrabaları var. Ben de onların
yanında bir destek/bir güç edinip onunla akrabalarımı himaye
etmelerini istedim."
Sonra Allah
Resûlü,
-Bu geceki kadar
çok ateşi ve askeri görmedim! derken, Büdeyl
ise:
-Bunlar vallahi
Huzâalılar! Onları
harp bir araya getirmiş! dedi.
Ebu Süfyân:
-Huzâalıların ateşleri ve askerleri bunlardan daha az ve daha önemsizdir! dedi.
Ebû Süfyân'ın sesini tanıdım ve:
-Ey Ebû Hanzala!' dedim. O da benim sesimi tanıdı. "Ebu'l-Fadl, sen misin?' dedi.
-Evet dedim.
Babam anam sana feda olsun! Ne haber var? diye sordu. Ben:
-Resûlullah ve
arkadaşlarıdır. Vallahi, Kureyş'in
sabahı pek yaman
olacak. Vallahi, eğer sana karşı zafer elde ederse şüphesiz
boynunu vuracaktır!
dedim. Ebû Süfyân:
-Peki, çare
nedir? diye sordu. Şöyle dedim:
-Şu katırın arkasına bin de seni Allah Resûlü'ne götüreyim ve senin için
eman dileyeyim. Ebû Süfyân, Hz. Peygamber'in yanına
gelince şehâdet getirerek müslüman oldu. Bunun üzerine Abbas:
-Ey Allah'ın Elçisi! Ebû Süfyân övünmeyi çok seven bir adamdır. Onun için bir şey yapsan! dedi.
Hz. Peygamber:
-Olur! Kim Ebû
Süfyân'ın evine girerse o güvendedir, kim
Mescid-i Harâm'a girerse o da emniyettedir. buyurdu. Ebû Süfyân, yürüyüp Kureyşlilerin yanına varınca en yüksek sesiyle:
-İşte Muhammed, sizin O'na karşı
koyamayacağınız bir şekilde yanınıza gelmiş bulunuyor! Kim Ebû
Süfyân'ın evine girerse o güvendedir, kim
Mescid-i Harâm'a girerse o da emniyettedir. diye bağırdı. Kureyşliler:
-Allah seni
kahretsin! Senin evin bize ne faydası
olabilir?
dediler. Bunun üzerine insanlar evlerine gitmek üzere dağıldılar.
Resûlullah
yürüdü, yukarı taraftan Mekke'ye girdi. Burada kendisine bir çadır kuruldu.
Hz. Peygamber Hâlid b. Velîd'e[453]
-ki bu arada müslüman olmuştu- Mekke'ye aşağı taraftan
girmesini emretti. Allah Resûlü, Hâlid'e: "Eğer Kureyş'den biri size karşı çıkarsa,
benimle Safâ tepesinde buluşuncaya kadar,
onları ekin biçer gibi biçin!" dedi.
Bekiroğulları'ndan
Himâs b. Kays, Resûlullah Mekke'ye girmeden önce silah hazırlıyordu.
Karısı:
-Bunları niçin hazırlıyorsun?
diye sordu. Himâs:
-Muhammed ve
ashâbı için, dedi. Karısı:
-Vallahi,
Muhammed ve ashâbı karşısında hiçbir şey duramaz, dedi. Himâs:
-Vallahi, ben
onlardan bazılarını esir alıp sana hizmetçi yapmayı bile umuyorum, dedi ve sonra şu beyiti söyledi:
Onlar
bugün gelecek olurlarsa ben hasta değilim; İşte mükemmel
silah ve âletler.
Çarpışma başladı ve orada iki müslüman şehid
edildi. Bunlar Hâlid b. Velîd'in süvari birliğindeydiler.
Müşriklerden ise on iki civarında adam öldürüldü. Müşrikler yenildiler. Silah hazırlayan
Himâs
da yenildi, evine kaçtı ve karısına:
-Kapıyı üzerime kapa! dedi. Karısı ona:
-Hani dediğin nerede kaldı?
dedi.
Resûlullah kalktı. muhâcirler
ve ensâr, önünü, arkasını ve
etrafını sarmış bir halde Mescid-i Harâm'a girdi. Hacer-i Esved'e doğru yöneldi, onu selamladı. Sonra
Kâbe'yi tavaf etti. Elinde bir yay vardı.
Kâbe'nin çevresinde ve üzerinde üç yüz altmış
put vardı. Elindeki yayla putları
iteleyip şöyle diyordu: "Hak geldi,
bâtıl
yok oldu; zira bâtıl yok olmaya mahkumdur."[454] "Hak geldi. Bâtıl, ne yoktan
bir şeyi var edebilir, ne de yok olanı getirebilir/diriltebilir."[455] Resûl-i Ekrem'in
itmesi üzerine putlar yüzleri üstü birbiri üzerine devriliyordu.
Hz. Peygamber,
tavafını
devesi üzerinde yapıyordu. O gün ihramlı değildi. Sonra Osman b. Talha'yı
çağırdı ve Kâbe'nin anahtarlarını ondan aldı. Kâbe'nin
içindeki resimler ile Hz. İbrahim ve İsmail'in fal okları
çekiyor halde yapılmış resimlerini yok etti. Sonra namaz kıldı ve tekbir getirerek Kâbe'nin içinde dolaştı. Sonra kapının önünde
durdu. Kureyş ise sıra
sıra olmuş Hz. Peygamber'in ne yapacağını endişe içinde bekliyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdu:
Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O, tektir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. O, vadini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. Bütün düşman
topluluklarını tek başına
bozguna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağına
ait her şey, mal ve kan davaları,
Kabe'ye hizmet ile hacılara su dağıtma âdetleri dağıtma dışında hepsi de şu iki ayağımın altındadır, kaldırılmıştır. Ey Kureyşliler! Muhakkak Allah, cahiliye gururunu, cahiliye
atalarıyla övünüp büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem'den, Adem ise topraktan yaratılmıştır.
Sonra şu
âyeti okudu: "Ey
insanlar! Şüphesiz, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi
boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en
çok sakınanınızdır. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir,
hakkıyla haberdar olandır."[456]
Hz. Peygamber,
"ey Kureyş topluluğu!
Şimdi size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?" diye sorunca, onlar:
-İyilik yapacağını. Çünkü, sen iyi bir kardeşsin,
iyi bir kardeş oğlusun,
dediler. Hz. Peygamber:
-Ben, size Hz.
Yûsuf'un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: 'Bugün size kınama yok!'[457] Gidin, sizler serbestsiniz.
Sonra Mescid-i Harâm'da oturdu. Hz. Ali, Kâbe'nin anahtarları elinde O'na doğru
geldi ve:
-Ey Allah'ın Elçisi! Kabe'nin kapıcılığı (hicâbe) ile hacılara
su dağıtma (sikâye) işini
bize ver. Allah'ın selamı üzerine olsun, dedi. Allah Resûlü:
-Osman b. Talha
nerede? diye sordu. Çağrıldı ve ona:
-İşte anahtarların ey İbn Talha. Bugün iyilik ve vefa günüdür.
Sonra Hz.
Peygamber, Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî'nin evine girdi, boy abdesti aldı ve orada sekiz rekat namaz kıldı. Kuşluk vakti idi. Bu yüzden bazıları bu namazın, kuşluk namazı olduğunu zannettiler. Halbuki bu, Allah'a şükretmek için kıldığı fetih namazı idi; zira Ümmü
Hânî'nin:
"Bu namazı kıldığını ne bundan önce, ne de bundan sonra gördüm." dediği bunun delilidir.
İslâm komutanları, bir
kaleyi
veya bir şehri fethettikleri zaman, Allah
Resûlü'ne uymak
için bu namazı kıldılar.
Hudeybiye barışı, bu büyük fethe bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine
güven duydular ve birbirleri ile konuştular,
İslâm hakkında tartıştılar. Mekke'deki
imanlarını
gizleyen müslümanlar dinlerini açığa
vurma, ona çağrıda bulunma imkanı
buldular.
Bu barış sebebiyle pek çok insan İslâm'a girdi. bu yüzden Allah Teâlâ, onu bir "fetih" olarak
isimlendirdi: "Şüphesiz biz
sana apaçık bir fetih verdik."[458] Bu ayet
Hudeybiye barışı hakkında
inince Hz. Ömer: "Ey Allah'ın
Resûlü! Bu bir fetih midir?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Evet!"
dedi. Allah Teâlâ Hudeybiye'nin bir fetih olduğunu
şu ayetlerle yineledi: "Andolsun,
Allah, Peygamberi'nin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarını kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah,
sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih
daha verdi."
[459]
Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah'ın adetidir. Nitekim Hz. İsa
ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriya kıssasını ve onun durumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşlı oluşuna rağmen ona çocuk verişini
anlatmıştır.
Yine kıblenin nesh edilmesinin öncesinde Kabe'nin tarihini, yapılışını ve hürmete layık
oluşunu, isminin yüceltilişini,
yapıcısını ve onun övgüye layık
oluşunu anlattı. Bütün
bunlardan önce neshi ve onu gerektiren hikmetini zikretmek suretiyle
bir ön giriş yaptı.
Aynı şekilde Resûlünün peygamber olarak gönderilmesi öncesinde Fil
kıssasını, kâhinlerin
onu müjdelemelerini ve başka şeyleri anlatmıştır. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Resûlullah'ın gördüğü Salih rüyalar da aynı şekilde bir mukaddimedir. Hicret de cihat emri öncesi yine
bir mukaddimedir.
Şeriat ve kaderin sırlarını gereği gibi düşünen, onun
hikmetinin, akılları hayrete düşüren hallerini görür.
Bu savaşta (Mekke'nin fethi) anlaşmalılar, devlet başkanının zimmetinde, himaye ve koruması
altında bulunanlarla savaştıklarında, devlet başkanına savaş açmış sayılacaklarına delalet
etmektedir. Anlaşmalılar ses çıkarmadıkları, karşı gelmedikleri ve buna razı
oldukları takdirde,
bizzat yapanlarla destekçileri dahil hepsinin anlaşması bozulmuş olur. Kureyş'ten Bekiroğulları'na yardım edenler onların
bir kısmı idi ve hepsi onlarla birlikte savaşmamışlardı. Bununla birlikte Hz. Peygamber hepsine birden savaş açmıştır. Nasıl sulh anlaşmasını tabi olarak girmişler
ve onlardan her biri ayrı bir sulh anlaşması yapmamış, yapılan anlaşmaya razı olup kabullenmişlerse,
işte onların anlaşmayı bozmalarının hükmü de aynen böyledir. İşte
bu, Allah Resûlü'nün sünnetidir.
Bunun bütüne şamil edilmesi her bir fert anlaşmayı bozacak davranışı
bizzat yapmış olmasa bile, onların
cemaatinin buna razı olmaları halinde anlaşmayı bozan zimmîlere bu hükmün icra edilmesi demektir. Nitekim Hz.
Ömer bazı yahudiler oğluna saldırdıklarında ve bir evin damından
taş atıp kolunu kırdıklarında Hayber Yahudilerini yurtlarından
sürmüştür. Hatta Hz. Peygamber Kurayzaoğulları'nın bütün savaşçılarını öldürmüş, onlardan her
birine anlaşmayı bozup bozmadığını sormamıştır. Sadece iki adamın
suikaste teşebbüs etmesine rağmen
Nadîroğulları'nı sürmesi de böyledir. Kaynukaoğulları'na da böyle
davranmıştır.
Fakat
Abdullah b. Übeyy, Hz. Peygamber'den onları bağışlamasını istemiştir. İşte Resûlullah'ın şüphesiz tavrı ve
metodu budur.
Müslümanlar, destekçinin
bizzat savaşa katılan
kimse gibi olduğuna dair icma etmişlerdir; ganimet taksiminde ve sevap
kazanma hususunda da hepsinin tek tek savaşa
bizzat katılmaları şart değildir.
Yol kesicilerin
de hükmü böyledir: Destekçileri de bizzat buna katılanlar gibidir. Çünkü bizzat yapan, ancak geride
kalanlardan aldığı güç sayesinde kötülüğe girişmiştir, onlar
olmasa ulaştığı şeye ulaşamaz. Şüphesiz
doğrusu budur.
Düşman tarafın elçileri
öldürülmez. Nitekim Ebu Süfyan anlaşmayı bozanların hükmüne dahil olduğu halde Allah Resûlü onu öldürmemiştir. Çünkü o,
kavminin peygambere gönderdiği bir elçi idi.
Kadınlarla
müt'a nikahının
mübah kılınması da bu savaşta meydana gelen şeylerdendir.
Sonra müt'a nikahını
Mekke'den çıkmadan önce haram kılmıştır.
Buhârî ve Müslim
İbn Mes'ud'un şöyle
dediğini rivayet
etmektedirler: "Biz Resûlullah ile birlikte savaşıyorduk. Beraberimizde kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine: 'Hadım olalım mı?'
diye sorduk. Fakat Resûlullah bize bunu yasakladı.
Sonra bize elbise karşılığında belli bir zamana kadar kadınlarla
nikâhlanmamıza izin verdi."[460]
Sonra Abdullah: "Ey iman edenler!
Allah'ın size helal kıldığı şeylerin iyi olanlarını kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Zira Allah haddi aşanları sevmez."[461] ayetini okudu.
Abdullah'ın bu âyeti, bu hadisin ardından
okuması iki şekilde
yorumlanabilir:
Bu savaşa "Evtâs" savaşı da
denir. Huneyn ve Evtâs Mekke ile Tâif arasında
iki bölgedir.
Hevâzin kabilesi, Hz. Peygamber'e ait haberleri, özellikle Mekke'nin fethinin
gerçekleştiğini duyunca bir
toplantı yaptı. Allah Resûlü
bunların toplandığını işitince Abdullah Eslemî'yi onlara casus olarak gönderdi,
aralarına girmesini, haklarında yeterli bilgi elde edinceye kadar orada kalmasını ve sonra haberlerini kendisine getirmesini emretti. Abdullah
gitti
ve daha sonra haberle geri döndü.
Resûlullah
Hevâzin üzerine yürümeye karar verince Safvân b. Ümeyye'nin yanında çok sayıda zırh ve silah bulunduğu
bildirildi. Hz. Peygamber, o gün müşrik
olan Safvân'a adam gönderdi ve ona:
-Ey Ebu Ümeyye! Şu silahlarını bize ödünç ver,
yarın düşmanımızla karşılaşacağız,
dedi. Safvân:
-Ey Muhammed!
Gasp olarak mı? diye sordu. Allah Resûlü:
-Bilakis onları sana verinceye kadar garanti edilmiş bir emanet olarak, buyurdu. Safvân:
-O halde bir sakıncası yok,
dedi ve yüz zırh ve bu zırhlara yetecek kadar da silah verdi.[462]
Hz. Peygamber iki
bin kişi Mekkelilerden, on bin kişi de, Allah'ın Mekke'nin
fethini kendilerine nasip ettiği ashâbından olmak üzere toplam on iki bin kişi ile yola çıktı. Attâb b. Esîd'i Mekke'ye vali olarak tayin edip
kendisi Hevâzinlilerle karşılaşmak üzere yola koyuldu.
Câbir b.
Abdullah'ın şöyle
dediği nakledilmektedir: "Huneyn vadisine yönelince
Tihâme vadilerinden birinin geniş çukurlarından durmadan iniyorduk. Sabahın
alaca karanlığı idi. Onlar bizden önce vadiye gitmişler ve vadinin çeşitli
yerlerinde gizlenmişlerdi. Biz henüz yokuştan
aşağı iniyorduk ki, vallahi iyice hazırlanmış olarak birlikler halinde yek vücut üzerimize saldırdılar. Kimse kimseyi beklemeden dönerek kaçışıyordu. Resûlullah
sağ tarafa dönerek: "Ey insanlar! Nereye? Bana geliniz, ben Allah'ın elçisiyim,
ben Abdullah oğlu Muhammed'im!" diyordu. Yanında muhacirlerden
ve ehl-i beytinden bir avuç insan kalmıştı.[463]
Müslümanlar
hezimete uğrayınca,
Resûlullah'ın yanında bulunanlardan bu vaziyeti gören bazı Mekkeliler içlerinde olan kini açığa vurdular.
Ebu Süfyan: "Bu bozgunun sonu denize dayanmadan gelmez." derken,
Kelede ise: " Bugün sihir bozuldu" dedi.
Abbas b.
Abdulmuttalip'in şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Ben Allah'ın
elçisi ile beraberdim
ve beyaz katırının gemini tutuyordum. İri
yapılı ve gür sesi olan birisiydim. Resûlullah, insanların bozgun sebebiyle kaçıştıklarını görünce: "Nereye ey
insanlar?"
dediğini işittim.
Kimsenin döndüğünü görmedim. Bunun üzerine Resûlullah bana: "Ey Abbas! 'Ey Ensar topluluğu!' diye bağır." dedi. Ensar: "Buyur,
buyur." diye cevap verdi. Sonra onun etrafında toplanınca düşmana yönelip savaştılar. Resûlullah üzengilerinin üstünde, harp sırasında düşmana karşı çok dayanıklı ve sebatkâr olan topluluğa
baktı
ve: "İşte şimdi çetin bir çarpışma başlayacak!" dedi. Nihayet Allah müşrikleri hezimete uğrattı. Allah Resûlü esirlerin ve ganimetlerin toplanmasını emretti. Esirler ve ganimetler bir araya getirildi ve
Ci'râne'ye doğru yöneldiler.
Altı bin esir, yirmi dört bin deve, binden fazla koyun, dört
bin okka da gümüş ganimet olarak alınmıştı. Hz. Peygamber on küsur gün ganimetleri taksim etmeden, belki
Hevâzinliler gelir, müslüman olurlar ümidiyle bekledi.[464]
Sonra ganimetleri
paylaştırmaya
başladı. İlk önce müellefe-i kulûba verdi: Ebu Süfyan'a kırk okka gümüş ve yüz deve verdi.
Ebu Süfyan: "Oğlum Yezid'e yok mu?" dedi. Hz. Peygamber: "Onun
için de kırk okka gümüş ile yüz deve
veriniz." dedi. Ebu Süfyan: "Oğlum Muâviye'ye yok mu?" dedi. Hz.
Peygamber: "Onun için de kırk
okka gümüş ile yüz deve veriniz." dedi.
Hakîm b. Hizâm'a
yüz deve verdi, isteği üzerine ona yüz deve daha verdi. Nadır b. Hars b. Kelede'ye yüz deve, Alâ b. Haris
es-Sekafi'ye elli deve verdi. Bunlar 'yüzlükler ve ellilikler' diye anılmışlardır. Abbas
b. Mirdas'a kırk deve verdi, ancak bu konuda söylediği bir şiir üzerine onun payını yüz
deveye tamamladı. Sonra Zeyd b. Sabit'e,
ganimetleri ve insanları saymasını emretti. Sayım işi bittikten sonra ganimetleri paylaştırdı. Kişi başına dört deve ve kırk koyun düşmüştü. Süvârilere on iki deve ve yüz yirmi koyun verildi.[465]
Ebu Saîd
el-Hudrî'nin şöyle dediği
nakledilmiştir: "Resûlullah Kureyş'e
ve diğer Arap kabilelerine pek çok ganimet verip ensâra
da pay ayırmayınca
ensâr,
içlerinde bir hoşnutsuzluk hissetti. Bu konuda kendi kendine
söylenenler veya ileri geri söyleyenler çoğaldı hatta içlerinden biri:
-Vallahi,
Resûlullah artık kavmine kavuşmuştur!
dedi. Sa'd b. Ubâde Resûlullah'ın
yanına girerek:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ensârdan bir grup, kendi kavmine paylaştırdığın bu ganimetteki tasarrufundun dolayı içlerinde sana karşı
bir burukluk
hissettiler! dedi. Hz. Peygamber:
-Sen ne düşünüyorsun Ey Sa'd! diye sorunca o da:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ben de kavmimden bir kişiyim." dedi. Bunun üzerine Resûlullah:
-Bana şuradaki
boş arsada kavmini topla, dedi. Hz.
Peygamber onların yanına
geldi, Allah'a hamd etti, onu layık
olduğu şekilde övdü ve sonra:
-Ey ensâr
topluluğu! Söylediğiniz
sözler ve içinizdeki hoşnutsuzluk
bana ulaştı.
Ben sizi dalâlette bulup Allah sizi benim vasıtamla
hidayete
erdirmedi mi? fakir bulduğum halde Allah
sizi benim vasıtamla zengin kılmadı mı? Birbirinize karşı düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine kaynaştırmadı mı?! diye hitap etti. Ensar da:
-Allah ve Resûlü
ihsanda ve iyilikte bulundu diyerek karşılık verdiler.
Sonra Peygamber şöyle devam etti:
-Ey ensâr
topluluğu! bana cevap vermeyecek misiniz?
bunun üzerine ensâr:
-Nasıl cevap verelim ya Resûlullah? İyilik
ve
fazilet Allah Resûlündendir, dediler. Hz. Peygamber:
-Vallahi, siz
isteseniz bana şu sözleri söyler ve hem doğru söylemiş olursunuz hem de sizi dinleyenler bu sözleri onaylarlar:
yalanlanmış olarak bize geldin, biz seni tasdik ettik; perişandın, sana yardım ettik; kovulmuştun, seni barındırdık; fakir olarak geldin, malımızı seninle
paylaştık. Ey ensâr topluluğu! Sizin müslümanlığınızdaki ihlasa güvenerek, yeni müslüman olanların kalplerini kazanmak için onlara vermiş olduğum geçici
dünyalık için bana kızdınız. Ey ensâr
topluluğu! Herkes develer ve koyunlarla buradan
dönerken,
sizler Resûlullah ile dönmek istemez misiniz? Muhammed'in nefsi elinde olan
Allah'a yemin olsun ki, beraberinizde götürdüğünüz
onların beraberinde götürdüklerinden çok daha hayırlıdır. Hicret olmasaydı
mutlaka ben
de ensârdan bir nefer olurdum. İnsanlar bir mahalleye
ve vadiye girse ensâr da bir mahalle ve vadiye girse ben ensârın girdiği mahalleye ve vadiye girerdim. Ensâr bizzat tene temas eden
iç gömlek, diğer insanlar ise onun üzerine giyilen dış gömlektir! Allah'ım!
Ensâra, evlatlarına ve torunlarına
rahmet eyle." şeklinde konuşmasını tamamladı. Bunun üzerine orada
bulunun herkes sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar ve:
-Nasip ve pay
yönünden Allah Resûlüne razı olduk,[466]
dediler.[467]
Tebuk savaşı hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında vuku
bulmuştur. Sebebi: Resûlullah'a, Bizans'ın Şam'da kendisine karşı
büyük bir ordu hazırladığı, onların yıllık ihtiyaçlarının Heraklius tarafından
karşılandığı, Lahm, Cüzam, Âmile ve Gassân gibi kabileleri yanına aldığı ve öncü birliklerinin Belkâ'ya ulaştığı haberi geldi. Bu savaş
insanların çok büyük
bir sıkıntı içinde olduğu, beldelere
kuraklığın hakim olduğu bir zamanda
meydana gelmiştir. Resûlullah zenginleri Allah yolunda bağışta bulunmaları için teşvik etti. Müslümanlar sevabını sadece Allah'tan umarak mallarını infak ettiler. Bu seferde en büyük bağışı Hz. Osman
yaptı.
Resûlullah bir
sefere çıkacağı
zaman genellikle onu gizlerdi, zamanın
elverişsiz oluşu ve sıkıntıların hat safhada bulunuşundan
dolayı Tebuk
Seferi'ni gizlemedi. Hz. Peygamber Selemeogulları'ndan Ced b. Kaysa:
-Ey Ced! Bu yıl Benî Asfar (Bizanslılar)
ile savaşa gelmez misin? diye sordu. Ced:
-Ey Allah'ın Resûlü! Bana izin versen de beni günaha sokmasan. Vallahi
kavmimin de bildiği gibi kadınlara benden
daha çok düşkün kimse
yoktur! Korkarım ki Benî Asfar'ın kadınlarını görürsem sabredemem! dedi. Hz. Peygamber ondan yüz cevirdi
ve:
-Sana izin
verdim, dedi. Şu âyet onun hakkında indi: "Onlardan
'bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen de vardır."[468]
Bir grup münafık birbirine: "Bu sıcakta sefere çıkmayalım." demeleri üzerine Allah onlar hakkında şu âyeti indirdi: "'Bu sıcakta
sefere çıkmayın.' dediler. De ki: 'Cehennemin
ateşi
daha sıcaktır.' Keşke anlasalardı."[469]
Bu arada yedi kişi ağlayarak Hz. Peygambere geldi ve ondan kendilerini
techizatlandırmasını istediler. Allah Resûlü: "Sizi buna sevk edecek gücüm
yok." dedi. bu husus âyette şöyle
ifade edilmektedir: "Kendilerini
bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin: 'Sizi
bindirebileceğim bir şey bulamıyorum.' Dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden
gözlerinden yaş döke döke geri
dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur."[470] Ebû Musa arkadaşlarını Hz. Peygamber'e göndererek ondan kendilerine binit tedarik
etmesini istediler. Bu arada Resûlullah öfkeli olarak geldi ve: "Vallahi ben sizi bir şeye bindiremem,
sizi bindirecek bir şey de bulamıyorum." dedi. sonra Allah Resûlüne birkaç deve
geldi ve onları Ebu Musa ve arkadaşlarına gönderdi ve şöyle
dedi: "Sizi bindiren ben değilim fakat Allah sizi bindirdi! Vallahi ben bir konuda yemin
eder de aksini daha hayırlı görürsem o hayırlı olanı yapar ve yeminimden dolayı kefaret veririm."[471]
Aliye b. Yezid
gece yarısı
kalktı, namaz kıldı ve ağlayarak şöyle dua etti:
"Allah'ım! sen cihâd etmeyi emrettin
ve onu teşvik ettin, sonra bana Resûlün ile cihâda çıkacak gücü ve imkanı
vermedin. Resûlünün eline de beni taşıyacak
şeyi vermedin ben de malıma,
bedenime ve iffetime
dokunarak bana sıkıntı veren ve benim Allah katında
mükafatlandırılmama sebep olan her hadisenin sevabını her bir müslümana bağışlıyorum!"
Peygamber: "Sen Allah katında kabul edilen sadakalardan yazıldın." buyurdu.
Araplardan bir
grup kendilerine izin verilmesi için mazeret ileri sürdüler. Fakat Peygamber
mazeretlerini kabul etmedi. İbn-i Sa'd, bunların seksen iki kişi
olduğunu söyler. Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Yahudi ve münafık müttefikleri ile birlikte karargahını Seniyyetü'l-Vedâ'da kurdu.
Hz. Peygamber
Tebuk'a varınca, Eyle kralı yanına geldi sulh yaptılar.
Eyle kralı Allah Resûlüne cizye verdi. Cerbâ ve Ezruh halkı da cizye verdiler. Resûlullah da onlara eman verildiğini bildiren bir yazı
yazdı. Eyle
halkına ve kralına
yazdığı yazı şöyle idi:
"Bismillahirrahmanirrahim.
Bu Allah'tan ve Allah'ın Peygamberi Muhammed'den Yuhanna b. Reviyye ve Eyle
halkına verilen bir emandır. Karadaki ve denizdeki vasıtaları Eylelilerle birlikte bulunan Şam,
Yemen ve Bahreyn halkı da Allah'ın ve Nebi
Muhammed'in koruması altındadırlar.
Onlardan kim kötü bir şeye sebep olursa, kendisi hariç, malı korunmayacaktır ve o mal alan kimseye aittir. İnsanların almak istedikleri suya ve ister karadan ister denizden
olsun herhangi bir yola engel olmaları helal değildir."
Allah'a layık olduğu şekilde hamd ve senada bulundu ve sonra dedi ki:
Sözlerin en doğrusu, Allah'ın kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takva
kelimesidir.
Dinlerin en hayırlısı
Hz. İbrahim'in dinidir. Sünnetlerin en hayırlısı Muhammed'din sünnetidir. Sözlerin en şereflisi Allah'ı
zikretmektir. Kıssaların en güzeli şu Kur'an'dır. İşlerin en hayırlısı Allah'ın farz kıldıkları, en şerlileri
ise sonradan ortaya çıkanlarıdır. En güzel yol peygamberlerin yoludur. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür. En koyu körlük hidayete erdikten sonra
dalâlete düşmektir. Çalışmaların en hayırlısı faydalı olanıdır. Doğru yolun hayırlısı uyulanı, körlüğün en şerlisi kalp gözünün kör olmasıdır. Veren el, alan elden üstündür. Yeterli miktardaki az mal,
oyalayıcı ve
aldatıcı çok maldan daha hayırlıdır. Mazeret ileri sürmelerin en şerlisi ölüm geldiğinde yapılandır. Pişmanlığın en kötüsü kıyamet
günündekidir. Bazı insanlar cumaya en son geliyorlar ve Allah'ı zikretmekten kaçıyorlar.
En büyük
hatalardan biri dilin çok yalan söylemesidir. Zenginliğin hayırlısı kalp zenginliğidir.
Azığın hayırlısı takvadır. Hikmetin başı
Allah'tan korkmaktır. Kalplerde kesin olan şeyin
en hayırlısı yakîn derecesindeki imandır.
Şüphe küfür alametidir. Ölü için bağırarak ağlamak cahiliye adetlerindendir. Ganimet vs. de hıyanet cehennem
korlarındandır. İçki bütün
kötülükleri bir araya toplar. En kötü yiyecek yetim malı yemektir.
Mutlu kişi başkasının halinden ibret alandır.
Yapılan işlerde esas olan sonuçlarıdır. Düşüncelerin en kötüsü yalan olanlarıdır. Mü'mine sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür. Mü'minin etini yemek
(dedikodusunu yapmak) Allah'ın emirlerine
karşı gelmektir. Mü'minin malını yemek de kanını dökmek gibi haramdır.
Kim bağışlarsa Allah da onu bağışlar.
Kim öfkesini yenerse Allah onu mükafatlandırır. Kim bir zarara uğrar
da sabrederse Allah ona
karşılığını verir. Allah'a isyan edeni azap eder.
Sonra Hz.
Peygamber üç kez istiğfar da bulundu.[472]
Hz. Peygamber
Tebuk'ten dönünce bir grup münafık
Resûlullah'a tuzak hazırladılar. Yolda onu yüksek bir tepeden aşağı atmak hususunda aralarında
anlaştılar.
Fakat Allah onların tuzak kurduğunu peygamberine bildirdi ve onların tuzaklarından onu
korudu. Zira Resûlullah vadinin ortasından
indi ve yürüdü ve böylece onların tuzaklarından kurtulmuş oldu. Şu âyet bu hususu ifade etmektedir: "Ayrıca başaramadıkları şeye (peygamberi
öldürmeye) de yeltendiler." [473] Ebu Âmir bunların reisi idi. Mescid-i Dırâr'ı onun için inşa etmişlerdi. Ona "râhip" denilirdi. İbni Abbas: "Mü'minlerin arasını ayırmak ve inkarlarını pekiştirmek
için mescit yapanlar Ensardan bir gruptu." demiştir. Ebu Âmir onlara: "Mescidinizi yapın, gücünüz
yettiği kadar silah ve mühimmat hazırlayın. Ben Rum Kralı
Kayser'e gidip oradan asker
getireceğim ve Muhammed ile birlikte ashabını buradan
çıkaracağım."
dedi. Mescidlerini
bitirip Hz. Peygamber'e gelerek: "Mescidimizin inşasını tamamladık. Senin orada
bize namaz
kıldırıp, mübarek olması
için dua etmeni arzu ediyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah şu âyeti
indirdi: "Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden temeli takva üzerine kurulan mescit,(kuba mescidi) içinde namaz kılmana elbette
daha layıktır…"[474]
Dırar mescidini yapanlar, Resûlullah Tebuk'e giderken
yanına gelip: "Ey Allah'ın Resûlü!
Hasta, ihtiyaç sahipleri ve yağmurlu geceler
için bir mescit yaptık, gelip orada bize namaz kıldırmanı istiyoruz." demişlerdi. Hz.
Peygamber: "Ben şimdi yolcuyum ve meşgulüm, inşallah dönersek gelir size
namaz kıldırırım." dedi. Dönüşte
Zî-Evan'a geldiğinde, mescit hakkında
vahiy indi! Bunun üzerine Hz. Peygamber Benî Seleme'nin kardeşi Malik b. Duhşum
ile Me'an b. Adiyy
el-Aclanî'yi çağırtıp: "Halkı zalim olan şu mescide
gidiniz, yakıp yıkınız." dedi. Bu ikisi denilenleri yaptılar ve içindeki münafık
topluluk dağıldı. Bunun üzerine Allah şu
âyeti indirdi: "Zarar
vermek, inkar etmek, müminlerin arasını açmak ve
öteden beri Allah ve
Resûlüne karşı savaşanlara üs olsun
diye bir mescit yapanlar da vardır. Bunlar:
'Bizim iyilikten başka hiçbir kastımız yok.' diye de
kesinlikle yemin ederler. Ama Allah bunların kesinlikle
yalancı olduğuna şahitlik etmektedir." [475]
Hz. Peygamber
Medine'ye yaklaşınca, kadınlar,
kız ve erkek çocukları şöyle söyleyerek karşılamaya
çıktılar:
Ay doğdu üzerimize
Veda tepelerinden.
Şükür gerektir bize Allah'a
davetinden.
Bazı raviler bu konuda yanılmakta
ve: "Bu olay Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi sırasında olmuştur."
demektedirler. Bu, açık bir hatadır. Çünkü
"Seniyyetü'l-Veda" Şam tarafındadır. Mekke'den
Medine'ye gelen birisi orayı göremez ve Şam istikametine yönelmedikçe oraya uğrayamaz.
Hz. Peygamber
Ramazan ayında Medine'ye girince, ilk önce
mescide gidip orada iki rekat namaz kıldı sonra insanlarla beraber oturdu. Tebuk Seferi'ne
gitmeyip geri kalanlar Peygambere gelip mazeretlerini arz ederek yemin etmeye
başladılar.
Resûlullah onların dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti, gerçek durumlarını Allah'a havale etti. Bunlar seksen küsür kişiydiler.
Her taraftan Arap
elçileri Hz. Peygambere gelip bölük bölük Allah'ın
dinine girdiler. İbn
İshak şöyle
anlatmaktadır: "Temimoğulları gelince
Mescide girdiler. Hz. Peygamberi yanlarına
çıkması için 'Ey Muhammed! Yanımıza gel.' diye bağırdılar. (Onların sıradan bir insanı çağırıyor gibi) bu şekil bağırmaları Hz.
Peygamber'i rahatsız etti. Bunun üzerine Allah onlar hakkında şu âyeti indirdi: "Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen
kimselerdir." [476] Temimoğulları'nın şairi Zibir Kaan onların
gelişi ile övünerek şu şiiri söyledi:
Bizler
krallarız bize denk olacak bir kabile yoktur.
Krallar
bizden çıkar mâbetler bizimle
imâr olur.
İslam şairi Hassan b. Sabit şu
sözleri
ile ona cevap verdi:
Fihr
ve kardeşlerinin önde gelen kişileri,
insanlara uyacakları bir adeti açıkladılar.
Kalbinde
Allah'a karşı takva duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işleyenler bu
adeti memnuniyetle kabul ederler.
O öyle bir kavimdir ki savaştıkları zaman düşmanlarını zarara sokar, taraftarlarına da faydalı olmaya çalışırlar ve olurlar da
Bu
onların
cevherlerinde mevcut olan bir haslettir. Biliniz ki hasletlerin en kötüleri sonradan ortaya çıkanlardır.
Hassan şiirini bitirince Akra' b. Hâbis: "Bu adam
-Resûlullah- hakikaten başarılı birisi!
Konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de şairimizden daha
kudretlidir." dedi. Bunun üzerine oradakiler müslüman oldu. Hz. Peygamber
de onlara hediyeler takdim etti, Uyeyne el-Fezarî seriyesinde müslümanlar
tarafından alınan
esirleri
onlara geri verdi.
Buhârî ve
Müslim'de anlatıldığına
göre Abdulkays Heyeti: "Ey Allah'ın
Resûlü! Bizimle
senin aranda kafir olan Mudar kabilelerinden falan topluluk vardır. Biz
sana, yalnız haram ayda gelebiliriz. O halde bize
kestirme bir şey emret de, geride kalanlarımıza haber verelim ve o sebeple de cennete girelim." dedi.
Resûlullah: "Size dört şeyi emrediyor
ve dört şeyi de yasaklıyorum: Size yalnız Allah'a iman
etmeyi emrediyorum. Allah'a iman etmenin
ne olduğunu biliyor musunuz? Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahadet etmek,
namazı
dosdoğru kılmak, zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir."[477] Bu hadiste;
Allah'a iman, söz ve amelden olan bütün yüce hasletleri kapsar. İmam Şafiî'nin
el-Mebsût adlı eserinde
zikrettiği gibi Hz. Peygamber'in ashabı, tâbiûn ve tebe-i tabiîn'in hepsi bu hal üzereydiler. Ayrıca Kur'an'dan ve hadisten[478] bu konu ile
ilgili yüze yakın delil vardır. Yine bu hadisten haccın
henüz farz kılınmadığı anlaşılmaktadır.
Çünkü bu heyetin gelişi hicrî dokuzuncu senede olmuştur. Haccın farz oluşu ise hicretin onuncu
senesindedir. Şayet hac farz olmuş
olsaydı Hz.
Peygamber onu da iman edilecek hususlar arasında
sayardı.
İbn İshak anlatıyor: Hıristiyan olan Necran heyeti Hz. Peygamber'in yanına gelince, ikindi namazından
sonra mescide girdiler, ibadet vakitleri yaklaşmıştı. Kalkıp Resûlullah'ın mescidinde
ibadetlerini
yapmaya başladılar.
Ashâb
onlara engel olmak istedi, fakat Resûlullah: "Onları bırakın!" dedi. Bunun üzerine doğu
tarafına yönelip ibadetlerini yaptılar.
Bu kıssada Ehl-i kitabın
mescitlerine girmesi ve onların huzurunda
orada namaz kılmalarının cevazı
vardır. Ehl-i kitaptan bir kahinin
Resûlullah'ın peygamberliğini kabul etmekle birlikte Hz.
Peygamber'e itaat edip uymadıkça müslüman
olamaz. Bunun bir benzeri, amcası Ebu Talip, onun davasında sâdık olduğuna, dininin dinlerin en hayırlısı olduğuna şahadet
etmesidir. Fakat bu şahadet onun İslam'a girmesine yeterli olmamıştır. Hz. Peygamber'in hayatında
ve sahih haberlerde Ehl-i kitabın ve müşriklerin çoğunun onun
peygamber olduğunu
ve bu davasında sadık
olduğuna şahadet ettikleri halde, İslam'a
giremedikleri
hususundaki haberler üzerinde düşünenler,
İslam'ın sadece bilgi, yalnızca
bilgi ve ikrar olmadığını, aksine İslam'ın bilgi, ikrar, boyun eğme
ve zahirî
ve batınî her konuda itaat demek olduğunu anlar.[479]
Allah Teâlâ,
korku ve yolculuğun bir arada bulunduğu zaman, hem namazın
rükünlerini
ve hem de rekat sayısını kısaltmayı mübah kılmıştır. Beraberinde korku bulunmayan seferde sadece
rekat sayısını kısaltmayı; beraberinde sefer bulunmayan korku halinde ise yalnızca namazın rükünlerini
kısaltmayı
mübah görmüştür.
Hz. Peygamber'in
sünneti böyle idi. İşte bu sünnetle, âyette geçen "kısaltmanın" yeryüzünde sefere çıkmak
ve korku duyulmakla kayıtlandırılmış olduğunun hikmeti bilinir.[480]
Düşman kendisiyle kıble
arasında bulunduğunda, Allah Resûlü'nün
korku namazını kıldırışı şöyleydi: Müslümanların
hepsini arkasında
saf yapıp tekbir alır, cemaat de tekbir alır,
sonra rükûa gider cemaat de rükûa gider, sonra rükûdan kalkar cemaat de onunla
birlikte rükûdan
kalkar, sonra özellikle kendisini takip eden safla birlikte secdeye gider,
sonraki arkadaki öteki saf -secde etmeyip- düşmana
karşı ayakta dururlardı.
Birinci rekatı bitirip de ikinci rekat için kalkınca, arkada duran saf, Hz. Peygamber'in kalkışından sonra, secdeye varıp
iki kez secde
ederler sonra kalkıp birinci saffın yerine öne geçerler. Her iki saftakilerin birinci saffın faziletinin elde edilmesi için birinci saf gerileyerek
onların yerine geçerler, birinci saftakilerin ilk rekatta iki secdeyi
Hz. Peygamber'le birlikte yaptıkları gibi,
ikinci saftakiler de ikinci rekattaki secdeleri Allah Resûlü ile yapmış olurlar. Böylece her iki saftakiler gerek Allah Resûlü ile
yapabildikleri ve gerek kendi başlarına kaza ettikleri amellerde eşit
olmuş olurlar.
Bu durum ise, son derece adildir. Hz. Peygamber rükû edince her iki saftakiler
de ilk kez yaptıkları
gibi yaparlar. Allah Resûlü teşehhüde
(tahiyyata) oturunca arkadaki saf iki secde eder, sonra ona teşehhüdde yetişip hep birlikte
selam verirler.
Düşman kıble tarafında olmadığı zaman ise:
Hz. Peygamber,
Tebuk'de yirmi gün kaldı. O, ümmetine, kişi bundan daha çok kaldığı
zaman namazını kısaltamaz demediği
halde, kendisi bu süre zarfında namazlarını kısaltarak kılıyordu. Fakat onun ikametinin bu kadar süre olduğunda ittifak vardır.
Sefer halindeki bu ikâmet, onu sefer hükmünden çıkarmaz.
Bu ikâmet, kendi vatanının dışında olup o yere yerleşme
niyetinde olunmadığı zaman, seferî sayılması için ister
uzun süreli ister kısa süreli olsun fark etmez.
Nâfi', kendisiyle
şehre girişi
arasına kar engel olan İbn
Ömer'in Azerbaycan'da altı ay kaldığını ve bu sürede namazlarını iki rekat olarak kıldığını; Hafs b. Ubeydullah, Enes b. Mâlik'in Şam'da iki sene kaldığı ve
namazlarını yolcu namazı olarak kıldığını; Enes, Resûlullah'ın
ashâbının Râmehürmüz'de yedi ay kaldığını ve namazlarını kısaltarak kıldıklarını; Hasen,
Abdurrahman b. Semüre ile Kâbil'de iki sene kaldıklarını ve namazı cem etmeden kısaltarak kıldıklarını; İbrahim
(en-Nehâî), (ashâbın) Rey'de bir veya daha çok sene,
Sicistan'da ise iki sene ikâmet ettiklerini söylemektedirler.
Gördüğün gibi bu, Allah Resûlü'nün ve ashâbının uygulamasıdır. Doğrusu da budur.
Dört imam, bir
kişinin ihtiyacından dolayı bir yerde
ikâmet edip "Ha bugün ha yarın çıkıyorum." diyerek o ihtiyacını gidermek için beklediği
sürece, namazlarını sürekli kısaltarak kılacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Hz. Peygamber'in
töhmetten (suç isnadı) dolayı
bir adamı hapsettiği sabittir.[483] Hz. Ali'den
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber tutukluyu ölene kadar
hapiste alıkoyardı.
Buhârî ve
Müslim'de zikredildiği üzere, bir yahudi bir cariyenin kafasını iki taş arasında ezerek öldürmüştü.
Suçunu itiraf etmesi
üzerine Allah Resûlü, başının iki taş arasında ezilerek öldürülmesini emretti.[485] Bu hadiste kadına karşılık erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğine
delil vardır.
İmam Ahmed, Nesaî ve diğerleri
Bera'nın şöyle anlattığı
naklederler:
Dayım Ebu Bürde ile karşılaştım, yanında bir sancak vardı.
Bana: "Resûlullah beni, babasının karısı (analığı) ile evlenen birisini öldürmem ve malına el koymam için gönderdi." demiştir.[486]
İbn Mace Sünen'inde Hz.
Peygamber'in "Kim, nikah düşmeyen bir yakını ile ilişkide bulunursa onu öldürünüz."[487] buyurduğunu nakletmektedir.
Buhârî ve
Müslim'de şöyle anlatılır: Rebî'nin kız kardeşi Nadr'ın kızı bir cariyeyi tokatlamış
ve dişini kırmıştı. Hz. Peygamber'e şikayetçi
oldular. O da kısas yapılmasını emretti. Ümmürrebi': "Ya Resûlallah! Falancadan dolayı kısas mı yapacaksın? Hayır! Vallahi ona karşılık kısas olamaz." dedi. Hz. Peygamber: "Fesübhanallah! Ey Ümmürrebi, Allah'ın hükmü kısastır!" buyurdu. Kadın: "Hayır, vallahi asla
ona karşılık kısas yapılmayacak!"dedi. neyse ki mağdurun tarafları kısastan
vazgeçtiler ve diyeti kabul ettiler. Hz. Peygamber de: "Öyle kullar var ki, Allah'a karşı yemin etseler Allah onların yeminlerini doğruya çıkarır." buyurdu.[488]
Buhârî ve
Müslim'de anlatıldığına
göre,
bir adam bir başkasının elini
ısırmış, eli
ısırılan adam da
elini kuvvetle çekince el ısıranın ön
dişleri düşmüştü.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Sizden biriniz aygır gibi kardeşinin elini ısırıyor. Sana diyet
yok."
buyurmuştur.[489] Bu uygulamadan şu netice çıkar: Zalimin
elinden bir kimse kendisini kurtarırsa
zalimden
telef olan her şey heder olup tazmin sorumluluğu yoktur.
Buhârî ve
Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadiste şöyle
buyrulmaktadır: "Birisi
senden izinsiz evini gözetlese, sen de bir taş atsan da gözünü çıkarsan sana hiçbir günah yoktur."[490] Bir başka varyantta
şöyle buyrulmaktadır: "Bir kimse
başka
birilerinin evini izinleri
olmadın
gözetlese onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne
diyet ne de kısas gerekir."[491]
Yine Buhârî ve
Müslim'de bir adamın Hz. Peygamber'in hücre-i saâdetlerinden birinde, bir delikten
içeriyi gözetlediği ve Hz. Peygamber'in eline bir
ok demiri alarak (gözüne) dürtmek için durumu kolladığı belirtilmiştir.[492]
İbn Mâce Sünen'inde rivâyet
ettiğine göre, Resûlüllah, hâmile bir kadının kasten
birini öldürmesi durumunda çocuğunu doğurmadıkça ve çocuğu kendisini
kurtaracak duruma gelmedikçe
kısas yoluyla öldürülmeyeceğine
hükmetmiştir.[493]
İmam Ahmed ve Nesâî'nin rivayet ettiklerine göre ise, Allah
Elçisi, babanın, oğluna
karşı kısas yoluyla öldürülmeyeceğine
hükmetmiştir.[494]
Hz. Peygamber, erkeğin
kadına karşılık öldürüleceğine hükmetmiştir.[495]
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde Sehl b. Sa'd'dan rivayet
edilen bir hadiste şöyle anlatılmaktadır: "Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve adını verdiği bir kadınla zina ettiğini itiraf etti. Hz. Peygamber kadına haber gönderdi ve durumu sordu. Kadın, zina ettiğini inkar etti.
Bunun üzerine Hz. Peygamber adama had cezası
(celde) uyguladı. Kadını ise serbest bıraktı."[497] Bu uygulama şu iki hususu içerir:
a) Kadın
yalanlasa bile, itiraf eden adama had gerekir.
b) Kadına
iftira etmiş olacağı için ayrıca bir iftira (kazif) cezası gerekmez. Ebû Dâvûd'un bu hususa ilişkin rivayete gelince Nesaî'nin de dediği gibi münkerdir.
Hz. Peygamber
evli olmadığı halde zina eden cariyeye dövme (celde) cezası ile
hükmederdi. Müslim'in rivayet ettiğine
göre Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Sizden
birinizin cariyesi zina ederse ona celde vurunuz."[498] Yine Müslim'de
Hz. Ali'nin şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: "Ey
insanlar! Köleleriniz ister evli olsun ister olmasın, onlara had uygulayınız. Çünkü Hz.
Peygamber'in cariyesi zina etmişti. Hz. Peygamber bana, ona celde vurmamı emretmişti."[499] Cariyelerin
cezası hakkında
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Evlendikten sonra zina ederlerse, onlara hür
kadınların cezasının yarısı uygulanır."[500] Şöyle de denilebilir: Âyette, evlilikten sonra cezanın hür kadının cezasının yarısı olacağı şeklindeki
kayıt, evlilikle bu yarı cezanın yok olacağı ve evli
cariyenin cezasının hür kadının had cezasına dönüşeceğini zannedenlerin zannını bertaraf
etmeye yöneliktir. Veya şöyle denilebilir: Evlilikten önceki
celdesi ta'zîr, evlilikten sonra ise haddir. Bu yorum daha güçlüdür. Yahut da şöyle
denebilir: İki durum arasındaki fark, haddin uygulanışı
hususunda olup, sayısında değildir. Bu cezalardan birini uygulamak efendisine ait
iken, diğerini uygulamak ise devlet başkanına aittir.
Hz. Peygamber,
içki içen hakkında hurma dalı ve pabuç gibi şeylerle
dövülmelerine hükmetmiş ve kırk
adet vur(dur)muştur. Hz. Ebu Bekir de Hz. Peygamber'e uyarak kırk sopa vurmuştu.
Abdurrezzak'ın Musannef'inde Hz.
Peygamber'in içki içenlere seksen sopa vur(dur)duğu rivayet edilmiştir.
İbn Abbas: "Hz. Peygamber içki hakkında belli bir ceza koymamıştır." demiştir.
Hz. Peygamber'in
dördüncü veya beşinci defa tekrar içen kimsenin
öldürülmesini emrettiği sahih olarak rivayet edilmiştir. İçki içenin öldürülmesine ilişkin
rivayet edenlerden biri olan İbn Ömer:
"Dördüncüde
siz onu bana getirin. Sizin adınıza onu öldürmek bana ait."demiştir.[501]
Hz. Peygamber
esirlerin bir kısmını öldürmüş, bir kısmını karşılıksız, bir kısmını fidye karşılığında serbest bırakmış, bir kısmını müslüman esirlerle değiş tokuş yapmış, bir kısmını da köle yapmıştır. Fakat
bûluğ çağında
olanları köle yapmamıştır.[502]
Hz. Peygamber'in taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:
(ı) Zekat, (ıı) ganimet ve (ııı) fey.[503]
Allah Teâlâ,
zekatın, Tövbe sûresinin
altmışıncı
âyeti ile nerelere verileceğini açıklamıştır ve ganimetin beşte biri
bunlara ilave edilir:
"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız malların beşte biri Allah'a, Peygambere, onun yakınlarına, yetimlere,
yoksullara ve yolculara aittir."[504] Geri kalan beşte dördü ganimeti hak edenlere verilir: süvariye üç,
piyadeye bir hisse verilir. Öldürülenin üzerindeki eşya öldürene aittir.[505]
Müseylemetü'l-Kezzâb'ın iki elçisi, Hz. Peygamber'e gelerek: "Biz onun Allah'ın elçisi
olduğunu söylüyoruz." dediklerinde Hz.
Peygamber:
"Eğer elçiler öldürülmez olmasaydı, ikinizi de öldürürdüm."[506] buyurmuştur. Müşriklerle aralarında
bulunan: "Müşriklerden müslüman olarak kendilerine gelen kimse iade
edilecektir." maddesi gereğince Ebu Cendel'i Kureyş'e iade ettiği
bilinmektedir. Kadınları ise iade etmemiştir.
Eslem kabilesine mensup Sübey'a
isimli bir kadın müslüman olarak Hz. Peygamber'e gelmişti. Kocası onu tekrar almaya gelmesi
üzerine Allah: "Ey iman edenler!
Mümin kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kafirlere geri göndermeyin.
Çünkü müslüman hanımlar kafirlere helal değildir. Kafirler de müslüman hanımlara helal değildir."[507] âyetini indirdi.
Bunun üzerine Allah Resûlü kadına, müslüman
olmaktan başka amaçla çıkmadığına, kavmi
arasında işlediği bir işten ya da kocasından
nefret ettiğinden dolayı gelmediğine dair yemin ettirdi. Kadın
da yemin edince Hz. Peygamber kadının kocasına mehrini verdi ve kadını iade etmedi. Hz. Peygamber'in bu hükmü Kur'an'a uygun olup
anlaşmadaki şartlı iade
sadece erkeklere özgüdür.
Hz. Peygamber'in
şöyle buyurduğu sabittir: "Müslümanların kanları birbirine eşittir. Statü
bakımından en aşağıda bulunanının verdiği emân[508], bütün müslümanların emânı demektir."[509]
Amcası (Ebû Tâlib'in) kızı Ümmü Hânî'nin emân verdiği iki adama Hz. Peygamber de emân
vermiştir. Kızı Zeynep, (kocası
Ebu'l-As b. er-Rebi'e emân
verince, kendisinin de emân verdiği
ve şöyle buyurduğu
bilinmektedir: "Müslümanlar
adına
en aşağı statüde olanları emân verebilir, en
uzak olanı ise onlar adına ister."[510]
Hz. Peygamber Hıristiyan Araplardan olan Necran ve Eyle halkı ile, çoğu Arap olan
Dûmetü'l-Cendel'den cizye aldığı gibi mecusilerden
ve Yemen yahudilerinden de cizye almıştır.
Hz. Peygamber
(Hz. Aişe'nin âzatlı
câriyesi, sahâbî) Berîre'nin
yanında kocası için aracılık yaptı
ve Berîre'ye: "Keşke ona geri
dönsen"
dedi. Berîre: "Bu bir emir midir?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber: "Hayır, ben ancak
bir aracıyım." dedi. Berîre: "Benim buna ihtiyacım yok." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kadını bıraktı ona kızmadı ve arabuluculuğunu
reddetmesini yadırgamadı; çünkü arabuluculuk şefaat edilenin hakkının düşürülmesi ile ilgili bir husustur. Bu böyledir. Fakat Hz.
Peygamber'in emrine uyulması gerekir.
Hz. Peygamber Hz. Ömer'in kendi
sadakanı satın
almasını yasaklamış ve: "Sana onu
bir dirheme verse bile satın alma!"[512] buyurmuştur.[513]
Yine Hz. Peygamber Berîre'ye tasaddukta bulunulan etten yemiş ve "O, ona
sadakadır, bize ise hediyedir."[514] buyurmuştur.
Hz. Peygamber
ümmetini evliliğe teşvik
ederek: "Evleniniz zira ben diğer ümmetlere
karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim."[515] buyurmuştur.
Yine o: "Ben evleniyorum. Kim benim
sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."[516] buyurmuştur. Bir başka
hadiste o: "Ey gençler! Sizden evlenmeye
güç yetirenler evlensin. Zira evlilik gözü haramdan sakındırır ve ırzı korur. Evliliğe güç
yetiremeyen oruç tutsun. Zira oruç onun için bir kalkandır." [517] buyurmuştur.
Resûlullah yine bir hadisinde: "Dünya
bir metadır ve dünya metanın en hayırlısı ise sâliha bir kadındır."[518] buyurmuştur. Nesâî Sünen'inde Hz.
Peygamber'e hangi kadınların daha
hayırlı olduğu sorulması üzerine onun: "Baktığın zaman seni sevindiren, emrettiğin zaman itaat eden,
kadın
hakkında
ve kendi malı hakkında beğenmediği hususlarda
karşı çıkmayan kadındır."[519] buyurduğunu nakletmiştir.
Buhârî ve
Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Kadın, malı, soyu, güzelliği ve dini için
nikahlanılır. Sen dindar olanı seç ki elin
bereketlensin."[520] Ebu Davud'un Sünen'inde nakledildiği gibi,[521] Hz. Peygamber
doğurgan kadınlarla
evlenmeye teşvik eder; doğurmayan kadınlarla evlenmeyi hoş görmezdi.[522]
Buhârî'nin Sahih'inde rivayet edildiğine göre babası,
Hansa bt. Hizâm'ı gönülsüz olarak evlendirmişti.
Kendisi duldu. Hz. Peygamber'e geldi. Peygamber de nikahını kabul etmedi.[523]
Sünen'de rivayet
edildiğine göre, gönülsüz olduğu halde babası tarafından evlendirilen bir kız
Hz. Ebu
Bekir'e geldi. O da kızı
muhayyer bıraktı.
Buhârî ve
Müslim'de rivayet edildiğine göre: "İzni alınmadıkça bakire
evlendirilmez. İzni ise onun
susmasıdır."[524] buyrulmuştur. Hz. Peygamber bakire kızın izninin susma, dul bir kadının izninin ise konuşma olduğuna
hükmetmiştir.[525]
Sünenlerde: "Yetim kız çocuğu evlendirilirken görüşü alınır. Eğer susarsa bu, onu kabul
ettiği
anlamına gelir. Şayet yüz çevirirse o zorla nikahlanamaz."[526] buyrulmuştur.
Sünenlerde Hz. Aişe hadisinde Hz. Peygamber'in: "Hangi kadın velisinin izni olmadan kendi kendine evlenirse, nikahı batıldır. Eğer zifaf olmuşsa kendisinden
istifade karşılığında mehre hak kazanır. Eğer veliler (evlilikten
alıkoyacak bir) çekişmeye girerlerse, devlet başkanı velisi olmayanın velisidir."[527] şeklinde buyurduğu rivâyet edilmiştir. Tirmizî hadisin "hasen" olduğunu söylemiştir. Dört Sünen'de de: "Velisiz nikah olmaz."[528] şeklinde rivayet edilmiştir. Yine İbn Mâce'nin Sünen'inde şöyle nakledilir: "Kadın kadını evlendiremez. Kadın kendisini de evlendiremez. Kendini evlendiren kadın zina eden kadındır."[529]
Hz. Peygamber,
bir kadını
iki velinin evlendirmesi durumunda ilk nikahın
geçerli olacağına hükmetmiştir.[530]
Bir adam bir kadınla evlenmiş, fakat ona
mehir belirlememiş, ölünceye kadar da zifafa girmemişti. Hz. Peygamber, kadına,
emsal mehir gerektiğini, mirasçı olacağını ve dört ay on gün süreyle iddet beklemesi gerektiğine hükmetmiştir. Tirmizî'deki
bir rivayette Hz. Peygamber bir adama: "Seni
falan kadınla evlendirmeme razı mısın?" diye sorması üzerine
adam da: "Evet" dedi. Kadına:
"Seni falan adamla evlendirmeme razı mısın?" diye sordu. Kadın
da "Evet" deyince onları
evlendirdi. Adam zifafa girdi, ona mehirden söz etmedi. Bir şey de vermedi. Hz. Peygamber, adam öldüğü sırada mehrine karşılık olmak üzere Hayber'de kendisine ait bir payı kadına verdi."[531]
Sünenlerde ve
Musannef'de Basra b. Eksem'in şöyle
dediği rivayet
edilmektedir: Henüz örtüsünde bakire bir kadınla
evlendim. Zifafa girdim.
Fakat hamile olduğunu öğrendim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kadınlığından istifade etmen karşılığında mehrine hak kazanır."[532] buyurdu, aralarının ayrılmasına ve çocuğunu doğurduktan sonra kadına
sopa vurulmasına hükmetti.
Buhârî ve
Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Şartların en uygun olanı, kendisi ile kadınları kendinize
helal kılmanızdır."[533] Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber'in: "Kadın kız kardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını isteyemez.
Onun nasibi ancak Allah'ın kendisine
takdir ettiği şeydir."[534] buyurduğu nakledilmiştir. Yine
Buhârî ve Müslim'de
Hz. Peygamber'in, kadının
nikah esnasında kız kardeşinin talakını şart koşmasını yasakladığı rivayet edilmiştir.[535] İmam Ahmed Müsned'inde
Hz. Peygamber'in: "Bir kadının, diğerinin talakı karşılığında nikahlanması helal olmaz."[536] buyurduğunu rivayet etmiştir.
Sahih-i
Müslim'de:
"İslam'da şiğar yoktur."[537] rivayeti vardır. Şiğar nikahı, aralarında mehir
olmadan, bir adamın kendi kızını diğerinin kızı karşılığında ona nikahlamasıdır.[538] Ebu Hureyre
hadisinde şiğar,
bir kimsenin diğerine: 'Sen kızını bana ver, ben de kızımı sana vereyim' veya 'sen kız
kardeşini bana ver ben de kız
kardeşimi sana vereyim' demesidir" şeklinde tarif edilmektedir.[539]
Tirmizî'de ve İbn Hanbel'in Müsned'inde İbn Mes'ud'dan yapılan rivayette Hz. Peygamber'in hülle
yapana da yapılana da lanet ettiği belirtilir.[540] Tirmizî bunun
hasen sahih olduğunu söyler. Müsned'de merfû olarak
rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinde: "Allah
hülle yapana da yapılana da lanet etmiştir." buyrulur. Bu hadisin
isnâdı hasendir. Yine Müsned'de Hz. Ali'den de benzeri rivayet
nakledilir. İbn Mâce'nin Sünen'inde Hz.
Peygamber: "Size kiralık tekeyi haber vereyim mi?" dedi. Ashab: "Evet ey Allah'ın Resûlü!" dediler. O: "Helal kılmak için evlenen kimsedir. Allah hülle yapana da, yapılana da lanet etsin."[541] buyurmuştur.[542]
Sahîh-i
Müslim'de
Hz. Peygamber'in: " İhramlı kimse ne nikah yapabilir ne de nikahlanabilir."[543] buyurduğu rivâyet edilmiştir.
Tirmizî'deki bir
rivâyet şöyledir: "Gaylan, on kadınla evli iken müslüman oldu. Hz. Peygamber ona: 'İçlerinden dört tanesini seç ve diğerlerinden ayrıl.' buyurmuştur."[544]
Feyrûz
ed-Deylemî, iki kız kardeş
ile evli iken müslüman oldu. Allah Resûlü ona: "Hangisini
istersen onu seç." [545]
buyurdu.
Hz. Peygamber,
bir kadın ile halasını veya teyzesini yahut da kızını bir nikah altında
bulundurulmasının haram olduğuna hükmetmiştir. Bu hüküm, iki kız kardeşin bir nikah altında bulundurulmasının
haram oluşunu ifade eden (âyetten) alınmıştır.
Hz. Peygamber'in,
eşlerden birinin ötekinden önce müslüman
olması durumunda, eşlerin nikahını yenilettiği asla bilinmemektedir.
Sahâbenin de böyle bir şey yaptıkları bilinmemektedir.
Allah Elçisi, peygamberliğin ilk yılında müslüman olan kızı Zeyneb'i Hudeybiye barış
anlaşmasının imzalandığı sıralarda müslüman olan kocası
Ebu'l-As b. Rebî'e -ikisinin müslüman oluşları arasında on sekiz yıldan
daha uzun bir süre olmasına rağmen- ilk nikahı
üzere geri vermiştir. Hadiste: "İkisinin
müslüman oluşları arasında altı yıl var." ifadesi bir zandan ibarettir. Zira Hz.
Peygamber, bununla (altı yılla)
Zeyneb'in hicreti ile Ebu'l-As b. Rebî'nin müslüman olması arasındaki zamanı kastetmiştir.
Buhârî ve
Müslim'de Enes'in şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Bir kişi, dul hanımının üzerine bâkire biriyle evlendiği zaman, onun yanında
yedi gece kalır, sonra
gece nöbetine devam eder. Dul biriyle evlendiği
zaman ise yanında üç gece kalır
ve sonra sıra ile devam etmesi sünnettendir.[546]
Tirmizî'de Hz.
Peygamber'in: "Dininden ve ahlakından hoşnut olduğunuz birisi
size (kızını istemek üzere) geldiğinde, onu
evlendiriniz (kızınızı veriniz). Eğer bunu
yapmazsanız yeryüzünde
fitne ve büyük bir fesat olur."[547] buyurduğu
rivâyet edilmiştir.[548] Allah Resûlü,
Beyâzaoğulları'na: "Ebû
Hind'i evlendiriniz, onu nikahlayınız."[549] buyurmuştur. Ebû Hind, hacamatçı (sağlığı koruma veya tedavi amacıyla
kan alan Z. D.)
idi. Hz. Peygamber, Kureyşli Zeyneb bt.
Cahş'ı azatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile ve Fihir soyundan olan Fâtıma bt. Kays'ı Zeyd'in oğlu Üsâme ile evlendirmişti.
Bilal b. Rabâh, Abdurrahman b. Avf'ın kız kardeşi ile evlenmişti.
Müslim'in Hz. Aişe'den rivâyetine göre, Hz. Peygamber'in eşlerine
verdiği mehir, on iki okka/ukiye idi.[550]
Hz. Ömer de, Allah Resûlü'nün ne kendi eşleri
için ne de kızlarını evlendirirken
on iki ukiyeden fazla mehir belirlediğini
bilmiyorum, demiştir. Tirmizî, bunun hasen-sahih olduğunu söylemiştir.[551] Bir ukiye kırk dirhemdir.
Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber'in evlenmek isteyen bir adama: "Demirden bir yüzük de olsa bir şeyler bul!" buyurdu. Adam
hiçbir şey bulamadı.
Bunun üzerine Allah Elçisi:
"Kur'an'dan ezberlediğin bir şeyler var mı?" diye sordu.
Adam: "Evet, şu şu sûreleri biliyorum." demesi üzerine
Hz. Peygamber, Kur'an'dan bildiklerinin karşılığında onu evlendirdi.[552]
İmam Ahmed'in Müsned'inde: "Bereket bakımından nikahın en büyüğü, külfetçe/ yardımca en kolay
olanıdır."[553] rivâyeti vardır.[554]
İmam Ahmed'in Müsned'inde şöyle rivâyet edilmektedir: "Hz. Peygamber, Gıfâr kabilesinden
bir kadınla evlenmişti. Kadının yanına girip, elbisesini çıkarıp yatağın üzerine oturduğunda, kadının böğründe alaca hastalığı
gördü, hemen yataktan uzaklaştı sonra da: "Elbiseni
üzerine al!"
buyurdu. Ona mehir olarak verdiğinden
hiçbir şey almadı.[555]
İmam Mâlik'in Muvatta'ında Hz. Ömer'in: "Herhangi bir kadın bir erkeği aldatır, kendisinde cinnet, cüzam veya alaca hastalığı olduğu halde (söylemez ve) evlenirse adamın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır.
Erkeğin ödediği, kendisini
aldatana gerekir."[556] dediği nakledilmiştir.
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde şöyle anlatılır: Abdü Yezîd
Ebû Rükâne, eşi Ümmü Rükâne'yi boşadı ve Müzeyneliler'den bir kadınla
evlendi. Kadın Hz. Peygamber'e gelerek: "Onun bana faydası ancak şu saç telinin -başından
bir saç teli kopararak- faydası gibidir. Aramızı ayır
(bizi boşa)!" dedi. Hz. Peygamber adama:
"Onu başa!" dedi, o da boşadı.[557]
Saîd b. Mensûr, İbn Sîrîn yoluyla, Hz. Ömer, bir iftirayı (bazı şeyleri)
haber vermesi için bir adam göndermişti.
O da, kısır olduğu halde, bir kadınla
evlendi. Hz. Ömer ona: "Kısır olduğunu o kadına söyledin mi?" diye
sordu. Adam: "Hayır!" dedi. Hz. Ömer: "Git, ona
bunu bildir sonra da onu muhayyer bırak!"
dedi.
İbn Habîb şöyle
demektedir: Hz. Peygamber, hizmet konusunda kendisine şikayette bulunduklarında
Hz. Ali ve eşi Fâtıma arasında: Hz. Fâtıma'nın iç hizmetleri, yani ev hizmetlerini, Hz. Ali'nin de dış hizmetleri
görmelerine hüküm verdi. Esmâ'dan sahih olarak şöyle
rivâyet edilmiştir: "Zübeyr'e ev hizmetlerinin tamamını yapardım. Bir atı vardı; onun bakımını yapardım, ona ot toplardım,
onu gözetip kollardım."[558] Yine Esmâ'nın, kova tamir ettiği,
hayvanı suladığı ve kocasına ait üçte iki
fersahlık* bir yerden başı üzerinde çekirdek taşıdığı, sahih olarak rivâyet edilmiştir.[559]
İbn Mâce'nin Sünen'inde Hz. Peygamber'in
şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Öfke halinde yapılan talâk geçerli değildir."[560] Çünkü çok fazla
öfkeli olan kişi bu durumda ne dediğini bilmez / ne kastettiği
anlaşılmaz.
Buhârî'de Hz.
Peygamber'in: "Allah ümmetimden
içinden geçirdikleri şeyi konuşmadıkça veya eyleme dökmedikçe affetmiştir."[561] buyurduğu nakledilmiştir. Yine Hz.
Peygamber:
"Ameller niyetlere göredir."[562]
buyurmuştur. İbn Mâce'nin Sünen'inde Hz.
Peygamber'in: "Allah Teâlâ
ümmetimden hata ve unutmadan dolayı, tehdit altında iken işledikleri
günahları affetmiştir."[563] buyurduğu nakledilmiştir.[564]
Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre, İbn
Ömer, hanımını hayız halinde iken boşamıştı. Hz. Ömer bunu Allah Resûlü'ne sorunca o da: "Ona emret de hanımına dönsün! Sonra hanımı temizlenip ardından hayzını görünce ve
tekrar temizleninceye kadar onu yanında
alıkoysun.
Ondan sonra artık isterse nikahında tutar, dilerse ilişki kurmadan boşar. İşte kadınların kendisi için
boşanmasını Allah'ın emrettiği iddet budur."[565] buyurmuştur. Müslim'de ayrıca:
"Ona emret, hanımına dönsün! Sonra onu ya temiz iken yahut hâmile olduğu halde boşasın."[566] şeklinde rivâyet edilmiştir.
Başka bir varyantta ise: "Eğer dilerse,
onunla ilişki kurmadan,
temiz iken boşasın. Allah'ın emrettiği gibi, iddet için talak budur."[567]
İmam Ahmed, Ebû Dâvûd ve Nesâî'deki rivayete göre, Abdullah b.
Ömer, hayız halinde
iken karısını boşamıştı. Hz. Peygamber, onu talak saymayıp onu kocasına geri
çevirerek: "Temizlendiği zaman boşasın veya
tutsun!"[568] buyurmuştur. İbn Ömer şöyle demiştir: Allah Resûlü: "Ey
Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, onları iddetleri
içinde boşayın!"[569] âyetini okudu. Bu hüküm, ikisi helal, ikisi de haram
olmak üzere talâkın dört çeşit
olduğunu gösterir.
Helal olan talâk şekilleri: (ı) Ya karısını, ilişki kurmadan, temizken boşaması;
(ıı) Ya da hamile olduğu belli iken boşamasıdır.
Haram olan talak şekilleri ise: (ı) Ya hayız halinde iken boşaması; (ıı) Veya ilişki kurduğu temizlik
süresi içinde boşamasıdır. Bunlar, kendisiyle ilişki
kurulan kadını boşama ile ilgilidir. Kendisiyle ilişki
kurulmayan
kadını boşamayla ilgili ise, gerek hayızlı iken gerekse temiz iken caizdir. Nitekim Allah Teâlâ: "Kendileriyle ilişkiye girmeden
ya da mehir belirlemeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur."[570] ve "Ey
iman edenler! Mümin kadınları nikahlayıp, sonra
onlarla ilişkiye girmeden
kendilerini boşadığınızda, onlar
üzerinde sizin sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur."[571] buyurmaktadır.
Bunun böyle olduğuna "onları iddetleri içinde
boşayın!" âyeti delâlet
etmektedir. Zira, zifaf olmamış kadının iddeti yoktur. Hz. Peygamber de: "İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Allah'ın emrettiği iddet
budur."
buyurarak buna dikkat çekmiştir.
Bir Lafızla Üç Boşama: Bir adamın karısını üç talâkla
birden boşadığı
Hz. Peygamber'e
haber verildiğinde kızarak
kalkmış ve: "Ben aranızda iken Allah'ın kitabı/ hükmü ile
alay mı ediliyor?!"[572] demişti. Bu hadisin isnadı
Müslim'in şartına göre sahihtir.
Müslim'in
rivâyetine göre, üç talâk, Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir'in devirleri ile Hz.
Ömer devrinin de ilk yıllarında
bir talâk
kabul edilirdi.[573]
Hz. Ömer: "İnsanlar, daha yavaş hareket etmeleri gereken bir hususta (talâkta) acele etmeye ve
düşkünlük göstermeye başladılar. Keşke onu aleyhlerine saysak." dedi ve bunu onların aleyhlerine saydı.
Müslim'in
bir başka rivâyetinde: Hz. Ömer, insanların talâka
çabucak başvurduklarını görünce:
"Bu üç talâkı onlar aleyhine geçerli sayınız." demiştir.
İmam Ahmed'in Müsned'indeki rivayete
göre, Rükâne b. Abdü Yezîd, karısını bir mecliste üç talâkla boşamıştı. Buna çok
üzüldü. Resûlullah kendisine: "Onu
nasıl
boşadın?" diye sordu. O
da: "Üç talâk(la) boşadım." dedi. Hz. Peygamber: "Bir mecliste mi?" diye sordu. O: "Evet" dedi. Allah Resûlü: "Şüphesiz o bir talâktır. Dilersen ona
dön!"
buyurdu. Râvî, onun eşine döndüğünü, söylemektedir. İmam Ahmed bu hadisi sahih ve hasen görmüştür.[574]
Hadisteki "Şüphesiz o bir talaktır." ifadesi, üst üste olan boşamada,
mükellefin hanımını
bir defada boşayamayacağını göstermektedir. Tıpkı liânda olduğu gibi ki, koca: "Eşhedü billahi erbea şehâdâtin innî lemine's-sâdıqîn, yani Allah'ı dört kez şahit tutarım ki ben doğru söyleyenlerdenim."
dese, bu, sadece bir şehâdet/tanıklık olur. Allah Resûlü'nün: "Kim, her namazın ardından otuz üç kez
'sübhânallah', otuz üç kez 'elhamdülillah' ve otuz dört kez de 'Allahu Ekber' derse…"[575] hadisi de bu
cümledendir. Bu tesbihâtı peş peşe
söylemeyen, bununla
amel etmemiş olur. Bunun örnekleri çoktur. Bu durum,
hem dil ve hem de akla uygun örfe muvafıktır. "(Dönüş yapılabilecek) boşama iki defadır."[576] âyeti de bu hususla ilgilidir. Sünnet, bu naslarda
kastedilen hususları açıklamıştır.
İbn Vaddâh, Amr b. Şuayb'dan
naklettiğine göre, Hz. Peygamber: "Bir kadın kocasının kendisini boşadığını iddia eder ve
adil bir şâhid de
getirirse, kocaya yemin verdirilir. Eğer (boşamadığına) yemin
ederse, şâhidin şehâdeti
geçersiz olur. Yemin etmekten kaçınırsa, onun bu hali (nükul)
başka
bir şâhid yerine geçer ve talâkı caiz olur."[577] buyurmuştur.
Sünenlerde ve İbn Hanbel'in Müsned'inde yer aldığına göre Evs B. Sâmit, hanımı Havle bt. Mâlik'e zıhâr yaptı. Bu kadın, bu konuda
Hz. Peygamber'le mücadeleye giren ve Allah'a şikayette
bulunan kadındır. Bu kadın Allah
Resûlü'ne: "Ey Allah'ın Elçisi! Evs
B. Sâmit, ben genç ve arzulanan biri iken benimle evlendi. Yaşım ilerleyip, karnım
yayılınca/çocuk
doğurdum, beni anasının yerine koydu." dedi. Hz. Peygamber ona: "Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yok!" buyurdu. Kadın: "Ey Allah'ım!
Ben halimi sana şikayet ediyorum!" dedi. Bir rivâyete göre kadın:
"Benim küçük çocuklarım var. Eğer onlar ona verilse, ziyan olurlar, yok bana verilse aç
kalırlar!" dedi ve bunun üzerine
âyet(ler) indi. Hz. Aişe: "Her sesi işiten
Allah'a hamdolsun! Havle bt. Sa'lebe, Hz. Peygamber'e şikayetçi
olarak gelmişti. Ben evin bir köşesindeydim. Bazı sözlerini duyamıyordum.
Hemen Allah: 'Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitmiştir.'[579] âyetlerini indirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "(Kocan) bir köle azat etsin!"
buyurdu. Kadın: "Bulamaz." dedi. Allah Resûlü: "Öyleyse peş peşe iki ay oruç
tutsun." buyurdu. Kadın: "O yaşlı bir ihtiyardır!" dedi.
Hz. Peygamber:
"Öyleyse altmış fakiri
doyursun!"
buyurdu. Kadın: "Onun tasadduk edebileceği hiçbir şeyi yok!"
dedi. Allah Elçisi: "Ben onun
adına
bir sepet hurma vererek yardımcı olacağım." buyurdu. Kadın: "Ben de başka
bir sepet hurma dağıtarak yardımcı olacağım." dedi. Hz. Peygamber: "İyi yaparsın, onun adına altmış fakiri doyur, sonra
da amcanın oğluna dön."[580] buyurdu.
Buhârî'de
Enes'den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, hanımlarına îlâ yaptı. Hanımlarının yanına gitmedi. Kendisine ait bir odada yirmi dokuz gece kaldı. Sonra oradan indi. Sahâbe: "Ey
Allah'ın
Resûlü! Bir ay îlâda bulunmadın mı?" diye sordular. Hz. Peygamber: "Bir ay, bazen yirmi dokuz gün olur."[582]
buyurdu. Îlâ konusunda Allah Teâlâ: "Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay
bekleme süresi vardır. Eğer (bu süre içinde) dönerlerse şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok acıyandır. Eğer (yemin
edenler yeminlerinden dönmeyip kadınlarını) boşamaya karar verirlerse, şüphesiz Allah
her şeyi işiten, her şeyi bilendir."[583] buyurmaktadır.
Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'e: "Eşim siyah tenli bir çocuk doğurdu." diyerek sanki o çocuğu reddetmek
istediğini anımsattı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber: "Develerin var mı?" diye sordu. Adam: "Evet."
deyince, bu kez Allah Resûlü: "Renkleri
nedir?" diye sordu. Adam: "Kırmızı." dedi. Allah Elçisi: "İçlerinde
boz olanı var mı?" diye sordu.
Adam: "Evet." dedi. Allah
Resûlü: "Bu onlara nereden gelmiş
olabilir?"
diye sordu. Adam: "Ey Allah'ın Resûlü,
herhalde damarına (ırkına) çekmiştir." dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber: "İşte belki bu da
damarına (ırkına) çekmiştir!"[584] buyurdu.
Bu olayda, soru
yönüyle olduğu zaman, imâ yoluyla
belirtilen şeylerde had cezasının gerekmeyeceği ve sırf şüphenin, liân ve çocuğu
reddetmeyi
gerektirmeyeceği söz konusudur. Yine bu olayda, örnek
ve benzetme
ile hüküm verilebileceği ifade edilmektedir.
Ebû Dâvûd'un
rivâyetine göre bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü!
İşte
bu oğluma karnım yatak, göğüslerim pınar ve kucağım beşik oldu. Babası beni boşamıştı. Şimdi de onu
benden almak istiyor." diye şikayet
etti. Allah Resûlü ona: "Evlenmedikçe
sen ondan bu çocuğa daha hak sahibisin!"[585] buyurdu. Sünen sahiplerinin naklettiklerine göre
Hz. Peygamber, bir çocuğu anasıyla
babası arasında muhayyer bırakmıştır.[586]
Hz. Peygamber'den
nafakanın miktarına
dair bir rivâyet gelmemiştir. O, bu hususu örfe bırakmıştır. Müslim'in Sahîh'inde sabit
olduğuna göre, vefatından seksen küsur gün önce veda
haccında büyük kalabalığın huzurunda yaptığı
konuşmasında: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun!
Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak alıp tenasül organlarını Allah'ın kelimesiyle
helal ettiniz. Onların sizin
üzerinizde örfe uygun olarak rızık ve giyinme hakları vardır."[587] buyurdu. Buhârî
ve Müslim'de Ebû Süfyân'ın hanımı Hind Hz. Peygamber'e gelip: "Ebû
Süfyân cimrinin tekidir. Haberi yokken aldığımdan başka bana ve çocuğuma yetecek nafaka
vermiyor."
deyince, Allah Resûlü: "Kendine ve
çocuğuna
yetecek kadar örfe göre al!"[588] buyurdu.[589]
Dârekutnî, Ebû
Hureyre'nin eşine infak edecek bir şey bulamayan adam hakkında
Allah
Resûlü'nün: "Araları ayrılır!" dediğini rivâyet etmiştir. Saîd b.
Mensûr Sünen'inde
Ebu'z-Zenâd'ın: "Saîd b. Müseyyeb'e 'eşine infak edecek bir şey
bulamayan adamın hanımıyla arası ayrılır mı?' diye sordum. 'Evet' dedi. Bu 'sünnet mi?' dedim. O: 'Evet,
sünnettir.' dedi."
Müslim ve başkasının rivâyet ettiğine
göre, Fâtıma bt. Kays'ı kocası kesin olarak boşayıp Allah Elçisi'nin yanında
(kocanın evinde) oturma ve nafaka hakkında
tartıştıklarında Fâtıma: "Allah Resûlü bana ne oturma ne de nafaka hakkı verdi ve benim, İbn
Ümmü Mektûm'un
yanında iddet beklememi emretti." dedi. Zira İbn Ümmü Mektûm âmâdır;
kadın elbisesini onun yanında
çıkarır fakat o kadını görmezdi. Nesâî'nin Sünen'inde rivâyet
ettiği bu olayda Allah Resûlü: "Nafaka ve oturma hakkı ancak kocanın dönüş imkanı olan boşamada söz
konusudur."
buyurmuştur. Nesâî ve Dârekutnî: "Oturma ve nafaka hakkı vermek dönüş imkanı olan kocaya
aittir."[590] şeklinde rivâyet etmişlerdir.
Bu husustaki hikmeti Allah: "Belki Allah
bundan sonra yeni bir durum meydana getirir."[591] âyetiyle açıklamıştır. Talâk sûresinin baş tarafını oku! Orada, Allah Teâlâ, iddetin süresinin bitimi
esnasında hanımlarını eş olarak alıkoymak ya da bırakmak
hakkına sahip kocalara hanımlarını evlerinden çıkarmamalarını, hanımlara da çıkmamalarını emretmiştir. Bu da talâktan sonra eşini alıkoyma hakkı olmayan
kimsenin çıkarmasının caiz olduğunu gösterir.
Selef ve ondan sonrakilerin dediği gibi,
veya bunda başka bir durum -yani tekrar dönüş-
meydana gelebilir.
Ebû Dâvûd'un
rivâyet ettiğine göre, bir adam Hz.
Peygamber'e gelip: "Kime iyilik
edeyim." dedi. Allah Resûlü: "Annene,
babana, kız kardeşine, erkek
kardeşine ve bunları takiben akrabalarına. Vacip bir
hak ve sılayı rahimdir."[592] buyurdu. Nesâî
de: "Veren el üstündür. Bakımıyla sorumlu olduğun kişilerden vermeye başla: Annen,
baban, kız kardeşin, erkek kardeşin ve sonra da
sana en yakın olanlardan başla."[593] rivâyetini
nakleder. Ebû Dâvûd'un Sünen'inde Hz.
Peygamber'in: "Sizin yediklerinizin
en temizi, kazancınızdır. Çocuklarınız da sizin kazancınızdandır. Öyleyse onu
afiyetle yiyiniz."[594] buyurduğu rivâyet edilmiştir.
Buhârî ve
Müslim'de Hz. Aişe'den rivâyet edildiğine göre süt emme, doğum
yoluyla haram kılınanları haram eder.[595] Yine Buhârî ve
Müslim'de İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadiste, Hz.
Peygamber'e Hz. Hamza'nın kızı verilmek istenince: "O
bana helal olmaz; zira o benim süt kardeşimin kızıdır. Nesep yoluyla haram olan süt yoluyla da
haram olur." [596]
buyurdu. Ebû Dâvûd'un Sünen'inde: "Süt emme ancak (çocukta) et geliştirip kemik
sertleştirecek
kadar emilmekle haram olur."[597] rivâyeti vardır.[598]
Allah Teâlâ,
kitabında bu hususu tam olarak açıklamıştır. Allah Kur'an'da dört çeşit
iddetten bahsetmektedir:
a) Hâmile kadının iddet süresi: İster ric'î* isterse bâyin** talâkla boşanmış olsun,
ister sağken ayrılmış isterse kocası
ölmüş olsun hâmile kadının iddeti mutlak olarak çocuğu
doğurması ile sona erer. Nitekim Allah: "Hamile
olanların bekleme (iddet) süresi, çocuklarını doğurmalarıyla sona erer."[599] buyurmaktadır.
Sahâbenin çoğunluğu da bununla delil getirmişlerdir.
Koca teneşir üzerinde yıkanırken kadın çocuğunu doğurmuş olsa bile, bu böyledir. Nitekim Hz. Peygamber, Sübey'a
el-Eslemî'ye böyle fetva vermiştir.
b) Hayız gören boşanmış kadının iddet süresi: "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine
üç ay hali beklerler."[600] âyetinde ifade edildiği üzere üç ay hali (hayız
veya temizlik) süresidir.
c) Hayız görmeyen kadının iddet süresi: Ya, yaşı küçük olduğu için hayız görmeyen;
ya da yaşlılıktan dolayı hayızdan kesilen bayandır. Allah Teâlâ bu
ikisi hakkında: "Kadınlarınızdan âdetten
kesilmiş olanlarla,
henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır."[601] buyurmaktadır.
d) Kocası ölen kadının iddet süresi:
"İçinizden
ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi
kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler."[602] âyetinde belirtildiği
gibi, dört ay on gündür. Bu süre, hamile olmayanlar içindir. Çünkü hâmile kadının iddet süresi, âyetle belirlenmiştir. Kadının hamileliği daha da devam edecek olsa, zorunlu olarak
bekleyecektir.
Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre Allah ve Resûlü, içki, leş, domuz, put satışını haram kılmıştır.[603] Bu kapsamlı kelimeler üç cinsin haramlılığını içermektedir: (ı) Aklı bozan
içecekler, (ıı) insan doğasını bozan yiyecekler ve (ııı) dinleri bozan halkın ileri gelenleri.[604]
Hastalıklar
iki çeşittir:
Bedene ilişkin hastalıklar hakkında Allah Teâlâ: "Köre güçlük
yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur."[607] buyurmaktadır.
Kur'an'ın büyüklüğünü anlayacak ve anlayanı da başka hiçbir
kaynağa başvurma
ihtiyacı hissettirmeyecek şekilde
hac, oruç ve abdest ile
ilgili âyetlerde bu hastalıklardan bahsedilmiştir. Bedenî hastalıkların tedavisinde üç esas bulunmaktadır:
Gıdasızlık da insanın gücünü azaltır ve
zayıf düşürür.
Allah Teâlâ hac âyetinde: "İçinizden her
kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda
kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya da sadaka vermesi veyahut kurban kesmesi gerekir."[609] buyurmaktadır. İhramlı iken başında bit, kaşıntı gibi eziyet veren şeylerle
hasta olan kişiye; saç diplerinde tıkanma
nedeniyle, başta eziyet meydana getiren pis (ter) buharların dışarı atılması için başını tıraş etmesine izin verilmiştir.
İhramlı olan kişi bu durumda başını tıraş ettiğinde,
saç diplerinde bulunan ter delikleri açılır ve tıkanmış olan deliklerden terler rahatça dışarı çıkar. Birikimi zarar veren her şeyin
vücuttan dışarı atılması da buna kıyas edilir.
Birikimi vücuda
zarar veren ve dışarı atılması gereken maddeler on tanedir:
Perhize/diyete gelince,
Yüce Allah abdest âyetinde: "Hasta
olursanız veya yolculukta bulunursanız yahut biriniz
abdest bozmaktan (def-i hâcetten) gelir yahut ta cinsel ilişkide bulunur da su
bulamazsanız, o zaman temiz bir
toprağa
yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi
meshedin."[610] buyurmaktadır.
Bu âyette Allah Teâlâ, hasta olan kişiye,
bedenine eziyet verecek
şeylerden korunmak amacıyla
su ile abdest alma yerine toprakla teyemmüm etmesine izin vermiştir. Bu, kişiye hem içerden hem de dışardan eziyet verici her şeyden
kendisini koruması gerektiğine bir uyarıdır. Böylece Allah, tıbbın bu üç esasına ve temel
ilkelerine kullarının
dikkatini çekmiştir. Şimdi de Allah Resûlü'nün bu husustaki
uygulamalarını açıklayacağız.
Kalbî hastalıkların tedavisi görevi, peygamberlere verilmiş olup, ancak onlar vasıtasıyla ve onların eliyle öğrenilebilir. Maddî hastalıkların tedavisi ise, iki çeşittir:
Müslim'in rivâyet
ettiği bir hadiste Allah Resûlü: "Her hastalığın bir tedavisi vardır. Tedavisi bulunan
hastalık
da Allah'ın izniyle iyileşir."[611] buyurmuştur. Buhârî ve Müslim'de Hz. Peygamber'in: "Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yaratmamıştır."[612] buyurduğu
nakledilmiştir. İmam Ahmed Müsned'inde Üsâme b. Şerîk'in şöyle dediğini nakletmektedir: "Ben Allah Resûlü'nün yanındaydım. Bedevîler geldiler ve: 'Ey Allah'ın Elçisi! Tedavi olalım mı?' dediler. Hz. Peygamber: 'Evet,
ey Allah'ın kulları tedavi olun;
zira Allah, bir hastalık hariç şifasını vermediği hiçbir hastalık bırakmamıştır.'
buyurdu. Bedevîler: 'O nedir?' diye
sorunca, Allah Resûlü: 'İhtiyarlıktır.' buyurdu."[613]
Hadisin diğer bir lafızla
rivâyeti: "Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yaratmamıştır. Onu bilen
bildi. Bilmeyen de bilmedi."[614]
şeklindedir.[615] Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde ve Sünenlerde Ebû Huzâme'den rivâyet
edildiğine göre: "Ey Allah'ın Resûlü! '(Hastalıklarımızı geçirmek için) rukye olarak yaptığımız dua, tedavi olduğumuz
ilaç,
(hastalanmamak için) tedbir almamız
hakkında ne dersin? Acaba bunlar Allah'ın takdirinden
herhangi bir şeyi geri çevirebilir mi?' dedim.
Resûlullah: 'Bunlar da
Allah'ın
takdiridir.'
buyurdu."[616]
Yine rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, ziyaret etmek
üzere bir hastanın yanına
girdi ve: "Onu doktora götürünüz!" buyurdu.
Oradakilerden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun ey Allah'ın Resûlü!?" deyince Hz. Peygamber: "Evet, Allah tedavisi olmayan hiçbir hastalık yaratmamıştır."[617] buyurdu.
Bu hadisler,
sebep ve sonuçlarının
varlığını göstermekte,
bunu inkar edenlerin ise görüşlerinin yanlış ve batıl olduğunu belirtmektedir.
İmam Mâlik Muvatta'ında Yezîd b. Eslem'den şu
rivâyeti nakleder:
Bir adamın yarası
çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Bu
yaralı kişi, Enmaroğulları'ndan
iki kişi çağırdı. Yaraya baktılar. Hz.
Peygamber'in kendilerine: "Hanginiz
daha iyi doktor?" diye sorduğu
ileri sürülmüştür. Adamın biri: "Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın Resûlü?"
dedi. Hz. Peygamber: "Derdi veren devasını da vermiştir."[618] buyurdu.
Bu hadiste, her
ilim ve sanatta o konudaki uzmanlarından yardım istemenin gerekliliğine işaret
vardır. Çünkü bu, daha isabetli bir
davranıştır.
Sahîh-i
Müslim'deki
bir rivâyete göre, Sakîf kabilesi heyetinden cüzamlı biri vardı. Hz. Peygamber
ona haber gönderip şöyle dedi: "Biatını kabul ettik, dön!"[619] Buhârî'nin
rivâyet ettiği bir hadiste de Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "Cüzamlıdan, aslandan kaçar gibi uzak dur!"[620] İbn Mâce'nin Sünen'inde: "Cüzamlılara çok bakmayın!"[621] rivâyeti vardır. Buhârî ve Müslim'de Hz. Peygamber'in: "Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi olana
getirmesin!"[622] buyurduğu nakledilmiştir. Allah
Resûlü'nün: "Cüzamlıyla, aranızdaki bir veya iki mızrak boyu bir
mesafeden konuş!" buyurduğu nakledilmiştir.[623]
Ebû Dâvûd, Nesâi
ve İbn Mâce'nin rivâyet ettiklerine göre Hz.
Peygamber: "Daha önce tıbbı bilmediği halde doktorluk taslayan, tazminatı öder."[624] buyurmuştur. Tıbbın anlamı, düzeltmektir. Bir şeyi
düzelttim
anlamına: Tabibtühû
denir. Hz. Peygamber yukarıdaki hadiste "tabbe=iyileştirmek" kelimesini değil de, "tetabbebe=doktorluk taslarsa" kelimesini
kullanmıştır.
Çünkü tefe'ul formunun, bir şeyi zorlamak,
onu güçlük ve zorlukla yapmak ve ehil olmamak gibi anlamları vardır. Örneğin tehallüm, yani ağır başlı gibi görünmek, teşeccu', yani cesur gibi görünmek kelimeleri gibi. Yine bu
hadiste, câhil doktorun tazminat ödemesi gerektiği
söz konusudur. Tıp ilmine ve uygulamasına
önceden bir bilgisi olmadan girişirse,
bilgisizliğiyle insanları öldürmeye neden olmuş, ihmalkarlığıyla bilmediğine girişmiştir.
Böylelikle hastayı aldatmış
olur. Bu nedenle de tazminat ödemesi gerekir.
Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde ve diğer hadis kitaplarında
rivâyet
olunduğuna göre Allah Elçisi: "İnsanoğlu, midesinden
daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır. Halbuki
onlara belini doğrultacak birkaç
lokmacık
yeterli olur. Mutlaka midesini dolduracaksa, üçte birini yemeğe, üçte birini
içeceğe ve üçte birini de nefes alması için ayırsın."[625] buyurmuştur.
Hastalıklar iki çeşittir: Birincisi maddî
hastalıklardır:
Bedende birçok
türü olan ve tabiî hareketlere bile zarar veren hastalıklardır. Hastalıkların
bir çoğu bu türdendir. Sebebi ise, daha ilk
yemek hazmedilmeden vücuda yeni yemekler doldurulması, ihtiyaçtan fazla miktarda, faydası az, hazmı zor gıdaların alınması, çeşitli terkiplerde karışık gıdaların çokça alınmasıdır. İnsan bu tür gıdalarla karnını doldurur ve bunu alışkanlık haline getirirse çeşitli
hastalıkların meydana gelmesine neden olur. Örneğin bu durumda hastalık
süratle gelmesine rağmen, iyileşmesi geç olur. Alınan
gıdada orta yolu tutar, gerekli miktarı alırsa -nicelik ve niteliğinde
orta yolu tutarsa- vücut, fazla miktarda alınan
gıdanın verdiği faydadan daha çok fayda sağlamış olur.
Gıda üç türlü alınır:
a) Hummânın Tedavisi: Buhârî ve
Müslim'de Hz. Peygamber'in: "Humma/sıtma veya humma hastalığının şiddeti ancak cehennemin hararetinin
şiddetinden
bir parçadır. Öyleyse humma ateşini su ile soğutunuz."[626] buyurduğu sâbittir. Bu hadis, Hicazlılar
ve onların yakınındakilere
özgüdür. Çünkü onlarda meydana gelen humma hastalığının çoğunluğu, güneşin ısısının şiddetinden meydana gelen geçici, günlük humma hastalığıdır. Bu tür humma için soğuk
suyun
hem içilerek hem de yıkanılarak kullanılması faydalıdır.
b) İshalin Tedavisi: Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre bir kişi,
Hz. Peygamber'e
gelerek: "Kardeşim ishal oldu,
ne yapalım?" diye sordu. Allah
Resûlü: "Ona bal (şerbeti)
içir."
uyurdu. Adam gitti bir müddet sonra iki veya üç kez geri geldi ve: "Ona bal şerbeti içirdim,
fakat ishali daha da arttı!" dedi. Allah
Resûlü adamın her gelişinde:
"Ona bal (şerbeti)
içir!!"
buyurdu. Nihayet adamın üçüncü veya dördüncü gelişinde Hz. Peygamber: "Allah
doğru
söylemiştir; fakat kardeşinin karnı yalan söylüyor."[627] buyurdu.[628]
Allah Resûlü'nün kendisine bal tavsiye ettiği
kişinin
karnının rahatsız
olmasının sebebi,
midesini çok doldurmaktan vücutta meydana gelen ağırlıktır. İşte bu sebepten Hz. Peygamber, ona mide ve bağırsaklarda toplanmış
gereksiz maddeleri gidermesi için bal şerbeti
içmesini emretmiştir.
Zira bal, bu durumda midedeki fazlalıkları atmaya birebir çaredir. Çünkü gıdaların midede kalmasını engelleyen
yapışkan karışımlar
vardır. Zira midede kadife kumaştakine benzer
saçak/lifler vardır. Yapışkan
karışımlar bu liflere yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar.
Bunun çaresi ise, mideyi bu yapışkan
karışımlardan temizlemekle mümkündür. Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak
şerbet halinde içildiğinde söz
konusu yapışkan karışımları temizler. Bal şerbetini
tekrar tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbî mânâ vardır: İlacın bir miktarı ve hastalığın durumuna göre dozajı vardır; şayet az alınırsa hastalığı tamamen iyileştirmez, çok alınırsa kuvveti zayıflatır ve başka zararlar meydana getirir. İşte
hadiste belirtildiği gibi, hastalığın
derecesine göre bal
şerbeti içilmeye devam edildikçe Allah'ın izniyle iyileşti. İlaçların dozajına,
niteliğine, hastalığın
ve hastanın durumuna
dikkat edilmesi tıp kurallarının en önemlilerindendir.
c) Yaraların Tedavisi: Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre, Uhud savaşında Hz. Peygamber'in yüzü yaralandığında, kızı Hz. Fâtıma kanı temizledi.
Hz. Fâtıma kanın
durmadığını görünce, bir parça hasır
aldı ve onu yaktı. Hasır kül haline gelince, külü yaraya bastı. Berdîden yapılmış hasırın külü kanı durdurdu.[629]
Çünkü bunun kuvvetli tesiri vardır.
d) Damarların Kesilmesi ve
Dağlanması: Müslim'in Sahîh'inde rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber Übey b. Ka'b'a bir doktor gönderdi. Doktor,
Übey'in bir damarını
kesip sonra orayı
dağlamıştır.[630]
Sa'd b. Muâz elindeki bir damarından yaralanınca/atma olunca, Allah Resûlü onu dağladı. Sonra damar tekrar atınca
ikinci kez
dağladı.[631]
e) Kabızlığın Tedavisi: Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber Esmâ bt.
Umeyr'e: "Müshil olarak hangi ilacı kullanıyorsun?" diye sordu. Esmâ: "Şübrüm (boğumluca)" deyince Allah
Resûlü: "O ateşli ishal
yapar!!"
buyurdu. Daha sonra Hz. Peygamber: "Müshil
olarak senâ* kullan."[632] buyurdu.
f) Siyatiğin [Irk-ı
Nesâ]
Tedavisi: İbn Mâce Enes b. Mâlik'in Resûlullah'ı şöyle buyururken
işittiğini
rivâyet
etmektedir: "Irk-ı nesâ/siyatik
hastalığının ilacı (bedevî arabının) eritilmiş koyun kuyruk yağıdır. Üç kısma ayrılarak aç karna
her gün bir kısmı içirilir."[633] Irk-ı nesâ/siyatik, kalça kemiği
ekleminden başlayıp, sırttan uyluğa ve çoğunlukla
da topuğa kadar inen bir ağrıdır. Ağrı devam ettikçe aşağı bölgelere inmesi de çoğalır ve aynı zamanda ayak
ve uyluk zayıflar. Bu hadîs, Hicazlılara,
onlara komşu olanlara ve özellikle de bedevî Araplara hitap etmektedir.
Zira bu onlar için en faydalı ilaçtır. Bu
hastalık bedendeki bir sertlikten meydana gelir.
Bazen de yapışkan katı/sert
bir maddeden meydana
gelebilir. Tedavisi ise ishaldir. Koyun kuyruğunun iki etkisi
vardır: Vücudu olgunlaştırmak
ve yumuşatmak. Bu hastalığın tedavisinde bu iki unsura ihtiyaç vardır. Bedevilerin yetiştirdiği koyunun bu hastalığa
ilaç olarak tavsiye edilmesinin sebebi, gereksiz maddelerinin az, miktarının küçük ve cevherinin latif olmasıdır. Otladığı meranın özelliği gereği, sıcak
bölgenin yavşan otu (şih)
ve marsama otu (kaysum)
gibi otlarını
yiyerek
yaşamlarını devam ettirmeleridir. Bu bitkileri yiyen hayvanın etinde tabiî olarak yediği şeylerden bir etki belirir ve bu bitkilerden daha güzel bir karışım ortaya çıkmış olur. Bu güzel karışım koyunun
özellikle kuyruk kısmında
bulunur.
g) Zâtülcenbin Tedavisi: Tirmizî Hz.
Peygamber'in: "Zâtülcenb hastalığını öd ağacı ve zeytinyağı ile tedavi ediniz."[634] buyurduğunu rivâyet
etmiştir. Doktorlara göre zâtülcenb hakikî ve
hakikî olmayan olarak iki çeşittir: Hakikî olanı, kaburga kemiklerinin iç zarında,
vücudun yan iç taraflarında meydana gelen sıcak
veremdir. Hakikî
olmayanı ise, iç/alt deriler arasında
tıkanan bir takım kalın ve eziyet verici gazlardan dolayı vücudun yan taraflarında
meydana gelen ağrıdır. Ancak bu türdeki ağrı uzun sürelidir. Hakikî zâtülcenbin ağrıları ise aralıklıdır.
Hadisteki ilaç/tedavi gazlardan oluşan
kısımla
ilgilidir. Çünkü öd ağacı
(ûd-i hindî),
hafifçe dövülür, ısıtılmış zeytin yağı karıştırılır da gazların bulunduğu yer bunlarla ovulur veya macun halinde yalanırsa uygun tedavi olur.
h) Baş Ağrısının Tedavisi: Hz. Peygamber'in
başı ağrıdığında başına
kına yaktığı
rivâyet edilmiştir. Bu kına ile tedavi,
baş ağrısı çeşitlerinden
biri içindir. Zira baş ağrısı, zararlı bir maddeden
değil de, ateşli bir iltihaptan
dolayı ise kusma (istifra) gereklidir. Buna da kına fayda verir. Kına
öğütülür, sirke ile karıştırılarak alna sargı
yapılırsa baş ağrısı diner. Tirmizî, Allah Resûlü'nün hizmetçilerinden Selmâ Ümmü
Râfi'den, Hz. Peygamber'in herhangi bir yarası
ve/veya
bir dikenin neden olduğu yarası
üzerine mutlaka kına koyduğunu rivâyet etmiştir.[635]
i) Göz Ağrısının Tedavisi: Hz. Peygamber göz
ağrısını,
gözü dinlendirerek ve onu hareketlerden koruyarak tedavi ederdi. İbn Mâce'nin rivâyet ettiğine
göre, Resûlullah gözü ağrıyan
Suhayb'in hurma yemesini engellemiş ve
hoş
görmemiştir.[636]
Yine gözü ağrıyan
Hz. Ali'nin yaş hurma yemesini engellemiştir.
Eşlerinden birinin gözü ağrıyınca, iyileşinceye kadar
onunla birleşmediği
nakledilmektedir.
j) Sivilcelerin Tedavisi: Hanımlarından birinin
şöyle dediği
rivâyet
edilir: Parmağımdaki sivilceyi çıkartması için Hz. Peygamber'in yanına
geldim. "Yanında zerîre
(tutya) var mı?" diye sordu. "Evet" dedim. "Onu sivilcenin üzerine koy ve:
'Allah'ım! Sen büyüğü küçültür, küçüğü büyültürsün. Bende bulunanı küçült!' de."[637] buyurdu.[638]
Zerîre Hind ilacıdır.
Sivilce,
vücudun doğal olarak attığı sıcak bir maddeden oluşan
küçük
bir çıbandır.
Vücudun dış kısmında bir yer edinir. Kendisini yakacak ve çıkaracak şey gerektirir.
Zerîre, bunu sağlayacak maddelerden biridir.
k) Açma ve Yarma Yoluyla Şişlik ve Çıbanların Tedavisi:[639] Hz. Ali'nin şöyle dediği rivâyet edilir: "Resûlullah ile sırtında şişkinlik olan bir kişiyi
ziyaret ettik. "Ey Allah'ın Elçisi! Bunda
irin var." dediler. Allah Resûlü: "Onu
yarınız." dedi. Hz. Ali: "Çok geçmedi ki Allah Resûlü'nün
gözü önünde açıldı."
dedi. Ebû Hureyre'den rivâyet edildiğine
göre, Hz. Peygamber, bir doktora karnında
ağrı olan bir kişinin karnını yarmasını emretti. "Ey Allah'ın
Elçisi! Tıp fayda verir mi?" denildiğinde:
"Derdi veren, dilediğine/dileyene de çaresini de verir." buyurdu.
l) Hastaların Hoşlanmadığı Yiyecek ve İçecekleri Onlardan Uzak Tutmakla
Tedavi: Tirmizî
ve İbn Mâce'nin rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber: "Hastalarınızı yemeye ve
içmeye zorlamayınız. Çünkü onlara Allah
yedirir ve içirir."[640] buyurmuştur. Bu peygamberî sözde, ilâhî hikmetler, özellikle de
doktorlar ve hastaları tedavi edenler için ne kadar çok faydalar gizlidir.
Zira hastanın, yeme veya içmekten tiksinmesi, vücudun
hastalıkla mücadele ile meşgul
olması veya iştahı kesilmesi yahut vücudun doğal
hararetinin azalması yahut da sönmesi sebebiyledir. Nasıl olursa olsun, bu durumda hastaya gıda vermek doğru değildir.
Ancak
böylesi zaman ve durumlarda, yiyecek ve içecek olarak meyve suları ile temiz tavuk çorbası
gibi gıdalar hastanın bünyesini rahatsız etmeden, sadece kuvvetini koruyacak şeyler verilir. Hasta, nadir durumlarda yeme ve içmeye
zorlanabilir. Bu da aynı zamanda hafıza kaybının yaşandığı hastalıklarda söz konusudur. Buna göre hadis-i şerif ya
husus ifade eden âm olarak ya da bir delil ile kayıtlanabilen mutlak mânada anlaşılmalıdır.
Hadîs, bir hastanın, sıhhatli
bir kişinin tahammül edemeyeceği
kadar, gıda almadan günlerce yaşayabileceğini ifade etmektedir.
m) Hastaların Gönüllerine Ferahlık
Vermek ve
Kalplerini Güçlendirmek Suretiyle/Moral Vermekle Tedavi Edilmeleri: İbn Mâce'nin rivâyet ettiğine
göre Hz. Peygamber:
"Hastanın yanına girdiğinizde, ecel
konusunda onu ferahlandırın. Her ne kadar bu
davranış eceli etkilemese
de hastanın gönlünü tedavi eder/ferahlatır."[641] buyurmuştur. Hastanın gönlünü ferahlatmak
ve içini sevinçle doldurmak, hastalığın
iyileşmesinde ve hafifletilmesinde şaşılacak derecede
bir etkiye sahiptir. Zira psikoloji ve fizyoloji bununla güçlenir. Böylece
vücut eziyet vereni defetmeye yardım
almış olur. İnsanlar, sevdiklerinin ve saydıklarının kendilerini
ziyaret etmesinden, görmesinden, onlarla konuşmasından, kendilerine iltifat etmesinden dolayı pek çok hastanın
iyileştiğini görmüşlerdir. Bu durum, hasta ziyaretinin faydalarından
biridir.
Allah Resûlü,
hastaları bedenlerinin alışık olmadıkları şeylerle değil, alışık oldukları ilaç ve gıdalarla tedavi ederdi.
n) Hastalara Alışkın Oldukları
En İyi
Gıdaların Verilmesi: Hz. Aişe'den nakledildiğine göre, Hz.
Peygamber'e "Falanın ağrısı var, yemek yiyemiyor" denilince: "Size telbîneyi tavsiye ederim. Ona bundan
yedirin."[642] derdi. Ayrıca: "Nefsim
kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, telbîne, birinizin yüzündeki kiri yıkaması gibi karnınızı yıkar." buyururdu. Telbîne, kepekli arpa unundan yapılan
süt kıvamında ince çorba/bulamaçtır. Telbîne ile arpa çorbası arasındaki fark, arpa çorbasının arpa öğütülmeden; telbînenin
ise arpanın öğütülerek pişirilmesidir. Telbîne, öğütülmek suretiyle arpa özelliğini
yitirdiğinden dolayı arpadan daha faydalıdır. O yöre halkının âdeti, arpa suyunu öğütmeden
değil, öğüterek
edinirlerdi. Bu, fiilî olarak çok daha besleyici ve güç vericidir. Doktorlar
bunu, ince ve yumuşak olduğu ve hastanın vücuduna ağır gelmediği için
öğütülmeden edinmişlerdir. Bu ise, şehirlilerin karakterine ve rahatına
uygun olanıdır.
o) Zehirlenmenin Tedavisi: Hz. Peygamber,
Hayber'de zehirli koyun etinden yediği
gün hacamat yaptırmıştır.
Arkadaşlarına
da hacamat yaptırmalarını emretmiş,
ancak yine de bir sahabî ölmüştü. Ebû Hind, Allah
Resûlü'ne boynuz ve bıçakla hacamat yaptı.[643]
Zehrin tedavisi, ya kusma/boşaltma ya da
nitelikleri ve özellikleriyle zehri kaldıran
ve onu iptal eden ilaçlarla olur. İlaç
bulamayan, hemen tamamen boşaltma yapmalıdır.
Özellikle de bölge ve mevsim sıcak olursa en faydalısı hacamattır. Zira etkili zehir kana karışır, damarlara ve kılcal
damarlara girerek kalbe ulaşır, böylece ölüm
gerçekleşir. Kan, zehri kalbe ve organlara ulaştıran giriş yeridir.
Allah Resûlü hacamatı omzundan yaptırırdı;[644]
zira burası kalbe en yakın hacamat yeridir. Zehirli madde kanla birlikte tamamen dışarı çıkmaz. Aksine kanın
zayıflığına rağmen zehrin tesiri kalır.
Allah Teâlâ'nın yahudi düşmanlarıyla ilgili sözünün sırrı ortaya çıkmış oldu:
"Ne zaman bir peygamber, size
gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey getirdiyse,
kibirlenip kimilerini yalanladınız, kimilerini
de öldürmediniz mi?"[645] Ayette yalanlama
eylemi "yalanladınız"
şeklinde, onların
yaptığı ve gerçekleştirdiği durumu geçmiş zaman
formuyla; öldürme
eylemi ise "öldürüyorsunuz" şeklinde
olması beklenen gelecek zaman formuyla gelmiştir. Allah en iyi bilendir.
p) Akrep Sokmasının Tedavisi: İbn Ebî Şeybe'nin Müsned'inde şöyle bir rivâyet yer almaktadır:
Hz. Peygamber namaz kılarken bir akrep parmağını soktu bunun üzerine döndü ve: "Ne
bir peygamberi ne de başkasını bırakmayan akrebe Allah lanet etsin!" buyurdu. Sonra
içinde su ve tuz bulunan bir kap getirilmesini istedi. İhlâs, Felak ve Nâs
sûrelerini okuyarak akrebin soktuğu
yeri bu kaba koydu. Tuz pek çok zehrin panzehiridir. el-Kânûn isimli eserin sahibi (İbn
Sinâ'yı kastediyor Z. D.) şöyle
der: Akrep sokmasına karşı, keten tohumuyla tuz sarılır. Bunu başkaları da zikretmişlerdir. Tuzda,
zehirleri
çeken/emen kuvvet ve etki vardır.
r) Haram Maddelerle Tedavinin Yasaklanması:
Hz.
Peygamber'den haram maddelerle tedaviyi yasaklayan hadisler rivâyet edilmiştir. İlaç olarak yapılan
içkiden sorulunca:
"Bu bir hastalıktır, şifa değildir!"[646] buyurmuştur. Bu hadisi Sünen sahipleri
rivâyet etmiştir. Buhârî'nin rivâyeti ise şöyledir: "Allah şifanızı, size haram kıldığı maddelerde yaratmamıştır."[647]
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Sabredenleri müjdele. Nitekim bunlar,
kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah'a
aidiz ve elbette O'na döneceğiz.' derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da bunlardır."[648] Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'inde Hz.
Peygamber'in: "Bir musibete uğrayıp: 'Biz Allah'a aidiz ve elbette
O'na döneceğiz. Allah'ım! Musibetim
konusunda bana mükafât ver ve ondan daha hayırlısını lütfet.' derse, Allah da ona musibetinde sevap verir ve
ondan daha hayırlısını lütfeder."[649] buyurduğu
rivâyet edilmiştir.
Tirmizî'de
rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber'i bir durum üzdüğünde: "Ya hayy, ya
kayyûm, rahmetinle yardım istiyorum."[650] diye dua ederdi.
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde üzüntülü durumlarda
Allah Resûlü'nün: "Allah'ım! Rahmetini
umuyorum. Beni bir an bile nefsime bırakma. Bütün işimi düzelt. Senden başka hiçbir ilah yoktur."[651] şeklinde Allah'a yakardığı
rivâyet edilmiştir.
Hz. Peygamber'in
canı bir şey
yemek istemediği zaman onu yemez, isteksizce yemek için nefsine işkence çektirmezdi. Bu, sağlığı korumada
temel ilkedir. İnsan canı
çekmeden
ve iştahsızca
bir şeyi yerse, onun zararı
faydasından daha çok olur. Kendisine kızartılmış keler sunulunca onu yemedi. "Yoksa haram mı?" denilince: "Hayır! Kavmimin yaşadığı bölgede
yoktur, ondan
hoşlanmıyorum."[652] buyurdu.
İbn Mâce'nin
rivâyet ettiğine göre Allah Resûlü eti severdi ve: "Et, hem dünya hem de âhiret halkının temel (başlıca)
yiyeceğidir."[653] derdi. En sevdiği, koyunun ön ayak ve boynun ön kısmı idi. Dubâa bt. Zübeyr'in kendi evinde koyun kestiği ve Resûlullah'ın
ona: "Kestiğiniz koyundan bize de tattırın." diye haber gönderdiği
nakledilmiştir. Kadın, elçiye: "Sadece boyun kısmı kaldı. Ben de bunu Allah Resûlü'ne göndermeye utanıyorum." dedi. Elçi dönüp
durumu Hz. Peygamber'e anlattı. Bunun üzerine
Resûlullah: "Ona git ve
bu kısmın koyunun kılavuzu, hayra en yakın ve eziyetten en uzak kısmı olduğunu söyle." [654] buyurdu.
Soğuk ve tatlı içecekleri çok
severdi. Ona tatlı su getirilirdi. Dinlenmiş
suyu
tercih ederdi. Çünkü su dinlendiği zaman toprak
parçacıkları
suyun dibine çöker.
Müslim'in
rivâyetine göre Allah Resûlü: "Kapları örtünüz, kırbaların ağzını bağlayınız."[655] buyurmuştur. Buhârî'de de Hz. Peygamber'in su kabının ağzından içmeyi yasakladığı[656]
rivâyet edilmiştir.[657]
Hz. Peygamber
bütün işlerinde vücuda fayda veren mutedil sistem üzere hareket ederdi:
Yemesinde, içmesinde, giyinmesinde, uykusunda, uyanmasında, yürümesinde, oturmasında
ve temizliğindeki tutum ve davranışlarına bir bak! Allah'ın rahmeti ve selamı
onun üzerine olsun. O, ümmetine ihtiyaç duydukları her şeyi öğretmiştir.
Bu kitabı okuyan, Hz. Peygamber'in iyi/yaşanılır bir hayat
için örnek olduğunu görecektir. O, ruhu ve bedeni ıslah eden temel ilkelerden ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bize getirmiştir. Bu temel ilkeler, ilk müslümanları yücelten Kur'an'ın ilkeleridir.
Onlar, bu yüce ilkeler sayesinde geniş bir coğrafyada egemenlik ve uygarlığa
ulaştılar. Bu yüce ilkeleri terk ettikleri zaman toprakları azaldı. Tüm
yetkilerini kaybettiler ve başkalarına kul-köle oldular.
Müslümanlar bugün
dinî eğitimlerinde geri kalmışlardır; zira onlar kendilerini Kur'an'dan uzaklaştıran bilgileri öğreniyorlar. Hidâyet bulmak
ve gereğince amel etmek amacıyla değil, sadece bereket elde etmek için Kur'an'ı öğreniyorlar!!! Kur'an'ı
bizden öncekilerin
öğrendikleri gibi öğrenseydik gerilemez, Allah'ı
inkar ettikleri halde medeniyetlerini Kur'an'ın
ilkelerine göre inşa eden gayri
müslimler lider olmazlardı…
Kendimizle gayri
müslimler arasında bir karşılaştırma yaparak, bizim okullarımızda ne yaptığımız ile onların okullarında ne yaptıklarını ortaya koyduğumuzda,
üzüntümüz ve pişmanlığımız kat be kat artacaktır.
Fakat nice pişmanlıklar geriye ibret ve ders bırakır! Ey müslümanlar, ibret almak için iyice düşününüz.
Biz, Zeyd'le
örnek verir ve: "Darabnâ Zeyden=Zeyd'i dövdük." ve
"nedribühû=onu dövüyoruz." derken onlar, ticaret yapmak ve keşiflerde
bulunmak için yeryüzünde seyahat ediyorlar.
Biz, Cem'u'l-Cevâmi'in remizlerini/işaretlerini ve İbnü'l-Hâcib'in
içinden çıkılmaz karmaşık sorunlarını çözerken onlar, cisimleri unsurlarına ayırırlar ve ondaki her uzvun görevini ve her cismin ihtiyaç duyduğu şeyi tanımlıyorlar…
Biz, mantığa ilişkin en küçük ve en büyük öncülleri telif ederken onlar,
iktisâdî şirketleri
ve hayır cemiyetleri kuruyorlar.
Biz, bu
öncüllerden sonuçlar çıkartırken
onlar, denizlerden inci, mercan, petrol, kömür, demir, altın vb. madenler ile yeryüzü hazinelerini çıkartıyorlar…
Biz, 'teebbeta şerran' ve 'ma'di yekrübü' gibi karmaşık isimlerle ibareler oluştururken onlar,
ilaçlar, yiyecekler ve içecekler oluşturuyorlar, telgraf
hatları kuruyorlar, kalelere toplar monte
ediyorlar, demiryolu döşüyorlar, ziraat için verimli gübre meydana getiriyorlar
ve her türlü iş âleti ile iş alanı/sahası üretiyorlar.
Biz, 'Hamamda
aslan gördüm.' ve 'Ölüm tırnaklarını Zeyd'e batırdı.' cümlelerindeki istiâre sanatlarını icra ederken onlar, denizlerde gemi yürütüyolar, suları borular ve süzgeçlerden akıtıp elektrik üretiyorlar, trenleri, tramvayları ve arabaları kullanıyorlar.
Biz, hayvanların derilerini ve yünlerini inceleyip onların temiz olup olmadığını tartışırken, onlar, bu deri ve yünlerden süs ve eşya edinmek
için fabrika ve iş yerlerinde işliyorlar…
Biz, Allah'ın sıfatlarının zâtı ile kâim, ezelî ve kadîm olduğunu
açıklarken (ki engeller kaldırıldığında o
sıfatları
göreceğiz)
onlar, Allah'ın sıfatlarını, insan, hayvan ve bitkiler üzerinde açıkladıkları ve Allah'ın nizam ve diğer yaratıkları hakkındaki bildikleri kanunlarla ortaya koyuyorlar…
Biz, bütün
bilgilerimizde arkasında/arka planında
nefsin kendisiyle
temizleneceği veya ümmet ve memleketin yararlanacağı bir pratiği olmayan lafzî
tartışmaların dışına çıkmazken onlar, gökyüzüne çıktılar, yerin altına indiler,
suyu ve havayı hizmete sundular. Kâinattaki kanunlardan faydalanarak
her şeye egemen oldular, bizi de zımnen kontrolleri altına alarak kendi menfaatleri için
kullandılar. Biz onlara göre neredeyiz? Nitekim
Allah Teâlâ: "De ki: 'Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' Ancak akıl sahipleri düşünüp, öğüt alırlar."[658] buyurmaktadır.
Hatiplerimiz
minberde durur ve: "Dünya kâfirin
cenneti, müminin ise hapishanesidir." diyerek inananları uygarlık işlerinden el çektirir; çünkü onlara göre uygarlık,
âhiret işlerinden değildir.
İnananları: "Kim Receb ayında üç gün oruç tutarsa, -deniz köpükleri kadar olsa bile- günahları bağışlanır. Hesaba
çekilmeden cennete girer. Ancak Allah'ın sayabileceği nimetler verilecek." gibi ifadelerle
âhirete teşvik eder. "İnsan iki şahâdeti (dil
ile) söyleyip onlarla amel etmese de, Muhammed'in ümmetinden olur
(Muhammed ümmeti hayır üzeredir)!! Resûl-i Ekrem kıyâmet günü
günahkarlara şefaat edecektir. Cennete girmek amel/çalışmak ile değildir. Allah'a
isyan
eden suçlunun cennete, Allah'a itaat eden temiz kişinin cehenneme girmesi caizdir!!" gibi
sözler, insanların bilinçlerini öldüren, onları korkaklık, tembellik ve kaosa iten, nefislerinden Allah saygısını gideren, O'nun vadinde şüpheye
düşüren, dine bir anlam dindara da bir değer yüklemeyen söylemlerdir…
Müslüman, İslâm'a mensup olmakla yetinir olmuştur, yani
ona göre amelin önemi yoktur. Çoğu müslüman İslâm'a göre amel etmiyor, fakat onlar ismen ve resmî sayımla müslümandır!
Bunun sebebi, hatiplerimizin
dillendirdiği çarpıtılmış bu öğretilerdir.
Bu hatipleri
dinleyeni şaşkınlık alır ve: İnananlar dünyada nasıl
zelil ve fakir oluyorlar?
Sanki Allah bu kainatı ve ondaki faydalı şeyleri kâfirlerin yararlanması
için yaratmış ve inananların cezasını zillet, miskinlik ve bu faydalı
şeylerden mahrum bırakma
olarak takdir etmiştir!! Sanki inanan, boynuna tesbih asmak ve bu
dünyadan hiçbir şeyi tanımaz
bir halde yalnızlığa veya mescide inzivaya çekilmek için var olmuştur! Sanki cennet tembellerin ve çalışmayanların yurdudur. Eğer bunlar, İslâm'ın
esaslarından ise, onun esasları,
acizlik, tembellik,
fakirlik ve zelilliktir ki, bu, İslâm'ı ve esaslarını bilmemektir. Halbuki İslâm'ın temelleri,
çalışma, aktiflik, zenginlik, izzet ve
egemenliğin esaslarıdır!
Hatiplerimiz Allah'ın, âhirette kendilerine geniş
yer vermek ve onları aziz yapmak için dünyayı
inananlara zindan edip
onları zelil kıldığını anlamışsa, âhirette onları ne
ile aziz kılacak? Ahiretteki azizlik ancak dünyadaki azizliğe göre olacaktır.
Allah'ın, kendilerinde inananların
nitelik ve amelleri olmadığı halde (ismini imandan alan) imana nispet edilen, ismen mümin olanlara mı cenneti vereceğini
zannediyorsun? Allah'ın cenneti boş yere vereceğini mi zannediyorsun? Yoksa O'nun, cenneti bir şeylere karşılık yaptığını mı zannediyorsun? O, karşılığı buyurduğu gibi:
"Uygun bir karşılık olarak." (en-Nebe
Öyleyse, İslâm toplumları
kendine gelip uyansın,
Allah Resûlü'nün ve ashabının çalışmasına baksın ve Allah'a inananların
nitelikleri hakkındaki O'nun şu âyetlerine
kulak versinler:
"İnananlar, ancak Allah'a ve elçisine inanan, sonra da (inançlarında) hiçbir şekilde kuşkuya düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenlerdir.
İşte
onlar, doğru olanlardır."[659] "Erkek veya kadın olsun, kimler,
inanacak ve iyi iş işleyecek
olurlarsa, (şunu çok iyi
bilsinler ki), Biz, onlara çok güzel bir hayat yaşatacağız ve onlara karşılıklarını, yaptıklarının en güzellerini
(göz önünde bulundurarak) vereceğiz."[660]
"De
ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı elbiseyi/zineti, temiz rızıkları yasaklayan
kimdir?' De ki: 'Onlar dünya hayatında
hem inananlar (hem de inanmayanlar), kıyamet gününde ise sadece inananlar içindir.' İşte Biz bilen
bir toplum için âyetlerimizi ayrıntılı bir biçimde
böyle açıklıyoruz."[661] "Allah, inananların aleyhine
(üstün gelmesine) inkar edenlere hiçbir yol
vermeyecektir."[662]
"O, göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi
katından (bir lütuf olmak üzere) sizin hizmetinize sunmuştur. Bunda, kuşkusuz, düşünen bir toplum için alınacak ibretler vardır."[663] "İzzet, Allah'a, elçisine ve inananlara aittir. Fakat münafıklar, (bu gerçeği)
anlayamamaktadırlar."[664] "Allah, içinizden inananlara ve iyi işler yapanlara -kendine ibadet etmelerinden ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarından dolayı-, kendilerinden öncekileri yeryüzünde hükümran kıldığı gibi onları da hükümran kılacağını, kendileri için hoşnut kaldığı dinlerini
kendileri için güçlendireceğini ve korkularını güvene dönüştüreceğini vaat etmiştir. O halde bundan sonra kim inkar edecek olursa, (şunu çok iyi bilsinler ki), onlar, doğru yoldan çıkmış olanlardır."[665]
Bunlar müminlerin
nitelikleridir. Hayatın gerçeğini
ve
dünyevî ilimleri bilmemeleri, dünyada yoksul, zelil ve köle olarak yaşamaları onların niteliği değildir. Aksine, onların
nitelikleri,
hayat gerçeğini insanların
en iyi bilenleri ve Allah'ın kanunlarına göre en çok hareket edenleri olmaları ve aziz, hür ve bağımsız olarak yaşamalarıdır. Çalışmadan cenneti
ummayın ve iman ile tembelliği
bir araya getirmeyin! Ya azîz olarak yaşamak
ya da şehîd
olarak ölmek için çalışın. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki:
'Çalışın;
çünkü, Allah da elçisi de inananlar da çalışmalarınızı gözleyeceklerdir. Sonra da
gizliyi de açığı da bilenin huzuruna
gönderileceksiniz. O, o zaman, yapmış olduklarınızı size haber verecektir."[666]
"Ey
Rabbimiz! Eğer unutacak ya da hata edecek olursak (bu yüzden) bizi sorumlu tutma."[667] "Ey Rabbimiz! Biz, 'Rabbinize inanın!' diyerek imana çağıran bir davetçi işittik ve (davetine uyarak hemen) inandık. Ey Rabbimiz! O halde, Sen bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört! Canımızı iyilerle birlikte al!"[668]
"İyiler, kuşkusuz, naîm cennetlerinde olacaklar ve sedirler üzerinde (oturarak etrafı)
seyredeceklerdir. Sen, yüzlerinde mutluluğun parıltısını göreceksin!
Onlara sonu misk kokan, mühürlenmiş (el değmemiş) saf bir şarap içirilecektir. O halde yarışanlar, bunun için
yarışsınlar!"[669]
Yüce
Allah'ın
yardımıyla bitti!
[1] el-A'râf
[2] ez-Zümer
[3] ez-Zümer
[4] ez-Zümer
[5]
el-Kamer
[6] ed-Duhân
[7] ez-Zümer
[8] en-Nahl
[9] en-Nahl
[10] en-Nahl
[11] Yûsuf
[12] İbrahim
[13] el-Hadîd
[14] en-Nisa
[15] el-A'râf
[16] el-Câsiye
[17] el-Ahzâb
[18] el-Furkân
[19] en-Nûr
[20] en-Nisâ
[21] el-Haşr
[22] el-A'râf
[23] eş-Şûra
[24] el-En'âm
[25] el-En'âm
[26] Yûsuf
[27] el-En'âm
[28] en-Nisâ
[29] el-En'âm
[30] eş-Şûrâ
[31] el-Fetih
[32] en- Nisâ
[33] en- Nisâ
[34] Âl-i İmrân
[35] Âl-i İmrân
[36] en-Nisâ
[37] el-Hucurât
[38] el-Ahzâb
[39] en-Nûr
[40] el-En'âm
[41] el-Mâide
[42] en-Nûr
[43] Âl-i İmrân
[44] Buhârî, "Ezân",
[45] el-İsrâ
[46] en-Nûr
[47] İbn Hanbel, II,
[48] Âl-i İmrân
[49] el-Münâfikûn
[50] Muhammed
[51] el-Enfâl
[52] Bk. Buhârî, "İmân",
[53] el-Ahzâb
[54] el-Kasas
[55] en-Nahl
[56] ez-Zümer
[57] en-Nûr
[58] en-Nahl
[59] en-Nebe
[60] Fussilet
[61] Yıl,
milâdın
"Rabbinin, Fil Ordusu'na nasıl yaptığını görmedin
mi? O, onların üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürüler halinde
kuşlar göndermek ve böylece onları yenilmiş ekin yaprakları gibi yapmak
suretiyle, planlarını boşa çıkarmamış mıdır?" [el-Fîl
[62] el-Bakara
[63] Örneğin bk.
Buhârî, "Bed'ü'l-Vahiy",
[64] İbn Mâce, "Ticârât",
[65] en-Nisâ
[66] Buhârî, Müslim, Tirmizî ve
Nesâî'nin Mesrûk'tan rivâyet ettiğine göre Mesrûk şöyle demiştir: Hz. Aişe'ye:
Ey müminlerin annesi! Hz. Muhammed Rabbini gördü mü? diye sorunca Hz. Aişe:
"Fesübhanallah! Sorduğun şeyden dolayı tüylerim diken diken oldu! Şu üç
şey hakkında sen ne biliyorsun ki! Bunları sana anlatan muhakkak yalan
söylemiştir:
"Ey Elçi! Sana Rabbinden indirileni bildir! Eğer
(bu görevini) yapmayacak olursan, (çok iyi bil ki), sen, o takdirde O'nun
mesajını bildirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz ki, Allah, kafirler topluluğunu doğru yola
ulaştırmaz." [el-Mâide
[67] Müslim,
"Fedâilü's-Sahâbe",
[68] Buhârî, "Bed'ü'l-Vahy",
[69] el-Alak
[70] el-Müddessir
[71] Kimileri
şöyle demektedir: Hz. Peygamber'e ilk inen Fâtiha suresidir. Bu
görüşlerin arasını şöyle birleştirmek mümkündür: Bütün bunlardaki ilk oluş
nisbîdir. Buna göre Fâtiha, bir bütün halinde
indirilen ilk sûredir. Bu, Hz. Peygamber'i alıştırmak ve bundan sonra gelecek
vahyi dinlemek için bir hazırlıktır. Allah Elçisi'nin: "Kendisini görmediğim kişiden bir söz işittim." diyerek
Varaka b. Nevfel'den bunun anlamını sormasına ilişkin rivâyet edilen sözü bu
durumu desteklemektedir.
Daha sonra bu duyduğu sözün Fâtiha olduğu ortaya
çıkmıştır. Alak sûresin(in ilk
âyetlerin)e gelince, bunlar vahyin başlangıcında kendisine gelmiştir. Cebrâîl,
Hz. Peygamber'in maneviyatını kuvvetlendirmek ve bildirilecek vahiylere
hazırlamak için onu kucaklamıştır. Müddessir sûresi de ilk
vahyin kesilmesinden sonra veya tebliğle emredilmesi itibariyle ilk olur. Allah
en iyi bilendir.
[72] el-Hicr
[73] Yani, her iki taraftan taş atmak
için iki sıra oldular. Bu, eziyet bakımından en şiddetli ve alay bakımından da
en açık olanıydı. Öyleyse din ve vatan uğrunda mücadele edenler buna alışsın;
hapse atılma, vatanından sürgün edilme ve dövülme gibi kendilerine reva görülen
sıkıntılar müslümanlara zor gelmesin. Zira Allah ve bağımsızlık düşmanları,
Allah'a davet edenleri her zaman engellerler, Allah'ı inkar, millet ve ülkelere
egemen olma arzularının derecelerine göre onlara çeşitli eziyetlerde
bulunurlar.
[74] Buhârî, "Bed'ü'l-Halk",
[75] Yüce Allah Kur'an'da şöyle
buyurmaktadır: "Kulu (Muhammed'i)
geceleyin, mucizelerini göstermek üzere, Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, her türlü noksan sıfattan uzaktır.
Kuşkusuz, O, çok iyi işiten, çok iyi görendir." [el-İsrâ
[76] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ona yardım etmeyecek olursanız, (bilin
ki), Allah -inkar edenler, onu (Mekke'den) çıkardıklarında, mağarada bulunan
iki kişiden biri olarak- ona yardım etmişti. Hani o, arkadaşına: ‘Üzülme; zira
Allah bizimledir.' diyordu." [et-Tövbe
[77] Ebû Dâvûd, "Talâk",
[78] el-Ahzâb
Allah Teâlâ bu
âyetle, Hz. Peygamber'in Zeyneb'le bir hikmete binaen evlendiğini açıklamaktadır.
Bu hikmet ise, evlatlığın eşini, gerçek oğlun eşi gibi kabul edenlerin
inançlarını ortadan kaldırmaktır. Hz. Peygamber'in Zeyneb'in dışındaki diğer
eşleri hakkında iyice düşünen bir kişi, Hz. Peygamber'i onlarla evlenmeye sevk
eden hikmetleri görür. Hikmetlerden biri, akrabalık bağları oluşturmak ve
ilişkileri kuvvetlendirmektir. Diriliş dönemlerinde bu akraba ilişkilerindeki
faydalar açıktır.
Bir başka hikmet ise, müminlerin
hanımlarını eğitmektir; zira bir veya iki kadın eğitimde yeterli olmaz.
Allah Resûlü'nün evi, eğitim ve öğretim
yuvası idi. Kadınlara ait ihtiyaç duyulan hususlarda müminlerin kadınlarına
güzel rehberlik yapabilecek hanımlarının olması gerekir.
Resûl-i Ekrem'in Cüveyriye ile evlenmesindeki
siyasete bak: Cüveyriye'nin kavmi sahabenin eline esir düşmüştü. Bu evlilikten
dolayı müslümanlar onları serbest bıraktı. Bunun üzerine hepsi de müslüman
olup, inananlara yardım ettiler. Ümmü
Habîbe
ile evliliğindeki hikmet gayet açıktır: Hz. Peygamber Ümmü Habîbe'yi İslâm
üzere sebat etmiş olarak buldu. Böylece hem Habeşistan'da Hıristiyan olan
kocasının hem de Mekke'deki kâfir ailesinin ona baskı kurup zulüm etmelerinden
korumayı ve ona iyilik etmeyi isteyerek evlendi. Safiye ile evliliğine
gelince, babasının Kurayzaoğulları'yla kocasının da Hayber savaşında
öldürülmesinden sonra, onun esir olarak perişan duruma düşmesi, Allah Resûlü'ne
çok ağır geldi. Bütün bu evliliklerde, "Hz. Peygamber hikmet için değil,
şehvet için çok evlenmiştir." diyen din düşmanlarına cevap vardır.
Eğer bunlar
meseleyi iyice anlamış olsalardı, Peygamber onların iddia ettiklerinden daha
yücesine yönlendirilmiş olduğunu anlarlardı. Birden fazla kadınla
evlenmesindeki hikmet sona erince yüce Allah ona şöyle buyurdu: "(Ey Muhammed!) Bundan böyle senin,
cariyelerin dışında, güzellikleri hoşuna gitse de ne başka kadınlarla evlenmen
ne de eşlerini boşayıp onların yerine başkalarını alman helaldir. Allah, her
şeyi çok iyi görüp gözetendir." [el-Ahzâb
[79] Buhârî, "Tevhîd",
* Türkçe de ise ‘bağış, hediye' gibi anlamlara
gelmektedir. Z. D.
[80] Müslim, "Cihâd",
[81] Buhârî,
"İlim",
* Yani şahadet kelimelerinin her birini yavaşça
söyledikten sonra tekrar yüksek sesle söylemektir. Z.D.
[82] el-Mâide
[83] Müslim, "Fedâil",
[84] Bu, ümmetin gücünün
göstergelerindendir. Ümmetin başkanı ve komutanı bununla ortaya çıkar. Böylece
başkan, ümmeti harp aletlerine ısındırır ve kendi vatanını koruma ve savunmaya
hazırlamak için ümmetin çocuklarını cesaretlendirir.
[85] Ebû Dâvûd, "Cihâd",
[86] Müslim, "Hac",
[87] Müslim, "Hac",
[88] Sarık, güneş ışınlarından başı
korumak için Arap beldelerinde kullanılan bir âdet idi.
[89] Buhârî, "Libâs",
[90] Ebû Dâvûd, "Libâs",
[91] Bu,
Hz. Peygamber'in isminin işlendiği yüzüktür Krallara yazdı(ırdı)ğı mektupları
bu yüzükle mühürlerdi. Onu parmağına takardı. O'nun taktığı bu yüzük, bugün
insanların süs ve ayak parmakları için taktıkları yüzük değildi.
[92] Müslim, "Libâs"
[93] Elbisenin kısa olması, pislikten
korunmak, ücretinin ekonomik oluşu ve çalışırken rahat hareket etme gibi
faydaları vardır.
[94] Ebû Dâvûd, "Tıb",
[95] Ebû Dâvûd, "Libâs",
[96] Tirmizî, "İsti'zân",
[97] Hz. Peygamber, gayri müslimlerin
giydikleri kılık kıyafet gibi sembollerde onlara benzeyen kişinin ümmetinden
olamayacağını, aksine, ümmetten ayrılacağını ve uzaklaşacağını kastediyor.
Çünkü, her ümmeti diğerlerinden ayıran ve ona kendisine özgü bir varlık
sağlayan kılık-kıyafet, dil ve din gibi sembolleri vardır.
Ümmet,
fertlerinin sembollerine bağlılıkları oranında, diğer ümmetler arasında
varlığını ve büyüklüğünü sürdürür.
İşte
Resûlullah bize bunun yolunu göstermektedir. Hz. Peygamber, ashabından birinin
bir tür elbise giydiğini gördü ve ona: "Bunu giyme; zira bu, kâfirlerin
giysilerindendir." dedi. Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır: "O halde, sizden kim, onları (yahudi ve
hıristiyanları) dost edinirse, (bilsin ki), o, onlardandır. Şüphesiz, Allah
zulmeden topluluğu doğru yola ulaştırmaz." [el-Mâide
Her
birimiz, bize değer kazandıran sembollerimizden herhangi birini terk etmekten
kaçınsın. Farkına varmadan, bizi onlarla bir yapıp ümmetimizden uzaklaştıran
hiçbir sembollerini taklit etmeyelim. Biz, sanat üretme, yer altı hazinelerini
çıkarma ve tabiat bilimlerinden yararlanmada onlar gibi olalım.
Güç
yetirebildiğimiz kadar ümmetimizi bu yönden kalkındıralım. Ben, çocuklarına
şapka giydiren halkıma, bu şapkanın gayri müslimlerin sembolü olduğuna
dikkatlerini çekiyorum. Her ne kadar bunu medeniyet olarak görseler de o,
ümmetin birlik bağını çözmektedir. Bu kötü âdetler, ümmette nesilden nesile
geçtiğinde, ümmetin varlığı imkansızlaşır. Ben, Avrupa ve Amerika'ya giden
kardeşlere kendi kıyafetlerini çıkarmamaları nasihatını yineliyorum: Çünkü bu
giysi, onların kendisiyle tanındığı semboldür. Ümmeti temsil etmek için
konferanslara/ kongre ve toplantılara katılanlara da aynı nasihati yapıyorum.
Onlar
ancak ümmeti, bakanların gözlerini dolduran ve kendilerine nitelik ve şahsiyet
kazandıran sembolleriyle temsil edebilirler. Şayet onlar (ümmeti temsil
edenler), kendi memleketlerinin görüntüsüyle göründüklerinde, küçümsendiklerini
ve gülünç olduklarına düşünüyorlarsa, yabancıların çoğu, bizim yanımıza
geldiklerinde, biz de onlara gülmüştük; fakat onlar sembollerini terk etmeyip
biz kendilerine alışıncaya kadar onları muhafaza ettiler ve memleketin
sahipleri oldular.
Biz ise, kuruntu
ve şeytanın bize hayal ettirdiği şeylerle ümmeti temsil ettiğimizi zannettiğimiz
halde ümmetimizin sembollerini terk ettik. Giysi, her ne kadar var olmada her
şey değilse de, tam bağımsızlığı temsil eden diğer sembollerden biridir ve
ümmette, şahsî büyüklüğünü hissettiren savunma ruhunu canlandırır. Allahım!
Toplumda en doğru yola ulaştıran resûlünün rehberliği ile amel etmede bizi
başarılı eyle. Düşmanımızdan kurtulmaya karşı bize yardım et ki, bu öğretileri
genelleştirebilelim.
[98] Ebû Dâvûd,
"Libâs",
[99] Kimi insanlar,
terinin çokluğu, cisminin ve elbisesinin kirliliği sebebiyle kokuları
dayanılmaz olduğu halde, pirenin kanının pis olup olmadığını araştırırlar. Eğer
öldürülürse, derisi ölü hayvanın derisi gibi olup olmadığı, taşınmasının namazı
bozup bozmadığını tartışırlar?! Allah'ım! Bu kavme akıl ve düşünce temizliği verdiğin
gibi, elbise ve cisim temizliği de ihsan eyle.
[100] Ebû Dâvûd, "Libâs",
[101] Ebû Dâvûd,
"Libâs",
[102] Buhârî, "Libâs",
[103] Müslim, "İmân",
[104] Bk. Buhârî, "Eşribe",
[105] Müslim, "Eşribe",
[106] Buhârî, "Vudû",
[107] Tirmizî, "Eşribe",
[108] Nesâî, "İşretü'n-Nisâ",
[109] Ebû Dâvûd, "Nikâh",
[110] "İlâ" ve "zıhâr"ın anlamı
daha sonra gelecektir; içindekilere bakınız.
[111] İbn Mâce, "Nikâh",
[112] Ebû Dâvûd, "Nikâh",
[113] Aynı şekilde bazen yere ve bazen de hasır
üzerine otururdu. Bundaki hikmet, hem sertliği tercih etme hem de Allah'ın
nimetinden yararlanmadır. Bununla Hz. Peygamber, nefsinin özel bir şeye
alışmamasını istediği gibi, özel bir yiyeceğe ve içeceğe alışarak onunla sıhhat
bulup, esiri olmaktan ve nimetle azgınlaşarak zamanın beklenmedik olaylarına
karşı direnç gösteremeyeceği şekilde onunla kuşatılmaktan kendisini koruyordu.
Bu, hayatta orta yolu izleme, terbiyede iktisatlı olma ve toplumda faydalı olan
şeylerin en hayırlısıdır.
[114] Buhârî, "Tevhîd",
[115] Müslim, "Müsâfirîn",
[116] Buhârî, "Tevhîd",
[117] Gece boyu oyun ve eğlence sebebiyle uykusuz
kalıp ümmete ahlâkı bozma ve maslahatları yok etmenin dışında bir şey
kazandırmayanlar bundan ibret alsınlar.
[118] Bk. Ebû Dâvûd, "Salât",
[119] Çünkü bilmeyenler, atı ve atın kendi cinsinden
neslini korumazlar. At, savaşta büyük bir kuvvettir! Ata önem vermemiz için
Allah atın savaşa ilişkin niteliklerine yemin ederek şöyle buyurmaktadır: "Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken
tırnaklarını yere vurarak) kıvılcımlar çıkaran, sabah erkenden baskın yapan,
orada tozu dumana katarak düşman topluluğunun ortasına dalan (atlara)
andolsun." [el-Adiyât
"(Ey
inananlar!) Onlara (kâfirlere) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve savaş atları
hazırlayın; çünkü, (böyle hareket etmekle), hem Allah'ın düşmanını hem de sizin
düşmanınızı korkutup caydırmış olursunuz." [el-Enfâl
[120] Ebû Dâvûd, "Edeb",
[121] Bu, hayır
vakfı olarak bilinen
faydalı müessesedir. İnsanların günümüzde kurdukları ve aile vakfı olarak isimlendirdikleri
vakıfların dinde temeli yoktur. Bu, kişinin yaşamı boyunca sahip olduğu şeyi
kendisine, daha sonra nesline veya ölümünden sonra tabaka tabaka, nesil nesil
dilediği kişilere vakfetmesidir. Hem kendisi hem de başkaları için akrabalığı
şart koşuyor. Bundan maksat, istediğini çıkarıp istediğini de alacağı şekilde
vakıfta değişiklik yapma imkanının kendisi için açık kalmasıdır; Vakfedenin
amacı, bazen anne-babasını veya çocuklarından birini mirastan mahrum bırakmak
olabilir; bazen de sevdiği bir hanımı olup onu bütün malına mirasçı yaparak
çocuklarının hepsini bu maldan mahrum bırakma olabilir! Arzu ve isteklerine
göre davranmış olur.
Böyle
yapılmakla şer'î mirasın bir anlamı kalmayarak İslâm düzeni ihlal edilmiş olup
yasal vârislerin dışındakiler vâris yapılmış olurlar. Böylece vâris, gerçek
vârisin dışında biri olur. Allah Teâlâ'nın: "Allah,
çocuklarınız hakkında, erkeğe, iki kızın hissesi kadar (verilmesini)
emreder…" şeklindeki Nisâ
sûresinde [
Allah Teâlâ ise
şöyle buyurmaktadır: "Kim, Allah'a
ve elçisine isyan eder ve O'nun (koymuş olduğu) sınırları aşarsa, O, onu,
içinde sürekli olarak kalacağı ateşe sokacak; onun için, (orada) alçaltıcı bir
azap olacaktır." [en-Nisâ
Bu
vakıftaki korkunç şartlardan biri de, eşlerden birinin diğerine ölümünden sonra
evlenmemesini, yoksa vakfından bir hak alamayacağının şart koşmasıdır. Allah
aşkına, İslâm'da vakıf sebebiyle ruhbanlık câiz midir? Kişi râhip gibi
yaşayacak, evlilik nimetini kaybedecek ve neslin devamında Allah'ın hikmetini
iptal mi edecek? Yoksa kişi, şer'î mahkemenin vakfedenin ileri sürdüğü şartlara
göre kendisini vakıftan mahrum etmesine hükmetmesinden korkarak evlenmeyip zina
ederek hem kendi ahlâkını hem de toplumunun ahlâkını bozmayı mı tercih edecek?
Allah'ın
hiçbir yetki/kanıt indirmediği bu utanç verici şartlar da nedir: "Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur.
Buna rağmen yeni Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
[Yunus
[122] Yani, devam ettirme hayırlı olduğu zaman o
yemini devam ettirirdi; dönmeyi hayırlı gördüğü zaman ise, yeminden döner ve
kefâret öderdi. Bu durum, maslahata göredir. Nitekim Allah çeşitli âyetlerde
şöyle buyurmaktadır: "Yeminlerinizden
ötürü, iyilik yapmanıza, (kötülükten) sakınmanıza ve insanların arasını
bulmanıza Allah'ı engel yapmayın! Allah çok iyi işiten, çok iyi bilendir."
[el-Bakara
"Allah, sizi
düşünmeden ettiğiniz yeminlerden dolayı değil, fakat isteyerek kendinizi
bağladığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Kefâreti ise, ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on fakiri doyurmak veya onları giydirmek yahut
bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Kim, (bunları) bulamazsa, üç gün oruç
tutar. İşte bunlar, yemin ettiğinizde yeminlerinizi (bozmanın) kefâretidir.
Ancak siz, (her şeye rağmen yine de) yeminlerinizi tutun! Allah, şükretmeniz
için, size âyetlerini böylece açıklamaktadır." [el-Mâide
* Sa',
[123] Buhârî, "İstikrâd",
[124] Ebû Dâvûd, "Büyû'",
[125] Allah Teâlâ'nın ona şahitliği yeter: "Sen, şüphesiz, çok yüce bir ahlâk
üzeresin." [el-Kalem
[126] Tirmizî, "Menâkıb",
[127] Müslim, "Fedâil",
[128] Buhârî, "Cihâd",
[129] Buhârî, "Vudû",
[130] Ebû Dâvûd, "Tahâret",
[131] Bu istinca konusuna, malum fıkıh kitaplarında
pek çok sayfa ayrıldığını ve ancak bu kitapların sahiplerine göre sahih olacağı
pek çok şarta bağlandığını görürsün. Oysa bunlara hiç de gerek yoktur. Zira bu,
insanların yaratılışlarından öğrendikleri fıtrî bir durumdur. Zira, dindar
olmayan insanların da aynısını yaptıklarını görmekteyiz. Resûlullah, insanın
yıkayabileceğini veya silebileceğini fiilî olarak açıkladı.
Maksat,
fıtratın giderilmesini istediği pisliği gidermektir. Allah Resûlü'nün
açıklaması bir satırdan fazla olmadı. Fıkıh müellifleri, fıtrî olan bu hususta
bu kadar katı davranırlarken, bunun dışında insanların nefretine sebep
oldukları hususlarda acaba nasıl davranmışlardır?! Bunun sebebi, sadece,
müelliflerin bir kısmının helal bir kısmının haram; bir kısmının vacip bir
kısmının câiz diyerek ihtilaf etmeleridir. İnsanlar ise, kime uyacaklarını
bilmemektedirler. Halbuki her halükarda onlar doğru yolu kaybetmişlerdir ve
ancak, üzerinde ittifak edilen ve kimsenin hakkında görüş ileri süremeyeceği
Resûlullah'ın rehberliği ile doğruyu bulabilirler.
[132] Müslim, "Tahâret",
[133] Tirmizî, "Edeb",
[134] Müslim, "Tahâret",
[135] Buhârî, "Libâs",
[136] Bu çağdaki kimi gençler, bıyıklarını iki
taraftan da tıraş edip orta kısmını bırakıyorlar. Bu, gözlerinde büyük
gördükleri yabancıların terbiyeleri üzerine yetişmelerinden kaynaklanmaktadır.
Onların âdetlerine saygı duyup, dinlerinin uygulamalarını ise küçük
görmektedirler. Bu gençlerin sanatlar ve faydalı ilmî keşiflerde gayri
müslimlerle yarış etmeleri gerekmez mi veya bağımsızlık isteyen bu gençlerin,
dinlerine bağlı olup düşmanlarına benzememeleri onların görevi değil mi?!
[137] Buhârî, "Hibe",
[138] Müslim, "Elfâz",
[139] Ebû Dâvûd, "Tereccül",
[140] Buhârî, "Cum'a",
Bundan daha büyüğü, pis kişiyi ‘Allah'ın
dostu/velisi' diye nitelendirip onda bereket olduğuna inanmalarıdır! Çoğu zaman
da insanlar bazılarını kirli ve ahmak olmalarından dolayı ‘veli' kabul
ediyorlar! Sanki bereket ve velilik ancak böyle bilinir. Fakat yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kötü olan kadınlar,
kötü erkekler; kötü olan erkekler de kötü olan kadınlar içindir. Aynı şekilde
iyi olan kadınlar, iyi erkekler; iyi olan erkekler de iyi kadınlar
içindir." [en-Nûr
[141] Buhârî, "Cum'a",
[142] Buhârî, "Savm",
[143] Ebû Dâvûd, "Savm",
[144] Buhârî, "Savm",
[145] Allah Resûlü'nün maksadı, "Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha
güzeldir." [Buhârî, "Savm",
[146] Buhârî, "Menâkıb",
[147] en-Nisâ
[148] Müslim, "Müsâfirîn",
[149] Müslim, "Cum'a",
[150] Müslim, "Cum'a",
[151] Ebû Dâvûd, "Salât",
[152] Allah Elçisi'nin Cuma'daki hutbesine bak!
Sadece sözün kafiyesine ve karmaşıklığına önem veren ve zaman, mekan ve
muhatapların durumlarının dikkate alınmadığı eski hatiplerin divanlarına sıkıca
yapışan hatipler bundan ibret alsınlar. Bu hatiplerin, halkın/avamın anladığı
ve ruhlarını etkileyen şeyleri söylemeleri gerekir. Kendisinde rehberin en
büyüğü, öğüdün en yücesi ve tesirin en kuvvetlisi olan Kur'an'a göre hutbeyi
inşa etmede Peygamberlerinin metoduna uysunlar. Okudukları her âyeti ve rivâyet
ettikleri her hadîsi açıklasınlar. Ümmetin doğruluğunun kendilerinin
doğruluğuna bağlı olduğunu bilsinler. Okudukları her hutbeden Allah katında
sorumludurlar. İnsanları etkiledikleri ve insanların da vaazlarından
etkilendikleri oranda mükafât alacaklardır. Allah hepimizi ıslah etsin ve
müslümanları uyarmak için bizi faydalı ve anlayışlı hatipler yapsın!
[153] İbn Mâce, "Tahâret",
[154] Buhârî, ""; Müslim, "",
[155] Bu ameli şu âyet açıklamaktadır: "Namaza kalktığınızda, yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız; başlarınızı meshedin ve ayaklarınızı
topuk kemiklerine kadar yıkayın." [el-Mâide
Hz.
Peygamber, ayaklarında çorap veya mest olmadığı zaman onları yıkardı; ayakkabı,
çorap veya başka şeyle örtülü olduğu zaman onlara meshederdi. İnsanları
ayaklarındakini çıkarmaya zorlamazdı. Bunda, ibadette insanların çoğunun
istediği kolaylık vardır. Fıkıh kitaplarında ise, çorap ve meste meshin ancak
kendisiyle sahih olacağı pek çok şart ileri sürüldüğü açıktır. Oysa bunlara
gerek yoktur. Zira Resûlullah, ne çoraba ne de meste veya ayakkabıya şartlar
tahsis etti. Aksine, bunların her biri, ismine, şekline ve türüne göre zamana
bırakıldı. Bundaki hikmet, bilinmektedir. Öyleyse, Allah ve Resûlü'nün şart
koşmadığı şeyleri şart koşmakla dini zorlaştırmanın hiçbir anlamı yoktur.
Nitekim Resûl-i Ekrem'in namazı ayakkabı ile kıldığına ilişkin rehberliğine
bak!
Resûlullah,
abdestte Allah'ın âyette düzene koyduğu şekildeki sıraya riâyet etmiştir: Başla
beraber kulakları meshettiği gibi ağzı ve burnu yıkamayı da yüz kapsamında
kabul etti.
Ayette
abdesti bozanlardan iki tanesi söz konusu edilmektrdir: "Tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız."
[el-Mâide
Allah
Teâlâ, âyette cünüplükten temizlenmeyi de zikretmiştir: "Cünüp iseniz (yıkanıp) temizleniniz." [el-Mâide
Zâdü'l-Meâd'de
gusül için bir bab ayrılmadığı halde âyette abdestle beraber zikredildiğinden
dolayı ben, burada guslü de açıkladım.
[156] Buhârî, "Salât",
[157] Teyemmüm, su bulunmadığında, hastalık veya yolculuk
esnasında abdest ve cünüplükten dolayı yıkanmanın yerine geçer. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey iman
edenler! Sarhoş iken, ne dediğinizi bilene, cünüp iken de -yolcu olan hariç-
gusledene kadar namaza yaklaşmayın! Bununla birlikte, eğer hasta veya
yolculukta iseniz yahut tuvaletten gelmişseniz yahut ta kadınlara
yaklaşmışsanız ve (bu gibi durumlarda) su da bulamamışsanız, o zaman temiz bir
toprak bulup (onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Kuşkusuz Allah çok
affeden, çok bağışlayandır." [en-Nisâ
[158] Namazın
faydalarından bazıları şunlardır: Namaz, insanlara düzeni ve dinamizmi öğretir,
verilen sözlere ve vakitlere dikkat etmeye alıştırır, saftaki birlikteliğin
kalplerdeki ve savaştaki saf birlikteliğini nasıl takviye edeceğini gösterir.
Ayrıca, namazın, kişide alışkanlık haline gelmesiyle temizlik alışkanlığı
kazandırır. Kişinin namaz kılanların cemaatinde oluşu, kardeşleriyle güçlü
olduğunu hissettirir ve her türlü iyilik için yardımlaşmanın esası olan cemaate
onu alıştırır.
Bütün bu faydaların ötesinde bir başka
faydası da kulun, Rabbinin huzurunda durarak O'nunla bağlantı kurmasıdır.
Allah'ın âyetlerini okur, onları tefekkür eder, ayakta durur, oturur, Allah'ın
kendisini gözetlediğini ve muttali olduğunu bilerek namaza ilişkin bütün işleri
yapar. Böylece nefsini Allah korkusu ve O'nu hoşnut etme isteğiyle terbiye
eder. Namaza bu şekilde devam etme neticesinde, namaz, sahibini bütün
kötülüklerden uzaklaştırır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "Namazı kıl; çünkü namaz, (insanı)
hayasızlıktan ve kötülüklerden alıkor. Allah'ı anmak ise en büyük (ibadettir).
Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir." [el-Ankebût
Namaz ile ahlâk düzelir, bedenler,
elbiseler ve mekanlar temizlenir, dinamizm, düzen ve yardımlaşma sağlanmış
olur. Tüm iyilik esasları nefse yerleşir. İnsanlar namazla, tüm dünya işleri
için yardım isterler. Toplumsal işleri yerine getirmek için hazır olurlar.
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sabrederek
ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım isteyin. Şüphesiz namaz, Allah'a karşı
gönülden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir. Onlar, Rablerine
kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini çok iyi bilirler."
[el-Bakara
Namaz
için vakit belirlemenin hikmeti şudur: İnsanlar dünya işleriyle bir müddet
meşgul olunca, nefislerini havanın kirinden temizlemek ve onları Allah'ın
zikriyle korumak ve amelde ihsan ve takvaya hazırlamak için de belli bir
vakitte namaza yönelirler. Böylece dünya işleri nefislerinde yerleşme imkanı
bulmaz ve kendisini saran kötü çevre, niteliksiz arkadaş ve dostlar onu
etkilemez. Bunun için namaz belli vakitlerde kılınır. Bu vakitlere riayet etmek
her insan için zorunludur. Allah'ın istediği gibi namazı kılan herkes, namaz
sebebiyle, dünyevî ve uhrevî her mutluluğu gerçekleştirmeye hazır olur. Ümmetin
ıslahını, fertlerinin birliğini ve ahlâklarını değiştirmeyi isteyen çağımızın
insanları bunu anlamalıdır. Diğer bütün ibadetlerde olduğu gibi, Allah'ın
namazdaki hikmetinin, amel ve hareket birliğine kavuşturmak olduğunu
bilmelidirler.
Allah, namazın vakitlerini, namazdaki
kıyâm, kıraat, rükû, secde ve tesbihlerle birlikte Kur'an'da zikretmiştir: "Namaz, inananlara vakitli olarak farz
kılınmıştır." [en-Nisâ
[159] Buhârî, "Ezân",
[160] Müslim, "Müsâfirîn",
[161] Duanın Latin harfleri ile okunuş şekli:
Semiallâhu limen hamideh, Allahumme Rabbenâ leke'l-hamd Mülü's-semâvâti
ve'l-ardı ve mil umâ şi'te min şey ba'du Ehle's-senâi ve'l-mecdi ehakku mâ
kale'l-abdu ve kullune leke abdun. Allahumme lâ mânia limâ a'tayte ve lâ
mu'tıye limâ mena'te ve lâ yenfa' ze'l-mecdi minke'l-ceddu.
[162] Duanın Latin harfleri ile okunuş şekli:
Allahumme'ğsil annî hatâyâye bi mâi's-selci ve'l-beredi ve nakkı kalbî
mine'l-hatâyâ kemâ nekkayte's-sevbe'l-evbyad bine'd-denes ve bâıd beynî ve
beyne hatâyâye kemâ bâadte beyne'l-meşrık ve'l-ma'ğrib.
[163] Tirmizî, "Salât",
[164] Müslim, "Salât",
[165] Ebû Dâvûd, "Salât",
[166] Müslim, "Salât",
[167] Buhârî, "Deavât",
[168] Buhârî, "Teheccüd",
[169] Tirmizî, "Salât",
[170] Buhârî, "Ezân",
[171] Buhârî, "Ezân",
[172] Buhârî, "Ezân",
[173] İbn Hanbel, V,
[174] Müslim, "Mesâcid",
[175] Ebû Dâvûd, "Salât",
[176] İbn Hanbel, I,
[177] Fakihler, namazı bozan şeyler hakkında konuşup
boğazdaki gıcığı gidermenin ve namazda işaret etmenin namazı bozanlardan
saydıklarına göre, acaba Hz. Peygamber'in namazda yürümesi, kapıyı açması,
boğazındaki gıcığı temizlemesi, selama karşılık vermek için işaret etmesi,
çocukları sırtında/omzunda taşıyarak onlarla namaz kılması ve bunların dışında
zikredilen fiilleri hakkında ne derler? Kendisinde hiçbir zorluk bulunmayan
fıtrat dininin bu olması uygun değil midir?!
Bazı
insanlar, ayakkabı ile namaz kılanları yadırgıyorlar. Bu, dini bilmemekten
kaynaklanmaktadır. Resmî âlimler pek çok sünneti terk ettiler. Terk edilen
sünneti ihya eden birileri geldiği zaman, "yeni din getirdi."
diyorlar!! İnsanlar dinden alışık olmadıkları bir şeyle karşılaştıkları zaman
onun yapılışı onlara göre bid'attır. Halbuki ayakkabı ile namaz kılmak bid'at
değildir. Buhârî ve diğer hadîs kitaplarında rivâyet edildiği üzere, Allah
Resûlü ayakkabı ile namaz kılmış ve onunla namaz kılmasını da emretmiştir.
Hatta rivâyet tefsir ekolüne mensup müfessirler bile "Ey Ademoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının."
[el-A'râf
[178] Müslim, "Mesâcid",
[179] Ebû Dâvûd, "Vitr",
[180] Buhârî, "Salât",
[181] Buhârî, "Sehv",
[182] Buhârî, "Sehv",
[183] Buhârî, "Sehv",
[184] İbn Hanbel, I,
[185] Buhârî, "Sehv",
[186] Ebû Dâvûd,
"Vitr",
[187] Müslim, "Mesâcid",
[188] Buhârî, "Ezân",
[189] Buhârî, "Teheccüd",
[190] Buhârî, "Cum'a",
[191] Buhârî, "Ezân",
[192] Buhârî, "Vitr",
[193] Ebû Dâvûd, "Sefer",
[194] Ebû Dâvûd, "Tatavvu",
[195] İbn Mâce, "İkâme",
[196] Hz. Peygamber'in,
içinde secde olan her âyette secde etmediği rivâyet edilmiştir. Nitekim Zeyd b.
Sâbit'in: "Allah Resûlü'ne Necm
sûresini okudum, fakat o secde etmedi." şeklindeki rivâyeti bunlardan
biridir. [Buhârî, "Sücûd",
[197] Müslim "Müsâfirîn",
[198] Çünkü Cuma, haftanın bayramıdır. O günde her
tabakadan insan Cuma namazı kılmak, vaaz dinlemek ve toplumsal hayatın anlamını
idrak etmek için bir araya gelirler. Bu günde bir araya gelmek, yöre halkının
toplantısına benzer. İhlaslı olarak ve Allah'tan yardım isteyerek O'nun
huzuruna durduktan sonra, o haftada geçmiş ve gelecekle ilgili toplumsal
meselelerinden ihtiyaç duydukları hususları değerlendirirler. Bu günden başka
müslümanlar, bayram ve daha sonra da hacc-ı ekber günü toplanırlar. Bu günde
tanışmak, toplumlarının maslahatlarını ve memleketlerinin durumlarını görüşmek
üzere bütün bölgelerden müslümanlar bir araya gelirler. Allah Teâlâ bu
ibâdetleri inanan kullarını güzel bir şekilde toplanma hususunda eğitmek için
meşru kılmıştır. Cuma gününe -bayram ve hac günü de aynı şekildedir- atfedilen
bu saygı, bu günlerin bizzat kendileri için değil, ümmetin fertlerinin
arasında bulunan birliktelik, ümmetin aziz olması ve memleketin mutluluğu için
çalışmanın gerekliliğine dair insanları
bilinçlendiren, dikkatlerini çeken konuşma ve konferanslar olması sebebiyledir.
Bu Cuma günü hakkında şu âyet inmiştir: "Ey
inananlar! Cuma günü namaza çağrıldığınızda, alış verişi derhal bırakarak
Allah'ı anmaya koşun! Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz
kılındığında da yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Kurtuluşa
ermeniz için de Allah'ı çokça anın!" [el-Cum'a
[199] İbn Hanbel, II,
[200] İbn Mâce,
"İkâme",
[201] Görüntüsü ve kokusuyla nefret ettirici koku
saçan, yağ vb. gıdalar sattıkları elbiseleriyle cemaatte bulunan insanlar
görüyoruz. Müminin kirli olması kabul edilemez. Aksine, başkasının onu, güzel
görünümlü, elbisesi temiz ve kokusu güzel olarak görmesi gerekir. Müminin,
diğerlerinde görmesini istediği şekilde, insanların kendisini öyle görmesi
gerekir. Bu toplanmadan maksat, insanları birbirine ısındırmaktır; fakat temiz
kişinin kirli kişiye ısınması mümkün değildir! Nice temiz insanlar, kirli ve
pasaklı insanlar sebebiyle namaz kılınan yerleri terk etmişlerdir. Sahih olarak
sabit olduğuna göre Hz. Peygamber, sarımsak veya soğan yiyerek ağızları kötü
kokan kimi sahabeyi topluma gelmekten men etmiştir: "Kim bunları (soğan, sarımsak vb.) yerse kokusuyla bize eziyet
etmesin; evinde otursun!" [Ebû Dâvûd, "Et'ime",
[202] Ebû Dâvûd,
"Salât",
[203] İbn Hanbel, I,
[204] Buhârî,
"Cum'a",
[205] Bazıları
mescitlerde Cuma namazından sonra öğle namazını cemaatle kılıyorlar! Bu,
sünnette aslı olmayan yeni bir bid'attır. Allah aynı günde hem öğle hem de Cuma
namazını farz kılmamıştır. Fakat ne yapalım?! Anlamadan taklit edenlerin
çokluğu ve âlimlerin bildiklerini yerine getirememeleri sebebiyle mescid ve
başka yerlerde yapılan bid'at ve âdetler din haline geldi.
[206] Tirmizî,
"Cum'a"
[207] Müslim,
"İ'deyn",
[208] İbn Mâce,
"İkâme",
[209] İbn Mâce,
"Nikâh",
[210] Resûlullah'ın adabını takip eden önceki
âlimlerimizin bayramdaki davranışları, tekbîr, ibâdet ve toplumun sırlarını
tartışmaktı. Bizim bayramlarımızın görüntüsü ise şöyledir: Kadınlar mezarları
ziyaret eder, feryat figan ederek ağlar, o günü kara bir gün yapar ve erkekler
de kadınlara uyarlar. Böylece, en korkunç görüntüler, mevlitlerde ve sokaklarda
olduğu gibi, mezarlıklarda ortaya çıkar. Mısır'ın en büyük şehirlerinde,
bayram gecelerini âdeta günah işlemek için mezarlıklarda hazırladıkları evlerde
geçirirler!! Bu bayram geceleri ve diğer gece ve gündüzlerde kahvehane ve
eğlence yerlerindeki kalabalığı ise hiç sorma! Şayet biz bu yozlaşmadan
vazgeçip dinimize sarılmazsak ülkemizin vay haline!
[211] Bu sözü iyice düşünenler, dinin, kalbin tatmin
olduğu, nefsin yatıştığı delille elde edilmesi gerektiğini taklitte ise, gönlün
rahat edemeyeceği ve ayağın sebat bulamayacağı bir çelişki bulunduğunu anlar.
Belki de bu fitnelerden taklitçiler ibret alırlar: "Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Peygamber'e gelin!'
denildiğinde, onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (din) bize yeter.'
derler. Peki ya ataları, hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu da bulamamış olsalar
da mı?" [el-Mâide
[212] İstiskânın (yağmur duasının) aslı Hûd ve Nûh sûrelerindeki şu âyetlerdir: "Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin ve O'na tövbe edin ki,
size gökten bol bol yağmur yağdırsın ve gücünüze güç katsın! Ama sakın suçlular
olarak yüz çevirmeyin." [Hûd
[213] Kur'an'da bu "Sübhânellezî"
şeklindedir: "O, sizin için,
üzerinize kurulmanız, kurulduğunuzda da Rabbinizin nimetini hatırlamanız ve:
‘Bunu hizmetimize sunan her türlü eksiklikten uzaktır. (O
bize bunları vermeseydi) bizim bunlara
gücümüz yetmezdi! Biz, kuşkusuz Rabbimize döneceğiz.' İçin, bindiğiniz gemileri
ve hayvanları yaratandır. " [ez-Zuhruf
[214] Müslim, "Hac",
[215] Buhârî, "Taksîr",
[216] Buhârî, "Salât",
[217] Müslim, "Müsâfirîn",
[218] Müslim, "Müsâfirîn",
[219] en-Nisâ
[220] Çünkü namaz,
başlangıçta iki rekat olarak farz kılındığı sabit olmuş sve mutlak seferde de
aynı şekilde kalmıştır. Zira âyet, korkunun bulunduğu seferde namazın bu iki
rekatının da kısaltılabileceğini açıklamaktadır. Bu kısaltma da, a) ya Hz. Ömer'in
anladığı gibi, rükünlerinin kısaltılmasıyla olur ki, bu durumda namaz, uzun
değil hafif olmuş olur. b) Veya rekat
sayısını kısaltmakla olur. Yukarıda geçen İbn Abbas'ın görüşünden ve Huzeyfe
hadîsinde gelen Hz. Peygamber'in fiilinin niteliğinden açığa çıktığı gibi, bu
durumda namaz bir rekat olur. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. c) Yahut da hem
rükün hem de rekat sayısını kısaltmakla olur. Savaşta bile beş vakit namaza
devam edilmesi hususunda tavizsiz davranan Allah, böylece kolaylaştırmanın
zirvesini kulları için meşru kılmıştır. O şöyle buyurmaktadır: "Bununla birlikte (düşmanlarınızdan)
korkacak olursanız, o takdirde (namazlarınızı) yürüyerek ya da binek üzerinde
giderek (kılın)!" [el-Bakara
[221] Buhârî, "Taksîr",
[222] Buhârî,
"Tevhîd",
[223] Buhârî,
"Tevhîd",
[224] Yani, Allah
Kur'an'ı dinlediği gibi hiçbir şeyi dinlemez.
[225] Buhârî,
"Fedâilü'l-Kur'an",
[226] Kur'an-ı Kerîm'i
okumadan ve dinlemeden maksat, iradelere egemen olması ve nefislerde tasarruf
sahibi olacak şekilde ondan etkilenmektir. Bu da ancak, onu anlamak ve üzerinde
düşünmekle olur. Hz. Peygamber'in yöntemi, onu tertîl (tane tane) üzere okur ve
onunla sesini güzelleştirirdi. Kıraâtın, harflerin akıcılığı ve düzenli
duruşları, istifham (soru), haber (yüklem), müjdeleme veya sakındırma gibi ses
hareketlerine uygun olacak şekilde her âyet anlamına uygun olarak okunduğunda,
nefiste büyük bir etki icra edip bir coşku meydana getirmesinin fıtrattan
kaynaklandığı bilinmektedir. Hadîsteki teğannîden maksat budur. Yoksa,
mânâlarının kalplerine yol bulmadığı Kur'an âyetlerinin boğazlarından aşağı
geçmediği günümüz Kur'an okuyucularının yaptığı değildir. Bunlar, kendilerine
ücret verenleri hoşnut etmek, eğlence meclislerini ihya etmek ve festival ve
yas âdetlerine uyarak nağme ve yapmacık hareketlerde bulunuyorlar.
[227] Buhârî,
"Tevhîd",
[228] Hasta ziyareti,
hastalığı bulaşıcı olmayan kişilerle sınılı idi. Veya hastalığı bulaşıcı
olursa, hastalığın mikrobunun ziyaretçiye geçmemesi için koruyucu tedbirler
alınırdı. Tıp bilimi, mikrobun ziyaretçiye geçtiğinde vücudu mikroba karşı
koyacak güçte değilse, onu öldürdüğünü tespit etmiştir. Mikroba karşı koyduğu
zaman, o mikrobu ondan bir başkası alıncaya kadar onda yerleşir. Orada mikrop
işini yapar. Onun işinin ne olacağını Allah bilir.
Şeriatı inceleyen onun Allah'ın yasalarına ve
takdirine uygun olduğunu öğrenir. Bulaşıcı hastalıklardan korunma hususunda
Allah Resûlü'nün yöntemine bak ve onunla ilgili hadisleri oku! Ashabının
yaptıklarına bak ki, Hz. Ömer tâûn hastalığı olduğunu duyduğunda Şam'a
girmekten vazgeçti. Bazı arkadaşları ona: ‘Ey Ömer! Allah'ın kaderinden mi
kaçıyorsun?!' diye sorduklarında o: ‘Allah'ın bir kaderinden bir başka kaderine
kaçıyorum' diye cevap verdi. Abdurrahman b. Avf'ın Hz. Peygamber'den rivâyet
ettiği şu hadis Hz. Ömer'i desteklemektedir: "Bir yerde tâûn hastalığını
işittiğiniz zaman, oraya girmeyin. Sizin olduğunuz bir yerde (bulaşıcı bir
hastalık) meydana gelecek olursa oradan da çıkmayın!" [Buhârî,
"Tıb",
[229] Buhârî, "Cenâiz",
[230] İbn Hanbel, I,
[231] Yanlarında pamuk veya keten bir elbiseye
muhtaç, yaşayan akrabaları olduğu halde, ölülerini ipek kumaşla kefenleyen
insanlar bulunmaktadır. Bunlar, geçici olanı talep ederek insanlar yanında
övünmeyi istiyorlar, sürekli olacak olan Allah katındaki eciri istemiyorlar!!
[232] Buhârî,
"Cenâiz",
[233] Müslim,
"Cenâiz",
[234] İbn Mâce,
"Cenâiz",
[235] Ölünün na'şını
taşıyanların yolda durup arkaya geçtiklerini görüyoruz. Onlara: ‘Sünnete göre
yürüyün ve acele edin!' dediğimizde onlar: ‘Ölü bize ağır geliyor, dolayısıyla
dünyayı terk etmek istemeyip dostlarına tekrar dönmek istiyor.' diye cevap
veriyorlar. Bunu da ölünün kerameti kabul ediyorlar. İnsanlar keramet hakkında
ne kadar cahildirler!
Hz. Peygamber'in davranış biçimlerini ve
cenazenin önünde sakin bir şekilde vaaz ederek yürümesiyle ölüye ikramını
temsil eden bu hadisleri takip eden kimse, Hz. Peygamber'in yolundan uzaklaşan
bu insanlara üzülmekten başka yapacak bir şey yoktur. Bunlar sakinliği
kargaşaya ve bağırmaya çevirip, vaaz vermeyi dalga geçmeye, ikramı acı
çektirmeye ve rezalete dönüştürdüler. Tahta üzerine haçı temsil eden sancak ve
süslü levhalar, bunların arkasından bağırıp çağıran kadınlar, etrafında ağıt
yakan çocuklar, çirkin seslerle cenaze önünde söyledikleri Busirî'nin bürdesi
için nefeslerini kesen ihtiyarlar ve şeriatın çirkin gördüğü, Allah ve
Resûlü'nün sevmediği diğer korkunç âdetler… Cenazenin yanında Allah'ın susmayı,
düşünmeyi, ibret almayı sevdiği nakledilmiştir. (Fakat insanların çoğu
bilmiyor).
[236] Ebû Dâvûd,
"Cenâiz",
[237] Ebû Dâvûd,
"Cihâd",
[238] Tirmizî,
"Cenâiz",
[239] Müslim,
"Tahâret"
[240] İnsanlar bu
ziyareti tersine çevirerek ölülerin mezarlarının etrafında dolaşıp yalnızca
Allah Teâlâ'dan istenilenleri onlardan isteyerek ağaç, bakır, kumaş vb.
maddelerden heykeller yaptıkları ve üzerlerine kubbeler inşa ettikleri mabetler
edindiler!! Bu, geçmiş ümmetlerin, tıpkı önceki peygamberlerin geldiği gibi,
Hz. Peygamber'in de yıkmak için geldiği müşrik Arapların cahilliğinden
kaynaklanan şirkin temellerinden biridir. Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın dışında taptıklarınız sizin
gibi kullardır. O halde, siz, eğer doğru söyleyenler iseniz haydi hemen onlara
dua edin de size cevap versinler!" [el-A'râf
İşte bunlar, Allah Resûlü'nün amelî olarak
açıkladığı Allah'ın sözleridir. Bununla birlikte, insanların, ölülerin önünde
kendilerini küçük gördüklerini, velilerin mezarlarından ayrılmadıklarını hatta,
Hz. Hüseyin'in vb.lerinin mescidinde insanların birbiriyle tam bir huşu ile
yarıştıklarını, orada namaz kılmanın bin namazdan daha hayırlı olduğuna
inandıklarını gördüğün gibi, mozolelerinin içinde ve mezarlarının etrafında kılınan
namazın mescidde kılınan namazdan daha üstün tutuklarını görüyorsun. Bunun
dışında, bayramlarda ve mevlitlerde bir araya gelip üzerlerinde ışık
yaktıklarını da görüyorsun!! Resûlullah'ın bunların yapılmasını yasaklamasına
ve yapanı lanetlemesine rağmen, bunlar müslümanların malı ile yapılmakta, onu
Vakıflar Bakanlığı onaylamakta ve Ezher âlimleri katılmaktadır. Oysa, bunların
hareketleri halk için her zaman delildir. Allah'ım! dini uygulamada ve önem
vermede âlimleri başarılı kıl ki, dinin aleyhine değil, lehine delil olsunlar!
[241] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Hem yetiştirilen hem de kendi başına
yetişen bahçeleri, tatları farklı olan hurmaları, ekinleri, zeytinleri ve
narları yaratan O'dur. Bunlar birbirine benzeseler de (tatları bakımından)
birbirlerine hiç benzemezler. O halde, ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasat
günü (bütün bunların) hakkını verin ve sakın israf etmeyin; çünkü O, israf
edenleri sevmez." [el-En'âm
Bu âyet, zekatın hiçbir cins ayırımı
yapılmaksızın her ziraî üründen vacip/farz olduğuna delildir. Şu âyet de bunu
desteklemektedir: "Ey inananlar!
Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardıklarımızın iyilerinden (başkaları
için de) harcayın! Göz yummadan alamayacağınız kötü şeyleri de hayır diye
harcamaya niyetlenmeyin!Allah'ın kendine yeten, çok övülen olduğunu
bilin!" [el-Bakara
Burada, Allah Teâlâ'nın malın ve yerden çıkan
ürünün kötüsünü bilerek infak etmekten alıkoyduğunu görmek gerekir. Kimi
insanlar, buğday ve başka ürünün iyisini kendisi için ayırır. Sonra da,
harcanmayacak geçersiz kuruşu (parayı) dilenciye veya sıkıntı içinde bulunana
veren kimse gibi, yenilmeyecek kadar kötü olanı muhtaçlara verir. Bu, Allah'ın
haklarında buyurduğu kişilerdir: "Hoşlanmadıkları
şeyi Allah'a yakıştırırlar." [en-Nahl
Kişi akıllı olduğu sürece, istenilen
maslahatları gerçekleştirmede demir para ile kağıt paranın birbirinin
kıymetinde olduğunu ve ikisi arasındaki farkı ayırabilmekte midir? Paranın
maddesinin banknot, taş veya başka bir
şey olmasının bizim için ne önemi vardır! Yani Allah altın olduğu için zekatı
sadece cüneyhde (Mısır para birimidir. Z. D.) mi farz kılmıştır? Biz onu kuruşa
çevirdiğimizde veya zekat düşürüldüğünde Allah'ın hükmü değişsin. Yoksa bu
zekat mânâsı bilinmeyen taabbudî işlerden midir diyeceğiz? Allah şöyle
buyurmaktadır: "Gerçekten de bütün
bunlarda, aklını kullananlar için dersler vardır." [er-Ra'd
O şöyle buyurmaktadır: "O hikmeti dilediğine verir; kime hikmet verilmişse, ona çok hayır
verilmiştir. Ama derin anlayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp
anlayamaz." [el-Bakara
Zenginler kendilerine vacip olan sadaka ve
zekatı verselerdi, yetimler, fakirlerin çocukları kendilerini barındıracak
yuvalar, tedavi olacakları hastaneler ve eğitip terbiye edecek okullar,
işsizler, çalışacakları alanlar bulurlardı. Ümmet, bu şekilde kendisine muhtaç
olan insanlarla zayıf düşmek ve bunların işleyecekleri suçlarla suçlular
toplumu olmak yerine, yaptıkları işlerden kazandıkları ile zengin olan
insanlarıyla aziz olurdu. Zekatın, -dinin diğer rükunleri gibi- bir rükun
olduğunu, ülkede emniyetin yerleşmesinin ve ümmetin medeniyet ve iktisatta
ilerlemesinin en büyük sebeplerinden olduğunu bilip bu dediklerimizi yerine
getirecek hükümet nerede?!
[242] Vesk: Altmış
sa'dır yani (yaklaşık bir Mısır erdebi kadardır.)
[243] Çalışmaya güçleri
yettiği ve kendilerinin hak etmediklerini bildikleri halde, insanların çoğu vermeseler bile, kapılarda
medyihe okuyanlar, cadde ve mescitlerde değişik şeyler okuyup dilencilik
yapanlar bunlardan sayılmaz mı?
[244] Nesâî,
"Zekât",
[245] İbn Hanbel, VI,
[246] Mısır ölçeğiyle
iki kadehe yakındır (Mısır'da=
[247] Ebû Dâvûd,
"Zekât",
[248] İbn Mâce,
"Zekât",
[249] Buhârî,
"Zekât",
[250] Buhârî,
"İ'deyn",
[251] el-Bakara
[252] Buhârî,
"Savm",
[253] Korunmak, yani
oruç tutan kişi kötü isteklerden korunmuş olur.
[254] Bu söz, hamile ve
emzikli kadın hakkında açık değildir. Açık olan, bunların kaza etmeksizin fidye
vereceklerden olmalarıdır. Çünkü hamilelik ve süt emzirme durumları devamlıdır.
Dolayısıyla bunların kaza etmeleri için zamanları yoktur. Zira Allah Teâlâ oruç
bozma ruhsatını sadece iki kısma ayırdı: a)
Hasta
ve yolcu -tutmadıkları zaman oruçlarını kaza ederler-. b) Tutmakta zorlananlar, -oruç tutmazlar
ancak fidye verirler-. Allah, hem kaza eden hem de fidye veren üçüncü bir kısım
zikretmemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde, içinizden kim hasta ya da yolculukta ise, (oruç
tutamadığı günler için) başka günlerde (oruç tutsun)! Bununla birlikte, orucu
tutmakta zorlananların, fidye olarak, bir yoksulu doyurmaları gerekir."
[el-Bakara
Şeyh Muhammed Abduh'a göre, ocaklardan taş
kömürü çıkartmak gibi, Allah'ın, geçimlerini sürekli zor işlere bağlı kıldığı
işçiler de kendilerine ruhsat verilenlerdendir. Ayet buna imkan tanımaktadır;
fakat âyet, nimetlerle lüks bir hayat sürüp orucu terk etmekle, nefisleri zelil
düşüren istek ve arzuların esir aldığı kimseler gibi, cesaret ve sabrı kaybedip
daha fazla lüksün içine batan kimselere böyle bir imkan tanımamaktadır. Bunlar,
böylece hiçbir şeye faydaları olmadığı gibi, hem kendilerine hem de ülkelerine
zarar verirler.
Şu âyet de orucun hükümlerindendir: "Oruç gecesi kadınlarınızla cinsel
ilişkide bulunmanız size helal kılınmıştır. Onlar sizin örtüleriniz siz de
onların örtülerisiniz. Allah nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği içindir ki
(bu konuda) tövbenizi kabul ederek sizi affetmiştir. Bundan böyle onlara
yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiğini isteyin. Şafağın aydınlığı
gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için.
Sonra da akşama kadar orucu tutun." [el-Bakara
Ayetteki "kadınlara yaklaşmak"
ifadesi, -kadınlarla cinsel ilişkiye girmek ve onlara dokunma gibi- kadınlarla
eşleri arasındaki olan şeyden kinayedir. Bu, kendisinden haya edilen şeyin
edebe uygun ifade biçimidir. Belki biz, bu edeple edeplenir ve
"Kütübü'l-Edeb" olarak isimlendirdikleri kitapların çirkin
söylemlerinden dillerimizi temizleriz.
Bu
âyet inmeden önce bazı sahabe, oruç gecesinde hanımlarıyla cinsel ilişkiye
girmekten kendilerini alıkoyuyorlardı. Bunun üzerine Allah, bunun nefse bir
zulüm ve mübah olan şeyden faydalanmaktan alıkoyma olduğunu haber verdi. Ayrıca
âyet, fecirden önce yeme, içme ve cinsel ilişkiye girmeden uzak durmayı gerekli
görenleri reddetmektedir. Orucu bu üç husus bozmaktadır. Oysa Kur'an, fukahânın
çok yönlü olarak belirlediği problemli varsayımlara dayalı orucu bozucu
şeylerden söz etmemiştir.
[255] Ebû Dâvûd,
"Savm",
[256] Yani, insanların
yolculuklarını belirli bir mesafe ile sınırlandırmayıp mutlak bırakmıştır.
Nitekim âyette de "sefer"
kelimesi belirli bir yolculuk değil, örfe göre "yolculuk" kabul
edilen her seferi kapsayan belirsiz bir formla kullanılmıştır. Fıkıh
kitaplarında, oruç tutmamayı ve namazı kısaltmayı mübah kılan sefer
mesafesinin belirlenmesi ile ilgili tüm hususlar, fakihlerin ictihadı ve hüküm
çıkarımlarıdır. Mekkelilerin Hz. Peygamber'le namazı Arafat'ta kısaltarak ve
cem ederek kıldıkları sabittir. Mesafe, fakihlerin belirlediklerinin onda
birine bile ulaşmayacak kadar yakın olmasına rağmen onlar, hâlâ bu konuda
ihtilaf etmeye devam etmektedirler.
Kur'an ve pratik sünnet, sefer mesafesinin
sınırlandırılmadığı hususunda ittifak halindedir. Bu, hem ruhsattaki hikmete de
uygundur hem de sefer mesafesinin belirlenmesinde ümmetin kargaşa ve ihtilafa
düşmesini engeller.
[257] Ebû Dâvûd,
"Savm",
[258] Tirmizî,
"Savm",
[259] Kur'an'ın Ramazan
ayında inmesi sebebiyle bu ayda Kur'an eğitim-öğretimine daha çok yer verirdi.
Oruç şükür, Kur'an ise zikirdir. İnsanlar oruçta Kur'an'la ihlas ve ihsana
hazır duruma gelirler. Kur'an'ı tefekkür ve onunla amel etmede dünya ve âhiret
mutlulukları vardır. Öyleyse Ramazan'da kurraları (Kur'an okuyucuları) getirip
(konuşan robot, karikatür gibi) onları sahnelere oturtup oynatanlar ve sonra da
okuduklarından uzaklaşarak sigara, içki vb. pisliklere devam eden zamanımızın
insanları iyice düşünsünler! Ve Allah'ın şu âyetini iyi anlasınlar: "Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?
Ağlayacağınız yerde gülüyorsunuz. Eğlenip duruyorsunuz! O halde Allah'a secde
ve ibadet edin!" [en-Necm
[260] Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim, gönüllü olarak
fazladan iyilik yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Ancak oruç tutmanız,
şayet (orucun anlamını) bilirseniz sizin için daha iyidir." [el-Bakara
[261] Bk. İbn Mâce, "Siyâm",
[262] Tirmizî,
"Savm",
[263] Buhârî,
"Savm",
[264] Buhârî,
"Savm",
[265] Ebû Dâvûd,
"Savm",
[266] Müslim,
"Siyâm",
[267] Ebû Dâvûd,
"Savm",
[268] Müslim.
"Siyâm",
[269] Müslim,
"Siyâm",
[270] Nesâî,
"Siyâm",
[271] "Mescitlerde
itikafta iken kadınlara yaklaşmayın!" [el-Bakara
[272] Hacdan maksat,
bütün müslümanlar için Allah'ın emri ile Mekke'de Kabe olarak inşa edilen eve
yönelmektir. Müslümanlar ona yönelir, çevresinde toplanırlar ve Resûlullah'ın
açıkladığı/öğrettiği özel ibadetleri ve görevleri özenle yerine getirirler. Hac
ayları, Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on günüdür. Umreden maksat ise,
Kabe'yi ziyaret etmek olup vakti bütün senedir. Kabe'yi ziyaret eden onu imar
etmiş olacağından bu ibadete "umre" ismi verilmiştir. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren
ve sadece Allah'tan korkan kimseler şenlendirirler. İşte onlar, doğru yolda
olmaları umulanlardandır. (Ey Allah'a ortak koşanlar!) Yoksa siz, hacılara su
verme ve Mescid-i Haram'ı onarma (işlerini), Allah'a ve âhiret gününe inanan ve
Allah yolunda cihad eden kimselerin (işleriyle) bir mi tutuyorsunuz? Bunlar
Allah katında bir olamazlar." [et-Tövbe
[273] Buhârî,
"Meğâzî",
[274] Hudeybiye,
Mekke'ye yakın bir köydür. Oradaki bir kuyu sebebiyle böyle isimlendirilmiştir.
[275] Burası Mekke'ye
yakın bir yerdir. Burası hil bölgesinde olup ihrama girilen yerlerden biridir.
[276] Ebû Dâvûd,
"Menâsik",
[277] Hacla birlikte
umre için ihrama girmektir. [Yani, tek ihramla hac ve umrenin yapıldığı en
faziletli bir hac çeşididir. Z. D.]
[278] İbn Hanbel, VI,
[279] et-Tövbe
[280] el-Bakara
[281] Şam ve Medine tarafından gelen hacı adaylarının
ihrama girdikleri Medine'ye altı mil uzaklıkta bulunan bir pınardır.
[282] Hedy, hacı adayının
deve, inek veya koyun gibi hayvanlardan Allah'a yakınlaşmak ve hac esnasında
eksik yaptığı hareketlerine bir karşılık olmak üzere kesilmesi için Mekke'ye
götürdüğü kurbanlıklardır. "Hedy" olarak isimlendirilmesi; a) Allah'ın evine,
yani Kabe'ye hediye olarak sunulduğu ve b) önden
sürüldükleri içindir. Salih amel, sahibini kıyamet günü cennete götüreceği
gibi, o hayvan da sahibine yolu göstermektedir. Bu hayvana bakanların onun
Allah için bir kurban ve Allah'ın sembollerinden biri olduğunu anlaması için
alâmetler konulur.
[283] Buhârî,
"Hac",
[284] Burası Haremeyn
arasında bir yer olup Medine'ye otuz veya kırk mil uzaklıkta bir yerdir.
[285] Çünkü ihramlı bir
kişinin kara avı avlaması caiz değildir. Fakat, ihramlı olmayan birisinin
avladığı hayvanın etinden yiyebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İhramlı iken avlanmayı helal
saymamanız kaydıyla, bildirilecek olanlardan başka hayvanlar (ot obur
hayvanlar), size helal kılınmıştır. Şüphesiz Allah, istediği hükmü verir."
[el-Mâide
[286] Mekke'ye yakın
bir yerdir.
[287] Buhârî,
"Hayz",
[288] Buhârî,
"Umre"
[289] Yani bu emir
onlara özgü olmayıp ebediyete kadar hacca gidecek herkes için geçerlidir.
[290] Buhârî,
"Hac",
[291] Yani saçlarını kısalttılar. Saçın kısaltılması
ve tıraş edilmesi, ihramdan çıkışın sembolüdür.
[292] Zilhicce'nin
sekizinci günüdür.
[293] el-Bakara
[294] el-Bakara
[295] Müslim,
"Hac",
[296] İfrad haccı yapan, sadece hac veya umre
yapmak için ihrama giren kimsedir. Haccı kıran
yapan ise, hac ve umre için aynı anda ihram giyendir. O durumda umre ibadetini
bitirdikten sonra ihramdan çıkıp daha sonra hac için tekrar ihrama giren kimse
ise temettu haccı yapmış olur. Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kim
hacca kadar umreden yararlanmak isterse, kolayına gelen kurbanı kesmesi
gerekir. Kurban bulamayan kimse, üç gün hac esnasında ve yedi gün de döndüğünde
olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu hüküm, ailesi, Mescid-i Harâm'da
oturmayanlar içindir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve Allah'ın cezasının çok
şiddetli olduğunu bilin!" [el-Bakara
[297] Buhârî,
"Hac",
[298] Arafat hizasında
bir vadidir. Vakfe yapılan yerlerden değildir.
[299] Müslim,
"Hac",
[300] Muvatta, "Hac",
[301] el-Bakara
[302] Tirmizî,
"Deavât",
[303] el-Mâide
[304] Buhârî,
"Hac",
[305] Tirmizî,
"Hac",
[306] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Arafat'tan
indiğinizde, Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı anın! Önceleri, sapmış iken, sizi doğru
yola ulaştırdığı için, O'nu anın! Sonra, insanların (toplu olarak) akın
ettikleri yerden, siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin; çünkü
Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Hac ibadetinizi bitirdiğinizde,
Allah'ı, atalarınızı andığınız gibi, hatta daha da çok anın! İnsanlar arasında,
‘Rabbimiz bize dünyada ver!' diyenler vardır. Böylelerinin ise âhirette nasibi
olmayacaktır. Onlar arasında, ‘Rabbimiz, bize dünyada da âhirette de iyilik ver
ve bizi ateşin azabından koru!' diyenler de vardır. İşte kazandıklarından
nasibi olanlar bunlardır. Allah hesabı çok çabuk görendir." [el-Bakara
[307] Nesâî,
"Menâsik",
[308] Bu, Mina, Arafat
ve Mekke arasında bir yerdir.
[309] Ebû Dâvûd,
"Menâsik",
[310] Buhârî, "İlim",
[311] Tirmizî, "Fiten",
[312] "Bedene", besili deve demektir.
Çoğulu "büdn"dür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kurbanlık hayvanlara gelince; Biz,
onları, sizin için, Allah'ın (dininin) simgelerinden kıldık. Onlarda sizin için
hayır vardır. O halde (kurban edilmek üzere) saf saf dizildiklerinde üzerlerine
Allah'ın ismini anın, cansız olarak yere serildiklerinde de etlerinden yiyin ve
hem elindekiyle yetindiği için istemeyen hem de istemek zorunda kalan fakire
yedirin! İşte Biz, şükretmeniz için onları böylece sizin hizmetinize vermiş
bulunuyoruz. (Kesmiş olduğunuz hayvanların) ne etleri ne de kanları Allah'a
ulaşır. O'na ulaşacak olan, sizin takvanızdır. İşte Biz, sizi doğru yola
ulaştırdığımızdan dolayı Allah'ı yüceltmeniz için, onları böylece hizmetinize
vermiş bulunuyoruz. O halde iyilik yapanları müjdele." [el-Hac
[313] Müslim, "Hac",
[314] Ebû Dâvûd, "Menâsik",
[315] Müslim, "Hac",
[316] el-Fetih
[317] Müslim, "Hac",
[318] Ebû Dâvûd, "Menâsik",
[319] Buhârî, "Hac",
[320] Mahfe, kadınlar
için kullanılan hevdeç gibi, fakat kubbesiz bir binektir. s
[321] Müslim, "Hac",
[322] Buhârî,
"Umre",
[323] Müslümanların hac
ve hikmetlerine dikkat etmeleri ve Allah'ın onu müslümanlar için genel bir
kongre kıldığını bilmeleri gerekir. Müslümanlar birbirleriyle tanışmak,
birbirlerinin durumları ve memleketleri hakkında bilgi sahibi olmak için her
taraftan oraya gelirler. Ümmetin ilerlemesi ve kendisine göz diken bütün
yabancı güçlere karşı korumak için işbirliği yapmak üzere istişarede
bulunurlar. Allah'ın huzurunda O'na yardım edeceklerine ve dinini hâkim
kılacaklarına dair söz verirler. Yemin olsun ki, hacılar, bu hikmeti anlayıp
gereğince çalışmış olsaydılar müslümanlar zayıf düşmez, sömürge devletleri
onları köle edinemezdi. Fakat, ne yapalım ki, hacı, kendisine "hacı
amca" veya "hacı teyze" denilmesi için hacca gider olmuştur.
Ben, Hicaz'dan mübarek bir sarık veya bir ism-i şerif ya da bunların dışında
başka bir şey getirmek üzere hacca gelen Cava halkından birçok kimseler gördüm.
Bu, bizi ağlatan ve durumumuza üzülmemize sebep olan şeylerden biridir. Belki
doğuda ve batıda meydana gelen hadiseler müslümanları tekrar dinlerine sarılma,
birleşme ve dayanışma ve de kendilerine karşı tuzak kurup yok etmek için hiçbir
fırsatı kaçırmayan düşmanlarına karşı tek bir yumruk olmaları için çalışma
hususunda uyanmalarına vesile olacaktır. Sömürge devletlerinin İslâm'ı ve
müslümanları yok etmek için düzenledikleri planlar hakkında daha fazla
bilgiye sahip olmak isteyen, benim "Mukaddes
Kitaplarda Tam Bağımsızlık" isimli kitabımda yazdıklarımı okusun.
[324] el-Mâide
[325] el-Hac
[326] el-En'âm
[327] "Dört çeşit hayvanın hem erkeğini hem
de dişisini insanlara haram kılmışlardır: Koyunun ve keçinin erkek ve dişisini.
De ki: ‘O, iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi yahut da iki dişinin rahimlerinde
bulunan (yavruları) mı haram kılmıştır? Eğer söyledikleriniz doğru ise, bana bu
konuda bilgi verin!' Devenin ve sığırın da erkek ve dişisini… De ki: ‘O, iki
erkeği mi yoksa iki dişiyi mi ve yahut da iki dişinin rahimlerinde bulunan
(yavruları) mı haram kılmıştır. Yoksa siz, Allah, bunları size emrettiği zaman
tanık mıydınız?' İnsanları hiçbir bilgiye dayanmadan saptırmak için Allah
hakkında yalan uydurandan daha zalim kim olabilir ki…? Allah, zalimleri asla
doğru yola ulaştırmaz." [el-En'âm
[328] Ayet şöyledir: "Ey inananlar! İhramlı iken, av
hayvanını öldürmeyin! Bununla birlikte, içinizden kim, onu isteyerek öldürecek
olursa, yaptığının sorumluluğunu tatması için (ona verilecek) ceza; öldürdüğüne
denk olan bir hayvandır ki, kurban edilmek üzere Kabe'ye gönderilecek olan bu
hayvanın öldürülene denk olduğuna ise içinizden âdil olan iki kişi karar
verecektir." [el-Mâide
[329] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Her kim de Allah
nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin
takvasındandır. Sizin için onlarda belli
bir zamana kadar bir takım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak
varacakları yer Beyt-i Atîk (Kabe)dir." [el-Hac
[330] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "(Hayvanlar
kesildiğinde) onlardan hem siz yiyin hem de darlık içindeki fakire
yedirin!" [el-Hac
[331] Ebû Dâvûd, "Edâhî",
[332] Müslim,
"Edâhî",
[333] Buhârî,
"Edâhî",
[334] Allah'ın: "Rabbin için namaz kıl ve kurban
kes." [el-Kevser
Bayram günü kesen de onun dini bir esas
olduğuna dikkat etmeyip Allah'ın yedirilmesini emrettiği aşırı muhtaç olan
kimselere yedirmez.
[335] Buhârî,
"İdeyn",
[336] Tirmizî,
"Edâhî",
[337] Ebû Dâvûd,
"Edâhî",
[338] Ebû Dâvûd,
"Edâhî",
[339] Ebû Dâvûd,
"Edâhî",
[340] Ebû Dâvûd,
"Edeb"
[341] Müslim, ".Âdâb",
[342] Ebû Dâvûd,
"Edeb"
[343] Tirmizî,
"Edeb",
[344] Müslim,
"Âdâb",
[345] Müslim,
"Âdâb",
[346] İbn Mâce,
"Edeb",
[347] Nesâî,
"Siyâm",
[348] Tirmizî,
"İsti'zân",
[349] Müslim,
"Eşribe",
[350] Nesâî,
"Ezân",
[351] Buhârî, "Ezân",
[352] Buna göre ezan şöyle olur: İki
veya dört kere "Allahu Ekber",
iki kere "Eşhedü en lâ ilâhe
illallah", iki kere "Eşhedü
enne Muhammeden resûlullah", iki kere "Hayye ala's-salâh", iki kere "hayye ale'l-felâh", iki kere "Allahu Ekber" ve bir kere "Lâilâhe illallah". Kâmet'te ise, "Hayye ale'l-felâh"tan sonra "Kad kâmeti's-salâh" söylenir.
Buraya kadar zikrettiğimiz bu lafızlar üzerinde ittifak edilmiştir. Bunların
eksiltilmesi veya artırılması caiz değildir. Çünkü bunlar, Hz. Peygamber'in
vahiyle öğrettiği ibadetlerdendir. Bunlarda yapılacak bir değişiklik, onları
ihlal etmek anlamına gelir. Bazı insanlar, müezzinlerin sürekli olarak ezandan
sonra açıktan ezan gibi söyledikleri bundan dolayı da avamın ezandan zannettiği
salat ve selamı eklerler. İnsanlar, akşam ezanı dışında, diğer ezanları salat
ve selam ile birlikte dinliyorlar. Sabahleyin ise, salat ve selam, ezandan önce
okunuyor. Avam, akşam ezanında salat ve selam getirdiğinde veya sabahleyin
ezandan önce değil de sonra getirdiğinde ya da öğle ve ikindi ezanında salat ve
selamı terk ettiğinde bağırıp çağırarak müezzinin yaptığını kötülemektedirler.
Çünkü onlar ezanın bu şekline alıştılar ve bunun değiştirilmesini dinde bir
eksiklik olarak gördüler. Onlar, bu hususta mazurdurlar. Zira onlar, dini
sadece dinde yetki sahiplerinin yaptıklarından miras aldıklarından
öğrenmektedirler.
Bazı insanlar ezana ekleme yaparak "Eşhedü enne seyyidenâ Muhammeden
resûlullah" demekte "seyyidenâ"
lafzının Hz. Peygamber'e saygı ifade ettiğine inanırlar. Hatta birisi,
kendisine böyle yapmamasını söylediğinde onu Peygamber'i sevmemekle,
Peygamber'i şereflendirme ve ona selam vermekten alıkoymakla ayıplamaktadır.
Bunun sebebi, Peygamber'e saygıyı bilmemektir. Çünkü Hz. Peygamber'e saygı ona
uymak, emirlerine ve öğretilerine göre hareket etmektir. Belki de müezzin bu
sözü söylerken dindar olmayıp Hz. Peygamber'e saygıyı kastetmiyordur, ancak
avam, o ilaveye alıştığı ve onunla sevindiği için onu söylüyordur. Onları
memnun etmek ve onların korkusuyla bunu söylüyor olabilir. Dini öğrenmeye
çalışan herkes, bunun ezana bir ilave olduğunu bilmektedir. Fakat, onların bir
kısmı avam gibi bunu hoş karşılamakta, bir kısmı da bunun zararsız basit bir
şey olduğunu düşünerek terk etmeye önem vermez. Bunu hoş karşılayanlar, şayet
güzel bir şey olsaydı, şüphesiz Hz. Bilal'in Hz. Peygamber'in huzurunda okuduğu
ezana onu eklemeye daha layık olduğunu anlamıyorlar. Yoksa onlar, Hz.
Peygamber'e râşid halifelerden ve onlardan hemen sonra gelen mezhep
imamlarından daha saygılı olduklarını mı düşünüyorlar?! Allah hepsinden razı
olsun!
Keşke bunlar, güzel görülen işlerin çoğunun
yeri dışında kullanıldığı zaman güzel olmadığını bilselerdi. Namazda Fâtiha
okurken Peygamber'e salavât getirmek, akşamın farzına bir rekat ekleyerek dört
kılma veya sabahın namazına bir rekat ekleyerek üç rekat kılma gibi. O halde en
iyisi, Allah'ın koyduğu şekildir.
Bunun basit bir şey olduğunu söyleyenlerle
güzel bir şekilde anlaşabilseydik, onlar bunun, insanların saygı anlayışlarına
göre dine ekleme ve dinde eksiltmenin kapısını açtığını bileceklerdi. Halbuki
insanlar, görüş ve arzularına göre değişmektedirler. Bu tür basit şeylerle din,
o zaman bir takım görüşlere dönüşür ve insanlar, görüş, karakter ve arzularının
farklılıklarına göre bölünürlerdi. Oysa ki dinden maksat, bütün müslümanların
ittifakla belli ibadet şekilleri üzerinde birleşmeleridir. Çünkü, ibadet
şekilleri ve ibadetleri noktasında birleştikleri ölçüde birbirlerine yaklaşır,
alışır, söz, hareket, kıyam, oturma ve de dinî ibadetler gereğince organlarının
yaptıkları eylemlerin ittifak etmesine bağlı olarak kalpleri de birleşir.
Böylece, sonuçta müslümanlar, aynı
kelimelerle ezan okur, aynı şekilde tek imamın arkasında tek bir kıbleye
yönelerek tek bir Rabbe ibadet ederler. Müslümanların şiarı her şeyde bir
olmaktır; zira onlar, tek bir vücutturlar. O vücudun bütün organları birbirinin
acısıyla acı çekerler.
Müslümanlar bu birleştirici terbiye ve bu
toplayıcı oluşumla büyük bir güç olur, yeryüzünde hiçbir güç onlar üzerinde
hegemonya kurmaya, onlarla oynamaya, bağımsızlıklarını bozmaya veya
egemenliklerini yok etmeye güç yetiremez.
İşte gelen dinî öğretilere harfiyen uyup
ziyade ve eksiltmelerden uzaklaşmanın hikmeti budur. "O, hikmeti dilediğine verir; kime hikmet verilmiş ise, ona çok
hayır verilmiştir. Ancak bunu sadece akıl sahipleri anlayabilir."
[el-Bakara
[353] Buhârî,
"Ezân",
[354] Tirmizî,
"Salât",
[355] Buhârî,
"İmân",
[356] Buhârî,
"İmân",
[357] Müslim,
"Selâm",
[358] Tirmizî,
"İsti'zân",
[359] Buhârî,
"İsti'zân",
[360] Tirmizî,
"İsti'zân",
[362] Ebû Dâvûd,
"Sünnet",
[363] Ebû Dâvûd,
"Edeb",
[364] Tirmizî,
"Edeb",
[365] Müslim,
"Zühd",
[366] Buhârî,
"Edeb",
[367] Buhârî, "Edeb",
[368] Müslim,
"Selâm",
[369] Muvatta, "İsti'zân",
[370] Buhârî,
"İsti'zân",
[371] Buhârî, "Diyât",
[372] Ebû Dâvûd,
"Edeb",
[373] Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey inananlar! Kendi
evlerinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirmedikçe ve ev halkına da selam
vermedikçe girmeyin! Bu, hatırda tutmanız bakımından sizin için daha iyidir.
Bununla birlikte orada hiç kimseyi bulamayacak olursanız, girmenize izin
verilmedikçe girmeyin; eğer size: ‘Geri dönün!' denilecek olursa, o takdirde
dönün! Bu, sizin için daha nezih bir davranış biçimidir. Allah şüphesiz yapmakta
olduklarınızı en iyi bilendir. İçlerinde size ait eşyalar bulunduğu,
oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah açığa
vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilmektedir." [en-Nûr
Bazı câhiller, bizim millî âdetlerimizden
olmasına rağmen izin istemenin Avrupalıların icatlarından olduğunu zannediyor.
Bizim çocuklarımız Avrupalıların âdetlerine göre eğitilip kendi ümmetlerinin
din ve âdetlerini unuttuklarına göre onlar, görgü kurallarının kaynağının
Avrupalılar olduğunu zannederek onlara saygı göstermekte ve kendi ümmetlerini
hakîr görmektedirler. Bu, düşüncelerin pratiklerin etkisinde kalmasından dolayı
yabancıları güçlendirmekte ve ümmetimizi de zayıflatmaktadır. Bunun için
ümmetin çocuklarının, bu ümmetin okullarında kendi görgü kurallarımıza ve
ahlâkımıza uygun bir şekilde eğitecek eğitimciler tarafından eğitilmesi ve
öğrendikleri tüm bilgilerin kendi dilleri ile ve yapılarına uygun bir tarzda
öğretilmesi gerekir. Ta ki ümmetin içinden yetişen kimse, onun dini üzere
büyüsün, onun yapısıyla karakter kazansın ve de aslının aynısı gibi olup onun
iyiliği için çalışsın ve onun varlığını müdafaa etsin. Ah! Şayet eğitim ve
öğretimimiz dinimizin emrettiği bu sisteme göre olsaydı, bu şekilde geri kalmaz
ve en yüce değerimiz olan bağımsızlığımızı ve hürriyetimizi kaybetmezdik. "Şüphesiz bunda basiret sahipleri için
bir ibret vardır." [Âl-i İmrân
[374] Âl-i İmrân
[375] en-Nisâ
[376] el-Ahzâb
[377] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[378] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[379] Buhârî,
"Bed'ü'l-Halk",
[380] İbn Mâce,
"Edeb",
[381] el-Kehf
[382] Müslim,
"Rü'yâ",
[383] es-Secde
[384] el-Bakara
[385] el-Müddessir
[386] el-Hicr
[387] Fussilet
[388] ez-Zâriyât
[389] el-Bakara
[390] el-Ankebût
[391] el-Furkân
[392] Cihâd, Kur'an ile yapılıyordu; çünkü dinin amacı
insanları iradeleriyle faydalı olan işlere çekmektir. Bu da ancak akılların
kabul edeceği, nefsin tatmin olacağı delil ve öğütlerle olur. Dinin amacı
insanları bir inanca zorlamak ve mecbur etmek değildir; çünkü inanca zorlamada
ikna etme yoktur ve o kendisinden beklenen sonucu vermez. Bu sebeple Allah
şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama
yoktur; çünkü doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır."
[el-Bakara
[393] Hz. Peygamber'in
savaşları yaklaşık
Resûlullah, düşmanlarla şahsına
ait bir intikam veya mallarına olan aşırı tamahından dolayı değil, dini ve
özgürlüğü müdafaa etmek için savaşmıştır. İnsan dinini açığa vurma, ümmeti ve
memleketi için iyi işler yapma noktasında özgür değilse onun izzetli bir
şekilde ölmesi zelil bir şekilde yaşamasından daha hayırlıdır.
Savaş sistemi ve araçları zamanın
değişmesiyle değişir, icat ve teknolojinin gelişmesiyle yenilenebilir. Bu,
dinin temel esas ve genel kaidelerini belirlediği hususlardandır. Allah şöyle
buyurmaktadır: "(Ey inananlar!)
Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın." [el-Enfâl
Bu ve bunların dışında zikretmediğimiz esaslar, Hz. Peygamber'in
savaşlarında yaşanmış ahlâkî ve siyasî kurallardır.
[394] el-Enfâl
[395] Hz. Peygamber, "(Yapacağın) işlerde onlarla istişâre
et." [Âl-i İmrân
[396] el-Mâide
"Korkanların
içinden Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam şöyle demişti: ‘Onların
üzerine kapıdan girin. Oraya girdiniz mi artık siz kuşkusuz galiplersiniz. Eğer
inanıyorsanız yalnızca Allah'a güvenin. Dediler ki: ‘Ey Musa! Onlar orada
bulundukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin onlarla savaşın.
Biz burada oturacağız.' Musa, ‘Ey Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz
geçirebilirim. Artık bizimle, o yoldan çıkmışların arasını ayır.' dedi. Allah
şöyle dedi: ‘O halde orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde
yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış
topluluğa üzülme!" [el-Mâide
Yani Allah Teâlâ, bu korkak
neslin yok olup onlardan sonra çölde, iradeyi öldüren zulümden uzak hür bir
neslin yetişmesi, peygamberlerin ve adaleti emreden insanların arasında
büyüyen, vatan sevgisiyle hayat bulan, izzet, kahramanlık ve girişimcilik
ruhuyla yoğrulmuş bir neslin oluşması için onları çöle gönderdi.
[397] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Hani Allah, size iki
topluluktan birinin sizin olacağını vaat etmişti; siz ise güçsüz olanın sizin
olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı egemen kılmak ve kâfirlerin
de kökünü kesmek ister; ta ki, o günaha batmış olanlar, hoşlanmasa da hakkı
egemen kılsın ve batılı ortadan kaldırsın." [el-Enfâl
[398] Allah Resûlü'nün
"siyaseti ve feraseti" bölümüne bak.
[399] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Şeytanın pisliğini
üzerinizden atmak ve böylece sizi arındırmak, kalplerinizi pekiştirmek ve
ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için yağmur yağdırmıştı." [el-Enfâl
[400] Hz. Peygamber,
İbn Münzir'in daha önce belirttiği görüşüyle amel etti. Hz. Peygamber,
sahabesinin göremediğini görüyordu. Bazen de onların görüşüne uyarak kendi
görüşünden vazgeçiyordu; çünkü vahyin belirlemediği bazı hususları sahabe
Peygamber'den daha iyi kavrayabiliyordu.
Peygamber'in bu davranışında
insanların görüşlerine baskı uygulayan ve görüş sahiplerinin görüşlerini
küçümseyen başkanlar için bir ders vardır; çünkü baskı uygulayan pişman olur,
istişare eden ise pişman olmaz.
[401] Müslim, "Cihâd",
[402] el-Enfâl
[403] el-Enfâl
[404] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah,
kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak
savaşanları sever." [es-Saf
Ayetteki "benân" kelimesi parmak
uçlarını ifade eder. Bu, onların tamamen yok edilip parmak uçlarının bile
bırakılmamasını ifade eder. Bu şekilde savaşta dikkatli olmak emredilmiş,
hedefe tam isabet edebilmeleri ve hiç kimsenin ellerinden kaçmaması için ok
atan ve kılıçla vuranın yaptıkları işin ilmine sahip olmaları istenmiştir.
Allah'ın müminlere ümmetin
varlığını koruyan savaş bilgisine tam sahip olmaları için emir verirken
kullandığı Kur'an'ın belagatına bak! Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer onlarla savaş alanında
karşılaşacak olursanız, onlara, öyle ağır bir darbe indirin ki, arkalarında
olanlar ibret alsınlar." [el-Enfâl
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik
et! Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler.
Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkar edenlerden bin kişiye galip
gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Bununla birlikte, Allah,
içinizdeki zayıflığı bildiği için, şimdi yükünüzü hafifletti. Eğer içinizde
sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı)
bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir." [el-Enfâl
Bu âyetlerde Allah Teâlâ, kâmil
iman sahibi olan müminlerin savaşta on kâfire galip gelmeleri gerektiğini
açıklıyor. Bu, ancak sabır ve iradeyi oluşturan iman ve amellerin müminlerde
imanı güçlendirmesiyle gerçekleşir. Ancak şu anda imanın başlangıcında ve
savaşın başında bir kişi iki kişiye galip gelir. Ayet müminlerdeki zayıflık ve
güçlülük durumlarını haber vermektedir. Bazıları, bunu, savaşın başlangıcında
her bir mümine on kafire galip gelmekle, daha sonra bunun nesh edilerek (hükmü
ortadan kaldırılarak) bire iki olarak mükellef tutulduğu şeklinde
anlamışlardır. Halbuki âyetten böyle bir şey anlaşılamaz. Allah Teâlâ, müminlere
onların gücünün üzerinde bir şey yükleyecek değildir. Zira O, "İçinizdeki zayıflığı bildi.",
"Allah, bir kimseye ancak gücü oranında yük yükler." [el-Bakara
[405] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Hani O, size
kendinden bir güven vermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı."
[el-Enfâl
[406] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "O halde, elde ettiğiniz
ganimetleri helal ve temiz olarak yeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir." [el-Enfâl
[407] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer
siz, (savaşmak üzere) sözleşmiş olsaydınız, zamanı konusunda anlaşmazlığa
düşerdiniz; ama Allah, -olmasını (dilediği) bir işi gerçekleştirmesi, yok
olacak olanın delilden dolayı yok olması, yaşayacak olanın da delilden ötürü
yaşaması için- (savaşı gerçekleştirmişti). Kuşkusuz Allah, çok iyi işiten, çok
iyi bilendir. Hani Allah, uykunda sana onları az göstermişti; eğer Allah onları
sana çok göstermiş olsaydı (yapılacak) iş konusunda birbirinizle anlaşmazlığa
düşerdiniz. Fakat Allah (sizi böyle bir duruma düşmekten) kurtarmıştı; çünkü O,
kalplerde olanları çok iyi bilendir. Hani Allah, onlarla karşılaştığınızda,
olmasını (dilediği) bir işi gerçekleştirmek için, bir yandan, onları size
gözlerinizde az gösterirken diğer yandan da sizi de onların gözlerinde
azaltıyordu; ancak sonunda bütün işler Allah'a döndürülecektir."
[el-Enfâl
[408] Bu kıssadan
alınacak ibret, sayıca az topluluk sayıca çok topluluğu yenmiştir. Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Nice
sayıca az topluluk, Allah'ın izniyle, sayıca çok olan topluluğu yenmiştir;
çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." [el-Bakara
Bu, Allah'a karşı samimiyetin,
O'na güvenip dayanmanın, O'nun emrettiği maddî sebeplere sarılmakla beraber
O'ndan yardım istemenin sonucudur. Hz. Peygamber'in kahramanlığını ve güzel
siyasetini de unutmamak gerekir. Ayrıca, sahabenin Peygamber'in meseleyi
kendilerine arz etmesi esnasında nasıl imanla dolu kalplerle izzet ve
şereflerini savunma duygusuyla dolu gönülleriyle cevap verdiklerini düşün! Bu
gönüllere sahip olan her ümmet aziz olur ve gücü ne olursa olsun hiçbir kâfir
onlara egemen olamaz ya da şerefini çiğneyemez. Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, kâfirler için müminlerin
aleyhine asla bir yol vermeyecektir." [en-Nisâ
[409] "el-Hulefâ=müttefikler"
kelimesi, bu son günlerde Avrupalı müttefikleri, bağımsızlığımızı yok etmek ve
bize karşı tuzak kurma hususunda yaptıklarını bana hatırlattı ve şöyle dedim:
Ya Rabbi! Sen ne yücesin! Bu kelime, her zaman bize karşı bir bela olmaktadır.
Bunlar, sadece onların halefleri değiller mi? "Yoksa kendi aralarında
birbirlerine tavsiyede mi bulundular? Gerçek şu ki, onlar azgın bir
topluluktur."
[410] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ve münafıkları ortaya çıkarması için
gerçekleştirmiştir. Onlara: ‘Gelin, Allah yolunda savaşın ya da savunmada bulunun!'
denildiğinde, onlar: ‘Savaşmayı bilseydik, ardınızdan gelirdik.' Diye karşılık
vermişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Ağızlarıyla
kalplerinde olmayanı söylüyorlardı: oysa Allah, onların gizlediklerini en iyi
bilendir." [Âl-i İmrân
[411] Savaş uzmanlarının dediği gibi, onlar (okçular)
orduyu arkadan vurma hattında korusunlar. Komutanın dini lider olan
Peygamber'in elinde olduğu savaştaki bu düzen ve savaş stratejisi üzerinde
düşünmek gerekir. Belki hayatlarını ve ilimlerini sadece bildikleriyle
sınırlandıran başkanlarımız bundan öğüt alırlar.
[412] Zırh, savaşçının savaşın şiddetinden korunmak
için giydiği demir telden yapılmış giysidir. Hz. Dâvûd kıssasında Allah Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: "Biz ona, sizi
savaştan koruması için zırh yapmayı öğretmiştik. O halde hâlâ şükretmeyecek
misiniz?" [el-Enbiyâ
Bu, peygamberlerin insanlara
sadece namaz ve oruç gibi ibadetler getirmediklerini, aynı zamanda dünyaya ait
işlerinde ve hayat sistemlerinde ihtiyaç duydukları her şeyi getirdiklerini
açıklar. Bazı insanlar, "onun için
demiri yumuşatmıştık." ifadesinden -bu anlamalarına götürecek herhangi
tabiî bir sebep olmaksızın- Allah'ın, bir mucize olarak Hz. Dâvûd için demiri
yumuşattığını anlıyorlar. Halbuki böyle bir anlamaya ihtiyaç da yoktur. Çünkü
onların söyledikleri mucize peygamberlerin, kavimlerinin davetlerini
yalanladıklarında getirdikleri mucizedir. Halbuki burada Allah bize Hz. Dâvûd'a
mucize değil, sanat öğrettiğini bildirmektedir.
Niçin Hz. Dâvûd'un demiri
ısıtarak tecrübe etmek suretiyle ilham aldığı bu mucize, Avrupa ve Amerika'nın
bugün bize karşı gösterdiği teknolojik mucizeler gibi bir mucize olmasın! Fakat
ne yapalım ki, insanlar peygamberlerin yaptığı şeyleri hiçbir sebep olmadan,
bizim onlara ihtiyacımız da olmadığı halde Allah'ın onlara özgü mucizeleri
olarak değerlendiriyor. Allah'ım! Bize dininin sırlarını anlamayı nasip et ki,
tabiatın kanunlarını araştıralım, ümmetimize faydalı teknoloji ve ülkemizi
ilerletecek sanatları öğrenelim. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "O, sizi (soğuğa ve) sıcağa karşı
koruyan elbiseler, savaşta sizi koruyan zırhlar var etmiştir. İşte Allah
böylece, kendinizi O'na teslim etmeniz için size olan nimetini
tamamlamaktadır." [en-Nahl
[413] Savaşa gitme yaşının altında olanların nasıl
savaşa koştuklarını ve Allah ve peygamber sevgisi ve de dinlerini ve
şereflerini müdafaa etme duygusuyla ruhlarını cömertçe feda ettiklerini düşün!
Onların bedenleri küçük fakat kalpleri büyüktü.
Kalpler büyük olunca bedenler
onların arzularını gerçekleştirmede yorgun düşebilir.
Düşünün ki, bizden birisini
askere almak istediklerinde ailesi onun peşinden gider etrafında çığlıklar
atar. Bazıları bu hususta onun vatan savunması için değil, işgalcilerin
isteklerine hizmet amacıyla alındığı mazeretinin arkasına sığınır.
[414] el-Ahzâb
[415] Olaya ibret alma gözüyle bakmayan birisi,
"Peygamber'in içinde bulunduğu bir ordu nasıl olur da hezimete uğrar veya
bu olaylar başına gelir." diyebilir. Bu insan, Allah'ın müslümanlara
ordunun bir bütün olduğunu, bir kısmının belirlenmiş olan planlara uymamasının
orduyu hezimete uğratacağını, böylece müslümanlara disiplinli olma ve zaferin
maddî sebeplerine göre yetişmeyi öğretmek istediğini bilseydi böyle düşünmezdi!
Bu olaydan çıkarılacak ibreti
uygulamalı olarak anlayabilmek için duruma uygun olan şu meseleyi anlatmak
yerinde olur. Türkiye bazı düşmanlarla savaşırken orduya harcamada bulunmak,
gerekli gıda ve düşmanın silahlarına karşı koyabilecek ölçüde silah alabilmek
amacıyla İslâm dünyasından yardım isteğinde bazı Ezher uleması Buhârî okuyarak yardım etmek istiyordu.
Aynı şekilde Napolyon Mısır'ı fethettiği zaman da yine bazıları ellerinde Buhârî olduğu halde sokaklara çıkıp onu
karşılıyorlardı. Napolyon'a bu durum iletilince, "sizin gücünüz olan Buhârî bu mu?" dedi. Ona,
"Evet bu kitap" denildi. "Bir kitap mı?" deyip güldü.
Bu Buhârî okuyanlar bu kitabın müslümanları toptan koruyacağını,
orduya gıda ve teçhizat yardımı yapacağını düşünüyorlardı. Böylece bazı
insanlarda Buhârî'nin ateşin
içerisine bırakılan evi yangından koruyacağı inancının yeşermesine sebep oldu.
Bunun sonucunda da insanlar gerçek sebepleri terk ettiler. Halbuki Buhârî, Hz. Peygamber'in hadislerinden
oluşmuş bir koleksiyonundan başka bir şey değildir. İşte Allah'ın katında en
üstün yaratık olan Hz. Peygamber'in başına bu musibetler geliyor ve onun ordusu
da yeniliyor! Şayet okuma veya bu kelimeler silah ve savaş düzeninin yerine
geçebilecek şeyler olsaydı, Peygamber bunları yapmaya daha layıktı. İbret almak
isteyenler ibret alsınlar!
[416] Taptıkları tanrılarından biridir.
[417] Âl-i İmrân
[418] Buhârî, "Cihâd",
[419] Buhârî, "Meğâzî",
[420] Âl-i İmrân
[421] Yani, ölünceye kadar birinin peygambere eziyet
vermesine izin vermeniz size yakışmaz. Eğer siz ölür de düşmanlar sizin
ölümünüzden sonra ona ulaşırlarsa bu sizin için geçerli bir mazerettir. Bu
nefis Allah içindir. O halde ey isyankar nefis! "Sen, hoşnut etmiş ve hoşnut olmuş olarak Rabbine dön!"
[el-Fecr
[422] Âl-i İmrân
[423] Âl-i İmrân
[424] Âl-i İmrân
[425] Âl-i İmrân
[426] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Allah, kullarına
rızkı bolca verseydi yeryüzünde azarlardı. Ancak O, (rızkı) dilediği ölçüde
vermektedir; zira O, kullarından çok iyi haberdar olan, onları çok iyi
görendir." [eş-Şûrâ
[427] Âl-i İmrân
[428] Âl-i İmrân
[429] Âl-i İmrân
[430] Âl-i İmrân
[431] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Hiç
kimse Allah'ın izni olmadan, belirli süre dışında, ölemez. O halde kim dünya
nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret nimetini isterse, ona
da ondan veririz. Elbette ki, Biz, şükredenleri ödüllendireceğiz." [Âl-i
İmrân
[432] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Kendileriyle
birlikte bir çok Allah erinin savaşmış olduğu nice peygamber (gelip geçmiştir);
bu Allah erleri, O'nun yolunda başlarına gelenlerden dolayı (asla) yılmamışlar,
zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah sabredenleri sever.
(Karşılaşmış oldukları tüm güçlükler karşısında) bütün söyledikleri şu sözler
olmuştur: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla,
ayaklarımızı sağlam kıl ve inkarcı topluma karşı bize yardım et!' Bunun üzerine
Allah, onlara hem dünya nimetini hem de âhiret nimetinin en güzelini vermiştir;
çünkü Allah, iyilik yapanları sever." [Âl-i İmrân
[433] Âl-i İmrân
[434] Buhârî,
"Itk",
[435] en-Nûr
[436] Bu olayla ilgili
on altı âyet Nûr sûresinde yer
almaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "(Peygamberin
eşiyle ilgili) iftirada bulunanlar, kuşkusuz, sizin içinizden bir topluluktur.
Bunu kendiniz için bir kötülük olarak değerlendirmeyin; aksine bu sizin için
bir iyiliktir. Onlardan her biri için, işlediği günah oranında (cezası)
olacaktır. Ancak onların içinden (ele başlık ederek) günahın büyüğünü üstlenene
gelince; onun için çok büyük bir azap olacaktır… Onlar (Hz. Aişe ile Safvan),
(iftiracıların) dile getirdiklerinden (suçlamalardan) beridirler. Bu yüzden
onlar için (âhirette) bir bağışlanma ve çok güzel bir rızık olacaktır."
[en-Nûr
[437] Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Namuslu kadınlara
zina suçlamasında bulundukları halde (suçlamalarını ispat için) dört şâhit
getiremeyenlere gelince; onlara seksen değnek vurun ve bundan böyle onların
şahitliklerini asla kabul etmeyin; çünkü onlar yoldan çıkmış olanlardır. Ancak
bundan sonra (yaptıklarından dolayı) tövbe edenler, (bu sınırlamadan)
müstesnadırlar; çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."
[en-Nûr
[438] el-Ahzâb
[439] Bunlar ensârın
iki reisi idi. Onların cevabı, iman ve kahramanlık timsalidir.
[440] Buhârî,
"Cihâd",
[441] "Ey
inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani üzerinize ordular
gelmişti. Biz de o zaman onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz
ordular göndermiştik. Ancak Allah, sizin yaptıklarınızı görmekteydi." Hani
onlar, sizin yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi, gözler kaymış, yürekler
ise ağızlara gelmişti. Hani siz de Allah ile ilgili olmadık düşünceleri
aklınızdan geçiriyordunuz. İşte o zamanlar, inananlar, çok şiddetli bir
sarsıntıya uğratılmak suretiyle sınanmışlardı… Böylece Allah, inkar edenleri,
amaçlarına ulaşamadan, öfkeleriyle birlikte geri çevirmişti; çünkü Allah,
savaşta inananlara yetmişti. Allah, çok kuvvetli, çok güçlü olandır. Allah,
kitap ehlinden onlara yardım edenleri, kalplerine korku salarak kalelerinden
indirmişti: Bir kısmını öldürürken bir kısmını da esir alıyordunuz. Böylece
Allah, sizi, onların yerine, yurtlarına ve mallarına mirasçı yapmış ve henüz
ayak basmadığınız toprakları size (vaat etmişti); çünkü Allah, her şeye gücü
yetendir." [el-Ahzâb
Ayette geçen "sayâsî" kelimesi, bir milletin izzet ve yüceliğini ifade
eden savaş kaleleri anlamına gelir.
[442] Resûl-i Ekrem'in
ulaşmak istediği bazı amaçları olduğu için bu şartları kabul etti. Çünkü o,
onlara savaşla değil, barışla kavuşmanın daha kolay olacağını düşünüyordu. Onun
amaçlarından birisi, istediği ilkeleri kendi memleketinin evlatları arasında
yayabilmek için onlarla bir araya gelme özgürlüğüne kavuşmaktı.
Zira her zaman düşmanların güçlü olmaları durumunda barış için ileri
sürdükleri şartları vardır. Bu şartları ileri sürerken sadece kendi
maslahatlarını gözetirler. Güçlü oldukları sürece zayıf tarafa hiçbir hak
tanımaz ve onlara saldırırlar. Onların gücüne karşı koymak için kuvvet
hazırlamayan, onların gasp ettikleri hakları bir tarafa ellerindeki hakları
bile koruyamaz. Gasp ettikleri haklarını kendine acındırmak ve merhamet dilemek
suretiyle onlardan geri alabileceğini düşünen kesinlikle aldanmıştır.
Türkiye'ye bakınız! Zayıfken İngilizler ve müttefikleri onları
kongrelerden kovup Yunanlılara orayı ele geçirmek ve mukaddesatını çiğnemek
için yardım ettiler. Ancak daha sonra güçlenip onlara karşı hamle yapınca ve
gücüyle onları korkutunca onları muhatap alıp onları memnun etmek için
çalıştılar sonra da Lozan Barış Antlaşması'na kabul ederek tüm sıkıntılarına
katlandılar ve de bütün önerilerine kulak verdiler. İşte güç böyledir! Bütün
büyük güçler onun önünde küçülür. Her siyaset ona boyun eğer. Allah'ım! Bizi
güçlü ve izzetli olanlardan eyle! Bizi zayıf ve zelil olanlardan eyleme!
[443] Bundan anlıyoruz
ki, güç tek başına insanları tek başına çalışmaya sürüklemez. İnsanları bir işe
yönlendirmek isteyen kimse önce onların gözü önünde o işi yapsın ki, onlar da
onun yaptığı gibi yapsınlar.
[444] el-Mümtehine
[445] "Onları sınayın! Aslında onların
imanlarını en iyi Allah bilir. Eğer onların inanmış olduklarına kanaat
getirecek olursanız, onları inkar edenlere geri göndermeyin; çünkü onlar
(inanan kadınlar) onlara helal değildir. Onlar da onlara helal
değildirler." [el-Mümtehine
[446] el-Fetih
[447] Mekke
topraklarını taksim etmedi; çünkü orası, bir ibadet bölgesi olup, temlik
edilemez. Orayı yerli-yabancı herkese eşit kılan Allah oranın temlik edilmesini
haram kılmıştır.
[448] Buhârî,
"Cihâd",
[449] Bazı cahiller
Peygamber'in gaybı bildiğini zannediyorlar. Şayet gaybı bilmiş olsaydı
kendisini öldürmek isteyen bu yahudi kadının yaptığını bilmesi daha uygundu.
Fakat etkileri ortaya çıkıncaya kadar bu durumu bilmeyerek zehirli etten yedi,
hatta onunla yiyen bir sahabesi ondan dolayı öldü. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "De ki: ‘Ben, Allah
dilemedikçe, kendime ne bir yarar sağlayabilirim ne de bir zarar verebilirim.
Gaybı bilseydim, (tedbir alarak) daha çok mal/mülk edinirdim ve başıma hiçbir
kötülük gelmezdi. Ben, inanacak bir toplum için uyarıcıdan ve müjdeleyiciden
başka bir şey değilim." [el-A'râf
Ebher, kanı kalpten vücudun diğer bölgelerine
dağıtmak için taşıyan büyük damardır.
[450] Hayber'de bir
arazi olup Medine'nin üst tarafındadır.
[451] Huzâlılar Hz. Peygamber'le anlaşmalı idiler.
Anlaşma gereği, Hz. Peygamber'in onlara gelen baskıya karşı koyması
gerekiyordu. Anlaşmaya bağlılık gereği onlarla birlikte savaşmak için hazırlık
yapıyordu. Kureyş Hz. Peygamber'e saldırınca Huzaalılar, anlaşmaya uyarak
Peygamber'e yardım etmeyip saldırganlara destek oldular. İngiltere de Kureyş
gibi, Allah gizlediklerini açığa çıkarıp tuzaklarını başlarına geçirinceye
kadar, gizlice Türklere karşı Yunanlılara yardım etmiştir.
[452] Burası Mekke'ye
yakın bir vadidir.
[453] O, savaşta
müşriklerin en önemli yardımcısı olan büyük bir kahramandır. Fetih'ten sonra
müslüman olup İslâm'ın bir kahramanı oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, onu "seyfullah=Allah'ın kılıcı"
diye isimlendirdi. Katıldığı tüm ordular muzaffer olmuştur. Ridde ordularına
boyun eğdirilmesinde Hz. Ebûbekir'in sağ koluydu. Rûmlarla olan savaşta genel
komutanlığı birleştirmiş, Irak'ta Farsların, Şam'da Rûmların gücünü kırmıştır.
Hastalandığı zaman ağlayarak şöyle demiştir: "Ben, ölmekten korktuğum için
ağlamıyorum; fakat vücudum düşman darbeleriyle dolu olduğu halde şimdi keçi
gibi yatağımda öldüğümden dolayı ağlıyorum. Halbuki savaş meydanında ölmek
istiyordum.
İşte bu gibi düşüncelerle ümmetler yücelip hükümran olur. Bu kahramanın
hatırasının günümüzün doğu kahramanı Mustafa Kemal ile canlanmasını umarız. O
da Halid'in daha önce babalarına vurduğu gibi Yunanlılara büyük bir darbe vurmuştur.
Allah'ın yardımı ve müslümanların onun etrafında kenetlenmeleri ile düşmanları
korkutan ve daha önce güçsüz insanlardan gasp ettiklerini geri vermek zorunda
bırakan bir kılıç olmaya devam edecektir.
[454] el-İsrâ
[455] Sebe
[456] el-Hucurât
[457] Yûsuf
[458] el-Fetih
[459] el-Fetih
[460] Buhârî,
"Nikâh",
[461] el-Mâide
[462] Ebû Dâvûd,
"Büyû'",
[463] İbn Hanbel, III,
[464] Ey okuyucu! Sen
ganimetlerin Peygamber'i ilgilendirmediğini bilmelisin. Onu ilgilendiren sadece
insanların müslüman olmasıdır. Bunun için o, bu malların sahiplerinin
müslümanlar olarak gelip mallarını almalarını istiyordu. Onun için geceler boyu
bekleyip onlardan ümit kesince malları paylaştırdı.
[465] Çünkü süvari, iki
piyadenin hissesini alır. Atın değerine bak!
[466] İbn Hanbel, III,
[467] Allah şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki, Allah,
size birçok yerde ve (özellikle) çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, ama size
hiçbir yarar sağlamadığı, geniş olmasına rağmen yeryüzünün size dar geldiği ve
sonunda arkanızı dönüp kaçtığınız Huneyn gününde de yardım etmişti. Gerçekten
de (o gün kaçmanız üzerine) Allah, elçisine ve inananlara iç huzurunu indirmiş,
sizin görmediğiniz ordular göndermiş ve inkar edenleri cezalandırmıştı. İşte
bu, inkar edenlerin cezasıdır." [et-Tövbe
[468] et-Tövbe
[469] et-Tövbe
[470] et-Tövbe
[471] Buhârî, "Eymân",
[472] Ey okuyucu Allah
aşkına söyle! Okullarda ezberletilenler eğer bu hutbe gibi metinler olsaydı,
ümmet çocuklarının eğitimiyle ne kadar mutlu olacaktı!
[473] et-Tövbe
[474] et-Tövbe
[475] et-Tövbe
[476] el-Hucurât
[477] Buhârî,
"İlim",
[478] Kitap ve sünnetin
tamamından iman ile İslâm'ın Allah ile müslüman kulları arasında bir anlaşma
olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlaşma, birçok amelî esaslar içermektedir. Bu
esaslardan birini ihlal ettikleri zaman anlaşmayı bozmuş olurlar. Bu, bir
devletin başka bir devletle anlaşma imzalaması gibidir. Anlaşmanın gereklerine
uyulduğu sürece bu, devletler için karşılıklı bir güvenliktir. Taraflardan biri
anlaşma maddelerinden birinin gerektirdiğini ihlal veya ihmal ettiğinde tüm anlaşmayı
bozmuş sayılır. Anlaşmaya saygı gösteren ve karşı tarafın değerini bilen hiçbir
şekilde anlaşmayı ihlal etmez. Allah'a iman ettiklerini söyleyip sonra da
emirlerine isyan edenlerin amelleri, iman iddialarının yalan olduğunu
söylemektedir. Allah'ı severek namaz kılan kimse O'nun istediği diğer
görevlerde o sevgiyi göz ardı edemez. Müminler Allah'tan korksunlar ve bilerek
O'nun emirlerinden herhangi birini terk ettikleri zaman Allah'la savaştıklarını
ve O'nunla aralarındaki anlaşmayı bozduklarını bilsinler. Anlaşmanın bir
kısmına uyup bir kısmını terk eden kimse heva ve isteklerine uygun olanı
yapıyor, demektir. Allah sevgisiyle ve O'na boyun eğerek amel etmemektedir.
İnsan psikolojisinin ve gerçeğin kabul ettiği hakikat budur. Zira Allah'a iman
ederek ve teslim olarak O'nun için hareket eden kimse, Allah'ın emrettiği her
şeyi yapar. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın; çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.' De ki: ‘Allah'a ve elçisine itaat edin!' Eğer onlar, yüz çevirecek
olurlarsa, (iyi bilsinler ki), Allah inkar edenleri sevmez." [Âl-i
İmrân
[479] İnsanlara,
hırsızlık da yapsa, adam da öldürse, dinin bütün emirlerini de terk etse ‘Lâ ilâhe illallah' diyen cennete girer
diyerek meseleyi karmakarışık bir hale getiren öğreticiler bunu iyice
düşünsünler! Halbuki insanların içlerinde bir engelleyici yoktur. Sanki Allah'ı
ilgilendiren sadece insanların dil ile "Lâ
ilâhe illallah" demeleridir. (Bu, akıl işi midir?) Tersine Allah,
nefislerin amelî eğitimle temizlenmesi için insanların emirlerini yerine
getirmelerini istemektedir. Sosyal durumlarını düzeltmek için de emrettiklerini
yapmaları gerekir. Emirlerin gereğini yapmayı bırakıp gece-gündüz "Lâ ilâhe illallah" demeleri
onların nifaklarını ve Allah'la alay etmelerinden başka ne anlam ifade eder?! "Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayan
şeyleri söylüyorlar." [Âl-i İmrân
[480] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Sefere çıktığınızda, inkar edenlerin size saldırıda bulunmasından korkacak
olursanız, namazı kısaltmanızda sizin için
hiçbir sakınca yoktur; çünkü inkar edenler, sizin apaçık düşmanınızdır. Onların içinde iken namaz
kıldırdığında, içlerinden bir kısmı silahlarını alıp seninle
birlikte namaza dursunlar ve secde edince de arkanıza geçsinler! Bu sefer de namaz kılmayan diğer kısım gelip seninle
birlikte namazı kılsın. İhtiyatlı olsunlar ve
silahlarını yanlarında bulundursunlar; çünkü inkar edenler, size aniden bir
baskında
bulunabilmek için, silahlarınızın ve mühimmatınızın yanınızda olmamasını arzu ederler.
Yağmurdan dolayı zahmet çekiyorsanız veya hasta
iseniz, silahlarınızı bir yere bırakmanızda sizin için
hiçbir sakınca söz konusu
değildir. Ancak her şeye rağmen yine de
tedbirinizi alın! Allah
kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Namazı bitirdiğinizde, ayakta
durarak, oturarak ve yanlarınızın üzerinde
(yatarak sürekli bir şekilde) Allah'ı anın! Güvene kavuştuğunuzda da,
namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz,
inananlara vakitli olarak farz kılınmıştır. (Düşmanınız olan) o topluluğun peşine düşmekte gevşek davranmayın! Eğer siz acı çekmekte
iseniz, (iyi bilin ki), onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekmektedir; ama siz, Allah'tan, onların umamayacakları şeyleri ummaktasınız. Allah, hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir." [en-Nisâ
[481] Çünkü namaz orada imkana göre, mümkün olduğu şekilde kılınır. Allah şöyle buyurmaktadır: "(Düşmanlarınızdan) korkacak olursanız, o taktirde (namazlarınızı) yürüyerek ya da binek üzerinde giderek (kılın)!" [el-Bakara
[482] Ömer b. Abdülazîz
şöyle demiştir:
İnsanlara işledikleri günah
kadar hükümler anlatın. Bunun için Hz. peygamber, zamanında meydana gelen olaylarla hüküm verip yenilenen olaylar için
genel kaideler koyuyordu. Bir olay hakkında
hüküm vermek isteyen bir kimseye Allah'ın
kitabına bakmasını emrediyordu. Eğer
onda bulamazsa
Resûlullah'ın sünnetine bakmasını, onda da bulamazsa genel kaidelere ve küllî esasları uygulayarak ictihad etmesini emrediyordu. Ve o insan, gücü
ölçüsünce doğru ve hakkı araştırmakla mükellefti. Hz. Peygamber, ictihad eden hâkimin
ictihadında isabet etmesi durumunda iki, hata ettiğinde ise bir ecre nail olacağını haber vermiştir.
[483] Ebû Dâvûd,
"Akdiyye",
[484] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (gerekir); yaralamalar da kısasa tabiîdir. Bununla birlikte kim, (kısas hakkını) bağışlayacak olursa, (bilsin ki), o, kendisi için bir
kefârettir. O halde kim(ler), Allah'ın indirdiğine göre
hükmetmez(ler) ise, onlar zâlimlerdir." [el-Mâide
[485] Buhârî,
"Husûmât",
[486] Tirmizî,
"Ahkâm",
[487] İbn Mâce, "Hudûd",
[488] Buhârî,
"Sulh",
[489] Buhârî,
"Diyât",
[490] Buhârî,
"Diyât",
[491] Ebû Dâvûd, "Edeb",
[492] Buhârî,
"Diyât",
[493] İbn Mâce, "Diyât",
[494] Tirmizî,
"Diyât",
[495] Nesâî,
"Kasâme",
[496] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Zina eden kadın ve erkeğe gelince; onlardan
her birine yüzer değnek vurun! Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onlara karşı duyduğunuz acıma, sizi Allah'ın hükmünü (uygulamaktan) alıkoymasın ve inananlardan bir grup da onların cezalandırılmalarına tanık olsun!" [en-Nûr
[497] Ebû Dâvûd,
"Hudûd",
[498] Müslim,
"Hudûd",
[499] Müslim,
"Hudûd",
[500] en-Nisâ
[501] Bu, şu
âyetin kapsamına girer: "Allah'a ve
Elçisi'ne karşı savaşanların ve ülkede bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ya öldürülmeleri ya çarmıha gerilerek
öldürülmeleri ya da elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya ülkeden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise, onları, çok büyük bir azap beklemektedir." [el-Mâide
[502] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ülkede egemenliği sağlamadıkça, esirlerinin bulunması bir peygambere
yaraşmaz!" [el-Enfâl
[503] Ganîmet, savaş yoluyla düşmandan alınan maldır. Fey' ise, savaş olmaksızın düşmandan
alınandır.
Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın onların (mallarından) Elçisi'ne
verdiği ganimetler için siz, at ya da deve koşturmuş değilsinizdir." [el-Haşr
[504] el-Enfal
[505] Öldürülenin yanında bulunan mal, silah vs.dir.
[506] Ebû Dâvûd,
"Cihâd",
[507] el-Mümtehine
* Emân, İslâm ülkesine girmek veya İslâm
ordusuna teslim olmak isteyen bir yabancıya
verilen can ve mal güvencesidir.
Z. D.
[508] Yani, onlardan,
biriyle anlaşma yapan kimsenin anlaşması onlar
arasındaki birlik ve beraberlikten dolayı hepsi için geçerlidir.
[509] Ebû Dâvûd,
"Cihâd",
[510] İbn
Mâce, "Diyât",
[511] İslâm
hükümetinin kendisine bağlı bulunan yabancılardan
onlarla müslümanlar arasında müşterek olan maslahatlarını sürdürebilmek için onlardan aldığı verginin bir bölümüdür.
İslâm'ın
hürriyet anlayışı, tüm insanların dinini seçme
hususunda özgür olmasını gerektirir. Ve İslâmî
hükümet,
egemenliği altında
yaşayıp kendi dininden olmayanlara karşı kendisiyle barış
halinde oldukları sürece müslümanlara davrandığı
gibi davranır. Bu anlamda yapacağı son şey, onlara sağlamış olduğu hizmet, savunma, koruma ve bunun dışında faydalanıp katkı sağlamadıkları diğer maslahatlar karşılığında onlardan bir miktar vergi almasıdır. Bunun benzerini müslümanlardan da zekat olarak alır. Bazı yabancılar cizye almaktan amacın,
halkı İslâm'a mecbur etmek olduğunu
zannetmişlerdir.
Bu, İslâm'ın
özgürlük ve adâlet anlayışını bilmemekten kaynaklanır. İslâmî hükümet, cizye ödemeyenlerle savaştığı gibi, müslümanlardan zekat vermeyenlerle de savaşmaktadır. Bu anlamda ikisini de eşit
görerek bunun anlaşmayı bozmak ve sağlanacak
menfaatleri sekteye uğratma olarak değerlendirip
her ikisiyle de savaşmıştır. İnsanlar, bilsinler ki, İslâmî
hükümet yabancılarla dinî veya millî taassuptan dolayı savaşmamıştır. Bugün ise durum tersine dönmüş
ve biz başkalarına cizye verir duruma gelmişiz. Fakat, bu öyle bir cizye ki, malları, insanları ve istedikleri
her şeyi alıp kendi menfaatleri için kullanıyorlar.
Dört yüz milyon olan müslümanların tamamı -Türkler ve Afganlılar
hariç- sömürge devletlerine
cizye ödemektedirler. Türkler ve Afganlılar,
izzetin dinleriyle mümkün olacağını bilip, dinin emir ve esaslarını ayakta tuttular. Sömürgecilerin kabusunu ve sultasını üzerlerinden atarak hür ve bağımsız olan insanlar her kadar izzetlidirler! Dinin esaslarına sarılan tüm müslümanlar böyle olurlar!
[512] Buhârî, "Hibe",
[513] Bazı
zenginler, malının zekatını bir torbanın içine koyup
bir miktar buğday ya da mısır karıştırıp sonra torbanın içindekini
sözde fakire tasaddukta bulunuyor. Sonra fakire kendisine onu satmasını söyleyerek torbanın
içinde bulunan buğday veya mısırın değerinden
biraz fazla verip fakirden satın alıyor. Fakir torbanın
içinde ne olduğunu bilmeyip sadece zenginden torbanın içindeki tahılın değerini alıp gidiyor. Zengin de bu hilenin Allah'ın katında da geçerli olduğunu
ve zekat farizasından kurtulduğunu zannediyor.
Halbuki bu zekattan hak sahibi olan hiç kimse ondan faydalanmamaktadır. İşte insanlar, bu şekilde
din hakkında bilgisiz oldukları
için onu anlamsız bir takım lafızdan ibaret, böyle bir hile ile dinin emrettiği her şiarın yıkılabileceğini ve yasakladığı
her günahın işlenebileceğini
zannediyorlar.
[514] İbn
Hanbel, VI,
[515] Nesâî, "Nikâh",
[516] Buhârî, "Nikâh",
[517] Buhârî, "Nikâh",
[518] Müslim, "Radâ",
[519] İbn
Hanbel, II,
[520] Buhârî,
"Nikâh",
[521] Ebû Dâvûd, "Nikâh",
[522] Bugün vatana
borçlu, kendilerinden ülkenin geleceği
ve varlığı umulan gençlerin kendilerine evlilik teklif edildiğinde çocuk istemediklerini söyleyip evlilik sebebini
evliliğe bir engel olarak ileri sürüklerini
görmemiz gariptir. Evlenmemelerinin ümmetin yok olmasına, bağımsızlığının yıkılmasına sebep olacağı gerekçesiyle
duygu ve düşüncelerine
havale ettiğimiz zaman, aralarında evlilik ilkesinin yayılmasına
razı olmamaktadırlar.
Acaba genç erkekler, kendileri için yaratılmış olan ümmetin kızlarıyla evlenmekten
kaçınırlarsa
bu kızlar ne yapacaklar?! Memleket bu kaçınmadan erkeklerinin ve kızlarının günaha bulaşmalarının ötesinde ne elde edebilir! O halde aydın gençlerimiz Allah'tan korksunlar!
[523] Buhârî,
"Nikâh",
[524] Buhârî,
"Hiyel",
[525] Hâlâ bizde
evlendirme hususunda kötü bir âdet var olmaya devam etmektedir. Bir baba veya
anne kızlarını bir erkekle evlendirmek istediklerinde kız istemese bile onu, o kimseyle ile evlendirmeye zorlamaktadırlar. Aynı şekilde oğlanın anne-babası da çocuklarını evlendirmek istedikleri kızla,
istemese de, evlenmeye zorlamaktadırlar. Bunun için birçok evde eşlerin karşılıklı sevgi ve saygıları gerçekleşmez. Onun için
babalar ve çocuklarını evlendirenler ibret alıp
Hz. Peygamber'i örnek alsınlar! Bilsinler ki, evlilik hayatının amacı, eşler arasındaki karşılıklı sevgi olmaksızın gerçekleşmez. Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kendilerinde
huzur bulmanız için, kendi türünüzden eşler yaratması ve böylece aranızda derin bir
sevgi ve şefkat var
etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için elbette dersler vardır." [er-Rûm
[526] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[527] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[528] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[529] İbn Mâce, "Nikâh",
[530] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[531] Ebû Dâvûd, "Nikâh",
[532] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[533] Buhârî, "Şurût",
[534] Buhârî, "Şurût",
[535] Buhârî,
"Nikâh",
[536] İbn Hanbel, II,
[537] Müslim,
"Nikâh",
[538] Buhârî,
"Nikâh",
[539] Müslim,
"Nikâh",
* Hülle, üç talakla boşanmış bir kadının ayrıldığı kocasına tekrar dönebilmesi amacıyla
bir başka erkekle evlenmesidir. Z. D.
[540] İbn Hanbel, I,
[541] İbn
Mâce, "Nikâh",
[542] Hülle yapılmasını uygun görenler, bu çirkin fiille Allah'ın şu sözünü tefsir ettiklerini zannediyorlar: "Kadın onun (kocasının) dışında bir başka erkekle/kocayla evlenmedikçe" [el-Bakara
[543] Müslim,
"Nikâh",
[544] Tirmizî, "Nikâh",
[545] Ebû Dâvûd,
"Talâk",
[546] Buhârî,
"Nikâh",
[547] Tirmizî,
"Nikâh",
[548] Fitne meydana
geldi, zina ve namussuzlukla fesat ortaya çıktı. Çünkü insanların
çoğu, mal ve makam sahibini bekliyor! Bir kısmı, başındaki yeşil sarıktan
dolayı veya soyundan geldiği dedesinin yüce türbe ve bunların dışında soy-sop sahiplerinin çekiciliğine kapıldığı şeylerden dolayı kendisini
"şerif" görmekte ve kendisi gibi şerif olmayanla evlenmemektedir. Onlara göre Resûlullah'a
anlayışına aykırı dahi olsa
şerif bu kimsedir. Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah katında en değerli olanınız O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır." [el-Hucurât
[549] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[550] Müslim,
"Nikâh",
[551] Tirmizî, "Nikâh",
[552] Buhârî,
"Nikâh",
[553] İbn Hanbel, VI,
[554] Zamanımızda mehir, insanların aşırı yükseltmelerinden dolayı
evliliğe bir engel olmaktadır.
Evet, insanın istediği kadar
hanımına
mehir ödemesi haram değildir. Fakat, bu mehir, insanları yorup evlenmekten kastedilen hikmeti yok etmemelidir. Bugün
kadınlar, mehirle alınıp-satılan sahiplerinin onlarla evlenmek isteyenlerle pazarlık yaptığı bir eşyaya dönüşmüşlerdir. Evlenmek isteyenlerin hangisi daha çok mehir veriyorsa o
daha üstün görülüyor. Bu, insanları
istenmesi gereken saygı, sevgi ve güzel ahlâktan vazgeçiren kötü bir
âdettir. Kadının
ailesi tarafından istenilen aşırı miktardaki mehir, bulunamadığı
için bir çok evliliği de engellemiştir. Şayet şeriat onları böyle yüklü şekilde eşya hazırlamakla mükellef tutmuş
olsaydı, aileler mazur görülürdü. Çoğu
zaman bu hazırlıklar
için insanların ifrata kaçtıklarını, bunlardan dolayı
mülklerini sattıklarını görmekteyiz.
Halbuki Allah, evliliği evleri yıkmak
ve malları zayi etmek için meşru
kılmamıştır. İnsanlara vacip olan, ödedikleri paralarla yabancılara faydalı oldukları hazırlıklarda yarışmak değil, zinanın azalması için evliliği kolaylaştırmada yarışmak veya eşlerin
lükslerini
çoğaltıp
tembelliklerini artıracak elbise, mobilya ve diğer
eşyalarını çoğaltmak yerine faziletlerle donatmada yarışmalarıdır. Köylülerin düğün
hazırlıklarında şehirlilere benzemek için koltuk, halı vb. eşya getirdiklerini görmekteyiz. Allah aşkına köylü
koltuğa oturmaya alıştığında hiç yere oturabilir mi? Yine halı vb. yumuşak şeylerin üzerinde yürümeye alıştığında ekinlerin arasında
yürüyebilir mi? İşte bugün olan budur. Şimdi
köylülerin çoğu bundan dolayı zorluklara
dayanamamakta, tarlalarda çalışamamaktadırlar. Sonuçta
da kendilerine arazilerini işletecek
birilerine muhtaç olarak hüsrana uğramışlardır. Eğer çiftçilik yapan herkes sonuçta bu işi yapamaz olacaksa bu işin
nereye varacağını ancak Allah bilir. O halde ey köylüler! Siz, yok oluşa götüren bu akıma kendinizi kaptırmayın! Zorlu olan hayatınızı muhafaza edin! Sizin sermayeniz odur! Ümmetinizin ve memleketinizin varlığı onunla mümkündür.
[555] İbn Hanbel, III,
[556] Muvatta, "Nikâh",
[557] Ebû Dâvûd,
"Talâk",
[558] İbn Hanbel, VI,
* Fersah, eskiden kullanılan bir yol mesafesi ölçüsü olup çeşitli kültürlere göre farklılık göstermektedir. Z. D.
[559] Kadınlarımız evdeki işleri terk edip
hizmetçilere bıraktığı günden beri, ev düzeni bozuldu ve sadece kendini süsleyip bir
evden bir eve, bir yerden başka bir yere gitmekle
ve arkadaşlarıyla
modaya uygun elbiselerde yarışmaktan başka bir şey yapmaz olmuşlardır. Bunun
gerisinde olan şeyleri ise, siz düşünün!
[560] İbn Mâce, "Talâk",
[561] Buhârî, "Itk",
[562] Buhârî,
"Bed'ül'-Vahy",
[563] İbn Mâce, "Talâk",
[564] Özetle, insan,
bir şey söylemeksizin ya da yapmaksızın kendi nefsinde boşama
veya onun dışında bir şey düşünürse bu, bir şey
gerektirmeyen boş bir şey olur. Aynı şekilde talakı kastetmezse
veya boş bir söze niyet edip konuşursa
veya bir hareket yaparsa
bundan dolayı da bir şey
gerekmez. Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi, düşünmeden yapmış olduğunuz
yeminlerden dolayı sorumlu
tutmaz; ama kalplerinizin bilinçli olarak yapmış olduğu yeminlerden dolayı sorumlu
tutar."
[el-Bakara
[565] Buhârî,
"Talâk",
[566] Müslim,
"Talâk",
[567] Buhârî,
"Talâk",
[568] Ebû Dâvûd,
"Talâk",
[569] et-Talâk
[570] el-Bakara
[571] el-Ahzâb
[572] Nesâî,
"Talâk",
[573] Müslim,
"Talâk",
[574] Günümüzde şer'î mahkemeler üç talakın
bir sözle gerçekleştiğine hükmetmektedirler. Bunun için insanlar Hz. Peygamber'in
lanetlediği hülleye çokça başvurmaktadırlar. Bugün
Hz. Peygamber'in hükmettiği gibi hükmetmek daha
uygundur. Birçok sahabenin karşı çıktığı Hz. Ömer'in görüşüne
sarılmak gerekmez.
[575] Müslim,
"Mesâcid",
[576] el-Bakara
[577] İbn Mâce, "Talâk",
[578] Cahiliyede kişi, eşiyle zıhârda bulunuyor, yani onun sırtını annesinin
sırtı
görüp ona sırtını çeviriyor, ona ‘sen bana annem gibisin' deyip artık ne ona yaklaşıyor ne de ilişkide
bulunuyordu. Allah Teâlâ, onların bu
sözünü çirkin görerek bu yaptıklarını tekrarlamamalarını emredip böyle bir şey
yapana zıhâr kefâretini yükledi. Bk. Mücâdele
sûresi.
[579] el-Mücâdele
[580] Ebû Dâvûd,
"Talâk",
[581] İlâ, kişinin eşine yaklaşmayacağına dair kendisine söz vermesidir. Eğer amaç, kadının terbiye
edilmesi ve düzeltilmesi ise bu caizdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Dik kafalılık ve şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara gelince; onlar önce öğüt verin,
(yararı olmazsa), onları yataklarda yalnız bırakın." [en-Nisâ
[582] Buhârî,
"Salât",
[583] el-Bakara
[584] Buhârî,
"Talâk",
[585] Ebû Dâvûd,
"Talâk",
[586] İbn Mâce, "Ahkâm",
[587] Müslim,
"Hac",
[588] Buhârî,
"Büyû'",
[589] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Varlıklı olan, nafakayı varlığına göre versin!
Rızkı dar olan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin!
Allah, bir kimseyi ancak kendisine verdiği oranda
yükümlü kılar. Allah, bir
güçlüğün ardından bir kolaylık yaratacaktır." [et-Talâk
[590] Nesâî,
"Talâk",
[591] et-Talâk
[592] Ebû Dâvûd,
"Edeb",
[593] Nesâî,
"Zekât",
[594] Ebû Dâvûd,
"Büyû'",
[595] Buhârî, "Şehâdât",
[596] Buhârî, "Mağâzî",
[597] Ebû Dâvûd,
"Nikâh",
[598] Günümüzde
çocukların emzirilmesiyle ilgili insanların düştüğü hatalara dikkat etmek gerekir. Çoğu zaman kadınların, çocukları küçükken
nöbetleşe onları emzirdiklerini görmekteyiz. Özellikle de aynı evde olduklarında ve birinin
sütü az ise, sütü az olan komşusuna çocuğunu emzirmek için verdiğini
iki çocuğun bir müddet aynı
memeden süt emdiğini, büyüdüklerinde de o iki çocuğun birbiriyle evlendiğine
şahit olmaktayız. Cehalet birçok
insanın bu hataya düşmesine yol açmaktadır.
* Kocaya yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı hanımına dönme imkanı veren boşama türüdür. Z.
D.
** Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkanı veren boşanma şeklidir. Ancak bu boşama
kocanın eşini üçüncü boşaması ise yeni bir nikâh da tarafların
bir araya gelmesi için yeterli değildir.
Z. D.
[599] et-Talâk
[600] el-Bakara
[601] et-Talâk
[602] el-Bakara
[603] Buhârî, "Meğâzî",
[604] Alış-verişin nasıl yapılacağı örfe bırakılmıştır. Dinin maksadı,
insanların helal ve temiz olanları
yeyip, haksız yere birbirlerinin mallarını yememelerini sağlamaktır. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman
edenler! Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa- yemeyin ve birbirinizi
öldürmeyin; çünkü Allah, size karşı çok
merhametlidir."
[en-Nisâ
[605] el-Bakara
[606] el-Ahzâb
[607] en-Nûr
[608] el-Bakara
[609] el-Bakara
[610] el-Mâide
[611] Müslim, "Selâm",
[612] Buhârî, "Tıb",
[613] İbn
Hanbel, IV,
[614] Buhârî, "Kader",
[615] Bu, tıbbı öğrenmeye ve faydalı şeyleri bilmeye teşviktir.
[616] İbn
Mâce, "Tıb",
[617] İbn
Hanbel, I,
[618] Muvatta, "Ayn",
[619] Müslim, "Selâm",
[620] Buhârî, "Tıb",
[621] İbn
Mâce, "Tıb",
[622] Buhârî, "Tıb",
[623] Bu, doktorların söylediği verem
mikroplarının bu boyutta tükürük yoluyla yayıldığı görüşüne uygundur.
[624] Ebû Dâvûd,
"Diyât",
[625] Tirmizî,
"Zühd",
[626] Buhârî, "Tıb",
[627] Buhârî, "Tıb",
[628] Hz. Peygamber, Nahl sûresindeki şu âyete işaret etmiştir: "Onların içlerinden, çeşitli renklerde olan ve insanların (bazı hastalıklarını) iyileştiren bir içecek çıkmaktadır." [en-Nahl
[629] Buhârî,
"Cihâd",
[630] Müslim,
"Selâm",
[631] Tirmizî, "Siyer",
* "Sinameki" olarak bilinen bir
bitkidir. Bu kelimenin orijinal şekli
Senâ Mekkî'dir. Z. D.
[632] Tirmizî, "Tıb",
[633] İbn Mâce, "Tıb",
[634] Tirmizî, "Tıb",
[635] Tirmizî, "Tıb",
[636] İbn Mâce, "Tıb",
[637] İbn Hanbel, V,
[638] Hz. Peygamber'in
hastalığın şifasına özgü maddî sebeplere sarılırken Allah'ı unutmadığını düşünmeliyiz! Kendilerini müslüman zannedenlerin çoğunun
Allah'tan şifa dilemeyi ve Allah'ın hastalıkların şifası için yarattığı maddî
sebepleri bırakıp ölülerden şifa
dilediklerini görmekteyiz. Bunlar, böylece Allah'ın
kanunlarını iptal ederek O'na şirk
koşmaktadırlar.
[639] İçindeki iltihabın çıkması için şişen
yeri yarın. Bu işi
yapan doktor ise, şu anda ‘cerrâh' diye bilinen kişidir.
[640] Tirmizî, "Tıb",
[641] İbn
Mâce, "Cenâiz",
[642] İbn Hanbel, VI,
[643] Ebû Dâvûd,
"Diyât",
[644] Ebû Dâvûd,
"Tıb",
[645] el-Bakara
[646] Darimî, "Eşribe",
[647] Buhârî, "Eşribe",
[648] el-Bakara
[649] İbn Hanbel, VI,
[650] Tirmizî.
"Duâ",
[651] Ebû Dâvûd, "Edeb",
[652] Bk. Buhârî,
"Zebâih",
[653] İbn Mâce, "Et'ime",
[654] İbn Hanbel, VI,
[655] Müslim, "Eşribe",
[656] Buhârî, "Eşribe",
[657] Yiyecek ve
içecekler açıkta olduğu
zaman, havadaki kir, zararlı mikroplar ve
etrafındaki
canlıların
hareketleriyle
kirlenir. Aynı şekilde
içinde ne olduğu görünmeyen bir kaptan içmek -her kabın içindeki içecek- içenin sağlığına uygun olmayabileceği
için ona zarar verebilir. Allah'ın hikmetini düşünmek gerekir!
[658] ez-Zümer
[659] el-Hucurât
[660] en-Nahl
[661] el-A'râf
[662] en-Nisâ
[663] el-Câsiye
[664] el-Münâfikûn
[665] en-Nûr
[666] et-Tövbe
[667] el-Bakara
[668] Âl-i İmrân
[669] el-Mutaffifîn