Razi ve onun yolundan gidenler, Allah'ın kitabından,
Rasûlullah'ın
sünnetinden hüküm çıkarıp çıkarmama konusunda yukarıdaki sözleri genel bir kanun
olarak ortaya koydular.
Bu yüzden onlar, Allah Teala'nın sıfatları ve
nakledilen diğer işler hakkında nebilerin ve resullerin bildirdiklerinden hüküm
çıkarmayı reddettiler. Onlar bu gibi nakillerin akla aykırı olduğunu sanıyorlar.
Onlardan bazıları, bunlara ilaveten sem'i delillerin yakin ifade etmediğini de
söyler. Onların sem'i deliller hakkındaki bu sözlerine karşılık, başka yerlerde
geniş açıklamalarda bulunduk.
Onların koyduğu kanuna gelince:
Bu konuda bir grup kimse, olardan öndedir.
Ebu Hamid onlardan biri olup, kendisine müşkil olan bazı meseleler hakkında soru soran birine verdiği cevapta mezkur görüşleri bir kanun haline getirmiştir.
Kadı Ebu Bekir İbnu'l Arabi'nin sorduğu meseleler de bunlardan biridir.
Kadı Ebu Bekir, (Ebu Hamid'in) cevaplarından bir çoğuna itiraz eder. Nitekim o şöyle der:
"Şeyhimiz Ebu Hamid felsefenin derinliklerine dalmış, sonra oradan çıkmak istemiş ancak güç yetirememiştir."
Yine Kadı Ebu Bekir, Ebu Hamid'in bizzat
kendisinin şöyle dediğini anlatır:
"Ben hadiste (bilgisi) kıt olan bir kaç
kişinin önde geleniyim."
Ebu Bekir İbnu'l Arabi, Ebu'l Meali ve daha öncekilerden
Ebu Bekir El-Bakıllani gibi kimselerin görüşleri üzerine başka bir kanun bina eder. Bu kimselerin koyduğu kanunlar gibi her fırka, Peygamberlerin Allah'tan getirdiği şeyler hakkında kendileri için bir kanun koymuş ve akıllarıyla bulduklarını sandıkları bu kanunu temel kabul edip peygamberlerin getirdikleri şeyleri ona tabi kılmışlar; kanunlarına uygun düşeni kabul edip, aykırı düşene tabi olmamışlardır.
Onların bu yaptıkları Hristiyanların yaptıklarına benzemektedir; onlar kendilerinden iman esasları oluşturdular, sonra Tevrat'ın ve İncil'in nasslarını onlarla ölçtüler. Aslında onlar peygamberlerin nasslarından veya peygamberlerden onlara ulaşan şeylerden anladıklarını sanmakta, gerçekte ise hem nakli anlamada hem de onu tasdik etmede hata ediyorlardı.
Nitekim, nakillerden hatalı bir şekilde delil gösterenlerin durumu da budur. Çünkü bunlar ya isnadda ya da metinde hata eder. Akıllarının uygun gördüğü şeyi kanun haline getiren kimseler de görüşte ve düşüncede yanılmışlardır.
Hristiyanlar nebilere ve rasullere hürmet etmede, bunlardan daha öndedir; ancak hristiyanlar, nassları yanlış anlama veya peygamberlere isnad edilen yalan haberleri tasdik etmeleri yönünden
Harici, Vaidiye, Murcie, İmamiye ve diğerleri bid'ate benzerler.
Bunlar ortaya çıkardıkları bidatlerin, peygamber sözlerinden bilinen şeyler olduğunu söylerler; bu bid'atler onların katında sahih şeylerdir.
Cehmiye ve filozofların bid'atinin durumu ise ayrıdır; Çünkü onlar peygamberlerin kelamından bilinen şeylere aykırı olmak üzere bina edilmişlerdir.
Peygamberlerin nasslarını anlamada bid'atçi grupların iki yolu vardır:
1 - Değiştirme yolu,
2 - Cehalete düşürme yolu.
Değiştirme yolunu seçenler iki gruptur:
1 - Vehm ve hayal edenler,
2 - Tahrif ve yorumda bulunanlar.
Vehm ve hayal edenler şöyle diyenlerdir:
"Şüphesiz peygamberler, Allah'tan, ahiret gününden, cennetten, cehenemden, hatta meleklerden, kendi durumlarına uygun olmayan şekillerde haberler vermişlerdir. Onlar Allah'ın büyük bir cisim olduğunu insanların yeniden dirileceğini, onlar için somut nimetler veya cezalar olacağını vehmettirecek veya hayal ettirecek şekilde konuşmuşlardır.
Bütün bunlar gerçekte böyle olmamasına rağmen peygamberler onları söylemiştir; Çünkü çoğunluğun yararına olan, onlara bu tür şeyleri, anlayabilecekleri ve hayal edebilecekleri şekilde, anlatmadır. Bu anlatılan şeyler yalan bile olsa bu cumhurun faydasına olan bir yalandır. Çünkü onların maslahatları ancak bu yolla mümkün olabilmektedir."
İbni Sina ve benzeri kimseler kanunlarını bu temel üzerine oturtmuşlardır. Nitekim O, bir risalesinde böyle bir kanundan bahsetmiştir. Onlar der ki:
"Peygamberler bu lafızlarıyla, onların zahirlerini kastettiler ve cumhurun o lafızlarından onların, zahiri manalarını anlamasını amaçladılar; isterse bu zahiri manalar gerçekte, bir yalan, hakka muhalif başka bir şey olsun...
Peygamberler, batıl ve yalan şeylerle cumhura maslahatlarının ne olduğunu anlatmayı amaçladılar."
Onlardan biri de der ki:
"Aslında peygamberler gerçeği biliyordu; ancak maslahatı gözeterek, onun aksini ortaya koydular."
Bir başkası da şöyle der:
"Peygamberler keskin görüşlü filozof ve benzerlerinin bildiği gibi, hakkı bilemiyorlardı."
Bunlar kamil filozofları Peygamberler'den üstün görür, bu görüşte olan kamil veliyi
Rasûlullah'a
(sallallahu aleyhi ve sellem) tafdil ederler.
Nitekim İbni Arabi Et-Tai kendini velilerin
sonuncusu (Hatemü'l-Evliya) sayarak nebilerden üstün görmüştür.
Yine mesela Farabi, Mübeşşir b. Fatik ve diğerleri filozofları Peygamber'e tafdil ederler.
"Rasûlullah bu gerçekleri bilirdi" diyenler ise "Rasûlullah filizoflardan üstündür, çünkü hem filozofların yapmadığı bir şeklide hitap edebilme yetenekleri, vardır"
derler. İbni Sina ve benzerleri böyle diyenlerdendir.
Batıni felsefeye mensup mulhid İsmaililer, makaleler sahibi
İhvan-ı Safa, Farabi, İbni Sina, Suhreverdi El Mektül, İbni Rüşd El Hafide, Ehl-i Sünnet'in mütekaddim şeyhlerinin yolundan çıkan
İbni Arabi, İbni Sab'in, Hayy b. Yekzan yazarı İbni Tufeyl ve daha pek çok kişinin görüşleri işte bu merkezdedir.
İnsanlardan bazıları bu gibi filozof sufilerin, Peygamberlerin Allah'tan getirdiği şeyler hakkındaki sözlerini uygun bulur ve Peygamberlerin "hakkı ortaya koymayı" değil,
"onu tahayyül ettirmeyi" amaçladıklarını söylerler. Onlara göre işin gerçeği, ahiret günü olarak açıklanan değil, gerçek üzere bulunduğu durumdur.
Bazılar; da şöyle der:
"Onlar, sadece, istiva, nüzul v.b. Allah'tan haber
verdikleri ilahi sıfatlarda bunu amaçladılar."
Gerçekte Allah'ın sıfatlarını inkar eden birçok
düşünürlerin sözlerinde bu görüşlere rastlanır. Nitekim bir grup da sıfatları doğrudan
reddetmektedir.
Tahrif ve te'vil ehli ise şöyle der:
"Şüphesiz peygamberler söyledikleri sözleriyle, işin gerçeğini söylemeyi amaçlamamıştır. Çünkü doğru olan şey, bizim aklımızla bildiklerimizdir."
Sonra onlar bu sözleri kendi görüşlerine uygun hale getirmek için öylesine bin bir teviller yaparlar ki, onları yapabilmek için dili bilinen mecrasından çıkarıp garip mecazlardan, istiarelerden medet ummak gerekir.
Onların en çok tevil ettikleri şey akıllarının ilmel yakin olarak bildiği,
Rasûlullah'ın söylediği sözlerle, aslında gerçeği ifade etmeyi amaçlamadığıdır.
Onlar yaptıkları tevilleri çoğunlukla "def-i muarız"
(çatışmayı giderme) konusunda icra eder ve mümkün olduğunca lafzı mütekellimlerin O'nun adına söz söylediği varlığın ne demek istediğini anlamak istemezler; sözü uygun bir şekilde yorumlamazlar.
Söz sahibinin açıklamak istediği şeyse ters olarak tevilde bulunan her tevilci, öne sürdüğü yorumlarda yalancıdır. Bu yüzden onların çoğu, yaptığı yorumu kesin bir dille yapmaz; aksine "böyle kastedilmiş olabilir" kabilinden sözler ederler. Yani onların nihai-yorumları, nihayetinde ihtimal belirten bir sözdür.
Seçilmiş Peygamber'in, söylediği sözlerden filozofların dediği manayı kesdetmiş
olma ihtimaline gelince, genellikle durum tersine olmaktadır. Sözün öncesinden ve mütekellimin durumundan, Peygamber'in bu manayı, bu kabilden bir hitapla söyleyemeyeceği açıkça bilinir.
Mütekellimlerin ve diğerlerinin ortaya koyduğu yol özetle işte budur.
Mutezile, Küllabiye, Salimiye, Kerramiye, Şia ve diğerlerinden bazı mütekellimler de, mezheplerinin görüşlerini bu yol üzere bina etmişlerdir.
Kur'an'da, tevil kelimesiyle, işin kendisine döndüğü şey (mana) kastedildiğini, biz değişik yerlerde anlattık. İkincil lafzın delalet ettiği
şeye ve manaya uygun olmalı, tevilden sözü tefsir ve manayı açıklama amaçlanmalı, tevil lafzın manasına aykırı olmamalıdır.
Mücahid ve diğer mütekaddim müfessirlerin ıstılahında tevilin anlamı budur.
Tevilden, bir delile dayanmak koşuluyla tercihe şayan olan ihtimali (racih) tercih edilen
ihtimale (mercuh) tercih etmektir.
Tevilin bu anlama tahsis edilmesi bazı müteahhir
kelamcılarında görülmektedir.
Sahabe, onlara güzel bir şekilde uyan tabiin ve dört imam ve müslümanların
diğer imamlarına gelince: onlar tevil kelimesini bu anlama tahsis etmezler.
Aksine onlar birinci veya ikinci anlamı (tercih etmeyi) kastederler.
Mesela:
"Onun tevilini
ancak Allah bilir ve ilimde ehil olan alimler derler ki: Biz ona iman ettik Hepsi Rabbimiz katındadır."
(Al-i İmran: 3/7)
Ayetinde olduğu gibi. Buradaki tevilde, özel ıslahat mana kestedilmiştir. Onlar
"Onun tevilini ancak Allah bilir" sözünden sonra durulması ve dolayısıyla bu konuda zikredilen ayet ve hadisleri, anlamlarının dışında yorumlanması gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü (onlara göre) asıl mana
"Onun tevilini ancak Allah bilir"; Onun dışında ne Kur'an getiren melek (Cebrail), ne Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem), ne başka bir peygamber, ne sahabe ne onlara güzel
bir şekilde uyan tabiin... hiç kimse bilemezdi. Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellem):
"Rahman Arş'a istiva etti."
(Taha: 20/5)
"Güzel sözler O'na yükselir."
(Fatır: 35/10)
"Aksine onun her iki eli de açıktır." (Maide: 5/64)
Ve diğer sıfatlarla ilgili ayetleri okuyan hatta
"Rabbimiz her gece dünya semasına iner" v.b. şeyler söylüyordu. (Onlara
göre) yukarıda sayılanların hiçbiri bu sözlerin anlamlarını bilmiyordu. Onlar bu
ayetlerin manasını, ayette de denildiği gibi "Onun tevilini ancak Allah
bilir" şeklinde açıklanıyor ve selefin yolunun bu olduğunu sanıyorlar.
Halbuki onlar, insanları saptıran cehalete sürükleyen kimselerdir. Çünkü onların
sözlerinin anlamı şudur:
"Peygamberler ve onlara uyan kimseler cahil, sapmış
kimselerdir; onlar Allah'ı, Allah'ın kendini ayetlerde ve peygamber sözlerinde
tanıttığı sözlerle anlayamazlar!"
Onlardan bazıları:
"Bu tür ayetlerin anlamı zahirinin dışındadır, ancak Allah'ın muradının ne olduğunu ne bir peygamber, ne melekler ne sahabe ne alimler... Hiç kimse bilemez; Kıyametin ne zaman geleceğini nasıl yalnız Allah bilirse, müteşabihatı da sadece O bilir." der.
Bazıları der ki:
"Aksine, bu müteşabihatın anlamı zahiri anlamındadır; onlar zahirine hamledilir. Ancak oların tevilini Allah'tan başkası bilmez."
Böylece onlar gerçekte müteşabihin zahirine aykırı olan bir tevili kabul ettiklerinden kendi içlerinde çelişkiye düşerler. Onlar hem ayetleri zahirine hamleder hem de "Ancak bununla birlikte..."
derler.
İbn-i Akil, Şeyhi Kadı Ebu Ya'la'yı "Zemmü't-Tevil"
kitabında bu görüşlerinden dolayı, böylece tenkid eder.
Bu fırkalar, kendilerince müşkil ve müteşabih kabul ettikleri nassları,
Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'ın açıklamadığı konusunda aynı fikirdedirler. Bu yüzden her fırka, bir başka fırkanın müşkil olarak kabul etmediği şeyleri müşkil
kabul ediyor.
Örneğin haberi sıfatları reddedip, "onlar akılla bilinemez şeylerdir"
diyenler, bu konudaki nasslarına "müşkil ve müteşabih" derler. Bunların dışındaki nasslar ise onların gözünde muhkem ve açıktır.
Keza
"rü'yet"i ve "yükselme"yi inkar edenlere göre, onlardan söz eden nasslar müşkildir.
Sıfatları kökten reddedenler, sıfatlarla ilgili nassları müşkil kabul edip Esma-i Hüsna'yı muhkem kabul ederken, İsimleri reddedenler de onlarla ilgili nassları müşkil kabul eder.
Öldükten sonra dirilmeyi, cennet ve cehennemle ilgili anlatılanları inkar edenler, bunlarla ilgili nassları -keza- müşkil
kabul eder.
Kaderi inkar edenler, Allah'ın herşeyi yarattığını, O neyi dilerse onun olacağını bildiren haberleri müşkil kabul eder; buna karşılık emir, nehiy va'd ve vaidle ilgili haberleri muhkem sayarlar.
Kaderden Cebri anlayacak kadar ileri giden kimseler ise vaidle ilgili, hatta emir ve nehiyle ilgili emirleri müşkil hale sokar.
Her fırka, bir başkasının müşkil kabul etmediği şeyi müşkil saymakta sonra da onlar hakkında
"Bu nassların ne anlama geldiğini Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) açıklamadı" demektedir. Onlardan bir grup
"Onların (yalnız tevilini değil) manasını da peygamber bilmez" der.
Bir grup da der ki:
Peygamber, onu bilir ancak açıklamaz; çünkü onları
akli deliller üzere açıklamayı muhal görmüştür. Onu anlamaya çalışmak için ne
kadar çaba harcanırsa harcansın, onlar anlaşılamaz.
Bu gruplar, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve
sellem), söz konusu nassların anlamını bilmediği veya bildirmediği konusunda -yani cahil olduğu veya ümmeti cahil bıraktığı konusunda- aynı fikirdedir. Ancak Peygamberin, onların cehl-i mürekkebe inanmalarını amaçlamadığını söylerler.
Bir takım kimseler de der ki:
"Hayır, o, cehl-i mürekkebi ve bozuk inançları bildirmeyi amaçladı"
Bu grup, "ümmetin ilhad ve zındıklıkla tanıdığı kimselerdir." Diğerlerinin durumu farklıdır; çünkü onlar:
"Rasûlullah, hiç kimseyi cahil bırakmak veya ona batıl şeylere inandırmak istemez"
der. Fakat onların sözleri, Rasûlullah'ın, ümmete anlattığı ayet ve hadislerde, ister onu (sıfatlar v.b. konulardaki nassları) bilmemesi, yönünden, isterse de bilip de açaklamaması yönünden olsun, hakkı açaklamadığı anlamına gelir.
Bu yüzden
İmam Ahmed, Kur'an'ın müteşabihlerinden şüphe duyan ve onları anlaşılması gereken anlamının dışında te'vil eden
"Zındıklara ve Cehmiyeye" karşı düzenlediği bir hutbesinde şöyle der:
"Allah'a hamdolsun ki, her zamanda ve dönemde
Rasûlullah'ın varisleri alimler var olmuştur. Bunlar yoldan çıkanı hidayete çağırır, onların eziyetlerine sabreder, direnir. Onlar Allah'ın kitabıyla ölü (kalp)leri diriltir, körlere Allah'ın nurunu gösterir. Onlar İblis'in kanına girdiği nice insanları diriltmiş, nice sapmış, yoldan çıkmışların hidayetine vesile olmuşlardır. Onların insanlar üzerinde ne kadar güzel tesirleri vardır! İnsanların da onlar üzerinde ne kadar kötü tesirleri vardır! Haddini aşmış kimselerin tahrifleri gibi, ehl-i batılın saçmalamaları gibi, ve çeşit çeşit bidatlere sapan fitnelere bulaşan cahillerin tevilleri gibi, Allah'ın kitabından engellerler. Onlar Kitap hakkında ihtilafa düşmüşler, böylece Kitaba muhalif olmuşlar, Kitap'ın parçalanması konusunda görüş birliğine varmışlardır. Onlar "Allah adına"; "Allah için" derler; halbuki Allah'ın kitabı hakkında hiçbir bilgileri yoktur. Kelam'ın müteşabihlerini konuşur, kurdukları düzenler cahil insanları aldatırlar. Sapıkların fitnesinden Allah'a sığınırız."
Buna benzer bir hutbe Ömer b. Hattab'tan da rivayet edilir.
Muhammed b. Vaddah, "El Havadis ve'l Bida" adlı kitabında onu zikreder.
Bu sözlerde -Kitap hakkında ihtilaflarıyla birlikte- onların hepsinin Kitap'a muhalif oldukları anlatılmaktadır. Onlar her ne kadar gruplara ayrılsalar da onlar bu konuda müşterek
görüşe sahip olup, benzer sözler söyler, hakka batıl karıştırıp süsleyerek cahil
insanları aldatırlar.
Sözün özü, deliller iki çeşittir:
- Şer'i deliller,
- Akli deliller
Hikmet (felsefe) kelam ve akli ilimlerle uğraşanlardan ilahi ilimlerin akılla bilinebileceğini iddia eden, peygamberlerin getirdiği nasslara aykırı şeyler söyleyen bir takım kimseler:
"Peygamberler bizim bildiğimiz gerçeği bilmezler" veya
"Onlar gerçeği bilir, ancak bizim açıkladığımız gibi halka açıklamazlar. Bilakis, ona muhalif, başka bir şekilde açıklarlar" derler.
Sünnete, şeriata ve selefin yolundan gitmeye itiraz eden, nassların manalarını bilmeyen cahiller:
"Peygamberler ve onların izinden giden selef, söyledikleri veya Allah'tan ilettikleri nassların
manalarını bilmiyorlardı."
veya:
"Peygamberler onların manalarını biliyor ancak onlardan ne kastedildiğini insanlara açıklamıyorlardı" derler.
İşte bu kimseler:
"Hakkı, biz aklımızla bilir; sonra Peygamberlerin sözlerine, aklın işaret ettiği anlamlara uygun olacak şekilde onu hâmlederiz"
veya:
"Hakkı biz aklımızla biliriz". Peygamberler onun manasını, kıyametin ne zaman kopacağını bilmedikleri gibi, bilmiyorlardı. Bununla beraber
"biz o nassları, onlar hakkında düşünmeksizin ve anlamlarını anlamaksızın okumakla emrolunduk."
veya:
"Bu gibi şeyler akılla ya da nakille bilinebilecek şeyler değildir. Bilakis biz akli ilimlerden de sem'i ilimlerden de men edildik; Peygamberler ve onların tabiileri akli ilimleri bilmedikleri gibi sem'i ilimleri de anlamazlardı"
diyenlerdir.
|