![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 8,9,10 - s.1191 |
S - ile
nın mercileri bir iken, birisinin müfred, diğerinin cem'
sîgasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?
C - Zarif bir letâfete işarettir ki, imanın mevsufu cem' ise de telaffuz eden müfreddir.
cümlesi, onların iman dâvâlarını hikâyedir. Bu cümlede dâvâlarının
reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, dâvâlarının takviyesine de iki vecihle ima
edilmiştir. Şöyle ki:
kelimesi, madde cihetiyle onların iman dâvâsının ayn-ı itikad olmayıp ancak kuru
bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezâlik, muzari sîgasıyla zikrinde, onları
aleddevam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdanî bir sebep değildir, ancak halka
karşı bir riyakârlık olduğuna işarettir.
Dâvâlarının takviyesine yapılan işaretler ise, fiil-i mazînin hey'etinden
"Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü'miniz. Şimdi imandan geri kalmamıza
imkân yoktur" gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem'e râci olan
zamirinden de "Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana
tenezzül etmeyiz" gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.
Kur'ân-ı Kerim, hikâye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya meâlinin
ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre,
onların erkân-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü izhar etmeleri, rükünlerin en
mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda,
onlardan en ziyade kabule şayan, zûumlarınca bu iki rükündür. İkinci ihtimale
nazaran, Cenab-ı Hakkın, imanın rükünleri içinde kutup sayılan bu iki rüknü
tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir.
Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir.
nin tekrarı,
her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allah'a iman,
Allah'ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i âhirete iman ise, o günün hak olduğuna
ve muhakkak geleceğine imandır.
S - ya müşabih olan
ya tercihen
olarak cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet var?
C - Birincisi: Her iki arasında görülen zâhirî
tenakuzdan içtinap etmek içindir.
İkincisi: ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip
edilemediğinden
denilmemiştir.
Üçüncüsü: cümlesinden zımnen istifade edilen 1
cümlesine nefiy ve tekzibi
ircâ için
denilmiştir.
Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının devamlarına delâlet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.
S - Nefyi ifade eden cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen
devamı nefyetmeye delâlet etmediğinden hikmet nedir?
C - Nefiy, kesif bir harfin medlûlüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir mânâdır. Binaenaleyh, kesif kesife, yani nefiy, imâna daha karibdir.
S - deki haber üzerine harf-i cer olan
nin duhulü neye işarettir?
C - Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve lâyık insanlar olup,
mü'minîn sınıfından addedilmediklerine delâlet için nın haberi üzerine
dahil
olmuştur.
Bu âyet, bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek,
münafıkları tevbih, takbih, tehdit, tâyib etmekle, evvelce
dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci
cinayeti olan hud'a ve hilelerini beyan etmektedir.
Evvelen, nifakın birinci cinayeti olan hud'aya ait den
ye
kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lâzımdır
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 9,10 - s.1192
Birincisi: Allah'ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir.
İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir.
Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.
Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.
Beşincisi: Şifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil edilmişlerdir.
Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç etmeyen kavî bir azapla tehdit edilmişlerdir.
Yedincisi: İnsanlarca alâmetlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.
Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lâzımdır:
Bir şahıs bir şahsı, nasîhatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelâmda bulunur: "Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilân etmek lâzımdır."
Kezalik, Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecr ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor:
:Yani, hile ile Allah'ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-ü Ekrem (a.s.m.)
Allah'ın elçisidir. Ona yapılan hile Allah'a racidir. Allah'a yapılan hile ise
muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü
muciptir.
: Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef'
değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. Nefislerine zarar veren, ancak
süfeha kısmıdır.
: Yani, nef' ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise
cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.
: Yani, nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki,
o maraz, hakkı bâtıl, hakikati hurafe telâkki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir
kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihîdir.
: Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için
bir deva, bir ilâç talebinde iseler, o zannettikleri ilâç, kalblerini, ruhlarını
bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet, kırık
ve yaralı bir elle intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir
miskindir.
: Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında
pek çok maâsî olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. O nifak, ancak dünyada
şedit bir elemi, âhirette de en şedit bir azabı intaç edecek bir dalâlettir.
: Yani, yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde,
beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar
onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.
Mezkûr cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:
Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o
muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere
cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sîgasıyla hud'a
ünvanıyla tabir edilmiştir.
Ve keza, makamın iktizası hilâfına ye bedel
ve
ye
bedel
zikredilmiştir. Çünkü
nin maddesinden nefret çıkar.
Sîgasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise
müşakeleti, yani mukabele-i bilmisli icap eder. Müşakelet ise onların seyyielerine
karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile
yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç ettiği gibi, takip
ettikleri garazın da akim kaldığına delâlet eder.
kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delâlet vardır.
Çünkü Resul-ü Ekreme (a.s.m.) yapılan hud'a Allah'a racidir. Allah ile pençeleşmek
isteyen düşer.
:
nin iphamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının
ihtiyar edilmesi, onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü'minlerden
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 9,10 - s.1193
addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan mü'minlerin dirayetinden hilelerinin gizli kalmamasına bir imadır.
: Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira mü'minlere zarar
verdirmek için yaptıkları muamele mâkûse olup, onlar baltayı nefislerine vurmakla,
sanki o hud'ayı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilân etmişlerdir.
nin
ye
tercihi, yine onların sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukul arasında kasten
nefsine zarar veren vardır. Fakat âmden kendisiyle hud'a eden yoktur, meğer ki insan
suretinden çıkmış ola_
Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere
bir hazz-ı nefsânî kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksul-amel kabilinden bir
zakkum-u esmar olduğuna işarettir.
S - Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki, onların hud'a ve nifakları İslâmiyete ve âlem-i İslâma zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâmın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir.
C - Âlem-i İslâmda görünen zararlar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş'et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud'a ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakka, Peygamber-i Zişana (a.s.m.), cemaat-ı müslimîne yapılan bir muameledir. Allah, o muameleye âlimdir. Peygamber-i Zişan da (a.s.m.) vahiyle vakıftır. Cemaat-i müslimînce de imanî bir şiddet-i zekâ sayesinde, o gibi hileler tesettür edip, gizli kalamaz. Demek onların âlem-i İslâma vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünkü aldanan, cemaat-i müslimîn değildir. Ancak aldanan, aldatandır.
: Yani, onlar yaptıkları hilenin nefislerine raci olduğunu hissetmiyorlar.
Bu fezleke onların cehaletini ilân ediyor. Çünkü ukalâdan değildirler. Çünkü
onların bu işi ukalâ işi değildir. Ve keza, hayvan sınıfına da benzemiyorlar.
Çünkü hayvanlar zararlı olan şeyleri hissettikleri zaman çekinirler. Demek bunlar,
hiss-i hayvanîden de mahrumdurlar. Öyleyse bunlar, ihtiyarları ve şuurları olmayan
cemadat nev'ine dahildirler.
: Bu cümlenin, makabliyle veçh-i irtibatı: Vakta ki onlar, şuur hissini
istihdam ederek muhakeme-i akliye ile amel etmediler; anlaşıldı ki, ruhlarında bir
maraz vardır. Ve lâakal onun zararlı bir maraz olduğunu bilmeleri lâzımdır ki, o
marazdan sâdır olan hükümlere itimat etmesinler. Çünkü o maraz, hakikatleri tağyir
etmekle acıyı tatlı, çirkini güzel göstermek şanındandır.
Zarfiyeti ifade eden lâfzından anlaşılır ki, onların marazları kalbin
sathında değildir. Ancak kalbin melekûtunda, yani içyüzünde kâin bir marazdır.
"Kalb" ünvanından anlaşılır ki, kalbin sathında bulunan bir hastalık,
bütün a'mâl-i bedeniyeyi sekteye uğrattığı gibi, kalbin içyüzü de nifakla
hastalandığı zaman, ef'âl-i ruhiye tamamen istikamet üzerine hareket edemez. Çünkü
hayatın mihveri ve makinası ancak kalbdir.
kelâmının
kelimesi üzerine takdimi iki cihetle hasrı ifade eder. Biri:
Maraz başka uzuvlarda değil, ancak kalblerdedir. Diğeri: O kalbler de ancak
münafıkların kalbleri olup, başkaların kalbleri değildir. Bu iki hasırdan târiz
suretiyle anlaşılır ki, nur-u imanın, insanın bütün ef'al ve âsârına sıhhat ve
istikameti vermek, şanındandır. Ve yine anlaşılır ki, fesad kalbdedir. Birşeyin
esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faydayı teşkil etmez. Ve yine
anlaşılır ki, fıtrattan hakikat çıkar. Fıtrat, hakikatlere merci bir masdardır.
Fesat ve harap ise ârızî bir marazdır. Çünkü eşyada asıl sıhhattir. Maraz ise
ârızîdir. Binaenaleyh, onlar, "Nifak ve fesadımız fıtrîdir. İhtiyarî
olmadığından mûcib-i ceza değildir" diye itizarda bulunamazlar. Tenkir-i
meçhuliyeti ifade eden tenvin ise, o maraz pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne de
tedavisi mümkün olmadığına işarettir.
Beşinci cümleyi teşkil eden nin, makabliyle vech-i irtibatı
ile eczası arasındaki cihet-i intizama gelince: Evet, vakta ki münafıklar yaptıkları
amelden bir maraz olduğu kanaatiyle içtinap etmediler, bilâkis o amellerini istihsan
ederek o marazın fazlaca talebinde bulundular; Cenab-ı Hak da talepleri üzerine
onların marazlarını arttırdı.
S - deki
makablinin mabadine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki buradaki marazın
vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir.
C - Vakta ki, onlar marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar; sanki, ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenab-ı Hak da mü'minlerin zaferiyle onların ümitlerini ye'se çevirmiştir ve