Kur' andan Bir Nur Fatiha Suresi

 
 
 

Ve Dalâlette Olanlardan Eyleme

 
 

Dalâlet : Hidâyetin zıddı olup, sapıklık ve şaşkınlık demektir. Zıtlar âlemi olan bu dünyada, bazı zıtlar bir arada olabilirler. Ancak, hayat ve ölüm gibi, hidâyet ve dalâlet te bir arada olamazlar. Birinin olduğu yerde diğeri yoktur.

Hidayet : Hazret-i Adem ile başlayan, yüz binlerce Peygamber ve yüz milyonlarca evliya ve yüz milyarlarca mü'min tarafından kabul ve tasdik edilen müşterek tevhid inancıdır. Bu tevhid inancı kıyamete kadar aynen ve kesintisiz devam edecektir.

Dalâlet : İblis'in başını çektiği şirk ve inkâra dayanan ve tutarsızlığından dolayı sürekli değişikliğe uğrayan putçuluk hareketidir.

Hidâyet : Allaha inananların ve ona hiç bir şeyi eş koşmayanların yoludur. İman ve ihlâs yoludur. Tüm Peygamberlerin, velîlerın, şehitlerin ve salihlerin yoludur. Allah'ın emirleri doğrultusunda yaşayan ve yalnız Allah'a kulluk edenlerin yoludur.

Bu yoldan ayrılanlar, İblis'in başını çektiği şirk, küfür ve inkâr karanlıklarında boğulanlardır.

Adına açıkça din densin "Budizm" gibi, veya ideoloji gibi başka adlarla anılsın, Allah tarafından görevlendirildiği mucizelerle kanıtlanan bir Peygambere ve ilâhi Kitaba, ilâhi nizama dayanmıyorsa batıl ve sapıklıktır. Bu yolda olanlara müşrik veya kitapsız kâfir denir.

Din düşmanlığını fikr-i sabit edinen ön yargılı vicdansızlar, nefislerinin hayvansal duygularını tatmin etmekten başka bir şey düşünemezler.

Gözlerini açıp kâinattaki dengeyi, düzeni ve Allah'ın sonsuz ve sınırsız kudretini göremezler. Gayri meşrû yaşamlarının hesabını veremeyecekleri için âhireti inkara kalkışırlar.

Eşyanın tabiatına ve insanlığın fıtratına ters düşen inkârcılık bataklığından ve ruhsal baskıdan kurtulmak için yağmurdan kaçarken doluya tutulurlar. Ya! kendileri gibi hücreler yığınından oluşan ölü veya diri beşerleri veya atomlar yığınından oluşan maddeleri putlaştırıp, ilahlaştırırlar.

Belirli günlerde putların önünde âyin, tören veya kutlama adı altında çocukça hareketler yaparlar. Renk, ses ve görkemli görüntülerle nefislerini tatmin etmeye çalışırlar. Ancak, akıl, gönül ve sağ duyuları tatmin olmadığı için ruhsal baskıdan kurtulamazlar. Ne yazık ki, kurtuluşu inatla yanlış adreslerde ararlar. Yanıldıklarını anlayınca, melekler karşılarına geçip "çoook geç kaldın" derler.

Yahudiler ve hristiyanlar Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa gibi hak peygamberlere ve Tevrat, İncil gibi semavi kitaplara inandıklarına göre yolları hak ve doğru mudur?

Evet, yolları hak ve doğru idi. Aralarından pek çok velîler yetişmiş ve dinleri uğrunda çok şehitler vermişlerdir.

Ancak.. Yürürlükten kaldırılan kanunlar gibi mensuh olan (hükmü kaldırılan) şer'i hükümler de geçersizdir.

Medine devrinin başlarında Kudüs'teki Mescid-i Aksâ müslümanların kıblesi idi. On yedi ay kadar oraya dönülerek namaz kılındı.

"Yüzünü Mescid-i Harâma (Kâbeye) dön" (Bakara 144) emri gelince, namaz kılarken Kâbe'ye dönülmesi farz kılındı. Mescid-i Aksâ'nın kıble olma hükmü kaldırıldı. Bir kişi inat ve taassubla Mescid-i Aksâ'ya dönerek namaz kılmağa kalkışırsa, hem namazı geçersiz olur hem de İslâm'dan çıkmış olur. Gerçi Mescid-i Aksâ kıyamete kadar kutsaldır, ama kıblemiz değildir.

Tevrat ve İncil'in de gerçek nûshaları haktır, kutsaldır ve Kur'an gibi Allah kelâmıdır. Hükümleri kaldırıldığı için gerçek nûshaları ile de amel edilemez. Yahudilik ve hristiyanlık taassubu ile ve inatla bugün ellerindeki tahrif olan nûshalarla amel etmeye kalkışmalarının hak ve gerçek dinle bir ilgisi yoktur.

1947 yılında Kudüs çevresindeki bir mağarada çobanlar tarafından eski İbrâni dilinde el yazması bir kitap bulunmuştu.

Tüm hristiyan dünyasında günlerce büyük yankılara neden olan bu kitabın gerçek İncil olduğu iddia edilmiş ve Dünya Kiliseler Birliği tarafından derhal incelenmeye alınmıştı. Sonra birdenbire sesleri kesiliverdi ve göz ardı edildi. Çünkü gerçek İncil'de son Peygamberin geleceği müjdelenmiş, tüm özellikleri bildirilmiş ve ona iman edilmesi emredilmişti.

İki defa Allah'ın gazabına uğrayan Avrupa, üçüncü ilâhi gazaba uğramadan önce, ön yargısız ve sağ duyuları ile gerçekleri araştırırlarsa ve vicdanlarının seslerini dinlerlerse, geleceğin Avrupa'sında pek çok İslâm Cumhuriyetleri kurulabilir. Siyonizm ve masonluk çöküp hür ve bağımsız yeni bir dünya düzeni kurulabilir.

Sahabeler arasındaki ihtilaf ve âlevilik konusuna gelince ..

Hazret-i Ali ile bazı sahabeler arasındaki ihtilâf, Hazret-i Osman'ın katillerinin cezalandırılmasından kaynaklanmış ictihad farklılığıdır.

Hazret-i Ali ve aynı görüşte olanlara göre, Hazret-i Osman'ın katli ile çıkan fitne (isyan) henüz bastırılmamış ve kontrol altına alınamamıştı. Katiller isyancıların arasında olduğu için, evvelâ isyanın bastırılıp kontrol altına alınması ve sonra katillerin cezalandırılması görüşünde idiler.

Karşı görüşte olanlar ise, derhal cezalandırılmalarını istiyorlardı. Aksi halde fitneler önlenemezdi. Ayrıca, kısas, Allah'ın emri olup ertelenemezdi

Acaba hangi taraf haklı idi?

Bu soruyu ellerim titreyerek yazdım.

Bizler, Peygamberimizin en güzîde sahabelerini yargılamaya kalkışmayalım.

Günahlarımızı unutarak, haddimizi aşarak ve saygısızlık ederek Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Zübeyr'i, Hazret-i Talha'yı, Hazret-i Âişe'yi ve Hazret-i Muaviye'yi birer suçlu gibi karşımıza dikerek yargılamaya kalkıştık ise, Allah'a çok tevbe edelim ve ayrıca o sahabelerin rûhâniyetlerinden özür dileyelim.

Bazı kişilerin başlattığı Hazret-i Ali taraftarlığı zamanla bir mezhebe dönüştü. Hazret-i Ali karşıtı sahabelere hakaret, ibadet gibi benimsendi. Bununla yetinilmeyip mâkabline(geriye)doğru işletildi ve Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer'e de dil uzatıldı. Hazret-i Ali sahabelerden biriyken, Peygamberimizi de aşan kişiliğe getirilmeye çalışıldı.

Kerbelâ faciasına gelince, Peygamberimizin kucağında büyüyen Hazret-i Hüseyin'in ve yakınlarının vahşice şehid edilmelerini nefretle kınıyoruz.

Ancak, Kerbelâ katliâmında Yezid ve İbn-i Zeyyad ne derece suçlu ise, Hazret-i Hüseyin'e biat edip ısrarla Harem-i Şerîf'ten Kûfe'ye dâvet edenler ve sonra Kerbelâ'da yalnız bırakanlar da o derece suçludurlar.

Dinimizde mâtem diye bir şey yoktur. Ölenlerin arkasından bağırıp, çağıranlara ve üstünü başını yırtanlara Peygamberimiz lânet etmiştir. Zincir ve sopalarla kişinin kendini yaralayıp, kan akıtması sevap değil, dalâlettir.

Alevî kardeşlerimizi Allah rızası için Kur'an'a ve İslâm birliğine dâvet ediyorum. Özellikle Tevbe Sûresinin 100. ve Fetih Sûresinin 18. âyetlerini dikkatlice incelemelerini ve Allah'ın kendilerinden razı olduğunu bildirdiği sahabelere dil uzatmamalarını rica ediyorum.

Cincilik ve bakıcılık konusuna da kısaca temas edelim.

Günümüzde cinci ve bakıcı adı altında bir takım soyguncular türedi.

Evlenemeyenler, işi bozulanlar, eşi ile geçinemeyenler, eşyası çalınanlar, gönül darlığında, sıkıntıda olanlar ve inanç zayıflığından bunalımda olanlar bu sapıkların kapılarında sürünüyorlar.

Dinimizde, gaybı (gizliyi) yalnız Allah bilir. Peygamberler kendilerine vahiy yolu ile bildirilmeyen gaybî olayları bilemezler.

Hazret-iYakub peygamber olduğu halde çok sevdiği evlâdı Yusuf'un kuyuda olduğunu bilemedi.

Peygamberimizin devesi kaybolmuştu. Sahabeler arayıp bulamadılar. Allah'ın izni ile Cebraîl geldi. Devenin yerini ve yularının çalılara takılı olduğunu söyleyince gidip buldular.

Bir sefer dönüşü verilen istirahat molasında Hazret-i Âişe' nin gerdanlığı kaybolmuştu. Peygamberimiz ve sahabeler aradılar, bulamadılar. Hareket etmek üzere develer ayağa kalkınca, aranılan gerdanlık Hazret-i Âişe'nin devesinin altından çıktı.

Peki, cinciler cinlerin vasıtası ile gizli şeyleri bilemezler mi? Cinler halk arasında çok aşırı abartılmış olmalarına karşın, gerçekte çok küçük ve âciz varlıklardır. Ayrıca, Peygamberimiz hem tüm insanların ve hem tüm cinlerin Peygamberidir. Ebûbekir'ler ve Ömer'ler peygamberimizin sahabeleri olduğu gibi, o zaman îman eden cinler de Peygamberimizin sahabeleri idiler.

Eğer cinler gizli şeyleri bilselerdi, Peygamberimiz kaybolan eşyaları onlara sorar ve istihbarat işlerinde onlardan yararlanırdı.

Bir gün camiye giderken, genç bir din kardeşim ağlayarak yanıma geldi: "Kayın pederim, kayın validem ve kayın biraderim eşimi ve çocuğumu alıp götürmek için evime geldiler ve eşyaları toplamaya başladılar" dedi.

Yardımcı olabilme ümidi ile evine gittik. Bizi çok soğuk karşıladılar. Oturup bir kaç kelime konuşmaya güçlükle razı edebildim.

Kayın valide söze başladı: "Kızımın evlendiği üç sene oldu ve bu arada bir de torunumuz dünyaya geldi. Ancak bir seneden beri kızımın içinde aşırı sıkıntı var. Hemen üç bakıcıya gittim, üçü de kızıma büyü yapıldığını ve bunun da kocasının yakınları tarafından yapıldığını söylediler."

"Peki", dedim. "Büyü yapıldığını ve hem kimler tarafından yapıldığını bildikleri halde, neden yapılan büyüyü çözemediler?"

"Çözmek için çok uğraştılar, çok muskalar verdiler ve ben de dünyanın parasını harcadım ama, karşı taraf sürekli tazeliyormuş", dedi.

Yüzlerine baktım, ne desem inandıramayacaktım. Kayın biradere döndüm: "Allah rızası için, anneni ve ablanı hemen arabana bindir ve annenin daha önce gittiği ve sözlerine kesinlikle inandığı o üç bakıcıya birlikte gidin. Sakın daha önce gittiğinizi söylemeyin.

Birinci bakıcıya, ablanın kız olduğunu, isteyenlerinin olduğunu, ama bir türlü evlenemediğini söyleyin. Hiç düşünmeden hemen ablana büyü yapılıp kısmetinin bağlandığını söyler.

İkinci bakıcıya, ablanın evli olduğunu, ancak çocuğunun olmadığını söyleyin.

O da hemen büyü hikâyesini uydurup rahminin bağlandığını söyler.

Üçüncü bakıcıya, ablanın altınlarının çalındığını söyleyin.

O da yakınlarınızdan filân eşkâlde kişilerin çaldığını söyler.

Eğer, inandığınız o üç bakıcı, ablanın evli olduğunu, bir çocuğunun bulunduğunu ve altınlarının çalınmadığını bilip, ancak kocasının yakınları tarafından büyü yapıldığını kesinlikle söylerlerse, hem sizin masraflarınızı ben karşılayacağım ve hem sizinle birlikte gidip o üç bakıcının ayaklarının altını öpeceğim" diye yemin ettim.

"Ancak.. Sizin sorunuza göre hemen bir büyü hikâyesi uydururlarsa, onların yalancı ve sahtekâr olduklarına inanır mısınız?" dedim.

Kabul edip gittiler. İki saate varmadan dönüp geldikleri zaman, ellerinden gelse o üç bakıcıyı boğup öldüreceklerdi.

Çok şükür yalancıların mumu sönmüş ve bir aile yuvası yıkılmaktan kurtulmuştu. Sıkıntıdan kurtulması için beş vakit namazını vaktinde ve güzelce kılmasını ve her gün yüz defa "Lâilâhe illâ ente sübhaneke inniy küntü minezzâlimîn" duasını okumasını tavsiye ettim.

Nefsin terbiyesi için tefekkür-ü mevt (ölümü hatırlama) çok faydalıdır. Özellikle kabir ziyaretleri yaparken, ben de bir gün bunlar gibi olacağım diye canlı tefekkür daha yararlıdır.

Hristiyanlar gibi saygı duruşu yapmanın, çiçek ve çelenk koymanın ne ölüye ve ne diriye hiç bir yararı yoktur.

Üç İhlâs bir Fatiha veya onbir İhlâs veya Yasin Sûresini okumanın, hem okuyana ve hem ölülere çok sevabı vardır.

Mezarlara ve türbelere ölülerden bir şey istemek için gitmek yanlış ve sapıklıktır. Filân türbeye gidenin kısmeti açılırmış, filân türbeye gidenin çocuğu olurmuş veya filân türbeye çaput bağlayanın, adak adayanın her türlü dileği yerine gelirmiş gibi söylentiler asılsız ve uydurma sözlerdir.

Türbelere mum yakmak, Hıdırellez gecelerinde ve Nevruz günlerinde ateşler yakıp etrafında dönmek veya üzerinden atlamak ateşperest mecûsî âyinlerindendir.

Eski İran, ateşperest ve süper güçtü. Süper güç olmanın sağladığı avantaj nedeni ile, Türk boyları ve kavimleri üzerinde çok etkili idi. İran'ın dili, kültürü ve sapık inançları Türkler arasında çok yaygındı. Bu tür ateşperest âyinlerini ve geleneklerini eski Türklere atfetmek yanlış ve iftiradır.

Günümüzde çok istismar edilen konulardan biri de Atatürkçülük ve tarikatçılıktır.

Tek parti ve tek şef zihniyeti ile Türkiye'yi 12 yıl yöneten İsmet İnönü ve CHP 1950 seçimlerinde bozguna uğramıştı. 1954 ve 1957 seçimlerinde de yenilgiye uğrayınca 1960 seçimlerine girecek gücü kalmamıştı. Millî iradenin dışında başka bir yolla iktidara gelmeleri ve İnönü'nün rakibi Bayar'dan intikamını alması gerekiyordu.

En kolay ve en kestirme yolu seçtiler. Celal Bayar'ı ve DP iktidarını Atatürk düşmanlığı ile suçlayan kampanyayı başlattılar. Belki Türkiye'ye yazık oldu ama, İnönü ve CHP başarıya ulaştılar.

Peki, İsmet İnönü ve CHP gerçekten Atatürkçü mü idiler?Celal Bayar ve DP Atatürk düşmanı mı idiler?

Namık Kemal bir şiirinde :"Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" diyor.

1938 yılında cumhurbaşkanlığı makamına oturan CHP genel başkanı İsmet İnönü..

1- Resmî dairelerdeki Atatürk'ün resimlerinin yerine kendi resimlerini astırdı.

2- Üzerlerinde Atatürk resimleri bulunan bütün paraları alel acele tedavülden kaldırdı. Yeni bastırdığı paraların üzerine kendi resimlerini bastırdı.

3- Anıtkabir yaptıracağım diye, Atatürk'ün nâşını tozlu, topraklı bir odaya kapattı ve 12 yılda anıtkabre 12 direk diktirmedi.

4 - Yurdun pek çok yerlerine kendi heykellerini diktirmeğe başladı.

Örnekleri çoğaltabiliriz, ancak günümüzde her gün Atatürk edebiyatı yapanların, bildiri yayınlayanların ve gösteri yapanların o dönemde dut yemiş bülbül gibi seslerinin çıkmadığını hatırlatmakla yetinelim.

Ve özellikle bir gerçeğin altını çizelim. Eğer İsmet İnönü' nün ve CHP'nin iktidarı bir süre daha devam etse idi, bugün Türkiye'de Atatürkçülük diye bir şey bilinmezdi.

Tarikatçılık ve şeyhlik te en ucuz ve en kolay istismar edilebilen konulardan biridir. Günümüzde üç beş tane evliyâ hikâyesini ezberleyen ve bir kaç tane tasavvuf kavramını belleyenler, yerden ot biter gibi kendi kendilerine şeyh oluveriyorlar.Filân koldanız diye mübârek tarikat pirlerinin adını istismar ederek, hem ceplerini dolduruyorlar ve hem genç hanım müridleri ile nefsânî duygularını tatmin ediyorlar.

Peki, halkımız ve özellikle genç hanımlar neden bu sapıklara yem oluyorlar?

"Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" derler. Gerçek suçlular köşe başlarında ve ikbal koltuklarında kadehlerini yudumlarken, sorumluları araştırmak, havanda su döğmektir.

Kuzey Irak'ta bilinçli bir otorite boşluğu oluşturulduğu gibi, ülkemizde de bilinçli bir dînî otorite boşluğu meydana getirilmiştir.

Lâikliğin gereği olarak, dinin devlete ve devletin dine karışmaması gerekirken, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kutsal, saygın ve özerk olması gereken bir kuruluş, sıradan bir genel müdürlük gibi bir bakanlığa bağlanmış ve siyasi iktidarın emrine verilmiştir.

İktidardaki siyasi irade, dilediği kişiyi teşkilatın başına getirebilir ve dilediği kişiyi kolundan tutup dışarı atabilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir ilçe savcısı ve bir kilise papazı kadar yetkisi, güvencesi ve özerkliği yoktur. Bu nedenle Diyanet teşkilatının halkın üzerinde inandırıcı otoritesi yoktur.

Müslüman halkımızı her türlü sapıklıklardan, istismarcılardan ve dinimizde olmayan aşırılıklardan korumanın tek ve kesin çözümü, diyanet teşkilatını saygın, özerk, yetkili ve kutsal bir yapıya dönüştürmektir.

Devlet bu kutsal görevi yerine getirmezse, müslümanların oluşturacağı bir "ŞÛRÂ" bu otorite boşluğunu az çok doldurabilir. İslâm şûrâsının gerçekleşmesi, lider konumundaki din kardeşlerimizin tutumuna bağlıdır. Ekollerini oluşturan cemaatlerin aşırı iltifatlarının etkisinden kurtulup din kardeşliğini kabullenmeleri şarttır.

Yalnız biz doğru yoldayız. Gelsinler bizde birleşelim gibi inatçı, kibirli ve bölücü tutumu bırakıp, ön şartsız, kardeşlik ortamında ve imtiyaz beklentisi olmadan eşit şartlar altında başlayacak karşılıklı ziyaretlerle bu işin temeli atılabilir.

Sevgili Peygamberimiz, Ashabın gönüllerinde liderlik tutkusunun kökleşmemesi ve kendilerini diğer arkadaşlarından daha liyakâtli görmemeleri için, cihada gönderdiği birliklerin başına değişik kişileri emir (kumandan) tayin ederdi.

Vefatına yakın Rumlarla savaşmak üzere hazırladığı ordunun başına Hazret-i Üsame'yi emir tayin etmişti. Üsame çok genç ve deneyimsiz olduğu halde, Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde gibi büyük sahabeleri O'nun emrine vermişti. Hacdan gelen bir din kardeşimi ziyarete gitmiştim. Evinde yakınları ve kalabalık bir ziyaretçisi vardı.

Hacdan ve namazdan sohbet edilirken, ziyaretçilerden biri şeriat kavramını kullanınca bazılarının hoşuna gitmedi. Derken, edep sınırlarını zorlayan bir tartışma başladı. Hepsi müslüman olduğunu söylüyordu, ancak bazıları şeriata karşı idiler.

Ev sahibinden başka hiç birini tanımadığım için tartışmaya katılmak istemedim. Ama benim dinim tartışılıyordu. Özür dileyerek söze başladım ve şeriata karşı olanlara sordum?

-Sizler de müslüman olduğunuza göre, her halde kendi dininiz olan İslâm dininin şeriatına karşı değilsinizdir?

-Biraz durakladılar ve sonra, "Bizler bütün şeriatlara karşıyız", dediler.

-Peki, size göre din ve şeriatın anlamı nedir?

-Hepsi birden; Namaz, oruç ve hac gibi Allah'ın emirlerine din denir. Şeriat ise, baş kesme, kol kesme ve dört kadınla evlenme gibi şeylerdir, dediler.

-İsterseniz bu konuyu biraz daha açalım ve öncelikle din, İslâm, Kur'an ve şeriat kavramları üzerinde duralım dedim. Kabul ettiler.

"Din: Allah'ın akıl sahipleri için koyduğu ilâhi kurallardır.

İslâm: Teslimiyetçilik anlamında olup, yüce dinimizin ismidir.

Kur'an: Allah'ın Cebrâil vasıtası ile Peygamberimize gönderdiği ilâhi kitaptır ve İslâm dininin temel kaynağıdır.

Şeriat: Geniş yol anlamında olup, İslâm dininin hükümlerine şer'i hükümler veya şeriat denir.

Bu dört kavram genelde aynı anlamda olmakla birlikte, yerine göre kullanılış özellikleri vardır. Baş doktor yerine, baş hekim veya baştabib ünvanlarının kullanılması gibi.

Örneği: Allah nikâhı veya Kur'an nikahı yerine, dini nikâh kavramı kullanılır. Nikâhlı bir çiftin birlikte yaşamalarına "meşrû" ve nikâhsız çiftin birlikte yaşamalarına da "gayri meşrû" denir. Helâl kazanca "meşrû kazanç" ve helal olmayan kazançlara da "gayri meşrû" denir.

Şere'a, yeşre'u fiilinin ismi mef'ûlü olan Meşrû kelimesi, şeriata uygundur anlamındadır. Dine uygundur veya Kur'an'a uygundur yerine şeriata uygundur anlamındaki Meşrû kelimesinin kullanımı yaygındır.

Hastane bir bütündür. Dahiliye, hariciye ve bevliye gibi bölümleri vardır. Din de bir bütündür. Akaid, fıkıh, muamelât ve ukûbat gibi bölümleri vardır. İnançla ilgili konulara Akaid, ibadetlerle ilgili konulara Fıkıh, evlenme, boşanma ve miras gibi konulara Muamelât ve cezalarla ilgili konulara Ukûbat denir.

Tüm İslâmi inanç ve yaşantılar bu dört bölümden biri ile ilgilidir ve bunların tümüne şeriat ahkâmı (hükümleri) denir.

Cenazelerin yıkanmaları, kefenlenmeleri ve cenaze namazlarının kılınıp toprağa defin edilmeleri kanûni bir gerekçe veya zorunluluk olmayıp, şeriat ahkâmının uygulanmasıdır. Annesinin veya babasının nâşını gereği yapılmak üzere din adamına teslim eden kişi ve bu cenazenin dini merasimine katılanlar şeriatın uygulanmasını kabullenmişlerdir.

Ancak, din bir bütündür. Bazı dini hükümleri kabullenip, bazılarını kabul etmemek olamaz. "Ben müslümanım ama, dinci, İslâmcı ve şeriatçı değilim" diyen kişi, dediği gibidir. Yani dinsizdir, İslâmsızdır ve şeriatsızdır.

Şeytani bir metodla ve çok sinsi çalışan İslâm düşmanları, camilerin yanındaki tabutların konulduğu bölümleri görüntüleyip, işte! müslümanların camileri diye teşhir eder gibi, dinimizdeki cezalarla ilgili çok ender yaşanan bir kaç olayı çarpıtarak, işte! İslâm şeriatı diye göstermeye çalışmaktadırlar.

İslâm dinindeki gerçek kardeşliği, hoş görüyü, bağışlamayı, zekat, öşür ve sadaka gibi sosyal yardımlaşmayı, azınlık haklarını ve asırlarca uygulanan gerçekçi ve tek standartlı din, inanç ve vicdan hürriyetini gözardı ederek yalnız baş kesme, kol kesme ve dört kadınla evlilik konularını çarpıtarak gündemde tutmaya çalışmaları iki yüzlülüktür.

Bu üç olaya da kısaca göz atalım.

1- Evet, İslâm'da kısas yani ölüm cezası vardır. Meşrû bir sebebe dayanmayan nedenlerle silâh veya kesici ve yaralayıcı bir âletle kâsden adam öldüren kişi katildir. Allah'ın adaletinin uygulanması olan İslâm hukukuna göre, katilin cezası diyet veya kısastır. Allah'ın adaletinde suç ve ceza arasında kesin bir denge ve eşitlik oranı vardır. Taraflardan birine yapılacak aşırı sertlik veya merhamet, karşı tarafın hakkına tecavüzdür. Bu davranış ise, adaletsizlik ve zulümdür.

Katil, maktülü öldürerek yaşamına son vermiştir. Katilin de kısasen öldürülüp yaşamına son verilmesi tam bir eşitlik ve adalettir.

Maktûlün (öldürülenin) anası, babası gözyaşı dökmektedir. Katilin anasının, babasının da aynı oranda gözyaşı dökmesi eşitlik ve adalettir.

Maktûlün eşi dul ve yavruları yetim kalmıştır. Katilin de eşinin dul ve yavrularının yetim kalması eşitlik ve adalettir.

Maktûlün kardeşlerinin ve yakınlarının içlerindeki intikam duygularının giderilmesi ve başka mâsum kanı akıtılmaması için, adaletin en kısa zamanda uygulanması lâzımdır.

Yüce Rabbimiz: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır" buyuruyor.

Aşırı öfkelenen kişinin kalbinde merhamet kalmaz ve hasmını param parça etmek ister. Kendisinin derhal kısasen öldürüleceğini, hasta annesinin ve yaşlı babasının gözyaşı dökeceğini ve genç eşinin dul ve yavrularının arkasından yetim kalacağını düşününce, ya sabır diye geri çekilir.

Maktûlün en yakınları veya aynı derecedeki en yakınlarından biri kısastan vaz geçerse, ceza diyete dönüşür. Alınan diyet varislere helâl olup, Kur'an'daki miras hukukuna göre taksim edilir. Gerek katilin durumuna ve gerek çoluk çocuğunun durumuna acıyarak diyeti de almazlarsa bu çok büyük fazilettir. Diyet ödüyerek veya af edilerek kısastan kurtulan katil derhal serbest bırakılır.

Acı ve bilincin merkezi beyindir. Can denen hayvansal hayatın merkezi de kalptir. Tüm bedeni kapsayan acıların hissedilmesi, beyindeki merkezlerden gelen sinir sistemine bağlıdır. Beyindeki acı ve bilinç merkezlerinin faaliyeti de, kalpten kan damarları ile taşınan hayatın akımına bağlıdır.

Keskin bir kılınçla ve bir darbede kalp ile beyin arasındaki bağlantı kesilince, baş ve gövde birer et parçası gibi yere düşer ve kişi ölümün bilincinde olmadan ve zerre kadar acı duymadan berzah âleminde kendini buluverir.

2-Hırsızlık suçuna gelince: Allah'ın adaletinde suç ve ceza arasında eşitlik oranı olduğu için, el kesme cezası mal karşılığı olmayıp hırsızlık fiilinin cezasıdır. Çünkü bahçede dolaşan tavukları, açıkta bırakılan malları ve çayırlarda dolaşan hayvanları çalanlara bu ceza uygulanmaz.

Ancak, kapalı yerlerde ve koruma altında olan ve belirli miktara ulaşan para veya malları çalmak için, o kapalı yerlere gizlice girip çaldığı paraları veya malları dışarı çıkardıktan sonra yakalananlara bu ceza uygulanır.

Atalarımız, çocuk hırsızlığa yumurta çalarak başlar demişler. Yumurta gibi ufak tefek ve kolayca çalınabilen şeylerle başlayan hırsızlık, çocuk büyüdükçe çaldığı malların oranı da büyür. Zamanla alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi, hırsızlık fiili de bağımlılığa dönüşür.

Gecenin karanlığında elinde bıçak veya cebinde silah olduğu halde, kapıların kilitlerini zorlayarak veya camları keserek eve giren hırsız, artık dönüşü olmayan bir yola girmiş ve hırsızlık onun için tam bağımlılığa dönüşmüştür.

Hırsızlık psikolojik bir olaydır. Evine hırsız giren kişi, üzerinden uzun müddet atamayacağı korku ve evhamdan oluşan psikolojik şokun etkisinde kalır. Özellikle içe kapalı ve aşırı duyarlı kişiler, yaşam boyu korku ve evham psikolojisinden kurtulamazlar.

Yakın çevredeki evlere hırsız girdiği haberi duyulunca tüm çevre sakinlerinde korku, heyecan, evham ve gerilim olur ve aylarca rahatça uyuyup dinlenemezler. Böyle korkulu, uykusuz ve düzensiz yaşama genç hanımların ve çocukların beyinsel yapıları ve sinir sistemleri dayanamaz.

İşte! toplumda korku, evham, sıkıntı, tedirginlik ve gerilim gibi psikolojik bunalımlara neden olan hırsızlığın önlenmesi için, hırsızların da aynı oranda psikolojik baskı altında tutulmaları Allah'ın adaletinin gereğidir.

3-Dört kadınla evlilik konusuna gelince: İslâm düşmanlığını ilke edinenler, bu konuyu da çarpıtarak ve çifte standart uygulayarak istismar etmeye çalışmaktadırlar. Amaçları, müslüman hanımları Allah'tan, Kur'an'dan koparıp dinsiz, imansız yapmaya çalışmaktır.

Hayranı oldukları ve gönülden bağlı oldukları çağdaş! hristiyan ülkelerindeki en üst düzey devlet adamlarının parlamenterlerin, kongre üyelerinin ve ünlü kişilerin başta sekreterleri ile olmak üzere pek çok kadınlarla olan gayr-i meşrû ilişkilerini onaylayıcı, özendirici ve teşvik edici bir uslûpla ve boy boy renkli fotoğrafları ile yayınlayanlar, meşrû nikâh söz konusu olunca ateş püskürüyorlar.

Dört kadınla evliliği İslâmın altıncı şartı imiş gibi göstermeye yeltenenlere "Halep orada ise, arşın burada" ata sözümüz ile cevap verelim. Hem çok uzaklara gitmeye de gerek yok.

Osmanlı Devleti, şeriat ile yönetilen gerçek İslâm Devleti idi. Sayıları çok az da olsa, Osmanlı döneminde yaşayanlar halen mevcuddur. Ayrıca Osmanlı döneminde yaşayanların milyonlarca evlâtları ve torunları hayatta olup her biri canlı şahidlerdir.

Lütfen, onlara soralım? Babalarının ve dedelerinin kaçar adet hanımları vardı? Bu konuda geniş ve dürüst bir araştırma yapılacak olursa, bu günkü tablodan, daha değişik bir tablo meydana çıkmaz.

Bugün de yurdumuzda meşrû veya gayri meşrû iki kadınla birlikte yaşayanlar vardır. Dün de vardı ve yarın da olacaktır. Dünkü, bugünkü ve yarınki oranlar birbirine çok yakındır.

Birden fazla evlilik hiç bir dinin emri ve zorunlu gereği olmayıp, bazı kişilerin (kadınlar dahil) ruhsal yapısından kaynaklanan bir olaydır.

Semavi kitaplara bağlı tüm hak dinlerin amacı, insanları şehvet bataklıklarına itmek değil, ruhsal olgunluğa ve mânevi feyizlere eriştirmektir.

Şeriata karşı olanlardan biri ağlayarak sözümü kesti. "Ben", dedi. "Kur'an'ı çok okurdum ve okuduktan sonra da öpüp başımın üstüne koymayı âdet edinmiştim. Şu anda bir gerçeği anladım ki, benim saygım Kur'an'a değil, ancak Kur'an'ın basıldığı kağıtlara imiş."

Bu muhterem kardeşimizin isteği üzerine hep birlikte tevbe-i istiğfar ve tecdidi iman ettik ve yine o kardeşin isteği üzerine evine gidip dini nikâhlarını tazeledik.

Kur'an dili ile "Şecere'i habise" denilen ve zararlı bitkilere benzetilen her türlü sapıklık hareketleri uzun ömürlü olamazlar. Ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, gerek din adına ve gerek din karşıtı olsun tüm sapıklık hareketleri az, çok taraftar bulurlar.

Asr-ı Saadet'in en parlak Medîne devrinde, Abdullah bin Ubey'in başını çektiği münafıklık hareketinin bile yüzlerce taraftarı vardı.

Gönülsüz nişanlanan gençlerin gözleri ve kulakları dışarıda olduğu gibi, İslâmın özü ile ve gerçek müslümanlarla gönülleri uyum içinde olmayanların da gözleri ve kulakları dışarıdadır. Her türlü sapıklık hareketlerini ilgi ile izleyip benimseyiverirler.

İblis'in başını çektiği her türlü sapıklık hareketleri, gerçekte Allah tarafından bir imtihandır.

Allah'ın îmanlı, ihlâslı ve samimi kullarını hiç bir sapıklık hareketi etkileyemez. Üstelik tüm sapıklıklarla mücadele ederek mânevî, ulvî derecelere ve büyük cihad sevaplarına erişirler.

Allah'ın Selâmı ve Hidâyeti tüm inananlara olsun.