Dalâlet : Hidâyetin
zıddı olup, sapıklık ve şaşkınlık demektir. Zıtlar âlemi olan
bu dünyada, bazı zıtlar bir arada olabilirler. Ancak, hayat ve
ölüm gibi, hidâyet ve dalâlet te bir arada olamazlar. Birinin
olduğu yerde diğeri yoktur.
Hidayet : Hazret-i Adem ile başlayan, yüz binlerce
Peygamber ve yüz milyonlarca evliya ve yüz milyarlarca mü'min
tarafından kabul ve tasdik edilen müşterek tevhid inancıdır. Bu
tevhid inancı kıyamete kadar aynen ve kesintisiz devam edecektir.
Dalâlet : İblis'in başını çektiği şirk ve inkâra
dayanan ve tutarsızlığından dolayı sürekli değişikliğe uğrayan
putçuluk hareketidir.
Hidâyet : Allaha inananların ve ona hiç bir şeyi
eş koşmayanların yoludur. İman ve ihlâs yoludur. Tüm Peygamberlerin,
velîlerın, şehitlerin ve salihlerin yoludur. Allah'ın emirleri
doğrultusunda yaşayan ve yalnız Allah'a kulluk edenlerin yoludur.
Bu yoldan ayrılanlar, İblis'in başını çektiği
şirk, küfür ve inkâr karanlıklarında boğulanlardır.
Adına açıkça din densin "Budizm" gibi, veya ideoloji
gibi başka adlarla anılsın, Allah tarafından görevlendirildiği
mucizelerle kanıtlanan bir Peygambere ve ilâhi Kitaba, ilâhi nizama
dayanmıyorsa batıl ve sapıklıktır. Bu yolda olanlara müşrik veya
kitapsız kâfir denir.
Din düşmanlığını fikr-i sabit edinen ön yargılı
vicdansızlar, nefislerinin hayvansal duygularını tatmin etmekten
başka bir şey düşünemezler.
Gözlerini açıp kâinattaki dengeyi, düzeni ve Allah'ın
sonsuz ve sınırsız kudretini göremezler. Gayri meşrû yaşamlarının
hesabını veremeyecekleri için âhireti inkara kalkışırlar.
Eşyanın tabiatına ve insanlığın fıtratına ters
düşen inkârcılık bataklığından ve ruhsal baskıdan kurtulmak için
yağmurdan kaçarken doluya tutulurlar. Ya! kendileri gibi hücreler
yığınından oluşan ölü veya diri beşerleri veya atomlar yığınından
oluşan maddeleri putlaştırıp, ilahlaştırırlar.
Belirli günlerde putların önünde âyin, tören veya
kutlama adı altında çocukça hareketler yaparlar. Renk, ses ve
görkemli görüntülerle nefislerini tatmin etmeye çalışırlar. Ancak,
akıl, gönül ve sağ duyuları tatmin olmadığı için ruhsal baskıdan
kurtulamazlar. Ne yazık ki, kurtuluşu inatla yanlış adreslerde
ararlar. Yanıldıklarını anlayınca, melekler karşılarına geçip
"çoook geç kaldın" derler.
Yahudiler ve hristiyanlar Hazret-i Musa ve Hazret-i
İsa gibi hak peygamberlere ve Tevrat, İncil gibi semavi kitaplara
inandıklarına göre yolları hak ve doğru mudur?
Evet, yolları hak ve doğru idi. Aralarından pek
çok velîler yetişmiş ve dinleri uğrunda çok şehitler vermişlerdir.
Ancak.. Yürürlükten kaldırılan kanunlar gibi mensuh
olan (hükmü kaldırılan) şer'i hükümler de geçersizdir.
Medine devrinin başlarında Kudüs'teki Mescid-i
Aksâ müslümanların kıblesi idi. On yedi ay kadar oraya dönülerek
namaz kılındı.
"Yüzünü Mescid-i Harâma (Kâbeye) dön" (Bakara
144) emri gelince, namaz kılarken Kâbe'ye dönülmesi farz kılındı.
Mescid-i Aksâ'nın kıble olma hükmü kaldırıldı. Bir kişi inat ve
taassubla Mescid-i Aksâ'ya dönerek namaz kılmağa kalkışırsa, hem
namazı geçersiz olur hem de İslâm'dan çıkmış olur. Gerçi Mescid-i
Aksâ kıyamete kadar kutsaldır, ama kıblemiz değildir.
Tevrat ve İncil'in de gerçek nûshaları haktır,
kutsaldır ve Kur'an gibi Allah kelâmıdır. Hükümleri kaldırıldığı
için gerçek nûshaları ile de amel edilemez. Yahudilik ve hristiyanlık
taassubu ile ve inatla bugün ellerindeki tahrif olan nûshalarla
amel etmeye kalkışmalarının hak ve gerçek dinle bir ilgisi yoktur.
1947 yılında Kudüs çevresindeki bir mağarada çobanlar
tarafından eski İbrâni dilinde el yazması bir kitap bulunmuştu.
Tüm hristiyan dünyasında günlerce büyük yankılara
neden olan bu kitabın gerçek İncil olduğu iddia edilmiş ve Dünya
Kiliseler Birliği tarafından derhal incelenmeye alınmıştı. Sonra
birdenbire sesleri kesiliverdi ve göz ardı edildi. Çünkü gerçek
İncil'de son Peygamberin geleceği müjdelenmiş, tüm özellikleri
bildirilmiş ve ona iman edilmesi emredilmişti.
İki defa Allah'ın gazabına uğrayan Avrupa, üçüncü
ilâhi gazaba uğramadan önce, ön yargısız ve sağ duyuları ile gerçekleri
araştırırlarsa ve vicdanlarının seslerini dinlerlerse, geleceğin
Avrupa'sında pek çok İslâm Cumhuriyetleri kurulabilir. Siyonizm
ve masonluk çöküp hür ve bağımsız yeni bir dünya düzeni kurulabilir.
Sahabeler arasındaki ihtilaf ve âlevilik konusuna
gelince ..
Hazret-i Ali ile bazı sahabeler arasındaki ihtilâf,
Hazret-i Osman'ın katillerinin cezalandırılmasından kaynaklanmış
ictihad farklılığıdır.
Hazret-i Ali ve aynı görüşte olanlara göre, Hazret-i
Osman'ın katli ile çıkan fitne (isyan) henüz bastırılmamış ve
kontrol altına alınamamıştı. Katiller isyancıların arasında olduğu
için, evvelâ isyanın bastırılıp kontrol altına alınması ve sonra
katillerin cezalandırılması görüşünde idiler.
Karşı görüşte olanlar ise, derhal cezalandırılmalarını
istiyorlardı. Aksi halde fitneler önlenemezdi. Ayrıca, kısas,
Allah'ın emri olup ertelenemezdi
Acaba hangi taraf haklı idi?
Bu soruyu ellerim titreyerek yazdım.
Bizler, Peygamberimizin en güzîde sahabelerini
yargılamaya kalkışmayalım.
Günahlarımızı unutarak, haddimizi aşarak ve saygısızlık
ederek Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Zübeyr'i, Hazret-i Talha'yı,
Hazret-i Âişe'yi ve Hazret-i Muaviye'yi birer suçlu gibi karşımıza
dikerek yargılamaya kalkıştık ise, Allah'a çok tevbe edelim ve
ayrıca o sahabelerin rûhâniyetlerinden özür dileyelim.
Bazı kişilerin başlattığı Hazret-i Ali taraftarlığı
zamanla bir mezhebe dönüştü. Hazret-i Ali karşıtı sahabelere hakaret,
ibadet gibi benimsendi. Bununla yetinilmeyip mâkabline(geriye)doğru
işletildi ve Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer'e de dil uzatıldı.
Hazret-i Ali sahabelerden biriyken, Peygamberimizi de aşan kişiliğe
getirilmeye çalışıldı.
Kerbelâ faciasına gelince, Peygamberimizin kucağında
büyüyen Hazret-i Hüseyin'in ve yakınlarının vahşice şehid edilmelerini
nefretle kınıyoruz.
Ancak, Kerbelâ katliâmında Yezid ve İbn-i Zeyyad
ne derece suçlu ise, Hazret-i Hüseyin'e biat edip ısrarla Harem-i
Şerîf'ten Kûfe'ye dâvet edenler ve sonra Kerbelâ'da yalnız bırakanlar
da o derece suçludurlar.
Dinimizde mâtem diye bir şey yoktur. Ölenlerin
arkasından bağırıp, çağıranlara ve üstünü başını yırtanlara Peygamberimiz
lânet etmiştir. Zincir ve sopalarla kişinin kendini yaralayıp,
kan akıtması sevap değil, dalâlettir.
Alevî kardeşlerimizi Allah rızası için Kur'an'a
ve İslâm birliğine dâvet ediyorum. Özellikle Tevbe Sûresinin 100.
ve Fetih Sûresinin 18. âyetlerini dikkatlice incelemelerini ve
Allah'ın kendilerinden razı olduğunu bildirdiği sahabelere dil
uzatmamalarını rica ediyorum.
Cincilik ve bakıcılık konusuna da kısaca temas
edelim.
Günümüzde cinci ve bakıcı adı altında bir takım
soyguncular türedi.
Evlenemeyenler, işi bozulanlar, eşi ile geçinemeyenler,
eşyası çalınanlar, gönül darlığında, sıkıntıda olanlar ve inanç
zayıflığından bunalımda olanlar bu sapıkların kapılarında sürünüyorlar.
Dinimizde, gaybı (gizliyi) yalnız Allah bilir.
Peygamberler kendilerine vahiy yolu ile bildirilmeyen gaybî olayları
bilemezler.
Hazret-iYakub peygamber olduğu halde çok sevdiği
evlâdı Yusuf'un kuyuda olduğunu bilemedi.
Peygamberimizin devesi kaybolmuştu. Sahabeler
arayıp bulamadılar. Allah'ın izni ile Cebraîl geldi. Devenin yerini
ve yularının çalılara takılı olduğunu söyleyince gidip buldular.
Bir sefer dönüşü verilen istirahat molasında Hazret-i
Âişe' nin gerdanlığı kaybolmuştu. Peygamberimiz ve sahabeler aradılar,
bulamadılar. Hareket etmek üzere develer ayağa kalkınca, aranılan
gerdanlık Hazret-i Âişe'nin devesinin altından çıktı.
Peki, cinciler cinlerin vasıtası ile gizli şeyleri
bilemezler mi? Cinler halk arasında çok aşırı abartılmış olmalarına
karşın, gerçekte çok küçük ve âciz varlıklardır. Ayrıca, Peygamberimiz
hem tüm insanların ve hem tüm cinlerin Peygamberidir. Ebûbekir'ler
ve Ömer'ler peygamberimizin sahabeleri olduğu gibi, o zaman îman
eden cinler de Peygamberimizin sahabeleri idiler.
Eğer cinler gizli şeyleri bilselerdi, Peygamberimiz
kaybolan eşyaları onlara sorar ve istihbarat işlerinde onlardan
yararlanırdı.
Bir gün camiye giderken, genç bir din kardeşim
ağlayarak yanıma geldi: "Kayın pederim, kayın validem ve kayın
biraderim eşimi ve çocuğumu alıp götürmek için evime geldiler
ve eşyaları toplamaya başladılar" dedi.
Yardımcı olabilme ümidi ile evine gittik. Bizi
çok soğuk karşıladılar. Oturup bir kaç kelime konuşmaya güçlükle
razı edebildim.
Kayın valide söze başladı: "Kızımın evlendiği
üç sene oldu ve bu arada bir de torunumuz dünyaya geldi. Ancak
bir seneden beri kızımın içinde aşırı sıkıntı var. Hemen üç bakıcıya
gittim, üçü de kızıma büyü yapıldığını ve bunun da kocasının yakınları
tarafından yapıldığını söylediler."
"Peki", dedim. "Büyü yapıldığını ve hem kimler
tarafından yapıldığını bildikleri halde, neden yapılan büyüyü
çözemediler?"
"Çözmek için çok uğraştılar, çok muskalar verdiler
ve ben de dünyanın parasını harcadım ama, karşı taraf sürekli
tazeliyormuş", dedi.
Yüzlerine baktım, ne desem inandıramayacaktım.
Kayın biradere döndüm: "Allah rızası için, anneni ve ablanı hemen
arabana bindir ve annenin daha önce gittiği ve sözlerine kesinlikle
inandığı o üç bakıcıya birlikte gidin. Sakın daha önce gittiğinizi
söylemeyin.
Birinci bakıcıya, ablanın kız olduğunu, isteyenlerinin
olduğunu, ama bir türlü evlenemediğini söyleyin. Hiç düşünmeden
hemen ablana büyü yapılıp kısmetinin bağlandığını söyler.
İkinci bakıcıya, ablanın evli olduğunu, ancak
çocuğunun olmadığını söyleyin.
O da hemen büyü hikâyesini uydurup rahminin bağlandığını
söyler.
Üçüncü bakıcıya, ablanın altınlarının çalındığını
söyleyin.
O da yakınlarınızdan filân eşkâlde kişilerin çaldığını
söyler.
Eğer, inandığınız o üç bakıcı, ablanın evli olduğunu,
bir çocuğunun bulunduğunu ve altınlarının çalınmadığını bilip,
ancak kocasının yakınları tarafından büyü yapıldığını kesinlikle
söylerlerse, hem sizin masraflarınızı ben karşılayacağım ve hem
sizinle birlikte gidip o üç bakıcının ayaklarının altını öpeceğim"
diye yemin ettim.
"Ancak.. Sizin sorunuza göre hemen bir büyü hikâyesi
uydururlarsa, onların yalancı ve sahtekâr olduklarına inanır mısınız?"
dedim.
Kabul edip gittiler. İki saate varmadan dönüp
geldikleri zaman, ellerinden gelse o üç bakıcıyı boğup öldüreceklerdi.
Çok şükür yalancıların mumu sönmüş ve bir aile
yuvası yıkılmaktan kurtulmuştu. Sıkıntıdan kurtulması için beş
vakit namazını vaktinde ve güzelce kılmasını ve her gün yüz defa
"Lâilâhe illâ ente sübhaneke inniy küntü minezzâlimîn" duasını
okumasını tavsiye ettim.
Nefsin terbiyesi için tefekkür-ü mevt (ölümü hatırlama)
çok faydalıdır. Özellikle kabir ziyaretleri yaparken, ben de bir
gün bunlar gibi olacağım diye canlı tefekkür daha yararlıdır.
Hristiyanlar gibi saygı duruşu yapmanın, çiçek
ve çelenk koymanın ne ölüye ve ne diriye hiç bir yararı yoktur.
Üç İhlâs bir Fatiha veya onbir İhlâs veya Yasin
Sûresini okumanın, hem okuyana ve hem ölülere çok sevabı vardır.
Mezarlara ve türbelere ölülerden bir şey istemek
için gitmek yanlış ve sapıklıktır. Filân türbeye gidenin kısmeti
açılırmış, filân türbeye gidenin çocuğu olurmuş veya filân türbeye
çaput bağlayanın, adak adayanın her türlü dileği yerine gelirmiş
gibi söylentiler asılsız ve uydurma sözlerdir.
Türbelere mum yakmak, Hıdırellez gecelerinde ve
Nevruz günlerinde ateşler yakıp etrafında dönmek veya üzerinden
atlamak ateşperest mecûsî âyinlerindendir.
Eski İran, ateşperest ve süper güçtü. Süper güç
olmanın sağladığı avantaj nedeni ile, Türk boyları ve kavimleri
üzerinde çok etkili idi. İran'ın dili, kültürü ve sapık inançları
Türkler arasında çok yaygındı. Bu tür ateşperest âyinlerini ve
geleneklerini eski Türklere atfetmek yanlış ve iftiradır.
Günümüzde çok istismar edilen konulardan biri
de Atatürkçülük ve tarikatçılıktır.
Tek parti ve tek şef zihniyeti ile Türkiye'yi
12 yıl yöneten İsmet İnönü ve CHP 1950 seçimlerinde bozguna uğramıştı.
1954 ve 1957 seçimlerinde de yenilgiye uğrayınca 1960 seçimlerine
girecek gücü kalmamıştı. Millî iradenin dışında başka bir yolla
iktidara gelmeleri ve İnönü'nün rakibi Bayar'dan intikamını alması
gerekiyordu.
En kolay ve en kestirme yolu seçtiler. Celal Bayar'ı
ve DP iktidarını Atatürk düşmanlığı ile suçlayan kampanyayı başlattılar.
Belki Türkiye'ye yazık oldu ama, İnönü ve CHP başarıya ulaştılar.
Peki, İsmet İnönü ve CHP gerçekten Atatürkçü mü
idiler?Celal Bayar ve DP Atatürk düşmanı mı idiler?
Namık Kemal bir şiirinde :"Âyinesi iştir kişinin
lâfa bakılmaz" diyor.
1938 yılında cumhurbaşkanlığı makamına oturan
CHP genel başkanı İsmet İnönü..
1- Resmî dairelerdeki Atatürk'ün resimlerinin
yerine kendi resimlerini astırdı.
2- Üzerlerinde Atatürk resimleri bulunan bütün
paraları alel acele tedavülden kaldırdı. Yeni bastırdığı paraların
üzerine kendi resimlerini bastırdı.
3- Anıtkabir yaptıracağım diye, Atatürk'ün nâşını
tozlu, topraklı bir odaya kapattı ve 12 yılda anıtkabre 12 direk
diktirmedi.
4 - Yurdun pek çok yerlerine kendi heykellerini
diktirmeğe başladı.
Örnekleri çoğaltabiliriz, ancak günümüzde her
gün Atatürk edebiyatı yapanların, bildiri yayınlayanların ve gösteri
yapanların o dönemde dut yemiş bülbül gibi seslerinin çıkmadığını
hatırlatmakla yetinelim.
Ve özellikle bir gerçeğin altını çizelim. Eğer
İsmet İnönü' nün ve CHP'nin iktidarı bir süre daha devam etse
idi, bugün Türkiye'de Atatürkçülük diye bir şey bilinmezdi.
Tarikatçılık ve şeyhlik te en ucuz ve en kolay
istismar edilebilen konulardan biridir. Günümüzde üç beş tane
evliyâ hikâyesini ezberleyen ve bir kaç tane tasavvuf kavramını
belleyenler, yerden ot biter gibi kendi kendilerine şeyh oluveriyorlar.Filân
koldanız diye mübârek tarikat pirlerinin adını istismar ederek,
hem ceplerini dolduruyorlar ve hem genç hanım müridleri ile nefsânî
duygularını tatmin ediyorlar.
Peki, halkımız ve özellikle genç hanımlar neden
bu sapıklara yem oluyorlar?
"Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" derler. Gerçek
suçlular köşe başlarında ve ikbal koltuklarında kadehlerini yudumlarken,
sorumluları araştırmak, havanda su döğmektir.
Kuzey Irak'ta bilinçli bir otorite boşluğu oluşturulduğu
gibi, ülkemizde de bilinçli bir dînî otorite boşluğu meydana getirilmiştir.
Lâikliğin gereği olarak, dinin devlete ve devletin
dine karışmaması gerekirken, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kutsal,
saygın ve özerk olması gereken bir kuruluş, sıradan bir genel
müdürlük gibi bir bakanlığa bağlanmış ve siyasi iktidarın emrine
verilmiştir.
İktidardaki siyasi irade, dilediği kişiyi teşkilatın
başına getirebilir ve dilediği kişiyi kolundan tutup dışarı atabilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir ilçe savcısı
ve bir kilise papazı kadar yetkisi, güvencesi ve özerkliği yoktur.
Bu nedenle Diyanet teşkilatının halkın üzerinde inandırıcı otoritesi
yoktur.
Müslüman halkımızı her türlü sapıklıklardan, istismarcılardan
ve dinimizde olmayan aşırılıklardan korumanın tek ve kesin çözümü,
diyanet teşkilatını saygın, özerk, yetkili ve kutsal bir yapıya
dönüştürmektir.
Devlet bu kutsal görevi yerine getirmezse, müslümanların
oluşturacağı bir "ŞÛRÂ" bu otorite boşluğunu az çok doldurabilir.
İslâm şûrâsının gerçekleşmesi, lider konumundaki din kardeşlerimizin
tutumuna bağlıdır. Ekollerini oluşturan cemaatlerin aşırı iltifatlarının
etkisinden kurtulup din kardeşliğini kabullenmeleri şarttır.
Yalnız biz doğru yoldayız. Gelsinler bizde birleşelim
gibi inatçı, kibirli ve bölücü tutumu bırakıp, ön şartsız, kardeşlik
ortamında ve imtiyaz beklentisi olmadan eşit şartlar altında başlayacak
karşılıklı ziyaretlerle bu işin temeli atılabilir.
Sevgili Peygamberimiz, Ashabın gönüllerinde liderlik
tutkusunun kökleşmemesi ve kendilerini diğer arkadaşlarından daha
liyakâtli görmemeleri için, cihada gönderdiği birliklerin başına
değişik kişileri emir (kumandan) tayin ederdi.
Vefatına yakın Rumlarla savaşmak üzere hazırladığı
ordunun başına Hazret-i Üsame'yi emir tayin etmişti. Üsame çok
genç ve deneyimsiz olduğu halde, Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde
gibi büyük sahabeleri O'nun emrine vermişti. Hacdan gelen bir
din kardeşimi ziyarete gitmiştim. Evinde yakınları ve kalabalık
bir ziyaretçisi vardı.
Hacdan ve namazdan sohbet edilirken, ziyaretçilerden
biri şeriat kavramını kullanınca bazılarının hoşuna gitmedi. Derken,
edep sınırlarını zorlayan bir tartışma başladı. Hepsi müslüman
olduğunu söylüyordu, ancak bazıları şeriata karşı idiler.
Ev sahibinden başka hiç birini tanımadığım için
tartışmaya katılmak istemedim. Ama benim dinim tartışılıyordu.
Özür dileyerek söze başladım ve şeriata karşı olanlara sordum?
-Sizler de müslüman olduğunuza göre, her halde
kendi dininiz olan İslâm dininin şeriatına karşı değilsinizdir?
-Biraz durakladılar ve sonra, "Bizler bütün şeriatlara
karşıyız", dediler.
-Peki, size göre din ve şeriatın anlamı nedir?
-Hepsi birden; Namaz, oruç ve hac gibi Allah'ın
emirlerine din denir. Şeriat ise, baş kesme, kol kesme ve dört
kadınla evlenme gibi şeylerdir, dediler.
-İsterseniz bu konuyu biraz daha açalım ve öncelikle
din, İslâm, Kur'an ve şeriat kavramları üzerinde duralım dedim.
Kabul ettiler.
"Din: Allah'ın akıl sahipleri için koyduğu ilâhi
kurallardır.
İslâm: Teslimiyetçilik anlamında olup, yüce dinimizin
ismidir.
Kur'an: Allah'ın Cebrâil vasıtası ile Peygamberimize
gönderdiği ilâhi kitaptır ve İslâm dininin temel kaynağıdır.
Şeriat: Geniş yol anlamında olup, İslâm dininin
hükümlerine şer'i hükümler veya şeriat denir.
Bu dört kavram genelde aynı anlamda olmakla birlikte,
yerine göre kullanılış özellikleri vardır. Baş doktor yerine,
baş hekim veya baştabib ünvanlarının kullanılması gibi.
Örneği: Allah nikâhı veya Kur'an nikahı yerine,
dini nikâh kavramı kullanılır. Nikâhlı bir çiftin birlikte yaşamalarına
"meşrû" ve nikâhsız çiftin birlikte yaşamalarına da "gayri meşrû"
denir. Helâl kazanca "meşrû kazanç" ve helal olmayan kazançlara
da "gayri meşrû" denir.
Şere'a, yeşre'u fiilinin ismi mef'ûlü olan Meşrû
kelimesi, şeriata uygundur anlamındadır. Dine uygundur veya Kur'an'a
uygundur yerine şeriata uygundur anlamındaki Meşrû kelimesinin
kullanımı yaygındır.
Hastane bir bütündür. Dahiliye, hariciye ve bevliye
gibi bölümleri vardır. Din de bir bütündür. Akaid, fıkıh, muamelât
ve ukûbat gibi bölümleri vardır. İnançla ilgili konulara Akaid,
ibadetlerle ilgili konulara Fıkıh, evlenme, boşanma ve miras gibi
konulara Muamelât ve cezalarla ilgili konulara Ukûbat denir.
Tüm İslâmi inanç ve yaşantılar bu dört bölümden
biri ile ilgilidir ve bunların tümüne şeriat ahkâmı (hükümleri)
denir.
Cenazelerin yıkanmaları, kefenlenmeleri ve cenaze
namazlarının kılınıp toprağa defin edilmeleri kanûni bir gerekçe
veya zorunluluk olmayıp, şeriat ahkâmının uygulanmasıdır. Annesinin
veya babasının nâşını gereği yapılmak üzere din adamına teslim
eden kişi ve bu cenazenin dini merasimine katılanlar şeriatın
uygulanmasını kabullenmişlerdir.
Ancak, din bir bütündür. Bazı dini hükümleri kabullenip,
bazılarını kabul etmemek olamaz. "Ben müslümanım ama, dinci, İslâmcı
ve şeriatçı değilim" diyen kişi, dediği gibidir. Yani dinsizdir,
İslâmsızdır ve şeriatsızdır.
Şeytani bir metodla ve çok sinsi çalışan İslâm
düşmanları, camilerin yanındaki tabutların konulduğu bölümleri
görüntüleyip, işte! müslümanların camileri diye teşhir eder gibi,
dinimizdeki cezalarla ilgili çok ender yaşanan bir kaç olayı çarpıtarak,
işte! İslâm şeriatı diye göstermeye çalışmaktadırlar.
İslâm dinindeki gerçek kardeşliği, hoş görüyü,
bağışlamayı, zekat, öşür ve sadaka gibi sosyal yardımlaşmayı,
azınlık haklarını ve asırlarca uygulanan gerçekçi ve tek standartlı
din, inanç ve vicdan hürriyetini gözardı ederek yalnız baş kesme,
kol kesme ve dört kadınla evlilik konularını çarpıtarak gündemde
tutmaya çalışmaları iki yüzlülüktür.
Bu üç olaya da kısaca göz atalım.
1- Evet, İslâm'da kısas yani ölüm cezası vardır.
Meşrû bir sebebe dayanmayan nedenlerle silâh veya kesici ve yaralayıcı
bir âletle kâsden adam öldüren kişi katildir. Allah'ın adaletinin
uygulanması olan İslâm hukukuna göre, katilin cezası diyet veya
kısastır. Allah'ın adaletinde suç ve ceza arasında kesin bir denge
ve eşitlik oranı vardır. Taraflardan birine yapılacak aşırı sertlik
veya merhamet, karşı tarafın hakkına tecavüzdür. Bu davranış ise,
adaletsizlik ve zulümdür.
Katil, maktülü öldürerek yaşamına son vermiştir.
Katilin de kısasen öldürülüp yaşamına son verilmesi tam bir eşitlik
ve adalettir.
Maktûlün (öldürülenin) anası, babası gözyaşı dökmektedir.
Katilin anasının, babasının da aynı oranda gözyaşı dökmesi eşitlik
ve adalettir.
Maktûlün eşi dul ve yavruları yetim kalmıştır.
Katilin de eşinin dul ve yavrularının yetim kalması eşitlik ve
adalettir.
Maktûlün kardeşlerinin ve yakınlarının içlerindeki
intikam duygularının giderilmesi ve başka mâsum kanı akıtılmaması
için, adaletin en kısa zamanda uygulanması lâzımdır.
Yüce Rabbimiz: "Ey akıl sahipleri, kısasta sizin
için hayat vardır" buyuruyor.
Aşırı öfkelenen kişinin kalbinde merhamet kalmaz
ve hasmını param parça etmek ister. Kendisinin derhal kısasen
öldürüleceğini, hasta annesinin ve yaşlı babasının gözyaşı dökeceğini
ve genç eşinin dul ve yavrularının arkasından yetim kalacağını
düşününce, ya sabır diye geri çekilir.
Maktûlün en yakınları veya aynı derecedeki en
yakınlarından biri kısastan vaz geçerse, ceza diyete dönüşür.
Alınan diyet varislere helâl olup, Kur'an'daki miras hukukuna
göre taksim edilir. Gerek katilin durumuna ve gerek çoluk çocuğunun
durumuna acıyarak diyeti de almazlarsa bu çok büyük fazilettir.
Diyet ödüyerek veya af edilerek kısastan kurtulan katil derhal
serbest bırakılır.
Acı ve bilincin merkezi beyindir. Can denen hayvansal
hayatın merkezi de kalptir. Tüm bedeni kapsayan acıların hissedilmesi,
beyindeki merkezlerden gelen sinir sistemine bağlıdır. Beyindeki
acı ve bilinç merkezlerinin faaliyeti de, kalpten kan damarları
ile taşınan hayatın akımına bağlıdır.
Keskin bir kılınçla ve bir darbede kalp ile beyin
arasındaki bağlantı kesilince, baş ve gövde birer et parçası gibi
yere düşer ve kişi ölümün bilincinde olmadan ve zerre kadar acı
duymadan berzah âleminde kendini buluverir.
2-Hırsızlık suçuna gelince: Allah'ın adaletinde
suç ve ceza arasında eşitlik oranı olduğu için, el kesme cezası
mal karşılığı olmayıp hırsızlık fiilinin cezasıdır. Çünkü bahçede
dolaşan tavukları, açıkta bırakılan malları ve çayırlarda dolaşan
hayvanları çalanlara bu ceza uygulanmaz.
Ancak, kapalı yerlerde ve koruma altında olan
ve belirli miktara ulaşan para veya malları çalmak için, o kapalı
yerlere gizlice girip çaldığı paraları veya malları dışarı çıkardıktan
sonra yakalananlara bu ceza uygulanır.
Atalarımız, çocuk hırsızlığa yumurta çalarak başlar
demişler. Yumurta gibi ufak tefek ve kolayca çalınabilen şeylerle
başlayan hırsızlık, çocuk büyüdükçe çaldığı malların oranı da
büyür. Zamanla alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi, hırsızlık
fiili de bağımlılığa dönüşür.
Gecenin karanlığında elinde bıçak veya cebinde
silah olduğu halde, kapıların kilitlerini zorlayarak veya camları
keserek eve giren hırsız, artık dönüşü olmayan bir yola girmiş
ve hırsızlık onun için tam bağımlılığa dönüşmüştür.
Hırsızlık psikolojik bir olaydır. Evine hırsız
giren kişi, üzerinden uzun müddet atamayacağı korku ve evhamdan
oluşan psikolojik şokun etkisinde kalır. Özellikle içe kapalı
ve aşırı duyarlı kişiler, yaşam boyu korku ve evham psikolojisinden
kurtulamazlar.
Yakın çevredeki evlere hırsız girdiği haberi duyulunca
tüm çevre sakinlerinde korku, heyecan, evham ve gerilim olur ve
aylarca rahatça uyuyup dinlenemezler. Böyle korkulu, uykusuz ve
düzensiz yaşama genç hanımların ve çocukların beyinsel yapıları
ve sinir sistemleri dayanamaz.
İşte! toplumda korku, evham, sıkıntı, tedirginlik
ve gerilim gibi psikolojik bunalımlara neden olan hırsızlığın
önlenmesi için, hırsızların da aynı oranda psikolojik baskı altında
tutulmaları Allah'ın adaletinin gereğidir.
3-Dört kadınla evlilik konusuna gelince: İslâm
düşmanlığını ilke edinenler, bu konuyu da çarpıtarak ve çifte
standart uygulayarak istismar etmeye çalışmaktadırlar. Amaçları,
müslüman hanımları Allah'tan, Kur'an'dan koparıp dinsiz, imansız
yapmaya çalışmaktır.
Hayranı oldukları ve gönülden bağlı oldukları
çağdaş! hristiyan ülkelerindeki en üst düzey devlet adamlarının
parlamenterlerin, kongre üyelerinin ve ünlü kişilerin başta sekreterleri
ile olmak üzere pek çok kadınlarla olan gayr-i meşrû ilişkilerini
onaylayıcı, özendirici ve teşvik edici bir uslûpla ve boy boy
renkli fotoğrafları ile yayınlayanlar, meşrû nikâh söz konusu
olunca ateş püskürüyorlar.
Dört kadınla evliliği İslâmın altıncı şartı imiş
gibi göstermeye yeltenenlere "Halep orada ise, arşın burada" ata
sözümüz ile cevap verelim. Hem çok uzaklara gitmeye de gerek yok.
Osmanlı Devleti, şeriat ile yönetilen gerçek İslâm
Devleti idi. Sayıları çok az da olsa, Osmanlı döneminde yaşayanlar
halen mevcuddur. Ayrıca Osmanlı döneminde yaşayanların milyonlarca
evlâtları ve torunları hayatta olup her biri canlı şahidlerdir.
Lütfen, onlara soralım? Babalarının ve dedelerinin
kaçar adet hanımları vardı? Bu konuda geniş ve dürüst bir araştırma
yapılacak olursa, bu günkü tablodan, daha değişik bir tablo meydana
çıkmaz.
Bugün de yurdumuzda meşrû veya gayri meşrû iki
kadınla birlikte yaşayanlar vardır. Dün de vardı ve yarın da olacaktır.
Dünkü, bugünkü ve yarınki oranlar birbirine çok yakındır.
Birden fazla evlilik hiç bir dinin emri ve zorunlu
gereği olmayıp, bazı kişilerin (kadınlar dahil) ruhsal yapısından
kaynaklanan bir olaydır.
Semavi kitaplara bağlı tüm hak dinlerin amacı,
insanları şehvet bataklıklarına itmek değil, ruhsal olgunluğa
ve mânevi feyizlere eriştirmektir.
Şeriata karşı olanlardan biri ağlayarak sözümü
kesti. "Ben", dedi. "Kur'an'ı çok okurdum ve okuduktan sonra da
öpüp başımın üstüne koymayı âdet edinmiştim. Şu anda bir gerçeği
anladım ki, benim saygım Kur'an'a değil, ancak Kur'an'ın basıldığı
kağıtlara imiş."
Bu muhterem kardeşimizin isteği üzerine hep birlikte
tevbe-i istiğfar ve tecdidi iman ettik ve yine o kardeşin isteği
üzerine evine gidip dini nikâhlarını tazeledik.
Kur'an dili ile "Şecere'i habise" denilen ve zararlı
bitkilere benzetilen her türlü sapıklık hareketleri uzun ömürlü
olamazlar. Ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, gerek din adına
ve gerek din karşıtı olsun tüm sapıklık hareketleri az, çok taraftar
bulurlar.
Asr-ı Saadet'in en parlak Medîne devrinde, Abdullah
bin Ubey'in başını çektiği münafıklık hareketinin bile yüzlerce
taraftarı vardı.
Gönülsüz nişanlanan gençlerin gözleri ve kulakları
dışarıda olduğu gibi, İslâmın özü ile ve gerçek müslümanlarla
gönülleri uyum içinde olmayanların da gözleri ve kulakları dışarıdadır.
Her türlü sapıklık hareketlerini ilgi ile izleyip benimseyiverirler.
İblis'in başını çektiği her türlü sapıklık hareketleri,
gerçekte Allah tarafından bir imtihandır.
Allah'ın îmanlı, ihlâslı ve samimi kullarını hiç
bir sapıklık hareketi etkileyemez. Üstelik tüm sapıklıklarla mücadele
ederek mânevî, ulvî derecelere ve büyük cihad sevaplarına erişirler.
Allah'ın Selâmı ve Hidâyeti tüm inananlara olsun.
|