1-"Onlar
kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah'tan başa
düzme ilâhlar edindiler."(Meryem, 81)
"Onlar Allah'ı
bırakıp, güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile ilâhlar
edindiler" (Yasin, 74)
Bu iki Ayet-i Kerimeden
anlaşıldığına göre câhile-yet devri insanları kendileri için ilâh olduğuna
kanaat getirdikleri varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucuları
olduklarım,onların himayelerine sığındıklarında da ahdi bozmaktan meydana
gelecek sorumluluklardan ve çeşitli korkulardan kendilerini emin kılacaklarını
zannediyorlardı.
2-"Binaenaleyh
Allah'ı bırakıp taptıkları yalancı ilâhlar, Rabb'inin azap emri geldiği
zaman, onlara hiç bir fayda vermedi. Ziyanlarını arttırmaktan başka bir
işe yaramadı." (Hûd,101)
"Halbuki Allah'ı
bırakıp da çağırdıkları, hiç bir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp
duruyorlar. Onlar diriler değil ölülerdir. Ne zaman dirileceklerine şuurları
da yoktur. Sizin ilâhınız bir tek Hâk'tır." (Nahl, 20-22)
"Allah ile birlikte
başka bir ilâh daha edinip tapma. Ondan başka hiç bir ilâh yok."(Burada
düşünülmesi gereken şudur: İlâh kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de kullanılışı
iki mânâdadır. Birincisi: Mabut, hak olsun bâtıl olsun ayrım yapmaksızın,
insanların pratikte kendisine taptığı şeydir. İkincisi: Hakikaten ibadete
lâyık olan mabûd. Bu âyette ilâh kelimesi iki ayrı mânâsında da kullanılmıştır.)(Kasas,88)
"Allah'tan başkasına
tapanlar dahi hakikatte Allah'a eş tuttukları ortaklara tabi olmuyorlar.
Onlar kuru zandan başkasına uymuyorlar; onlar ancak yalandan başkasını
söylemiyorlar."(Yunus.66)
Bu ayetlerden anlaşılan
bir kaç husus:
a)Cahiliyet
devri insanları, ilâh edindiklerini sıkıntılı anlarında dua edip, yardıma
çağırıyorlardı.
b) İlâhları
sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce ölen şahıslar
da tapılanlar zümresine giriyordu.Nitekim "onlar diriler değil,ölülerdir.Ne
zaman dirileceklerinin şuuruna varamazlar."ayet-i kerimesi buna açıkça
delalet etmektedir.
c)Zanlarınca
ilâhları dualarını işiten ve kendilerine yardım etmeye güçleri yeten varlıklardı.
Burada okuyucuya,
duanın ve insanın ilâhtan beklediği yardımın ne olduğunun hatırlatılması
gereklidir. Bir şahıs mesela susamış olsa, hizmetçisini çağırır ve kendisine
su getirmesini emreder. Bir hastalığa yakalansa tedavi için doktor çağırır.
Şahsın hizmetçisinden veya doktordan bir şey istemesine dua diyemeyiz.
Adamın hizmetçiyi veya doktoru ilâh olarak kabul ettiğini de söyleyemeyiz.
Bu, insanın yaptığı sebep ve netice kanununa göre cereyan eden bir olay
olduğu için, bu kanunun hükmü dairesinden de çıkmaz. Lakin aynı şahıs,
susuzluk veya hastalıktan iyice bunaldığı anda, hizmetçisini veya doktoru
çağıracak yerde bir başka veli veya puttan yardım dilese, şüphesiz ki
ona bir sıkıntının giderilmesi için dua etmiş ve onu ilâh edinmiş olur.
Çünkü bu kimse kilometrelerce uzakta, mezarda yatan bir veliye dua etmektedir.
Bana öyle geliyor ki söz konusu şahıs, onu her şeyi işiten, gören, sebepler
alemi üzerinde bir çeşit egemenliği bulunan kudret ve hüküm sahibi olarak
algılıyor, dolaysıyla onun hakkında suyu ulaştırabilir ya da şifa verebilir
inancına sahip bulunuyor. Aynı şeklide sıkıntılı bir durumda su ve şifa
umarak bir puta dua etse, bunu da putun hastalık, sıhhat ve suya hükmünü
geçirdiğine, tabiat kanunları dışındaki bir manevi güçle gidermek için
gereken sebepler üzerine hükmünü geçirme kudretine sahip olduğuna inanarak
yapsa, o şahsı veya putu ilâh edinmiş olur.
Özetle, insanın
ilâh edindiği şeye dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce,
şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat
kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye
götüren düşüncedir.
3-"And
olsun ki biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helak ettik. Ayetleri,
belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit
Allah'ı bırakıp da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme ilâhlar
onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme ilâhlar
kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu onların yalanlarıdır; uydurmakta
oldukları şeydir." (Ahkâf, 27,28).
"Ben, beni yaratana
neden kulluk etmeyecek misim? Siz hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ben
O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer o çok esirgeyici Allah bana zarar
vermek isterse (iddia ettiğiniz) o şeylerin şefaati bana hiç bir fayda
vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar" (Yasin, 22, 23)
"Onu bırakıp
ta kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:" Biz bunlara
ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz. Şüphe yok
ki Allah, onlarla müminler arasında ihtilaf ede geldikleri şeyler hakkında
hükmünü verecektir." (Zümer, 3)
"Onlar Allah'ı
bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek şeylere toparlar.
Bir de; 'Bu putlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir' derler"
(Yunus, 18)
Bu ayetlerden anlaşılabilecekler
şunlardır:
Cahiliyet devri insanları,
ulûhiyetin, ilâh olduklarına inandıkları kimseler arasında paylaşılmadığı
ve hepsinden üstün bir ilâh olmadığı inancında değillerdi. Lügatlarında,
Allah kelimesi ile isimlendirdikleri her şeyden üstün bir ilâhın ilâhlığında,
onların da biraz nüfuz ve dahli bulunduğunu, isteklerinin bu yüce ilâh
huzurunda makbul olduğu, istek ve arzuların, onların şefaatleri sayesinde
mümkün olduğu noktasında toplanır. Bu gibi zanları sebebi ile, onları
Allah ile birlikte ilâh edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşılıyor ki, bir
insan birisini Allah katında kendisi için şefaatçi edinir, sonra da ona
dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterir, adaklar kurbanlar
sunarsa, bütün bunlar cahiliyyet devri insanının dilinde onu ilâh edinme,
ilâh seçme adını alır(Burada okuyucunun şunu bilmesi gerekir. Şefaat iki
kısımdır: a) Gerisinde bir tür kuvvet ve nüfuz bulunan şefaat. Bu tür
şefaatte, şefaat edenin kabul edilmesi zorunludur, b) İsteklerin içtenlikle
ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak şefaatin kabulünü zorunlu kılan
bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat. Birinci anlamda bir kimseyi Allah
katında şefaatçi kabul eden kişi, hiç şüphesiz onu ilâh edinmiş ve şefaatçiyi
Allah'a ortak koşmuş olur. İşte böyle bir şefaati Kur'an-ı Kerim kesin
olarak reddeder İkinci anlamdaki şefaate gelince, başkaları için peygamberlerin,
meleklerin ve salih insanların Allah katında bulundukları şefaat çeşididir.
Allah böyle bir şefaat talebini dilerse kabul eder, dilemezse kabul etmez.)
4)"Allah, "iki
ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilahtır. Onun için benden, yalnız benden
korkun buyurdu" (Nahl,51)
"Ben O'na eş
tanıdığınız şeylerden hiç bir zaman korkmam. Meğer ki Rabbim, hakkında
bir şey dilemiş olsun" (Enam,80)
"Biz ilâhlarımızdan
kimisi seni fena çarpmış demekten başka bir şey söyleyemeyiz." (Hud,54)
Bu ayetlerden anlaşıldığına
göre, cahiliye devri insanları şu yönlerden ilâhlarından korkuyorlardı:
Şayet her hangi bir sebeple ilâhların öfkesini çekerler veya kendilerine
olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık, mal ve
can noksanlığı gibi musibetlere uğrar ve çeşitli belâlarla karşılaşırlar.
5-"Onlar,
Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i ilâh
edindiler. Halbuki bunlar da bir olan Allah'a ibâdetten başkası ile emr
olunmamışlardır. Ondan başka hiç bir ilâh yok." (Tevbe,31)
"Heva ve hevesini
ilâhı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi bir bekçi olacaksın?"
(Furkan,43)
"Bunun gibi onların
ortakları (olan o putların hizmetçileri) müşriklerden bir çoğuna öz evlatlarını
kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermişlerdir" (En'âm,137)
"Yoksa onların
Allah'ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden kendilerine şeriat
çıkarıp yapan ortaklar mı var?" (Şura,21)
Bu ayet-i kerimeleri
düşünen kimse, ilâh kelimesinin, daha önce geçen mânâya geldiğini görecektir.
Burada tabiat kanunları üzerine hükmünü geçiren bir otorite tasavvurundan
eser yoktur. İlâh edinilen, ya insanlardan birisi veya bizzat insanın
kendi nefsidir. Bunu ilâh edinmeleri, insanların ona dua etmelerinden
veya kendilerine zarar ve fayda vereceğine inanmalarından yahut kendisinden
mükâfat beklenen birisi olmasından ileri gelmez. Onu ilâh seçmeleri, emirlerini
bir hukuk düzeni kabul etmeleri, emrettiğini yapıp yasaklarından sakınmaları,
helal ve haram kıldığı şeylerde O'na uyarak, emirlerini kendilerine kanun
telakki etmelerinden, bizzat emretme ve yasaklama yetkisine sahip olup,
ondan üstün bir otoritenin olmadığı inancına saplanıp kalmalarından doğar.
Birinci ayetten, Yahudi
ve Hristiyanların alimlerini ve din adamlarını nasıl Allah'tan başka ilâh
edindiklerini açıkça anlıyoruz. Nitekim aynı husus, İmam Tirmizi ve İbn-u
Cerir'in, Adiyy b. Hatem (r.a.) den rivayet ettikleri hadis de şöyle açıklanıyor:
"Adiyy b. Hatem boynunda altın bir haç olduğu halde Resulullah'ın
yanına girdi. Resulullah, yukarıda bahsi geçen ayeti okuyordu. Adiyy diyor
ki "Onlar (hıristiyanlar) din adamlarına tapmazlar" dedim. Resulullah:
"Hayır taparlar: Din adamları, halka helâli haram, haramı helâl kılar;
halk da onlara uyar. İşte Hıristiyanların din adamlarına ibâdeti budur."
İkinci ayetin mânâsı
gayet açıktır. Şöyle ki: Nefsinin arzularına uyan ve nefsinin isteklerini
her şeyin üstünde gören kimse, nefsini kendisi için ilâh edinmiş olur.
Son iki ayette ise
"ilâh" kelimesi yerine "(şürekâ) ortaklar" kelimesi
kullanılmıştır. Burada şirkten maksat, uluhiyette Allah'a ortak tutmaktır.
Yine bu iki ayete göre, herhangi bir şahsın veya topluluğun Allah'ın emrine
dayanmayan bir kanun, bir şeriat, bir belge meydana getirmeleri halinde,
bu kanun koyucusu ile Allahu Teala'ya şirk koşmuş oluyorlar.