EVRENSEL İNKILÂB
Biraz önce de ifade
ettiğimiz gibi; İslam prensiplerine uymayan batıl sistemleri yıkıp yerine
İslam düzenini getirmek İslam'da cihadın ana gayesidir! Yalnız bir bölgeye
ve bir kitleye özgü olmayan, bu yüce ideal, bu evrensel İslam inkılabı
ideali İslam'ın en yüce gayesi ve en büyük ideali ve bütün insanlığı
içine alan evrensel bir inkılabtır. Kuşkusuz ki Müslümanların gayesi
her şeyden önce yaşadıkları topraklarda İslam inkılabını gerçekleştirip,
bu topraklardaki batıl sistemleri yıkmaktır. Ancak Müslümanların hedefi
bununla bitmez asıl gaye ve en büyük hedef bütün bir yeryüzünü kuşatan
evrensel inkılabı gerçekleştirmektir; Bu ırkçılığa asla sapmayan, bütün
insanlığın kurtuluşunu ve mutluluğunu sağlayan bir inkılabtır. Bu inkılabı
bir millete ya da bir bölgeye özgü görmek mümkün değildir. Müslüman
yükümlülüğünden dolayı bu evrensel inkılabı her an göz önünde bulundurmak,
bir an dahi unutmamak zorunluluğundadır, Hak davası coğrafi bir sınır
tanımaz. Hakikatin yurdu yoktur. Hakikat, coğrafyacıların kabul ettiği
sınırlamalara kanmaz.
Bazen öyle bir durum söz konusu oluyor ki falan hakikati söylüyor ya
da filanın görüşü doğru diyorsunuz ancak bir süre sonra o beşeri görüşlerin
yanlışlığını kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Ancak hakikat her zaman
ve her yerde hakikattir. Dağların yüceliği denizlerin genişliği, mesafelerin
uzaklığı onu değiştirmez. Yararı genel, bölgesi geniştir hakikatin.
Bir bölgeye veya bir topluluğa özgü olamaz. Nerede insanlık ezilirse,
hakikatin oraya ulaşması, zayıfın gasbedilen haklarını alması gerekir;
putçu zalimlerin kurdukları zalim sistemleri devirmesi gerekir. Yüce
Allah buyuruyor: "Size ne oluyor da Rabbimiz! Bizi halkı zalim
olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından
bize bir yardımcı lütfet diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar
uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa Suresi, 75)
Beşeri istekler, ilişkiler, vatani ve milli ayrılıkların etkisiyle oluşmuş
olan ayrılıklar bireyler arasında kapsamlı bir yakınlaşmaya engel olur.
Bununla birlikte aynı yerde yaşayanlardan bir kısmının kendi düzen ve
kurallarına boyun eğmek istememesi, doğal olarak bu düzenin eksiksiz
bir şekilde uygulanmasına engel teşkil eder. Bundan dolayıdır ki Hizbullah
kendisini korumak, büyük bir yenilik ve düzenlemeyi gerçekleştirmek
için bu ilahi düzeni bir bölgede ya da bir kıtada uygulamakla kalmayıp
bütün dünyaya yaymak zorunluluğundadır. Bununla beraber bu evrensel
inkılabı gerçekleştirebilmek için bütün gücüyle çalışmak, görevindedir.
Hizbullahın hangi koşullar altında bulunursa bulunsun bir an dahi davasından
yüz çevirmesi söz konusu olmamalıdır. Bunu da gerçekleştirebilmek için
bir taraftan İslam ülküsünü yayması; görüşlerini anlatması, bütün bir
yeryüzünde yaşayan her cinsten ve her sınıftan insanlara, iki dünyanın
mutluluğunu sağlayacak düzenin sadece ve sadece İslam olduğunu göstermesiyle
mümkün olacaktır. Bununla da kalmayıp bütün bir gayretiyle didinmesi;
hak ve adalet düzenine karşıt putçuların kurduğu sistemleri elinden
geldiğince ya da gerekli ortamı bulduğunda yıkıp yerine İslam'ın eskimez,
solmaz, ölmez düzenini getirmesi gerekir.
İşte İslam'ın yolu... İşte Resulullah'ın metodu... Ve işte ondan sonra
gelen halifelerin yolu...
Peygamber önce, İslam'ın ufuklarında doğduğu Arap yarımadasından harekete
başladı, orayı İslam'ın hakimiyeti altına aldı. Sonra kenar beyliklerini
İslam devletine kattı. Daha sonraları ise, yeryüzünde hüküm süren o
günkü kralların tümünü de hak dine davet etti; tek Allah'a kulluk etmeye
çağırdı. İşte bu çağrıya uyanlar, İslam sınırlarının sitesi sınırlarına
alınıp bu sitenin bireyleri arasına katıldılar. Bu ilahi davete kulak
asmayıp iman etmeyenler ise öldürülmeye başlandı.
Allah'ın yüce Resulü Rabbine kavuşunca yerine geçen halife Hz. Ebu Bekir
döneminde, o günkü dünyanın en büyük krallıkları olan köhne Bizans ve
kof İran üstüne akınlar başlatıldı. Sözü edilen bu iki devlet o dönemde
yeryüzünün en güçlü devletleri idi. İşte bu devletlere karşı Sıddık-ı
Azam'ın açtığı bu çığır, daha sonraları Ömer Faruk döneminde daha da
hızlanarak devam etti. İlk büyük İslam devletini kurma şerefi böylece
Hz. Ömer'e nasip oldu. Çünkü Hz. Ömer döneminde İslam davetinin gölgesi
dünyanın iki büyük kıtasına kadar uzanmıştı.
Bizans, Mısır, Pers ülkelerindeki halk ilk önce, Arapların ara arda
kazandıkları bu büyük fetihleri eski zamanlarda sömürmek ve köleleştirmek
için yapılan sıradan işgaller ve saldırılardan kabul etmişlerdir. Onlar,
sözü edilen bu fetihleri yapan Arap milletini önceleri gelip geçen,
yağmacılık yapan, yeryüzünü kana bulayan zayıf milletleri inim inim
inleten barbarlar güruhuna benzetiyorlardı. Bundan dolayıdır ki, önce
Bizans ve İran krallarına sığınarak Müslümanlarla savaş yapmayı göze
alanlar vardı. Ancak Müslümanların tavırlarını görüp neden savaştıklarını,
evrensel İslam inkılabının özelliklerini, böylece de; Arapların ırk
kavgası gütmediklerini, milli çıkar ve kinleri için kılıçlarını kuşanmayacaklarını,
ülkelerini bırakıp adalet ve insaf ölçülerine dayalı İslam düzenini
hakim kılmak için savaşa çıktıklarını, zayıf milletlerin gelir kaynaklarını
sömüren zalimlerin kurduğu insafsız sistemleri devirmek istediklerini,
uluhiyet iddiasında bulunacak kadar gururlanan Kisra'ların, Kayserlerin
zulüm ve baskılarını yıkmak için kılıç kuşandıklarını, evet bütün bunlar
öğrenilince, fatihlerin yüce ideallerini, samimi gayelerini anlayınca
hemen İslam'a yönelmişler; İran ve Bizans'a karşı saldırıya geçmişlerdir.
Artık bundan sonra Bizanslıların ya da İranlıların yanında savaşmak
zorunda kaldıklarında -durum bunu gerektirdiğinden- istemeye istemeye
'onların yanında bulunmuşlar; içten içe ise onlara karşı cephe almaya
başlamışlardı. Bundan dolayıdır ki, ilk Müslümanlar her yerde büyük
zaferler kazanmışlar ve tarihin sayfalarını büyük zaferlerle süslemişlerdi.
Yabancılar, İslam ülkesinde İslam'ın ölçüsüne uygun adaletli bir düzenin
kurulduğu, İslam devletinin ülkeye refah ve huzur getirdiğini gördüklerinde
İslam'ın davetine uyuyor, topluca, fertçe bu evrensel düzene katılıyor;
onun evreni kapsayan sancağı altına sığınıyorlardı. Öyle ki; gün geliyor
onlar bu evrensel inkılab sancağını taşımaya başlıyorlardı. Dolayısıyla
da ülkelerden ülkelere, kıtalardan kıtalara at koşturup insanlığa bitimsiz
bir mutluluğun kaynağı olan bu ilahi düzeni sunuyorlardı.
|
|
 |
|