NE SÖMÜRGE, NE KÖLELİK
Bir kez daha tekrar
ediyor ve diyoruz ki İslam'da cihad ancak Allah yolunda olur ve ancak
O'nun rızasını kazanmak için savaşılır. Allah yolunda savaşıp meydanlarda
zaferler kazanan Müslümanların, büyüklük taslayan pulcuların veya diktatörlerin
yaptıkları gibi yapıp onların düştüğü seviyeye düşmeleri elbette doğru
değildir. Çünkü müslüman, Kisra'lar gibi saraylar yapmak, milletleri,
ülkeleri köleleştirmek, kişisel çıkarını ve düşük şehvetini dindirmek
için savaşmaz. O, milletlerin gelir kaynaklarına zeballa gibi çöken
ve bu kaynakları kişisel çıkarları uğrunda peşkeş çeken, Allah'ın zavallı
kullarını gayesi uğrunda berheva eden imansız putçular gibi savaşmaz.
Kesinlikle hayır!.. Onlar gibi savaşmak Allah'a yemin ederim ki kesinlikle
cihad değildir. Bu şekilde savaş ancak ve ancak tağut yolunda savaştan
başka bir şey değildir. İslam; bu çeşit savaşlardan, bu çeşit yönetimlerden
uzak, çok çok uzaktır.
İslam'ın anladığı anlamda cihad, zorluklara göğüs gerip dünyanın geçici
lezzet ve arzularını umursamadan bütün güçlüklere katlanıp Allah yolunda
nefsi arzuları yok eden bir eğitimdir .Allah Müslümanlara zaferler bahşedip,
yönetimi ellerine aldıklarında devleti yönetenlerin katlanacağı zahmetler
elbette ki pek çoktur. Bazen bu öyle bir durum alır ki; haftalarca,
aylarca gündüzleri rahat yüzü görmez, geceleri uyku nedir bilmez bu
idareciler. Ara vermeden halkın ve ülkenin yararını zayıf ve fakirlerin
hakkını hukukunu gözetmek zorunda kalırlar. Bununla beraber mü'minlerin
emiri; ülkenin ve milletin durumunu düzeltip ayrılıkları yok edip yönetimde
başarılı olduğundan dolayı, bütün bunların karşılığını görmesi için
hayatın zevklerini tadıp krallara özgü saltanat sürmesi söz konusu değildir.
Oysa, bugünkü devlet adamlarının birçoğu o görkemli ve zevkli hayata
özenerek hükümet koltuğuna göz dikmektedirler.
"Üstünlük ancak takva ile olduğundan" dolayı İslam'da yönetenler
ile yönetilenler arasında bir ayrıcalık yoktur. Yönetenin Allah ve Resulünün
emirlerini uygulamaktan başka hiçbir yetkisi yoktur. Müslüman yöneticinin,
kocaman köşklerde, süslü saraylarda oturarak halkına büyüklüğünü göstermesi
doğru değildir; halkı kölesi gibi kullanıp diktatörce yaşamaya hakkı
yoktur. Çünkü İslam'ın emirlerine aykırı bir hareket alanı yoktur. Allah'ın
kitabına ve Resulünün sünnetine dayanmadan kendiliğinden, hareket etme
özgürlüğü yoktur. Kendisine ne kadar yakın olursa olsun, eğer bu yakını
haksız ise hakkın küçüklüğüne büyüklüğüne bakmadan haklının hakkını
almak zorunluluğundadır. Kimseyi cezalandırmaya ya da ödüllendirmeye
yetkisi İslam'a uymadığı sürece yoktur. Kısacası bütün eylemlerinde
kitap ve sünnete uymak zorundadır. Öyle ki; haksız olarak kimsenin bir
karış yerini, hardal tanesi kadar olsa bile; eşyasını alamaz. Normal
koşullar altında orta halli bir ailenin geçineceğinden fazla bey tül-mal'dan
(devlet hazinesi) para alması haramdır.
Devlet adamlarına miskin demek ne kadar da doğru! Müslümanları yöneten,
bu kadar ağır ölçülerle çevrili olan kimseden daha miskin, şefkate daha
layık kim olabilir ki? Öyle ki böyle bir kimse yüksek binalar yapamaz.
Yaşaması için şart olmayan lüks nimetlerden yararlanamadığı gibi bir
an dahi olsa görevini geciktiremez. Çünkü o, her an Allah'ın huzurunda
çetin bir sorgulamaya tutulacağını düşünür.
İşte yönetici bu sorumluluk bilinci, bu Allah korkusu ile nefsi arzularına
gem vurur, gece ve gündüz kendisini oto-kontrolden geçirir. Müslüman
yönetici; küçük büyük, iyi-kötü eylemlerinden ötürü yüce Allah'ın huzurunda
hesaba çekileceğini bilir ve buna inanır. O hep şu düşünce içindedir:
"Bana verilen emanete ihanet edip başkalarının bir karış toprağını
gasp edersem, haksız yere Allah'ın arzında büyüklenerek zulüm ve haksızlık
yaparsam, devletin işlerine kişisel çıkarlarımı karıştırıp nefsani arzularımın
biçare bir esiri olursam kıyamet gününde ilahi huzurda ben ne yaparım?..
O'nun huzuruna hangi yüzle varırım?.." Evet o bütün bunları düşünür
ve yapacağı kötülüklerden sakınır; Allah'ın gazabından korkar.
Alemleri yaratan Allah'a yemin ederim ki, dünyayı seven, bu geçici hayatın
zahirine aldanıp tadını ve zevkini çıkarmak isteyen kimse, Müslümanların
başına geçemez. Eğer bütün bu saydığımız kötü özellikler kendisinde
olduğu halde böyle bir sorumluluğu yüklenmeye soyunan kimselere rastlarsanız,
biliniz ki böyleleri ya aptal ya da delidir. Böyleleri ne yaptığını,
ne durumda olduğunu bilmiyor demektir. Çünkü ticaret ve sanatla uğraşan
birisi her ne kadar fakir de olsa İslamî devletin yöneticisinden daha
rahat ve mutlu bir hayat sürebilir. Sanatkar ve tüccar en küçük bir
sıkıntı duymadan gündüz çalışır, gece de tatlı tatlı rahat uykusunu
uyur. Ama ya halife?.. Acaba o işçi veya sanatkarlar kadar hayattan
zevk alabilir mi? Sıradan insanlar gibi yaşamanın zevkini çıkaramaz.
İşte İslamî yönetim ile diğer yönetim şekilleri arasındaki çok önemli
bir fark... İslamî olmayan yönetimlerde hakim olan sınıf, kendi çıkarı
için halkın gelir kaynaklarını sömürüp kendi rahatı için kullanır ve
halkı köleleştirir. Allah'ın arzında küfür tahtına oturup kendi kendilerini
putlaştırmak için uğraşırlar. Ancak, İslamî idarede yöneten sınıf, halkın
rahatını göz önüne alıp hiç bir ayrıcalık gözetmeksizin, herkese iyiliği
emrederler. Devletin hazinesinden orta halli bir vatandaş gibi yararlanabilirler.
İslam'ın tamamı tamıyla uygulanıp otorite sahibi olduğu dönemlerde valilerin,
hakimlerin ve devlet memurlarının aylık ücretleriyle bu günkü çağdaş
sömürgeci devletlerin vali, hakim ve memurlarına verilen yüksek miktardaki
ücretler arasında bir karşılaştırma yapıldığında İslam'ın, savaş ve
zaferleri ile, milletlerin başına bela olan sömürgeciler arasındaki
büyük fark ortaya çıkar.
Horasan, İran, Irak, Mısır gibi ülkelerin o dönemlerdeki valilerine
verilen aylık, bugünkü sömürgeci devletlerin en küçük memuruna verilen
aylık kadar dahi yoktu. Allah Resulünün büyük halifesi büyük Sıddık
Ebu Bekir (r.a.) hazretleri koca bir devletin başkanı olduğu halde aldığı
aylık yüz rupiyi geçmezdi. Onun yerine geçen koca halife büyük adalet
örneği Ömer (r.a.) hazretleri bile devlet hazinesinden bugünkü para
ile yüz elli rupiye alıyordu. Oysa devlet hazinesi yapılan fetihlerle
oldukça zenginleşmişti. İran ve Bizans hazineleri Medine'ye akıyordu.
Devletin hazinesi de Hz. Ömer'in (r.a,) elindeydi. Dilediği kişiyi altın
ve gümüş içerisinde isterse yüzdürebilirdi. Ancak adalet örneği halife
Ömer (r.a.), ayda yüz elli rupi ile orta halli bir vatandaşın yaşadığı
gibi yaşıyordu. Bazıları Müslümanların yaptıkları geniş zaferleri sömürgecilikle
karıştırırlar. Ancak İslam zaferleri ile sömürge imparatorlukları çok
çok farklı şeylerdir. Müslümanlar büyük ülkeler fethettiler, ancak kesinlikle
sömürgecilik yapmadılar.
İşte kılıktan kılığa sokmak, gerçek yönünü inkar etmek için imansızların
sürekli saptırmaya çalıştırdıkları "Allah yolunda cihad" ülküsünün
gerçek yönü.
Şimdi şöyle düşünebilirsiniz; "Nerede o güzel güzel sözünü ettiğiniz,
yükümlülük ve hedeflerim anlattığınız müslüman topluluk?.. Peki nereye
gömüldü asıl içeriğini açıklamaya çalıştığınız cihad ülküsü? Altı yüz
milyon müslüman topluluğundan hangi birisi o ilahi sisteme sarılıyor?
Neden bütün bu topluluklar ve ezeli ve ebedi hakikatlere sırtını dönmüş?.."
Evet bütün bu soruların cevabı çok çok acı ve derindir. Her şeyden önce
suç bizim değil, bizim neslimizden önceki nesillerin... Evet suç, İs-lamı
doğru yolundan çıkarıp hedefini saptırıp kalbinden vuran, onu yalnız
teşbih tıkırtılarından, tevhid sohbetlerinden, riyazet hallerinden ibaretmiş
gibi gören ve gösterenlerindir. Suç, Müslümanları, batıl ve hurafelere
bulandırıp cihadın zorluklarından (!) kurtarıp kendilerine göre kolay
kurtuluş yolunu (!) gösteren, onları kabirlere, zaviyelere, tekkelere
dolduran ve güya ebedi huzuru oralardan bekleyenlerindir, sorumluluk
ve suç, İslam'ın evrensel ve ebedi kurallarından uzaklaşıp ince ve derin
fıkhı meseleler üzerinde uğraşan, fıkıh havzalarında yüzüp neden yaratıldıklarını,
bu dünyaya geliş gayelerini unutanlarındır. Suç, İslam'ı gerçek gayesinden
saptırıp ulvi kurallarını unutulmaya mahkum müzelere gömenlerindir.
Bugün İslam'ın hakimiyetinin neden azaldığını, Müslümanların etkinliğinin
neden silindiğini öğrenmek isteyenler; Allah'a ve Resulüne inandığını
(!) iddia eden hükümdarlara, krallara ve başkanlara bir göz atsınlar.
Üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, böylelerinin bir kısmı İslam'ı öcü
gibi görüp yanlarına yaklaştırmak istemediği gibi, bir kısmı da İslam'ın
mübarek kitabına, peygamberin getirdiği ilahi düzene mevlüt törenleri
tertiplemekten, akrabalarının ruhlarını şad etmek (!) için hatim törenleri
düzenlemekten fazla bir hak tanımamaktadır.
Eğer biraz daha dindar bölgelerde yetişmişlerse, şairlerin kendilerine
yağ çekmek cin yazdıkları yalanla dolu övgüler gibi İslam'ı güya övücü
içerikte hitabeler ortaya koymaktan geri durmazlar. Ancak "Alın
işte Kur'an, ne duruyorsunuz uygulayalım derseniz her birisi kaçacak
bir köşe arar." Öyle ki Allah Kur'an'ın uygulamalarını onlara sanki
hiç emretmemiş. Onlar Allah'ın mümin kullarına yüklediği yükümlülüğü
yerine getirecek keyfiyette değildirler. Onlar İslam'ın emrettiği görevleri
uygulayacak güçte değildirler. Onlar rahat konumlarına ve tatlı hayatlarına
(!) devam etmekte, kolay kurtuluş yollarını seçmektedirler.
Davamızın sonu Alemlerin Rabbine hamd etmektir.
|
|
 |
|