Kur' andan Bir Nur Fatiha Suresi

 
 
 

Nîmetine Erdirdiğin Kullarının Yoluna

 
 

Allahım!Nîmetine erdirdiğin kullarının yolu olan Sırat-ı Müstekîme bizleri hidayet eyle ve o yolda bizleri onlarla beraber sâbit eyle..

Nîmet:Maddî ve mânevî, yani bedensel ve ruhsal olmak üzere iki kısımdır.

Maddî nîmet:Sağlıklı yaşam, mal, mülk ve yenilen, içilen gıdalara sahip olmaktır. Bu nîmetler, bedensel hayatla sınırlıdır. Bedensel yaşamın bittiği yerde, tümü gereksiz, geçersiz ve anlamsızdır.

Mânevî nîmet: Gerçek îmana erişerek, ihlâs, huzur ve takvâ üzere İslâmı bilinçli yaşayıp mânevî feyizlere ve ruhsal zevklere erişmektir. Ruhsal nîmetler kalıcıdır. Ruh, bedenden ayrılırken mânevî açıdan hangi makam ve hangi derecede ise, o makamın ve o derecenin tatlı feyizleri ve ruhsal zevkleri ile Cennet bahçesine dönüşen kabrinde huzurla yaşar ve berzah âleminde kuş gibi özgürce dolaşır.

Yüce Rabbimiz, Nisa Sûresi 69. âyetinde: Allah'ın nîmetine erişenleri Nebîler, Sıddıklar, Şehidler ve Salihler olmak üzere dört sınıf olarak bildirmektedir.

Nebîler:Peygamberler demektir. Peygamberlik makamı da, Nebî, Resûl, Ul-ul Azîm ve Hâtem-ül Enbiyâ olmak üzere dört sınıftır.

İlk peygamber Hazret-i Âdem ve son peygamber Hazret-i Muhammed'dir.

Peygamberlik vehbîdir, ilâhî lütûf olarak bazı kullara verilmiştir. Sayıları belirli ve sınırlıdır. Çalışılarak ve ibadetlerle erişilebilecek bir makam değildir. Gönülleri çok saf, şeffaf ve nûrânî olan peygamberler, meleklerle görüşüp sohbet ederler. Yeme, içme ve evlilik gibi beşerî ihtiyaçları, Allah'ın emri ve rızası doğrultusunda olup, akıl ve iradelerinin denetimindedir.

İnsanların en akıllıları olan peygamberler, emin, sâdık ve mâsum olup, Allah'ın emirlerini hiç kimseden çekinmeden tebliğ ederler.

Madde âlemindeki tüm denge, düzen ve kuralları alt üst eden Mûcize gücüne sahiptirler.

Allah'ın özel terbiyesi ile yetişen peygamberler, kendilerine vahiy yolu ile indirilen ilâhî kitabı, ilâhî iradenin dileği doğrultusunda anlayıp, anlatmak ve hayat nizamında uygulamak üzere Allah tarafından görevlendirilen ve yetkili kılınan mânevî liderlerdir.

Bakara Sûresinin 129. âyetinde :Peygamberlerin dört görevi bulunduğu açıkça bildiriliyor.

1- Allah'ın âyetlerini okumak. Kendilerine vahiy yolu ile indirilen âyetleri açıkça okuyarak ümmetine tebliğ etmek.

2- Kitaptaki hükümleri öğretmek. Kur'an'daki îmanla, ibadetlerle, muamelât denen evlenme, boşanma ve mîrasla ilgili hükümleri ve ukûbat denen haramlarla ilgili tüm hükümleri öğretmek.

3- Hikmeti öğretmek. Kur'an'daki işaretleri, incelikleri ve bunların uygulanması anlamında olan sünnetleri öğretmek.

4- Tezkiye etmek. Gönülleri nefsânî duyguların etkilerinden ve zulûmatından arındırıp, ruhsal duygularla ve Ahlâk - ı Muhammediye ile nurlandırıp ilâhî aşka eriştirmek.

En büyük mürşid ve en büyük terbiyeci olan peygamberleri ellerindeki haber bültenlerini okumakla görevlendirilen spikerler gibi algılamayalım.

İlk, orta ve liseyi bitiren ve üniversite sınavını kazanan bir öğrencinin insanlar tarafından ve Türkçe yazılan tıp kitaplarını kendi kendine okuyup tam anlaması ve pratiğe dönüştürüp canlı uygulamaya geçirmesi tek kelime ile imkânsızdır.

Tıp fakültesini okumayan ve hastanelerde staj ve ihtisas görmeyen bir öğrencinin kendiliğinden kalp ameliyatına kalkışması çılgınlık ve cinayettir. İslâm'ın ve Kur'an'ın hocası peygamberimizdir. Allah tarafından gönderilen tek yetkilidir.

Öğrencileri olan sahabeleri çeyrek asırlık bir dönemde, çok sıkı bir eğitim sistemi ile ve canlı uygulamalarla özel olarak yetiştirmiştir.

İslâm, peygambersiz ve sahabesiz bilinemez ve yaşanamaz. Peygamberimizi ve sahabeleri dışlayarak ve yok sayarak, Kur'an'ı kendi sapık görüşlerine veya arkasındaki karanlık güçlerin isteği doğrultusunda yorumlamak ve İslamın temel ilkelerini değiştirmeğe kalkışmak, öğrencinin çılgınlığından daha büyük çılgınlık ve cinayetinden daha büyük cinayettir.

Sıddıklar: Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı sıddıklardır. Her türlü hallerinde Allah'a, peygambere ve tüm dini hükümlere sadakatla bağlıdırlar. İnanç ve İslâmi yaşantıları olaylara bağlı değildir. İmanları yakîne ve ruhları huzur ve sükûna kavuştuğu için, olayların etkilerinden kurtulmuş ve gaflet perdelerini parçalamışlardır.

Dev dalgalara kapılıp açık denizlere sürüklenen gemilerde veya savaş alanlarında düşmanla göğüs, göğüse çarpışırken imanları ve ölüme bakış açıları ne ise, yatağında eşi ile yatarken de imanları ve ölüme bakış açıları aynıdır.

Şehitler : Hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendi hür iradeleri ile ve gönüllü olarak Allah yolunda ölen veya öldürülenlere şehit denir.

Sevdiği kadına kavuşmak için Mekke'den, Medine'ye hicret eden kişi sordu: "Ya Resulallah! Ben de Allah yolunda hicret sevabına kavuşur muyum?"

Peygamberimiz : "Ameller niyete bağlıdır. Her kişiye niyetinin karşılığı vardır. Allah ve Resulü için hicret edenin hicreti, Allah ve Resulü içindir. Dünya (menfaati) için ise, dünyaya ve kadın için ise evlenerek o kadına kavuşur. Hicretin karşılığı, hicret ettiği şeydir. (Buhari)

Ölen kişi, kimin veya neyin uğrunda öldü ise, onun şehididir. Hürriyet şehidi, demokrasi şehidi, devrim şehidi, inkilâp şehidi ve basın şehidi gibi.

Allah'ın dinini, Allah'ın kitabını ve Allah'ın nizamını hakim kılmak için, Allah yolunda ölen veya öldürülenler de Allah şehididir. Bunların mükâfatını Allah verecektir.

Salihler : Eshab-ı yemîn denen salihler, takva üzere hareket ettiklerinden imanın tadına ve ibadetlerin ruhsal zevklerine erişmişlerdir.

Sonsuzluk âlemi olan âhirete oranla bir saniye bile olmayan dünya hayatına aldanmazlar. Solacak çiçekler, dökülecek yapraklar ve çürüyüp toprağa dönüşecek bedenler onları oyalayamaz.

Her şeyi Allah için yaparlar. Allah için sever ve Allah için kızarlar.

Bunların çoğunlukta bulundukları toplumlarda huzur, feyiz, bereket, emniyet ve kardeşlik olur.

İşte! Sırat-ı müstakîm denen yol, bunların yoludur. Bunları seven ve bunların izinden gidenler dosdoğru yoldadırlar. Bunlardan ayrılanlar da, Sırat-ı müstakîm'den ayrılmış ve sapık yollardan birine saplanmışlardır.

Din karşıtı sapık ideolojiler ve sapık rejimler, halklara baskı ve zorbalıklarla kabul ettirilmeğe çalışılmıştır. Bu gibi sapıklar, iktidarı ele geçirdikleri ülkelerde, kendi sapık görüş ve inançlarını devletin rejimi diye, özel kanunları, olağanüstü mahkemeleri, yargılı ve yargısız infazları ve devlet terörü ile korumaya çalışırlar ve yapay hayatla yaşatmaya çalışırlar.

Dinlerin temel yapısında ise, inanç, ihlâs ve samimiyet vardır. Baskı, zorlama ve zorbalık yoktur. Bütün peygamberler halkın arasından seçilmiş halktan biri, yetkisiz ve güçsüz kişilerdir. Dövülmüşler, taşlanmışlar ve en çirkin hakaretlere ve işkencelere katlanmışlardır.

Bütün peygamberlerin insanları Allah'a daveti bu ortamda başlamıştır.

Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselam da, halkın içinden çıkmış ve halktan biri idi. Doğmadan babasını, altı yaşında annesini ve sekiz yaşında dedesini kaybetmişti. Çocukluğu ve gençliği maddi açıdan çok sıkıntılı geçmiş bir yetimdi. Okuma, yazma bilmez ve şiir söylemesini beceremezdi.

Ancak, akl-ı selimi, hayâsı, dürüstlüğü ve insancıl yaklaşımı ile, cahiliyye devrinin karanlıklarında nur gibi pırıl, pırıl parlayıp Muhammed-ül Emîn diye ün yapmış ve toplumun güvenini kazanmıştı.

"Kum fe enzir" emri ile Allah tarafından görevlendirilince titredi ve sarsıldı. Dünyanın en cahil, en acımasız ve en katı insanlarını Allah'a davet etme görevi ile emir olunmuştu.

Son Peygamberdi ve kıyamete kadar başka Peygamber gelmeyeceğinden, dinin sağlam temeller üzerine oturtulması gerekliydi.

Bu ilahî emir evinde yatarken gelmişti. Yanında çok sevdiği eşi Hazret-i Hatice vardı. Hatice Cebrail'i görememiş ve vahiy olunan ayetleri duyamamıştı. Ancak, tertemiz gönlü bir şeyler sezmiş ve ruhsal açıdan çok duygulanmıştı.

Peygamberimiz kendisini hayretle izleyen zevcesine durumu açıklayıp imana davet edince, Hatice hemen kabul etti. Peygamberimizle birlikte Kelime-i Şahadet'i getirerek iman etti.

Erkeklerden Ebu Bekir, azadlılardan Zeyd ve çoçuklardan Ali de imana gelince, Peygamberimizin dört tane ümmeti oldu.

Mekke müşrikleri de tüm kâfirler gibi çok katı ve acımasız insanlardı. Aşırı şarab içer, zina eder, zayıfları ezer ve sonra elleri ile yaptıkları putlarına (heykellerine) gidip tapınırlardı. Kendi öz kızlarını diri, diri çukurlara itip gömecek kadar insan suretinde birer canavarlardı.

Cahiliyye devrinin kötü alışkanlıklarına uyum sağlayamayan ve taşlara saygı göstermenin gereksiz olduğunu düşünenler de vardı.

Ebu Bekir bunlardan biri idi. İman edip gerçek kişiliğine, ruhsal huzura ve manevi zevklere kavuşunca, yakın arkadaşlarından Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Sa'd bin Eb-î Vakkâs ve Zübeyir bin Avvam'ı gizlice İslâma davet etti ve Peygamberimizin yanına götürdü. Sonradan Aşere-i Mübeşsere diye Cennetle müjdelenen on kişinin arasında olan bu beş kişi, Peygamberimizi biraz dinleyince hemen Kelime-i Şahadet'i getirerek iman ettiler.

Peygamberimizin ve iman edenlerin gizli çalışmaları ile müslümanların sayısı çoğalmaya başlayınca, müşriklerin azılı canavarları putlarını ve rejimlerini korumak için harekete geçtiler. Öncelikle kölelere ve gariplere örneği görülmemiş işkencelere başladılar.

Allah'ın yaktığı nuru, pis nefesleri ile söndürmeğe yeltenen müşrikler, Mekkede zulüm, baskı ve terör estiriyorlardı. Peygamberimizi ve müslümanları bölücülükle suçlayıp, halkı putlarının ve sapık rejimlerinin etrafına toplanmaya zorluyorlardı.

Ve .. İslâm ilk iki şehidini verdi. Yasir ve zevcesi Sümeyye, aç susuz günlerce kızgın çöllerde vahşice işkence edildiler ve sonunda şehit edildiler.

Müşrikler zulüm ve işkenceye doymuyorlardı. Bilâl, Ammar, Habbab ve Suheyb gibi garipler başta olmak üzere, müslümanlara karşı korkunç ve acımasızca işkenceler devam ediyordu.

"İt ürür, kervan yürür" derler. İtler ürüyordu, saldırıyordu ve ısırıyordu. Ama İslâm kervanı yürüyordu ve her geçen gün müslümanların sayısı çoğalıyordu.

Peygamberimiz yeni gelen âyetleri derilerin (kağıt olmadığı için) üzerine yazdırıp gizlice ve kuryecilik yolu ile müslümanların evlerine ulaştırıyordu. Ayrıca sahabelerini küçük gruplar halinde toplayıp sohbet ediyordu.

Bu satırları yazarken, çocukluğumda başımdan geçen bir olay aklıma geldi.

Camiler ahır ve samanlık yapılmış, ezanlar "tanrı uludur" diye değiştirilmiş ve Kur'an okutulması ve öğretilmesi yasaklanmıştı.

Allah için her şeyi göze alan, yaşlıca ve bir ayağı topal olan bir hoca hanım, üç, beş talebesine gizlice Kur'an öğretmeğe çalışıyordu.

Yıl, 1939 ve ben altı yaşındayım. Yaşım küçük olduğu için, gizlice gidip gelmeyi beceremezsin diye beni kabul etmedi. Rahmetli Annemin yalvarışlarına dayanamadı ve beni de talebeliğe kabul etti.

Gizlice ve kısık sesle Kur'an'ı okurken, polisler evi bastılar ve bizi suç üstü (!) yakaladılar. Çok korkmuştum. Tir, tir titreyip ağlıyordum ve altımı ıslatmıştım. Ve şu anda bu satırları yazarken yine ağlıyorum. Çevredeki bütün kadınlar yalın ayak koşuşup geldiler ve çocuklar gibi ağlayıp polislere yalvardılar.

Netice değişmedi. Yaşlı ve topal hoca hanımın sırtına rahleyi ve Kur'an'ı yüklediler ve yetişkin talebeleri ile birlikte karakola götürdüler.

Tüm İslâm âleminde öyle karanlık günlerin tekrar yaşanmamasını Yüce Mevlâdan dileyerek tekrar Asr-ı Saadet'e dönüyorum.

Göç: Ezilen savunmasız insanların ortak çilesidir. Mekke müşriklerinin aşırı işkencelerine dayanamayan müslümanlar, Peygamberimizin izni ile göçe (hicrete) başladılar. İlk göçler Habeşistan'a oldu. Sonra Akabe biatları ile Medine yolu açılınca bütün müslümanlar Medine'de toplanmaya başladılar.

Peygamberimizin Ebu Bekirle birlikte Mekke'den Medine'ye göç etmesi ile Medine devri başladı.

Karabulutlar dağılmış, zulüm ve işkence dönemi bitmiş ve İslâmın güneşi doğmuştu. Müşriklerin katı kuralları yıkılmış ve putları devrilmişti.

Medine'de ilk İslâm devleti kurulmuştu. Allah'ın nizamı, Allah'ın adaleti ve Kur'an'ın hakimiyeti vardı.

Sahabe denilen o mutlu kişiler, Peygamberimizin sohbetinin mânevi feyzi ve bereketi ile, cahilliye devrinin pisliklerinden ve kötü bağımlılıklarından arınıp, velîlerin ulaşamayacağı derecelere yükseldiler. Peygamberimizin gönül pınarlarından fışkıran mânevi feyizleri ve ruhsal zevkleri kana, kana içip, tüm duyguları ile tatmin oldular. Her biri Ahlâk-ı Muhammediye ile ahlâklanıp, Peygamberimizin emrinden ve izinden ayrılmadılar.

Doğuştan kör olanlara renkleri anlatmak güç ve belki imkânsızdır.

Sevgili Peygamberimizi rüyalarında bir kerecik görenler, söz ve yazı ile anlatılmayacak ruhsal zevkleri günlerce yaşarlar ve ömür boyu unutamazlar.

Karaya vuran balıkların tekrar denize atlamak için çırpındıkları gibi, aynı rüyayı tekrar, tekrar görebilme ümidi ile çırpınırlar.

Peygamberimizle birlikte yaşayan sahabeler için açlık ve çileler, çocukların toz, toprak içinde zevkle oynamaları gibi bir şeydi.

Dünyada her şeyin bir sonu vardır. Cennetlerden çok daha tatlı olan Peygamberimizle birlikte yaşama dönemi de sona yaklaşıyordu.

Veda Hacc'ında, Arafat vakfesinde : "Bugün dininizi tamamladım" âyeti gelince, tüm sahabeler sevinirken, Ebu Bekir ağlıyordu.

Neden ağladığını soran Peygamberimize: Ya Resulallah! Sen bu dini tebliğe geldin. Din tamamlandığına göre, görevin bitmiş olacaktır. Korkarım ki yakında aramızdan ayrılacaksın diye, hem ağladı ve hem tüm sahabeleri ağlattı.

Ebu Bekir ictihadında aldanmamıştı. Hac dönüşü Safer ayının sonlarında rahatsızlaşan Peygamberimizin hastalığı rebiü-l evvel ayında ağırlaşmaya başlamıştı.

Ezan okununca mescide kadar gidip namazı kıldırıyordu. Ancak Ashabıyla sohbet edemeyip evinde istirahata çekiliyordu.

Sahabeler şaşırmışlardı. Yemekten, içmekten kesilmiş ve uykuları kaçmıştı. Ne yapmalı idiler? Ne yapabilirlerdi? Mescidin çevresinde şaşkın, şaşkın dolaşmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu.

Ashabının çok üzüldüğünü öğrenen Peygamberimiz, Ali ile Fadl'ın kollarına girerek minbere çıkıp oturdu ve Ashabına: "Benim için çok üzülüyormuşsunuz, hangi peygamber ümmeti ile ebedi kaldı ki, ben de sizinle kalayım" dedi.

Ashabına nasihatlerde bulunup helallaştı ve sonra minberden inip evine gitti.

Hazret-i Bilal sabah ezanını erken okurdu. Sonra Peygamberimizin kapısına giderek, "Essalâh ya Resulallah!" diye Peygamberimizin çıkışını bekler ve birlikte mescide gelirlerdi. Peygamberimiz mihraba doğru yürürken, Bilâl de kâmete başlardı.

Peygamberimizin vefatına üç gün kalmıştı. Ogece gönlü daralan ve içi yanan Bilâl, sabah ezanını çok acıklı okudu. Herkes duygulanmıştı ve herkesin gözü yaşlı idi.

Hazret-i Bilâl, "essalâh essalâh" diye Peygamber kapısında bekliyordu. Peygamberimiz çok rahatsızdı ve mescide kadar gidecek gücü yoktu. Zevcesi Aişe' ye :"Bilâl' e söyle, Ebûbekir imam olsun ve namazlarını kılsınlar" dedi.

Mekke müşriklerinin en acımasız işkencelerine sabredip, sarsılmayan Bilâl, şimdi yıkılmıştı. İçi yandı, gözleri doldu, hiç konuşamadı ve güçlükle mescide geldi.

Peygamberimizi bekleyen gözler, Bilâl'i yalnız ve bitkin görünce bir şeyler sezdiler.

Bilâl doğruca Ebûbekir'in yanına gitti. Bir kelime konuşamadı. Ancak işaret ile mihraba geçmesini anlatabildi.

Namaz kılacak güçleri kalmamıştı. Herkes ağlıyordu. Ebûbekir güçlükle kendini toplayarak mihraba geçti ve tekbîr aldı. Ağlamaktan okuyamıyordu. Kadın, erkek, genç, ihtiyar ağlaya, ağlaya namazı kıldılar.

12 rebîu-l evvel pazartesi günü sevgili Peygamberimize biraz güç verildi. Yavaş, yavaş mescide gitti. Sahabelerini saf tutup Ebûbekir'in imametinde namaz kılarlarken görünce çok duygulandı.

Oturduğu yerde Ebûbekir'e uyarak son namazını kıldı. Namazı müteâkip doğruca evine gitti ve ölüm yatağına uzandı.

Sabah namazında Peygamberimizi mescitte görenler, iyileşiyor ümidi ile çok sevinmişlerdi. Bir kısmı önemli işlerini görmek için dağılırken, büyük çoğunluk ise, mescitte ve çevresinde beklemede kaldılar.

Beşerin kaçınılmaz kaderi olan ölümün belirtileri başlamıştı. Allah'ın son peygamberinin yüzü nûr gibi sararmış ve alnından boncuk gibi terler çıkmaya başlamıştı. Hazret-i Aişe, Peygamberimizin mübarek başını göğsüne dayamış, hem kendi gözyaşlarını ve hem Peygamberimizin terlerini silmeğe çalışıyordu.

Fâtıma kendini tutamayarak ağlıyordu. Peygamberimiz :"Ağlama kızım ağlama, senin göz yaşlarına meleklerin yüreği dayanmıyor" dedi.

Evet, Fâtıma ağlıyordu. Aişe ağlıyordu. Ezvâc-ı Tâhirat ağlıyordu. Dışarıda sahabeler ve göklerde melekler ağlıyordu.

Cebraîl son defa geldi ve Azraîl'in de gelmekte olduğunu haber verdi. Ye rasulâllah, Mele-i Âlâ'daki bütün melekler saf saf dizilip mübarek rûhunu karşılamak için bekliyorlar, dedi.

Ölüm meleği Azraîl de gelmişti. Hayatının en güç görevini yapıyordu. Allah'ın son resûlü sevgili Peygamberimizin Mukaddes, Müberrâ Rûh-u Pâkini alıp göklere yükseldi.

Peygamberimizin evinden gelen acı feryatlardan ve ağlama seslerinden dışarıdaki sahabeler durumu sezdiler.

"Acı haber çabuk duyulur" derler. Peygamberimizin vefat haberi bir anda Medîne'yi karıştırdı. Kadın, erkek, genç, ihtiyar ve çoluk, çocuk yollara dökülmüş, hepsi ağlıyordu. Mahşer yeri gibi nefsî, nefsî olmuştu. Anne kızını ve baba oğlunu görmüyordu. Özleri ağlıyordu, gözleri ağlıyordu.

Hazret-i Osman'ın dili tutulmuş, konuşamıyordu. Hazret-i Ali bir duvarın dibine çökmüş ve başını iki elinin arasına almış ağlıyordu. Şuurunu kaybeden Hazret-i Ömer, kılıcını çekmiş, sağa sola koşuyor ve "Muhammed öldü diyenin başını keserim" diye bağırıyordu.

Evine kadar gitmiş olan Hazret-i Ebûbekir, acı haberi duymuş, ağlayarak geliyordu. Doğruca Peygamberimizin evine gitti ve üzerindeki örtüyü kaldırıp, son defa Peygamberimizin yüzüne baktı. "Anam, babam, canım sana feda olsun" diyerek alnından öptü.

Erkeklerden ilk îman eden kendisi idi. Peygamberimizin yanından hiç ayrılmamıştı, ama doyamamıştı. Şimdi de ağlamaya doyamıyordu.

Ümmet yetim kalmıştı. Herkes yanmıştı. Herkes şaşkındı. Dışarıda tam bir kaos yaşanıyordu. Bir şeyler yapması lâzımdı. Güçlükle kendini toparlayıp dışarı çıktı ve etrafına toplananlara:"Biliniz ki, Muhammed ölmüştür.Ama Muhammed' in Rabbi Hayyun Lâ Yemût'tur" dedi ve sonra, "Muhammed ancak resûldür" âyetini okudu. Âl-i imran - 144

Hazret-i Ömer bu âyeti ilk defa duyuyormuş gibi kendine geldi, Peygamberimizin öldüğüne inandı ve olduğu yere yığılıp kaldı.

Sahabeler için hayat, artık anlamsız ve gereksizdi. Peygambersiz bir dünya kapkaranlık ve tatsızdı. Ama, din onlara emanet edilmişti. Onlar olmadan Kur'an'ın gerçeği ve sünnetlerin uygulanması gelecek kuşaklara aktarılamazdı. Din için çalışmaları ve din için yaşamaları gerekti. Bu ortamda İslâm, devletsiz ve müslümanlar halifesiz olamazdı.

Hazret-i Ebûbekir halife seçilip, biat edildi ve sonra Allah'ın son resûlünü yürekleri yanarak ve göz yaşları ile kara toprağa teslim ettiler.

İki cihanın güneşi olan Peygamberimiz, "Ashabım yıldızlar gibidir" demişti. Artık, güneş devri kapanmış ve yıldızlar devri başlamıştı. Din onlara emanet edilmişti. Onlar Allah'ın kitabını, Allah'ın Resûlünden öğrenmişlerdi. Asr-ı Saadet denen çeyrek asırlık devrede öğrencilik, staj ve uzmanlık eğitimlerini Allah'ın Resûlünün gözetiminde tamamlamışlardı.

Kur'an'ın, sünnetin ve İslâm'ın tüm inceliklerini ve detaylarını, Allah'ın Resûlü ile birlikte yaşayarak uygulamışlardı. Din gayreti ile toparlanan sahabeler, din için, Allah için çalışacaklardı. Bu niyetle pek çoğu Peygamber şehri Medîne'den yaşlı gözlerle ayrılıp etrafa dağıldılar.

Peygamberimizi göremeyen gözler, Peygamberi gören gözleri görmek için koştular. Tabiîn denen bu kişiler, sahabelerden Peygamberimizi dinliyorlardı. Henüz öldüğüne inanamadıkları Peygamberimizi görememiş, sohbetinden feyizler alamamış ve O'na sahabe olamamışlardı. İçleri yanıyordu ve gözleri ağlıyordu. Ama, ne çare ki, zaman geriye doğru çalışmıyordu.

Sahabelerin her biri Ben-i İsraîl Peygamberleri gibi, olağanüstü güçleri ile çalıştılar. Sohbetlerine gelen tabi'îni her konuda yetiştirdiler. Peygamberimizden gördüklerini, dinlediklerini ve birlikte yaşadıkları olayları ve Kur'an ile Sünnet'in ilim ve ahkâmını en ince detaylarına kadar anlatıp ve gereğinde birlikte uygulayıp tebliğ görevlerini yerine getirdiler.

Birer yıldız olan sahabelerin mânevi sohbetlerinden aldıkları ilim, feyiz ve bereketlerle olgunlaşan tabi'în hazretleri imanda, ilimde, takvada, güzel ahlâkta ve din gayretinde sahabelerden sonra insanların en hayırlıları oldular.

Yıldızlar devri de bitti ve sahabeler birer birer bu dünyadan gitti. Dinin temel yapısı ve canlı şahitleri olan sahabeler, Asr-ı Saadet'in ruh ve heyecanını tabi'îne taşımışlardı.

Artık devir, tabi'în devri idi ve din onlara emanet idi. Tabi'în hazretleri, sahabelerden aldıkları ruhsal güç ve feyizlerle, İslamı daha ileri taşımaya devam ettiler. Kur'an'ı ve sünneti sahabelerden gördükleri, dinledikleri ve birlikte yaşadıkları gibi, gelecek kuşaklara anlatmaya çalıştılar.

Tabi'în hazretlerinin sohbetlerinde yetişenlere, tebe'i tabi'în veya etba'i tabi'în denir. İşte! Ümmet-i Muhammed'in tabi'înden sonra en hayırlıları bunlardır.

Bu arada İslâmın hudutları durmadan genişliyor ve müslümanlar çığ gibi büyüyüp, çoğalıyordu. Orta çağın karanlıklarında bunalanlar, tören ve kutlama adı altında zorla taşlara ve putlara taptırılanlar, öz yurtlarında ikinci ve üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görenler İslâma koşuyorlardı. İslâm'da eşitlik vardı, adalet vardı ve herkesin insanca yaşama hakkı vardı.

Kiliselerdeki papazların âyinlerine ve ruhbanların ibadetine karışılmıyordu. Minarelerde ezanlar okunuyor ve kiliselerin çanları çalıyordu. Din hürriyeti, vicdan hürriyeti ve inanç hürriyeti vardı. Bunların tümü, tek standartlı ve gerçek uygulamada vardı.

Devir, Kur'an devri idi. Günlük yaşamları, toplumsal hayatları ve devlet nizamları Kur'an'dı. Allah'ın kanunları olan şeriat şemsiyesinin koruması altında, müslim ve gayr-i müslim tüm insanlar huzur ve refah içerisinde yaşıyorlardı.

Zekat, öşür, sadaka'i fıtır, kurban, adak, yemin ve diğer keffaretler ve nafile sadakalarla sosyal denge ve sosyal adalet kurulmuştu. Bir tek kişi aç ve açıkta kalmıyordu.

Ayrıca camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, vakıflar, kervansaraylar, kuyular, çeşmeler, yollar ve köprüler halk tarafından Allah rızası için yaptırılıyordu. Büyük kalkınma hamleleri tabana yayılmış ve devletin işi küçültülmüş ve kolaylaştırılmıştı.

Kıtaları aşan İslâm toplumunda birlik, beraberlik ve kardeşlik vardı. İslâm yaşanıyordu. Kur'an uygulanıyordu. Sokaklarda oynayan çocuklar bile, günahı, sevabı ve helâli, haramı biliyorlardı.

Bir yandan da feleğin çarkları durmadan dönüyordu. Dünya vefasızdı. Kara toprak doymuyordu. Hazre-ti Muhammed'i ve O'nun çileli, vefakâr Ashabını bağrına basan kara toprak, tabi'înin büyüklerini ve fukaha'i seb'ayı da bağrına basmıştı. Yeryüzünde tabi'în de azalmakta idi.

Sahabelerin her biri ve tabi'înin çoğunluğu müctehid idiler. Tebe'i tabi'în arasında ise bu oran düşmeğe başlamıştı. Gelecekte ise ictihad, doğal olarak imkânsız bir duruma gelecekti. Asr-ı Saadet'ten uzaklaştıkça temel bilgileri kaynağından alma imkânları ortadan kalkacaktı.

Filân Kur'an meâline veya filân müfessire göre ve filân kitaptaki sahih hadise ve filân kitaptaki hadis şerhine göre ve filân sözcük kitabına göre diye ictihad ve müctehidlik olmaz. Olsa, olsa montaj olur. Hem de değişik marka ve modellerden toplanan acaip ve garip bir montaj olur.

Yıllık tatilini geçirmek için yayladaki köyüne giden sağlık memuru, köy kahvesinde sağlık sorunları ile ilgili konuşma yaparken, herkes başını sallayıp kendini dinlerler.

Ancak, ünleri kıt'aları aşan dünya tıp oteritelerinin toplantısında, sağlık sorunları ile konuşma yapabilmek, her babayiğit doktorun bile harcı değildir.

Müctehid imamlarımızın yaşadığı zaman ve ortamı lütfen düşünelim. İslâmın, Kur'an'ın yaşandığı, ilâhi nizamın uygulandığı ve İslâmın yeryüzüne hakim olduğu bir devirdir.

Asr-ı Saadet'in ruhsal heyecanının ve cihad rûhunun devam ettiği bir zamandı. Sahabelerin yetiştirdiği tabiîn hazretlerinin ve onların yetiştirdiği etbâ-i tabiîn hazretlerinin pek çoğu hayatta idi.

Onbinlerce tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinin ve binlerce ictihad veya ictihad derecesine yakın gerçek âlimlerin yaşadığı devirdi.

Sokaklarda oynayan çocukların bile, günümüzün hocalarından İslâmı daha iyi bildiği bir devirdi.

İşte!müctehid imamlarımız, ilmin en parlak devrinde parlamışlar ve o ortamda kendilerini kabul ettirmişlerdir. İctihadları ile ilgili gerekçeleri ve şer'î delilleri ve şer'î delillerinin sıhhati didik, didik incelenmiş ve o devrin ilmî otoritelerince onaylanmıştır.

Fahreddîn-i Râzî gibi tefsir imamları, İmam Müslim, İmam Buharî gibi hadis imamları ve Abd-ül Kâdir-i Geylânî, İmam-ül Gazalî gibi ilim ve velâyet sahibi velîler onurla bu müctehidlerin yolundan gitmişlerdir.

Sırat-ı Müstakîm denen dosdoğru yol, Allah'ın nîmetlerine erişenlerin yoludur. Başta Peygamberimiz olmak üzere, sahabelerin, tabiînin, etbâ-i tabiînin, müctehidlerin, âlimlerin ve velîlerin yoludur. Onbeş asırdan beri Ümmet-i Muhammed'in izlediği yoldur.Milyarlarca müslümanın gittiği yoldur.

Bu toplumdan kopanlar veya sapık bir din oluşturmaya çalışanlar, hangi fakültenin doçenti veya profesörü olurlarsa olsunlar, insan görünümünde sapık ve sapıttırıcı şeytanlardır.

Benim çok sevgili din kardeşlerim. Lütfen, sapık şeytanların, sapık görüşleri ile oyalanmayalım. Ömrümüzü boşa harcamayalım. Âhirete elimiz boş ve yüzümüz kara gitmeyelim. Takdir olunan sayılı nefeslerimiz damla, damla tükenirken, her bir damlasını en güzel bir şekilde değerlendirelim.