MELEK VE İNSAN

 
 
 

SON PEYGAMBER

 
 

      Kıyamete kadar gelecek olan torunlarının genlerini hücrelerinde taşıyan Hazret-i Âdem, çok uzun boylu ve iri yapılı idi. Ayrıca alnında parlak bir nur vardı. İşte o nur, son peygamber Hazret-i Muhammed'in nuru idi. Melekler o nuru ziyarete geliyor ve Hazret-i Âdem ile sohbet ediyorlardı.
      Hazret-i Âdem, alnındaki nurun kendisinde emanet olduğunu, eşi Havvâ vasıtası ile evlatlarından birine geçeceğini ve son peygamber Hazret-i Muhammed'in o evladının neslinden geleceğini biliyordu.
      Hazret-i Havvâ 19 defa doğum yapmış ve her doğumunda biri kız, biri erkek olmak üzere hep ikiz doğurmuştu ama, o nur hala Hazret-i Âdem'in alnında idi.
      Hazret-i Havvâ son olarak Hazret-i Şît'e gebe kaldığında, Hazret-i Âdem'in alnındaki nur derhal Hazret-i Havvâ'ya ve Hazret-i Şît doğduğunda, o nur Hazret-i Şît'e geçti ve son peygamber Hazret-i Muhammed'in, Hazret-i Şît'in neslinden geleceği belli oldu.
      Sonra Hazret-i Şît'ten en temiz eşler vasıtası ile Hazret-i İdris'e, Hazret-i Nuh'a, Hazret-i İbrahim'e ve Hazret-i İsmail'e geçen nur, Hazret-i İsmail'den sonra da yine en temiz eşler vasıtası ile Abdülmuttalib'e ve ondan da oğlu Abdullah'a geçti ve Hazret-i Muhammed'in dünyaya gelmesi yaklaşmış oldu.
      Kader denilen ilâhî programın gereği, Hazret-i Abdullah ile Hazret-i Âmine evlenince, Hazret-i Abdullah'ın alnındaki nur, Hazret-i Âmine'ye ve sevgili peygamberimiz Hazret-i Muhammed doğunca, o parlak nur gerçek sahibine ulaştı.
      Alnındaki nûru eşi Hazret-i Âmine'ye teslim eden ve bu dünyadaki görevini tamamlayan Hazret-i Abdullah, ticaret için gittiği Şam dönüşü, Medine'de vefat etti ve sevgili peygamberimiz ana karnında yetim kaldı.
      Bu vefasız dünyaya yetim olarak gelen Hazret-i Muhammed, Mekkelilerin o zaman ki adeti üzerine Ben-i Sâd kabilesinden Halime ismindeki bir süt anneye teslim edildi.
      Dört yaşına kadar süt annesinin yanında kalan Hazret-i Muhammed, sonra Mekke'ye getirildi ve annesine teslim edildi.
      Hazret-i Muhammed artık annesinin yanında idi ve çocukluğunun en mutlu günlerini yaşıyordu. Ancak dışarıda yaşıtlarının babalarına koşuştuklarını görünce bir kenara çekilip ağlıyor, sonra eve gelip, "Anne, benim babam yok mu?" diye soruyordu.
      Hazret-i Muhammed 6 yaşında iken, annesi ve yardımcıları Ümmü Eymen'le birlikte Medine'ye gittiler ve dönüşte Hazret-i Abdullah'ın mezarını ziyaret ettiler.
      Mezarın başında çok duygulanan ve birbirlerine sarılıp ağlayan anne ile oğulu, Ümmü Eymen güçlükle ayırdı ve sonra develerine binip Mekke'ye doğru hareket ettiler.
      Yolda aniden hastalanan Hazret-i Âmine, Ebvâ denilen yere gelince, Ümmü Eymen'in yardımı ile güçlükle deveden indi ve yere yığılıp kaldı.
      Babasının mezarı başında çok ağlayan ve henüz göz yaşları dinmeyen yetim Muhammed, derhal annesinin boynuna sarıldı ve "Anneciğim, sende mi öleceksin? Beni kime bırakacaksın?" diye ağlamaya başladı.
      Hazret-i Âmine güçlükle gözlerini açıp, son kez yetim Muhammed'ine baktı ve, "Her yeni eskir ve yaşayan ölür, ben de ölüyorum ama, ah!. Sana doyamadım" dedi ve temiz ruhunu Azrail'e teslim etti.
      Babasını hiç görmeyen sevgili Peygamberimiz, şimdi annesini de kaybetmişti. Hem de gurbet ellerinde ve çölde!..
      Yetim Muhammed ağlıyordu. Ümmü Eymen ağlıyordu. Gökteki melekler ve yerdeki varlıklar ağlıyordu.
      Ancak, bu işler bir rastlantı değildi ki!..
      Gerçekte her şey, kader denilen ilâhî iradenin takdiri doğrultusunda gelişiyordu.
      Çünkü Hazret-i Muhammed, dünyayı aşan ve sonsuzluk âlemine uzanan çok kutsal bir görev için yaratılmıştı ve son peygamber olacaktı.
      Olağanüstü bir görev için yaratılan Hazret-i Muhammed'in olağanüstü koşullarda ve olağanüstü gözetimde yetişmesi gerekiyordu.
      Ana-baba olarak, Âmine ile Abdullah'ın, yavruları Muhammed'i bu doğrultuda yetiştirmeye liyakat ve yetenekleri olmadığından, yüce Allah onları devre dışı bıraktı ve son peygamber olacak olan Hazret-i Muhammed'i özel gözetimine aldı.
      Kervanda bulunanların yardımı ile Hazret-i Âmine oraya defin edildi ve Ümmü Eymen yetim Muhammed'i bağrına basıp Mekke'ye getirdi, dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
      Ana karnında babasını, 6 yaşında annesini ve 8 yaşında dedesini kaybedip, amcası Ebû Talib'in yanında kalan Hazret-i Muhammed'in çocukluğu göz yaşları ve gençliği yoksulluk içinde geçti.
      25 yaşına gelince ahlâkı, güzelliği ve iyilik severliği ile ün yapmıştı ve 40 yaşında olan Hatice isminde zengin bir kadınla evlendi.
      Artık O'nun da bir yuvası, eşi vardı. Çocukları doğdu, baba oldu.
      Hazret-i Muhammed bedensel ve duygusal açıdan gerçekten çok mutlu olmakla birlikte, ruhsal açıdan tatmin olamıyordu.
      Çünkü Allah aşkı ile yanan kalbi, yüce Allah'tan başka bir şeyle tatmin olamazdı ki!..
      Gerçi henüz peygamber değildi ama irhasat denilen kerametin çok üstündeki bir makamda idi. Yalnız kaldığı zaman melekler ve dışarıda ağaçlar, taşlar O'na selâm veriyordu.
      40 yaşına yaklaştığında her gece açık, net rüyalar görüyor ve ertesi gün rüyaları aynen meydana çıkıyordu.
      Sonra yalnızlık sevdirildi. Kalbi Allah aşkı ile yanıyor ve ruhu ilâhî cezbe ile başka âlemlere çekiliyordu.
      Hazret-i Muhammed, irade dışı bir güç tarafından yönlendirildiğini ve elinde olmayan nedenlerle, Mekke'nin dışında yalnız kalmak istediğini çekinerek eşi Hazret-i Hatice'ye söyleyince,       Hazret-i Hatice bunu olumlu karşıladı ve eli ile azığını hazırlayıp, "Yâ Muhammed! Dilediğin yere git ve dilediğin kadar kal. Hiç kuşkum yok ki, sen Allah'ın özel gözetimi altındasın" dedi.
      Evinden, eşinden, yavrularından ayrılan ve tüm madde âleminden kopan Hazret-i Muhammed ilâhî yönlendirme ile doğruca Nur dağına gitti.
      Ruhsal ve manevî açıdan bütün koşullar oluşmuş ve Hazret-i Muhammed'in peygamberlik makamına geçişi an meselesi olmuştu.
      Bir pazartesi sabahı idi. Madde âleminden kopan ve kutsal ruhu, âlem-i vahdete çekilen Hazret-i Muhammed, Nur Dağı'nın zirvesinden, yerlere göklere ibretle bakıyor ve yüce Allah'ın sonsuz kudretini tefekkür ediyordu.
      Hazret-i Cebrail ufukta belirdi, "Yâ Muhammed!" diye bağırdı.
Sonra yaklaşarak Hazret-i Muhammed'i kucaklayıp sıktı ve "Oku yâ Muhammed" dedi.
      Hazret-i Muhammed, "Ben okuma bilmiyorum" deyince aynı işi tekrarladı ve üçüncüde:
"Yaratan Rabbi'nin adı ile oku" diye başlayan Alâk süresinin ilk beş âyetini vahyetti (okudu).
      Hazret-i Muhammed'e ilk vahiy gelmiş ve nübüvvet denilen peygamberlik dönemi başlamıştı. Ancak, ilâhî emirleri tebliğ etme ve insanları İslâm'a davet etme ile henüz mükellef kılınmamıştı.
      Bu olaydan sonra üç yıl kadar Hazret-i Cebrail gelmedi. Yüce Allah'ın emri ile başka melekler gelip, Hazret-i Muhammed'e yapması gereken ibadetleri öğretiyor ve O'nu zor günlere hazırlıyorlardı.

bironcesi

 

 

bir sonrasi