MELEK VE İNSAN

 
 
 

HAZRET-İ MUHAMMED'İN VEFATI

 
 

      Yüce Allah;

      "Her nefis ölümü tadacaktır." (Ankebut, 57)buyuruyor.
      Peki, ya son Peygamber?
      Yüce Allah buyuruyor:

      "(Yâ Muhammed) Senden önce hiçbir insana ebedilik (sonsuz hayat) vermedik. Sen ölürsen, onlar (senin ölümünü bekleyenler) ebedi mi kalacak?" (Enbiya, 34)

      Sahabeler, son olarak en coşkulu, en feyizli günlerini Hazret-i Muhammed ile birlikte yaptıkları Veda Haccı'nda yaşamışlardı.
      Özellikle Veda Hutbesi denilen tarihî konuşmasını yaparken, nefesler tutulmuş, ruhsal heyecan doruğa ulaşmış ve gönüller Allah aşkı ile yanmıştı.
      Hazret-i Cebrail, "Bugün dininizi tamamladım" âyetini getirince, ruhsal coşku daha da artmış ve sahabeler bayram sevinci yaşarken, Hazret-i Ebû Bekir ağlıyordu.
      Sevgili Peygamberimiz niye ağladığını sorunca, Hazret-i Ebû Bekir: "Yâ Resulallah! Sen bu dinî tebliğe geldin. Din tamamlandığına göre, Sen'in görevinin de tamamlanmış olmasından ve Sen'in aramızdan ayrılacağından korkuyorum" dedi ve bütün sahabeleri de ağlattı.
      Hazret-i Ebû Bekir, ictihadında yanılmamıştı. Hac dönüşü Safer ayının sonlarında, önce baş ağrısı ile başlayan ve sonra yüksek ateşe dönüşen bir hastalığa yakalanan sevgili Peygamberimiz...
      Namaz vakitlerinde Mescid'e kadar gelip, namazı cemaat ile kılıyor, ancak çok sevdiği sahabeleri ile sohbet yapamayıp evine gidiyor ve dinleniyordu.
      Yemeden içmeden kesilen ve uykuları kaçan sahabeler şaşkına dönmüşlerdi. Ne yapmalı idiler? Ne yapabilirlerdi ki!?..
      Oturup ağlamaktan ve şaşkın şaşkın dolaşmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu ki!..
      Hastalığına sahabelerinin çok üzüldüğünü haber alan sevgili Peygamberimiz, Ali ile Fadl'ın kollarına girerek Mescid'e geldi ve minberin ilk basamağına oturup, sahabelerine; "Ben'im için çok üzüldüğünüzü haber aldım. Hangi peygamber ümmeti ile ebedî (sürekli) kaldı ki, Ben de sizinle ebedî kalayım" dedi.
      Sonra kaderle ilgili temel konularda öğütler verdi, helallaştı ve minberden inip evine gitti, yatağına uzandı.
      Hazret-i Bilâl, sabah ezanını erken okurdu. Sonra Peygamberimizin kapısına gider, "Essalah yâ Resûlâllah" diye peygamberimizi bekler ve birlikte Mescid'e gelirlerdi.
Sevgili Peygamberimizin vefatına üç gün kalmıştı. Sabah ezanını çok duygulu okuyan Hazret-i Bilâl,
      "Essalah yâ Resûlalah" diye peygamber kapısında bekliyordu.
      Sevgili Peygamberimiz ise, o anda çok rahatsızdı ve Mescid'e kadar gidecek gücü yoktu.
      Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Âişe'ye; "Bilâl'e söyle, Ebû Bekir imam olsun, namazlarını kılsınlar" dedi.
      Mekke müşriklerinin acımasızca yaptıkları işkencelere sabreden ve sarsılmayan Bilâl, şimdi yıkılmıştı. İçi yandı, gözleri doldu, hiç konuşamadı ve güçlükle mescide gitti.
      Mescid'de Peygamber'i bekleyen gözler, Bilâl'i yalnız ve bitkin bir halde görünce bir şeyler sezdiler.
      Hazret-i Bilâl, doğrudan Hazret-i Ebû Bekir'in yanına gitti. Tek kelime konuşamadı, ancak el işareti ile mihraba geçmesini ve namazı kıldırmasını anlatabildi.
      Bütün sahabelerin gözleri dolmuştu, kimse konuşamıyordu ve namaz kılacak güçleri kalmamıştı.
      Hazret-i Ebû Bekir, güçlükle kendini topladı, yavaş yavaş mihraba yürüdü ve "Allahü Ekber" diye tekbir aldı. Ama için için ağlıyor, okuyamıyordu.
      Kadın, erkek bütün sahabeler ağlaya ağlaya güçlükle namazı kıldılar.
      12 Rebiûlevvel Pazartesi günü sabahı, sevgili Peygamberimiz kendini biraz iyi görünce, yavaş yavaş mescide gitti. Sahabelerini, Hazret-i Ebû Bekir'in imametinde saf tutup namaz kıldıklarını görünce çok duygulandı ve sevgili Peygamberimiz de oturduğu yerde Ebû Bekir'e uyarak son namazını kıldı. Namazdan sonra doğruca evine gitti ve ölüm yatağına uzandı.
      Sevgili Peygamberimizi sabah namazında Mescid'de görenler, iyileşiyor ümidi ile çok sevindiler. Bir kısmı önemli işlerini görmek için dağılırken, çoğunluk yine Mescid'de ve çevresinde kaldı.
      Beşerin müşterek kaderi olan ölümün belirtileri başlamıştı. Son peygamberin yüzü nur gibi sararmış ve alnından inci taneleri gibi terler çıkmaya başlamıştı.
      Hazret-i Aişe, sevgili Peygamberimizin mübarek başını göğsüne dayamış, hem kendi göz yaşlarını, hem de sevgili Peygamberimizin terlerini siliyordu.
      Hazret-i Fâtıma kendini tutamayarak ağlıyordu. Sevgili Peygamberimiz; "Ağlama kızım ağlama, senin gözyaşlarına meleklerin kalbi dayanamıyor" dedi.
      Fâtıma ağlıyordu. Âişe ağlıyordu. Ezvâc-ı tâhirat ve Ümmü Eymen ağlıyordu. Dışarıda sahabeler ve gökte melekler ağlıyordu ve yüce Allah'ın son peygamberi bu dünyadan gidiyordu.
      Hazret-i Cebrail son defa geldi ve Azrail'in de gelmekte olduğunu haber verdi.
      Az sonra ölüm meleği Azrail geldi. "Yâ Resûlallah, dünyada kalmak istersen, ziyaret edip döneceğim. Mevlâ'ya kavuşmak istersen, ruhunu alıp gideceğim" dedi.
Sevgili Peygamberimiz Cebrail'e baktı. Hazret-i Cebrail; "Yâ Resûlallah mele-i âlâ'daki melekler seni bekliyor" deyince, Sevgili Peygamberimiz Azrail'e "Görevini yap" dedi.
      Ölüm meleği Hazret-i Azrail, hayatının en güç görevini yaptı. Sevgili Peygamberimizin kutsal ruhunu alıp göklere yükseldi.
      Sevgili Peygamberimizin evinden gelen acı feryatlardan ve ağlamalardan, dışarıdaki sahabeler durumu anladılar ve onlar da ağlamaya başladılar.
      Sevgili Peygamberimizin ölüm haberi bir anda Medine'ye yayıldı. Kadın, erkek, yaşlı, hasta, çoluk, çocuk yollara döküldü, hepsi ağlıyordu.
      Mahşer günü gibi nefsî nefsî olmuştu. Anne kızını, baba oğlunu tanımıyordu. İçleri yanıyor, kalpleri yanıyor, gözleri ağlıyordu.
      Hazret-i Osman'ın dili tutulmuş, konuşamıyordu. Hazret-i Ali bir duvarın dibine çökmüş ve başını iki elinin arasına almış ağlıyordu. Şuurunu kaybeden Hazret-i Ömer kılıcını çekmiş, sağa sola koşuyor ve "Hazret-i Muhammed öldü diyenin başını keserim" diyordu.
      Dışarıda tam bir kaos ve kargaşa vardı ve kimse ne yapacağını bilemiyordu.
      Evine kadar girmiş olan Hazret-i Ebû Bekir, acı haberi almış, ağlayarak geliyordu. Doğruca Peygamberimizin evine gitti.
      Sevgili Peygamberimizin üzerindeki örtüyü kaldırıp mübarek yüzüne baktı, alnından öptü ve "Anam, babam, canım sana feda olsun" diye ağlamaya başladı.
      Hür erkeklerden ilk iman eden kendisi idi. Sevgili Peygamberimizin yanından hiç ayrılmamıştı ama, doyamamıştı. Şimdi de ağlamaya doyamıyordu ve içi yanıyordu.
      Ancak bir şeyler yapması lâzımdı. Ümmet yetim kalmıştı ve dışarıda korkunç bir kaos ve kargaşa vardı.
      Güçlükle ayağa kalkıp, Mescid'e gitti ve etrafına toplananlara; "İyi bilin ki, Hazret-i Muhammed ölmüştür. Ama O'nun Rabbi olan Allah Hayyün Layemut'tur" dedi ve sonra, "Muhammed ancak resuldür." (Âl-i İmrân, 144)âyetini okudu.
      Hazret-i Ömer, bu âyeti ilk defa duyuyormuş gibi kendine geldi, sevgili Peygamberimizin ölümüne inandı ve bulunduğu yere yığılıp kaldı.
      Sahabeler için hayat, artık anlamsız ve hatta gereksizdi. Peygambersiz bir dünya, onlar için renksiz ve tatsızdı. Ancak, din onlara emanet edilmişti ve onlar olmadan, Kur'ân'ın, Sünnet'in gerçeği ve uygulaması gelecek kuşaklara aktarılamazdı. Bu nedenle din için yaşamaları ve din için çalışmaları zorunlu idi. Öncelikle bu kaos ve kargaşa ortamında İslâm, devletsiz ve müslümanlar halifesiz olamazdı.
      Hazret-i Ebû Bekir halife seçilip, biat edildi ve sonra göz yaşları ile sevgili Peygamberimiz toprağa teslim edildi.

bironcesi

 

 

bir sonrasi