Osmanlı Devleti, içerideki hainler ve dışarıdaki emperyalist devletlerin iş birliğiyle yıkıldı. İslam coğrafyası, bu emperyalist devletler tarafından parçalanarak işgal edildi. İşgale uğrayan bölgelerde İslam’a ait ne varsa yok edilmeye çalışıldı. Hilafet kaldırıldı, İslam hukuku lağvedildi, Müslümanlar yönetimden uzaklaştırıldı. Kısaca Müslümanlara karşı bir işgal, istila, soykırım ve zulüm dönemi başladı.
Osmanlı yıkılıp hilafet kaldırılınca Müslümanlar, sudan çıkmış balık gibi can havliyle savruldular. Her coğrafyada farklı bir işgalci devlet, farklı bir oyun ve zulüm başladı. İslam düşmanı azınlıklar iktidara getirildi, devletler ve ordular onlara teslim edildi. Bu rejimler, işgalcilerin desteğiyle zulümlerini artırarak sürdürdü. Müslümanlar ise bu rejimlere karşı farklı mücadele yolları geliştirdiler.
Örneğin, Afganistan ve Suriye’de Cihat yolunu seçen Müslümanlar, hedeflerine ulaşarak içerideki münafık yapılanmaları alt etmeyi ve işgalcileri ülkelerinden kovmayı başardılar. Bu devletler, İslam hukukunu anayasa olarak kabul etmede güçlü bir irade gösterdiler. Çeçenistan’da ise cihat mücadelesi, hedefine ulaşamadan son buldu.
Anadolu’da ise Müslümanlar, baskılara karşı İslami değerlere sahip çıkmak amacıyla İslami particiliği tercih ettiler. Ancak bu siyasi mücadelenin Müslümanlara ne kazandırdığı veya ne kaybettirdiği sorgulanmalıdır. Eğer yapılan siyaset yanlışsa, nasıl bir siyaset yapılması gerektiği net bir biçimde ortaya konmalıdır.
Yaklaşık 50 yıldır bu coğrafyada İslami particilikle mücadele veriliyor. Bu siyasete girenler, laik rejime kabul edilmek için inandıkları bazı İslami değerleri gizlediler. Bu bir nevi takiyye siyaseti oldu. Ancak İslam’da takiyye yalnızca iki durumda caizdir: Birincisi, bir Müslüman düşman eline düştüğünde canını ve namusunu kurtarmak için; ikincisi, istihbarat amacıyla düşman içine sızmak için. Bunun dışında birey veya cemaat olarak takiyye yapmak haramdır. Mücadele veren bir topluluğun takiyye yapması ise büyük bir hatadır, faciadır ve zararı faydasından çoktur.
Takiyye siyasetiyle bir kısım insanlar makam ve servet kazandı. Ancak bu yolla tevhid inancı zedelendi, mücadele azmi köreldi. İslamcı partiler hükümet ortağı oldular, iktidar oldular, bakanlık ve milletvekilliği kazandılar. Ama İslam iktidar olamadı, Müslümanlar muktedir olamadı.
Takiyye siyaseti güdenler, İslam hukukunun egemenliğini savunmaktan çekindiler. Oysa Afganistan ve Suriye’deki Müslümanlar, mücadelenin başından itibaren şeriat için yola çıktıklarını ilan ettiler ve bu uğurda savaştılar. Sonuçta hedeflerine ulaştılar.
Takiyye siyasetiyle yola çıkanlar zamanla asimile oldular. Kalplerinde gizlediklerini unuttular, ağızlarıyla söylediklerine ise inanmaya başladılar. Neticede laik, Kemalist, feminist oldular ama şeriatçı olamadılar. Bu, İslam’ı getireceğiz diyerek İslam’dan uzaklaşmanın hikâyesidir.
Elbette bazı coğrafyalarda savaş kaçınılmazdır. Ancak bazı yerlerde savaş büyük bir hatadır. Bu gibi yerlerde öncelikle davet çalışması yapılmalı, sonra İslami siyasete geçilmelidir. Ancak bu siyaset, takiyye üzerine değil, İslam’ın özgün siyaset anlayışına dayanmalıdır.
Peygamber Efendimizin ve sahabesinin siyaset anlayışıyla günümüzdeki İslamcı partilerin siyaset anlayışı kıyaslandığında arada büyük farklar görülür. Onlar açıkça tağutu reddedip insanları Allah’ın hükümlerine çağırırken, bugünkü particiler takiyye ile her renge girerek her kesime yaranmayı ilke edindiler. Kalpleriyle dilleri çelişti, inandıklarını unuttular, söylediklerine inanmaya başladılar.
Peygamberimiz ve sahabeler, kâfirlerin delalette olduğunu açıkça ilan ettiler. Şeriat dışında her şeyin batıl olduğunu vurguladılar. Oysa particiler, batıl sistemleri açıkça reddetmez, hak ve kurtuluşun yalnızca İslam’da olduğunu yüksek sesle haykırmazlar. Laikliğe övgüler dizerler, halkı oyalayan söylemlerle oy devşirmeye çalışırlar.
Peygamberimiz, Mekke’de baskı ve işkence altında bile şeriatın hâkimiyetini savundu. Kendisini çeşitli makamlarla kandırmak isteyen teklifleri reddetti. Oysa particiler, rejimin izin verdiği ölçüde siyaset yapıyor, rejimin yeminlerini ediyor, Müslümanları ve gayrimüslimleri aynı anda aldatıyor.
Peygamberimiz ve sahabeler, dinin aslını anlatmaktan çekinmez, sahte davetçilere göz açtırmazdı. Gerektiğinde fitne kaynağı mescitleri bile yıkarlardı. Oysa bugünkü particiler, tağut, şeriat, cihad gibi kavramları gündem yapmazlar. Din adına bid’at ve hurafelerle halkı oyalarken, her türlü harama özgürlük diyerek ifsada neden olurlar.
Bu karşılaştırma açıkça gösteriyor ki, Peygamberin ve ashabının siyasetiyle günümüzdeki partici siyaseti taban tabana zıttır. İlki zorluklarla başlar ama izzetle sonuçlanır, diğeri cazip görünür ama sonunda zillet, şirk ve hüsran vardır.
İslam için elbette siyaset, ticaret, eğitim ve gerektiğinde savaş da yapılmalı. Ancak tüm bu alanlar İslam’ın kaidelerine göre şekillenmelidir. Peygamberin hayatı örnek alınmalı, İslam’ın helal ve haram sınırları çerçevesinde hareket edilmelidir.
Günümüzdeki siyaset anlayışı istenen başarıyı getirmemiştir. Bu durum ilim ehli tarafından yeniden değerlendirilmelidir. Kur’an ve Sünnetin çizdiği sınırlar çerçevesinde, içtihat ve şura meclisleriyle her coğrafyaya uygun mücadele yöntemleri belirlenmelidir.
Particilerin Davası Nedir?
Particiler gerçek davet ve cihadın ne olduğunu görmek istemezler. Yola çıkarken söyledikleriyle bugün geldikleri nokta arasındaki fark, bu çıkmazı anlamak için yeterlidir. Bir zamanlar laikliği, Kemalizm’i küfür sayanlar bugün demokrasiyi över, laikliği savunur, Kemalizm’e bağlılıklarını dile getirir olmuşlardır.
Türkiye’de ilk muhafazakâr parti denemesi 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. 1925’te kapatılmıştır. İslami particiliğin en önemli temsilcisi ise Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş hareketidir. 1969’da başlayan bu hareket, şeriat vaadiyle oy almış ama zamanla birçok partiye ayrılmıştır: Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet ve Yeniden Refah Partileri. Tüm bu partilerin siyaset tarzı, özü itibarıyla takiyye siyasetine dayanır. Bu partiler zamanla birbirini hainlikle suçlar hâle gelmiş, fakat hiçbirinin neyi savunduğu, davasının ne olduğu net olarak anlaşılamamıştır. Dilleri başka, kalpleri başkadır. Gerçek dava nedir, hâlâ belirsizdir.
Resûlullah (s.a.v.), 23 yıl gibi kısa bir sürede sıfırdan başlayarak Arabistan’ı İslam egemenliğine almış, Bizans’a kafa tutacak düzeye gelmiştir. Sahabeler bu davayı tüm dünyaya taşımış, devletler kurmuştur. Bu başarı, onların Rabbani metoda sadakatlerinin sonucudur.
Bugün İslam coğrafyası kan ve gözyaşı içindedir. Müslümanlar mevzi kaybetmekte, çoğunlukta oldukları yerlerde bile küfür egemendir. Bunun sebeplerinden biri de mücadelede yanlış yöntemlerin tercih edilmesidir.
Bir doktor düşünün: Kangrenli ayağı kesmesi gerekirken sağlam olanı kesiyor. Sonuçta, iyi niyetli olsa bile bu doktor size fayda değil, zarar verir. Takiyye siyaseti yapanlar da iyi niyetli olabilir ama bu ümmete ne kazandırdılar, ne kaybettirdiler, sorgulanmalıdır.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi