Risale-i Nur’un İçeriğine Dair Genel Bir Değerlendirme
Risale-i Nur Külliyatı genel itibarıyla incelendiğinde, bazı bölümlerinde verilen cevaplar doğru ve isabetlidir. Bu yönüyle Risale-i Nur’da doğruluk payı olan bölümler bulunduğu inkâr edilemez. Ancak külliyatın bütününe bakıldığında, içerisinde batıl, bid‘at, akla ve şeriata aykırı iddialar, hatta uydurma nitelikli anlatılar yoğun biçimde yer almaktadır.
Biz bu bölümde önce Risale-i Nur’dan bazı bölümleri olduğu gibi aktardık, ardından bu bölümlerin kaynaklarını gösterdik ve son olarak da bu bölümlerin İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ölçüsünde neden batıl olduğunu, kısaca ama anlaşılır biçimde açıklamaya gayret ettik.
Rüya’da Kendisine İlim Öğretildiği İddiası
Said Nursî’nin, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) rüyasında gördüğünü ve O’ndan doğrudan ilim aldığını iddia etmesi, birçok açıdan İslam akaidine ve ilmî usule aykırıdır. İddiaya göre, Peygamber Efendimiz kendisine ümmetine soru sormamak şartıyla Kur’an ilmi öğretileceğini bildirmiştir. Bu anlatım, hem aklî hem de naklî ölçütler açısından ciddi problemler barındırmaktadır:
Her Şeyi Bilmek Allah’a Mahsustur
Her şeyi bilmek yalnızca Allah Teâlâ’ya mahsustur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dahi kendisine sorulan bazı sorulara, “Bu konuda bana vahiy gelmedi.” veya “Allah bilir.” veya “Bilmiyorum” diyerek cevap vermiştir. Ashab-ı Kirâm ve müçtehit imamlar da aynı şekilde birçok meselede “Bilmiyorum” demeyi büyük bir fazilet kabul etmişlerdir.
Buna rağmen Said Nursî’nin, kendisine yöneltilen her soruya cevap vereceğini söylemesi, gurur, kibir ve benlik iddiası taşımakta, bu da şeytanî bir aldatmaya işaret etmektedir. Bu tutum, İslami edep ve ilim ahlâkı ile bağdaşmaz.
Rüyaya Dayalı İddialar Delil Olamaz
Said Nursî’nin rüyada Peygamber’den ilim aldığını iddia etmesi hem şer‘î ölçülere hem de usul-i fıkha aykırıdır. Çünkü rüya, şeriatın bir delili değildir. Şahsi tecrübeye dayalı rüyalar, dini bir hükmün kaynağı olamaz. Nitekim imam Malik şöyle der: “Rüyalar dinin bir parçası değildir. Rüyalarla amel edilmez.”
Hele ki bu rüyada, “ümmetine soru sormamak” gibi bir şart koşulması, İslam’ın ilim anlayışına tamamen terstir. Zira Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“İlim, öğrenmekle elde edilir.” (Buhârî, İlim, 10)
“Soru sormak, ilmin yarısıdır.” (Dârimî, Mukaddime, 26)
İslam’ın ilim geleneğinde soru sormak teşvik edilmiş; sahabe, tabiin ve sonraki nesiller hep bu usulle ilim tahsil etmişlerdir. Dolayısıyla “soru sormamak şartıyla ilim verilmesi” gibi bir anlayış, akla da şeriata da aykırıdır.
Said Nursî’nin çeşitli metinlerinde, Allah’a, Peygamber’e ve Müslümanlara nispet ettiği akıl ve şeriat dışı birçok iddia yer almaktadır. Bu sebeple, onun rüyalarına veya şahsî iddialarına itibar edilmesi mümkün değildir. Zira din, zan ve vehim üzerine değil, kesin bilgi ve sahih delil üzerine kurulur.
₻
Risale-i Nurların Kaynağı Hakkındaki İddialar
Said Nursi, Risale-i Nurlar ’da Şunları İddia Ediyor:
“Benim gibi yarı ümmi ve kimsesiz bulunan bir adam Risale-i Nur’a sahip değildir. Ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez, belki doğrudan doğruya Kur’an’ın bu zamanda bir manevi mucizesi, manevi üyesi olarak rahmet-i ilahiye tarafından ihsan edilmiştir.” (Kastamonu Lahikası 27. Mektup, Şualar 1. Şua, Sikke-i Tasdik-i Gaybi sayfa 68-69)
CEVAP: Said Nursî’nin bazı beyanlarında, kendisini Peygamber’e benzettiği ve onun vasıflarını kendisine izafe etmeye çalıştığı görülmektedir. Özellikle “ümmi” oluşa yaptığı vurgular, sıradan bir tevazu ifadesi değil; doğrudan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ümmi oluşuyla kendi konumu arasında bir benzerlik kurma çabası izlenimini vermektedir.
Bu söylemle Said Nursî şu mesajı vermeye çalışmaktadır:
“Nasıl ki Kur’an, ümmi bir Peygamber’e indirilmiş ve insan sözü olamayacak derecede yüce bir kelâmdır; Risale-i Nurlar da benim gibi ‘yarı ümmi ve kimsesiz’ bir şahsın eseri olamayacak derecede yücedir.”
Bu bakış açısı, dolaylı olarak Risale-i Nur’un da tıpkı Kur’an gibi beşer üstü bir kaynakla ilişkili olduğu algısını zihinlere yerleştirmektedir. Said Nursî’nin başka ifadelerinde ise bu ima, açık beyan hâlini almakta; Risale-i Nur’un kendi eseri olmadığını, kendisine yazdırıldığını, ihtar edildiğini, ilhamla yazıldığını ve hatta bazı yerlerde ise açıkça vahyedildiğini ifade etmektedir. Bu iddialar akidevî bakımdan ciddi sakıncalar içermektedir:
Bu konuda Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benden sonra peygamber gelmeyecek.” (Tirmizî, Menâkıb 17)
Bu durumda, ilham adı altında gelen kişisel sezgilerin, asla vahiy gibi bağlayıcı veya dinî referans olamayacağı açıktır. İlham, kişisel olabilir; fakat başkaları için delil ve hüccet teşkil etmez.
Risale-i Nur’a Kutsiyet İzafe Edilmesi
Risale-i Nurlar’ın beşerî bir çaba ile kaleme alınmış eserler olduğu açıktır. Ancak, bu eserlerin “yazdırıldığı”, “ilhamla geldiği” veya “gizli bir kuvvetin telkin ettiği” gibi ifadelerle aktarılması; bu metinlerin insan ürünü olmadığı ve adeta yarı-vahiy metinler olduğu yönünde bir kanaatin oluşmasına sebebiyet vermektedir.
Bu ise hem tehlikeli bir kutsallaştırma eğilimi doğurmakta, hem de Kur’an ve Sünnet’in otoritesini gölgelemektedir. Din adına ortaya konan her söylem, “Kur’an ve sahih Sünnet” süzgecinden geçirilmelidir. Kur’an, bu konuda müminleri şöyle uyarır:
“Size indirilene uyun, O’ndan başka dostlara uymayın.” (A‘râf, 7/3)
₻
Risale-i Nur’da Her Şey Var İddiası
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Risale-i Nur’un meşhur hakikatinde tam tecelli ettiğinden Risale-i Nur; hem bir şeriat kitabı, hem bir dua kitabı, hem bir hikmet kitabı, hem bir ubudiyet kitabı, hem bir emri davet kitabı, hem bir zikir kitabı, hem bir fikir kitabı, hem bir hakikat kitabı, hem bir tasavvuf kitabı, hem bir mantık kitabı, hem bir Kerem kitabı, hem bir ilmi ilahiyat kitabı, hem bir kitab-ı teşvik-i sanat kitabı, hem bir belâgat kitabı, hem bir ispat-ı vahdaniyet kitabı ve muarızlarına bir kitabı ilzamdır. (Emirdağ lahikası 2. Cilt 171. Sayfa)
CEVAP: Said Nursî’nin beyanlarına göre Risale-i Nurlar sadece bir tefsir değil, aynı zamanda İslami ilimlerin tamamını içeriğinde barındıran eksiksiz bir kaynak olduğu iddia edilmektedir. Bu beyanlar, Nur talebelerinde şu inancı doğurmuştur:
“Risale-i Nur, Kur’an’ın tefsiridir ve bütün şer’i ilimler bu eserde vardır; başka kaynağa ihtiyaç yoktur.”
Bu düşünce neticesinde, Nur talebeleri başka eserleri okumayı gereksiz görmekte, Kur’an’ı doğrudan meal ve tefsirden okumayı çoğu zaman terk etmişler. Aynı şekilde, hadis ve hadis usulü gibi temel İslami ilimleri okumayı terk etmişler. Bütün ömürlerini sadece Risale-i Nur okumaya vakfetmişlerdir. Bu anlayış sebebiyle hem ilim anlayışı bakımından dar kalıplara mahkûm olmuşlar, hem de Kur’an ve Sünneti doğrudan arka plana atılmasına kapı açmışlardır.
Sonuç olarak; Risale-i Nur Külliyatına Kur’an ve Sünnet ’in yerine ikame edilecek ölçüde kutsiyet izafe etmek akidevi açıdan sakıncalı, ilim geleneği açısından ise daraltıcı ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Din adına ortaya konan her iddia, ayet ve sahih hadis süzgecinden geçirilmeli, Kur’an ve Sünnet dışında hiçbir eser “her şeyi kapsayan kaynak” konumuna yükseltilemez.
₻
Rüyada Ölülerden İlim Öğrenme İddiası
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani, İmam Gazali, Zeynel Abidin ve hususen Cevşen-ül Kebir münacatı bu iki imamdan ders almışım ki onlar İmam Hüseyin ve Ali’dir. Aldığım bu ders 30 seneden beri hususen Cevşen-ül Kebir’de daima onlara manevi irtibatım da geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ lahikası)
CEVAP: Said Nursi ölmüş kişilerden ilim öğrendiğini iddia ediyor. Ölülerden ilim öğrenilemeyeceğini ise azıcık aklı olan herkes bilir. Said Nursi gittiği medreselerde fazla kalamıyor, kibirli ve dik başlı bir şahsiyet olduğu için kimseyle geçinemiyor. Gittiği her medresede ya hocalarla veya talebelerle kavga edip ayrılıyor veya kovuluyor. Sonra da; ‘ben ilmi rüyalarda öğrendim, ben ilmi ölülerden öğrendim’ gibi hikâyeler uyduruyor.
İslam inancında rüya, ilmin kaynağı değildir. Ölmüş bir şahıstan –rüyada dahi olsa– sistematik biçimde bilgi almak, hele ki bu bilgiyi dinî delil olarak ileri sürmek Kur’an ve Sünnette yeri olmayan bir anlayıştır. Kur’an açıkça bildiriyor, ölülerle canlılar arasında ilgi kesilmiştir:
“Şüphesiz Allah, kabirlerde olanlara işittirecek değildir.” (Fâtır, 35/22)
Rüyada ölülerden ilim öğrenme gibi iddialar, İslam’ın kabul etmediği iddialardır. İlim öğrenmenin yolları; hoca-talebe ilişkisi, kitap okuma, içtihat, müzakere, soru-cevap gibi yollardır.
Said Nursî’nin medrese hayatında hocalarla ihtilaf yaşaması ve kavgaları birçok kaynakta anlatılmaktadır. Bu durumda Said Nursî’nin “Ben ilmi rüyalar yoluyla öğrendim” hikâyelerini uydurmasına kapı açmıştır. Bu tür uydurma anlatılar, geleneksel ilim öğrenme anlayışına zarar verdiği gibi, halk arasında da hurafe inançların beslenmesine neden olmuştur.
₻
Said Nursî’nin Ölülerden Yardım İstemesi
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Ben sekiz dokuz yaşındayken nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşi tarikatında ve orada Gavs-ı hizan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak Ya Gavs-ı Geylani derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi hem ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa sana: “Bir Fatiha sen benim bu şeyimi buldur.” derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki böyle bin defa, Hz. Şeyh; himmetiyle ve duasıyla imdadıma yetişmiştir.” (Sikke-i tasdik-i Gayb 120. Sayfa)
CEVAP: Said Nursi anlattığı bu hikâye ile çocukluk çağında ölülerden nasıl yardım istediğini anlatıyor. Ölülerden yardım istemeyi meşrulaştırarak talebelerine kendisi üzerinden örnek veriyor. Bu tür hikâyelerin anlatılması doğrudan veya dolaylı biçimde, ölülerden yardım istemenin meşru bir davranış olduğunu telkin etmektedir.
Ancak Kur’an ölülerden medet ummayı batıl ve şirk olduğunu bildirmiştir.
“Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyamet gününde de sizin onları ortak koşmanızı inkâr ederler. Hiç kimse sana, her şeyin iç yüzünü bilen Allah gibi haber veremez.” (Fâtır, 35/14)
Bu ayet, Allah’tan başkasına dua etmeyi ve ölülerden beklenti içinde olmayı açıkça reddetmektedir. Zira dua, sadece hay ve kayyum olan Allah’a yöneltilmelidir. Ölü bir varlık işitemez, cevap veremez, yardım edemez.
Kur’an, ölüler gibi herhangi bir mahlûktan yardım beklemeyi ve dua etmeyi, en büyük sapıklıklardan biri olarak nitelendirmiştir:
“Allah’ın dışında, kıyamete kadar kendilerine dua edilse bile karşılık veremeyecek olan varlıklara yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa bu yalvarılanlar, onların yakarışlarından habersizdirler.” (Ahkâf, 46/5)
Bu ayet, ister put olsun, ister kabirlerde yatan salih kimseler olsun; Allah’tan başkasına yöneltilen dua ve yardım taleplerinin sapıklık olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Said Nursî’nin ölülerden yardım istediğini ifade eden anlatımları, açık bir şekilde şirk kokan, Kur’an’a ve sahih akideye aykırı olan bir düşünceyi meşrulaştırmaktır. Bu tür anlatılarla talebelerine örneklik sunması, batıl inançların yayılmasına sebebiyet vermektedir. İslam’da dua, tevekkül ve yardım yalnızca Allah’a yapılır.
₻
Risale-i Nur’un Vahyedildiği İddiaları
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Risale-i Nurlar bana ihtar edildi, bana yazdırıldı, izin verilmediği için yazılmadı, hakikatten haber aldım, İradem ve ihtiyarımla yazmadım, iradem dışında yazdırıldı, bana ihtar edildi ama anlatmama izin verilmedi, yazmaya izin verilmedi.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Lahikası, Şualar, Lemalar, Asayı Musa)
CEVAP: Said Nursî, birçok ifadesinde Risale-i Nur’un kendisinin kaleme aldığı beşerî bir eser olmadığını, aksine Allah tarafından “yazdırıldığını”, kendisine “ilham” ve “ihtar” yoluyla bildirildiğini, hatta bazı yerlerde “kendisine yazdırılan” bir kitap olduğunu beyan etmektedir. Bu tür ifadeler, bu kitapların vahiy kaynaklı olduğu algısını oluşturmaktadır. Bu durum Risale-i Nur’u, adeta Kur’an’a paralel bir kutsiyet sunmaktadır.
Said Nursî her ne kadar doğrudan “Ben peygamberim” demese de, bu tür sözler dolaylı yoldan peygamberlik iddiasında bulunmaktır.
Vahiy ve İlham Arasındaki Sınırın İhlâli
İslam akaidine göre vahiy, yalnızca peygamberlere gelir ve kesin bilgi kaynağıdır. İlham ise bireysel bir hissiyat olabilir ama bağlayıcı değildir. İmam Şafii, bu konuda şöyle der: “Her kim ‘bana ilham olundu’ diyerek bir şey ortaya atarsa ve bunu ümmete delil gösterirse, bu adam peygamberlik iddia etmiş olur.”
Said Nursî’nin “Risale-i Nur bana yazdırıldı” ifadesi, bu bağlamda değerlendirilirse, peygamberlik iddiasına kapı aralayan tehlikeli bir yaklaşım olarak görülmelidir. Çünkü metnin kaynağı beşerî değil de ilahî olarak sunuluyorsa, bu onu diğer tüm kitapların üstüne çıkarma iddiasıdır.
₻
Risale-i Nur’un “Allah’ın Kelamı” Olarak Sunulması
Said Nursi Risale-i Nurlar da şunları iddia ediyor:
“Risale-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlığından ve müthiş delalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarı ile yazılmış değildir. Cenab-ı Hakk’ın lisanıyla yazılmış bir eserdir.” (Asayı Musa’nın 118 Sayfa, Rehberler 141. Sayfa, Tarihçeyi Hayatın 579 Sayfası)
CEVAP: Said Nursî’nin bu ifadeleri, Risale-i Nur Külliyatının sadece bir tefsir ya da beşerî eser değil, doğrudan Allah tarafından “yazdırılan”, hatta Allah’ın kelamı/Allah’ın lisanı olduğunu iddia etmektedir. Kur’an, Yüce Allah’ın kelamı yani lisanı olduğu gibi Risale-i Nurların da Allah’ın kelamı yani lisanı olduğunu iddia etmektedir. Bu açıkça vahiy iddiasıdır, Peygamberlik iddiasıdır.
Kur’an, Yüce Allah’ın kelamıdır. Cibril vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) nazil olmuştur. Kur’an’ın kelamullah (Allah’ın kelamı) olması, onu diğer tüm sözlerden ayırır. Risale-i Nurlar’ın da Allah’ın lisanı olduğu, Allah’ın yazdırdığı bir kitap olduğu şeklinde bir söylem ise şu anlamlara gelir:
Risale-i Nurların beşerî bir eser değil, vahiy edilen kutsal bir eser olduğunu iddia etmektir. Bu durumda Risale-i Nur, Kur’an’a paralel bir kelam olarak algılanmıştır. Bu yaklaşım, açıkça nübüvvetin son bulduğu, vahyin tamamlandığı ve dinî hükümlerin Kur’an ve Sünnet dışında bir kaynağı olamayacağı gerçeğiyle yalanlamaktır.
₻
“Manevî İhtar” ve “Bana Yazdırıldı” Ne demek?
Said Nursi Risale-i Nurlar’da şunları iddia ediyor:
“Manevi ve ehemmiyetli bir canipten şimdiki zelzele münasebetiyle 6-7 cüzi suale karşı yine manevi iftar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak için kaç defa niyet ettiysem de izin verilmedi.” (Sözler 14. Söz)
CEVAP: Bu söylemler, Risale-i Nur’un sadece bir ilmî çabanın ürünü olmadığını, bilakis beşerî iradenin dışında ilahî bir yönlendirme ile ortaya çıktığını ima etmektedir.
Bu tür beyanlar, doğrudan vahiy kelimesi kullanılmadan olsa da, vahiy mantığını çağrıştırmakta ve Risale-i Nur’a dinî bir kutsallık kazandırmaktadır. Said Nursî’nin, yazmak istemediği hâlde “manevî bir canipten ihtar” geldiğini ve bu ihtarın yönlendirmesiyle yazmak zorunda kaldığını ifade etmesi, İslam inancında yalnızca peygamberlere ait olan vahiy sürecine tehlikeli bir benzetme içermektedir.
Ayetler göstermektedir ki, vahiy ve ona bağlı manevî yönlendirme (ihtar, ilham) gibi doğrudan ilahî kaynaklı bilgi edinme halleri yalnızca peygamberlere mahsustur. Peygamberlik sona erdiğine göre, bu tür yönlendirme iddiaları kişinin nefsinden gelen vehimleri veya cin şeytanların saptırmalarıdır.
₻
Risale-i Nur’da Hz. Ali’ye Kitap Vahyedildi İddiası
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Risale-i Nur şakirtlerine işaret eden Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir keramet-i gaybiyesidir. Mahremdir, herkese gösterilmez.” diyerek, Hz. Ali’ye Cebrail’in kitap verdiğini şöyle iddia etmektedir:
“Hazret-i Cebrail’in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Azam, Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâimü’s-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:
“Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi Lemalar 18)
CEVAP: Bu ifadeler, Hz. Ali’ye Cebrail vasıtasıyla özel bir sekine/sayfa, başka bir ifadeyle bir kitapçık verildiğini, hatta kıyamete kadar olacak gayb bilgilerinin ona açıldığını açıkça söylemektedir.
Said Nursi burada Cebrail’in Hz. Ali’ye kitapçık verdiğini iddia ediyor. Bu, Hz. Ali’ye vahiy geldiğini iddia etmektir. Bu Hz. Ali’nin peygamber olduğunu iddia etmek anlamına gelir ve Hz. Ali’ye atılmış büyük bir iftiradır. Said Nursi’nin iddiasına göre, eğer Cebrail Aleyhisselam Hz. Ali’ye (r.a.) bir kitap getirdiyse, Hz. Ali’nin de (r.a.) peygamber olması gerekir. Yine, Hz. Ali’nin (r.a.) kendisine verilen kitaba bakarak kıyamete kadar olacak her şeyi bildiği iddia edilmektedir. Böyle bir özellik, son peygamber Muhammed (a.s.)’de bile yoktur. Said Nursi’nin bu iddiaları açıkça yalan ve iftiradır. Hz. Ali hakkında bu tür uçuk kaçık iftiraları genelde Şiiler uydururdu. Bu iftiracılara şimdi bir de Said Nursi katılmıştır…
Şia İnancı ile Benzerlik
Hz. Ali’ye vahiy isnadı, “gulat-ı Şia” (aşırı Şiiler) olarak bilinen fırkaların inanç sistemine özgüdür. Şiî kaynaklarda yer alan “el-Cifr”, “el-Cami’a” gibi kitapların Hz. Ali’ye indirildiği iddiaları, bu bâtıl anlayışın örnekleridir. Bunlara göre Hz. Ali, gaybı bilmekte ve geleceği görmekteydi. (Bkz. el-Kuleynî, el-Kâfî, c. 1, s. 239-240)
Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, Şia’nın batıl inançlarıyla örtüşmektedir.
Hz. Ali’ye Yapılan Büyük Zulüm: Aşırılık
Hz. Ali (r.a.) bizzat kendisi, hakkında ifrata ve tefrite düşen iki topluluktan söz eder:
Ahmed b. Hanbel Ali radiyallahu anh ’tan şu sahih hadisi rivayet etmiştir:
Beni Resulullah s.a.v. çağırdı ve buyurdu ki, ” Sende İsa’ya benzer bir yön vardır. Yahudiler onu öylesine horlamışlardır ki, anasına iftira bile etmişlerdir. Hristiyanlar da öylesine sevmişlerdir ki, onu kendisine layık olmayan bir yere indirmişlerdir.”
Ali şöyle devam etti: “Dikkat edin, iki grup, benim hakkımda kendilerini gerçekten mahvedeceklerdir. Birisi sevenlerdir ki, beni bende olmayan şeylerle öveceklerdir. Diğeri de horlayanlardır ki, bana olan kinleri onları bana iftiraya zorlayacaktır. Bakin, ben nebi değilim. Bana vahiy gelmez. Ama ben gücümün yettiği kadar Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine uygun iş yaparım. Size Allah’a boyun eğmeyi emrettiğim sürece hoşunuza gitse de gitmese de bana boyun eğmek görevinizdir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 160)
Bu söz, Hz. Ali’nin Ehl-i Sünnet çizgisindeki yerini net bir şekilde ortaya koyar: O ne gaybı bilen bir evliya, ne de vahiy alan bir nebidir. Sadece Allah’ın emirlerine teslim olmuş, Resûlullah’ın sadık bir dostu ve ümmetin önde gelen âlimlerinden biridir.
₻
Said Nursî’nin Celceletiye Yalanı
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Madem Celceletiye, vahiy yoluyla Peygamber’e (s.a.v.) nazil olmuştur. Madem (Celceletiye) gelecek ilmiyle ifade eder gelecekten haberler vardır. Hem madem Celceletiye manayı mecaz ile yani mecaz anlamda o kasidenin hakikatini ispat eder, Risale-i Nur’a işaret eder.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi 8. Şua)
CEVAP: Said Nursî, Celceletiye isimli bir kasidenin Peygamber’e (s.a.v.) vahiy yoluyla indirildiğini iddia etmektedir. Ayrıca, Peygamber’in bu kasideyi yalnızca Hz. Ali’ye bildirdiğini, Hz. Ali’nin ise bu kasideyi manevi yolla kendisine (Said Nursî’ye) ulaştırdığını ve bu kasidenin Risale-i Nur Külliyatına işaret ettiğini iddia etmektedir.
Said Nursî’nin bu iddiaları tamamen asılsızdır ve büyük bir iftiradır. Bu sözler, Allah Resûlü’ne atılmış ağır bir bühtan niteliğindedir. Zira hiçbir sahih hadis kaynağında böyle bir bilgi yoktur.
Hâşâ, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisine gelen bir vahyi hiç kimseye açıklamamış, sadece Hz. Ali’ye bildirmiş; Hz. Ali de bu kasideyi manevi yolla yalnızca Said Nursî’ye aktarmış… Böyle bir iddia, hem Allah’a, hem Peygamber’e, hem de sahabeye yöneltilmiş açık bir iftiradır.
Böyle bir iddia, Peygamber’in (s.a.v.) vahyi gizlediği iddia edilmiş olur ki, bu İslâm tarihinde münafık fırkaların (özellikle Gulat-ı Şia’nın) temel iddialarındandır. Böyle bir iddia, Hz. Ali’ye peygamberlik sıfatı izafe edilmiştir, zira Cebrâil’in kitap getirdiği biri ancak peygamber olabilir. Böyle bir iddia, Manevi yol ile ilham alınan bilgiler, ilahî vahiy ile eşdeğer tutulmaktadır ki bu, tasavvufun veya batıniliğin sapkın uçlarında görülür. Hâlbuki Kur’an, Peygamberin (s.a.v.) kendisine vahye dilen hiçbir şeyi gizlemediğini açıkça beyan eder:
“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risâlet görevini yerine getirmemiş olursun.” (Mâide, 5/67)
Said Nursî’nin, Celcelûtiye üzerinden yaptığı bu yorumlar, vahiy anlayışını bozan, nübüvvet makamına iftira atan ve Hz. Ali’yi gaybı bilen bir varlık konumuna çıkaran tehlikeli ve sapkın iddialardır. Bu iddialar İslâm ümmetini bâtıl yollara sevk eden, akideyi tahrif eden ve sahih İslâm anlayışına büyük zararlar veren iftiralardır.
₻
Vatikan İle İşbirliğinin Zemini Hazırlanıyor
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
Said Nursi, Abdulkadir Geylani’nin kendisini haber verdiğini ve şöyle dediğini iddia ediyor: “Ahir zamanda beklenen bir zat gelecek ve Hristiyanların ruhani liderleri ile iş birliği yapacak. Bu zatın 3 görevi var. Bunların birincisi imanını kurtaracak, ikincisi şeriatı tatbik edecek, üçüncüsü hilafeti yeniden kuracak.” (Sikke-i Tasdi-i Gayb 9-10. Sayfalar.)
CEVAP: Said Nursî burada, Abdulkadir Geylânî üzerinden gerçeğe aykırı iddialarda bulunmaktadır. Tarihî kaynaklarda bu yönde herhangi bir bilgi yer almadığı gibi, İslam inancı da gaybdan haber verdiğini iddia edenleri yalanlamaktadır. Zira gayb bilgisi yalnızca Allah’a aittir ve Allah, gaybını sadece peygamberlerine bildirir. Bunun dışında, gaybdan haber verdiğini iddia eden herkes kesinlikle yalancıdır.
Said Nursî bu tür iddialarıyla, dinler arası diyalog adı altında yürütülen ideolojik sapma projesinin temellerini atmaya çalışmaktadır. Bu projeyi meşrulaştırmak ve Müslümanlar nezdinde “masum” göstermek için de Abdulkadir Geylânî’yi araç olarak kullanmaktadır. Oysa bu, hem Geylânî’ye iftira hem de ümmete ihanettir. Said Nursî bu iddialarıyla, Vatikan ile iş birliğine zemin hazırlamakta ve “dinler arası diyalog” adıyla bilinen ihanet projesinin fikrî altyapısını oluşturmaktadır.
₻
Said Nursî’nin Amerikan Sevdası
Said Nursi Risale-i Nurlar da şunları iddia ediyor:
Said Nursi, Amerikan sevgisinden bahsederek şöyle demektedir; “Bütün âlem-i İslam’ı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslamiye ile 400 milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddi çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak iman ve İslamiyet ile olabilir.”
Said Nursi devamında şöyle diyor: “Bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları olarak; onlara hem haber veriyoruz hem İslamiyet’e hizmette muvaffak olmaları için dua ediyoruz.” (Emirdağ Lahikası 2. Cilt 423 sayfa)
CEVAP: Said Nursî, bu ifadeleriyle Amerika’yla dostluk kurulmasını savunmakta, onu “din lehinde çalışan bir müttefik” olarak göstermektedir. Bununla da yetinmeyerek, Nur talebeleriyle birlikte Amerika’ya duacı olduklarını açıkça beyan etmektedir.
Bu yaklaşım, Amerika’nın İslâm’a hizmet ettiğini varsayan yanıltıcı ve tehlikeli bir algı üretmektedir. Oysa tarihsel ve siyasi realite, Amerika’nın özellikle İslâm coğrafyasında yürüttüğü müdahalelerin, işgallerin ve istihbarat destekli tahribatların İslâm ümmetine düşmanlık üzerine kurulu olduğunu göstermektedir.
Said Nursî’nin bu ifadeleri, FETÖ yapılanmasının Batı’ya olan hayranlığını, kâfirlere ettiği duaları ve Müslümanlara yönelttiği bedduaları hatırlatmaktadır.
₻
Said Nursî’nin Batı’ya Verdiği Mesajlar
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Rica ediyoruz ki bu memleketin bir emniyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslam’da pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendilerine taraftar etsinler ve selamet bulsunlar.” (Emirdağ Lahikası 2. Cilt 424 sayfa)
CEVAP: Bu sözler, sadece bir hukukî talep gibi görünse de aslında Batı’ya özellikle de Amerika’ya verilmiş açık bir diplomatik mesajdır. Şöyle okunabilir: “Ey Amerika, ben sizi destekliyorum; siz de beni destekleyin. Risale-i Nur’un yayılmasına yardımcı olun, bu sizi Anadolu’daki dindar kitlelerle buluşturur.”
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus da, Türkiye’nin ekonomik olarak ağır yoksulluk yaşadığı bir dönemde, Risale-i Nurlar ’ın son derece kaliteli kâğıtlara basılması ve ülke genelinde geniş çaplı dağıtımının yapılabilmesidir. Bu durum, arka planda organize bir destek ve finansmanın olduğunu göstermektedir.
Bu tablo bize iki önemli gerçeği hatırlatmalı:
Birincisi; Said Nursî’nin Amerika’ya yönelik övgü dolu sözleri ve duaları, Risale-i Nur’un Batıyı Amerika’yı desteklediği yönündeki mesajları hatırlatmalı.
İkincisi; Amerika ve Avrupa’nın, İslâm coğrafyasındaki sahih İslâm anlayışını tasfiye etmek amacıyla desteklediği “ılımlı İslâm, paralel İslâm” projelerini hayata geçirmek için harcadığı milyar dolarları hatırlatmalıdır. Dolayısıyla, Risale-i Nur’un yayılma süreci yeniden araştırılmalı ve değerlendirilmelidir.
₻
Said Nursî’nin Amerika Övgüsü ve Gerçekler
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Küre-i arzın şimdiki en büyük devleti. Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyet’le Asya ve Afrika’nın saadet, sükûnet ve müsamaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması, teşvik etmesi ve onlarla ittifak çalışması kırk beş sene evvel olan bu iddiayı ispat ediyor ve kuvvetli bir şahit oluyor. (Hutbe-i Şamiye 30. Sayfa)
CEVAP: Batının ve Amerika’nın küresel ölçekte işlediği zulümleri, İslam dünyasında sebep olduğu yıkımları ve kâfir bir güç olarak yürüttüğü emperyalist projeleri görmezden gelen Said Nursî, bu sözleriyle büyük bir çelişkiye düşmektedir. Amerika’yı “din hakikatlerine taraftar çıkan” bir devlet olarak göstermek hem tarihsel hakikate hem de İslami ölçülere açıkça aykırıdır.
Said Nursî’nin, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık eden devletleri övmesi ve sevdirmeye çalışması düşündürücüdür. Bu övgülerin arkasındaki niyet nedir? Said Nursî kimin adına, neye hizmet etmektedir?
Bugün Fetullahçı yapının Vatikan’la ilişkileri ve Amerika’yla olan iş birliği açıkça belgelenmiştir. Bu yapının oryantalist, batı yanlısı ve ajan karakterli bir hareket olduğu ortaya çıkmıştır. Said Nursî’nin de benzer söylemlerde bulunması, benzer güç odaklarına yönelmesi ve Batı’yı yüceltici ifadeler kullanması, onun da aynı zihinsel altyapıya sahip olduğunu gömmektedir.
Bu bağlamda, devletin ilgili kurumlarının arşivleri açarak Said Nursî ile ilgili gerçekleri yayınlamasını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da Risale-i Nur külliyatını masaya yatırarak ilmi bir denetimden geçirmesi gerekir. Zira İslâm ümmetine, küresel emperyalist güçleri “dost” gibi gösteren bir söylem; hakikatle değil, saptırma ve ajanlık ile açıklanabilir.
₻
Said Nursî’nin Kıyamet Tarihi Hakkındaki İddiaları
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
Said Nursî, Risale-i Nur’da ebcet ve cifir hesabına dayalı olarak Hicrî 1545 yılında kıyametin kopacağını iddia etmektedir. Ardından bu tür hesaplamaların delil olamayacağını söyleyerek geri adım atmakta; fakat hemen sonrasında, bu hesaplamaları “manevî bir ihtar” ile desteklendiğini öne sürerek görüşünü zımnen tekrar savunmaktadır. Şöyle demektedir:
“Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat böyle imâlar ile bir nevi kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Sikke-i Tasdik-i Gayb 1. Şua, Kastamonu Lahikası 21. Mektup)
CEVAP: Bu ifadeler, kıyamet tarihine dair gaybî bir bilgiye ulaşıldığını ima etmekte; dolaylı olarak, Allah’ın yalnızca kendisinde tuttuğu bir bilgiyi Said Nursî’ye “ihtar yoluyla” bildirdiğini öne sürmektedir. Böylece ebcet hesaplarıyla ulaşıldığı iddia edilen kıyamet tarihi, ilahî bir ikazla desteklenmiş gibi sunulmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça bildirildiği üzere kıyametin vaktini yalnızca Allah Teâlâ bilir. Bu konuda hiçbir peygambere, hatta Rasûlullah’a (s.a.v.) dahi bilgi verilmemiştir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:
“Sana kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır.” (A’râf 7/187; Lokmân 31/34; Ahzâb 33/63)
Said Nursî’nin, ebcet ve cifir hesaplarıyla kıyamet tarihini tahmin etmeye çalışması ve ardından bu hesabı “manevî bir ihtar” ile desteklediğini ileri sürmesi, Kur’anî hakikatlerle açık bir çelişki arz etmektedir. Zira bu tür bir iddia, hem gayb hakkında söz söylemek anlamına gelir hem de dinî açıdan sahih temeli olmayan, bâtıl yöntemlere itibar etmektir. Kur’an-ı Kerîm’de, kıyametin vaktinin yalnızca Allah’a ait olduğu açıkça ifade edilmiştir. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bile bildirilmemiş olan bir bilgiyi “manevî ihtar” gibi soyut gerekçelerle sahiplenmek, ilmî ve dinî ölçülerle bağdaşmadığı gibi, aklıselimle de örtüşmemektedir.
₻
Said Nursi ve Sahte Mehdilik İddiaları
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ederiz. Bir kısmı ona şu an evinin bir mümessili olan bir çare tercümanı zannettiklerinden bazen o ismi de ona veriyorlar.” (Şualar 14. Şua 2. Cilt 1064. Sayfa)
CEVAP: Said Nursî, bazı ifadelerinde Mehdilik makamını ya Risale-i Nurlara ya da kendi şahsına nispet etmektedir. Açıkça “ben Mehdi’yim” demese de, kendisine işaret edildiğini söyleyerek, Mehdilik iddiasına kapı aralayan söylemler kullanmıştır. FETÖ elebaşı da benzer şekilde, Mehdilik iddialarını doğrudan değil ama ima yoluyla dile getirerek kendi kitlesi üzerinde benzer bir algı oluşturmuştur.
Oysa gelecek olan ve hakiki Mehdi tektir. Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Dünya zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, Mehdi onu adaletle dolduracaktır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 13; Tirmizî, Fiten, 52)
Ayrıca Mehdi, Peygamber Efendimizin soyundan olacak, ismi onun ismine, babasının ismi de onun babasının ismine benzeyecektir. Hadiste şöyle geçer:
“İsmi benim ismim, babasının ismi babamın ismi gibi olan bir adam çıkacak…”
(Ebû Dâvûd, Mehdi, 1)
Ne Said Nursî’nin ne de FETÖ elebaşının bu vasıflarla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Dolayısıyla bu iki iddia sahibinin ikisi de yalancı ve istismarcıdır.
Müslümanlar, bu tür sahte mehdi ve kurtarıcı iddialarına karşı uyanık olmalıdır. Din, şahıslar üzerine değil, Kur’an ve sahih sünnet üzerine bina edilmelidir. Hiçbir beşeri otorite masum değildir. Mehdiliği kendine paye çıkaranlar, ümmeti parçalamış; İslami kavramları sulandırmış; Allah adına konuştuklarını söyleyerek şeytani hedeflere hizmet etmişlerdir.
₻
Risale-i Nurlar’ın Gavs İlan Edilmesi
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Ben eskiden Risale-i Nur’un şahsı manevisinin o imamlardan biri zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki Gavs-ı Azam da kutbiyet ve gavsiyet ile beraber ferdiyet dahi bulunduğundan ahir zamanda şakirtlerin bağlandığı Risale-i Nur o ferdiyet makamının mazharıdır.” (Kastamonu lahikası)
CEVAP: Said Nursî, bazı sözlerinde Risale-i Nurlar’ın bu zamanın “Gavs’ı” olduğunu iddia etmektedir. Oysa İslam da Gavs, sıkıntı anında yardım istenilen, çağrıldığı zaman imdada koştuğuna inanılan bir makam olarak tanımlanır. Bu anlayış, özellikle tasavvuf çevrelerinde, Allah’tan başkasına yönelme gibi bir sapmaya dönüşmüştür.
Hâlbuki bir Müslümanın darda kaldığında yönelmesi, yardım dilemesi ve tevekkül etmesi gereken yegâne merci azîm olan Allah’tır. Hiçbir kitap, hiçbir şahıs, hiçbir veli, hiçbir imam Allah’ın yerine konulamaz; dua ve yakarış yalnızca Allah’a yapılır.
Ne var ki bazı tasavvuf çevreleri, Abdulkadir Geylânî’yi, Mevlana Celaleddin Rûmî’yi, Menzil şeyhini, Mahmud Efendi’yi veya Nazım Kıbrısî’yi “Gavs” mertebesine çıkartmış; zor zamanlarında adeta Allah’a değil, bu şahıslara yönelmişlerdir.
Benzer şekilde, Şiiler de Hz. Ali’yi, Hasan’ı, Hüseyin’i ve On İki İmamı, Allah’a dua eder gibi anmakta; onlardan medet ummakta ve ilahî özellikler yüklemekteler.
Nurcu çevrelerde ise bu sapma Risale-i Nur üzerinden tezahür etmiştir. Bizzat Said Nursî tarafından “bu zamanın Gavs’ı” olarak tanımlanan Risale-i Nurlar, bazı takipçileri tarafından sıkıntı anında başvurulan, medet umulan, adeta ilahlaştırılmış bir kaynak hâline getirilmiştir. Bu durum açık bir şirk ve ifsattır. Allah Teâlâ bu tür yönelişleri kesin bir dille reddederek şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olan Allah olduğu vahyediliyor. O hâlde O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin! Vay hâline O’na ortak koşanların!” (Fussilet, 41/6)
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Duâ ibadetin ta kendisidir.” (Tirmizî, Daavât, 1)
“Sadece Allah’tan iste, sadece O’na sığın.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 59)
Risale-i Nur’u veya başka bir şahsı “Gavs” gibi göstermek, onu sıkıntıda imdada yetişen bir makam gibi sunmak; İslam’ın tevhid inancına açıkça aykırıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir; Allah’a ait sıfatları başkasına vermek de bir şirk çeşididir. Bu nedenle Müslümanlar, yalnızca Allah’a yönelmeli, dua ve tevekküllerini yalnız O’na yapmalıdır.
₻
Risale-i Nurların Şefaatçi İlan Edilmesi
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Bütün arkadaşlar ‘la ilahe illallah’ zikrine devam ediyorduk. Zelzele yani deprem, bütün şiddetiyle devam ediyordu. O sırada hatırımıza, Risale-i Nur’u aşkla ve bir saikle üç beş defa şefaatçi ederek Cenabı Hak’tan Halas ettik…” (Şualar 13. Şua)
CEVAP: Bu sözlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Said Nursî ve talebeleri deprem anında Risale-i Nurları Allah ile kendi aralarında bir şefaatçi, bir vesile olarak kullanmışlar ve bu aracılık sayesinde depremin durduğunu iddia etmişlerdir. Bu yaklaşım açık bir şekilde vahiy dışı ve batıl bir inançtır.
Şefaat Yetkisi Sadece Allah’a Aittir. Kur’an-ı Kerîm şefaatin, izinsiz hiç kimseye ait olmadığını açıkça bildiriyor.
“Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.” (Bakara, 2/255)
“De ki: Allah’tan başka kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda veremeyenleri mi dost edineceğiz? Allah dilemedikçe onların hiçbir şefaati bize fayda vermez.” (En’am, 6/70)
Burada söz konusu olan ise, Kur’an’dan olmayan, beşerî bir kitap olan Risale-i Nur’un doğrudan şefaatçi yapıldığı bir anlayıştır. Risale-i Nur’un Allah katında bir aracı veya dua kabul ettirici bir metin gibi sunulması sadece bir bidat değil, aynı zamanda Allah’a yalan isnat etme cürmüdür.
“Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyin.”(A’râf, 7/33)
Tevhid inancı, kulun Allah’a doğrudan yönelmesini emreder. Allah ile kul arasına kitap, şahıs, veli veya nesne koymak şirk tehlikesidir. Bu tür anlayışlar, tıpkı putperest Arapların “bunlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” (Zümer, 39/3) sözüyle yaptığı gibi, Allah’a yaklaşmak için aracılar edinme zihniyetidir.
“Dikkat edin! Halis din yalnız Allah’ındır. Allah’tan başkasını dost edinenler ‘Biz onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler. Allah, onların aralarındaki hükmü verecektir.” (Zümer, 39/3)
Bugün Risale-i Nur’u araya koyanlar ile dün putları Allah’a yaklaşmak için kullanan müşrikler arasında bir fark yoktur. Her ikisi de Allah ile kul arasına aracı koymuş, her ikisi de tevhidi yıkmıştır.
₻
Risale-i Nurlar Hatasız ve Dokunulmaz mı?
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Mübarek sözler şüphesiz kitabı mübinin nurlu lematıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber kül halinde kusursuz ve noksansızdır.” (Barla lahikası 27. Mektup)
CEVAP: Said Nursî, bu sözlerle Risale-i Nur’un eksiksiz ve hatasız bir eser olduğunu söylemektedir. Oysa İslam inancına göre eksiksizlik ve mutlak kusursuzluk yalnızca Allah Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an’a mahsustur. İnsan ürünü olan hiçbir metin –ne kadar dindar bir niyetle yazılmış olursa olsun– ilahi kelâmın yerini tutamaz ve ona denk tutulamaz.
Bu durumda Said Nursî’nin kaleme aldığı bir eserin hatasız ve kusursuz kabul edilmesi, dini ölçülerin dışına çıkan, hatta zamanla bir kutsiyet atfetmeye dönüşen bir anlayışa kapı açmıştır. Böyle bir yaklaşımın ise şeytanın vesvesesiyle oluşan bir aldanış olduğu söylenebilir.
₻
Said Nursî’nin “Reenkarnasyon” İnancı
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
Said Nursi velilerin birçok yerde aynı anda zuhur ettiğini, aynı anda birçok kişiyle görüştüğünü iddia ediyor. (Mektubat 1. Mektup, Sözler 16. Söz 1. Şua, Sözler 657. Sayfa)
CEVAP: Said Nursî, Risale-i Nur’da bazı velilerin aynı anda birden fazla yerde görülebildiğini, farklı kişilerle eşzamanlı olarak görüşebildiklerini iddia etmektedir. Bu tür anlatımlar, İslam inancında yeri olmayan ve sahih kaynaklarda geçmeyen “tayy-i mekân” (mekânı katetme), “zuhur” (bir anda birden fazla yerde görünme) ve hatta “reenkarnasyon” gibi batıl inançlarla benzerlik göstermektedir.
İslam’a göre insanlar fiziksel olarak aynı anda birden fazla mekânda bulunamazlar. Böyle bir kabiliyet, ancak Allah’ın dilemesiyle meleklere ve cinlere mahsus kılınmıştır. Bu kabiliyet insanlara verilmemiştir. Zuhuratı görülen varlıklar ise ya bir melektir veya bir cindir.
Said Nursî’nin bu tür anlatıları, Hinduizm ve Budizm gibi reenkarnasyon inancına sahip batıl dinlerin inanç esaslarına benzemektedir. Özellikle Hint mistisizminde “birden fazla varlık hâlinde görünme” ya da “beden değiştirme” gibi inançlar, İslam akaidiyle tamamen çelişmektedir. Kur’an ve sahih sünnet, insanların ölümden sonra diriltileceğini ve yeniden yaratılacağını belirterek açıkça reenkarnasyonu reddeder.
Bu nedenle, Nursî’nin bazı veli tasvirlerinde yer alan olağanüstü anlatımların, sahih İslam akaidiyle uyuşmadığı ve halkın zihninde bâtıl düşüncelerin yerleşmesine yol açabileceği açıktır. Kutsallık atfedilen bu hikâyeler, inancı zedelemekte ve akidevî bir sapmaya zemin hazırlamaktadır.
₻
Hızır İnancı Üzerine Tartışmalar
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
“Hızır ve İlyas’ın hayatları bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif evliyanın Hz. Hızır ile maceraları ve bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder.” (Mektubat 1. Mektup)
CEVAP: Said Nursî, Risale-i Nur’da yer alan ifadelerinde “Hızır hayatta mıdır?” sorusuna şu cevabı verir: “El-cevap: Hayattadır.”
Devamında ise Hızır ve İlyas’ın hayatta olduklarını ve aynı anda birden fazla yerde bulunabildiklerini iddia eder. Bu iddialar Kur’an ve sahih sünnetle bağdaşmadığı gibi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleriyle de çelişmektedir.
Ehl-i Sünnet uleması içinde hiçbir muteber âlim, Hızır’ın veya İlyas’ın hâlâ hayatta olduklarını ve olağanüstü şekilde birden fazla mekânda bulunabileceklerini ileri sürmemiştir. Hızır’ın hayatta olduğuna dair ne Kur’an’da ne de sahih hadislerde açık ve kesin bir delil mevcuttur. Ayrıca, İslam’ın en hayırlı nesilleri olarak kabul edilen sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn arasında da bu yönde bir kanaat veya rivayet bulunmamaktadır.
İslam akidesine göre insanlar tabiat kanunlarına tâbidir: doğar, yaşar ve ölürler. Eğer Hızır bir insansa – ki öyledir – onun da bu kurallar dışında olması mümkün değildir. Bu nedenle Hızır’ın yaşamakta olduğunu ileri sürmek; akla, mantığa, ilme ve İslam inanç sistemine aykırıdır.
Hızır’ın hayatta olduğuna dair aktarılan hadislerin tamamı ya zayıf ya da uydurma niteliktedir. Buna karşın, onun hayatta olmadığını gösteren sahih hadisler mevcuttur. Örneğin, İmam Buhari’nin rivayet ettiği şu hadis son derece açıktır:
“Bu gecenizi görüyorsunuz ya, işte bu gecenizden itibaren yüz sene geçmeden bugün yeryüzünde bulunan hiçbir kimse kalmayacaktır.” (Buhârî, İlim, 42)
Bu hadis, Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı dönemde hayatta olan hiç kimsenin bir yüzyıl sonra yaşamayacağını kesin bir şekilde ifade etmektedir. Hızır o dönemde hayatta olsaydı, bu hadisin kapsamına girerek en fazla yüz yıl içinde vefat etmiş olması gerekirdi.
Hurafeler, Şeytanî Aldatmalar ve Batıl İnanışlar
Tarihte ve günümüzde birçok kişi, “Ben Hızır’ım” diyerek zuhur eden ruhani varlıklarla karşılaştığını iddia etmiştir. Ancak bu tür zuhuratlar çoğunlukla cin şeytanların bir aldatmacasıdır. İnsan suretinde görünen bu varlıklar, “Ben Hızır’ım” diyerek özellikle bilgisiz ve duygusal kimseleri bâtıl yollara sevk etmektedir. Bu durum, Kur’an’da bildirilen cinlerin saptırıcı rolüyle de örtüşmektedir.
Benzer şekilde, Şii inanç sisteminde on iki imamlardan olduğu kabul edilen Mehdi’nin de hâlen yaşamakta olduğuna inanılır ve bu inanç üzerinden birçok hurafe türetilmiştir. Sufi gelenekte ise Hızır’ın ölümsüz olduğu, darda kalanlara yardım ettiğine inanılır. Cin şeytanlar bu batıl inançları istismar ederek insanları saptırmaktadır.
Şeytan, bir Şii’yi kandırmak için “Ben Mehdî’yim” diyebilirken, bir Sufi’yi aldatmak için “Ben Hızır’ım” diyebilir. Her iki durumda da, bâtıl inançlar cin şeytanlar tarafından desteklenmekte ve insanlar bu yollarla sapkın fikirlere sürüklenmektedir. Bu tür zuhuratlara kanan ve gördüklerini Hızır veya Mehdi zanneden kişiler, yoldan sapmaktadır.
Hızır’ın hayatta olduğu, birden fazla yerde görünebildiği ve insanlarla irtibata geçtiği gibi iddialar; İslam’ın temel kaynaklarıyla çelişen hurafe nitelikli yaklaşımlardır. Bu inançlar yalnızca akideyi zedelemekle kalmaz, aynı zamanda şeytanî aldatmalara da zemin hazırlar. Dinî meselelerde ölçü Kur’an ve sahih sünnettir; rüya, keşif, ilham veya bâtıni iddialar değil. Müslümanların bu tür bâtıl söylemlere karşı uyanık olması, akideyi koruma açısından son derece önemlidir.
₻
Risale-i Nur’un Kaynağı Vahiy mi?
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Risale-i Nur şarkın malumatından ulûmundan ve garbın felsefe ve fünundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas etmiş bir nur değildir. Risale-i Nur semavi olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkinde ki yüksek mertebesinden iktibas edilmiştir.” (Şualar 1. Şua)
CEVAP: Said Nursî, Risale-i Nurların sıradan insan ürünü kitaplar olmadığını ve onların doğrudan Kur’an’ın geldiği kaynaktan indirildiğini ileri sürmektedir. Bu ifadeler, Risale-i Nur’un Kur’an gibi ilahî kaynaklı olduğunu açıkça iddia ettiğini göstermektedir.
Bu yaklaşım, Risale-i Nur’un bir tefsir olmaktan da öte, vahyedilmiş bir eser olduğu iddia edilmektedir. Böyle bir iddia, İslam akidesi açısından son derece sakıncalı olup, vahyin yalnızca peygamberlere geldiği yönündeki temel inancı inkâr etmektir. Son kitap olan Kur’an indirildi, son peygamber gönderildiğine göre Risale-i Nurlan’ın indirildiğini, yazdırıldığını iddia edenler yalancıdır ve yoldan sapmıştır.
₻
Risale-i Nur Hakkın İzniyle Yazdırılmış!!
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Ey Risale-i Nur! Senin hakkın dili, hakkın ilhamı olup onun izniyle yazdırıldığında şüphe yoktur. Ben bir kimsenin malı değilim, ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım, ben Rabbani ve Kur‘aniyim, bir la mutun eserinden fışkıran keramet ürünüyüm.” (Şualar 141. Sayfa)
CEVAP: İslam inancına göre vahiy, sadece peygamberlere mahsustur ve vahiy kapısı Hz. Muhammed (s.a.v.) ile kapanmıştır. Allah’tan gelen her bilgi “vahiy” değildir; ilham denilen manevî sezgiler ise hiçbir zaman mutlak hakikat ölçüsü değildir. İlhamlar bağlayıcı olmayıp kişisel tecrübe düzeyindedir. Nitekim İmam Şâtıbî, ilhamın dinî delil olamayacağını belirtmiş ve her ilhamın kontrol edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Said Nursî’nin ifadelerinde Risale-i Nur’a yüklenen anlam, ilhamdan öte bir “vahiy benzeri kutsallık” izlenimi vermektedir. Bu ise İslam akaidi açısından son derece tehlikelidir. Kur’an dışında hiçbir metin Allah tarafından gönderilmiş veya yazdırılmış olamaz. Risale-i Nur gibi bir metne bu tür bir kutsiyet atfetmek, tevhid inancına aykırıdır.
Vahiy sadece seçilmiş peygamberlere geldiğini, peygamberlik sona erdiği için artık hiçbir kimseye bu anlamda ilahî bir bilgi ulaşmayacağını açıkça bildirilmiştir. Dolayısıyla, Risale-i Nur’un “yazdırılmış” olması, “Hakk’ın dili” olması veya “Kur’anî” nitelik taşıması gibi ifadeler, açık bir vahiy iddiası olup bu sapkınlığa kapı açmaktır.
₻
Risale-i Nur’a Atfedilen: Vahiy ve Nübüvvet
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“O zat (kendinden bahsediyor) hizmet-i imaniye noktasında Risalet’in bir miratı mücellası ve şecere-i risaletin son meyvesi münevver’i yani Peygamberliğin bir aynası ve Peygamberlik ağacının son meyvesidir.” diyor.
Said Nursi şöyle devam ediyor: “Lisan risaletin nefsiyet noktasında son dehani hakikati ve şenliği ilahinin hizmet-i imaniye diyetinde bir son hamileliği saadeti olduğunda şüphe yoktur.” (Afyon hayatı, Şualar 141. Sayfa)
CEVAP: Nursî, kendisine yöneltilen abartılı övgüleri doğrudan kabul etmese de, bunları Risale-i Nur’a yönlendirmeyi tercih etmektedir. Bu “sükût” tavrı, dolaylı bir onay niteliği taşımakta ve Risale-i Nur’un “peygamberlik ağacının son meyvesi” olduğu şeklindeki iddialara zemin hazırlamaktadır. Oysa bu tür söylemler, İslâm inancı açısından ciddi sorunlar doğurur. Çünkü bu ifadeler, Risale-i Nur’u Kur’an’a paralel bir metin gibi göstermek, onu vahiy düzeyine çıkarmak ve Said Nursî’yi nübüvvet makamına yaklaştırmak anlamına gelir. Bu ise, Kur’an’ın çizdiği nübüvvet sınırlarına ve “vahiy yalnızca peygambere gelir” ilkesine açıkça aykırıdır. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:
“Allah adına yalan uyduran, ya da kendisine hiçbir vahiy indirilmediği hâlde: ‘Bana da vahiy gönderiliyor!’ iddiasında bulunan ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini ben de indirebilirim!’ diyenden daha zalim kim vardır?
Keşke o zalimleri, ölümün pençeleri arasında çırpınırlarken bir görseydin! O zaman melekler, yakalarına yapışarak diyecekler ki: ‘Haydi, çıkarın bakalım canlarınızı! Allah adına gerçek dışı sözler söylediğiniz ve O’nun ayetlerine karşı kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için, bugün küçük düşürücü bir azapla cezalandırılacaksınız!” (En‘âm, 6/93)
Bu ayet, vahiy isnadının ancak Allah tarafından seçilmiş peygamberlere ait olduğunu, bunun dışında yapılan her türlü iddianın iftira ve küfür olduğunu açıkça ifade etmektedir. Said Nursî’nin Risale-i Nur’a atfettiği “ilham üstü kutsiyet” ve kendisini bu metnin pasif bir yazıcısı olarak tanıtması; İslam inancında olmayan yeni bir “kitap” ve “rehber” anlayışını beraberinde getirmektedir. Bu ise Kur’an’ın son vahiy olduğuna dair iman esasını yok saymadır.
₻
Rüyalar Yoluyla Vahiy İddiası
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
“Hem mütedeyyin bir kadın yine hadiseden sonra görüyor ki semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Kadın soruyor diyor ki bu nedir diye rüyasındaki kişiler kadına böyle cevap veriyorlar ve diyorlar ki; bu Risale-i Nur’un sahifeleridir.”
Said Nursî, bu rüyayı şöyle yorumluyor. “Risale-i Nur, Kur’an’ın tefsiri olduğu cihetle vahyi semavi olan Kur’an’ın semavi ve ilhami bir tefsiridir.” (Sikke-i Tasdik-i Gayb)
CEVAP: Said Nursi, bir kadının rüyasına dayanarak Risale-i Nur’un semadan indirildiğini iddia ediyor. İslâm’a göre rüyalar, bireysel anlamlar taşıyabilir; ancak şer’î ve akidevî hakikatlerin kaynağı olamazlar. Rüyaların mutlak delil olarak kabul edilmesi, kişisel tecrübeleri vahiy ile karıştırmak anlamına gelir ki bu, tarih boyunca birçok sapkın hareketin (örneğin batınî fırkaların) temel yanılgısı olmuştur.
“Risale-i Nur, semavî bir tefsirdir” şeklindeki iddia, onu yalnızca Kur’an’ı açıklayan bir metin olmaktan çıkararak, vahiy niteliğinde bağımsız bir kaynak hâline getirmekte; dolayısıyla Kur’an ile eşdeğer bir konuma yükseltmektedir. Bu, yalnızca itikadî bir sapmaya değil, aynı zamanda son vahiy olan Kur’an’ın yeterliliğine dair şüphe uyandırmaya da sebebiyet vermektedir. Oysa Kur’an şöyle buyurmaktadır:
“Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” (Mâide, 5/3)
Bu ayet, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in risaletinin tamamlandığını ve artık yeni bir dinî kaynak iddiasının kabul edilemeyeceğini kesin biçimde ortaya koymaktadır.
Said Nursî’nin, doğrudan “bana vahiy geldi” demeksizin, rüyalar ve mecazî ifadeler üzerinden “semavî tefsir” iddiasında bulunması, aslında nübüvvet kapısını dolaylı olarak açık tutma anlamı taşımaktadır. Risale-i Nur’un “semavî tefsir” şeklinde tanıtılması açıkça vahiy iddiasıdır bu ise Allah’a ve Resulü’ne iftira anlamına da gelmektedir.
₻
Risale-i Nur’da “Diyalogcu” Söylemler
Said Nursi Risale-i Nurlar da “Hem bir derece mahremdir diyerek Hristiyanlar hakkında şu sözleri söylüyor:
“Hem Selahattin’in asayı Musa Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz. Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri, hem Nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı yani Rusya’dan gelen komünizm tehlikesi İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etme fikriyle İslam ve İsevilerin ittifakını bozmaya çalışacaktır.” (Emirdağ Lahikası 27 Mektup, Tarihçeyi hayat 473 sayfa.)
Said Nursi, komünizme karşı Müslümanlarla misyonerlerin bir ve beraber olmaları gerektiğini söylüyor. Hatta Hristiyanlık ile İslam’ın ittifak yaparak birleşmesi gerektiğini söylüyor.
CEVAP: Said Nursî’nin bazı ifadeleri, İslam ile Hristiyanlık arasında “ortak düşmana karşı ittifak” kurulması gerektiği fikrini taşımakta ve modern dinlerarası diyalog söylemleriyle örtüşmektedir. Oysa İslam’a göre hak din yalnızca İslam’dır. Hristiyanlık tahrif edilmiş bir inanç sistemidir. Kur’an bu konuda nettir:
“Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide, 5/72)
Bu açık hüküm, İslam dışındaki hiçbir inancın Allah katında geçerli olmadığını ortaya koyar. Bu nedenle Hristiyanlıkla dinî ittifak kurmak, itikadî açıdan büyük bir sapmadır. Nursî’nin bu yaklaşımı ise, İslam’ın temel iman esaslarını görmezden gelerek, tahrif edilmiş bir dinle iş birliğini meşrulaştırma anlamına gelmektedir.
Said Nursî’nin bu söylemi, görünürde komünizme karşı ittifakı hedeflese de, hak-batıl mücadelesinde İslam’ın durduğu net çizgiyi bulanıklaştırmaktadır. Kur’an şöyle buyurur:
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler…” (Âl-i İmrân, 3/28)
Nursî’nin misyonerlerle birlikte mücadele çağrısı, Resûlullah’ın (s.a.v.) müşriklerle ilişkilerde sergilediği net ve ilkesel duruşla da çelişmektedir.
FETÖ’nün Zeminini Hazırlayan Zihniyet
Bu söylem, 20. ve 21. yüzyılda dinlerarası diyalog adı altında İslam dışı yapılarla kurulan ilişkilerin ideolojik temelini oluşturmuştur. FETÖ lideri Fethullah Gülen, Risale-i Nur’dan aldığı referanslarla Hristiyanları “iman ehli” saymış ve Papa ile görüşmeler yapmıştır. Oysa Kur’an açıktır:
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul edilmeyecektir.” (Âl-i İmrân, 3/85)
Bu çerçevede, Risale-i Nur’daki “Hristiyanlarla ittifak” söylemi, masum bir tarihsel yorumdan öte, çağdaş ihanet projelerine zemin hazırlayan bir fikir altyapısıdır. “Dinlerarası diyalog”, “semavî dinler ittifakı” ve “ortak akide” gibi kavramlar, Kur’an’a ve sahih sünnete açıkça aykırıdır ve ümmetin akidesine yönelik büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
₻
Vahdet-i Vücut Küfrüne Ulvi Hakikat Diyenler
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
Said Nursi, vahdet-i vücut küfrüne: “Hakayık-ı Ulviye” yani ulvi bir hakikat diyerek savunuyor. (Lemalar 28, lemalar 38)
CAVAP: Vahdet-i vücut (varlıkta birlik), özellikle İbn Arabî tarafından savunulan ve evrendeki her şeyin Allah’ın bir yansıması ya da tecellisi olduğunu öne süren bir görüştür. Bu anlayışa göre tek hakiki varlık Allah’tır; diğer her şey O’ndan bir parçadır ya da O’na aittir. Hallâc-ı Mansûr’un “Enel-Hak” (Ben Hakk’ım) sözü bu anlayışa örnek gösterilir.
Ancak bu görüş, Kur’an’ın tevhid anlayışıyla çelişmektedir. Zira Kur’an’da şöyle buyrulur:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 42/11)
“Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlâs, 112/4)
İslam’a göre Allah yaratandır, kâinat ise yaratılmıştır. Aralarında özdeşlik kurulamaz. Vahdet-i vücut ise bu sınırı kaldırarak, yaratılanla Yaratan’ı birleştirme gibi tehlikeli bir inanca kapı aralar.
Ehl-i Sünnet’in Görüşü
Ehl-i Sünnet uleması, vahdet-i vücut anlayışını bid’at, sapkınlık ve şirk olarak nitelemiştir. Bu görüş, zamanla “her şey Allah ise günah da yoktur” gibi sorumsuz sonuçlara yol açmıştır. Böylece ibadet, emir ve yasaklar anlamını yitirmiş; kulluk şuuru zedelenmiştir.
Said Nursî’nin Yaklaşımı
Said Nursî, Risale-i Nur’da vahdet-i vücut inancına karşı net bir reddiye ortaya koymamış; bazı ifadeleriyle bu görüşü “ulvî bir hakikat” olarak tanımlamıştır. Bu ise Ehl-i Sünnet’in açık çizgisiyle uyuşmazlık göstermekte ve itikadî açıdan soru işaretleri doğurmaktadır.
Said Nursî’nin bu yaklaşımı, bazı takipçileri arasında da vahdet-i vücut tarzı düşüncelere kapı aralamış, tevhid akidesinin sınırlarının bulanıklaşmasına yol açmıştır.
Sonuç olarak; Tevhid, Allah’ın tek ve benzersiz olduğuna; kâinatın ise O’na muhtaç bir mahlûk olduğuna iman etmektir. Allah ile yaratılanlar arasında çizilen bu sınır bozulduğunda, imanın temelleri sarsılır. Vahdet-i vücut gibi bir küfrü meşru göstermek, bu çizgiyi bulanıklaştırır ve İslam’ın özüne zarar verir.
₻
Sad ve Sin Harfleri Said Nursi’yi Nasıl İşaret Edebilir!
Said Nursi Risale-i Nurlar da Şunları İddia Ediyor:
Said Nursi bazı Kur’an ayetlerinin kendisini ve Risale-i Nurlar’ı haber verdiğini iddia ediyor. Bunu ise batıni tefsir ile keşfettiğini iddia ediyor;
“Sad ve Sin birbirine tam kardeş olması ve bir kelimede birinin yerine diğerinin geçmesi münasebetiyle bu ayetteki Said kelimesinden sad ve sin okunsa Risale-i Nur’un tercümanını gösterir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi 1. Şua)
CEVAP: Bu ifadeye göre, bir ayette yer alan “Said” kelimesindeki “sad” harfi “sin” olarak okunursa, bu ayet Risale-i Nur’un müellifi Said Nursî’ye işaret etmektedir. Bu yaklaşım, ayetlerin lafzî bütünlüğünü tahrif etmekle kalmayıp, Kur’an’ın muhatabına sunduğu evrensel mesajı daraltarak, onu belirli bir şahsın biyografik referansına indirgemektedir.
Talebelerin Onayı ve Tahrifin Meşrulaştırılması
Said Nursî’nin bu yorumları, bazı talebeleri tarafından da tasdik edilmekte ve şu ifadelerle desteklenmektedir: “İşte Risale-i Nur’un kahramanı; işte Kur’ân’da Said, hadiste Seyyid diye söylenen mübarek Üstadımız Said Nursî.” Bu tür ifadeler, Kur’ân’ın tarih-üstü mesajını şahıs merkezli ve kapalı bir yoruma dönüştürmekte; ehl-i sünnetin itikadî esasları açısından ciddi sorunlar teşkil etmektedir. Bu durum, Kur’an’ın anlam çerçevesinin dışına çıkılarak bâtınî yorumların meşrulaştırılmasına zemin hazırlamaktadır.
Kur’ân, Yahudilerin kutsal metinlerde yaptığı tahriflere dikkat çekmekte ve kelimelerle oynayarak manaları saptırmalarını açıkça kınamaktadır:
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar… Dillerini eğip bükerek ‘İşittik ve isyan ettik!’ diyorlar…” (Nisâ, 4/46).
Bu ayette, lafızla oynamak ve manayı çarpıtmak açık bir sapma olarak tanımlanmıştır. Kur’an’ın bu uyarıları ışığında, harflerle ve lafızlarla oynamaya dayalı bâtıni tefsir biçimlerinin, tarihsel olarak da tehlikeli sonuçlar doğurduğu görülmektedir.
Bâtınî Yorum Geleneği ve Risale-i Nur
Nursî’nin bâtınî yorumları yalnızca harf değişimiyle sınırlı değildir. Ebcet ve cifir hesaplarıyla bazı ayetlerin veya metinlerin Risale-i Nur’a işaret ettiği ileri sürülmekte, özellikle Celcelûtiyye gibi metinlerden Hz. Ali’nin Risale-i Nur’u haber verdiği çıkarılmaktadır. Bu yöntemler, İslâm tefsir geleneğinden değil, daha çok Şiî ve Bâtınî anlayışlardan beslenmektedir. Nursî, İbn Arabî ve Necmeddin Kübrâ gibi sûfîlerin bâtıni yorumlarını benimsemiş ve bu eğilim Risale-i Nur’a yansımıştır.
Ehl-i Sünnet Geleneğinde Vahyin Yorumu
Ehl-i sünnet uleması ise, Kur’ân ve sünnetin zahirine bağlı kalmayı esas almış; bireysel sezgiye, bâtınî sembollere ve keyfî tevillere dayalı yorumları kesin biçimde reddetmiştir. İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve diğer büyük müctehidler, ayetleri kişisel yorumlarla çarpıtmayı tefsir değil, tahrif olarak değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak, Risale-i Nur’daki bu tür bâtıni yorumlar; ehl-i sünnetin tefsir anlayışıyla değil, Şii ve Bâtıni geleneklerle örtüşmektedir. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın lafzî ve anlam bütünlüğünü zedeleyen, tarihsel olarak da birçok sapkınlığa zemin hazırlayan bir anlayıştır.
₻
Peygambere Nispet Edilen Bir Başka Yalan; CEVŞEN
Said Nursi Risale-i Nurlar’da Şunları İddia Ediyor:
Risale-i Nurlar’da Peygamber’e nispet edilen Cevşen duasına gelelim. Güya Peygamberimiz (s.a.v.) bir savaştan döndüğünde üzerindeki zırhından dolayı sıkıntı çekmiş, tam bu sırada Cebrail gelmiş ve demiş ki: “Ya Muhammed bu duayı oku sana hiçbir şey olmaz bu seni korur.”. Peygambere nispet edilen bu dua hadis kaynaklarında geçmez. Bu hadsizler daha da ileri giderek bu duayı okuyanın 900 Peygamber sevabına nail olacağını söylüyor.
CEVAP: Bazı çevreler tarafından Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) nispet edilen “Cevşen Duası”, gerek içeriği gerekse rivayet zinciri açısından ciddi problemler barındırmaktadır. Risale-i Nur külliyatında da yer verilen bu dua, sahih hadis kaynaklarında yer almamakta; buna rağmen Cebrail (a.s.) tarafından Hz. Peygamber’e öğretildiği iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölümde, söz konusu iddialar hadis usulü bağlamında eleştirel olarak değerlendirilecektir.
Cevşen Rivayetinin Sorunlu Kökeni
Cevşen duasına dair rivayete göre, Resûlullah (s.a.v.) bir savaştan dönerken üzerindeki zırhtan dolayı sıkıntı yaşamış, bu esnada Cebrail (a.s.) gelerek kendisine “Bu duayı oku, sana hiçbir şey olmaz” demiştir. Ancak bu rivayet, sahih hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Hangi savaşta böyle bir olayın gerçekleştiği de belirtilmemektedir. Dolayısıyla rivayetin tarihî ve rivayet zinciri bakımından güvenilirliği yoktur.
Üstelik bu duanın okuyana 900 peygamber sevabı kazandıracağı gibi ifadeler ise dinin temel ölçüleriyle bağdaşmayan, uydurma unsurlar içeren söylemlerdir.
Hz. Peygamber’in Zırhı Çıkarmaması: Sahih Hadislerin Tanıklığı
Savaşta zırh kullanımıyla ilgili sahih hadisler, rivayette anlatılan olayın gerçekle örtüşmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Bir peygamber, zırhını giydikten sonra Allah Teâlâ düşmanları arasında hükmünü verinceye kadar onu çıkarması doğru olmaz.” (Sahih Buhari, 3005; Müslim, 2115)
Yine Hendek Savaşı’ndan sonra Müslümanlar silahlarını bırakmışken, Cebrail (a.s.) Resûlullah’a gelerek şöyle demiştir:
“Zırhını mı çıkarıyorsun? Melekler henüz silahlarını bırakmadılar. Allah, sana Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onların yanına gidiyorum.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/109; Ebu Davud, 2552)
Bu sahih rivayetler, Cebrail’in (a.s.) Resûlullah’a zırhı çıkarmasını değil, bilakis zırhla hareket etmesini emrettiğini göstermektedir.
Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a.v.) iki zırh giymiş, miğfer takmış ve aldığı bir darbe ile miğferi kırılmıştır. Ayrıca, Peygamber’in savaşlarda kullandığı birçok silah ve zırh olduğu bilinmektedir: 9 kılıcı, 7 zırhı, 2 miğferi, 5 mızrağı, 6 yayı, 2 kalkanı gibi ekipmanları vardır. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 4, s. 23)
Bu bilgiler ışığında, Cevşen duasının Resûlullah’a ait olduğu ve onun tarafından savaşta kullanıldığı iddiası tarihi ve rivayet açısından temelsizdir.
Dua ve Münacatlarda Meşruiyet Ölçüsü
Kur’an-ı Kerîm, dua ve münacatın usul ve adabını öğretmiş, Allah’ın güzel isimleriyle O’na yakarışta bulunmayı teşvik etmiştir (el-A’râf, 7/180). Hadis literatüründe ise yüzlerce sahih dua mevcuttur. Bu bağlamda, kaynağı bilinmeyen bir metni “eşi olmayan bir münacat” şeklinde tanıtmak, hem dinî literatüre hem de sünnete aykırıdır.
Cevşen gibi duaların muska haline getirilip taşınması da İslâm’ın dua anlayışına uygun değildir. Zira dua, okunarak Allah’a yönelmekle anlam kazanır; yazılı bir metni üzerimizde taşımak suretiyle koruyuculuk beklemek, İslâm’ın tevhid ilkesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına aykırıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), seferdeyken devenin boynuna asılmış yay kirişi veya benzeri şeylerin koparılmasını emretmiştir:
“Resûlullah (s.a.v.) bir kişiye, hiçbir devenin boynunda yay kirişi veya başka türden bir nesne kalmayacak şekilde hepsini koparması için haber gönderdi.” (Ebu Davud, 36; el-Elbânî, Sahihu Süneni Ebi Davud)
Ayrıca birçok sahih rivayette temâim (muska), tıvele (büyü) gibi uygulamaların şirk olduğunu bildirmiştir:
“Temâim ve tıvele şirktir.” (Tirmizî, Tıb, 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned)
“Kim bir şey takarsa, o şeyle baş başa bırakılır.” (Ebu Davud, 36; İbn Mace, Tıb, 36)
“Ey Rufeyfi, insanların şunu bilmesini sağla: Sakalını bağlayan, muska takan, hayvan pisliği ya da kemikle taharetlenen kimselerden Muhammed berîdir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/108)
Bu hadislerden açıkça anlaşılacağı üzere, muska takmak, nazarlık taşımak gibi uygulamalar İslam dışı inanç kalıntılarıdır ve sahih din anlayışına aykırıdır.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi