Tasavvuf ehlinin râbıtaya dair ileri sürdükleri naklî delillerin ne denli zayıf, alakasız ve çürük olduğunu gördük. Kur’an ve sünnetten açık ve sahih bir delil getiremeyen sûfîler, bu defa sanki mantıklıymış gibi görünen misallerle râbıtaya meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Böylece, câhil ve saf insanları saptırmak adına son kozlarını oynamaktadırlar.
Şöyle derler: “İnsan sevdiğini, annesini, babasını, filanı filanı düşünüyor, hayal ediyor; bu şirk sayılmıyor da bir Allah dostunu hayal ettiğinde, yani râbıta yaptığında neden şirk olsun?”
Bu ifadeyle, râbıtayı meşru bir davranış gibi göstermeye çalışırlar.
Cevap: Masum ve mantıklı gibi görünen bu savunma, gerçekten doğru mu? Elbette bir insanın sevdiğini, annesini, babasını ya da başka birini hatırlaması, düşünmesi, hayal etmesi tabii ve fıtrî bir durumdur. Nasıl ki su içmek doğal bir ihtiyaçsa, bu tür hayaller de insanın yaratılışına uygun ve mubah olan hayallerdir. Ancak mesele bu kadarla sınırlı değil. Konuyu derinlemesine incelediğimizde, tasavvuf ehlinin bu meseleyi nasıl yanlış ve saptırıcı biçimde yorumladığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bir kimsenin sevdiğini, anne-babasını ya da bir dostunu hayal ettiğinde taşıdığı niyet, beklenti ve amaç ile bir müridin şeyhine râbıta yaparken taşıdığı niyet, beklenti ve amaç tamamen farklıdır. Asıl mesele de işte bu ayrıntıda gizlidir. Hani derler ya, “şeytan ayrıntıda gizlidir.” Tam da öyle!
İlk durumda kişi, geçmişi yâd etmek, hatıraları canlandırmak ya da ibret almak için sevdiğini hayal eder. Hayal ettiği kimselerin, Allah ile kendi arasında birer aracı olduğu inancı yoktur. Onların kendisine himmet edeceğine, yardım edeceğine ya da bu hatırlamanın ibadet olduğuna da inanmaz. Bu kimseleri, eğer vefat etmişlerse rahmetle, hayattalarsa selametle yâd eder. Onlara dua eder, geçmişten ibret almayı umar. Dolayısıyla bu tarz hayaller, doğaldır, fıtrîdir ve elbette helaldir.
İkinci durum ise bambaşkadır. Bir müridin şeyhini hayal etmesi, yani râbıta yapması, doğal olmayan; niyeti, beklentisi ve amacı farklı olan bir yöneliştir. Bu nedenlerle râbıtanın hükmü, sıradan bir hayal kurmanın hükmüyle aynı olamaz.
Mürit, şeyhini hayal ederek yaptığı râbıta ile Allah’a daha iyi bir kul olmayı amaçladığını söyler. Ancak burada şeyh, Allah’a ulaşmak için bir aracı hâline getirilir. Mürit, şeyhinin nazarına ve himmetine mazhar olmayı bekler. Hedefi, önce şeyhin rızasını, ardından Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu hâl, kişiyi şirke götüren bir anlayıştır. Râbıtaya ister ibadet densin ister başka bir isim verilsin, sonuç değişmez: Râbıta, şeyhe yapılan bir tapınma ayinidir.
Râbıta yapan kişi, kendisini mürşidinin manevî huzurunda hayal eder. Halini ona arz eder, ondan yardım talep eder. Kendisini aciz, zillet içinde; mürşidini ise büyük bir taht üzerinde, olağanüstü güçlere sahip biri olarak hayal eder. Bu hâl, müridi hem manevî olarak köleleştirir, hem de mürşidini ilahlaştırmasına neden olur. Böylece mürşid, Allah ile kul arasında bir “aracı” konumuna yükseltilir.
“Biz âciz kullar, doğrudan Allah’a yönelmek yerine O’na yakın olanlar aracılığıyla kulluk ediyoruz” diyerek bu sapmayı meşrulaştırmaya çalışırlar. Oysa Yüce Allah, tövbenin, duanın, ibadetin doğrudan kendisine yöneltilmesini emretmiştir. Allah kullarının kalplerindekini bilir; onlara şah damarından daha yakındır. Bu nedenle aracı edinmek, açık bir şekilde şirktir.
Râbıta yapan bir mürit, Allah’tan gelen nurun önce Peygamber’e, ardından şeyhine ve nihayet kendisine ulaştığını iddia eder. Oysa Allah, Kur’an’da hidayeti yalnızca kendisinin verdiğini, hatta Peygamber’in bile bu konuda bir yetkisi olmadığını açıkça beyan etmiştir:
“Sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah’tır, isteyeni doğru yola ileten. O’dur, kimin doğru yola girdiğini en iyi bilen!” (Kasas, 28/56)
Tarikat mensuplarına göre mürşitler, Allah’ın rahmetini ve hidayetini dağıtan kutsal kimselerdir. Hâlbuki bu anlayış tamamen bâtıldır. Tasavvuf ehli, büyüklerini dokunulmaz, kutsal, ulaşılamaz makam sahipleri olarak görür; onlara el açar, dua eder, onlardan yardım bekler. Oysa onlar da Allah’a karşı sorumlu, aciz kullardır.
Kur’an’ın açık beyanı şudur:
“Şunu iyi bil ki, gönülden itaate lâyık olan yalnızca Allah’tır. Fakat O’nun yanı sıra dostlar edinenler: ‘Biz onlara sadece bizi Allah’a daha da yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler. Hiç kuşkusuz Allah, aralarında hükmünü verecektir. Doğrusu Allah, yalan söyleyen ve nankörlük eden kimseleri doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3)
İslâm; yaratma ve hüküm koyma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğunu bildirir. İbadet ve duanın yalnızca O’na, aracısız bir şekilde yöneltilmesini emreder. Tüm insanlar iman ve ibadetle yükümlüdür; Allah’ın rızasına ulaşmak isteyen kişi, başka birine değil, doğrudan Rabbine yönelmelidir.
Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey Müslüman! Allah’tan başka kendilerine el açıp medet umulacak bir makâma yücelterek Allah’a ortak koşanlara de ki: “Allah’tan başka birer tanrı olduklarını iddia ettiğiniz varlıkları o sahte ilâhlarınızı çağırın bakalım; çağırın da, duânıza cevap verebilecekler miymiş görün: Onlar, sizden ne bir zararı kaldırabilirler, ne de onu kendi üzerlerine alabilir veya başka bir yöne çevirebilirler!”
“Onların yalvarıp ilâhlaştırdıkları bu seçkin kulların bizzat kendileri, hatta içlerinden Allah’a en yakın olanları bile, Rablerine ulaşıp O’nun rızasını kazanabilmek için; iman, ibadet, kulluk gibi çeşitli araçlar, sebepler ve vesileler arayıp dururlar; O’nun rahmetini ümit eder, azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı gerçekten korkunçtur! Ve bu azap, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de zâlimleri hedef almaya devam edecektir:” (İsra: 17/56-57)
Sonuç olarak; râbıta, ne masum bir hayal kurmadır ne de meşru bir ibadet şeklidir. O, bâtıl bir inanç sisteminin parçası, şirk kapısının aralanmasıdır. Mümin, Allah’a ulaşmak için insanları aracı edinmez; doğrudan Allah’a yönelir, O’na tevekkül eder ve yalnızca O’ndan yardım ister.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi