Cumartesi, 1 Cemaziyelahir 1447

Bir Din Önderi Düşünün

 

Öyle din önderleri vardır ki; dine uymak yerine, dini kendi hevalarına uydururlar. Din uğruna mücadele etmez, bilakis dini kendi menfaatleri için bir araç hâline getirirler. Hakkı batıl, batılı hak diye pazarlayan bu kimseler; ümmete zarar verdikleri hâlde kendilerini İslâm’ın temsilcileri gibi gösterirler.

Öyle din önderleri vardır ki; ömürleri boyunca cihaddan söz etmemiş, cihadı teşvik etmemiş, cihad meydanına çıkmamış; cihad kavramını tahrif etmiş, mücahitlere iftira atmış, onlara düşmanlık etmiş; mazlumların değil, zalimlerin safında yer almıştır. Ne var ki böyle bir din önderi, gün gelir insanların gözünde “büyük bir mücahit” olarak anılmaya başlar. Peki, bu nasıl olur, hiç düşündünüz mü? Tamamen bir ekip çalışmasıdır!

Cin şeytanların, bid‘at ehli ve asalak bir din önderinin suretinde cihad meydanlarında veya başka mekânlarda görünmesi yeterlidir. Cin şeytanlar sahneye çıkar da insan şeytanlar boş durur mu? Hikâyeyi uydurmak, medyada pazarlamak onların işidir. Ardından bin türlü efsane devreye girer: “Bizim üstad, bizim efendi hazretleri cihad meydanlarında görülmüş; falanca yerde zuhur etmiş; şöyle uçmuş, böyle kaçmış; bastonuyla savaşmış…” diye başlayan masallar, asırlar boyunca cahil toplumların din algısını ifsat eder; nesillerin sapmasına yol açar. İçeriği yalan ve hurafelerle dolu bu “evliya menkıbeleri” ile toplum uyutulur ve uyuşturulur. Bu yalanlar halk arasında efsaneleşir; sorgulayan ise “Vahhâbi, sapık, mezhepsiz” damgası yemekten korktuğu için sesini çıkaramaz.

Kimi zaman “falanca evliyanın ruhaniyeti savaş meydanlarında kâfirlerle savaşıyor; uçakları düşürüyor; tankları deviriyor; havada uçuyor, denizde yürüyor” gibi hayal ürünü hikâyeler yayılır. Hurafeciler bununla da yetinmez; çağrıldığında imdada yetişen, cephede savaşan, kâinatı yönettiğine inanılan “gavs, kutup, aktab, ricâlü’l-gayb” gibi uydurma rütbelileri, adeta birer “manevî Süpermen” gibi pazarlamaya başlarlar.

Böylece, ölülerin yönettiği, ölülerin savaştığı, ölülerin yardım ettiği bir din algısı oluşturulur. Tevhitsiz, davetsiz, cihadsız, uyutulmuş, uyuşturulmuş, asalak sözde Müslüman bir toplumu ortaya çıkar. “İslâmî siyaset veya İslâm için mücadeleye ne gerek var? Ölüler zaten bizi yönetiyor. Cihada çıkmaya ne gerek var? Evliyalar bizim yerimize savaşıyor.” anlayışıyla ümmet uyutulur. Neticede bid‘at ve hurafelerle uyuşturulan bu toplum, kâfirlerin kolay bir lokması hâline gelir. İşte bu sebeple kâfirler, bu saptırıcı din adamlarını sever ve korur.

Allah’ın kelimesi yeryüzünde hâkim olsun; ümmetin izzeti, şerefi ve namusu çiğnenmesin diye ömrünü cihad meydanlarında geçiren, kâfirlerle savaşan, malını ve canını feda eden mücahitlerin yaptıkları ise bir kalemde silinir, yok sayılır. Hatta türlü yalan, iftira ve baskılarla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Buna karşılık, saptırıcı din önderlerinin reklamı yapılır; el üstünde tutulur, allanıp pullanarak topluma servis edilir. Böylece ümmet, bu sahte din ve siyaset önderleriyle zehirlenir, uyutulur ve uyuşturulur.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, saptırıcı liderlerdir. Ümmetimin arasına kılıç düştü mü, kıyamete kadar bir daha kaldırılmaz. Ümmetimden bazı kimseler müşriklere katılmadıkça ve bazıları putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Ümmetim içinde otuz yalancı deccal çıkacak; hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Ben peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yoktur. Ümmetimden bir taife, desteklenmiş olarak hak üzere bulunacaktır; onları yok etmeye çalışanlar, Allah’ın emri gelene dek onlara zarar veremeyecektir.” (Ebu Davud 4252 ; İbn Mace 3952 ; Ahmed 5/278,284)

Hurafelerin Siyasî Bir Araç Olarak Kullanılması

Tarih boyunca bid‘at ve hurafeler, yalnızca inanç alanında değil; siyasî çıkarların da en etkili araçlarından biri hâline gelmiştir. Zalim yöneticiler, saltanatlarını meşrulaştırmak ve halkın itaatini sağlamak için bu tür efsane ve bâtıl inançları bilinçli şekilde kullanmıştır. Böylece otoritelerine itaat, halk nezdinde “dinî bir görev” olarak algılanmış; zulüm düzenleri dinî bir kisveye büründürülmüştür.

Geçmişte bazı devletler, “padişahın kutup veya gavs tarafından himaye edildiği” inancını yayarak, yönetime karşı gelmeyi manevî otoriteye başkaldırı gibi göstermiştir. Bu anlayış, halkın zulme sessiz kalmasını ve itaat etmesini sağlamıştır.

Günümüzde de benzer yöntemler sürmektedir. Seçim dönemlerinde bazı siyasetçiler, camilerde, Cuma namazlarında veya türbelerde görüntü vererek dindarlık imajı oluşturur; seçim sonrasında ise zulüm politikalarına devam ederler. Cemaat önderleri ise, İslâm’ın egemenliğini ve ümmetin maslahatını savunmak yerine, kendi şahsî çıkarlarını ve cemaatlerinin menfaatlerini öne çıkarırlar. Oy karşılığında bu çıkarları, İslâm’ın ve ümmetin çıkarlarının önüne geçirirler. Buna karşılık siyasiler ise bu şahısları “manevî lider” olarak topluma tanıtarak halkı pasifize ederler.

Bu bâtıl din anlayışı ve çıkar ilişkileri, ümmetin cihad ruhunu zayıflatmış; zalimlere karşı kıyam eden mücahitler “fitneci” veya “isyancı” damgasıyla halkın gözünde itibarsızlaştırılmıştır. Neticede hurafe ve bid‘atlerle uyutulan toplumlar, zalimlere karşı sessizleşmiş; hem dinî hem de toplumsal düzen bozulmuştur.

Dolayısıyla bâtıl din anlayışı ve hurafelerle mücadele, yalnızca itikadî bir arınma değil; aynı zamanda özgürlük, adalet ve izzet mücadelesidir.

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir