Cumartesi, 1 Cemaziyelahir 1447

Büyüklerimiz ve Efendilerimiz

 

İslâm davetçilerinin karşılaştıkları en büyük engellerden biri, toplumun önceki nesillerden devraldığı bâtıl inançları cehalet, bağnazlık ve taassupla savunarak hakka teslim olmaktan kaçınmasıdır.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Onlara: “Allah’ın gönderdiğine uyun!’ denilince, ‘Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız!’ derler. Peki, ya ataları akıllarını hiç kullanmayan ve doğru yolu bulamayan kimseler ise?” (Bakara, 2/170)

“Onlara Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin!” denildiği zaman: “Atalarımızdan gördüğümüz töre, gelenek ve ideolojiler bizim için yeterlidir!” derler. Peki, ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan sapmış kimseler olsa da mı?” (Maide, 5/104)

Peygamberler ve İslâm davetçileri, dini insanlara anlatırken atalarının dinine körü körüne bağlı kalanlarla zorlu bir mücadele vermişlerdir. İnsanların çok azı iman edip hakka tabi olmuş, çoğu ise atalarından miras kalan inanç ve anlayışa bağlanmıştır. Oysa çoğunluk hiçbir zaman hak ölçüsü değildir.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Yeryüzünde bulunanların çoğu, kendilerine itaat ettiğin takdirde seni Allah’ın yolundan çevirirler! Onlar, ancak zanlarına göre hareket eder ve daima yalan söylerler.” (Enam, 6/116)

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onların yanından geçer, fakat bunlardan yüz çevirip giderler. Ve onların çoğu, Allah’a inanmazlar. Allah’a ortak koşarlar.” (Yusuf, 12/105-106)

“Bunlar kitabın ayetleridir. Ve sana Rabbinin katından gönderilenler, gerçeğin ta kendisidir; ne var ki, insanların çoğu iman etmiyor.” (Rad, 13/1)

İnsanların bâtılda diretmelerinin en önemli sebeplerinden biri, atalarından devraldıkları yanlış inançlara körü körüne bağlanmalarıdır. Çünkü insanların çoğu okumayı, araştırmayı, dinlemeyi ve düşünmeyi sevmez; çoğunluğun gittiği yolun doğru olduğunu varsayarak zanna tabi olurlar.

Bid‘at ve hurafelerin yaygın olduğu toplumlarda İslâm davetçileri, bu bâtıl anlayışlara karşı çıkıp insanları Kur’an ve sünnetin hükümlerine davet ettiklerinde karşılarına çıkan en büyük engel, atalarının dinine körü körüne bağlı kalanların taassubu olmuştur. Uyulması gereken mutlak doğru Kur’an ve sünnet olduğu hâlde toplum, bilgisizce ve şuursuzca atalarından miras aldıkları yanlış inançlara uymaktadır. Hâlbuki hiçbir insan veya toplum hatadan ve günahtan korunmuş değildir.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11)

İnsanlar, beşer olmaları sebebiyle bilerek veya bilmeyerek büyük ya da küçük günahlar işleyebilir; hatta şirke düşebilir, tevbe edip hakka dönebilirler. Zira her birimize cennet veya cehennem, ayakkabımızın bağlarından daha yakındır.

Allah Teâlâ tövbeyi teşvik ederek şöyle buyurur:

“Ancak tövbe edip kendilerini düzelten ve (hakkı) açıklayanlar bunun dışındadır. İşte onların tövbesini kabul ederim. Şüphesiz ben çok bağışlayıcı, çok merhametliyim.” (Bakara, 2/160)

“Bu elçinin gerçek olduğunu bizzat gördükten sonra inkâra saplanan bir toplumu Allah nasıl doğru yola iletir? Üstelik kendilerine deliller de ulaşmışken… Allah böyle zalim bir toplumu asla hidayete erdirmez. Ancak işlediği günahın ardından tevbe edip kendilerini düzeltenler bunun dışındadır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 3/89)

Hiçbir insanın amelleri bütünüyle hak veya bütünüyle bâtıl olmayabilir. İnsanların söz ve amelleri Kur’an ve sünnet ölçüsüne arz edilir; hak olan alınır, bâtıl olan terk edilir. Kalplerin özünü ve akıbeti ise yalnız Allah bilir:

“Hiç şüphesiz O, kalplerin içindekileri bilmektedir.” (Enfâl, 8/43)

İster sahabeden, ister sonraki nesillerden olsun; insanoğlu hata ve günahtan uzak değildir. Bu nedenle uyulması gereken mutlak ölçü Kur’an ve sünnettir. Ne var ki insanlar bu konuda ya ifrata ya da tefrite düşmektedir.

Bir kısım insanların görüşleri veya amelleri hak-batıl ölçüsüne arz edilmeden kabul edilmektedir. “Benim ırkım, benim liderim, benim atam, benim şeyhim, benim mezhebim, benim partim ne derse doğrudur” anlayışıyla kişiler tabulaştırılmakta.

Bir kısım insanların görüşleri veya amelleri ise hak-batıl ölçüsüne arz edilmeden reddedilmektedir. Bu insanlar geçerli bir delil olmadan bilgisizce, ölçüsüzce ve zanna göre sapıklıkla itham edilmektedir. Oysa Allah-u Teâlâ geçerli bir delil olmadan cahilce ve zanna göre hüküm verilmesini yasaklıyor.

            “Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymazlar. Oysa zan, hakikatin yerini tutamaz. Allah, onların yapıp ettikleri her şeyi bilmektedir.” (Yunus, 10/36)

Bu meseleye bir örnek vermek gerekirse: İslâm, kabirlerin yükseltilmesini; üzerlerine mescit, türbe veya anıt kabir gibi yapıların inşa edilmesini yasaklamış, hatta yapılmış olanların yıkılmasını emretmiştir. Bu açık hükme rağmen, bazı Müslümanlar bu gerçeği kabul etmez; aksine Allah Resûlü’nün sünnetine uyarak bu tür yapıları ortadan kaldıran müminleri, sahih amellerinden dolayı kınar ve sapıklıkla itham ederler.

Düşünebiliyor musunuz? Sünnete uyanlar sapıklıkla suçlanırken; sünneti terk edip bid‘at ve haramlara yönelenler övülmektedir. Oysa bir Müslüman’ın ölçüsü Kur’an ve sünnet değil midir? Bu konuda da hükmün Kitap ve sünnete arz edilmesi gerekmez miydi?

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin!’ denildiğinde, ‘Atalarımızdan gördüğümüz bize yeter’ derler. Peki, ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan sapmış kimseler olsa da mı?” (Mâide, 5/104)

Allah Resulü, kabirlerin üzerine mescid, türbe ve anıt gibi yapıların yapılmasını yasaklamış ve yapılmışsa yıkılmasını emretmiştir. Müslüman olduğunu söyleyen bazı kimselerin bunu kabul etmemesinin en büyük sebebi, atalarına olan kör bağlılıklarıdır. Onların hatalarını ve günahlarını görmezden gelirler; buna karşılık düşmanlık besledikleri kimselerin amellerini ise Kitap ve sünnete arz etmeden reddederler.

Bu kişiler şöyle der: “Türbe yapmak haram olsaydı, Osmanlı yapmazdı; Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed yapmazdı.” Böylece delilden uzak, zanna dayalı hükümler verirler. Oysa Müslümanların ihtilafa düştükleri her mesele, Kur’an ve sünnetin hakemliğine arz edilmeli ve çıkan sonuca teslim olunmalıdır.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hayır! Rabbine yemin olsun ki, onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri konularda seni hakem tayin edip de, verdiğin hükme karşı içlerinde en ufak bir burukluk bile duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkları sürece, iman etmiş olamazlar!”  (Nisa, 4/65)

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir