Güçlü bir cemaatin, güçlü bir cihad örgütünün yahut güçlü bir devletin İslam’ın yeryüzünde yayılmasına nasıl tesir ettiğini görmek isteyen, Süleyman Peygamber’e bakmalıdır. Zira o, bulunduğu coğrafyada Allah’ın şeriatı ile hükmeden bir devletin başında idi. Allah, ona yalnızca insanlara değil; cinlere, hayvanlara ve rüzgâra da hükmetme imkânı vermişti. Süleyman Peygamber, sahip olduğu tüm bu imkânları hakkı ikame etmek, batılı yok etmek için kullanıyordu. Bu yüzden Süleyman Peygamber ve Belkıs’ın ibret dolu kıssasını okumak, bizlere çok şey anlatmaktadır.
Kur’an’da Neml Suresi’nde Anlatıldığına Göre
- “Süleyman Peygamber, ordusundaki kuşları teftiş ederken, ibibik (çavuş kuşu) cinsinden olup, özel yeteneklerle donatılmış Hüdhüd adlı kuşun yerinde olmadığını gördü. Bunun üzerine, “Hüdhüd’ü niçin göremiyorum; yoksa görevini terk edip kayıplara mı karıştı?” dedi.” Ordu içinde disiplini bozacak bu tür sorumsuzlukların ne büyük felâketlere mal olabileceğini gayet iyi bildiğinden, işin ciddiyet ve önemini göstermek üzere şöyle dedi:
21. “Bu konuda bana geçerli bir mazeret göstermediği takdirde, onu ya şiddetli bir şekilde cezalandıracağım ya da derhal kafasını koparacağım!”
- Fakat çok geçmeden Hüdhüd ansızın çıkageldi ve “Ey Allah’ın Peygamber’i!” dedi, “Ben uzak diyarlara gittim. Oralarda, senin bile henüz bilmediğin bazı şeyler öğrendim ve Yemen’deki Sebe Krallığı hakkında kesinlikle doğru bir haber getirdim sana.”
- “Oranın halkını Belkıs adında bir kadının yönettiğini ve ona; bir kralın sahip olması gereken her türden bilgi, beceri ve imkânın bahşedildiğini gördüm. Ayrıca onun, çok büyük ve görkemli bir de tahtı var.”
24. “Ve yine gördüm ki, kendisi de, halkı da, Allah’ı bırakıp Güneş’e secde ediyorlar. Demek ki şeytan, yaptıkları bu çirkin işleri kendilerine güzel ve çekici göstererek onları yoldan çıkarmış; bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.”
- “Hâlbuki göklerde ve yerde gizli olan her şeyi ortaya çıkaran ve sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilen o yüce Allah’a secde ve kulluk etmeleri gerekmez miydi?”
- “O Allah ki, kendisinden başka ilâh yoktur; mutlak kudret ve hükümranlığın, yani en yüce taht muazzam Arşın ”
- Süleyman, “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancının biri misin; bunu yakında göreceğiz” dedi ve derhal yazdırdığı mektubu Hüdhüd’e verip:
- “Şu mektubumu götür ve gizlice önlerine atıver, sonra onlardan biraz uzaklaşarak bir kenara çekil ve onları dikkatle gözetle, bakalım ne yapacaklar?”
- “Belkıs, Süleyman’ın mektubunu alır almaz, “Ey ileri ge- lenler!” diye vezirlerine seslendi, “Bakın, bana çok değerli bir mektup geldi.”
- “Mektup Süleyman’dan geliyor ve ‘Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla’ başlıyor.”
- “Mektupta diyor ki: “Sakın bana karşı koymaya kalkmayın; derhal müslüman olup huzuruma gelin!”
- “Ey ileri gelenler!” dedi Belkıs: “Bu mesele hakkındaki görüşlerinizi bildirin bana; çünkü bilirsiniz ki, ben size danışmadan hiçbir konuda karar vermem.”
- “Vezirler, “Sayın kraliçemiz! Biz son derece güçlü ve savaşçı bir milletiz, gerekirse Süleyman’ın ordusuyla da savaşabiliriz. Fakat yine de ferman senindir; düşün ve ne buyuracağına sen karar ver!” dediler.
- “Bunun üzerine Belkıs, “Doğrusu, despot yöneticiler, diktatörler ve krallar bir ülkeye girdikleri zaman, oranın düzenini altüst ederler ve halkının soylu ve onurlu insanlarını öldürerek, esir ederek veya sürgüne göndererek aşağılık ve perişan bir hâle getirirler; herhâlde bunlar da böyle yapacaklardır.”
- “Bu yüzden, meseleyi barış yoluyla çözmek için elimden geleni yapacağım. Onlara —dostluk ve barış mesajı olarak— al- tın, gümüş ve mücevheratla dolu bir armağan gönderecek ve el- çilerin getirecekleri cevabı bekleyeceğim. Bakalım, Süleyman mal mülk ile savuşturulabilecek bir kimse miymiş?”
- “Belkıs’ın gönderdiği elçiler Süleyman’ın huzuruna çıkınca Süleyman: “Siz bu mallarla bana lütufta bulunduğunuzu mu sanıyorsunuz? Bu önemsiz ve ucuz teklifle mi geliyorsunuz bana? Şunu iyi bilin ki, Allah’ın bana bahşetmiş olduğu ilâhî nimetler, size verdiği servet, zenginlik gibi gelip geçici şeylerden çok daha hayırlıdır. O hâlde sizin bu hediyeniz, ancak sizin gibi manevi değerlerin kıymetini bilmeyen, yalnızca maddî zenginliklere değer veren insanları ”
- “Getirdiğin bu hediyeleri al ve ülkene geri dön. Onlara de ki; eğer ilâhî hükümlere boyun eğmemekte ısrar ederlerse, asla karşı duramayacakları müthiş ordularla üzerlerine yürüyeceğiz ve hepsini aşağılık ve perişan bir hâlde oradan sürüp çıkaracağız!”
Süleyman peygamberin sahip olduğu baş döndürücü kudret ve zenginliği gören elçiler ülkelerine dönüp durumu kraliçeye bildirdiler ve böylesine kudretli bir orduyla asla baş edemeyeceklerini anlattılar. Bunun üzerine Belkıs, Süleyman peygamberin isteklerini görüşmek ve kendilerini dâvet ettiği dini öğrenmek üzere, Kudüs’e geleceğini bildirdi.
- “Bu haber üzerine Süleyman, yönetimde sözüne değer verdiği yakınlarını topladı ve onlara, “Ey ileri gelenler!” dedi, “Onlar Allah’ın hükmüne boyun eğmiş bir hâlde huzuruma gelmeden önce, hanginiz Belkıs’ın sarayındaki tahtını bana getirebilir?”
39. Süleyman’ın emrindeki cinlerden güçlü ve yetenekli biri olan ifrit: “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim!” dedi, “Gerçekten bunu yapabilecek güce sahibim ve son derece güvenilir biriyim.”
- “ Kitap ilmine sahip tek kişi olan: “Ben ise onu sen gözünü açıp kapatıncaya kadar sana getirebilirim!” dedi. Süleyman daha sözünü bitirmeden, taht yanlarında beliriverdi. Onu yanı başında duruyor görünce, “Bu, verdiği nimetlere karşı şükredip etmeyeceğimi sınamak için Rabbimin bahşetmiş olduğu lütuflardandır. Her kim şükrederse, yalnızca kendi iyiliği için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, doğrusu Rabbim Gani’dir, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir, Kerim’dir, sonsuz lütuf ve kerem sahibidir.”
- “Süleyman, saltanat ve zenginliğin gelip geçici olduğunu, bunların ancak imtihan amacıyla insana verildiğini, bu gibi dünyevi nimetlerin parlaklığına aldanıp da âhireti unutmamak gerektiğini, hiç bitmeyecek gerçek saltanatın ve zenginliğin Allah katında olduğunu, Belkıs’a etkileyici bir üslûpla, anlatmak istiyordu. Bunun için, adamlarına: “Onun tahtını, süslerini sökerek, üzerinde bir değişiklik yapın ve tanınmaz hale getirin!” dedi, “Bakalım onun nasıl bir anda el değiştirdiğini ve eski şaşaasını, güzelliğini kaybederek perişan hale geldiğini gördükten sonra, dünyevî zenginliklerin gelip geçici olduğunu anlayıp doğru yolu bulabilecek mi, yoksa tahtı tacı uğrunda imanı reddederek doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak?”
- “Nihayet, Belkıs Süleyman’ın huzuruna gelince, ona tahtı gösterilerek: “Senin tahtın böyle mi?” diye soruldu. O da, “Evet, sanki bu o!” dedi, “Zaten buraya gelmeden önce bize İslâm inancı hakkında bilgi ulaşmış ve Allah’ın birliğine ve senin hak Peygamber olduğuna iman ederek Müslüman olmuştuk.”
Belkıs’ın o güne kadar neden iman etmediğine gelince:
- “Allah’ın dışında tapındığı varlıkların, kendisini dünyada ve âhirette kurtuluşa ileteceği inancı, onu o zamana kadar tevhid dinine girmekten alıkoymuştu. Çünkü o, inkârcı bir kavimdendi” ve içinde yetiştiği toplumun kültüründen ve inancından ister istemez etkilenmişti.
- “Daha sonra ona: “Saraya girer misiniz?” Belkıs saraya girip onun ışıl ışıl parlayan saydam döşemesini görünce, orayı derin bir su zannederek, ıslanmasın diye eteğini topladı. Bunun üzerine Süleyman: “Korkma!” dedi, “Bu, zemini şeffaf kristal ile döşenmiş ve her yanı cilâlanarak parlatılmış bir saraydır. Ama sen, onu ilk bakışta derin bir havuz zannettin. İşte, önyargılara kapılarak hakikati göremeyen insanın durumu da böyledir: Hak din; ona ilk bakışta sıkıntılı ve meşakkatli bir yol gibi görünebilir. Ancak insan, insan ve cin şeytanlarının telkinleri sonucu zihninde oluşan batıl önyargıları aşarak hakka yönelirse, ondaki güzelliği ve parlaklığı açıkça görecektir.”
Süleyman peygamberin hikmet dolu sözlerinden etkilenen ve böyle büyük bir zenginlik ve kudrete sahip olmasına rağmen asla kibre kapılmadığını, aksine, derin bir tevazu ile daima Rabbine yönelip O’na şükrettiğini gören Belkıs: “Ey Rabbim!” diye yalvardı, “Doğrusu ben, şu ana kadar sana kulluktan uzak durmakla kendime zulmetmişim fakat işte şimdi, Süleyman ile birlikte, âlemlerin Rabbi bütün varlıkların gerçek sahibi, yöneticisi ve efendisi olan Allah’a yürekten boyun eğiyorum!” (Neml: 27/20-44)
Güç ve Acziyet Arasında Peygamberler
Süleyman Peygamber, İslam’ın hâkim olduğu güçlü bir devletin başında bulunduğu için, güneşe tapan putperest bir devletin hükümdarı olan Belkıs’a emir niteliğinde bir mektup gönderdi. Bu mektupta onlardan Müslüman olmalarını istedi. Aksi hâlde ordusuyla üzerlerine yürüyeceğini bildirdi.
Bu davet ve uyarı karşısında tereddüte düşen Belkıs ve yönetim kadrosu, Süleyman Peygamber ile mektuplaşmaya başladı. Karşılıklı elçiler gönderildi, hediyeler takdim edildi ve en sonunda Belkıs, bizzat Süleyman Peygamber’i ziyarete gitti. Böylece onun nasıl bir devlet başkanı olduğunu, sahip olduğu devletin gücünü ve davet ettiği dinin mahiyetini yakından görme imkânı buldu. Diplomatik görüşmeler, elçilerin ziyaretleri ve nihayet devlet başkanı olan Belkıs ile yönetim kadrosunun Süleyman Peygamber’in huzuruna çıkmasıyla birlikte bir devlet başkanı ve yönetim erkânı Müslüman oldu. Bunun sonucunda ise koskoca bir millet İslam’a ısındı ve Müslümanlığa adım attı.
Şayet Süleyman Peygamber güçlü bir devlet ve orduya sahip olmasaydı, Belkıs ve yönetim kadrosu onu muhatap bile almazdı. Bu hakikat bize şunu göstermektedir: İnsanların akın akın İslam’a girmeleri, Müslümanların güçlü olmalarıyla; cemaatleşmeleriyle ve güçlü bir devlete sahip olmalarıyla doğru orantılıdır.
Bunun tam zıddı olarak Lût Peygamber’in durumunu düşünelim. İki kızı dışında kendisine iman eden kimse yoktu. Ekonomik, sosyal ve siyasal hiçbir gücü bulunmayan bu Peygamber, evine gelen yakışıklı genç suretindeki melekleri kavminin taciz edeceğinden endişeye kapıldı; üzüldü, içi daraldı. Kur’an’da bu hâl şöyle anlatılır:
“Ah, keşke size karşı koyabilecek bir gücüm olsaydı yahut şerrinizden korunabileceğim sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” (Hûd, 11/80)
Şehre sonradan yerleşmiş bir yabancı olduğu için kabilesi yoktu; arkasında kendisini savunacak bir topluluk bulunmuyordu. İşte bu yüzden üzüntüsü doruk noktasına çıkmıştı.
Bir Peygamber’in evine gelen misafirlere sarkıntılık edecek kadar hayâsız bir topluluk düşünün! Çaresizlik içinde kıvranan Lût Peygamber, onları kavminin şerrinden korumak için kızlarını gösterdi: “İsterseniz bunlarla nikâhlanabilirsiniz,” dedi. Oysa misafirlerinin melek olduklarını bilmiyordu. İbrahim Peygamber gibi, bu hakikatten habersizdi. Onları sapık kavme teslim etmemek için bir içeri, bir dışarı koşuşturup duruyordu.
Tam bu esnada melekler şöyle dediler:
“Ey Lût! Bizler Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Şimdi, gecenin bir vaktinde ailenle birlikte yola çık! İçinizden hiç kimse geriye dönüp bakmasın! Karın hariç; çünkü onların başına gelecek olan onun da başına gelecek. Onların helâk vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?” (Hûd, 11/81)
Lût Peygamber’in acziyetini ve yalnızlığını buradan daha iyi anlayabiliyoruz. Tebliğini en güzel şekilde yerine getirmesine rağmen kavminden iman eden kimse çıkmamıştı. O ve iki kızı yapayalnız kalmış, büyük bir çaresizliğe düşmüştü.
Bugün ise milyonların, hatta milyarların Müslüman olduğu bir dünyada Müslümanların neden acziyet ve zillet içinde olduklarını sorduğumuzda, bunun cevabını Allah Resûlü (s.a.v.) birçok hadisinde bildirmiştir. Bu sebeplerden bazıları şunlardır:
Emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münkerin, yani iyiliği emredip kötülüğü men etmenin terk edilmesi,
İslam’a davetin terk edilmesi,
Cemaat olmanın terk edilmesi,
Allah yolunda cihadın terk edilmesi.
Bütün bunların sonucunda Müslümanların ne bir cemaati, ne bir teşkilatı, ne bir otoritesi ne de bir devleti kalmıştır. Onlar, “bir selin getirip yığdığı çer çöp gibi, hiçbir ağırlığı olmayan çer çöpler” hâline gelmiştir.
Nitekim Hz. Sevbân (r.a.) şöyle rivayet etmektedir:
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Yakında, başka kavimler, sofradaki yemeklerini çağıranlar gibi, sizi de parçalamak için birbirlerini çağıracaklar.”
Orada bulunanlardan biri sordu:
— “O gün biz sayıca az mı olacağız?”
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu:
“Hayır, bilakis o gün siz çok olacaksınız. Fakat sizler, bir selin getirip yığdığı çer çöpler gibi, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu çıkaracak ve sizin kalplerinize de ‘vehn’ bırakacaktır.”
Orada bulunanlar:
— “Vahn nedir, ey Allah’ın Resûlü?” diye sordular.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.”
Bu hakikat bize şunu göstermektedir: Güç, İslam’ın yayılmasında ve Müslümanların izzetli bir hayat sürmesinde en temel unsurlardan biridir. Süleyman Peygamber örneğinde olduğu gibi, güçlü bir devlet ve güçlü bir ordu, milletleri İslam’a ısındırırken; Lût Peygamber’in yaşadığı gibi güçsüzlük ve yalnızlık, tebliğin karşısında büyük bir çaresizlik doğurur.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi