Pazartesi, 5 Cemaziyelevvel 1447

HIZIR KİMDİR VE YAŞIYOR MU?

Hızır Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm döneminde yaşamış, ilim ve hikmet sahibi, Allah’ın salih kullarından biridir. Onunla Mûsâ Aleyhisselâm arasında geçen kıssa, Kehf Suresi’nin 60-82 ayetlerinde anlatılmaktadır. Kur’an’da ismi zikredilmez; sadece “Kullarımızdan bir kul” ifadesiyle tanıtılır. Ancak Allah Resulü (s.a.v.) adının “Hıdır” veya “Hızır” olduğunu bildirmiştir. Hadislerde, Kehf Suresi’ndeki bilgiler tekrarlandığı gibi Kur’an’da bulunmayan bazı ayrıntılar da nakledilmiştir.

Rivayete göre bir gün, Mûsâ Aleyhisselâm, İsrailoğulları’na hitap ederken kendisine: “İnsanların en bilgili olanı kimdir?” diye soruldu. O da: “Benim.” diye cevap verdi. Ancak burada ilmin mutlak sahibinin Allah olduğu gerçeğini hatırlatmadığı için Allah Teâlâ tarafından uyarıldı ve salih bir kul olan Hızır’ın kendisinden daha âlim olduğu bildirildi. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm, hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır’ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı.

İki denizin birleştiği yere geldiklerinde, yanlarında götürdükleri balığı unuttular. O balık, bir delikten denize kaçmıştı. Mûsâ Aleyhisselâm, yolda yiyecek istediklerinde delikanlı bu olayı hatırladı. Hızır’ı bulmalarının işareti, olağanüstü bir olayın gerçekleşmesiydi. Ölü bir balığın canlanıp denize gitmesi, işte bu işaretti. Böylece geri dönüp Hızır’ı buldular ve yolculuk başladı.

Hızır ile Musa’nın yolculuğu Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Böylece, Hızır ile Mûsâ birlikte yola koyuldular; sahil boyunca yürürken, bir yolcu gemisine rast geldiler. Karşı kıyıya geçmek üzere gemiye bindiklerinde, tam denizin ortasındayken, Hızır gizlice gemide bir delik açtı. Bunu gören Mûsâ, hemen öfkeye kapılarak, Ne yaptın sen? İçindeki yolcuları boğmak için mi deldin gemiyi?” diye çıkıştı, “Doğrusu sen, çok çirkin bir iş yaptın!” (Kehf: 18/71)

Bunun üzerine Hızır, “Ben sana, benimle arkadaşlığa dayanamazsın, dememiş miydim?” dedi.” (Kehf: 18/72)

“Mûsâ özür dileyerek, “Unutarak yaptığım bir şeyden dolayı beni suçlama ve şu ilim ve hikmet öğrenme işimde bana lütfen güçlük çıkarma!” dedi.” (Kehf: 18/73)

“Mûsâ’nın özrü kabul edildi ve gemiden inip yollarına devam ettiler; derken yolda bir çocuğa rastladılar; Hızır, ani bir hareketle onu oracıkta öldürüverdi. Dehşetten donakalan Mûsâ, “Hiç kimseyi öldürmediği hâlde, masum bir cana nasıl kıydın sen?” diye haykırdı, “İşte şimdi, gerçekten korkunç bir iş yaptın!” (Kehf: 18/74)

Hızır yine, “Ben sana, benimle arkadaşlığa dayanamazsın, dememiş miydim?” dedi. (Kehf: 18/ 75)

“Bunun üzerine Mûsâ, “Tamam!” dedi, “Bundan böyle, eğer bir daha sana itiraz amacıyla bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme; o takdirde, benden ayrılmakta mazur sayılırsın!” dedi.” (Kehf: 18/76)

“Yine yollarına devam ettiler. Derken, bir kasabaya varıp halkından yiyecek bir şeyler istediler fakat hiç kimse onları ağırlamaya yanaşmadı. Orada dolaşırlarken, kasabanın ortasında yıkılmaya yüz tutmuş, yüksekçe bir duvar gördüler. Hızır, kasabalıları rahatsız eden bu duvarı güzelce tamir ederek düzeltti. Mûsâ yine dayanamayıp: Bir parça ekmeği Tanrı misafirinden esirgeyen bu insanlara, bizi aç bıraktılar diye mükâfat mı veriyorsun? İsteseydin, bu hizmetine karşılık bir ücret alabilirdin! Hiç değilse karnımızı doyursaydık olmaz mıydı?” dedi.” (Kehf: 18/77)

“Bunun üzerine Hızır: “İşte bu, yollarımızın ayrılmasına sebep olan son itirazın oldu!” dedi, “Şimdi sana, dayanamayıp itiraz ettiğin olayların iç yüzünü anlatacağım.” (Kehf: 18/78)

“O hasar verdiğim gemi, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Onu bilerek kusurlu hâle getirmek istedim; çünkü güzergâhları üzerinde, bütün sağlam gemilere zorla el koyan ve sahiplerini esir eden zalim bir kral vardı. Gemiye verdiğim küçük bir zarar, çok daha büyük bir zararı önlemiş oldu.” (Kehf: 18/79)

“Öldürdüğüm o çocuğa gelince; onun anası ve babası tertemiz birer mümindi. Biz bu evladın sonunda onları azgınlık ve inkâra sürükleyeceğini biliyorduk. Onlara rahmetimizden dolayı, işte o yüzden onu öldürdük.” (Kehf: 18/80)

“Ve onun yerine, Rabblerinin onlara daha temiz ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik. Böylece, onların biricik yavrularını ellerinden almakla, aslında onlara en büyük iyiliği yapmış olduk.” (Kehf: 18/81)

“Düzelttiğim o duvara gelince; o şehirde yaşayan iki yetim çocuğa aitti ve yıkılmak üzere olan bu duvarın altında, vaktiyle onlar için saklanmış bir hazine gömülüydü. Rahmetli babaları da çok iyi bir insandı. Bu yüzden Rabbin, bu çocukların ergenlik çağına ulaşıp hazinelerini çıkarmalarını diledi. Bunun için de, duvarın bir süre daha ayakta kalması gerekiyordu. Çünkü çocuklar henüz küçükken duvar yıkılacak olsaydı, hazine ortaya çıkacak ve o zalim kasaba halkı tarafından yağma edilecekti. Demek ki, biz o duvarı düzeltmekle, misafirlerinden bir lokma yiyeceği esirgeyecek derecede alçalan o kasaba halkına mükâfat değil, ceza vermiş olduk ve aynı zamanda, yetimlere ait hazinenin korunmasını sağladık. Bütün bunlar, Rabbinin sonsuz şefkat ve merhametinin tecellîleri olarak gerçekleşti. Gördüğün gibi, bunların hiçbirini ben kendiliğimden yapmış değilim. Senin kötü zannedip tahammül edemediğin bu olayların iç yüzü ve altında yatan hikmet, işte bundan ibaret.”

Olaylara bu gözle bakınca inanan bir insan için, Allah’ın sevgisini, hoşnutluğunu kaybetme dışında ‘bir kötülük’ yoktur. Hiçbir zaman ümitsizliğe, yılgınlığa düşmeyecektir. Öte yandan hiç kimse kendisini Hızır’ın yerine koyup da İslâm’a aykırı işler yapamaz. Çünkü Hızır, Allah’ın bazı gaybi bilgiler verip sadece Musa’ya gönderdiği bir kuluydu. Bunun için insanlar, Hızır’ın rolünü üstlenmekle değil, Allah’ın gönderdiği kitapta açıkça bildirdiği kurallara uymakla yükümlüdür.” (Kehf: 18/82)

İlim ve hikmet dolu bu yolculuktan öğreniyoruz ki, insanların karşılaştıkları her olayın bir görünen yüzü, bir de görünmeyen perde arkası vardır. Kimi zaman şer olarak gördüğümüz hadiselerin ardından büyük hayırlar çıkar; kimi zaman da hayır sandığımız olayların ardında büyük şerler gizlidir.

Hayatımızda da buna benzer örnekler çoktur. Bugün çocuk sahibi olmak için büyük çaba sarf eden anne babalar, yarın bu çocukları hakkında “Seni doğuracağıma taş doğursaydım” diyecek duruma gelir mi, bilemiyoruz. Bugün severek evlenen bir çift, birkaç yıl sonra birbirinden nefret eden iki düşman hâline gelir mi, bunu da bilmiyoruz.

Her şeyin bize gösterilmeyen bir arka planı vardır. Bu sebeple, daima “Allah’tan her şeyin hayırlısını isteyin” düsturuna sarılmalıyız.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hoşunuza gitmediği hâlde savaş, size farz kılındı. Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır; hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

“Hanımlarınıza güzel davranın. Onlardan hoşlanmayacak olsanız bile, sizin hoşlanmadığınız bir şeyi, Allah pek çok hayra sebep kılmış olabilir.” (Nisa: 2/19)

Resulullah (sav.) Hızır Aleyhisselam’ın ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder:

“Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır bunu Musa’ya göstererek şöyle dedi; Allah’ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir”

Hızır’ın bir melek mi, bir peygamber mi yoksa veli bir kul mu olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu üç ihtimalden yalnızca biri doğru olabilir; diğer ikisi ise mutlaka yanlıştır. Çünkü aynı anda iki veya üç farklı görüşün doğru olması mümkün değildir.

HIZIR’IN MELEK OLDUĞU GÖRÜŞÜ

Hızır’ın bir melek olduğunu savunanlar şu delilleri öne sürerler:

1 – Kur’an’da Hızır için kullanılan “Kullarımızdan bir kul” (Kehf, 18:65) ifadesi, başka ayetlerde hem meleklere hem de peygamberlere nispet edilmiştir. Bu ifade, Hızır’ın mahiyeti konusunda kesin bir sonuca ulaşmayı güçleştirmektedir.

2 – Hızır’ın gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi ve duvarı onarması gibi fiiller, doğrudan Allah’ın emriyle ve gayb bilgisine dayalı olarak yapılmıştır. Melekler de Allah’ın emriyle iş yapar ve yaptıklarından dolayı sorgulanmazlar. Örneğin, kimse Azrâil’e “Neden falanın canını aldın?” diye sormaz; o sadece kendisine verilen görevi yerine getirir. Nitekim Kur’an’da meleklerin bu özelliği şöyle ifade edilmiştir:

“(Melekler hakkında) Onlar, Allah’ın kendilerine buyurduğunun dışına çıkmazlar ve emredildiklerini yaparlar.” (Tahrîm Suresi, 66/6)

Bu sebeple bazı âlimler, Hızır’ın yaptıklarının ancak bir meleğin yapabileceği işler olduğunu söylemiş ve onun melek olabileceği ihtimali üzerinde durmuşlardır.

HIZIR’IN PEYGAMBER OLDUĞU GÖRÜŞÜ

Hızır’ın peygamber olduğunu savunanların delilleri ise şunlardır:

1 – “Kullarımızdan Bir Kul” İfadesi ve Hızır’a Verilen Nimetler

Kur’ân-ı Kerîm’de Hızır hakkında şu şekilde buyrulmaktadır:

“Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 18/65)

Bu ayette Hızır’ın “kullarımızdan bir kul” olduğu belirtilmiş ve ona “rahmet” ile “ilim” verildiği ifade edilmiştir. Kur’an’daki birçok benzer kullanımda bu tür vasıflar genellikle peygamberlere nispet edilir. Nitekim “rahmet” ve “ilim” vasıfları, peygamberlik görevinin temelini oluşturan niteliklerdendir. Bu bakımdan, Hızır’ın da peygamber olması kuvvetle muhtemeldir.

2 – Hızır’ın Gayb Bilgisiyle Hareket Etmesi

Hızır, Mûsâ ile yaptığı yolculuk boyunca birtakım gaybî olaylara vâkıf olmuş ve bu olaylara müdahale etmiştir. Oysa Kur’an’da gayb bilgisi sadece peygamberlere açılabilecek bir hakikat olarak ifade edilmektedir:

“Gaybı bilendir; fakat hiç kimseye gaybını açıklamaz. Ancak, dilediği peygamber müstesna. Çünkü O, onun önüne ve arkasına gözcüler dizer.” (Cin, 72/26-27)

Bu ayet, gaybî bilginin sıradan insanlara ya da salih kişilere değil, yalnızca Allah’ın dilediği peygamberlere bildirilebileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Hızır’ın, çocuğu öldürmesi, gemiyi delmesi ve duvarı düzeltmesi gibi fiilleri ancak geleceğe dair bilgisi olan bir kimsenin gerçekleştirebileceği işlerdir. Bu ise, onun vahiy yoluyla bilgilendirildiğini ve dolayısıyla peygamber olduğunu düşündürmektedir.

  1. Hızır’ın İlahi Emirle Hareket Etmesi

Hızır’ın söz konusu davranışlarını kendi inisiyatifiyle değil, doğrudan Allah’ın emriyle yaptığı Kur’an’da açıkça bildirilmektedir:

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinin bir rahmeti olarak ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf, 18/82)

Bu ayet, Hızır’ın söz konusu eylemleri herhangi bir içsel sezgiyle ya da şahsi takdirle değil, tamamen Allah’tan aldığı emir doğrultusunda gerçekleştirdiğini göstermektedir. Doğrudan Allah’ın emriyle hareket etmek, vahiy alan bir şahsiyet olmayı gerektirir. Zira böyle bir vasıf, yalnızca meleklerde ve peygamberlerde bulunur. Melek olmadığına göre, Hızır’ın peygamber olduğu neticesine varmak daha makul görünmektedir.

  1. Peygamberlik ve Makam Meselesi

Bu görüşü savunan birçok âlim, Hızır’ın peygamberliğini kabul etmekle birlikte onun Mûsâ’dan daha üstün olduğunu iddia etmezler. Bilakis Hz. Mûsâ, “ülü’l-azm” peygamberlerden biridir ve genel itibarıyla makamı Hızır’dan daha yücedir. Hızır’a verilen bazı hususi bilgiler, onun tüm yönleriyle üstün olduğu anlamına gelmez. Bu farklılık, Allah Teâlâ’nın hikmeti gereği bazı peygamberlere özel bilgi ve vazifeler yüklemesiyle ilgilidir.

Sonuç olarak, Kur’an’da Hızır’ın ilahi emirle hareket etmesi, gayb bilgisine sahip olması ve kendisine verilen “rahmet” ve “ilim” gibi nitelikler, onun bir peygamber olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu sebeple birçok müfessir ve İslam âlimi, Hızır’ın veli değil, nübüvvetle görevlendirilmiş bir peygamber olduğu kanaatine varmıştır. Ancak bu durum, Hz. Mûsâ’nın konumunu gölgelemez; aksine iki peygamber arasında özel bir tebliğ ve hikmet ilişkisi olduğunu gösterir.

HIZIR’IN VELİ OLDUĞU GÖRÜŞÜ

Hızır’ın bir peygamber değil, Allah dostu bir veli olduğunu savunanlar çoğunlukla Şiiler, Aleviler ve Tasavvuf ehli kimselerdir. Bu çevreler, Hızır’a atfedilen gaybî bilgilerin vahiy yoluyla değil, doğrudan Allah’tan gelen ilham ile verildiğini ileri sürerler. Bu görüşten hareketle bazı sûfîler, Hızır ile Mûsâ arasındaki yolculuğu bir tür şeyh-mürid ilişkisi şeklinde yorumlamış, böylelikle “ülü’l-azm” bir peygamber olan Hz. Mûsâ’yı mürid konumuna düşürmüşler. Peygamberlerin tebliğ ettiği tevhid dinini İslam’ı ise tarikat anlayışıyla yorumlamaya kalkışırlar.

Hızır ve Mûsâ’nın arkadaşlığı, zamanla birçok tasavvufî inancın merkezine yerleşmiş, bu kıssa etrafında birtakım bid’at ve hurafeler türetilmiştir. Kur’an’da yer alan bu hikâye, asli bağlamından koparılarak uydurma hikâyeler ile asli maksadından çıkarılmıştır. Bu tahrifat sufiler ile sınırlı kalmayarak Şiî, Ca‘ferî ve Alevî gibi bâtıl fırkaların da uydurduğu çeşitli menkıbelerle halk arasında yaygınlaştırılmıştır. Bu fırkalara göre Hızır hâlâ hayattadır, zaman zaman zuhur etmekte, darda kalanlara yardım etmekte ve bazı kimselere özel ilim öğretmektedir. Bu görüşün dayanağı ise çoğu zaman şahsi rüya, sezgi veya menkıbe anlatılarından ibarettir.

Bu anlayışa göre, zuhur eden bir cin veya melek dahi “Hızır” olarak kabul edilmiş, böylece bâtıl inançlar meşrulaştırılmıştır. Hızır’ın görüldüğünü, yardım ettiğini, hatta bazılarına hırka giydirdiğini anlatan hikâyeler halk arasında adeta inanç esasına dönüşmüştür. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Hızır-Mûsâ kıssasında, Hızır’ın ölümsüz olduğuna dair en küçük bir işaret dahi bulunmamaktadır. Aynı şekilde sahih hadislerde de bu yönde bir bilgiye rastlanmamaktadır.

Bununla birlikte, Hızır’ın ölümsüz olduğu yönündeki inançlar, tamamen uydurma menkıbelere dayanmaktadır. Bu tür anlatımlarda Hızır ya ebedîlik otunu yemiş ya da ölümsüzlük suyundan içmiştir. Böylece ebedî bir varlık hâline geldiği ileri sürülmüştür. Üstelik yalnızca yaşayan biri olarak değil, aynı zamanda olağanüstü güçlere sahip, mucizevî müdahalelerde bulunan bir figür olarak tasvir edilmiştir. Darda kalanlara yardım eden, hastalara şifa veren, savaşlarda müminlere destek olan, hatta iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıran bir Hızır portresi çizilmiştir. Halk arasında yaygın olan “Hızır gibi yetişmek”, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” gibi söylemler de bu batıl inançların topluma yansıyan ifadesidir.

Ne var ki Kur’an ve sahih hadislerde, Hızır’ın hâlâ hayatta olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur. Sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesillerinden de böyle bir inanç aktarılmamıştır. Aksine birçok muteber İslâm âlimi, bu görüşlerin tamamen uydurma olduğunu açıkça belirtmiştir. Bu âlimlerden bazıları şunlardır:

İbn Kayyim el-Cevziyye, Hızır’ın yaşadığına dair rivayetlerin tümünün uydurma olduğunu belirtmiştir.

Elmalılı Muhammed Hamdi Hak Dini Kur’an Dili, tefsirinde Hızır’ın yaşadığını iddia eden Sufilerin görüşlerinin doğru olmadığını, Hızır’ın yaşadığını iddia edenlerin delillerinin zayıf veya uydurma rivayetler olduğunu söylemiştir.

  1. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu (uydurma) olduğunu söylemiştir.

Yusuf el-Karadâvî ise meseleyi şöyle özetlemiştir:“Bazı insanlar Hızır’ın, Musa Aleyhisselâm’dan sonra İsa Aleyhisselâm döneminde, ardından da Resûlullah (s.a.v.) zamanında yaşadığını ve hatta günümüze dek hayatta olduğunu iddia ederler. Bazı kimselerle görüştüğünü, onlara hırka giydirdiğini, özel bilgiler verdiğini anlatırlar. Hızır’ın Allah tarafından özel görevle yeryüzüne gönderildiğini bile söyleyenler vardır. Oysa Kur’an, sünnet, akıl ve ümmetin ileri gelen âlimlerinin görüş birliğiyle, onun hayatta olmadığına dair güçlü deliller mevcuttur.”

İbn Teymiyye ise meseleyi son derece net bir ifadeyle şöyle açıklar: “Mûsâ Aleyhisselâm’ın çağdaşı olan Hızır vefat etmiştir. ‘Ben Hızır’ım’ diyen kimse ya yalancıdır ya da insan suretine girmiş bir cindir. Melek olamaz; zira melekler yalan söylemez. Yalancılık yalnızca insanlar ve cinlere mahsustur.”

İbrahim el-Harbî ise kendisine Hızır’ın yaşayıp yaşamadığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Halk arasında karşılaşılan bu kişi, şeytandan başka bir şey değildir.”

Bu görüşe sahip olan muhaddisler ve âlimler, kendilerine yöneltilen sorulara aşağıdaki ayetlerle cevap vermiştir:

“Biz senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar?” (Enbiyâ, 21/34)

“Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz gerisin geriye mi döneceksiniz?” (Âl-i İmrân, 3/144)

“Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185; el-Enbiyâ, 21/35; el-Ankebût, 29/57)

Resûlullah (s.a.v.) da vefatına yakın şöyle buyurmuştur:

“Bu gecenizi görüyor musunuz? İşte bu geceden yüz yıl sonra yeryüzünde bulunanlardan hiç kimse kalmayacaktır.”(Buhârî, Rikāk 39; Müslim, Fedâil 217)

Bu açık ve kesin naslar, Hızır’ın da diğer insanlar gibi belirli bir dönemde yaşayıp vefat ettiğini ortaya koymaktadır. Onun hâlen hayatta olduğu ve insanlara yardım ettiği yönündeki inançlar, naklî ve aklî hiçbir temele dayanmadığı gibi, İslâm’ın temel öğretisi olan tevhide de aykırıdır. Zira insanoğlu, Allah’ın koyduğu sünnetullah gereği doğar, yaşar ve ölür. Eğer Hızır bir insansa, bu evrensel yasadan istisna tutulması mümkün değildir.

Sonuç olarak, Hızır’ın ölümsüzlüğüne dair inançlar; vahiy, sünnet, akıl ve tarihî tecrübe ışığında batıl ve hurafelerden ibarettir.

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.