Yalan Haber ve Algı Operasyonları
Kur’an Anlatıyor; Hakikat ve Algı
Kur’ân, tarihî kıssalar yoluyla sadece geçmişi anlatmakla kalmaz; aynı zamanda evrensel hakikatleri, siyasal mücadeleleri ve adaletin mahiyetini öğretir. Şuara Suresi’nde yer alan Musa (a.s.) ile Firavun arasında geçen diyalog, olayların nasıl çarpıtıldığını ve zulmün nasıl meşrulaştırıldığını gösteren ibretlik bir örnektir:
Firavun: “Ey Musa!” dedi, “Biz seni çocukken yanımızda yetiştirmedik mi? Hem sen yıllar boyunca bizim aramızda yaşamamış mıydın? Üstelik yapacağını da yaptın. Sen, gerçekten de çok nankör biriymişsin!”
“Musa: “O işi yaptığım zaman bilmez bir hâldeydim. Sonra da sizden korktuğum için buralardan kaçıp gittim. Derken Rabbim bana ilim ve hikmet bahşetti ve beni Peygamberlerden kıldı. Şu başıma kaktığın nimetlere gelince: “Bu İsrailoğulları’nı köleleştirmen sonucunda idi.” dedi” (Şuara, 26/18-22)
Bu kıssa üzerinden, hakikatin nasıl tahrif edildiği ve zulmün nasıl perde arkasına gizlendiği analiz edilecektir.
Hakikatin Tahrif Edilişi: Firavun’un Algı Mühendisliği
Firavun’un yukarıdaki ifadeleri, klasik bir algı mühendisliği örneğidir. Hakikatin sadece işine gelen kısmını öne çıkararak bir nevi “tarihî seçicilik” yapmaktadır. Musa’yı suçlu göstermek için:
Sarayda büyütülmesini bir lütuf olarak sunar.
Geçmişte istemeden gerçekleşen bir olayı suiistimal eder.
Meşru bir mücadeleyi nankörlük olarak çerçevelendirir.
Bu tavır, günümüzde baskıcı rejimlerin muhalefeti karalamak için kullandığı yöntemlerin bir kopyası gibidir. Gerçeğin çarpıtılması, geçmişin istismar edilmesi ve kendi zulmünün üzerinin iyilik kisvesiyle örtülmesi…
Hakikatin İfşası: Musa’nın (a.s.) İlkesel Tutumu
Musa (a.s.) ise olayları bütüncül bir bakışla değerlendirir. Suçlamayı kabul etmeden önce olayı bağlamına oturtur:
Cinayetin bilmeden işlendiğini açıklar.
Kaçmasının sebebini adaletsizlik korkusu olarak belirtir.
Sarayda büyümesini, Firavun’un zulmünün sonucu olan bir zorunluluk olarak sunar.
Bu tutum, hakikatin bütüncül ve adil şekilde nasıl ortaya konulacağına dair Kur ‘ani bir örnektir. Musa (a.s.), iyiliği istismar eden zulmün maskesini düşürmekte ve tuzağa düşmeden asıl gündemi –yani Firavun’un İsrailoğulları’na yönelik sistematik zulmünü– merkeze almaktadır.
Göstermelik Tavizler ve Aldatılan Toplumlar
Tarih boyunca sömürgeci güçler, sadece silah gücüyle değil; psikolojik, ideolojik ve sosyokültürel yöntemlerle de hâkimiyetlerini tahkim etmeye çalışmışlardır. Dış görünüşte “özgürlük” gibi sunulan bazı tavizler, gerçekte işgalin meşruiyetini tesis etme ve toplumsal direnci kırma araçlarıdır. 1856 yılında Hindistan’da yaşanan bir olay, bu stratejinin tipik bir örneğidir.
Ezan Sesine Panikleyen Komutan: Bir İşgalin Psikolojisi
İngiliz işgal komutanlarından biri, şehirde gezerken minarelerden yükselen ezan seslerini işitir. Şaşkınlık ve tedirginlikle etrafındakilere sorar:
“Bu bağırış ve gürültü nedir?”
Yanındakiler, bu sesin müezzinlerin ezanı olduğunu, Müslüman halkı namaza çağırdığını belirtir. Komutan ikinci kez sorar:
“Bu bizim hâkimiyetimiz açısından bir tehdit oluşturur mu?”
Aldığı cevap ise şöyledir: “Hayır efendim, aksine bazı faydaları bile olabilir.”
Bu cevabı alan komutan, ezanın toplu halde okunmasını bile teşvik eder:
“O hâlde emrediyorum, birkaç kişi birlikte bağırsın!”
Bu anekdot; İngiliz işgalcilerin, yerli halkın direncini kırmak ve sömürüyü perdelemek için dinî serbestlik görüntüsü altında tavizler verebildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Göz Boyayan Tavizler: Serbestlik Görünümlü Teslimiyet
Burada dikkat edilmesi gereken nokta; ezan serbestliğinin halk tarafından “bir kazanım” gibi algılanmasıdır. Oysa bu, halkın temel haklarından biridir ve bir lütuf olarak sunulması, işgalin psikolojik olarak gizlenmesidir.
Aldanmış bir toplum, işgalcinin serbest bıraktığı ezanı konuşur, övünçle anlatır; fakat işgalin kendisini tartışmaya dahi açmaz.
Basiret sahibi bir toplum ise, ezan hakkını işgalciden alınan bir lütuf olarak görmez; aksine bu hakkın zaten kendisine ait olduğunu bilir. Onun gündemi, işgalin sonlandırılması, sömürünün bitirilmesi ve gasp edilen değerlerin geri alınması için mücadeledir.
Rejimlerin Taktiği: Tepkiyi Yumuşatma Mekanizması
Bugün de benzer yöntemlerin uygulandığı görülmektedir. Allah’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmış tağuti rejimler, egemenliklerini devam ettirebilmek adına halkın öfkesini azaltacak bazı adımlar atarlar. Ezanların okunmasına izin verilmesi, camilerin açılması, başörtüsünün serbest bırakılması gibi uygulamalar; samimi İslami taleplerin karşılanmasından çok, toplumun gazını almak için planlanmış adımlardır.
Dahası, bu tür rejimler bazen yönetimi laik kesimle “İslamcı” kimlikli maskeli aktörler arasında dönüşümlü olarak devrettirir. Bu, halkın umutlarını diri tutarak rejime olan öfkesini kontrol altında tutma çabasıdır.
Hırsızın Sadakası, İşgalcinin İkramı Olmaz
Bu taktikler, toplumun gözünü boyamak için uygulanan klasik yöntemlerdir. Tıpkı bir çetenin hazineyi soyduktan sonra, çaldıklarından bir kısmını halka sadaka olarak dağıtması gibi… Oysa mesele, bu sadaka değil; soygunun kendisidir. Bu çetenin yaptıklarının hesabı sorulmalı, gasp edilen mal geri alınmalı ve adalet tesisi sağlanmalıdır.
Aynı şekilde, işgalcinin ezanı serbest bırakması ya da camiyi açık tutması konuşulmaz; işgalin kendisine karşı mücadele edilir. Mesele, sadece “ezan okunuyor mu?” değil; şeriat hâkim mi, ümmet özgür mü, Allah’ın hükmü yürürlükte mi? sorularıdır.
Lütuf Değil Hakkımız
Müslüman toplumlar, düşmanlarının verdiği göstermelik tavizleri değil; gasp edilen haklarını konuşmalı ve bu haklar için mücadele etmelidir. Allah’ın dini, hiçbir beşerî rejimin iznine veya lütfuna muhtaç değildir. Onun hükmü yeryüzünde hâkim oluncaya kadar mücadele bir farzdır, taviz değil.
Rejimin Bekası: Laikliğin Sağdan Tahkimi
Cumhuriyet rejimi, kuruluşundan itibaren halkla arasında derin bir kimlik ve inanç çatışması yaşamış; baskı politikaları neticesinde halkta biriken öfke zamanla kitlesel patlama tehlikesine dönüşmüştür. Bu gerilim karşısında sistem, toplumun gazını alacak, laikliği özümsetmeyi sağlayacak alternatif yollar geliştirmiştir. Rejimin bekasını sağlamak adına kimi dönemlerde “dıştan Müslüman, içten laik” kadrolar devreye sokulmuş; sistemin düşmanı değil, teminatı haline gelmiş bu kadrolar sayesinde laiklik yeniden ihya edilmiştir.
Bu bölümde, Demokrat Parti ve Adalet ve Kalkınma Partisi örnekleri üzerinden sağcı görünümlü iktidarların laik rejimi nasıl tahkim ettiğine, İslami kavramların nasıl tahrif edilerek kullanıldığına ve halkın nasıl yönlendirildiğine tarihî, siyasi ve ideolojik bir perspektifle yaklaşılacaktır.
Demokrat Parti’nin Rolü: Solun Dinlendirilip Sağla Aldatmak
CHP iktidarı döneminde uygulanan açık din düşmanlığı halk nezdinde büyük tepkilere yol açınca, rejim strateji değiştirerek halkın güvenini kazanabilecek, fakat sistemin esaslarına sadık bir sağ kadroya ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamda, laik ve Kemalist çizgideki CHP’nin içinden, “muhafazakâr” söylemlerle Demokrat Parti (DP) türetilmiştir.
Adnan Menderes’in Müslüman kimliğiyle lanse edilmesi, aslında laikliği tahkim etmek için uygulanan taktiksel bir girişimdir. Arapça ezan, cami açılışları gibi sembolik adımlarla halkın desteği alınmış; ancak Kur’an’ın mahkûmiyeti, laiklik ve Kemalizm’in egemenliği ise aynen devam ettirilmiştir. Böylece rejim halkın gazını almış ve toplumsal bir kalkışmayı manipüle etmiştir.
Bayar’ın İtirafı: Rejimin Tahkimi İçin Kurulan Dinî Teşkilatlar
Celal Bayar, “Ben de Yazdım” adlı eserinde, imam hatipler, Kur’an kursları ve Arapça ezan izni gibi uygulamaların halkın dini duygularını tahliye etmek amacıyla gerçekleştirildiğini şöyle ifade eder:
“Bir barajın önünde biriken sular alt kanallardan tahliye edilmezse nasıl ki bendini yıkacaksa, İslami birikimin bu küçük işlerle deşarj edilmemesi halinde Atatürk devrimlerini yerle bir edecektir.” Bu ifadeler, rejimin söz konusu dinî adımları İslam için değil, laikliğin korunması için attığını açıkça ortaya koymaktadır.
AK Parti Dönemi: Takiyyeci İslamcılar, Yeni Laik Kurtarıcıları
2000’li yıllara gelindiğinde rejim, yine bir krizle karşı karşıyaydı. Ekonomik çöküş, yolsuzluklar ve siyasal istikrarsızlık halkta rejime karşı birikmiş öfkeyi tetikledi. Bu noktada, bir kez daha dışı Müslüman, içi laik kadrolar devreye sokuldu. AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan öncülüğündeki kadrolar, rejimi kurtarma görevini üstlendiler.
Erdoğan’ın açıklamaları da bu işlevi açıkça itiraf etmektedir: “Biz 10 yılda toplumun gazını aldık.”
Bu süreçte laiklik yeniden kutsallaştırıldı, demokrasi “uğruna ölünecek bir değer” ilan edildi. Hem laik hem müslüman olunmaz diyerek iktidara gelenler, Hem laik hem de müslüman olunur siyaseti yaptılar. Böylece laiklik İslami motiflerle süslenerek halka servis edildi.
Takiyye Siyasetinden Laik Demokrasiye: Sapmanın Seyri
AK Parti döneminde başörtüsü serbestliği, Ayasofya’nın açılması gibi sembolik adımlar üzerinden halk oyalanırken; gerçekte sistemin temel kodlarında bir değişiklik yaşanmadı. Şeriat yine raflara kaldırılmış, Kur’an mahkûm bırakılmış, laiklik ise daha da tahkim edildi. Başörtüsünün serbest bırakılması bile Allah’ın emri olduğu için değil, batı menşeli “insan hakları” normları olarak gösterildi.
Müslümanlar, uzun yıllar boyunca “İslam hukuku” veya “İslam şeriatı” demekten çekinmiş, bu kavramları açıkça telaffuz etmekten imtina etmişlerdir. Başlangıçta bu çekingenlik, “takiyye” temelli bir siyasetle örtülmeye çalışılmış; ardından “Millî Görüş” adı altında yeni bir söylem inşa edilmiştir. Ancak bu söylem, doğrudan İslam şeriatına atıf yapmaksızın, üstü kapalı bir şekilde onun ima edilmesine dayalıydı. Zamanla bu siyaset zemin kaybedince, “Millî Görüş gömleği” çıkarılmış; yerine laiklik ve sözde “ileri demokrasi” eksenli bir siyasal yönelim benimsenmiştir.
Yaklaşık 50-60 yıldır sürdürülen bu siyasal çizginin neticesinde toplum derin bir şekilde ifsad edilmiş, sahih dinî akîde tahrif edilmiş ve inanç temelleri belirsiz, yönsüz bir nesil ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, dar pantolonlu, sözde tesettürlü ama hakikatte teşhirci bir görünüme sahip olan “giyinik çıplaklar” yaygınlaşmıştır. Başörtüsü, bir İslam şiarı olmaktan çıkarılarak demokratik bir sembole dönüştürülmüştür. İstanbul Sözleşmesi’nin kabulü, zinanın serbest bırakılması, laik ve karma eğitimin sürdürülmesi gibi uygulamalar; bu süreçte tahkim edilen laik tahakkümün açık göstergeleri olmuştur.
İlahi rızaya uygun bir İslami siyaset inşa edebilmenin öncelikli şartı, bilinçli ve şuurlu bir Müslüman toplumun varlığıdır. Bu hedefe ulaşabilmek için, tevhid merkezli bütün İslami cemaatlerin vahdet bilinciyle hareket etmeleri; yani itikadi, fikri ve ameli bir birliktelik içinde olmaları gerekir. Toplumun farklı kesimlerinde, her mahallede ve her köyde Müslüman bireylerin teşkilatlanması, cemaatleşme sürecine dâhil olmaları ve organize bir yapıya kavuşmaları bu bağlamda kritik öneme sahiptir. Aksi takdirde, cemaat bilincinden ve toplumsal organizasyondan yoksun kalan bir toplum, ya takiyye siyasetine mecbur kalacak ya da İslami ilkelerden sapmış farklı siyasal eğilimlerin etkisi altına girecektir.
Suret-i Haktan Görünen Tehlike
Sözde sağ kanattan gelen müdahale, çoğu zaman solun doğrudan saldırısından daha yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü bu noktada halk, dinî söylemlerle kamufle edilmiş bir aldatmacayla karşı karşıya bırakılmaktadır. “İyi polis–kötü polis” kurgusunda muhafazakâr siyaset, “iyi polis” rolünü üstlenmekte ve bu yolla rejimin bekasını güvence altına alma işlevi görmektedir.
Bu çerçevede, tahrif edilmiş İslami kavramlar, laikliğin meşrulaştırılmasında birer maske olarak kullanılmaktadır. Halk ise, suret-i haktan görünen bu kadroların gerçekte neyi temsil ettiğini fark edemeden onlara destek vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm, benzer bir durumu Hz. Nuh’un kavmi üzerinden aktarır; onların kendi elleriyle inşa ettikleri sistemlere ve atalarından devraldıkları bâtıl değerlere körü körüne bağlılıklarını eleştirerek bu zihinsel teslimiyeti gözler önüne serer.
“Nuh dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana karşı geldiler. Malı ve evladı kendisini sadece zarara sokan kimselere tâbi oldular. Büyük tuzaklar kurdular. Ve dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın! Vedd’i, Süvâ’yı, Yeğus’u, Yeuk’u ve Nesr’i asla terk etmeyin!’” (Nuh, 71/21-23)
Günümüzde de, halk modern putlarını – anayasa, demokrasi, laiklik – terk etmemekte ısrar etmektedir. İslam’a aykırı olan bu siyasal düzenler suret-i haktan gözüken yapılar tarafından halkın zihnine ve gönlüne yerleştirilmekte, İslami kavramlar bu batıl sistemin meşrulaştırılması için kullanılmaktadır.
Laik rejim, halkın dini duygularını kontrol altına almak için dönem dönem sağdan görünümlü kadroları kullanmıştır. DP ve AKP örneklerinde görüldüğü üzere, bu kadrolar İslam’a hizmet etmek şöyle dursun, şeriatı devre dışı bırakarak laikliğin ömrünü uzatmış, halkı ise göstermelik adımlarla oyalamıştır.
En tehlikeli batıl; hak gibi pazarlanandır. İslam’ı yaşamak isteyen Müslümanlar, bu sağ görünümlü ama içten laik yapıları iyi tanımalı; tahrif edilmiş İslam anlatılarına karşı uyanık olmalıdır. Gerçek kurtuluş, laikliğin tahkim edildiği düzenlerde değil, Allah’ın hükmünün hâkim olduğu adalet merkezli bir nizamda mümkündür.
Allah’ın hükümlerini yürürlükten kaldıranlar ise suçludur ve zalimdir. Bu insanlar suçlarını örtbas etmek için İslami bazı şeyleri serbest bıraksalar da, yolları, köprüleri, evleri altından ve gümüşten inşa etseler de onlar yine suçludur ve yine zalimdir. Basiretli ve müslüman bir toplum verilen tavizleri, yapılan hizmetleri konuşmaya tenezzül bile etmez. Batılı yıkıp hakkı hâkim kılmak için mücadelesine devam eder.
Allah-u Teâlâ; yaratan, sahip olan, öldüren, yaşatan, dirilten, rızıklandıran, yöneten, fayda ve zarar veren, dualara icabet eden, kaza ve kaderi takdir eden, hesaba çekecek olan, bütün noksan sıfatlardan uzak, kemal sıfatlara sahip olandır. İbadetin her çeşidi yalnızca Allah’ın hakkıdır. Kanun koymak ve egemenlik hakkı yalnızca Allah’a aittir.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi