Celaleddin Rûmî, ya da yaygın bilinen ismiyle “Mevlâna”… Kimdir bu şahsiyet? Hakkında yazılan binlerce kitapta ne anlatılıyor? Onun eserlerinde dile getirilen “hoşgörü”, “aşk”, “dinler arası diyalog” masalları kime, neye hizmet ediyor? Şems kimdir? Kimya Hatun kimdir? Oğlu Sultan Veled’i evlatlıktan reddetmesine ne sebep oldu? Neden cenazesine dahi katılmadı? Hiç sordunuz mu: Nasrettin Hoca’yı kim öldürttü? Celaleddin Rûmî’nin Moğollarla olan ilişkisi neydi? Müslüman beldeler Moğol istilasıyla yakılıp yıkılırken, o neden cihad eden mücahitlerden rahatsızlık duyardı? Tüm bu sorular, cevapsız mı kalmalı? Yoksa gerçekten araştıranınız ve bileniniz var mı?
Rûmî, gerçekten hak ehli bir veli miydi; yoksa kendi çağının deşifre edilmemiş bir FETÖ’sü müydü? Batı’nın Rûmî’ye gösterdiği ilgi, hiç düşündürdü mü sizi? Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Birliği’nin, Amerika’nın; batılı siyasetçilerin ve fikir adamlarının sahiplendiği; devlet törenleriyle adına yıllar ilan edilen bu şahsiyet, nasıl bir insandı? Her yıl hem yerli hem yabancı hayranlarının “vuslat” yıl dönümünde coşkuyla andığı bu kişi kimdir? Onun kurduğu yapı nasıl bir örgütlenmeydi, bileniniz var mı? Size sadece “büyük insan”, “büyük evliya”, “kutsal ruh” olarak tanıtıldı. “Hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “barış” gibi çağrışımı tatlı kelimelerle gözünüz boyandı. Araştırmak, sorgulamak, hakikati aramak aklınıza bile gelmedi. Siz onu sorgusuz sualsiz sevdiniz. Fakat şimdi gelin, size bazı şeyleri anlatalım; belki biraz da kendiniz araştırmak istersiniz…
Rûmî’nin Hayatına Dair Kısa Bir Bakış
Mevlânâ Celaleddin Rûmî, 1207 yılında Belh şehrinde (bugünkü Afganistan sınırları içinde) doğmuş, ailesiyle birlikte Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya göç etmiş ve nihayetinde Konya’ya yerleşmiştir. 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir. Aslen Fars kökenli olan Rûmî, eserlerini Farsça kaleme almıştır. En çok bilinen eserleri arasında Mesnevî-i Ma‘nevî, Divân-ı Kebîr, Fîhi Mâ Fîh ve Mektûbât yer alır.
Hayatının dönüm noktası sayılan hadise, 1244 yılında Şems-i Tebrîzî ile karşılaşmasıdır. Şems, bazı kaynaklara göre İsmailli kökenli, bâtınî eğilimleri olan bir derviştir. Rûmî ile kurduğu ilişki, sadece bir dostluk değil; tasavvufî anlamda bir “âşık-maşuk” bağı olarak sunulmuştur. Altı ay boyunca bir hücreye kapanmaları, bu bağın mahiyeti hakkında birçok soruyu beraberinde getirmiştir. Bu birliktelik, kimi çevrelerce ilahî bir arınma ve feyz olarak anlatılsa da; Şeriat merkezli İslam anlayışı açısından tartışmalı ve şüpheli yönler barındırmaktadır.
Rûmî ve Vahdet-i Vücûd İnancı
Rûmî’nin düşünce dünyasında en dikkat çeken unsurlardan biri, tasavvufun en tartışmalı konularından biri olan “Vahdet-i Vücûd” inancıdır. Bu öğretiye göre, varlık âleminde hakiki anlamda yalnızca Allah vardır; diğer varlıklar onun tecellisinden ibarettir. Bu inanç zamanla “hulûl” ve “ittihâd” gibi kavramlarla da iç içe geçmiştir. Hulûl, Allah’ın bir insanda “tezahür” ettiğine inanmak; İttihâd ise insanın Allah’la bir olduğunu iddia etmektir.
Celaleddin Rûmî’nin şiirlerinde, Allah’ın kendisinde tecelli ettiğini, hatta kendisine hulûl ettiğini ima eden birçok ifade yer almaktadır. Bu düşünce Mesnevî’nin yazımıyla da ilişkilendirilmiştir. Nitekim bazı takipçileri Mesnevînin ilhâm değil, bizzat “vahiy” olduğunu ileri sürmüştür. Öyle ki dönemin Mesnevî nüshalarının kapağına, Kur’an’a ait olan “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir” (Vâkıa, 56/79) ve “Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir” (Şuarâ, 26/192) gibi ayetlerin yazıldığı bilinmektedir. Kimileri de “Mevlânâ peygamber değildir ama kitabı vardır” diyerek, Mesnevîyi Kur’an’a alternatif bir kutsal kitap konumuna taşımıştır.
Rûmî, Bâtınilik ve Kur’an’ın Tahrifi
Rûmî’nin inanç dünyasını oluşturan bir diğer ana unsur ise bâtınîliktir. Bâtınîlik; ayetlerin zahiri anlamlarını yetersiz ve eksik görüp, onların sadece ehil olanlarca bilinebilecek gizli (bâtınî) anlamlarının bulunduğunu savunur. Bu anlayışa göre, namaz, oruç, zekât, cihad gibi temel ibadetler mecazî anlamlar taşır ve bunların asıl maksadı, sözde Tanrı ile iletişim kurabilen imamların veya evliyanın kavrayabileceği sırlar olduğu iddia edilir.
İslam inancına göre Bâtınilik sapkın bir akımdır. Çünkü bu düşünce, Kur’an’ın açık ve herkesçe anlaşılabilir ilahi mesajına karşı çıkar. Kur’an’ı tefsir etme iddiasıyla tahrif eder. Celaleddin Rûmî ve Şems-i Tebrîzî bu bâtınî inancı benimsediği ve tasavvufî öğretilerini bu zemin üzerine kurduğu birçok kaynakta dile getirilmiştir.
Rûmî’nin Şeriata ve Mücahitlere Bakışı
Celaleddin Rûmî’nin hayatında dikkat çeken bir diğer çelişki, Moğol istilasına karşı sergilediği tutumdur. Anadolu’da mücahitler canları pahasına direnirken, Rûmî’nin Moğollara karşı bir mücadele sergilemediği görülür. Hatta bazı tarihî kayıtlarda Moğol emirleriyle yakın ilişkiler kurduğu, saray çevresinde saygı gördüğü ifade edilir. Bu bağlamda mücahitlere karşı düşmanlık sergilediği söylenir.
Oğlu Sultan Veled’in evlatlıktan reddedilmesi, Kimya Hatun’la ilgili tartışmalı rivayetler, Şems’in akıbeti ve hatta Nasreddin Hoca’nın ölümüne dair ortaya atılan komplolar, Rûmî’nin etrafında şekillenen çevrenin karanlık noktalarına işaret etmektedir.
Rûmî’yi Kimler ve Neden Sahipleniyor?
Bugün Celaleddin Rûmî’nin adı, Birleşmiş Milletler ’in raporlarında, Avrupa Birliği’nin kültürel etkinliklerinde, Batı’nın mistik okuma listelerinde öne çıkarılmakta; Mevlânâ yılları ilan edilmekte, anma törenleri düzenlenmekte ve evrensel bir sevgi peygamberi olarak pazarlanmaktadır. Oysa onun düşünce sistemi, İslam’ın temel akideleriyle çelişen pek çok inanç unsurunu bünyesinde barındırmaktadır.
Peki, bu sahiplenme nedendir? Kur’an ve sünnet merkezli mücahit şahsiyetler değil de neden Celaleddin Rûmî gibi şahsiyetler yüceltilir? Neden direniş değil hoşgörü, tevhid değil aşk, cihad değil diyalog ön plana çıkarılır? Bu soruların cevabını aramak, modern çağın bize dayattığı “İslam” anlayışının ne denli saptırılmış olduğunu göstermektedir.
Mesnevî Vahiy midir?
Rûmî’nin Sözleri Üzerinden Değerlendirme
Celâleddîn Rûmî’nin Mesnevî hakkında sarf ettiği sözler, kendisinin bu eseri sıradan bir şiir ya da tasavvufî tefekkür ürünü olarak değil, doğrudan vahiy mahsulü olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Rûmî’nin beyanlarında geçen şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir:
“Bu ne bir kâhin sözü, ne bir rüyadır. Allah doğruyu biliyor ki, o Allah’tan vahiydir.”
Bu söz, şairane bir ilham iddiası değildir. Aksine, Mesnevi’nin Allah tarafından kendisine vahiy yoluyla indirildiğini iddia etmektir. Bu iddiasını bir başka beytinde ise şöyle dile getirir:
“Mesnevî Âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Batıl onun önünden de, ardından da yaklaşamaz. Allah onu korur ve gözetir…” (Mesnevi 14)
Bu ifadeler doğrudan Kur’an-ı Kerîm’den Fussilet Suresi’nin şu ayetine naziredir:
“Gerçek şu ki, kendilerine tebliğ edilen bu öğüdü inkâr edenler, bu öyle değerli bir kitaptır ki; batıl ona hiçbir yönden yaklaşamaz. Hikmet sahibi ve övgüye layık olan tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/41-42)
Kur’an’a ait ayetleri, kendi sözlerine tatbik etmek, Mesnevi’yi Kur’an’a denk görmek hatta yer yer onu aşan bir konumda göstermek, sadece haddini aşmak değil, aynı zamanda ilahî olanı tahrif etmektir.
Mesnevi’nin İçeriği Üzerine
Bu iddiaların mahiyetini anlamak için, Rûmî’nin Mesnevî adlı eserinin içeriğine bakmak gerekir. Zira Mesnevî, bâtıl, bid’at ve hurafelerle örülmüş yüzlerce hikâye içermektedir. Eserde sadece akîdevî sapmalar değil, aynı zamanda hayâ duygusunu incitecek türden cinsî içerikler de mevcuttur. Örnek olarak “Kabak Hikâyesi”, “Lûtî’nin Hikâyesi”, “Kadınlar Meclisine Giren Cuha’nın Hikâyesi” ve “Nasuh’un Hikâyesi” gibi bölümler zikredilebilir. Bu tür hikâyeler, ahlâk sınırlarını aşmakta, İslam’ın hayâ anlayışıyla asla bağdaşmamaktadır.
Eğer bu anlatılar gerçekten Rûmî’nin iddia ettiği gibi ilahî kaynaklıysa —hâşâ— Allah Teâlâ’dan böyle hikâyelerin nazil olduğunu mu kabul edeceğiz? İşte asıl sorgulanması gereken budur. Zira Allah’ın, Kur’an’da belirttiği gibi; insanlara bid’at, hurafe ya da cinsel sapkınlıkları ilham etmesi mümkün değildir.
İlham mı, Şeytanî Vesvese mi?
Tasavvuf büyüklerinden birçok şahsiyet, eserlerinin kendilerine “yazdırıldığını”, “ilham edildiğini”, hatta “Peygamber tarafından onaylandığını” iddia etmiştir. Bu söylemler, eserlerini sorgulanamaz ve hatasız metinler haline getirerek etraflarındaki kitleleri mutlak itaate zorlamaya yönelik bir yöntemdir. Ancak Kur’an bu durumu açıkça reddeder ve uyarır:
“Kitabı kendi elleriyle yazıp da, ‘Bu Allah katındandır’ diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların; kazandıklarından dolayı da vay haline onların!” (Bakara, 2/79)
Yine bir başka ayette, bu tür yaldızlı sözlerin şeytanın fısıldaması olduğu bildirilmiştir.
“Böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarından düşmanlar kıldık. Onlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar…” (En’âm, 6/112)
Bazı ilhamların rahmanî değil, şeytanî olabileceğini; bu tür sözlerin, süslü ve aldatıcı bir dille hakikat kisvesine bürünerek insanları yoldan saptırabileceğini Kur’an haber vermiştir.
Rûmî ve Moğollar Arasındaki İşbirliği
Rûmî’ye yöneltilen eleştirilerin sadece inanç boyutunda kalmadığını belirtmek gerekir. Tarihî bağlamda da Rûmî’nin tavır ve ittifakları ciddi şekilde tartışmalıdır. Özellikle Moğolların Anadolu’yu işgal ettiği dönemde sergilediği duruş dikkat çekicidir. Rûmî, işgalcilere karşı bir duruş sergilememiş; bilakis Moğol emirleriyle yakın ilişki kurmuş, onların saraylarında itibarlı bir konumda bulunmuştur. Bu sebeple Moğollar kendisine “Şeyhu’r-Rûm” yani “Rum diyarının Şeyhi” unvanı verilmiştir.
Bu iş birliğinin neticesi olarak, Moğollar Anadolu coğrafyasında tüm şeyh ve dervişlerin Rûmî’ye bağlanmaları mecburî hâle getirilmiştir. Oğlu Alaaddin Çelebi ise bu duruma karşı çıkarak Ahi teşkilatının önderlerinden Ahi Evren’le birlikte Moğollara karşı direnişe katılmış, ancak bu direnişin bedelini canıyla ödemiştir. Celaleddin Rûmî, direnişçi oğlunun ne cenazesine katılmış ne de ardından bir hayırla anmıştır. Bu tavır, Rûmî’nin durduğu safa dair güçlü bir işarettir.
Tarihî Belgeler Işığında: Mikail Bayram’ın Tespitleri
Bu hususların tarihsel dayanaklarını merak edenler için, Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mikail Bayram’ın yaptığı arşiv çalışmaları önemlidir. Prof. Dr. Mikail Bayram’ın, Rûmî’nin Moğollarla olan yakın ilişkilerini, bu ilişkinin siyasi sonuçlarını ve Anadolu’daki tasavvuf yapılarının nasıl dönüştüğünü detaylı şekilde ortaya koymuştur. Bayram’ın kitapları ve konferansları bu bağlamda önemli birer kaynaktır.
Rûmî ve Sapkın Görüşleri
“Bu kitap Mesnevi kitabıdır. Mesnevi; hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır…”
“Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir. Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, MEGSB. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Önsözden)
Bu satırlarda Celaleddin Rûmî, Mesnevi’nin kaynağını yalnızca bireysel ilhamla sınırlı tutmamakta, ona adeta ilahi bir boyut atfetmektedir. Kullandığı dil ve yaptığı benzetmeler, Kur’an ayetleriyle paralellik kurma gayretinde görünmekte, böylece eserini hatasız ve mutlak hakikatin taşıyıcısı olarak sunmaktadır.
Bir başka beytinde, peygamberlik makamıyla kendisini örtüştüren şu ifadeyi kullanır:
“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin, Mustafa gene geldi, hepiniz iman edin.”
Bu söylemde, Rûmî’nin kendisini Allah Resûlü ile eş tutması, hatta kinayeli bir biçimde onu aşan bir konumda gördüğünü ima etmesi dikkat çeker. Aşağıdaki dizeler ise bu iddiayı daha da ileri taşır:
“Bugün Ahmed benim: Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün anka benim: Ama yemle beslenen kuşcağız değil.”
Burada, Ahmed ismiyle Hz. Muhammed’e gönderme yapılırken, kendisinin artık ondan üstün bir “bugünün Ahmed’i” olduğunu öne sürmektedir. Tasavvuf geleneğinde kimi zaman mecazla yorumlanan bu sözler, literal alındığında, peygamberlik makamının aşılabileceği gibi tehlikeli bir inanca kapı aralar.
Rumi, bir diğer dizesinde ise Hallâc-ı Mansûr’un meşhur “Enel Hak” (Ben Hakk’ım) söylemine benzer şekilde şunları söyler:
“En-el hak kadehiyle bir yudum cuk içen sızdı.
Tanrılık şarabından şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
Ben, sultanların aradığı sultan.”
Bu dizelerde Rûmî, kendisine ilahî bir statü atfeder. “Tanrılık şarabı”ndan içtiğini söyleyerek hem hakikatin kaynağı hem de temsilcisi olduğunu ima eder. Vahdet-i vücut etkisiyle yazılan bu beyitler, tevhid inancı açısından açık bir sapmadır.
Rûmî’nin Saklanan Batıl İnançları
“Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim; İnsanlık mescidiyim ben.”
“Gönlü saf bir sufiyim; benim tekkem âlem, medresem dünya.
Değilim abalı sufilerden.”
“İster münacat ehli ol, ister meyhane ehli; bundan ne çıkar?
Yok, Cumartesiymiş, yok Cumaymış… Bence ne fark var?” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985 Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 203, 226 292, 297)
Celalettin Rûmî’ye ait olan bu mısralar, onun bazı sözlerinde ve şiirlerinde sezilen “vahdet-i vücut” (varlıkta birlik) anlayışını açıkça yansıtır. Bu anlayış, Hallâc-ı Mansûr’un “Enel-Hak” (Ben Hakk’ım) sözünde zirveye ulaşır ve Allah ile yaratılanın tamamen bir olduğunu savunur. Ne var ki bu düşünce, İslâm’ın tevhid inancıyla bağdaşmadığı gibi, yer yer haşa tanrılık iddiasına varan bir dil içerir.
Rûmî eserlerinde, iyilik-kötülük, hak-batıl, doğru-yanlış gibi mutlak değerlerin olmadığını bunların kişiye göre değişen şeyler olduğu iddia ediliyor. Bu çerçevede insanlık tarihinin iman-küfür mücadelesini bir nevi oyun olarak görür. Hatta öyle ki, Hz. Musa ile Firavun’un aynı özden geldiğini; biri diğerinden ayrılmaz bir parça olduğunu saçmalıyor:
“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.” (Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467-2468)
Daha da ileri giderek bu oyunda Firavun’un tarafında durulması gerektiğini söylüyor.
“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır. Ey saf kişi!
Firavun’un Musa’dan nefretini, sen Musa’dan bil.” (Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent 2481)
Bu tür ifadeler, vahdet-i vücut inancının insan aklını altüst eden yorumları arasında yer alır. Sufî düşünce sisteminde, bazen peygamberler haddinden fazla yüceltilir, adeta putlaştırılır; bazense hakaret edilircesine küçük düşürülür. Nemrutlar, Firavunlar, inkârcılar kimi zaman peygamberlerin önüne geçirilir. Bu anlayış, İslâm’ın vasat (orta) yolunu terk edip ifrat ve tefrit arasında salınan bâtıni yorumların ürünüdür.
Rûmî’nin Batıni Tahrifleri
Tasavvuf geleneğinde akla ve duyulara dayanan ilim küçümsenirken, sezgi ve bâtınî yorumlar yüceltilmiştir. Minare, derin kuyu; şarap, aşk; cehennem, olgunluk fırını; cennet, ahmaklar için kurulmuş bir tuzak gibi yorumlanır. Bu sapkın anlayışa göre her sembolün başka bir “batıni” manası vardır ve asıl olan bu batıni manaya ulaşmaktır. Bu fırkaların batıl inançlarına birkaç örnek verelim.
Allah birdir diyen İslam’a karşılık: Her şey Allah’tır denir.
Cennet güzelliktir diyen İslam’a karşılık: Cennet bir tuzaktır denir.
Cehennem azaptır diyen İslam’a karşılık: Cehennem rahmettir denir.
Rûmî’ye göre cehennem bir ceza değil, arındırıcı bir ocağa benzer. Ateş, tıpkı bir şarap gibi insanı lezzetle sarar: Diyerek İslam’ın inanç esaslarıyla açıkça dalga geçmiştir.
Rûmî’nin bir başka tahrif ve alaycı ifadelerinde şöyle demektedir;
“Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur.
Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil.
Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir.
Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da.
Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yargılanırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu.
Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt VI Mevlâna MEGSB. Yayını. 1988 Çeviren, Veled İzbudak sayfa 311 – 312, beyitler 3928-3929-3930-3931-3932)
Rûmî’ye Göre Tüm Dinler Birmiş
Celalettin Rumi dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikati kabul etmemekle de; bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu yani herhangi bir gerçeği temsil etmediğini saçmalıyor.
Celalettin Rumi bu konuda şöyle demektedir:
“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. Onlar beni tutamadığı gibi, onlardan da bana bir şey bulaşmadı.”
“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynıdır.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt I Mevlâna sayfa 280, beyitler 3503-3504)
Rumi’nin bu sözleri, hak ile bâtıl arasında bir fark olmadığını, Dolayısıyla hak din ve batıl dinler diye de bir şey de olmadığını iddia etmektir. Oysa İslam’ın temel akidesi, hak olan Allah tarafından gönderilendir. Dolayısıyla yegâne hak olan sadece İslam’dır.
Rûmî’ye Göre Şarap Kalenderlere Helâlmiş
Rûmî, şarabın halk için haram, fakat “haslar” için helal olduğunu şu sözlerle zırvalar:
“Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarap, ceng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir; aşağılık kişilere haram.” (Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlâna Celâlettin isimli kitabının sayfa 198 – 199 – 200. İnkılap Kitabevi 1985 baskısı)
Oysa İslâm’da haramlar sadece avam için değil, herkes içindir. Haram ve helâlin sınırlarını belirleyen kaynak Kur’an ve Sünnettir, sınıf ayrımı değil.
Rumi ve onun gibi düşünenlere şöyle bir cevap da verebiliriz:
İslam’a müntesip olan Müslümanlara içki, kumar, zina, hırsızlık ve eşcinsellik haramdır. Tasavvuf dinine müntesip olan, aynı zamanda panteist fikirlere ve bâtıniliğe de inanan Celâlettin Rumi gibi müşriklere ise neyin helal olduğu ve neyin haram olduğu bizleri pek de ilgilendirmiyor. Ateşleri bol olsun.
Rûmî Cebriyenin Görüşlerini Destekliyor.
Rûmî’nin bazı sözleri, Batıl fırkalardan olan Cebriyye mezhebinin kader anlayışına yakındır. İnsanın iradesini yok sayarak tüm kötülükleri Allah’ın kaderine bağlar:
“Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!
Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir.
O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur.
Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlâna MEGSB. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 309-310 b.3889 – 3892)
Rumi’ye ait olan bu sözler İslam’ın temel öğretileriyle çelişir. Zira İslam’da insan hem iyi hem kötü fiillerinden sorumludur. Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ne zaman utanç verici bir iş yapsalar, “Biz atalarımızdan böyle gördük; Bunu bize emreden Allah’tır!” derler. De ki: “Allah, böyle utanç verici çirkinlikleri asla emretmez! Siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Araf: 7/28)
Rûmî İlimi Doğrudan Allah’tan alıyormuş
Celalettin Rumi’ye ait şu söz, onun ilim anlayışı hakkında ipucu vermektedir:
“Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibidir; diri kalmaz, uçup gider.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlâna MEGSB. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 276 b.3449)
Rumi’ye göre, vasıtayla – yani bir aracıyla – gelen bilgi kalıcı değildir; süs gibidir, zamanla solar ve yok olur. Oysa İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnet, ilmin en yüce biçiminin Allah’ın seçtiği vahiy elçileri vasıtasıyla insanlara ulaştırıldığını ortaya koyar. Kur’an, bu hakikati şöyle ifade eder:
“Onlara Kur’an’dan bir ayet tebliğ edilse, derler ki: ‘Allah’ın elçilerine verilenlerin aynısı bize de verilmedikçe, asla iman etmeyeceğiz!’ Oysa Allah, elçilik görevini kime emanet edeceğini gayet iyi biliyor. Böyle suç işlemeyi alışkanlık hâline getirenler, Allah’ın huzurunda aşağılık bir duruma düşecekler ve kurdukları hile ve entrikalar yüzünden şiddetli bir azaba mahkûm edilecekler!” (En’âm, 6/124)
Bu ayet, bazı insanların peygamberlere indirilen vahyin doğrudan kendilerine de verilmesini istediklerini ve aksi hâlde iman etmeyeceklerini bildirir. Celalettin Rumi’nin sözü, bu zihniyetle dikkat çekici bir benzerlik taşır. Zira o, aracıyla gelen bilgiye güvenmemekte; doğrudan Allah’tan alınmayan ilmin “diri kalamayacağını” savunmaktadır. Bu yaklaşım, onu doğrudan Allah’tan ilham alan özel bir veli, hatta kimi yorumlarda peygambervari bir konuma taşıyan bâtınî anlayışın yansımasıdır.
Rumi’nin bu tür ifadeleri, İslam’ın bilgi anlayışıyla çelişmekte; nübüvvet kurumunu zayıflatan mistik bir yorumun kapısını aralamaktadır. Kur’an, vahyin yalnızca Allah’ın seçtiği elçilere indirileceğini ve insanların buna teslim olması gerektiğini vurgularken, Rumi doğrudan “Tanrı’dan” alınan bilgiyi üstün tutarak Kur’ani çizgiden sapmaktadır.
Bu noktada asıl soru şudur: Rumi’nin bilgi kaynakları kimdir ve bu bilgileri hangi yetkiyle dile getirmektedir? Kendini sûfî, şair ya da arif olarak tanımlayan birinin doğrudan Allah’tan bilgi aldığını ima etmesi, ya tevazu kisvesi altında bir kibri, ya da nübüvvet makamına duyulan gizli bir düşmanlığı akla getirir. Her iki ihtimal de Kur’an ve Sünnet’e bağlı bir Müslüman için ciddi şekilde sorgulanmalıdır.
Rumi’nin Tartışmalı İlmi Yaklaşımları
Rumi’nin düşüncesinde sıkça vurgulanan bir tema, doğrudan Allah’tan gelen sezgi ve ilhamla elde edilen bilginin, geleneksel ilimden üstün sayılmasıdır. Bu anlayışı yansıtan şu sözleri dikkat çekicidir:
“Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, müritlere sözsüz dersler verir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 2 Mevlâna MEGSB. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 101 b.3323)
“Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlâna, sayfa 291 b.3642)
Bu ifadeler, İslam’ın ilim anlayışından belirgin şekilde ayrılmaktadır. Zira İslam, bilgi edinmenin temel kaynağını vahiy ve peygamberlerin öğretisi olarak kabul ederken; Rumi’nin sözleri, bireysel sezgi ve içsel keşfi öne çıkarmaktadır.
Bu noktada, Rumi’nin Mesnevi’sinde yer alan ve oldukça sembolik olan bir hikâye, onun kayıtlı, yazılı bilgiye olan mesafeli yaklaşımını ortaya koyar. Hikâyeye göre, Çinli ve Rum ressamlar arasında bir yarış düzenlenir. Çinliler duvara resimler yaparken, Rumlar karşı duvarı yalnızca cilalar. Yarış sonunda aradaki perde kaldırıldığında, Çinlilerin yaptığı resimler Rumların parlattığı duvara yansır ve Rumlar galip ilan edilir. Rumi bu kıssayı şöyle yorumlar:
“Oğul, Rum ressamları, sofilerdir. Onların ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlâna, sayfa 278 b.3483)
“Onlar, fıkhı ve nahiv terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlâna, sayfa 279 b.3497)
Bu yorum, klasik İslami disiplinler olan fıkıh (İslam hukuku) ve nahiv (Arap dili grameri) gibi ilimlerin terk edilebileceği, bunun yerine tasavvufî bir yokluk ve hiçlik anlayışının tercih edilebileceği düşüncesini yansıtır. Ancak bu yaklaşım, İslam ilim geleneğinin temel dayanaklarıyla çelişmektedir.
Daha tartışmalı bir örnek ise Mevlâna’nın hac ibadetine ilişkin anlatımıdır. Mesnevi’de geçen kıssaya göre, Beyazıd Bistâmî adında bir sûfî, hac yoluna çıkmak üzeredir. Ancak bir pir ona şöyle seslenir:
“Etrafımda yedi kere tavaf et, bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.”
“O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu.
Umre ettin, ebedî ömre nail oldun, saf bir hâle geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını yerine getirdin.” (Mesnevi Cilt 2 Mevlâna, sayfa 272 b.2238, 2239, 2240, 2241, 2242, 2243)
Bu kıssa İslam’ın beş şartından biri olan hac ibadetinin yerini bir sûfînin etrafında dönmenin alabileceği gibi bir izlenim doğurmaktadır. Bu İslam’ın emrettiği hac ibadetini tahriftir ve bu ibadetle dalga geçmektir.
Tasavvufun Türettiği Sapkın Görüşler
Celâleddîn Rûmî’nin izinden yürüdüklerini beyan eden pek çok tasavvuf önderi, İslam’ın saf akidesine aykırı düşen söylemlerle ümmetin zihnini bulandırmış, maneviyat kisvesi altında bâtıla meşruiyet kazandırmıştır. Mehmet Zahid Kotku’dan İskender Evrenesoğlu’na, Nazım Kıbrısî’den Mahmut Ustaosmanoğlu’na, Cübbeli Ahmet’ten Nihat Hatipoğlu’na kadar birçok ismin, Celâleddîn Rûmî’nin batıl din anlayışını savundukları bilinmektedir. Bu isimlerin ortak paydası, tasavvufun bâtıl yorumlarını esas alan bir inanç sistemini savunmalarıdır. O hâlde yapılması gereken açıktır: Bu kişilerin akidelerini, kendi eserlerinden ve beyanlarından hareketle inceleyin; sonra Kur’ân ve Sünneti hakem tayin edin ve kararı ona göre verin.
Eğer bu işin meşakkatli olduğunu düşünürseniz, yani “Bu araştırma zahmetli, sabır ister; bizim buna vaktimiz yok,” derseniz, şunu unutmayın: Hakkı söyledikleri için susturulan, baskı altına alınan, zindanlara atılan ve türlü iftiralara maruz kalan gerçek âlimler, bu incelemeleri yapmış; eserlerinde hak ile bâtılı ayırt etmiş ve ümmetin istifadesine sunmuştur. Onların yazılarına kulak verirseniz, “tasavvuf elbisesi” giydirilmiş şirkin nasıl “evliya menkıbeleriyle” meşrulaştırıldığını ve ümmetin nasıl bir uykuya sürüklendiğini göreceksiniz.
Tarihten günümüze İslam coğrafyasını işgal eden emperyal güçlerin siyasî, askerî ve ekonomik müdahalelerinin yanı sıra dinî sahaya da sirayet ettikleri açıktır. Moğollar, Haçlılar, Bizans, modern çağda ise BM, AB, Amerika, İngiltere, Rusya ve Çin gibi küresel küfür odakları; bir yandan İslam beldelerini fiilen kuşatırken, diğer yandan bu toprakların ruhunu ele geçirmek için “hoşgörü” ve “barış” edebiyatı eşliğinde kimi sufi figürlerle iş birliği yapmışlardır. Bu yüzden Celâleddîn Rûmî, Bahaeddin Şah-ı Nakşibend, Nazım Kıbrısî, Mahmut Ustaosmanoğlu, Cübbeli Ahmet ve Fethullah Gülen gibi isimlerin emperyalist odaklar tarafından sevilmesi, korunması ve desteklenmesi şaşırtıcı değildir. Çünkü bu figürler, dinin ruhunu tahrif ederek ümmeti etkisizleştiren bir işlev görmüşlerdir.
Eğer bu tehlike karşısında ibret alınmaz ve gerekli tedbirler alınmazsa tarih, maalesef tekerrür etmeye devam edecektir. Emperyalistlerin işgali sadece toprakları değil, zihinleri ve kalpleri de hedef almaktadır. Bu hedefin gerçekleşmesi, ancak İslam’ı aslıyla yaşadığını söyleyen fakat bâtıl inançları meşrulaştıran sözde din önderleriyle mümkündür.
Son olarak internette “Tasavvuf Büyüklerinin Kendi Eserlerinden Küfür Akideleri!” isimli kitap mevcuttur. Sayfanın altında belirttiğimiz kaynaklardan ulaşabilir ve istifade edebilirsiniz.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
https://www.islam-tr.net/konu/tasavvuf-buyuklerinin-kendi- eserlerinden-kufur-akideleri-kitap.8043/
İslami Okul Okulların En Önemlisi