Tasavvufta sıkça kullanılan veli/evliya kavramı Kur’an ve sünnetten alınmıştır. Ancak tasavvuf ehli, İslam’ın bu kelimeye verdiği mananın dışında manalar katarak bu kavramı tanınmaz hale getirmiştir. Sufiler, tasavvuf büyüklerinin Allah’ın “hususi velileri” olduğuna inanır; onlara olağanüstü güç ve yetkiler atfederek onlara bağlanırlar. Bu bağlılık, zamanla şeyh–mürit ilişkisini tasavvufun temel öğretilerinden biri hâline getirmiştir.
Tasavvuf Kaynaklarında Veli Tanımı
Tasavvuf kaynaklarında veli kavramı farklı şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
- “Benliğini Allah’ta yok etmek suretiyle bir takım üstün vasıflar kazanarak, harikulade şeyler gösterebilen büyük insan.”
- El-İbriz kitabında şöyle der: “… Kime ruhunda bulunan esrarın kapısı aralanır, zatıyla ruhu arasındaki perdeler kalkarsa işte o arif bir velidir.”
- İbn-i Arabi şöyle der: “Bâtıni imamın (velinin) şartı masum olmasıdır.”
Görüldüğü gibi İslam’ın veli kelimesine verdiği mana farklı, tasavvuf ehlinin veli kelimesine verdiği mana farklıdır. Evliya olduklarına inanılan tasavvuf büyüklerinin olağanüstü güç ve yetkilere sahip olduğuna inanılır. Allah adına kâinatı yönettiklerine, kâinatın idaresinde neredeyse Allah’ın yaptıklarını yapabilme kabiliyetine sahip olduklarına ve olağanüstü bir şahsiyet olduklarına inanılır. Tasavvuftaki veli tanımı âdete paralel bir ilah oluşturma çalışmasıdır.
₻
Tahrif Edilen Veli Anlayışı
İslam’ın tanımladığı veli kavramı, Kur’an ve sünnetin belirlediği esaslara dayanır. Tasavvufun veli anlayışı ise, içeriği batıl, bid‘at ve hurafelerle doldurulmuş; dışı ise İslami kelime ve motiflerle süslenmiştir. Tasavvuf büyükleri hakkında anlatılan olağanüstü hikâyeler, halk arasında efsaneleştirilmiş; sonraki nesiller bunları “keramet” olarak algılamış; sufiler ise bu masalları “sır” ve “esrar” diye pazarlamıştır. Böylece halkın zihninde, ayrıcalıklı ve dokunulmaz bir “ruhanî elit sınıf” oluşturulmuştur.
Oysa Allah Teâlâ, bu kişileri hususi veli edindiğine dair hiçbir delil indirmemiştir. Dolayısıyla “filan kişi Allah’ın hususi velisidir” demek, hem Allah’a yalan isnat etmek hem de O’nun indirmediği bir delilin peşinden gitmektir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur:
“De ki: Rabbim, ancak şunları haram kılmıştır: İster açık ister gizli olsun; fuhşu, günah işlemeyi, haksız yere saldırmayı, Allah’ın hiçbir delil göndermediği şeyleri O’na ortak koşmanızı ve bilmediğiniz konularda Allah adına konuşmanızı.” (A‘râf, 7/33)
₻
Hadislerin Tahrif Edilmesi
Tasavvuf ehli, birçok ayet ve hadise batıl manalar vererek dini tahrif etmiştir. Örneğin; Şu kutsi hadise batıl manalar vermişlerdir.
Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet edilen kutsi bir hadiste Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
(Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu) “Her kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona savaş ilan ederim. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesafesinde olurum. Diliyle de her ne isterse muhakkak onları kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de muhakkak kulumu korurum. Ben yapmasını dilediğim hiçbir şey hakkında, müminin ölümü karşısındaki tereddüttüm gibi tereddüt etmedim. Bana bunda kulum ölümden hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum.” (Buhari 6502)
İslam âlimleri, bu hadisi şu şekilde açıklamıştır: Hadiste “veli”den kastedilen; Allah’ı tanıyan, O’na itaatte devamlı olan ve ibadetlerinde ihlâs sahibi mümindir. Allah’ın bu kişinin “kulağı, gözü, eli ve ayağı” olmasından murat ise mecazî bir anlatımdır. Yani Allah Teâlâ şöyle buyurmuş olur: “Bana iman eden, bana itaat eden kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı gibi olurum.” Bunun anlamı, “O kuluma her türlü yardımda bulunurum” demektir. Sözüne itimat edilen selef âlimleri başta olmak üzere bütün âlimler, bu hadisteki üslubun, kula yardım ve destek ifade eden bir mecaz ve kinaye olduğunu beyan etmişlerdir.
Ne var ki tasavvuf ehli, bu hadise bâtıl manalar yüklemiştir. Onlara göre hadiste geçen “Allah’ın bu kişinin kulağı, gözü, eli, ayağı olması” ifadesi, kulun bizzat Allah’ın kendisi olması anlamına gelir. Daha açık bir ifadeyle, tasavvuf erbabı bu ve benzeri hadisleri delil getirerek, veli veya evliya dedikleri kimselerin ilahlaştığını, hatta hâşâ Allah olduğunu iddia ederler. Böylece bu hadisleri ve ayetleri tahrif ederek, uydurdukları “vahdet-i vücut” ve “hulûl” gibi bâtıl inançlara dayanak yaparlar.
Hâfız İbn Hacer, bidat ehlinin bu hadise verdiği sapkın manayı şöyle aktarır:
“Kalbinde eğrilik bulunan bir grup, hadisi şu şekilde yorumlamıştır:
Kul, iç dünyası bulanıklıklardan temizleninceye dek zahirî ve bâtıni amellere devam ederse hakikat anlamında olur (yani Allah olur).” Allah Teâlâ, bu sözlerden münezzehtir.
Bir başka grup sufi ise bu hadisten şu bâtıl sonuçları çıkarmıştır: Sözde “Allah dostu” dedikleri zatların zamanla Allahlaşacağı, artık şeriata ihtiyaçlarının kalmayacağı, kalplerinin doğrudan Allah ile irtibatta olacağı, “Kalbim bana Rabbimden haber verdi” diyerek hüküm verecekleri, hatta akıllarına gelen her düşüncenin hatadan masum olacağını iddia ederler… Bütün bunlar, hakikati çarpıtan ve dini tahrif eden sapmalardır.
₻
Cibril hadisine batıl manalar verilmesi
Tasavvuf ehli Cibril hadisine de batıl manalar vererek tahrif etmiştir. Önce Cibril hadisini okuyalım.
Hz. Ömer’in (r.a.) bildirdiğine göre; “Bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda bulundukları bir esnada, bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı, üzerinde yoldan geldiğini gösteren herhangi bir emare bulunmayan ve içlerinden hiç kimsenin tanımadığı bir adam çıkagelir. Hz. Peygamber’in yanına sokulur, önüne diz kurup oturur, dizlerinin Peygamber’in dizlerine dayar, ellerini dizlerinin üzerine koyar ve Hz. Peygamber’e, ‘Ya Muhammed’ diye hitap edip sırasıyla İslam, iman ve ihsanın ne olduğunu sorar. Hz. Peygamber: “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekât vermen, ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir. İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Yine hayır ve şerriyle kadere iman etmendir. İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni mutlaka görmektedir.” diye cevap verir. Her defasında aldığı cevabi “doğru söyledin” diye onaylayan zatin bu durumu orada bulunanları şaşırtır. O, bu duruma aldırış etmeden bu defa kıyametin ne zaman kopacağını sorar. Peygamber: “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha fazla bilgili değildir.” cevabini verir. Adam: “O halde alametlerini anlat” der. Resûlullah da: “Annelerin kendilerine cariye muamelesi yapacak çocuklar doğurması ve yalın ayak, başı çıplak koyun çobanlarının yüksek ve görkemli binalarda dolaşıp birbirleriyle yarıştıklarını görmendir” buyurur. Adam kalkıp gider. Hz. Ömer bir süre öylece hayretler içinde kalakalır. Daha sonra Peygamberimiz: “Ey Ömer, o soru soran kimdi, biliyor musun? O, Cebrail‘di size dininizi öğretmek için geldi” buyurur. ( Müslim iman 1,5; Buhari iman 37; Tirmizi iman 4; Ebu Davud Sünnet 15)
Bu hadis, bütün ümmete İslam’ı, imanı ve ihsanı öğreten temel bir nasihattir. Her Müslüman, bu hadisten pek çok ders çıkarabilir. Ne var ki tasavvuf ehli, hadisteki ihsan kavramını kendi şeyhleri ve tarikat anlayışlarıyla özdeşleştirmiştir. Onlara göre hadiste bahsedilen ihsan, tasavvufa ve tarikatçılığa işaret etmekteymiş.
Hadiste ihsan şöyle tarif edilmiştir:
“Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir.”
Sûfîler, ihsan makamını en güzel yaşayanların ve bu mertebeyi temsil edenlerin, kendilerince “evliya” saydıkları tarikat şeyhleri olduğunu ileri sürerler. Hâlbuki ihsan, yalnızca belli bir zümreye mahsus değildir; Allah’tan sakınan, takvâ sahibi her müminin hayatında bulunması gereken temel bir vasıftır.
Tasavvuf ehli, Cibril hadisinde geçen ihsan tanımını da kendi tarikat anlayışlarına uyarlamıştır. Oysa ihsan; “Allah’a, O’nu görüyormuş gibi kulluk etmektir.” bu tarikat şeyhlerine değil, takva sahibi müminlere ait bir durumdur.
Netice itibarıyla tasavvuf ehlinin veli anlayışı, Kur’an ve sünnetin tanımladığı veli kavramını köklü biçimde bozmuştur. Asıl veli; Allah’ı tanıyan, O’na itaat eden ve ibadetlerinde ihlaslı olan mümindir. Ona olağanüstü yetkiler atfetmek ise, İslâm akidesinin sınırlarını aşmak ve bid‘atlara kapı aralamaktır.
Tasavvuf ehli, İslam’daki veli kavramını bu tür yorumlarla tahrif etmiş; bununla da kalmayıp, başka pek çok tahrifata da imza atmıştır. Onların bu konudaki diğer tahrifatları şunlardır:
₻
Tasavvufta Veli Allah’ın Bizzat Kendisidir!
Ebu Yezid el-Bestami şöyle der: “Bir seferinde Allah beni kendi katına yükseltti, beni huzurunda dikti ve “Ey Ebu Yezid, kullarım seni görmek istiyorlar” dedi. Ben de: “Beni vahdâniyetinle süsle, bana enaniyet/benlik elbiseni giydir ve beni ahadiyet makamına yükselt. Ta ki kulların beni gördüğünde desinler ki seni/ Allah’ı gördük. Böylece sen bu(ben) olmuş, ben de orada olmamış olurum” dedim.” (Lum’a sayfa 461)
Ebu Yezid el-Bestami şöyle der: “Cübbemde Allah’tan başkasını görmüyorum.”
Cevap: Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur” dedikleri için; Hristiyanlar ise, “İsa Allah’ın oğludur” dedikleri için kâfir olmuşlardır. Bu durumu Allah Teâlâ şöyle haber vermektedir:
“Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa Mesih şöyle demişti: ‘Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’” (Mâide, 5/72)
Yahudiler ve Hristiyanlar, peygamberlerini “Allah’ın oğlu” ilan ettikleri için kâfir olmuşlardır. Buna karşılık, tasavvuf fırkasının bazı elebaşları ise, —hâşâ— bizzat kendilerinin “Allah” olduğunu iddia etmiştir. Bu, küfürde Yahudi ve Hristiyanlardan çok daha aşağı bir konumdur. Zira Yahudiler ve Hristiyanlar, Allah’a çocuk isnat ederken; tasavvuf büyükleri ilahlık iddiasında bulunmuşlardır. Bu sebeple onların küfrü, çok daha ağır ve büyüktür.
Meselâ, Ebû Yezîd el-Bestâmî’nin dile getirdiği bazı sözler üzerinde biraz düşünün. Bu ifadeler, insanı tehlikeli bir akide bozukluğuna sürükler. Aklı başında bir mümin, Allah’a karşı böyle sözler sarf etmekten hayâ eder. Bu tür ifadeleri ancak İslam’ı tahrif etmek isteyen münafıklar veya şirke batmış müşrikler dile getirir.
₻
Ticani’ye Soruldu:
“Abdulkadir Geylani’nin “Benim emrim Allah’ın emriyledir. Bir şeye ol dersem oluverir” sözünü nasıl anlamalıyız? Cevaben dedi ki: Allah onlara (velilere) büyük hilafet vermiş ve onları kendi mülkünde istediklerini yapma yetkisiyle görevlendirmiştir. Allah onlara tekvin kelimesini vermiştir. Bir şeye ol dediler mi o an hemen olur. Ali’den r.a. rivayet edilir ki: “Şimşekleri çakan, yıldırımları düşüren, gök cisimlerini hareket ettiren ve işlerini düzenleyen benim.” demiştir. Allah’ın mülkünde O’nun halifesi olduğunu anlatmak istemiştir.” (Cevahiru’l Meani 2/77)
CEVAP: Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın mutlak kudretini ve büyüklüğünü ifade eden “Kun fe-yekûn” (Ol der, olur) ifadesinin, bazı velilerde de bulunduğunu iddia edenler olmuştur. Oysa Allah’a mahsus olan yaratma sıfatını herhangi bir kula nispet etmek, apaçık küfür ve şirktir. Böyle bir iddia, kulları ilahlaştıran cahil ve sapkın anlayışın ürünüdür. Allah, bu yalanı uyduran müşriklere lanet etsin!
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece ‘Ol’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara, 2/117)
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Allah’ı bırakıp da ilah olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değillerdir. Onların yerde ve gökte hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.’” (Sebe, 34/22)
Nitekim Mekkeli müşrikler, “Allah’ın sevgili kulları” dedikleri bazı şahısların, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibi olduklarına inanıyorlardı. Oysa Allah Teâlâ, Kur’an’da mülkünde hiç kimseye böyle bir yetki vermediğini, buna ihtiyacının da olmadığını kesin ve açık bir şekilde bildirmiştir.
₻
Tasavvufta Veliler Allah’ın Yazdığı Ecele Müdahale Eder
Tabakatu’l-Kubra anlatıldığına göre: “Muhammed eş Şirbi’nin oğlu Ahmed hastalandı, ölümü yaklaşınca Azrail (!) onun ruhunu almak için geldi. Şeyh, Azrail’e dedi ki: Rabbine dön ve sor, çünkü bu emir nesh edildi (hüküm değişti). Azrail döndü, Ahmed bu hastalıktan şifa buldu ve sonrasında otuz yıl yaşadı.” ( Tabakatü’l Kübra 2/118)
CEVAP: Tasavvuf kaynaklarında buna benzer pek çok hikâye yer alır. Tasavvuf büyükleri, âdeta ölümle ve Azrail ile alay edercesine çeşitli menkıbeler uydurmuşlardır. Oysa Allah Teâlâ, onları hem ayetleriyle hem de her gün ölen yakınlarının gerçeğiyle yalanlamaktadır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ve Allah, hiçbir nefsi (hiçbir kimseyi) eceli geldiği zaman asla tehir etmez (ertelemez). Ve Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdar olandır.” (Munafikun, 63/11)
“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.” (En’am, 6/ 61)
₻
Tasavvufta Veliler Ölüleri Diriltiyor
Kuşeyri Sehl bin Abdullah et-Tusteri’den naklen: “Allah’ı hakkıyla zikreden isterse ölüleri diriltebilir”
“Şeyh İbrahim el-Metbuli çok ibadet eden birini gördü. Fakat insanlar ondan yüz çeviriyor ve ayrıca onun hakkında itikat sahibi de değillerdi. Dedi ki: ‘Oğlum! Senin bunca ibadetine rağmen neden derecen eksiktir? Galiba baban senden razı değil?’ Genç ‘Evet’ dedi. Şeyh, ‘Hadi gel, kabrine gidelim, umulur ki senden razı olur.’ Ravi dedi ki: ‘Allah’a yemin olsun ki; şeyh babasına seslenince kabrinden kalktı, onu başındaki toprağı atarken gördüm. Tam olarak ayağa kalkınca Şeyh dedi ki: ‘Fakirler (veliler) aracı olarak geldiler, çocuğundan razı olmanı rica ediyorlar.’ Adam: ‘Sizlerde şahit olun ki ondan razı oldum’ dedi.” ( Tabakatü’l Kübra 2/67)
CEVAP: Kişi ölse bile, evliya olduğu iddia edilen bu yalancı ve zındıklardan biri varsa, sorun yok! Rivayete göre, Azrail’in aldığı can geri verilir ve kişi yeniden yaşamına devam eder.
Bu bağlamda Abdulkadir-i Geylânî’ye nispet edilen şu hikâyeyi hatırlayalım: Güya Geylânî, medresede hocalık yapmaktadır. Bir gün, medresede okuyan oğlunu ziyarete gelen bir kadın, çocuğunun sadece kuru ekmek yediğini görür. Anne yüreği dayanamaz; oğlunun hâlini şikâyet etmek için şeyhin huzuruna çıkar. Şeyhin kızarmış tavuk yediğini görünce öfkelenir ve:
— “Sen Allah’tan korkmaz mısın? Çocuklar kuru ekmek yiyor, sen ise tavuk yiyorsun!” der.
Bunun üzerine Abdulkadir-i Geylânî, önündeki tavuğa “Allah’ın izniyle kalk” der; tavuk dirilir ve hareket etmeye başlar. Ardından:
— “Senin oğlun bizim seviyemize ulaştığında o da tavuk yer” Diye karşılık verir. İşte tasavvuf, bu tür uydurma hikâyeler ve bâtıl inançlar üzerine bina edilmiş bir şirk dinidir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah hakkın ta kendisidir; hiç şüphesiz ölüleri O diriltecektir ve O her şeye hakkıyla güç yetirendir.” (Hac, 22/6)
“Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bak. Ölümünden sonra arzı (yeryüzünü) nasıl diriltiyor? Muhakkak ki (O), ölüleri işte böyle gerçekten diriltendir ve O, her şeye kadirdir.” (Rum, 30/50)
“Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.” (Yasin, 36/12)
₻
İsa (a.s.)’ın Ölüleri Diriltme Mucizesine Gelince
İsa Aleyhisselâm’ın ölüleri diriltmesi, yalnızca kendisine verilmiş bir peygamber mucizesidir. Bu sebeple ondan sonra gelen hiçbir peygambere ölü diriltme mucizesi verilmemiştir. Allah Resûlü (s.a.v.), Allah’a en sevimli ve katında en değerli kul olmasına rağmen, hayatı boyunca birçok sevdiğini kaybetmiştir. En başta oğulları, güzide ashabı ve bir ömür unutamadığı Hz. Hatice validemiz vefat etmiştir. Ancak ne birinin ecelini erteleyebilmiş ne de öldükten sonra birini diriltebilmiştir.
Üstelik İsa Aleyhisselâm, bu mucizeyi kendi gücüyle değil; Allah’ın dilemesi ve ona bu yetkiyi mucize olarak vermesi sayesinde gerçekleştirmiştir. Tasavvuf büyükleri ise, bu hakkın kendi ellerinde bulunduğunu, gerektiğinde Allah’ın takdir ettiği ecele bile müdahale edebildiklerini iddia etmektedirler.
₻
Şar’ani, Ebu Hasan eş-Şazeli’den Naklediyor:
“Kutbun (Evliyalar Konseyi Başkanı) on beş kerameti vardır: Allah’ın zatı ona açığa çıkar ve onun sıfatlarını ihata eder. Öncenin, sonranın ve başı sonu olmayanın hükmü ona açığa çıkar/bilir…” (El-Yevakit ve’l Cevahir 2/78)
CEVAP: Sûfî, burada “evliya” dedikleri kutbun; Allah’ı açıkça gördüğünü, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlandığını, öncekilerin ve sonrakilerin hükmünün kendisine göründüğünü iddia ediyor. Bu, apaçık bir zırvadır. İşte tasavvufun evliya inancı böyledir. Onların “evliya” dedikleri kimseler, hakikatte zındık ve kâfirleri tanrılaştıran müşrik bir yapılanmanın ürünüdür. Böyle bir inanç sistemi, İslam’ın tevhid akidesiyle bağdaşmaz; bilakis onu kökten tahrif eder.
₻
Tasavvufta Veliler İnsanlara Hidayet Ediyor
Tasavvuf kaynaklarında anlatıldığına göre: ‘Şeyh Yusuf el-Acmi halvetten çıkınca gözleri ateş parçası gibi olurdu. Kime baksa onun gözleri saf altına dönerdi. Bir gün şöyle bir hadise oldu. Halvet sonrası bir köpeğe baktı. Tüm köpekler o köpeğin emri altına girdi. İnsanlar ihtiyaçlarının giderilmesi için o köpeğe gitmeye başladılar. Bu köpek hastalanınca, diğer köpekler toplanıp ağlaşmaya ve hüzünlerini göstermeye başladılar… Allah bazı kullarına ilham etti ve o köpeği gömdüler. Köpekler onun kabrini ziyaret ederlerdi.’ (Tabakatu’l Kübra, 2/59)
CEVAP: Bu sufiler, güya bir bakışla insanları hidayete erdiriyormuş (!). Hatta işi o kadar ileri götürmüşler ki, sokaktaki itleri bile “hidayete erdirip” mezarı ziyaret edilen “it evliya” hâline getiriyorlarmış (!). Allah, bu müşrik sufileri kahretsin! Akıl ve iz’an sahibi bir insan, bu tür hikâyeleri okuyunca tasavvuf büyükleri diye tanıtılan kişilerin gerçekte ya İslam’ı tahrif ederek yıkmaya çalışan bir ajan veya ahmak tipler olduğu görülüyor.
₻
Tasavvufta Veliler Bir Bakışla Terbiye ediyor
“…Şeyh Muhammed Şinavi, insanları bakışla terbiye ederdi. Yol kesiciler ona uğrardı, ona bakardı, adam kendini şeyhe tabi olmaktan alıkoyamazdı. Bu adamların bazısının onun cemaatinin seçkinlerinden olduğunu gördüm.” (Tabakatu’l Kübra, 2/115)
CEVAP: Tasavvuf büyükleri güya bir bakışla eşkıyaları bile hidayete erdirip “adam edebiliyorlarmış”! Hâlbuki Allah Resûlü (s.a.v.), en yakın akrabalarına ve sevdiklerine yıllarca tebliğde bulunmuş olmasına rağmen, onları hidayete erdirememiştir. Buna rağmen bu sûfîler, bir bakışta eşkıyayı bile “evliya” yapabileceklerini iddia ederler (!)
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (Kehf, 18/6)
“Ey Muhammed! Mümin olmuyorlar diye adeta kendini helak edeceksin!” (Şuarâ, 26/3)
Resûlullah (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e on yıla yakın süre İslam’ı anlattı. O ise getirdiğinin hak olduğunu bilmesine rağmen kavminin kınamasından çekinerek babasının dini üzere öldü. Bu durum, Allah Resûlü’nü derinden üzmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ onu şu ayetlerle teselli etti:
“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas 28/56)
Hidayet, yalnızca Allah’ın elindedir; peygamberlerin dahi bunda bir payı yoktur. Peygamberlerin ve müminlerin görevi, İslam’ı güzel bir şekilde yaşamak ve tebliğ etmektir. Ancak hidayeti veren, sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Tasavvuf büyükleri ise konuşma ve tebliğ zahmetine katlanmadan, sözde tek bir bakışla insanları –hatta hayvanları bile– hidayete erdirebileceklerini iddia ederler. Bu anlayış, hak dinin yerine ikame edilen “paralel din” tasavvufun, “paralel ilah” inancıdır.
Nitekim Ebû Bekir (r.a.) babasının, Ebû Hureyre (r.a.) ise annesinin hidayeti için Peygamber’den (s.a.v.) dua istemiştir. Resûlullah (s.a.v.) de onlar için Allah’a dua etmiş, hidayeti verenin yalnızca Allah olduğunu bilerek O’na yönelmiştir. Müminlerin görevi de budur: hidayeti Allah’tan istemek ve tebliğ görevini yerine getirmek.
₻
Tasavvufta Veliler Levh-i Mahfuza Bakıp, Gaybı Biliyorlar
Şeyh Cakir şöyle der: “Levh-i mahfuza bakıp, ismini orada Görünceye kadar, hiçbir müritten söz almadım.”
Abdulaziz Debbağ’a öğrencisi sordu: “Bazı âlimler ihtilaf ettiler: Kur’an’da zikredilen, gaybın anahtarı olan beş maddeyi Peygamber bilir mi? “Ed-Debbağ dedi ki: Bu beş şey nasıl Peygamberlere gizli kalsın. Onun ümmetinden tasarruf ehli biri bu beş şeyi bilmeden tasarrufta bulunamaz.” (El-İbriz 1/522-523 Demir Kitabevi)
CEVAP: Allah Teâlâ, gaybı yalnızca kendisinin bildiğini; resullerinden dilediğine ise, dilediği kadarını bildirdiğini açıkça beyan etmiştir. Bunun dışında hiç kimsenin gaybdan bilgi sahibi olamayacağı, Kur’ân’ın kesin hükümleri arasındadır. Buna rağmen tasavvuf büyükleri arasında, Levh-i Mahfûz’u okuyabildiklerini ve gaybı bildiklerini iddia edenler çıkmıştır. Bu tür söylemler, Allah’ın sıfatlarını kullara isnat eden sapkın bir anlayışın ürünüdür.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman, 31/34)
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.’ De ki: ‘Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?’” (En‘âm, 6/50)
“De ki: ‘Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.’” (A‘râf, 7/188)
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.” (En‘âm, 6/59)
“De ki: ‘Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.’” (Neml, 27/65)
Bu ayetler, gaybın yalnızca Allah’a ait olduğunu, peygamberlerin bile ancak Allah’ın izin verdiği kadarına muttali olabildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla tasavvuf büyüklerinin “Levh-i Mahfuz’u okuyabilme” ve “gaybı bilme” iddiaları, Kur’an’a göre apaçık bir yalandır. Bu, Allah’ın sıfatlarını beşere isnat eden ve O’na ortak koşan bir şirk anlayışıdır.
₻
Ahmed Er-Rufai, Tasavvuf Dininin Evliyalarını Şöyle Anlatıyor:
“… Onlara yerle sema arasının idaresi verilir… Yükselmeye devam eder, Ta ki gavsiyet makamına ulaşır. Yükselmeye devam eder ta ki beşeriyet sıfatı ondan kaldırılıp Hakk’ın (Allah’ın) sıfatlarından bir sıfat oluncaya dek. Allah onu gaybına muttali kılar. Onun nazarı olmadan ne bir bitki biter ne de yaprak yeşerir. Sonra Allah’la konuşmaya başlar. Beşerin aklı bu kelamı idrak edemez.” (Tabakatü’l Evliya, 1/142, Evliyalar Ansiklopedisi, 2/511)
CEVAP: Ahmed Rufai’nin veli tasavvuruna mukabil, birde Allah Resulünün hayatına ve sözlerine bir bakar mısınız?
“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz husumetlerinizi bana getiriyorsunuz. Ben de aranızda hükmediyorum. Bazen biriniz meramını anlatmada diğerinden daha etkili olabilir. Ben de haksız olduğu hâlde kardeşinin hakkını ona verebilirim. Kime kardeşinin malından bir parça vermişsem, ateşten bir parça vermişimdir. İster alsın, ister bıraksın.” (Buhari 2458; Müslim 1337)
Bu hadis, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) insanlar arasında hükmederken gayba muttali olmadığını (Allah’ın bildirmesi müstesna) açıkça gösterir. O, insanların beyanlarına göre hüküm veriyor; güzel konuşan birinin dahi kendisini yanıltabileceğini ifade ediyordu. Buna rağmen tasavvufun “velileri(!)” kişi konuşmadan kalbini okuyabildiklerini iddia etmektedir.
Peki, Allah Resûlü (s.a.v.) mi bu velayet makamına erişemedi, yoksa bunlar şeytanî hâllerini “velayet” diye mi adlandırıyorlar? Kararı size bırakıyorum.
Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde yaşanan İfk Hadisesi, bu gerçeğin en çarpıcı örneklerinden biridir. Aişe annemize (r.a.) zina iftirası atılmış, bu söylentiler karşısında Allah Resûlü (s.a.v.) derin bir üzüntü yaşamıştı. Aişe annemizin gözyaşları kurumuş, yemeden içmeden kesilmiş, yatağa düşmüştü. Bu hâl tam bir ay sürdü.
Allah Resûlü (s.a.v.), vahiy gelinceye kadar sadece bekledi ve Aişe annemize şu sözleri söyledi:
“Eğer suçsuzsan, Allah senin suçsuz olduğunu beyan edecektir. Şayet bir günah işlediysen, Allah’a tevbe et. Allah, günahını itiraf edip tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” (Buhari, 2661; Müslim, 2129)
Bu örnek, Resûlullah’ın (s.a.v.) kalplerin sırlarına muttali olmadığını, gaybı ancak Allah’ın bildirmesiyle bilebileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna rağmen velilerin her an kalpleri okuyabildiğini söylemek, nübüvvet makamını gölgede bırakmaya çalışan açık bir bâtıl inançtır.
₻
Tasavvuf Velileri Levh-i Mahfuz’u Okuduklarını İddia Ediyor
“Velilerin keşfi iki kısımdır. Kimisi Levh-i Mahfuz’a bakar; o değişmez. Efendim Ali el-Havvâs gibi… Kimisi de yazılıp silinen levhalara bakar. Bunlar 360 levhadır. Bunlar değişir ve değiştirilir. Veli bir şeyi haber verse ve o gerçekleşmese ‘Yalan söyledi’ denmez; onun değişen levhalara baktığı kabul edilir.” (Tabakati Fi Hususi’l Evliya 182 )
CEVAP: Tasavvuf fırkasının “evliyaları”, önce Levh-i Mahfûz’a bakarak gayb ile ilgili her şeyi bildiklerini iddia ederler. Ancak gayb üzerine ortaya attıkları kehanetler tutmayınca bu kez kıvırarak şöyle derler:
“Efendim, Levh-i Mahfûz’da birkaç çeşit levha vardır; sabit olan var, silinen var, değiştirilen var… Bu levhalar 360’a kadar çıkar. Efendi hazretleri sabit olan değil de değişen levhalara bakmış olabilir.”
Böylece sözde “manevî makamlarını kurtarmaya çalışırlar.
Güler misiniz, ağlar mısınız? Şeytan bu müşrik sufileri avucuna alıp onlarla nasıl oynadığının açık bir örneğidir.
₻
Tasavvufta Veliler Sorgulanmaz
Tasavvuf ehli, kendi evliyalarına sorgusuz-sualsiz nasıl itaat edileceğini şöyle anlatır:
“Bazen şeyhten zahiren yerilmiş, şeriata aykırı hâller meydana gelebilir. O hâl, bâtın ve hakikatte övülmüştür. O hâle teslim olması gerekir. Nice adam vardır ki elinde içki şişesi, onu ağzına götürür; Allah onu bala çevirir. Bakan onu içki içiyor zanneder, fakat o bal içmiştir.” (Tabakat fi Hususi’l Evliya 2/87)
Risale-i Kudsiyye ve şârihi Mahmut Ustaosmanoğlu ise şeyhe itaat meselesini şöyle ifade eder:
“…Bir mürid, mürşidi için ‘Niye emrediyor, niçin yasaklıyor?’ derse, mürid olamaz. Çünkü inat ediyor; inatla bu iş olmaz…” (Risale-i Kutsiyye Şerh ve İzahı, 1/565)
CEVAP: Tasavvuf büyükleri, kendilerine bağladıkları insanların önce akıllarını devre dışı bırakmaya alışırlar. Düşünmeyen, sorgulamayan ve araştırmayan bir mürid, ruhen ve bedenen sömürülmeye hazır bir varlık hâline gelir. Oysa akıl; doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan, temizi pisten ayırmak için Allah’ın insana kullanması için verdiği en değerli nimettir. Nitekim Allah, yalnızca akıl sahibi olanları dinden sorumlu tutmuştur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.” (Yûnus, 10/100)
“Eğer kulak verip aklımızı kullansaydık, biz de bu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.” (Mülk, 67/10)
İkinci aşamada müride, her ne olursa olsun şeyhe itaat etmesi öğretilir. Hem de öyle bir itaat ki: “Şeyhini hangi hâlde görürse görsün, kalbine en ufak bir şüphe düşürmemesi” telkin edilir. Yani mürid den beklenen, aklını kullanmaması, düşünmemesi ve araştırmaması öğretilir.
Bundan sonra her türlü rezilliklerini örtmek için “şeyhe itaat ve teslimiyet” doktrini devreye sokulur. Bu da yetmezse, “zahir” ve “bâtın” kavramlarının arkasına sığınırlar. Müride; şeyhini içki sofrasında dahi görse, hatta fuhuş yaparken bile yakalasa, “Bu neyin nesi, bu ne hâl, şeyhliğe bu yakışır mı?” dememesi gerektiği öğretilir. Böylece köle ruhlu müridin aklı ve vicdanı tamamen felç edilir.
₻
Âlimler Peygamberlerin Varisleridir, Ya Veliler?
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara tutunursanız asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve sünnetim. Bu ikisi, kıyamette havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Hâkim, 1/93)
“Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüş miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Buhari İlim 10; Ebu Davud İlim 1; Tirmizi İlim 19)
Sûfîler ise bu hadisi, “Evliyalar, peygamberlerin varisleridir” şeklinde yorumlamaya ve anlatmaya çalışırlar. Peki, neden böyle yaparlar? Ve bu fark ne anlama gelir?
CEVAP: “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” denildiğinde öncelikle şu soruya cevap aranır: Peygamber neyi miras bırakmıştır? Cevap açıktır: Kur’an ve sünneti. Buna göre insanların Kur’an’a ve sünnete davet edilmesi gerekir. Bu da onları dini bilen âlimlere yönlendirmek demektir. Sonuçta sahih İslam anlayışı toplumda yerleşir ve gerçek bir Müslüman topluluk oluşur.
Ancak hadisi tahrif ederek “Evliyalar, peygamberlerin varisleridir” denildiğinde, peygamberin miras bıraktığı Kur’an ve sünnet geri planda kalır. Bunun yerine, Allah’ın özel velisi olduğu sanki bizzat Allah tarafından bildirilmiş bir zümreye tabi olunması ön plana çıkarılır.
Oysa İslam, Allah’tan başkasına “özel veli” sıfatı vermeyi yasaklamış; hiçbir kula ilahî otorite atfedilmesini kesin olarak reddetmiştir. Nitekim Allah Teâlâ,
“Bilin ki Allah’ın velileri için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yûnus 10/62) buyurarak veliliğin yalnızca iman ve takvâ ile ilgili olduğunu bildirmiştir. Sûfîler ise bu açık ilahî hükmü hiçe sayarak, tasavvufun uydurma veli/evliya anlayışına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır.
Halk, bu ince farkı çoğu zaman anlamaz; ancak bu detayda çok büyük bir şeytanlık gizlidir. Çünkü “âlim” kavramı, ilmi Kur’an ve sünnetten alan, onunla hükmeden kimseyi ifade eder. “Evliya”yı ise tasavvufun tarifine göre tanımladığınızda, Kur’an ve sünnet yerine şeyhin şahsi sözleri, keramet rivayetleri ve bâtınî yorumlar öne çıkar. Bu da dini asli kaynaklarından kopararak, kişisel otoritelere bağlayan bir yol açar.
Allah Teâlâ, kitap ve sünnetin terk edilip şahıslara bağlanmayı kınamıştır:
“Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rab edindiler…” (Tevbe 9/31)
Resûlullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur:
“Sizden öncekiler, âlimlerini ve önderlerini Allah’ın dışında rabler edindiler. Onlar, bir şeyi helâl kıldıklarında helâl, haram kıldıklarında haram saydılar.” (Tirmizî, Tefsîr, 9)
Bu deliller, dini şahıslara bağlamanın ve Allah’ın kitabını bırakıp beşerî otoriteleri “ilâhî yetkili” konumuna çıkarmanın açık bir sapma olduğunu ortaya koymaktadır.
₻
Tasavvuf: Ölüler ve Deliler Dini
Tasavvufta bazı velilerin isim ve rütbeleri şunlardır: Üçler, Yediler, Kırklar, Kutub, Evtâd, Abdal, Nükabâ, Nücebâ, Havârî, Emîn, Ümenâ, Recebiyyûn, Melâmîler, Ahfiyâ, Mestûrân, Mektûmân, Ahyâr, Ebrâr, Efrâd, Sâlihân, Meczûbân ve Muhaddesûn… (İnü’l Arabi el Fütühatü’l Mekkiyye 1, /198-379) Bunlar sadece bir kısmıdır.
CEVAP: Tasavvuf, ölü odaklı bâtıl bir din anlayışıdır. Bu anlayışta ölülerden ders alınır, ölülerden yardım istenir; ölüler tasarruf eder, ölüler cihad eder. Ölüler için Kur’an okunur ve ölülerin dünyayı yönettiğine inanılır.
Tasavvufta, dünyayı yönettiğine inanılan ricâl-i gayb, ölmüş üst düzey evliyalar topluluğudur. Onların, başka bir âlemde olsalar bile dünyayı idare ettikleri kabul edilir. Her işin ölüler tarafından yapıldığı, her şeyin ölüler için olduğu bir din anlayışında dirilere fazla bir şey kalmaz. Bu yüzden sufilerin çalışmaması, düşünmemesi ve asalak bir hayat sürmesi şaşırtıcı değildir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen şeylere tapıyorlar. Diyorlar ki: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’” (Yûnus, 10/18)
“Allah’ı bırakıp, kendilerine zarar da fayda da veremeyen şeylere yalvarırlar. Bu, uzak bir sapıklıktır.” (Fâtır, 35/13-14)
Ayrıca sûfîler, zihinsel engelli bazı kişilerin de evliya olduklarını iddia ederler. Bu kişilere meczup adı verilerek velilik payesi atfedilir. Oysa İslam, akıl sağlığı yerinde olmayan kişilerin dinden sorumlu tutulmayacağını bildirmiştir.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, aklı yerine gelinceye kadar deliden.” (Ebû Dâvûd, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1)
Bu hadis, akıl sağlığı yerinde olmayan kişilerin dini yükümlülük altında olmadığını, dolayısıyla onlara velilik veya manevî otorite atfetmenin İslam akidesiyle bağdaşmadığını açıkça göstermektedir.
Sonuç olarak, sûfîler önce İslam’a karşı “paralel bir din” olan tasavvufu uydurmuş; ardından bu bâtıl sistemi “ölüler ve deliler dini ne dönüştürmüşlerdir.
₻
Tasavvuf “Güzel Ahlaktır” Diyen Ahlaksızlar
Rum diyarının şeyhi, Moğol işbirlikçisi Celâleddîn’in menkıbelerinde şöyle bir olay anlatılır:
“Bir gün kıskanç fakihler, inkâr ve inatları sebebiyle Mevlânâ’ya ‘Şarap helal midir yoksa haram mı?’ diye sordular. Onların amacı Şemseddîn’in şerefine dokunmaktı. Mevlânâ kinaye yoluyla şöyle cevap verdi: ‘İçse ne çıkar! Bir tulum şarabı denize dökseniz, deniz değişmez ve bulanmaz… Açık cevap şudur ki: Eğer Mevlânâ Şemseddîn şarap içiyorsa her şey ona mubahtır. Çünkü o deniz gibidir. Ama senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa ona arpa ekmeği bile haramdır.’” (Ariflerin Menkıbeleri 486)
CEVAP: İçki içen bir şeyhe, şeriatın hükmü hatırlatılarak “İçki helal midir, haram mıdır?” diye soruluyor. Fakat Celâleddîn Rûmî denen bu edepsiz adam, dinle alay edercesine cevap veriyor. İslam, “içkinin azı da çoğu da haramdır” buyurmuşken, bu Moğol ajanı şeyh, içkinin bazılarına helal olabileceği zırvasını dile getiriyor.
Üstelik bu sözleriyle, Allah dostu maskesi takarak haramı meşrulaştırmaya çalışıyor. Şarapçılar bile uyarıldıklarında mahcup olup susarken, Celâleddîn Rûmî, İslam’ın kesin olarak haram kıldığı içkiyi “velilere serbest” ilan ederek hem şeriatla hem de akıl ile alay ediyor.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/90)
Resûlullah (s.a.v.) da şöyle buyurur:
“İçkinin azı da çoğu da haramdır.” (Tirmizî, Eşribe, 3)
Dolayısıyla Rûmî’nin bu sözleri, yalnızca bir ahlâksızlık değil; açıkça Kur’an ve sünnetin hükümlerini inkâr ve alay anlamına gelen ağır bir sapmadır.
₻
İmam-ı Rabbani Nasıl Mürit Olunacağını Şöyle Anlatıyor:
“Bilmek gerekir ki talip kalbini tüm cihetlerden çevirerek şeyhine yönelmeli, şeyhiyle beraberken onun izni olmadan nafileler ve zikirle meşgul olmamalıdır. Onun huzurundayken bir şey yiyip içmemeli ve kimseyle konuşmamalı hatta kimseye yönelmemelidir. Onun huzurunda olmadığı zaman onun olduğu tarafa ayağını uzatmamalı ve o tarafa doğru tükürmemelidir. Zahirde doğru olmadığı görülse bile, şeyhinin her yaptığının ve her söylediğinin doğru olduğuna inanmalıdır. Çünkü o her yaptığını ilham ve izin ile yapar. Bazı durumlarda ilhamına hata bulaşsa bile böyledir. Zira ilham hatası ictihad hatası gibidir. Kendisinde, şeyhinin hâl ve davranışlarına karşı bir hardal tanesi kadar da olsa kesinlikle itiraz mecali bırakmamalıdır. Çünkü itirazın sonu mahrumiyetten başka bir şey değildir. Mahlûkatın en nasipsizi ve saadetten en uzak olanı bu taifede kusur arayanlardır.” (Mektubat-ı Rabbani 292. Mektup)
CEVAP: Tasavvufun Elebaşlarından İmam-ı Rabbânî, edepli bir müridin nasıl olması gerektiğini bu sözlerle ortaya koyar. Özetle; müridin aklını, iradesini ve vicdanını tamamen şeyhine teslim etmesi istenir. Hristiyanların, beşer olan İsa Peygamber’i yarı insan yarı ilâhî bir konuma yükseltmeleri gibi, tasavvuf fırkası da tarikat şeyhlerini yarı insan yarı tanrı mertebesine çıkarmıştır. Bu, İslam akidesine bütünüyle aykırı olan açık bir şirk anlayışıdır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rab edindiler…” (Tevbe 9/31)
Resûlullah (s.a.v.) bu ayeti şöyle açıklamıştır:
“Onlar (din adamları) bir şeyi helâl kıldıklarında helâl, haram kıldıklarında haram saydılar. İşte bu, onlara ibadet etmektir.” (Tirmizî, Tefsîr, 9)
Bu deliller, şeyhlerin söz ve fiillerini sorgusuz sualsiz doğru kabul etmenin, İslam’ın tevhid akidesiyle bağdaşmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
₻
Tasavvuf Şeriata Rağmen Şeyhe İtaati Emreder
Tasavvufta şeyh ilahlaştırılan canlı bir puttur. İşte bunu anlatan bir alıntı:
“…İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona niçin böyle yaptın dememelidir. Çünkü şeyhine ‘niçin’ diyen iflah olmaz… Gerçek müridin alametlerinden biri de şeyhi ona fırına gir dese de girmelidir. Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği tüm bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Şeyhin gönlünün meylettiği bir kadınla asla evlenmemeli, şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla da asla evlenmemelidir…” (Tenvirü’l Kulub 528-530)
CEVAP: Tasavvuf, müridin şeyhe “neden” veya “niçin” demeden, bir ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi bir teslimiyet göstermesini emreder. Şeyhin çoğu zaman Peygamber’den bile üstün yetkiye sahip olduğuna inanılır. Bu veli/şeyh anlayışı, Peygamber’e karşı paralel bir peygamber türetme faaliyetidir.
Oysa Asr-ı Saadet’e baktığımızda şunu görürüz: Kim olursa olsun, şeriata muhalif bir durum ortaya çıktığında ashabın müdahale edip itiraz ettikleri görülür.
Mesela, Allah Resulü (s.a.v.) bir gün öğle namazını iki rekât kılıp selam verir. Sahabeden Zu’l Yedeyn lakaplı biri, “Namaz mı kısaldı, siz mi unuttunuz?” diye sorar. Peygamber unuttuğunu söyler ve namaz dört rekâta tamamlanır.
Bir başka örnek Bedir Savaşı’nda yaşanır. Peygamber (s.a.v.) ordusunu bir noktaya konumlandırır. Sahabeler, “Bu vahiy midir yoksa kendi kararınız mı?” diye sorar. Kendi kararı olduğunu öğrenince, kuyulara yakın olmanın daha avantajlı olduğunu söylerler. Peygamber de kendi fikrinden vazgeçip sahabenin görüşünü kabul eder.
Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Bazıları yanlış da olabilir; ancak asıl dikkat çekici olan şudur: Allah Resulü (s.a.v.) dahi sorgulanırken, tasavvufun evliyalarının sorgulanamayacağı; hatta kalpte en küçük bir şüphenin bile tespit edilip müride hesap sorulacağı gibi bir anlayışın İslam’la hiçbir ilgisi olmadığı çok açıktır. Bu aklı ve iradeyi kiraya vermektir.
₻
Tasavvuf Velilerine İlham Geliyor
Bir insana gelen ilhamın çeşitli kaynakları olabilir: kendi nefsinden, meleklerden, cin veya şeytanlardan; nadiren de Allah’tan gelebilir. Ancak ilhamların kaynağını insan çoğu zaman ayırt edemez. Bu nedenle ilhamlar, kişiyi bağlar ancak başkalarını bağlamaz. Ayrıca ilham, helal ve haram gibi İslami hükümlerin tayininde tek başına yeterli değildir.
Kur’an ve Sünnet ışığında hareket etmek, akıl ve nakil ölçütlerine uygunluğu teyit etmek ilhamların gerçeklik ölçüsüdür. İslam’da rüyalara ve ilhama doğrudan itibar edilmez, akıl ve nakil süzgecinden geçirilmeyen hiçbir hüküm bağlayıcı kabul edilmez.
₻
Tasavvuf Eserlerinin İlham İddiası
Tasavvuf ehli, kendi yazdıkları eserlerin ilham kaynaklı olduğunu iddia ederek bunları halk nezdinde kutsal, dokunulmaz ve hatasız kabul ettirmiştir. Celâleddîn Rûmî’nin Mesnevi’si ve Said Nursî’nin Risale-i Nurları bu tür örneklerdir. Ancak bu eserlerin birçok kısmında batıl, bid’at ve hurafeler yer almaktadır. Allah-u Teâlâ, kullarına bâtıl şeyler ilham etmez. Öyleyse bu eserler, kimden gelen ilhamlarla yazdırılmıştır?
₻
Allah’ın Dostluğu ve Velayet Anlayışı
Allah Teâlâ, bütün müminlerin dostudur. Takva sahibi, sakınan, salih ameller işleyen müminlere hususi dostluk ihsan edebilir. Ancak İslam’da, diğer müminlerden ayrılmış veya ayrıcalıklı “hususi veli” sınıfı veya ruhban zümre yoktur.
Milyarlarca müminin Allah katındaki değeri farklıdır; kimin daha yakın olduğu yalnızca Allah’ın bilgisi dâhilindedir. Hâlâ imtihan dünyasında bulunmaktayız; kimin hidayete ereceği, kimin sapacağı bilinmemektedir. Ölenlerin hangi hâl üzere öldükleri, mezardakilerin hali konusunda kesin bir bilgiye ulaşılmış değildir. Kıyamet ve mahşer henüz gerçekleşmemiştir. İmtihan sonuçları henüz açıklanmamıştır.
₻
Kalplerin Sadece Allah’a Havale Edilmesi
Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:
“Ben sizin zahirinize bakarak müslüman olduğunuza hükmederim, kalplerinizi ise Allah’a havale ederim.”
Bu, insanların kalplerinin yalnızca Allah’a ait olduğuna ve kimsenin başkaları adına bu konuda hüküm veremeyeceğine işaret eder.
₻
Tasavvufun Evliya İddialarının Sorgulanması
Sufiler, bazı kimselerin Allah’ın hususi velileri olduğunu iddia ederler. Ancak bu iddialar; evliyaların kalplerinin açılması, amel defterlerinin görülmesi veya Allah’ın bu kimselerden razı olduğunun kendilerine bildirilmesi gibi vahyi temellere dayanmaz. Bu tür kesin hükümlerin, gayba dair haberlerin yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Başkaları adına kesin hüküm vermek, Allah adına yalan söylemek ve gayba müdahale etmek demektir ki bu da İslam’da yasaklanmıştır.
₻
Tasavvufun Toplumdaki Etkileri ve Benzerlikler
Tasavvuf, her türlü bid’at ve şirk unsurunu içinde barındıran, bâtıl bir fırkadır. Bu toplum tarikatlara mesafeli olunmasına rağmen akide çoğunlukla tasavvuf öğretilerine göre şekillenmiştir. Bu nedenle tasavvuf büyükleri halen kutsal, dokunulmaz ve ulaşılmaz kabul edilmekte; aşırı bir şekilde kutsanıp ilahlaştırılmaktadırlar.
Benzer şekilde, Şiilik de birçok kola ayrılmış olup, İran ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasındaki toplulukların akidesi üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Bu toplumlarda Şii imamların masum, Peygamber’in varisleri ve Allah’ın özel dostları oldukları inancı yaygındır; aşırı derecede kutsanmakta ve ilahlaştırılmaktadırlar.
Sonuç: İslam âlimlerinin ifadesiyle:
“Bu ümmetin Yahudileri Şiîlerdir, bu ümmetin Hristiyanları ise Sufilerdir.”
Bu tespit, ümmet içinde ortaya çıkan bid‘at ve sapkınlıkların, tarih boyunca farklı kılıflar ve isimler altında varlığını sürdürdüğünü açıkça gösterir. Her dönemde yeni bir şekle bürünen bu paralel din anlayışları, kimi zaman Şiilik, kimi zaman Tasavvuf, kimi zaman Alevilik adıyla ortaya çıkmıştır. Anadolu coğrafyasında yakın dönemde uydurulan paralel dinlerden biri ise Nurculuktur. Dikkat edin!!!
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi