Tasavvufun inanç ve ibadet esaslarını Kur’an ve sünnet ölçülerine göre değerlendirirsek. Bu değerlendirmeye geçmeden önce, Yüce Allah’ın müminler için koyduğu şu temel kaideyi iyi anlayıp aklımızda tutmamız gerekir:
“Ey iman edenler! Allah’a kayıtsız şartsız itaat edin, O’nun buyruklarını size ileten bir elçi olarak, Peygambere de kayıtsız şartsız itaat edin; bir de, Kur’an ve sünnete aykırı hüküm vermedikleri sürece, sizin gibi müminlerden olan ve bu iki kaynak tarafından yetki sahibi kılınan kimselere, yani müslüman ve âdil yöneticilere, İslam âlimlerine, aile büyüklerine ve birlikte yaşadığınız insanlardan sizden herhangi bir şey isteyenlere ve benzerlerine itaat edin! Fakat onlara itaat, Allah’a ve Peygambere itaat gibi kayıtsız şartsız olmamalıdır:
Şayet böyle, sizden bir şeyler isteyen, size yaşantınızla ilgili emirler veren insanlarla herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, —eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız— o anlaşmazlık konusunu Allah’a ve Peygamber’e danışmalısınız. Yani ey müminler; yöneteni yönetileniyle, âlimi- cahiliyle, kadını-erkeğiyle; hayat programınızla ilgili, sizi yöneten idarecilerle, size dininizi öğreten âlimlerle, ailenizin bir ferdiyle veya diğer insanlarla herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerse- niz, çözüm için Allah’ın kitabına, yani Kur’an’a ve Peygamberin Allah’tan aldığı diğer talimatlara, yani sünnete başvurmalısınız. Bunu yapmak için de, —en azından ortaya konan delilleri anla- yabilecek düzeyde— Kur’an ve sünnet bilgisine sahip olmanız gerekmektedir.
Eğer anlaşmazlığın çözümüyle ilgili Kur’an ve sünnette açık bir hüküm bulamazsanız, bu iki kaynağın temel prensipleri çerçevesinde anlaşacağınız çözümler üretmelisiniz.
İşte bu, sizin için en hayırlı ve sonuç itibariyle en güzel davranış şeklidir. Ve bu konudaki tavrınız, kimin müslüman kimin münafık olduğunu ortaya koyacaktır:” (Nisa, 4/59)
Bugün tasavvufun bir şubesi konumunda olan herhangi bir tarikata giden kimseler, şeyhinden müridine kadar herkesin şu tür sözleri sıkça tekrar ettiğine şahit oluruz:
“Bizim yolumuz Kur’an ve sünnet yoludur.”
“Yolumuz, Resûlullah’ın yoludur.”
“Şeyhimiz şeriata tâbidir ve sünnetten kıl kadar bile ayrılmaz.”
Bu iddialar, yalnızca sözlü propagandayla sınırlı kalmaz; tasavvufun temel kaynak kitaplarında da sıkça tekrarlanır. Nitekim Nakşibendi tarikatının temel eserlerinde bu söylemler şu şekilde yer alır:
“Nakşibendi tarikatına mensup büyük şeyhlerimizin inancı ve itikadı, ehl-i sünnet vel cemaat itikadıdır. Yolları ise sahabelerin takip ettiği yolun aynısıdır. Bu inanç doğrultusunda, tarikat prensiplerinde en ufak bir fazlalık veya eksiklik olmamıştır.” (Mevehib el-Sermediyye, 3)
“Bilmiş ol ki, Nakşibendi tarikatı sahâbe-i kirâmın yoludur. Bu yolda aslâ ne bir ziyadelik ne de bir noksanlık yapılmıştır.” (Envar el-Kudsiyye, 5)
“Şeyhimiz Şah-ı Nakşibend’in izlediği yol, bütün tarikatların rehberi olarak kabul edilmiştir. Zira o vefakâr ve sadıktır; Kur’an ve sünnetten ayrılmamış, bid’at ve hurafelere asla itibar etmemiştir.” (Mevehib el-Sermediyye, 77)
Peki, tasavvuf ehlince dile getirilen bu iddialar gerçekten doğru mu? Şimdi tasavvufu Kur’an ve Sünnetin ölçüsüne arz edeceğiz. Bu iddialar ne kadar gerçeği yansıtıyor, hep birlikte göreceğiz.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi