Peygamber bugün aramızda olsaydı, hakkı hâkim kılmak için ne yapardı? Laik bir anayasaya göre parti kurup seçimlere mi girerdi? Laik anayasaya bağlı kalacağına yemin edip, mevcut sistemin kuralları çerçevesinde mi icraat yapardı? Bu soruya her Müslüman şu şekilde cevap verecektir: “Peygamber böyle bir şey yapmazdı.”
Öyleyse, Peygamber’in yapmadığı bir işi ümmeti neden yapıyor? O’nun gitmediği bir yoldan ümmet neden yürüyor? Bu, her samimi Müslümanın kendine sorması gereken temel bir sorudur.
Peygamber’in başlattığı tevhid daveti, Mekke toplumunun hem dini inançlarını hem de siyasal yapısını derinden sarstı. Mevcut düzenin temelleri sarsıldı, meşruiyeti sorgulanmaya başlandı. Mekkeli yöneticiler bu tehdide karşı çözüm arayışına girdiler. Bunun için İslam’ı mevcut düzene entegre etmeye, Peygamber’i kendi sistemlerinin sınırları içine çekmeye çalıştılar. Nihayetinde, Müslümanları kontrol altına alabilmek için Peygamber ile pazarlık masasına oturmaya karar verdiler.
Bir Gün; Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, müşriklerin ileri gelenlerine:
“Ey Kureyşliler! Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer.” diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi. Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram’da bulunan Hz. Peygamber’in yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:
“Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”
Resul-i Ekrem Efendimiz: “Söyle ey Velid’in babası! Seni dinliyorum.” deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:
“Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın.”
“Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım.” “Yok, eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.”
Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resul-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe’ye:
“Ey Velid’in babası, söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe’den, “Evet” cevabı gelince, Resul-i Ekrem: “O halde, şimdi sen beni dinle.” dedi ve besmele çekerek Fussilet suresinin 1-36 arasındaki ayetlerini kemal-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:
Sureyi secde ayetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe’ye döndü ve: “Ey Velid’in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!” dedi.
Kur’an’ın nazmındaki i’caz manasındaki tatlılık, Utbe’nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler:
“Vallahi, Ebu’l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!” Yanlarına gelince,
Ne getirdin, anlat bakalım?” diye sordular.
Utbe: “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir ne de kehanettir!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın! Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap taifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mesud ve bahtiyarı olursunuz.” dedi.
Utbe’nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi ve tepki göstererek:
“Ey Velid’in babası! Yine o, seni dili ile büyülemiş” dediler. Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise:” O halde, istediğinizi yapın!” diyerek yanlarından uzaklaştı. (İbni Hişam, Sire, 1/313-314; Taberi, Tarih: 2/225)
Yine Başka Bir Gün:
Mekke yönetiminin ileri gelenlerinden bir temsilci, Peygamber’e şu tekliflerde bulundu:
“Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç.” dedi. Sonra da şöyle konuştular: “Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için hem bizim için hayırlı olan bir teklif.”
Resul-i Ekrem: “Nedir, o hayırlı teklif?” diye sordu. Kureyş ileri gelenleri: “Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve
Uzza’ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl tapalım” dedi. (İbni Hişam, Sire, 1/388; Taberi, Tarih: 2/225-226)
Cenâb-ı Hak, bu hâdisenin hemen sonrasında “Kâfirûn” suresini indirdi. Peygambere inen bu sureyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anlayarak bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler.
Kafirun Suresinin Meal ve Kısa Tefsiri:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
- “ De ki: Ey inkârcılar!”
- “Ben sizin taptığınıza tapmam!”
- “Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz.”
- “Ben sizin taptığınız (taptığınıza), tapacak değilim!”
- “Kulluk etmeyeceksiniz, benim kul olduğuma!
- “Sizin dininiz size, benim dinim bana! “ (Kâfirun: 109/1-6)
- Ey Müslüman! Gerek servet, şöhret, makam gibi dünyalıklar vadederek, gerekse tehditler savurarak, sana dinin temel ilkelerinden taviz vermeni teklif eden inkârcılara seslenerek:
“De ki: Ey İnkârcılar!”
2. “Ben bir müslümanım; bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz bile, sizin taptığınız ve beni de kulluğa çağırdığınız o sahte ilâhlara tapmam!”
- “Nitekim siz de benim kulluk ettiğim sonsuz ilim, kudret, rahmet ve merhamet sahibi, eşi ve ortağı olmayan, bütün âlemlerin biricik sahibi, yöneticisi, efendisi, Rabbi ve ilâhı olan Allah’a, O’nun razı olduğu şekilde kulluk etmiyorsunuz. Siz Allah’a isyan etmekten korkmuyorsunuz da ben sizin tehditlerinizden mi korkacağım?”
- “O hâlde hiç boşuna ümitlenmeyin; ben sizin taptığınız, kulu kölesi olduğunuz hiçbir şeye bugüne kadar tapmadım, şimdi de tapmıyorum bundan sonra da ebediyen tapacak değilim!”
- “Zaten bu inkârcı tavrınızdan vazgeçmediğiniz sürece, siz de asla kulluk etmeyeceksiniz, benim kul olduğum yüce Allah’a! Size göre bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlarda Allah’tan başka sözü dinlenecek, kulluk yapılacak nice varlıklar var; benim ise hayat programımı belirleyen Kur’an’ım ve izinden yürüyeceğim Peygamber’im var!”
- “Öyleyse, birbirimizi kandırmayalım, açık ve net konuşa- lım: Hak ile batıl arasında bir uzlaşma, bir kaynaşma olamaz! Sizin dininiz size, benim dinim bana! Sizin dininiz sizin Benim de yaşanacak dinim var. Haberiniz olsun.” (Kâfirûn: 109/1-6)
İslam’ın ilk yıllarında Mekke yönetimi, Peygamber’in getirdiği hakikat mesajına karşı önce baskı, şiddet ve ambargo politikalarını uyguladı. Amaçları İslam’ı tamamen yok etmekti. Ancak bu yöntemlerin başarısız olduğunu görünce, ikinci bir stratejiye yöneldiler: İslam’ı tahrif ederek etkisizleştirmek ve Müslümanları kontrol altına almak.
Bu yeni strateji, Hz. Muhammed’e mal, makam ve iktidar teklif ederek O’nu pazarlık masasına çekme çabasıydı. Ancak Allah Resûlü, bu teklifleri kesin bir dille reddetti. Çünkü onun davası bir iktidar ya da makam davası değil, Allah’ın hükmünün yeryüzünde egemen olması mücadelesiydi. Peygamberimiz, Mekke rejiminin yasalarını, değerlerini ve sistemini reddederek yalnızca Allah’ın hükümlerine dayalı bir devlet nizamını kabul edebileceğini bildirdi. Bu net duruş, Mekke’nin İslam’ı ehlileştirme ve işlevsizleştirme planlarını boşa çıkardı.
Kâfirler dün olduğu gibi bugün de İslam’ı tamamen yok etmeye çalışıyorlar. Bu amaçla bazı coğrafyalarda doğrudan işgal, istila ve hatta soykırım uygulanmaktadır. Ancak bazı bölgelerde bu açık yöntemlerin işe yaramadığı anlaşılınca, devreye daha ince planlar girmektedir.
Bu bölgelerde İslam, görünüşte serbest bırakılır; hatta destekleniyor gibi gösterilir. Amaç, dini özünden uzaklaştırmak, onu sistemin içinde kontrollü bir unsur hâline getirmektir. İşte bu noktada, muhafazakâr ve sözde İslami siyaset tarzı devreye sokulur. Bu tarz, İslam’ı hayattan koparır, devlet nizamı ve hukuk düzeniyle çatışmayan bir “ibadet dini” hâline getirir.
Laik ve sol partiler, dine doğrudan cephe alırlar. Onların yaklaşımı şeytanın soldan yanaşması gibidir: dini inkâr eder, haramları yaygınlaştırırlar. Buna karşılık sağcı ve sözde İslamcı partiler ise şeytanın sağdan yanaşmasını temsil eder: dini tahrif eder, heva ve heveslerine uyarlar. Allah’ın hükümlerini değil, sistemin kurallarını esas alırlar. Dini gerektiğinde bir vitrin süsü gibi kullanır, çıkarlarına ters düştüğünde bir kenara bırakırlar.
Bu nedenle, küfrünü açıkça ilan edenlerle mücadele elbette önemlidir. Ancak asıl dikkat edilmesi gerekenler, dini araç sallaştıran, İslam’ı sisteme entegre etmeye çalışan, halkın inancını sömürerek onları yönlendiren odaklardır. Bunlar çoğu zaman daha büyük bir fitneye yol açarlar.
Müslümanlar, bu tür planlara karşı uyanık olmalı; Peygamberimizin Mekke’deki ilkeli duruşunu örnek almalı ve Kâfirun suresinin mesajını çağımıza taşımalıdır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” diyen net bir tavırla, İslam’ın temel ilkelerinden ve Tevhid eksenli siyaset anlayışından asla taviz vermemelidirler.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi