Cumartesi, 1 Cemaziyelahir 1447

Hedef Saptırma

Mücadelede Öncelik Sıralaması

Küfrün Ortak Yapısı

İslam düşüncesinde “küfür”, yalnızca bireysel anlamda bir inançsızlık biçimi değildir; aynı zamanda siyasal, toplumsal ve ideolojik bir duruşu da ifade eder. Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu çerçevede küfür, sadece Allah’ı inkâr eden bireylerin durumu değil; aynı zamanda batıl bir düzenin, zulmün ve hakka karşı örgütlenmiş cephelerin genel adıdır.

Resûlullah (s.a.v.)’in Küfür tek millettir. (Ebû Dâvûd, Sünen, Cihad 115; el-Albânî, Sahîhu’l-Câmi, no: 4560)

Hadisi meseleyi açıkça izah eder: Bu hadis, kâfirlerin farklı etnik kimliklere, coğrafyalara veya uluslara mensup olmalarına rağmen hakka karşı birleşen ortak bir zihniyeti temsil ettiklerini bildirir. Aralarında dinî, siyasi, kültürel veya ekonomik anlaşmazlıklar bulunabilir; ancak mesele İslam olduğunda aralarındaki ihtilaflar ortadan kalkar ve tek millet hâline gelirler. Bu, tarih boyunca tekrar eden bir vakıadır.

Küfür cephesinin birleşik karakteri, yalnızca batı emperyalizmiyle sınırlı değildir. Bugün ABD, İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkeler ile Çin, Hindistan ve benzeri doğu blokları arasında stratejik çıkar çatışmaları bulunsa da, mesele İslâm coğrafyası olduğunda bu ayrılıklar rafa kaldırılır. Filistin, Irak, Afganistan, Suriye gibi örneklerde bu birliktelik açıkça görülmüştür.

İslam söz konusu olduğunda kâfir devletlerin nasıl aynı cephede buluştuğu tarihsel bir gerçekliktir. Bu cepheleşme, sadece dış güçlerle sınırlı kalmaz; içimizdeki münafık unsurlar, iş birlikçi yerel yapılar ve mürtet gruplar da bu ittifakın parçasıdır. İslam coğrafyasında yaşayan ama inanç, aidiyet ve yöneliş bakımından küfür cephesine hizmet eden unsurlar da en az emperyalist güçler kadar tehlikelidir. Zira bu kesimler İslam’a ait kisvelerle ortaya çıkar, halkın zihinlerini bulandırır ve düşmanın elini içeriden güçlendirir. Bugün “yerli” görünümlü ama küresel küfür projelerine sadakatle hizmet eden yapıların varlığı apaçık ortadadır.

Tarih Boyunca Değişmeyen Hakikat

Tarihte küfrün safında birleşen bu güçler, Resulullah döneminde de vardı. Mekke’deki müşriklerin, Medine’deki Yahudi kabilelerle iş birliği yapması; Bizans’ın, Arap müşriklerle ortak cephe oluşturması bu hakikatin tarihsel örnekleridir. Günümüzde ise bu birliktelik daha organize, daha teknolojik ve daha stratejiktir.

Hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar sürecektir. Küfür cephesi tek bir millet olarak varlığını sürdürecek, İslam ümmeti de bu birlikteliği doğru okuyarak saflarını netleştirmek zorunda kalacaktır. Kâfirin kimliği, coğrafyası ya da dili değişse de; niyeti, zihniyeti ve hedefi aynıdır. Bu bilinçle hareket eden Müslümanlar, hak cephesini sağlamlaştırarak direniş hattını tahkim etmekle sorumludur.

Tağuti Rejimler ve Yerli Münafıkların Rolü

İslam coğrafyasının içinde bulunduğu zilletin en temel sebeplerinden biri, yerli münafık ve mürtet yöneticilerin iktidarlarını küfre hizmet eden tağuti sistemler üzerine inşa etmiş olmalarıdır. Bu yöneticiler, Allah’ın hükümlerini yürürlükten kaldırarak beşerî kanunları hâkim kılmış, böylece ümmetin iradesini ipotek altına almışlardır. Laik eğitim sistemleri, seküler medya organları ve karma eğitim yoluyla gelecek nesilleri iman eksenli bir medeniyet idealinden uzaklaştırmışlardır.

Bu bağlamda, yalnızca dış kâfirleri hedef alıp yerli tağuti iktidarları göz ardı eden bir mücadele biçimi, ciddi bir stratejik yanılgı içindedir. Zira bu yaklaşım, ulaşılması zor dış düşmanlara yönelirken, içerideki asli yıkıcı unsurları görmezden gelmekte ve böylece hedef saptırmaktadır.

Öncelikli Cephe: İçteki Münafıklarla Yüzleşmek

İslam dünyasında mücadele stratejilerinin yanlış hedeflere yönelmesi, ümmetin dirilişini geciktiren en önemli sebeplerden biridir. Pek çok İslami hareket, kendi coğrafyasındaki otoriter, tağuti rejimleri sorgulamak yerine, sembolik açıdan daha dikkat çekici fakat ulaşılması zor olan dış düşmanlara yönelerek stratejik bir sapma yaşamaktadır. Bu yaklaşım, hem teorik hem de pratik düzlemde İslami direnişin istikametini bozmaktadır.

Oysa sahih bir İslami mücadele için öncelikle düşmanın kim olduğu sorusuna net bir cevap verilmelidir. Allah’ın hükümlerini yok sayan, tağuti düzenleri sürdüren ve İslam toplumunu içeriden çürüten yerli münafık yapılar, mücadelede birincil hedef olarak konumlandırılmalıdır. Kur’an’ın ve Sünnet ’in rehberliğinde, içteki sapkın otoritelerle hesaplaşmadan dış düşmanlara karşı yürütülecek hiçbir mücadele başarıya ulaşamaz. Hedefin yanlış belirlenmesi sadece mücadeleyi zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda gerçek düşmanın üzerini örterek onun güçlenmesine zemin hazırlar. Bu nedenle İslami mücadelenin öncelik sırası yeniden gözden geçirilmeli.

Öncelik: İçsel Temizlik ve Siyasal Arınma Olmalı

Kur’an-ı Kerim, mücadelenin temel eksenini zulmün ve inkârın her türlüsüne karşı koymak olarak tanımlar. Bu bağlamda, bir coğrafyada yerleşik olan ve kendi halkına zulmeden sistemlerle hesaplaşmak, dış düşmanla savaşmaktan daha öncelikli bir sorumluluk hâline gelir. Nitekim tarih boyunca ümmetin yeniden dirilişi, içerdeki bozulmuş düzenlerin tasfiyesiyle mümkün olmuştur.

Bugün bazı coğrafyalarda gözlemlenen manzara ise tam tersini göstermektedir. Yerli münafık otoriteler, dış düşmanlara karşı verilen sözde mücadelelerin arkasına saklanarak kendi meşruiyetlerini pekiştirmektedirler. Böylece hem içteki zulüm düzenleri sorgulanmadan kalmakta, hem de bu yapıların dış güçlerle olan gizli ittifakları göz ardı edilmektedir. Bu durum, ümmetin düşmanını yanlış yerde aramasına neden olmaktadır.

Filistin Örneği: Görünmeyen Cephe ve İç İhanet

Filistin meselesi, bu stratejik sapmanın somut örneklerinden biridir. İsrail’in işgaline karşı yürütülen mücadele, büyük oranda haklı ve meşrudur. Ancak bu haklı mücadele, yalnızca İsrail ile sınırlı görülmekte; Filistin içinde faaliyet gösteren ihanet yapılanmaları, işbirlikçi gruplar ve bölgedeki kukla Arap yönetimleri yeterince sorgulanmamaktadır. Oysa İsrail ile gerçek anlamda bir mücadele ancak içerdeki ihanet odaklarının bertaraf edilmesiyle mümkündür.

Filistin’in iç dinamiklerinde yer alan bazı hizipçi oluşumlar, görünüşte direnişçi bir söylem taşısa da fiiliyatta hem İsrail’in güvenliğine katkı sunmakta hem de bölgedeki kukla rejimlerle ortak zeminlerde buluşmaktadır. Bu bağlamda, Filistin meselesi sadece Siyonist işgale karşı bir mücadele olmamalıydı. Filistin mücadelesi aynı zamanda içerideki münafık unsurların tasfiyesini de kapsayan çok yönlü bir direniş olmalıydı. Kukla Arap devletlerinin yönettiği medya, diplomasi ve istihbarat ağlarıyla İsrail’e hizmet ettiklerini açıkça görmekteyiz. Bu durum öncelikle asıl mücadelenin iç cephede yapılması gerektiğini göstermektedir.

İslami Direnişte Öncelik Sıralaması

İslami mücadelede öncelik sıralaması, sahih bir tevhid anlayışı ve planlı bir mücadele yapılmalıdır. İbn Teymiyye’nin ifade ettiği gibi, “küfrün küçük olanıyla değil, ümmetin içindeki nifakla mücadele etmek daha zaruridir.” Zira münafıklık, görünürde İslam’a sadakat gösterisi yaparken özde düşmana hizmet eden çifte yüzlü bir tehdittir. Tehditlerin en tehlikelisi ise, düşmanı dost gibi gösteren ve içeriden ümmetin saflarını bölen bu tür ihanet şebekeleridir.

Bugün ümmetin karşı karşıya olduğu tehdit sadece dışarıdan değildir. Mücadeleyi sadece dış kâfirlere indirgemek, içerideki tağuti yapıları görünmez kılmaktadır. Bu durum stratejik zaaflara ve itikadi bulanıklıklara neden olmaktadır. Ümmetin gerçek dirilişi, içteki ihanet odaklarının, münafık rejimlerin ve seküler otoritelerin tasfiyesiyle başlamalıdır. Aksi hâlde dış düşmana karşı verilen her mücadele, ya geçici başarılarla sınırlı kalacak ya da içerideki fitne odaklarının desteğiyle hezimete dönüşecektir.

Tarihî İhanetler: Osmanlı ve Arap Dünyası Örnekleri

Bu stratejik sapmanın tarihsel örnekleri mevcuttur. Osmanlı Devleti’nin son döneminde darbe ile yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki yönetimi İslam birliğini parçalayarak devleti içeriden çökertmiştir. Cephelerde Müslüman askerlerin kanı akarken, bu yöneticiler kendi siyasal çıkarlarını planlamaya ve batılı efendilerine yaranmaya çalıştılar.

Benzer durum, Arap-İsrail savaşlarında da görülmüştür. Arap rejimleri, görünürde Siyonist işgale karşı mücadele ederken, perde arkasında ihanet politikaları ve koordineli geri çekilmelerle İslami direnişi sabote etmişlerdir. Çünkü bu yöneticiler İslam coğrafyasındaki gizli Yahudi, Hristiyan ve münafık kesimlerin kurduğu teşkilatların adamıdır. Çünkü bu yöneticiler işgalci emperyalist devletlerle işbirliği yaparak iktidara getirildiler.

Tağuti Rejimlerin Savaş Stratejisi: Mısır Örneği

Mısır, 23 Temmuz 1952’de yapılan darbe ile batıcı askerî elitin eline geçmiştir. Böylece İttihat ve Terakki’nin Osmanlı üzerindeki etkisine benzer bir iç ihanet modeli yeniden üretilmiştir. 1967’deki savaşta Mısır yönetimi, İslamcı gençleri basit silahlarla donatarak savaş bahanesiyle Sina çölüne sürmüş, sonrasında ise bu güçleri kendi haline terk ederek İsrail karşısında adeta imha ettirmiştir. Bu olay, tağuti yönetimlerin asıl hedefinin dış düşman değil, içerideki İslami uyanış olduğunu açıkça göstermektedir. Bu gün yine Mısır Firavun yönetiminin ve münafık teşkilatlarının Gazze’yi nasıl abluka altına aldıklarını, İsrail ile sinsi bir işbirliği içinde olduklarını açıkça görüyoruz. Bir mücadele yapılacaksa önce içteki bu münafık tayfaya karşı bir mücadele yapılmalıdır.

İçerideki Tağutlara Karşı Sessizlik Hedef Saptırmadır

Yerli yönetimlerin sistematik ihaneti, Müslümanların tepkilerinin dış düşmanlara yönlendirilmesiyle örtülmektedir. Milli birlik, vatan, bayrak gibi kavramlarla duygular harekete geçirilmekte; ancak içerideki münafık yönetime karşı mücadele fikri bastırılmaktadır. Bu bir “hedef saptırma” taktiğidir. Müslüman halk, içteki kâfir ve münafık yöneticilere değil, yalnızca dıştaki emperyalistlere yönlendirilmektedir. Bu düşmanlık ise kahrolsun İsrail, kahrolsun Amerika gibi boş sloganlardan öteye geçmemektedir.

Zihinsel Kuşatma ve Yardım Algısının Bozulması

 Suriye ve Gazze Örnekleri; Suriye iç savaşında Esed rejimi yalnızca kendi askerî gücüne değil, Rusya ve İran tarafından sağlanan doğrudan silah, mühimmat ve vekil savaşçı desteğine dayanarak varlığını sürdürebildiği bir süreç yaşadı. İran destekli milis gruplar ve Rusya’nın hava gücü, rejimin ayakta kalmasını sağlayan temel unsurlar olmuştur. Bu açık askerî müdahaleye karşılık, dünya genelindeki Müslüman toplumların tepkisi ise büyük oranda un, makarna ve ilaç kolileriyle sınırlı kalmıştır. Benzer bir tablo, Gazze’de yaşanan son gelişmelerde de görülmüştür. 7 Ekim 2023 tarihinde başlatılan El-Aksa Tufanı Operasyonu, Filistin direnişinin planlı ve cesur bir hamlesi olarak tarihe geçse de, İslam dünyasından gelen destek çoğunlukla söylem düzeyinde kalmış; özellikle Batı müttefiki rejimler sessizlikle ya da diplomatik kaygılarla göstermelik tepkiler vermiştir.

Filistin halkının yıllardır maruz kaldığı kuşatma, bombardıman ve işgale karşı yapılan cihad Müslüman halklar nezdinde bile “yardım kolisi” düzeyinde kalmıştır. Müslümanların cihad bölgelerine yardım kavramı, silahsız, etkisiz ve pasif bir zemine hapsedilmiştir. Bugün savaş bölgelerine destek denildiğinde Müslümanların aklına gelen tek şey un ve makarnadır. Oysa gerçek bir direnişin sürdürülebilmesi için stratejik mühimmat, savunma sistemleri, istihbarat desteği, eğitimli savaşçılar ve tünel inşaat donanımları gibi unsurlar olmalıdır. İran, Rusya ve ABD gibi aktörler vekil savaşçılarına tırlar dolusu silah, mühimmat ve askerî danışman gönderirken; İslam dünyası, silahlı direnişe doğrudan destek vermeyi hâlâ düşünce alanının dışında tutmaktadır. Gazze’de El-Kassam Tugayları’nın yürüttüğü direnişe yönelik ciddi bir askerî destek hâlâ sağlanamamıştır.

Bu tablo, İslam coğrafyasının fiziksel olarak işgale uğradığı gibi ümmetin de zihinsel ve ruhsal olarak da derin bir işgale uğradığını gösterir. Ümmetin mücadele ruhu, cihad anlayışı ve savunma refleksi felce uğratılmış. Allah yolunda savaşmanın anlamı Müslümanların hafızasından silinmiş, direnişin meşru araçları ise “aşırılık” ya da “terör” söylemleriyle itibarsızlaştırılmıştır. Bu nedenle savaş bölgelerine gönderilen yardımların yalnızca gıda kolileriyle sınırlı kalması, sadece maddi bir yetersizlik değil; aynı zamanda köklü bir zihinsel ve ideolojik işgalin tezahürüdür. Bugün ümmetin yeniden dirilişi için yardım algısının da yeniden inşa edilmesi, cihadın asli boyutlarıyla kavranması ve mücadele alanlarına stratejik destek yollarının ihya edilmesi zaruridir. Un ve makarna evet gereklidir; ama hakikatin, hürriyetin ve toprakların savunusu için asıl ihtiyaç duyulan şey; silah, istihbarat ve sadakatle direnen mücahitlerdir.

Tevhid, Davet ve Cihad Ruhunun Yok Edilmesi

Tevhid, davet ve cihad ruhu sistematik olarak toplumdan silinmeye çalışılması tağuti düzenlerin uzun vadeli bir stratejisidir. Bu sistemler, İslam’ın mücadeleci ve devrimci yönünü bastırmak için, sevgi, hoşgörü ve barış vurgusunu abartarak ve özünden kopararak topluma enjekte etmişlerdir. Resûlullah’ın (s.a.v.) sadece “merhamet peygamberi” değil aynı zamanda bir “cihad önderi” ve “savaş peygamberi” olduğu sistemli biçimde gizlenmiştir.

Bu İslam’ın tahrif edilmesi, Müslümanların ise asalak yapılmaya çalışılmasıdır. Oysa Kur’an’da tevhid yalnızca Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek değil, aynı zamanda Allah’tan başka tüm otoriteleri reddetmek, yani tağutları inkâr etmekle tamamlanır (Bakara, 2/256). Davet bu tevhid çağrısının yayılmasıdır; cihad ise bu davetin korunması, savunulması ve gerektiğinde zorbaların ortadan kaldırılması için verilen mücadeledir.

Altı Gün Savaşı: Stratejik İhanet ve Mağlubiyetin Nedenleri

5 Haziran 1967’de İsrail’in ani hava saldırısıyla başlattığı Altı Gün Savaşı’nda, Arap ordularının hava kuvvetleri savaşın ilk saatlerinde etkisiz hâle getirilmiş, ardından kara harekâtıyla Gazze Şeridi, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri gibi stratejik bölgeler İsrail’in kontrolüne geçmiştir. Savaş, Arap ordularının mutlak bir bozgunuyla sonuçlanmıştır. Irak, Suudi Arabistan, Tunus, Cezayir gibi diğer Arap ülkeleri askerî ve lojistik destek sağlamasına rağmen, bu çok uluslu destek İsrail karşısında etkili olamamıştır.

Bu yenilginin temelinde ise yalnızca askerî zayıflık değil, aynı zamanda derin siyasi ihanetler yatmaktadır. Mısır, Ürdün ve Suriye ordularının maruz kaldığı hezimet, bu devletlerin liderlerinin ya Batı destekli darbelerle iktidara gelmesi ya da içerideki İslami direnişi bastırmak için sahte savaşlar organize etmesiyle açıklanabilir. Bu durum, Arap ülkelerinin gerçek manada bir ittifak oluşturamaması ve ortak mücadeleden uzak durması sonucunu doğurmuş; İsrail’in stratejik üstünlüğünü perçinlemiştir.

Derin İhanet: Darbeler ve Kukla Rejimler

Bu sorunun cevabı, yalnızca cephede değil, cephe gerisindeki iktidar yapılanmalarında aranmalıdır. Mısır’da 1952 yılında gerçekleşen darbe, bu bağlamda kritik bir kırılma noktasıdır. Cemal Abdunnasır liderliğindeki subaylar, İslami değerlere düşman olan, batı yanlısı bir iktidardır. Bu darbeci rejimler İslam ümmetine düşman, Batı’ya ve Siyonist düzene ise hizmetçi oldukları artık açıkça görülüyor.

Bu durum Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesine benzetilebilir. Nasıl ki bu ihanet örgütü Osmanlı’yı içeriden çökerttiyse, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde de benzer şekilde Batı yanlısı kadrolar, İsrail’in bölgedeki çıkarlarına hizmet eden münafık yapılanmalardır. Bu nedenle Arap devletlerinde savaş için gerçek bir savunma hazırlığı yapılmamış, ordu içindeki İslamcı unsurlar tasfiye edilmiş ve halk kandırılmıştır.

Savaşta Kullanılan ve Yok Edilen Müslümanlar

Arap iktidarlarının büyük çoğunluğu, bu savaşları İsrail’e karşı yürütülen bir direniş gibi göstererek, aslında kendi içlerindeki İslamcı unsurları tasfiye etmişlerdir. Bazı kaynaklara göre Mısır, savaş bahanesiyle topladığı gönüllü Müslüman savaşçıları, basit ve işe yaramaz silahlarla donatarak Sina Çölü’nde terk etmiş, bu mücahitlerin İsrail tarafından imha edilmesine göz yummuştur. Böylece kendi halkı içinde yükselen İslami direniş damarını, İsrail’in eliyle ortadan kaldırmıştır.

Bu strateji, sadece askerî değil, psikolojik harp açısından da ciddi bir hedef saptırma operasyonudur. Halkın tepkisi dış düşmana yönlendirilerek, asıl ihanet içerideki tağuti iktidarlar tarafından sürdürülmüştür.

İçteki Tağuti Yapıların Görmezden Gelinmesi

Kur’an mücadele stratejisinde önceliğin yakın çevredeki zulüm ve şirk odaklarına yöneltilmesi gerektiğini açık biçimde ortaya koyar. Bu bağlamda Resûlullah’ın (s.a.v.) tebliğ ve mücadele süreci, öncelikle kendi kavminde ve Mekke toplumundaki tağuti düzenle hesaplaşma ile başlamış, ardından çevre kabileler kontrol altına alınmış sonra Bizans gibi bölgesel süper güçlere yönelmiştir. Bu yöntem, hem hedefin hem de cephenin doğru tayin edilmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir.

Günümüzde ise İslam dünyasında tam tersi bir durum söz konusudur: Müslümanlar, içerideki seküler, batı destekli ve İslam dışı iktidar yapılarıyla hesaplaşmadan, doğrudan küresel emperyal güçlere karşı mücadeleye yönlendirilmektedir. Bu durum, hem stratejik karmaşaya hem de cephe dağınıklığına yol açmakta; nihayetinde ise etkisiz bir direniş modeli üretmektedir.

Tevhid merkezli bir mücadele yaklaşımı, öncelikle laik ve seküler yapılarının tasfiyesini zaruri kılar. Bu yapılar, İslam coğrafyasındaki direnişi bastırmakta; hem doğrudan hem de dolaylı biçimde küresel küfür sistemlerinin yerel aparatları olarak işlev görmektedir. İçerideki bu işbirlikçi sistemler ortadan kaldırılmadıkça, Kudüs’ün, Mekke’nin veya Medine’nin özgürleşmesi mümkün değildir. Zira bu kutsal şehirlerin işgali yalnızca dışsal bir mesele değil, aynı zamanda içsel bir çözülmenin de sonucudur.

Bu bağlamda, Filistin mücadelesinde bazı stratejik eksiklikler dikkat çekicidir. Örneğin, Hamas’ın askerî kanadı olan İzzeddin el-Kassam Tugayları, İsrail’e karşı silahlı mücadeleye girişmeden önce, Filistin topraklarında İsrail işbirlikçisi Mahmud Abbas liderliğindeki Fetih Hareketi ve onun kontrolündeki Filistin Yönetimi ile hesaplaşma sürecini tamamlamamıştır. İçerideki bu ihanet yapılanmanın tasfiyesi gerçekleştirilmeden başlatılan direniş, hem içeride çatlaklara yol açmakta hem de dışa karşı olan mücadeleyi zayıflatmaktadır.

Benzer şekilde, Gazze’nin güney kapısını kontrol eden Mısır rejimi, özellikle 2013 sonrası darbe ile başa gelen Abdülfettah Sisi liderliğinde, İsrail ile örtük bir iş birliği içinde Gazze’ye yönelik ablukayı derinleştirmiştir. Aynı şekilde Ürdün Krallığı, İsrail’le olan diplomatik ve güvenlik ilişkileri dolayısıyla Filistin direnişi açısından güvenilir bir müttefik olarak görülemez. İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın içerideki bu ihanet örgütlerini devirmeden İsraile karşı mücadeleye kalkışması büyük bir hatadır. Yine İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın Mısır Firavununa ve diğer kukla Arap devletlerine güvenerek bu mücadeleye kalkışması çok daha büyük bir hatadır.

Bu bağlamda, Mısır ve Ürdün halkı gerçekten Gazze’ye ve Filistin’e yardım etmek istiyorsa, sadece “Kahrolsun İsrail, Kahrolsun Amerika” sloganlarıyla ve sokak gösterileriyle yetinmemelidir. Asıl yapılması gereken, Mısır’daki firavunî rejimi ve Ürdün’deki satılmış iktidarı devirmek için harekete geçmektir. Bu noktada, Suriye halkının Esed rejimine karşı başlattığı direniş onlar için önemli bir örnektir. Unutulmamalıdır ki bu iki münafık iktidar devrilmedikçe, söz konusu halkların Gazze için gerçek bir yardımda bulunmaları mümkün değildir.

Bu nedenle Kassam Tugayları gibi direniş gruplarının, bu tür aktörlere yönelik politikalarını yeniden gözden geçirmeleri; sadece dışsal düşmanlara karşı değil, içsel ihanet odaklarına karşı stratejik ve ideolojik hazırlık yapmaları gerekmektedir.

Her ne kadar sahadaki gelişmeler her zaman planlandığı gibi işlemese de, İslami mücadele çizgisinin temel ilkesi, hedefin doğru tayin edilmesidir. Aksi hâlde, hem kaynaklar dağılır hem de mücadele potansiyeli tüketilir. Dolayısıyla içerideki tağutlarla hesaplaşmadan yürütülen bir dış direniş hamlesi, uzun vadede cihadın fıtratına aykırı düşer ve sonuçsuz kalır.

Sonuç: Gerçek Mücadele Merkezden Başlar

Müslümanlar, direnişi doğru yerden başlatmak zorundadır. İslam dünyasında yaşanan her yenilgi, dış düşmanın gücünden ziyade iç düşmanın ihanetiyle ilgilidir. Hedef saptırmalar, içerideki münafık iktidarların korunmasına, dış düşmanların ise şeytanlaştırılarak sorumluluğun ötelenmesine hizmet etmektedir.

Kudüs, Mekke ve Medine gibi mukaddes beldelerin özgürlüğü, ancak içerideki tağuti rejimlerin devrilmesiyle mümkündür. Bu nedenle İslami mücadele, sadece dışa dönük değil; içe dönük, tevhidî ve stratejik bir bilinçle yürütülmelidir.

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir