Cumartesi, 1 Cemaziyelahir 1447

Fitne ve Terör

 

Hakikatin Ters Yüz Edilişi

Fitne: Kargaşa ve Kurumsal Sapmadır

Kur’an’da “fitne” kavramı, sadece sosyal karışıklık anlamına gelmez; hakikatin bastırılması, imanı bir duruşun cezalandırılması, batılın tahakkümünün tesisi anlamlarına da gelir.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Fitne, öldürmekten daha beter bir şeydir.” (Bakara, 2/191)

Bu ayetteki “fitne”, sadece bir karmaşa değil; insanların dinlerinden dönmeleri için zorlanması, Allah’ın hükümlerinin ortadan kaldırılması, adalet yerine zulmün ikame edilmesi anlamındadır. Yani sistematik bir ideolojik kuşatma ve yozlaşma söz konusudur.

Dolayısıyla Kur’an, fitneyi: Hak ile batılın yer değiştirmesi, Hakkı savunanların bastırılması, Tevhidi sistemin yerini zulme dayalı rejimlerin alması, şeklinde tanımlanır.

Terör: Kimlik Değil, Yöntem Meselesi

Bugün “terör” kavramı, kimlik üzerinden tanımlanmaktadır. Yani bir kişi Müslümansa, onun eylemi daha kolay “terör” olarak etiketlenir. Oysa Kur’an’a göre bir eylemin terör sayılması için: Allah’ın koyduğu sınırları ihlal etmesi, Zulüm ve fesat üretmesi, Halkı korkuya ve kargaşaya sürüklemesi gerekir.

Bu kaidelere göre küresel emperyal sistemlerin ekonomik sömürüsü, medya manipülasyonları, algı mühendisliği ve askeri işgalleri gerçek terördür. Çünkü onlar yeryüzünde “ekini ve nesli ifsad ederler” (Bakara, 2/205)

Firavun’un Fitne Siyaseti

Musa’ya Yönelik Siyasi Operasyonun Analizi; Firavun, Musa’yı ortadan kaldırmak istemiştir. Fakat doğrudan öldürmek yerine danışma meclisiyle plan yapmış, stratejik bir karar sürecine gitmiştir:

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu ben bu adamın, inanç sisteminizi değiştirmesinden ve ülkede yönetimi ele geçirip bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” (Mü’min, 40/26)

Burada Firavun, Musa’ya karşı yürüttüğü mücadeleyi bir güvenlik sorunu gibi göstermekte, Musa’yı “devrimci”, “bölücü”, “fitneci” ve “terörist” olarak damgalamakta, Propaganda araçlarını devreye sokarak kamuoyu oluşturmak istemektedir.

Bu, klasik bir meşruiyet mühendisliğidir. Hakikati bastırmak, halkın vicdanını değil korkularını harekete geçirme stratejisidir. İşte bunlara kara propaganda veya algı operasyonu denilir. Musa’ya atfedilen suçlamalar: “Sihirbazlık” (aklın ve dinin aldatılması), “Dini çıkar için kullanmak” (din istismarı), “İktidar hırsı” (kişisel menfaat),
bugün de tevhidi mücadele veren lider ve hareketlere yöneltilen suçlamaların aynısıdır.

Bu tarihsel örnek şunu gösterir: Hakkın taraftarları itibarsızlaştırılır, Halkın zihnine fitne ve terör kavramları ters kodlanır, Toplumun algısı yalanla şekillendirilir. Bunları yapanlar ise batılın taraftarları ve kurumsal yapılarıdır.

 

GÜNÜMÜZDE TERÖRÜN GERÇEK YÜZÜ

Bugünün egemen sistemleri, küfrün kurumsallaşmış halleridir. Uluslararası hukuk, medya, ekonomi ve eğitim kurumları çoğu zaman: Allah’ın hükümlerini yok sayar, Seküler değerleri “evrensel hakikat” gibi sunar, İslami direnişi ise terörle yaftalar.

Buradaki amaç, İslami direnişin terörle özdeşleştirilmesi, halkların zihninde hak ile batılın yer değiştirilmesidir.

Propaganda Düzeni: Kimin Dili Kimin Lehine?

Sistem, hem söylem üretir hem de söylemi kontrol eder. Medya ve akademi çoğunlukla şu dili kullanır:

“Barış süreci” yani Teslimiyet ve uyum

“Radikalizm” = yani Tevhid ve cihad

“Denge politikası” = yani İkiyüzlülük

Bu söylemler ile insanlar kandırılır. Fitne, hakikatin üzeri örtüldüğü anda başlar. Terör ise, bu örtünün zorla sürdürülmesiyle devam eder.

Müslümanlara Düşen Görev

Gerçek fitne ve terörü teşhis etmek; onları ifşa etmek ve ümmeti bu hileli yönlendirmeden korumak her müminin görevidir. Bu, sadece bir siyasi tavır değil; aynı zamanda: İtikatla ilgili, İzzetle ilgili, Adaletle ilgili bir duruştur.

İyiliği Desteklemek, Kötülüğü Durdurmak

Yeryüzünde adaletin egemen olması, ancak iyilerin desteklenmesi ve kötülüğün durdurulmasıyla mümkündür. Bu, salt bireysel bir görev değil; Kur’anî bir buyruk, imani bir sorumluluk ve tarihî bir şuur meselesidir. Rabbimiz, bizlere sadece ibadet değil, aynı zamanda zulme karşı kıyamı da emretmiştir.

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmrân, 3/104) ayeti, bu görevimizin açık delilidir.

İslam’ın yeryüzüne yüklediği misyon, yalnızca Müslümanlara değil, tüm insanlığa yöneliktir. Zira iyilik, iman edenlerle sınırlı değildir; kim adaletten yanaysa, kim zulme karşı çıkıyorsa, o kişi insanlık cephesinin bir ferdidir. Bu yüzden bizler, ırkı, milliyeti, coğrafyası ne olursa olsun iyilikten yana olanları desteklemek, mazlumun yanında saf tutmak ve zalimin karşısında durmakla mükellefiz. Bu mücadele, siyasal olduğu kadar ahlaki; toplumsal olduğu kadar teolojik bir niteliğe sahiptir.

Bugün dünyada kötülük organize, sistematik ve küresel bir boyut kazanmışken, iyiliğin sesi dağınık ve zayıf kalmıştır. İşte bu noktada Müslümanlara düşen, adalet cephesini yeniden inşa etmektir. Mazlumun dili olmak, susan vicdanları uyandırmak ve batılın karşısına hakla çıkmak; bunun için çok çalışmak, çok üretmek ve cesaretle mücadele etmek zorundayız.

Bu uğurda yaptığımız her iş, insanlığa hizmettir. Her adımımız, her çabamız; yeryüzünde Allah’ın muradını gerçekleştirme gayesinin bir parçasıdır. Artık vakit, yalnızca konuşma değil, sorumluluğu kuşanma vaktidir. Bizler, insanlığın kurtuluşu, ümmetin dirilişi ve adaletin tesisi için iş başındayız.

 

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir