Tasavvuf tarihinin en önemli simalarından biri olan Bahâeddin Şah-ı Nakşibendî, yalnızca bir tarikatın kurucusu değil; aynı zamanda manevî terbiyede sadelik, zühd ve içe dönüklüğü esas alan bir yolun mimarı olarak kabul edilir. Nakşibendilik adıyla tanınan bu yol, onunla birlikte teşekkül etmiş ve asırlar boyunca İslâm dünyasında derin izler bırakmıştır.
Asıl adı Muhammed b. Muhammed el-Buhârî olan Bahâeddin Nakşibend (ö. 1389), halk arasında “Şah-ı Nakşibend” unvanıyla tanınmıştır. Yazılı herhangi bir eseri bulunmamakla birlikte; inanç, düşünce ve yaşantısına dair bilgiler, müritleri ve halifeleri tarafından aktarılmış menkıbeler ve tarihî kaynaklar aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde yer alan bilgiler ışığında, onun hayatını şöyle özetleyebiliriz.
Doğumu ve Nesebi
Bahâeddin Nakşibendî, Buhâra’ya yakın Kasr-ı Ârifân köyünde dünyaya gelmiştir. Kaynaklarda, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) neslinden geldiğine ve soyunun İmam Ca‘fer es-Sâdık’a dayandığına dair rivayetler bulunmaktadır. Ancak mürşidi Emîr Külâl’in Hüseynî bir seyyid olduğuna dair bazı işaretler bulunmakla birlikte, eski kaynaklarda bu tür bir nesep iddiası yer almamaktadır. Muhtemeldir ki, Bahâeddin’in tarikat silsilesiyle aile şeceresinin zamanla birbirine karıştırılması bu tür rivayetlerin doğmasına yol açmıştır.
Manevî Terbiye ve Mürşidleri
Henüz üç günlük bir bebekken, dedesinin mürşidi olan Bâbâ Muhammed Semmâsî tarafından manevî evlat olarak kabul edilen Bahâeddin, onun işaretiyle Emîr Külâl’e teslim edilmiş ve tasavvuf terbiyesine burada başlamıştır. Uzun yıllar Emîr Külâl’in yanında kalmış; dergâhta su taşımak, hizmet etmek gibi nefs terbiyesine yönelik işlerle meşgul olmuştur.
Tasavvuf terbiyesinin bu ilk döneminde, gördüğü bir rüya neticesinde, kendisinden yaklaşık bir asır önce vefat etmiş olan büyük mutasavvıf Abdülhâlik Gucdüvânî’nin ruhaniyetine intisap ettiğini dile getirmiştir. Bu ruhani bağ sebebiyle “üveysî” sıfatıyla anılmıştır. Buhâra’daki kabristanları ziyaret ettiği bir gün, Semmâsî’den başlayarak Abdülhâlik Gucdüvânî’ye kadar olan silsiledeki sûfîleri manevî âlemde gördüğünü ve onlarla ruhen mülâkat ettiğini ifade etmiştir. Gucdüvânî’nin kendisine, dinin zahirî hükümlerine sıkı sıkıya bağlı kalmayı, ruhsatlara değil azimetlere yönelmeyi ve sünnet-i seniyye üzere yaşamayı tavsiye ettiğini rivayet eder.
Bu ruhani mülâkatlar, Bahâeddin Nakşibendî’nin cehrî zikri terk ederek, hafi yani gizli zikre yönelmesine sebep olmuş, böylece tasavvufî yolculuğunun yönü daha belirgin hale gelmiştir. Emîr Külâl, Bahâeddin’in manevî seyrini tamamladığını, artık diğer mürşidlerden de istifade edebileceğini belirtmiş, onun serbest tasarruf sahibi bir mürşid olduğunu ilan etmiştir.
Diğer Mürşidlerle İlişkisi
Emîr Külâl’den sonra, Yeseviyye tarikatı mensubu iki Türk şeyh ile temas kuran Bahâeddin Nakşibendî’nin, Kusem Şeyh ile olan ilişkisi kısa sürmüş; ancak Halil Atâ’nın yanında tam on iki yıl kalmıştır.
Bazı kaynaklar, Halil Atâ’yı, dönemin Çağatay Hanı olan Kazan (Gazan) Han olduğu ileri sürülmekte; onun bir isyan neticesinde tahttan indirilmesine kadar Bahâeddin’in yanında kaldığını ifade etmektedir.
Vefatı ve Manevî Mirası
Bahâeddin Nakşibendî, 2 Mart 1389’da doğduğu köy olan Kasr-ı Ârifân’da vefat etmiştir. Bahâeddin Nakşibendi’nin tasavvufî görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri bulunmadığı için bu konuda ancak kendisi hakkında telif edilen eserlerde nakledilen menkıbelerden hareketle bazı sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır. En dikkat çekici yönlerinden biri, diğer tarikatlarda sıklıkla görülen sema ve halvet gibi uygulamaları benimsememesi; bunun yerine hafi zikre büyük önem vermesidir.
Halifeleri ve Silsilenin Devamı
Bahâeddin’in en önde gelen halifelerinden biri, Buhâra’nın önemli âlimlerinden Mevlânâ Muhammed Pârsâ’dır (ö. 1419). Rivayetlere göre onu bir hac yolculuğu sırasında baş halife olarak tayin etmiştir. Ancak ölüm döşeğinde bu görevi damadı Hâce Alâeddin Attâr’a verdiği de nakledilmektedir. Tarikatın kurumsallaşması ve yayılması açısından en önemli isimlerden biri, Mevlânâ Yâkub-i Çerhî’dir (ö. 1448). Onun yetiştirdiği Ubeydullah Ahrâr (ö. 1490), Nakşibendiyye’yi Orta Asya’da en güçlü tarikat hâline getirmiştir.
Tarîk-i Hâcegân’dan Tarîk-i Nakşibendiyye’ye
Bahâeddin Nakşibendî, sadece bir halkayı temsil eden bir sûfî değil, silsilenin merkezî şahsiyeti olarak görülmüştür. Ondan önce gelen sûfîler “Tarîk-i Hâcegân” adıyla anılan bir gelenek oluşturmuşlardı. Ancak Nakşibendî ile birlikte bu yol, onun adıyla tanınır hâle gelmiş ve “Tarîk-i Nakşibendiyye” adını almıştır. Bu değişim, onun özellikle hafi zikir uygulamasına verdiği önem ve Abdülhâlik Gucdüvânî ile kurduğu manevî bağ neticesinde gerçekleşmiştir.
Daha sonra gelen İmam Rabbânî (ö. 1624) ve Halid el-Bağdâdî (ö. 1827) gibi isimler, yeni tarikatlar kurmaktan ziyade Nakşibendiyye’nin çeşitli kollarını teşkil etmiş; bu büyük yolu kendi dönemlerine uygun biçimde yeniden ihya etmişlerdir. Bahâeddin Nakşibendî’nin vefatından yaklaşık üç nesil sonra, tarikat özellikle Orta Asya’daki Türk kavimleri arasında geniş bir yayılım göstermiştir.
Bahâeddin Nakşibendî hakkında bugüne kadar pek çok kaynakta tasavvufî menkıbeler aktarılmış, onun manevî şahsiyeti yüceltilmiş ve kurucusu olduğu tarikat yüzyıllar boyunca tasavvuf dünyasında önemli bir yer edinmiştir. Özellikle TDV İslâm Ansiklopedisi gibi muteber kaynaklarda yer alan bu bilgiler, Şah-ı Nakşibendî’nin doğumu, silsilesi, mürşidleri, zühd hayatı ve hafi zikir anlayışı etrafında şekillenen bir tasavvuf yolunu ortaya koymaktadır.
Ne var ki, bazı araştırmacıların ve alternatif tarih anlatılarının işaret ettiği üzere, Bahâeddin Nakşibendî’nin hayatında sorgulanması gereken şaşırtıcı yönler de bulunmaktadır. Bu bağlamda, farklı kaynaklarda geçen ve tarihî olarak dikkatle değerlendirilmesi gereken bazı iddialara yer verilmelidir.
Moğol Hükümdarlarıyla İlişkisi: Cellatlık İddiası
Bazı kaynaklara göre Bahâeddin Nakşibendî, Çağatay Hanlığı döneminde hükümdar olan Halil (Gazan Han) isimli sultanın yanında tam on iki yıl hizmette bulunmuştur. Altı yılı hükümdarlıktan önce, altı yılı ise sultanlığı dönemine denk gelen bu zaman diliminde, Nakşibendî’nin “sultanın cellatlığı”nı yaptığı öne sürülmektedir.
Bu iddia, Prof. Dr. Hamid Algar’ın Nakşibendîlik adlı eserinde şöyle geçmektedir:
“Adam cellatlık yapar da tevbe eder, pişman olur; o da kabulümüzdür. Lakin hakikat şu ki, Bahâeddin Nakşibendî’nin yaptığı bu cellatlık işinden pişmanlık duyduğuna dair kırıntı bir bilgi ve belge yoktur.” (Hamid Algar, Nakşibendîlik, s. 67–68)
Nakşibendî’nin iş birliği yaptığı ileri sürülen Halil Han (Gazan Han), çağdaş kaynaklarda sert mizacı, aristokrat ailelere karşı acımasızlığı ve doymak bilmeyen siyasi ihtirasları ile tanınan zalim bir hükümdar olarak bilinmektedir. (Nizameddin Şâmî, Zafernâme, nşr. F. Taurer, Prague 1956, c. II, s. 6; Mevlâna Şihabeddin, Âgâhî-yî Seyyid-i Emir Kulal, s. 33–34)
Bu bilgiler, Şah-ı Nakşibendî’nin tasavvufî öğretiyle çelişen bir siyasi bağa sahip olabileceği ihtimalini gündeme getirmektedir.
Rüyalar Üzerinden İnşa Edilen Tarikat
Bahâeddin Nakşibendî’nin en dikkat çekici iddialarından biri de, kendisinden yaklaşık bir asır önce vefat etmiş olan Abdülhâlik Gucdüvânî’nin ruhaniyetiyle görüşerek ondan manevî dersler aldığına dair iddialardır. Nakşibendî tarikatının kuruluşu bu rüyalara dayandırılmaktadır.
Oysa rüyalar ve ruhani tecrübeler, İslâm akidesi açısından bağlayıcı bir delil niteliği taşımaz. Rüya, sadık bile olsa, yalnızca gören kişiyi bağlar. Ne Kur’an’da ne de sahih sünnette, vefat eden bir velinin ya da peygamberin dünyaya dönerek yaşayanlara rehberlik edeceği yönünde bir delil yoktur. Bilakis, ölenlerin ruhlarının berzah âleminde tutulduğu, hayatta olanlarla doğrudan irtibat kuramayacakları açıkça bildirilmiştir. (Mü’minûn, 23/100)
Bu bağlamda şu tespiti yapmak önemlidir: Nakşibendî’nin manevî olarak görüştüğünü iddia ettiği ruhani varlıklar, hakikatte cin ya da şeytani varlıklar olabileceği gibi, kişinin nefsî ve hayalî algılarının ürünü de olabilir. Kur’an ve Sünnet dışı bir hakikat arayışı, insanı bâtıla sürükleyen şeytanî tuzaklara açık hâle getirir.
Şeytanın Oyunu: Rüyalarla Aldatma
Tasavvuf tarihi incelendiğinde, birçok bâtıl yolun meşruiyetini rüyalara, ilhamlara ve zuhur eden ruhani varlıklara dayandırdığı görülür. Bu durum, sahada karşılık bulan bâtıl yapılanmaların arkasındaki mistik motivasyonu anlamak bakımından çarpıcıdır. Cemaat içindeki kayıtsız şartsız sadakatin, çoğu zaman anlatılan rüyalar ve zuhur telkinleriyle sağlandığı, eleştirel aklın devre dışı bırakıldığı gözlemlenir.
Bu noktada İbn Kayyim el-Cevziyye’nin şu uyarısı manidardır: “Şeytan iki din uydurdu: Biri Şiilik, diğeri tasavvuf.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü’l-Lehfân)
Kur’an ve sünnete dayanmayan, rüya ve ilhamla şekillenen bâtıl yorumlara karşı uyanık olunması gerektiğini vurgulayan bir ikaz niteliğindedir.
Kur’an ve Sünnet Merkezli Bir Değerlendirme
Bahâeddin Nakşibendî’nin hayatı, ya Kur’an ve sünnet ışığında değerlendirilmeli ya da tarihsel bir şahsiyet olarak düşünülmelidir. Rüya ve ruhaniyet gibi sübjektif temellere dayalı bir tarikat sisteminin ne kadar sağlıklı bir zemine oturduğu ise ciddi bir tartışma konusudur. Kur’an ve sahih sünnet, tek hak ölçü olarak önümüzde dururken, manevî iddialar ve görünmeyen âleme ait sözde rehberliklerin hakikati temsil etmesi mümkün değildir.
Tarikatlar ve Dinin Tahrifi
Tarihe geniş bir perspektiften bakıldığında, İslâm’ın özünden nasıl uzaklaştırıldığı ve bu sürecin kimler eliyle gerçekleştiği daha net anlaşılabilir. Bu tarihî deformasyonun ilk aşaması, İslâm’a bid’atların sokulmasıyla başlamıştır. Peygamber’in (s.a.v.) öğretileri yerine, zamanla hurafelerle, bâtıl yorumlarla şekillenmiş bir din anlayışı ortaya konmuştur. Kur’an’ın belirlediği ölçülerin yerine, alternatif kutsal kitaplar, tarikat mecmuaları, menkıbe kitapları ve risaleler üretilmiş; hakikatin kaynağı olarak Kur’an’ın önüne geçirilmiştir.
Bu süreçte, Tasavvuf, Şiilik, Alevilik, Nurculuk gibi çeşitli paralel dinî yapılanmalar oluşmuş, bu yapılar zamanla Mescid-i Dırâr misali tekke, dergâh ve cem evleri şeklinde kurumsallaşarak hem siyasî hem sosyal güç odaklarına dönüşmüştür.
Hoşgörü ve Diyalog Maskesi Altında İşbirliği
Bu yapılar, “hoşgörü”, “barış”, “diyalog” gibi kavramları kullanarak kâfir ve zalim sultanlarla işbirliği içine girmiş, onların İslâm toplumları üzerindeki baskılarına meşruiyet kazandırmışlardır. Celâleddin Rûmî gibi isimler bu süreçte mistik edebiyat ve semboller üzerinden, Fetullah Gülen gibi modern örnekler ise eğitim ve diyalog faaliyetleri üzerinden bu işbirliğinin aktörleri olmuşlardır. Yine, Bahâeddin Nakşibendî gibi isimlerin zalim sultanlara cellatlık ettiği yönündeki tarihî belgelerde bu işbirliğinin ne kadar derinlere indiğini göstermektedir.
Velâyet Anlayışının Tersyüz Edilişi
Bidat fırkaları, Allah’ın bütün mü’minlere verdiği veli olma sıfatını, yalnızca kendi şeyhlerine, dedelerine, üstadlarına has bir rütbe gibi sunmuşlardır. Oysa Kur’an, “Allah, inananların velisidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır” (Bakara, 2/257) buyurarak velâyeti tüm müminlere nispet eder. Bu açık hükme rağmen, bid’at fırkaları, siyasî iş birlikçileri, hatta tarihî anlamda cellatlık yapmış kimseleri bile “evliya” olarak tanıtmak, halkı manevî bir sömürü ile uyutmanın en etkili yöntemlerinden biri olmuştur.
Emperyalist Projelerle Uyumlu Yapılar
İslam coğrafyasında tarih boyunca Moğollar, Haçlılar, Bizans, daha sonra İngiltere, Amerika, Rusya, Çin gibi emperyalist güçler; gayrimüslim topluluklarla ve bâtıl din mensuplarıyla doğrudan ya da dolaylı iş birlikleri yapmışlardır. Bunun yanında, İslâm’ı tahrif eden bâtıl fırkalarla da stratejik ortaklıklar geliştirmişlerdir. Bu bağlamda tarikatlar, bu işgal stratejilerinin en sinsi araçlarından biri olmuştur.
TARİKATLARIN İHANET AŞAMALARI
Birinci Aşama: Dini Tahrif ve Meşrulaştırma
Tarikatlar ilk aşamada, İslâm dışı din ve felsefelerden aşırılmış hurafeleri İslâmî kavramlar kisvesiyle sunar. Zühd, aşk, fenâ fillah, marifetullah gibi kavramlar altında Tasavvuf ve Bâtınîlik meşrulaştırılır. Bu süreçte Kur’an’ın emirleri göz ardı edilir, İslâm’ın temel esasları hasıraltı edilir. Dinin özünü tahrif eden bu anlayışlar, hoşgörü ve diyalog maskesiyle beşerî sistemlerle olan işbirliklerini gizler.
Neticede, şeriatı egemen kılmayı amaçlayan bir toplumun yerine, uyutulmuş ve şirk unsurlarıyla zehirlenmiş, emperyal güçlere karşı dirençsiz hale getirilmiş bir yapı inşa edilir.
İkinci Aşama: Sahih İslâm’a Düşmanlık
Tarikatlar ikinci aşamada, sahih İslâm’a çağıran, bid’at ve hurafeye karşı çıkan müminlere karşı sistematik bir düşmanlık politikası geliştirir. Emperyal güçlere karşı hoşgörülü olan bu yapılar, tevhid ehline karşı kin ve öfkeyle yaklaşır. Müminlere “Vahhâbi”, “tekfirci”, “terörist” gibi yaftalarla karalar, onları dışlar, hatta yerli ve yabancı kâfirlerle iş birliğine girerek bu müminlere zarar verir.
Bu, sadece fikrî bir ayrışma değil, doğrudan İslam’ın egemenliğini isteyenlerle kurulu düzeni savunanlar arasında bir akide ve medeniyet çatışmasıdır.
Tevhid Mücadelesinin Önündeki Engeller
İslam tarihine ve günümüze dikkatle bakıldığında görülür ki, ümmetin önüne konulan en büyük engellerden biri dinin içinden çıkarılan sapmalar ve bunların kurumsallaşmış hâlidir. Bu sapmalar, hem bireylerin akidesini bozmakta hem de ümmetin siyasi ve toplumsal direncini felce uğratmaktadır.
Bu nedenle, sahih İslam anlayışını savunanların yapması gereken en temel görev, Kur’an ve sünnetin ölçülerine sadık kalmak, bâtıl yollara karşı ilim, tebliğ ve mücadele ile karşı koymaktır.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi