Mekkeli müşrikler, yıllar boyunca Müslümanlara ağır baskılar uyguladılar; zulmettiler, mallarını gasp ettiler. Bu zulüm öyle boyutlara ulaştı ki, Müslümanlar yurtlarını terk ederek hicret etmek zorunda kaldılar. Fakat bu da yeterli olmadı; müşrikler onları Medine’de dahi rahat bırakmadılar. Üzerlerine ordular gönderdiler, Medine’yi işgal etmek, Peygamber’i (s.a.v.) öldürmek ve İslam’ı ortadan kaldırmak için yoğun çaba harcadılar. Ancak bunda başarılı olamadılar. Peki, tüm bu yapılanlar karşılıksız mı kalacaktı? Elbette hayır!
Hicretin 6. yılında Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Bu anlaşmanın maddelerinden biri de şuydu: “Mekkelilerden bir kişi Müslümanlar tarafına geçerse müslüman olsa bile Kureyşliler’e geri verilecek, Ancak Müslümanlardan Kureyşliler’e sığınan olursa geri verilmeyecekti.”
Hudeybiye Antlaşması’nın özellikle bu maddesi Müslümanları oldukça üzmüştü. Çünkü her şey müslümanların aleyhine gibi gözüküyordu. Fakat bu maddenin Müslümanlar için faydalı olacağını Peygamber (s.a.v.) biliyordu. Hudeybiye‘den dönüşte ‘’Fetih Suresi” inmişti. Allah-u Teâlâ bu antlaşmanın yenilgi değil, kazanç olduğunu bildirmişti. Gerçekten de Hudeybiye Antlaşması İslam’ın Medine haricinde yayılmasını sağlayan bir başlangıç olmuştu. Hudeybiye Antlaşması’nın birçok kazanımları, hikmetleri ve bizlere öğrettiği yol işaretleri var. Ancak biz sadece konumuzla alakalı olan kısmını anlatmaya çalışacağız. Müslüman olduğu için hapsedilen Ebu Cendel, Mekke’de hapsedildiği yerden kaçarak Hudeybiye Anlaşması’nın imza aşamasında Peygamber’e sığındı.
Peygamber (s.a.v.) anlaşma daha henüz imzalanmadığı için Ebu Cendel’in bu anlaşmadan muaf tutulmasını istemesine rağmen kabul edilmedi ve Ebu Cendel müşriklere iade edildi. Resul-i Ekrem, Ebu Cendel’i teskin etmeye çalıştı ve Kureyş ile yaptığı anlaşmaya sadık kalacağına dair Allah adına söz verdiğini belirterek ona sabır tavsiye etti. Cenabı Hakk’ın kendi durumunda olanlar için yakında bir çıkış yolu göstereceğini söyledi. İlerleyen zamanlarda Ebu Cendel bir yolunu bularak hapsedildiği yerden firar etti. Ancak Hudeybiye Anlaşması gereği Medine’ye gidemezdi.
Yine bir başka örnek: Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olarak Medine’ye sığınan, fakat anlaşma gereği Kureyşliler’in isteği üzerine iade edilen Ebu Basir: “Ya Resulullah! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?” diye feryat etti. Resul-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi: “Sen git! Muhakkak, Allah, sana ve senin gibilere bir çıkar yol halk edecektir!” dedi.
Kureyş’in gönderdiği iki adam, Ebu Basir’i alarak Medine’den yola çıktılar. Zülhuleyfe’ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler.
Ebu Basir, her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce onlarla yakınlık peyda etmek istedi. Bunun için kendileriyle sohbete başladı. Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup öğrendikten sonra: “Öyle zannediyorum ki senin şu kılıcın oldukça keskindir!” dedi. Adam: “Evet” dedi. “Oldukça keskindir!”
Ebu Basir, gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla: “Ona bir bakabilir miyim?” diye sordu.
Huneys: “İstiyorsan al bak!” dedi Ebu Basir, bulunmaz fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys’in üzerine yürüyüp işini bitirdi. Bunu gören diğer arkadaşı ise son sürat kaçarak canını zor kurtardı. Böylece özgür kalan Ebu Basir de Hudeybiye anlaşması gereği Medine’de kalamazdı. Ebu Basir, Kızıldeniz sahilindeki Sîfülbahr yöresine yerleşti. Mekke Müşrik devletinin ticaret kervanlarının geçiş noktası olan bu bölgeye daha sonra Ebu Cendel ve onun durumunda olan 70 müslüman daha katıldı.
Sahabenin Ekonomik ve Askerî Direnişi:
Sahabe, Mekke müşrik devletine karşı sadece inançlarını değil; aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik varlıklarını da müdafaa etmek amacıyla örgütlü bir direniş geliştirmiştir. Bu direnişin en dikkat çeken boyutlarından biri, uluslararası ticaret yollarının stratejik kontrolü üzerinden yürütülen askerî ve ekonomik operasyonlardır. Sahabe, Medine merkezli İslam toplumunun güvenliğini sağlamak ve geçmişte maruz kaldıkları zulmün hesabını sormak üzere müşriklerin ticari ve askerî konvoylarına yönelik baskınlar düzenlemiştir.
Mekke müşriklerinin Müslümanlara karşı uyguladığı sistematik baskılar; işkence, mal gaspı, aile bütünlüğünü bozma, hicrete zorlama, hatta doğrudan suikast teşebbüsleri gibi çok boyutlu şiddet içermekteydi. Bu durum, Kur’an-ı Kerim’de şu ayetle de işaret edilir:
“Kendilerine zulmedildiği için hicret edenler… Elbette onlara yardım etmek Allah’ın üzerindeki bir haktır.” (Hac, 22/39-40)
Sahabe, bu ayetleri fiilî bir mücadele çağrısı olarak değerlendirmiş ve zulme karşı sadece pasif bir sabır göstermemiş; aksine adaletin tesisi için aktif bir karşı koyuş sergilemiştir. İslam tarihinin ilk silahlı müdahalelerinden biri olan Bedir Gazvesi, aslında bu ekonomik direnişin zirve noktalarından biridir. Bu savaş, Müslümanların yıllar boyu uğradığı zulümlerin karşılığı olarak müşriklerin ticari konvoyuna yapılan bir müdahaleyle başlamıştır.
Bu direniş, sadece maddi hedefli bir savaş değil; aynı zamanda izzeti koruma mücadelesidir. Nitekim Asr-ı Saadet’te, hiçbir müşrik topluluk sahabenin aile mahremiyetine el uzatamamış; iffetlerini çiğneyememiştir. Bu, sahabenin hem fizikî savunmasını hem de psikolojik direnişini göstermektedir. Oysa günümüzde, birçok coğrafyada Müslümanlar çok daha derin bir zillet içinde yaşamaktadır: Toprakları işgal edilmekte, nesilleri ifsat edilmekte, mahremleri çiğnenmekte, ancak buna rağmen ciddi ve köklü bir direniş sergilenememektedir. Bu açıdan sahabe neslinin direnişi, çağdaş Müslümanlar için model bir mücadele ruhu taşımaktadır.
Sahabe; teslimiyet yerine direnişi, uzlaşma yerine tevhidî mücadeleyi, bireysel çıkar yerine ümmetin maslahatını öncelemiştir. Onlar için mücadele bir tercih değil; imanı bir zorunluluktu. Kur’an’ın şu ayeti onların duruşunu özetlemektedir:
“Sizler, Allah yolunda savaşan, Allah’tan başka kimseden korkmayan bir topluluksunuz.” (Maide, 5/54)
Bu tarihsel örnekler, ümmetin izzeti için topyekûn bir direnişin hem meşru hem de zaruri olduğunu göstermektedir. Bugün işgal altındaki coğrafyalarda, sahabenin bu stratejik ve imanı direniş anlayışına yeniden dönülmesi şarttır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle, büyük, kalabalıkları bozguna uğratmıştır. Allah, sabredenlerle beraberdir!” (Bakara: 2/249)
Ömer (r.a.): “Dağa Çıkın Dağa”
Müminlerin emiri, mücahitlerin komutanı Ömer (r.a.) halifeliği zamanında bozguna uğrayan İslam ordusuna şu talimatı verdi: “Dağa çıkın dağa, dağlara tepelere tırmanın.”
Diyerek; ulaşılmaz dağları, tepeleri ve ormanları mekân edinerek yenilgiye uğrayan ordusuna gerilla harbi yapmasını telkin ediyordu. Çünkü gerilla harbi düzenli orduların korkulu rüyasıdır. Bir avuç mücahit, gerilla harbi yaparak, şehir savaşları yaparak nice büyük orduları darmadağınık etmiştir. Demek ki, savaş taktiğini iyi bilen cesaretli, sabırlı ve sağlam inançlı bir avuç mücahit sayıca kendisinden kat kat fazla düşmanı yenebilir.
Çünkü iman büyük bir kuvvettir imansız yürekler ise içi boş kurumuş bir kütük gibidir. Çünkü Allah’a, ahirete inanmayanlar evrenin, hayatın ve ölümün gerçek anlamını bilmeyen ölümden korkan ödlek topluluklardır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber. İnananları savaşa teşvik et, eğer sizden, sabretmesini bilen yirmi kişi olursa, kâfirlerden iki yüzü yenebilirler; yine sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişilik bir orduyu yenebilirler. Çünkü onlar, bilmeyen bir topluluktur.” (Enfal: 8/65)
Gerilla savaşı, kırsal alanlarda ve dağlık bölgelerde yürütülen bir savaş biçimi olarak yapılır. Ancak özellikle son yüzyılda, gerilla savaşı kent merkezlerine de taşınmıştır. Bu bağlamda Çeçenistan ve Suriye örnekleri, yakın zamanda yapılan şehir savaşlarına örnektir.
Çeçenistan Direnişi ve Grozni Savaşı; 1994-1996 yılları arasında yaşanan Birinci Çeçen Savaşı, şehir savaşlarının stratejik etkilerini gözler önüne sermiştir. Nüfus olarak Rusya’nın çok küçük bir bölümünü oluşturan Çeçenistan, askeri, lojistik ve teknolojik olarak Rusya’ya kıyasla oldukça dezavantajlı bir konumda olmasına rağmen etkili bir şehir savunması geliştirmiştir. Rus ordusu, başkent Grozni ‘yi birkaç gün içerisinde ele geçirmeyi hedeflerken, kentte karşılaştığı sert direniş ve gerilla taktikleri sonucu ağır kayıplar vermiştir. Şehirde süren çatışmalar bir yılı aşkın süre devam etmiş ve Rusya, ciddi askerî kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu savaş, şehir savaşlarının maliyetini ve psikolojik etkisini açıkça ortaya koymuştur.
Suriye İç Savaşı ve Kent Merkezli Direniş; 2011’de başlayan Suriye iç savaşında da benzer bir kent direnişi gözlemlenmiştir. Esed rejimi, İran destekli milis güçler ve Rus hava desteği ile şehir merkezlerini kontrol altına alma stratejisi izlerken, muhalif unsurlar özellikle Halep, Humus, Dera ve Şam çevresinde yoğun şehir savaşları vermiştir. Kara savaşlarında konvansiyonel güçlere karşı başarı sağlayabilen muhalif gruplar, hava saldırılarına karşı ciddi bir savunma kabiliyetine sahip olamamıştır. Suriye kentlerinin büyük kısmı, hava bombardımanlarıyla yıkıma uğramış; şehir nüfusu kitlesel göçlere zorlanmış ve direniş zayıflamıştır.
Her iki örnekte de kara savaşları bağlamında gerilla unsurlarının etkili mücadele verdiği gözlemlenmiştir. Direnişçilerin az sayıda silah ve mühimmatla büyük ordulara karşı başarılar elde etmeleri, taktiksel çeviklik, şehir dokusunu kullanma becerisi ve ideolojik motivasyonla ilişkilendirilebilir. Ancak hava savaşlarına karşı savunma kapasitesinin yetersizliği, direnişin kaderini belirleyen en kritik faktörlerden biri olmuştur. Bu noktada dikkat çekici olan, çağdaş savaşların artık yalnızca kara cephesinde değil; hava, deniz ve elektronik harp alanlarında da yoğunlaştığıdır. Dolayısıyla Müslüman toplumların gelecekteki muhtemel savaşlara hazırlıklı olabilmesi için yalnızca kara gücüyle sınırlı bir savunma anlayışından çıkmaları, çok boyutlu harp teknolojileri geliştirmeleri zorunludur.
Sonuç olarak; Çeçenistan ve Suriye örnekleri, modern şehir savaşlarının yalnızca silahlı çatışmalar değil; aynı zamanda teknolojik yeterlilik, stratejik planlama ve psikolojik direnç gerektiren karmaşık süreçler olduğunu ortaya koymaktadır. Müslüman toplumlar açısından bu tecrübeler, gelecekteki savunma stratejilerinin çok boyutlu olarak ele alınması gerektiğine işaret etmektedir. Hava savunma sistemleri, elektronik harp teknolojileri ve istihbarat altyapısı gibi alanlarda yapılacak yatırımlar, sadece direnişin sürdürülebilirliğini değil, aynı zamanda sivil halkın korunmasını da sağlayacaktır.
Şunu unutmayalım; Barış zamanında ter dökmeyenler, savaş zamanı kan dökmeye mahkûm olurlar.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi