İslam, evrensel bir din olarak tüm zaman ve mekânlara hitap eder. Sahip olduğu ilkeler, her çağın insanına yön gösteren, değişen şartlara karşı çözüm üreten bir sistem sunar. Bu din hem insan fıtratına uygunluğu hem de hayatın tüm alanlarını kapsayan kapsayıcı yaklaşımı ile çözüm odaklıdır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah ve Resulü, size hayat verecek bir işe çağırdıkları zaman, bu çağrıya mutlaka uyun! Bilin ki Allah, kişiyle kalbinin arasına girer. Ve sonunda O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 8/24)
Davetin İçeriği Değişebilir
Davet faaliyetlerinde, muhatabın inancı, anlayışı ve toplumsal bağlamı dikkate alınmalıdır. Putperest bir toplum ile Kitap Ehli’ne mensup bir topluma yapılacak davet, doğal olarak farklı içerik ve öncelikler taşımalıdır. Aynı şekilde ateist veya deist inanca sahip bir bireye öncelikle anlatılacak şeyler ile Hristiyan veya Budist bir bireye öncelikle anlatılacak şeyler elbette farklı olacaktır.
Bununla birlikte, tebliğin yapılacağı coğrafyanın siyasi ve güvenlik koşulları da davetin tarzını belirlemede önemlidir. Yoğun baskı ve zulmün hüküm sürdüğü coğrafyalarda gizli davet tercih edilmeliyken, göreli bir fikir özgürlüğünün bulunduğu bölgelerde ise açık tebliğ çalışmaları yapılmalıdır. Bu bağlamda davetin yöntemi, sadece ideal olanla değil, reel durumla da ilişkilidir.
Hicret: Sadece Bir Terk Değil, Stratejik Duruştur.
İslam tarihinde hicret, sadece bir yerin terk edilmesi değil; aynı zamanda bir direniş ve strateji biçimidir. Her hicret eylemi, mutlak anlamda bir zorunluluk ya da fazilet olarak değerlendirilmemelidir. Bazı durumlarda belli bir bölgenin terk edilmesi, o coğrafyayı tamamen küfrün hâkimiyetine bırakmak anlamına gelebilir. Bu da ümmetin kolektif sorumluluğu açısından büyük bir vebal ve ihanet olarak telakki edilebilir.
Öte yandan bazı şartlarda hicret, bir geri çekilme değil, yeniden yapılanma ve stratejik toparlanma adına zaruri bir eylem olabilir. Özellikle sivil kayıpların önlenmesi, yeniden yapılanma için zaman kazanılması veya daha güçlü bir savunma hattının inşası gibi sebeplerle hicret, meşru ve hikmetli bir davranışa dönüşebilir.
Cihadın Şartlara Bağlı Olarak Farz Boyutu
Cihad, İslam’ın temel emirlerinden biridir; ancak bu emir de diğer hükümler gibi bağlama ve zamana göre farklı hüküm kazanabilir. Bazı coğrafyalarda savaşmak için gerekli imkânlar oluşmamış olabilir. Bu durumda silahlı mücadele yerine sabır, ilim, tebliğ ve cemaatleşme gibi adımlar öncelik kazanır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Kendilerine: ‘Elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin!’ denilenlere bak! Hâlbuki üzerlerine savaş farz kılındığında, içlerinden bir kısmı Allah’tan korkar gibi hatta daha fazlasıyla insanlardan korkmaya başladılar.” (Nisâ, 4/77)
Buna karşın bazı coğrafyalarda zulmün şiddeti, işgalin niteliği ve müslümanların durumu, cihadı farz-ı kifaye olmaktan çıkararak farz-ı ayn haline getirebilir. Bu durumda Allah Teâlâ, savaş çağrısına karşılık vermeyen müslümanları kınamış ve onları sorumluluklarını yerine getirmemekle itham etmiştir:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın’ dendiği zaman yere çakılıp kaldınız! Yoksa ahiret yerine dünya hayatını mı tercih ediyorsunuz?” (Tevbe, 9/38)
Normal Zamanlar ile Savaş Hali Arasındaki Fark
Barış zamanlarında, kime ait olursa olsun ticari mülklere zarar vermek, eşkıyalık ve büyük bir haramdır. Fakat savaş şartlarında düşmanın ticari altyapısı, ekonomik ambargoların bir parçası olabilir. Bir düşman devlet, kadın-çocuk demeden soykırım yapıyor, sivilleri hedef alıyor ve savaş hukukunu tanımıyorsa; bu devlete karşı ekonomik hedefler de meşru müdafaanın bir parçası olabilir.
Bu tür durumlarda düşmanın ticari konvoyları, finans kurumları veya askeriye ile irtibatlı işletmeleri meşru hedef olarak değerlendirilebilir. Bu sadece teorik bir ihtimal değil, yakın tarihte Irak, Afganistan, Suriye, Myanmar, Doğu Türkistan ve Gazze gibi yerlerde gözlemlenen somut bir vakıadır. Uluslararası savaş hukukunu dahi hiçe sayan bu tür devletlerin destekçileri ve ekonomik aktörleri de İslam hukuku bağlamında mesuliyet altına girebilir.
Anın Vacibi: Duruma Uygun Amel
İslam’da sabit olan hükümler kadar, şartlara göre değişkenlik gösteren ahkâm da vardır. Bu bağlamda “anın vacibi” kavramı son derece önemlidir. Bir fiil, genel durumda yanlış olsa bile şartlar değiştiğinde vacip veya farz haline gelebilir. Tıpkı kangren olmuş bir uzvun kesilmesi gibi; bu işlem zahiren zarar gibi gözükse de aslında hayat kurtarıcı bir zorunluluktur. Oysa sağlıklı bir uzvu kesmek, ciddi bir suçtur. İki eylem de biçimsel olarak aynıdır; ancak bağlamları tümüyle farklıdır.
Bu nedenle, bir eylemin hükmü belirlenirken yalnızca naslara değil, aynı zamanda içinde bulunulan zamanın ve mekânın şartlarına da bakılmalıdır. İslam’ın uygulamaya dönük fıkhî yapısı, bu bağlam ve maslahat analizini her zaman dikkate almıştır.
Sonuç; Her coğrafya, her toplum ve her birey farklı dinamiklere sahiptir. Bu sebeple, İslami tebliğ, hicret, cihad ve toplumsal sorumluluk gibi alanlarda yapılacak tercihler, duruma göre şekillenmelidir. Ancak bu tercihlerin rastgele değil, Kur’an ve Sünnet eksenli, maslahat ve hikmet temelli bir şuurla yapılması gereklidir. Unutulmamalıdır ki, zafer, anın vacibini en doğru biçimde yapanların olacaktır.
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi