Pazar, 4 Cemaziyelevvel 1447
Osmanli Devletini Nasil Yiktilar

OSMANLI DEVLETİNİ NASIL YIKTILAR?

Bir Medeniyetin Doğuşu ve Çöküşü

Osmanlı Devleti, Müslümanların dağılıp parçalandığı doğuda Moğol istilasının sürdüğü, batıda Bizans tehdidinin hâkim olduğu son derece zor bir dönemde tarih sahnesine çıkmıştır. Kuruluşundan itibaren, İslami değerlerin yaşatılması, ümmetin birliği ve mazlumların korunması yönünde önemli bir görev üstlenmiştir. Bu dönemde hilafet makamı muhafaza edilmiş, Genel manada İslam hukuku yürürlüğe konmuş ve farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman topluluklar adalet ilkeleri çerçevesinde korunmuştur.

Ancak bu büyük medeniyetin yıkılışı, yalnızca siyasi bir çöküşten ibaret değildir. Aynı zamanda ümmetin dağılmasına, İslam coğrafyasının parçalanmasına ve emperyalist güçlerin işgal ve sömürü faaliyetlerine kapı aralamıştır. Bu durum, Kur’an’da bildirilen şu ilahi uyarıyı hatırlatmaktadır:

“Hani Rabbiniz size şu bildiriyi yapmıştı: ‘Eğer şükrederseniz, size verdiğim nimetleri kat kat artıracağım; ama eğer nankörlük ederseniz, bilin ki azabım çok çetindir!’” (İbrahim, 14/7)

Bu bağlamda sorulması gereken temel soru şudur: Allah-u Teâlâ’nın bir lütfu olarak Müslümanlara bahşedilen İslami bir devlet, hilafet ve yeryüzünde egemenlik gibi büyük nimetler neden geri alınmıştır? Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının birçok nedeni olmakla birlikte, bu çalışmada genellikle göz ardı edilen, fakat son derece önemli bir sebep ele alınacaktır. Ancak bu konunun doğru anlaşılabilmesi için önce İslam’ın en güzel yaşandığı dönem olan Asr-ı Saadet dönemine bir yolculuk yapmamız gerekiyor. Öyleyse buyurun önce hep beraber Asr-ı Saadet’e gidelim.

Resûlullah’ın Gayrimüslimlerle İlişkilerinde Temel Prensipler

Peygamber’in (s.a.v.) gerek peygamberlik öncesinde gerekse risalet döneminde farklı inanç mensuplarıyla ilişkisinde temel yaklaşımı iyi niyet, adalet ve tebliğ ekseninde şekillenmiştir. Bu ilişkiler; sosyal, ticari, siyasal ve komşuluk olarak gelişmiş ve her durumda İslam’a davet ana eksen olmuştur.

Kurulan bu ilişkilerin örneklerinden bazıları şunlardır:

  • Yahudilerle “Medine Vesikası” imzalanmış;
  • Hz. Peygamber bir Yahudi ile ticaret yaparak zırhını rehin bırakmış;
  • Hristiyanlar ve diğer inanç mensuplarıyla diplomatik ilişkiler tesis edilmiş;
  • Farklı din mensuplarıyla ilmî münazaralara girilmiş;
  • Farklı din mensupları Medine’de misafir edilerek İslam’a davet edilmiş.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Onunla tatlı dille konuşun ki, belki öğüt alır yahut korkup çekinir.” (Tâhâ, 20/44)

Allah-u Teâlâ bu ayette Firavun gibi bir zalime bile davet yaparken yumuşak davranılmasını emrediyor. Allah Resulü, çeşitli din mensuplarıyla iyi niyet, anlayış ve hoşgörü içinde ilişkiler sürdürmüştür. Allah Resulü’nün başka din mensuplarına karşı iyi niyetli ve tatlı dilli olmasını Kur’an emrediyordu. Çünkü bu insanların önce hikmetle ve ibret verici güzel öğütlerle İslam’a davet edilmeleri gerekiyor. Bu insanlar belki öğüt alır veya ilahi azaptan korkup zulüm ve haksızlık yapmaktan vazgeçerler diye.

Tavizsiz Duruş: İslam’dan Sapmadan Tebliğ

Resûlullah (s.a.v.) bu ilişkilerde hiçbir zaman İslam’ın ilkelerinden taviz vermemiş, batıl inançları meşrulaştırmamış, daima tevhid eksenli bir davet yürütmüştür. Bu izzetli duruşun neticesinde birçok kişi İslam ile müşerref olmuştur.

Ancak Müslümanların iyi niyetine rağmen, bazı gayrimüslim topluluklar –özellikle Yahudiler ve Mekkeli müşrikler– İslam’ı tahrif etmeye, Müslümanları arkadan vurmaya yönelik sinsi faaliyetlerde bulunmuşlardır. Kur’an bu konuda Müslümanları açıkça uyarmıştır:

“Onlar, eğer güçleri yetse sizi dininizden döndürene kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar…” (Bakara, 2/217)

“Ey iman edenler! Sizden olmayanları dost edinmeyin! Onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar…” (Âl-i İmran, 3/118)

Bu ayetler, bazı gayrimüslim toplumların iç yüzünü, kalplerindeki derin düşmanlığı ve stratejik sinsi planlarını deşifre etmektedir. Bu sebepten müslümanların dikkatli ve tedbirli almaları isteniyor. Çünkü bu kâfirler özellikle müslümanların zayıf zamanlarında toplumu ifsat ederek, ahlakı bozarak, fitne çıkararak, askeri darbe yaparak veya siyasi cinayetler işleyerek Müslümanları arkadan vurmuşlardır. Öyleyse; Ümmetin bekası için ne gibi tedbirler alınması gerekir?

Asr-ı Saadet’ten Örnek Güvenlik Tedbirleri 

Peygamber (s.a.v.), Medine’deki Yahudilere karşı başlangıçta barışçıl ve anlaşmacı bir yaklaşım sergilemiş; fakat onların İslam toplumuna yönelik ihanetleri karşısında bu tutumunu değiştirmiştir. Resulullah (s.a.v.) Müslümanlara ihanet eden ve ilk fırsatta arkadan vurmaya kalkışan Yahudileri Medine’den sürgün etmiştir. Böylece İslam’ın doğduğu toprakları ve İslam devletinin başkentini güvence altına almak istemiştir. Allah Resulü her konuda olduğu gibi bu konuda da ümmetine örnek olmuş ve yol göstermiştir.

Ayrıca Resulullah (s.a.v.) vefatına yakın bir zamanda Arap yarımadasında bulunan Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin çıkarılmasını emrediyor. Allah Resulü bu vasiyetini değişik zamanlarda ve değişik lafızlarla birçok sahabeye bildiriyor. Bu hadisleri rivayet eden sahabeleri ve bu hadisleri şöyle sıralayabiliriz.

Ömer b. Hattab’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Yahudileri ve Hristiyanları Arap Yarımadası’ndan çıkaracağım ve orada Müslümanlardan başkasını bırakmayacağım”[1]

 

Abdullah b. Abbas’tan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (s.a.v.) vefatı esnasında üç şey vasiyet etmiş ve bunlardan biri de: “Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın.”[2]

 

Ebu Ubeyde’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimizin son söyledikleri şunlarmış:

“Yahudileri Hicaz’dan, Necranlıları Arap Yarımadası’ndan çıkartın.”[3]

 

Ali b. Ebu Talib’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ey Ali! Benden sonra şayet idareci olacak olursan, Necranlıları Arap yarımadasından çıkart.”[4]

 

Ümmü Seleme’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Yahudileri Arap yarımadasından çıkarın.”[5]

 

Cabir b. Abdullah’tan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Müşrikleri Arap yarımadasından çıkaracağım” dedi.”[6]

 

Resulullah’dan (s.a.v.) rivayet edilen bu hadislerden şu sonuçları çıkarabiliriz. İslam’ın ilk doğduğu topraklardan gayr-ı Müslimlerin çıkartılmasını vasiyet ediyor. Hadislerde hangi bölgelerden kimlerin çıkarılması gerektiğini özellikle belirtiyor. Bu hadisler, İslam’ın doğduğu toprakların İslami kimliğini muhafaza etme kararlılığını yansıtmaktadır.

Ömer (r.a.) ve Sürgün Hadisleri

Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’in bu vasiyetini hilafeti döneminde yerine getirmiştir. Hicrî 20 (Miladî 641) yılında Hayber’deki Yahudiler ile Necran’daki Hristiyanlar Arap Yarımadası dışına çıkarılmıştır. Bu sürgün kararı, herhangi bir etnik veya dinî düşmanlık değil; devletin güvenliğini ve ümmetin dirliğini koruma amacı taşımaktadır.

Bu hadislerde belirtilen vasiyetleri Ebubekir’in (r.a.) neden yerine getirmediği sorulursa bunun sebebi şudur;  Ebubekir’in (r.a.) iki yıllık hilafeti döneminde yalancı Peygamberlerin ortaya çıkması. Bazı kabilelerin dinden dönmesi, bazı kabilelerin zekât vermeyeceğini bildirmesi gibi olaylarla uğraşmıştır. Bu sorunlar çok daha önemli ve acil halledilmesi gereken konulardır.

Resulullah (s.a.v.) kâfirlerin İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlığını bildiği, bu kâfir milletlerin toplumu ifsat edeceğini, ahlakı bozacağını, fitne çıkaracağını, siyasi cinayetler işleyeceğini, müslüman yönetimleri devirmek için darbe yapacaklarını ve Müslümanları her türlü arkadan vuracaklarını öngördüğü için; bu kâfir milletlerin İslam devletinin merkezinden uzaklaştırılmasını vasiyet ediyor. Ömer (r.a.) bu vasiyeti yerine getirmek için Arabistan topraklarındaki Yahudi, Hristiyan ve müşrikleri başka coğrafyalara sürgün etmiştir.

Peygamberin İcraatına Aykırı Bir İcraat Yıkım Getirdi

Asırlar sonra İslam ümmetine önderlik yapan Osmanlı Devleti, Peygamber’in gayrimüslimleri sürgün vasiyetini örnek alıp bu doğrultuda bir siyaset geliştirmek yerine, bu vasiyetin tam aksi yönünde uygulamalara yönelmiştir. Nitekim hilafetin bekası açısından son derece stratejik olan bu vasiyet gereği, Ömer (r.a.) zamanında Arap Yarımadasındaki bütün gayrimüslim toplumlar başka bölgelere gönderilmiştir. Ancak Osmanlı yönetimi, hilafetin merkezi olan İstanbul’da bulunan gayrimüslimleri tahliye etmemiş, bilakis Endülüs’ten sürülen Yahudileri de gemilerle taşıyarak İstanbul’a, Anadolu’ya ve Selanik’e yerleştirmiştir. Oysa Osmanlı yönetimi devletin bekası için başkent ve etrafındaki gayrimüslimleri uzak bir coğrafyaya göndermesi gerekirdi.

Günümüzde bazı Müslüman çevreler, Allah Resulü’nün gayrimüslimleri Arabistan topraklarından göndermekle sanki zulmetmiş gibi eziklik hissederler. Allah Resulü sanki yanlış bir iş yapmış gibi, bu sahih hadisleri görmezden gelirler ve kabul etmek istemezler. Aynı Müslümanlar Osmanlı Devleti gayrimüslimleri hilafetin başkenti İstanbul’a yerleştirerek çok hayırlı bir iş yapmış gibi de öve öve anlatırlar. Bu Müslümanlar Osmanlı devletinin bu icraatları ile gurur duyarlar. “Celladına âşık bir millet” tabiri sanki bu cahil Müslümanlar için söylenmiştir.

Osmanlı Devletinin yaptığı bu yanlış icraat merhamet ve hoşgörü politikası adı altında meşrulaştırılmaya çalışılması; uzun vadede ciddi güvenlik açıkları doğurmuş ve bir imparatorluğun yıkılmasına ve Müslümanların hilafetinin yok edilmesine neden olmuştur. Osmanlı Devletini bu yanlış yola yönlendiren en önemli sebeplerden biri Ümmeti uyutan ve uyuşturan tasavvuftur. Yine bir diğer sebep ise tasavvufa meyilli 2. Selim gibi yöneticilerin olmasıdır.

Hilafetin Merkezinde Kümelenen Fitne Unsurları

Osmanlı Devleti, Peygamber’den daha mı merhametliydi? Osmanlı Devleti, gayrimüslimleri başkente yerleştirerek daha mı hikmetli bir iş yapmıştı? Peygamber’in sünnetine muhalefet etmek, uzun vadede devlete neye mal oldu?

Peygamberin vasiyetine muhalefet ederek devletin başkentine ve çevresine gayrimüslimleri yerleştiren Osmanlı Devleti, bu politikasının bedelini yavaş yavaş ödemeye başlamış. Devletin merkezine kümelenen fitne unsurları zamanla toplumsal yapıya sirayet etmiş; toplumu ifsat etmiş, devlete sızmış ve nihayetinde devletin yönetimini tehdit eder hâle gelmiştir.

Nitekim Osmanlı’nın çöküş sürecinde etkili olan ihanetlerin merkezinde Yahudi toplulukları yer almıştır. Bu çerçevede 1784 yılında kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, görünüşte bir siyasî reform hareketi olsa da özünde devlete sızmak, istihbarat faaliyetleri yürütmek, algı operasyonları yapmak ve yönetime alternatif bir yapı kurmak amacıyla şekillendirilmiştir. Cemiyet; yalan haber, toplumsal kışkırtma, darbe organizasyonu, siyasi cinayet, rüşvet ve tehdit gibi birçok yöntemle Osmanlı Devletine nüfuz etmiştir.

Oysa Allah Resulü Arap yarımadasını tevhid inancının merkezi hâline getirmeye çalıştığı gibi Müslüman olmayan gayrimüslimleri bu topraklardan çıkararak uzun vadeli ve derin bir güvenlik tedbiri de almış oluyordu. Bu güvenlik tedbiri İslam toplumunu ve ümmeti içine almaktadır.

“O, kendi hevasından konuşmaz. O’nun söyledikleri vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.”(Necm, 53/3-4)

İttihat ve Terakki’nin Yıkıcı Faaliyetleri

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Devleti’nin en kritik kurumlarını hedef alarak adım adım kontrolü ele geçirmiştir. Saray, ordu, bürokrasi, ticaret ve eğitim gibi alanlarda kadrolaşmaya başlayan örgüt, İslam’ı tahrif etmek amacıyla da bidat fırkalarını desteklemiştir. Bu cemiyetin mensupları bazen açık düşmanlık sergilemiş, bazen de “Biz de Müslümanız” diyerek takiyye yolunu tercih etmiştir. Cemiyet üyeleri, kimi zaman adam satın alarak, kimi zaman tehdit ve siyasi cinayetler ile devlet kademelerini ele geçirmiştir.

1909 yılında Selanik’ten gönderilen Hareket Ordusu aracılığıyla II. Abdülhamid’e darbe yapılmış; İstanbul, Anadolu ve Selanik’teki gayrimüslim çeteler bu darbenin destekçileri arasında yer almıştır. Bu darbenin ardından Osmanlı Devleti, fiilen İttihatçı çetenin denetimine geçmiştir.

Osmanlıyı Yıkanlar: İçeriden İhanet, Dışarıdan Saldırı

Osmanlı Devleti İttihat ve Terakki mensubu Yahudi, Hristiyan, Rum, Ermeni ve kâfir Türklerden oluşan bir kadro tarafından yönetilmeye başlandı. Bu kadro, Osmanlı Devletini kasten birçok savaşın içerisine sokmuş, böylece hem cephelerde hem de anlaşma masalarında Osmanlı devleti ihanete uğramıştır. İşgalci emperyalist devletler dışarıdan saldırırken, içeriden de haçlı ürünü ihanet şebekeleri devleti bitirmeye çalıştılar. İttihatçılar ordudaki ve bürokrasideki uyuyan hücreleri harekete geçirerek devleti tamamen kontrol etmeye başladılar. 1909 yılında yapılan bu darbe ile Osmanlı yönetimini ele geçiren İttihatçılar, 600 yıllık bir imparatorluğu 8-9 yıl gibi kısa bir zaman içinde yıkmayı başardılar.

Müslüman halkın büyük bir kesimi ise bu süreçte gaflet, cehalet ve siyasal bilinçsizlik içinde hareket etmiş; dost ile düşmanı ayırt edememiştir. Bu da Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran bir diğer etken olmuştur.

Tarihten İbret Almak ve Sünneti Rehber Edinmek

Osmanlı Devleti, İslam ümmetine asırlarca sancaktarlık yapmış, birçok bakımdan büyük hizmetlerde bulunmuş bir medeniyet mirasına sahiptir. Ancak son dönemlerinde yapılan stratejik hatalar, özellikle gayrimüslim unsurların devlet merkezine yerleştirilmesi ve içerden gelen ihanetleri önleyememesi, bu büyük devletin çöküşüne neden olmuştur.

Müslümanların bugünkü sorumluluğu, geçmişi kör bir yüceltmeyle değil, ibretle ve bilinçle okumaktır. Resulullah’ın vasiyetine muhalefet etmek, sadece siyasi değil, aynı zamanda itikadi bir sapmaya da yol açar. Kurtuluş; vahye, Resulullah’ın sünnetine ve ümmetin tarihsel tecrübesinden çıkarılacak derslere sadakatle mümkündür.

Askerî Cephelerde Yaşanan İhanetler

İttihat ve Terakki yönetimi döneminde Osmanlı ordusu birçok cephede ağır kayıplar vererek yenilgiye uğramıştır. Bu kayıpların bir kısmı doğrudan savaş koşullarıyla açıklanabilse de büyük bölümü yönetim hataları ve ihanet olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı ordusu, Filistin, Libya, Balkanlar, Kafkaslar ve Çanakkale cephelerinde yenilgiye uğratıldı.

Sarıkamış Faciası: 1914-1915 kışında Enver Paşa’nın önderliğinde yapılan ve sonuçları itibariyle bir felakete dönüşen Sarıkamış Harekâtı’nda yaklaşık 70 bin asker donarak hayatını kaybetmiştir.

Filistin Cephesi: 1917 yılında 65 bin Osmanlı askeri İngilizlere esir verilmiştir. Bu yenilgiden sonra bölgede İsrail devletinin fiili olarak kuruluş çalışmaları hız kazandı. Savaşın ardından bu cephede görevli bazı hain komutanlar ‘kahraman’ olarak takdim edilmiştir.

Balkan Savaşları: 1912-13 yıllarında yaşanan bu savaşlar, Osmanlı’nın Avrupa’daki son topraklarının kaybıyla sonuçlanmış, yaklaşık 2 milyon Müslüman katledilmiş, bir o kadar Müslüman ise sürgün edilmiştir.

Çanakkale Cephesi: Çanakkale Savaşı kamuoyuna bir “destan” olarak sunulmuşsa da, bu cephede verilen yaklaşık 250 bin kayıp, Osmanlı Devleti’nin yetişmiş insan gücünün önemli bir kısmının yitirilmesine yol açmıştır. Özellikle eğitimli ve genç kuşağın büyük ölçüde bu cephede kaybedilmesi, sonraki yıllarda telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurmuştur. Bu savaşta 57. Alay’ın tamamına yakını şehit düşerken, İttihatçı komutanlarının sağ olarak cepheden ayrılması dikkat çekicidir.

Çanakkale’de yaşanan bu ağır kayıplara ve kahramanlık öykülerine rağmen, savaş sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi ile İngilizler, fiilî bir çatışmaya girmeksizin İstanbul’u işgal etmişlerdir. Bu stratejik başarısızlık, kamuoyunda “Çanakkale geçilmez” yalanıyla örtülmüş; tarihi gerçeklikler, millî anlatılar içinde sembolik zaferlerle gölgelenmiştir. 1918 yılında başlayan İngiliz işgali, 1923 yılına kadar beş yıl boyunca sürmüş; bu süreçte İstanbul, fiilen İngiliz kontrolünde kalmıştır.

İttihat ve Terakki Yönetimi, Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşı’na sokarak yıkıma giden süreci başlatmıştır. 1914-1918 yılları arasında Osmanlı coğrafyası adeta parçalanmış, savaş sonrası yapılan antlaşmalarla Müslüman topraklar işgalci devletlere terk edilmiştir: 1918-1923 arası İstanbul İngilizlerce işgal edilmiş, bu işgale karşı hiçbir direniş gösterilmemesi, yaşanan teslimiyetin boyutunu ortaya koymaktadır.

İttihat ve Terakki Yönetimi, Mudanya Ateşkes Antlaşması, Sevr Antlaşması ve Lozan Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ni masada batılı devletlere adeta teslim etmiştir.

Filistin İngilizlere, Suriye Fransızlara, Libya İtalyanlara, Kafkaslar Ruslara, Balkanlar Sırplar ve Bulgarlara ve Anadolu da Yunanlılara teslim edilmiştir.

Darbe ile iktidara gelen İttihat ve Terakki ihanet örgütü, emperyalist devletler ile iş birliği yaparak Osmanlı Devleti’ni yıkmayı başardı. Bu ihanet örgütü, Türkiye’nin 4-5 katı büyüklüğündeki Osmanlı Devleti’ni 8-9 yıl gibi kısa bir zaman içinde emperyalist devletlere teslim etti. Osmanlı Devleti’ni yıkan haçlı İttihat ve Terakki ihanet örgütünün görevi sona erdi, tabelası indirildi. Örgütün yeni ismi Heykel Partisi olarak değiştirildi.

Siyasi Kamuflaj: Dindar Görünerek İktidara Yürümek

Heykel Partisi mensupları Anadolu’da iktidarı ele geçirene kadar Müslümanlık tasladılar ve kahramanlık rolü oynadılar. İslam deyip şeriatı övdüler, ümmet deyip hilafete sarıldılar, cihad deyip asker topladılar, camilerde hutbe okudular, Kur’an ile meclis açtılar, hocalarla dualar ettiler, vatan deyip milli marş yazdırdılar, önder şahsiyetleri vekil yaptılar. Diğer taraftan sessiz ve sinsi bir şekilde muhaliflerini susturdular, tehdit ettiler, siyasi cinayet işlediler, sürgün ettiler ve işleri bitince vekillikten azlettiler. Onların yaptığını işgalci kâfirler bile yapamamıştır. Çünkü onlar vücuda sirayet eden mikrop gibidirler, görünmezler. Çünkü onlar bukalemun gibidir bulunduğu ortama göre renk değiştirirler.

Bu örgüt mensupları işgal altındaki Anadolu topraklarında kendi kontrolleri dışında bağımsız İslami bir devlet kurulmasını engellemek için çalıştılar. Eğer bir devlet kurulacaksa da; kendi kontrollerinde ve batıya bağımlı bir devlet olsun diye kendi adamlarını Anadolu’ya göndermeye, görevlendirmeye ve atamaya başladılar.

İktidar Olunca Maskelerini İndirdiler

Heykel Partisi Mensupları, Anadolu’da iktidarı ele geçirince İslam’a ve Müslümanlara karşı gizledikleri kini kusmaya başladılar. “Allah işimize karışamaz” deyip laikliği getirdiler. Kıyafet devrimi deyip ahlaksızlığı yaydılar. İçkiyi, kumarı ve zinayı yayıp çağdaşlık dediler. Yahudi şapkası takmayanı astılar. Hainleri kahraman diye pazarladılar, kahramanların ise kimini sürdüler, kimini hapsettiler, kimini ise astılar. Şeriatın kelimesine bile tahammül etmediler. Ümmeti yıkmak için hilafeti kaldırdılar. Orduyu kirli emelleri için kullandılar. Ezanları susturup camileri ahıra çevirdiler. Kuran’ı yasaklayıp alfabeyi değiştirdiler. Papazları Diyanet reisi yapıp, hocaları astılar. Laikliği getirip vatanı kirlettiler. Putperest ayinler yapıp çağdaşlık dediler. Önder şahsiyetleri asıp hain dediler. Hakikatleri gizleyip yalan söyleyen bir tarih yazdılar. El hâsılı, o heykelperest haçlı örgüt kinini ve küfrünü kusmaya devam ediyor…

Gayrimüslim Kadrolar ve Kimlik Değişimi

Tek parti diktatörlüğü döneminde Türkiye nüfusu yaklaşık 13 milyon civarındaydı. Bu dönemde bir milyonun üzerinde gayrimüslim yurt dışından getirilerek Türk vatandaşlığına geçirildi. Böylece Türkiye’deki gayrimüslim nüfusun oranı yükseltildi. Türkiye vatandaşlığına alınan bu insanlar Yahudi, Hristiyan, Rum ve Ermeni olmasına rağmen bunlara Türk ismi verildi ve kimliklerine “Dini İslam” diye yazıldı. Müslüman olmayan bu insanlara neden Türk ismi verildi ve neden kimliklerine İslam yazıldı?

Çünkü bu insanlar bu coğrafyada sıradan bir vatandaş gibi yaşamayacaktı. Bu insanlar halkı müslüman olan bu coğrafyada yeni kurulan bir devleti yönetecekti. Bu devletin yönetimi kimliğini gizleyen gayrimüslimlerin elinde olacaktı. İslam’a sıkı bir şekilde bağlı olan bir milleti yönetmek ve yoldan saptırmak için onlardanmış gibi görünmeleri gerekiyordu. Yoksa yönetim zafiyeti olurdu toplum onları kabullenmezdi. Bu sebepten gayrimüslim ve İslam düşmanı olan bu insanlara sadece vatandaşlık verilmedi. Yeni kurulan devletin yönetim kadroları, eğitim kadroları, ordu komutanlıkları, hatta diyanet işleri başkanlığı bile müslüman rolü oynayan İslam düşmanı bu gayrimüslim kâfirlere teslim edildi.

Tek parti döneminde oluşturulan resmî tarih söylemi, sadece hadiseleri yorumlamakla kalmamış, hakikati tahrif ederek yeni bir kimlik inşa etmeye çalışmıştır. Bu tarih anlayışı, hainleri kahraman, kahramanları hain ilan etmiştir. İslam’ın ruhunu yok sayılmış, yerine batı merkezli ve materyalist bir kimlik dayatılmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek’in şu sözleri bu süreci veciz bir şekilde açıklar: “Halk Partisi bir parti değil, Türk’e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir.”

Bu bağlamda Halk Partisi, İttihat ve Terakki’nin modern devamı olarak değerlendirilmiş; her iki yapının da ideolojik kökleri ve kadro yapıları dikkat çekici biçimde aynıdır.

Aşırı Derecede Sevgi ve Hoş Görü Yıkım Getirdi

Osmanlı’nın son dönemlerinde yaygınlık kazanan bazı tasavvufî anlayışlar, hoşgörü ve merhameti ifrat boyutuna taşıyarak ümmetin ferasetini zayıflatmıştır. Dinî bağlamından koparılan ve Kur’ani ölçüye dayanmayan bir merhamet telakkisi, hak ile bâtıl arasındaki farkı belirsizleştirmiştir. Bu anlayışın sonucu olarak İslam ümmeti, düşmanlarını dost bellemiş, Resûlullah’ın (s.a.v.) savaş, cihad, sürgün ve had cezaları gibi hükümlerini uygulamaktan çekinmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gayrimüslim unsurların Arabistan yarımadasından çıkarılmasını bizzat emretmiş ve bu siyaseti uygulamıştır. Ancak Osmanlı Devleti, başkent İstanbul başta olmak üzere gayrimüslim unsurları devletin merkezine yerleştirmiştir. Şu yaşanan tarihi olaylar peygamberin gayr-i müslimleri Arabistan topraklarından göndermekle ne kadar doğru bir iş yaptığını bize gösteriyor. Osmanlı Devleti’nin ise başkent İstanbul’u ve etrafını gayrimüslimlerden temizlemediği için ne kadar yanlış bir iş yaptığını bize gösteriyor. Bu ümmet bunun sıkıntısını iki asırdır yaşıyor. Bu ifrat boyutundaki hoşgörünün bedeli, bir İmparatorluğun yıkılışı, hilafetin kaldırılması ve İslami siyasetin tasfiyesi olmuştur.

Kâfir Milletler Savaşıyor, Sürgün Ediyor Ya Müslümanlar?

Bir milletin bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya gönderilmesi başka bir ifadeyle sürgün edilmesi; müslüman olmayan milletlerin çok daha fazla yaptığı bir şeydir. İnsanlık tarihine baktığınız zaman bir kısım milletlerin sürekli başka coğrafyalara sürgün edildiğini görürsünüz.

Türkler, Moğolların sürgün etmesi sebebiyle Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya göç etmiştir.

Rusya, birçok müslüman toplumu farklı coğrafyalara sürgün etmiştir. Örneğin; bir kısım Türkleri kuzey kutbunda bulunan Yakutistan’a sürgün etmiştir.

Yakın tarihte Arakan’da Müslümanlar kendi yurtlarında soykırıma tabi tutuldu, kalanlar ise başka ülkelere sürgün edildi.

ABD’nin işgali sebebiyle Afganistan ve Irak’ta milyonlarca müslüman öldürüldü ve sürgün edildi.

İngilizlerin ve Yahudilerin Filistin topraklarını işgal etmeleri sebebiyle milyonlarca Filistinli başta Ürdün olmak üzere değişik coğrafyalara sürgün edildi.

Esad rejimi, İran’ı ve Rusya’yı arkasına alıp Suriye’de milyonlarca Müslümanı katletti ve bir o kadarı da sürgün edildi.

Bu örnekler, sürgünün tarih boyunca bir “zulüm” vasıtası olabildiği gibi, aynı zamanda bir “emniyet” veya “stratejik tedbir” aracı da olabileceğini göstermektedir. Nitekim Resûlullah’ın uygulamaları, ümmetin geleceğini muhafaza etmek için bu yöntemin meşru sınırlar dâhilinde kullanılabileceğini göstermiştir.

Tarihini bilmeyen, dostunu ve düşmanını tanımayan bir millet; aldatılmaya, sömürülmeye ve sonunda yıkılmaya mahkûmdur.

Allah Resulü’nün; Şerleri Müslümanlara dokunmasın diye Mekke’den, Medine’den ve Arabistan’dan uzaklaştırdığı Yahudiler, Osmanlı’yı yıkıp ve Anadolu’yu esir aldılar.

Allah Resulü’nün gayrimüslimlerin sürgün edilmesini emreden hadislerini görmezden gelen, kendince daha hoşgörülü, daha merhametli ve daha iyi Müslümanlık taslayan bir milletin başına gelenleri kısaca anlatmaya çalıştık. Osmanlı Devleti kendi bekası için keşke Peygamber’in bu icraatını örnek alsaydı. Hilafetin başkentindeki ve devletin merkezindeki başta Yahudiler olmak üzere bütün kâfirleri başka coğrafyalara göndermeyi keşke akıl etseydi.

Demek ki; Resûlullah Yahudileri, Hristiyanları ve Müşrikleri Arabistan topraklarından, İslam devletinin başkentinden sürmekle, gelecekte ortaya çıkacak büyük fitneleri, ihanetleri ve darbeleri engellemiş.

Demek ki; Resulullah’tan daha hoşgörülü olmaya kalkarsanız; ya mazlumlara zulmedersiniz ya da gelecekte birçok fitneye kapı açmış olursunuz.

Demek ki; Resulullah’tan daha iyi müslüman olmaya kalkarsanız ifrat veya tefrite düşüp yoldan saparsınız.

Demek ki; Resulullah’tan daha hoşgörülü daha iyi müslüman olunmuyormuş. Osmanlı Devleti merhamet ve hoşgörü konusunda Peygamber’e karşı yaptığı muhalefetin cezasını devletin yıkılışıyla görmüş oldu.

Vasat Ümmet Olmak: İfrat ve Tefritten Kaçınmak

Kur’an, ümmetin ifrat ve tefritten uzak, adalet merkezli ve tevhid eksenli bir yapıya sahip olması gerektiğini beyan ediyor:

“Ve işte böylece, sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahitlik edesiniz ve Peygamber de size şahit olsun.” (Bakara, 2/143)

Bu ayet, ümmetin sadece inançta değil, ahlakta, siyasette, merhamette ve mücadelede de dengeyi koruması gerektiğini ortaya koyuyor. Hoşgörüyü sınırsızlaştırmak nasıl bir sapma ise, merhameti Allah’ın hükümlerine muhalefet ettirecek bir duyguya dönüştürmek de benzer bir sapmadır.

İslam ümmetine düşen temel görevlerden biri, her meselede ölçülü davranmak ve ifrat ile tefritten uzak durmaktır. Hoşgörü ve merhamet gibi erdemler dahi sınır aşıldığında, inancı bozan bir araca dönüşebilir. Peygamberimiz (s.a.v.) bile “Ben Allah’ın kulu ve elçisiyim, beni yüceltmekte aşırıya kaçmayınız” (Buhârî, Enbiyâ, 48) demiştir.

Müslümanlar Peygamber’i övmede bile hadlerini aşmamalı ve dengeli olmalıdır. Önceki ümmetler Peygamberleri övme konusunda aşırı gidip haddi aştıkları için yoldan saptılar.

Resulullah s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı yücelttikleri (ve aşırı derecede övdükleri) gibi siz de beni yüceltmeyiniz (ve övmek de aşırı gitmeyiniz). Ben ancak Allah’ın kuluyum. (Benim için) Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.”

Bu din bize her konuda vasat olmayı emrediyor. Her türlü aşırılıklardan uzak, vahye dayalı, dengeli, ölçülü, uyumlu, âdil ve iyiliksever bir şahsiyet olmayı emrediyor. Allah-u Teâlâ, İslam ümmetine önemli sorumluluklar yüklemiştir. Daha hayırlı, daha adil, daha dengeli ve istikamet üzere olmak manasına gelen vasat ümmet olma özelliği de bu sorumlulukların en önemlilerindendir. Vasat olmanın zıttı; ifrat ve tefrit üzere olmaktır. İstenilen şeyden daha fazlasını yapmak ifrat, daha azını yapmak ise tefrittir. İfrat ve tefrit, makbul olmayan, dinimizin nazarında hoş karşılanmayan davranış biçimleridir. Makul olan ise itidal üzere olmaktır.

İslam’da olmayan birçok bidat ve hurafeyi İslam’ın hükümleri gibi gösterenler, İslam’da var olan birçok hükmü işlerine gelmediği için tahrif edenler ve İslam’da var olan birçok hükmü ise görmezden gelerek hasıraltı edenler İslam’a ihanet etmiş olurlar.

Müslümanlarda olması gereken hoşgörü ve merhamet anlayışını saptıranlarda aynı şekilde İslam’a ihanet etmiş olurlar. Çünkü bu insanlar İslam’ın emrettiği bir ahlakı, bir anlayışı ifsat ederek dini bozarlar ve Müslümanlara zarar verirler. Bu insanlar hoşgörü ve merhamet konusunda durmaları gereken yerde durmazlar aşırıya giderler. İşte Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının en önemli sebeplerinden biri hoşgörü ve merhamet anlayışının ifsat edilmesidir. İslam’ın öğrettiği hoşgörü ve merhamet anlayışını ifsat ederek aşırıya giden bir milletin başına gelenleri kısaca anlatmaya çalıştık.

Resûlullah’ın Yolundan Ayrılmanın Bedeli

Osmanlı Devleti, Resûlullah’ın sünnetinden ve stratejik öğretilerinden uzaklaştıkça felakete sürüklenmiştir. Bu uzaklaşmanın en belirgin sonucu ise hilafetin kaldırılması, ümmetin parçalanması ve İslam’ın kamu otoritesinden çıkarılması olmuştur.

Bugün ümmetin yeniden dirilmesi, ancak ve ancak Resûlullah’ın öğretilerine sadakatle mümkündür. Vasat ümmet olma bilinciyle, tarihten ders alarak, ihanet şebekelerini tanıyarak ve hakikati eğip bükmeden savunarak mücadeleye devam edilmelidir.

 

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

 

[1] Müslim b. Haccac el-Kuşeyri, el-Camiu’s Sahih, Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’l- Arabi, ts., Cihad, 63, III/1388; Ebu Davud, Süleyman b. El-Eşas es-Sicistani, es-Sünen, (I-V), Humus: 1971, Harac, 28, III/424; Tirmizi, Muhammed b. İsa, es-Sünen, Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, ts., Siyer, 43, IV/156

 

[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/222; Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s Sahih, Daru İbn Kesir, Yemame, 1987, Cihad, III/1111,1155, Megazi, IV/1612 Müslim, el-Camiu’s Sahih, Vasiyye, 5, III/1258; Ebu Davud, esSünen, Harac, 28, III/423

[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/195,196, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. Fazl ed-Darimi, es-Sünen, Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabi, 1987, Siyer, II/233; Ebû Bekr b. Nebil Ahmed b. Amr b. Dahhak b. Ebû Asım, el-Âhad ve’l-Mesânî, Riyad: Dâru’r-Raye, 1991, I/184-185; Ebu Yala, Müsned-u Ebî Yala, II/177

[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/87; Ebû Bekr b. Nebil Ahmed b. Amr b. Dahhak b. Ebû Asım, es-Sünnetü li İbni Ebi Asım, (thk. Muhammed Nasıruddin Elbani), Mektebetu’l-İslamiyye, Beyrut: 1980, II/563

[5] Süleyman b. Ahmed b. Eyyub Ebu’l-Kasım et-(Taberânî, el-Mu’cemu’l- Kebir, (thk. Hamdi b. Abdulmecid es-Selefi), Medine: Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem, 1983, XXIII/265

[6] İbn Ebi Şeybe, Musannef, VI/468

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.