Pazar, 29 Cemaziyelevvel 1446
Gercek Ibni Teymiyye Yi Taniyoruz 1 Ibni Teymiyye Nin Hayati

Gerçek İbni Teymiyye’yi Tanıyoruz: 1) İbni Teymiyye’nin Hayatı

İBN TEYMİYE’NİN HAYATI

 

İBN TEYMİYE’NİN ATALARININ VATANI

Ibn Teymiye’nin Ailesi: 

DOĞUMU VE YERLEŞME MERKEZİ. 

Şam’da:

Normal Üstü Hafıza: 

EĞİTİMİ VE BİLGİDE YÜKSELİŞİ

İbn Teymiye’nin İlk Ders Okutmaya Başlaması:

Hacca Gidişi: 

Hz. Peygambere Küfür Edenin Cezalandırılması: 

İlk Karşı Çıkış: 

MOĞOLLARIN ŞAM’A YÖNELMELERİ.

Mısır Sultanının Yenilmesi  ve Şam’ın Durumu: 

İbn Teymiye’nin Gazan İle Görüşmesi:

Şam’da Moğolların Yaptıkları Densizlikler:

İçkiye Karşı Mücadele Açışı:

Bozuk İnançlı Dağlıların Te’dip Edilmesi: 

Moğolların Tekrar Gelişi ve İbn Teymiye’nin Cihad İlânı:

Mısır Yolculuğu:

Moğollarla Sonucu Getiren Savaş ve İbn Teymiye’nin Başarısı:

İnançsızlarla Bozgunculara Karşı  Cihad Etmesi:

Rufâîlerle Tartışma: 

İBNTEYMİYEYEKARŞI ÇIKMA.. 

Vahdet-i Vücûd İnancını Reddetmesi: 

İBN TEYMİYE MISIR’DA.. 

İbn Teymiye’nin Gözaltına Alınışı Ve Serbest Bırakıhşı: 

Kendi Ağzından; İhtilâfın Sebebi ve Görüşünü Açıklaması:

Hapishanede Islâh, Eğitim ve Tesirleri: 

İbn Teymiye’nin Ahlâk Üstünlüğü: 

Ders Vermesi:

İbn Teymiye’nin Annesine Mektubu:

Tekrar Hapsedilmesi:

Siyasî ve İdarî Değişme, İbn Teymiye’ye Baskı: 

Rükneddin Câşengîr’in Çöküşü: 

ibn Teymiye’nin Serbest Bırakılışı ve Muhteşem Ağırlanışı:

Mısır’da Yusuf (a.s.) Sünneti: 

Şam’a Dönüş: 

FIKHÎ KONULARA ÖZEL EĞİLİMİ. 

Uç Talâk Meselesi: 

Talâkla Yemin Edilmesi Meselesi ve Göz Altına Alınması: 

En Son Hapsedilişi: 

Din ve İlim Sahiplerinin Üzülüşü ve Buna Karşı Çıkışı: 

Hapishanedeki Çalışmaları: 

Kömürle Yazma: 

Son Günü ve Vefatı: 

Cenazenin Kaldırılışı ve Defnedilmesi: 

ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE’NİN İÇİNDE YAŞADĞI ZAMAN VE COĞRAFYAYA GENEL BAKIŞ

ŞERİATIN SAVUNUCUSU VE ÇOK YÖNLÜ BİR YENİLİKÇİYE İHTİYAÇ DUYULMASI

 

Dinî bilgiler yani ilahiyat ve akaid (inançlar) konusunda, felsefecilere, eski Yunan düşünce tarzına ve kelâmcılarm zahirî akılcılık şekline karşı bir tepki or-; taya doğmuştu ki, bunun öncülüğünü Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî çekmişti. Bu tepki ham ve basit akılcıhe ğa karşılık daha üstün bir akılcılığı ve daha olgun bir’ görüş ve düşünceyi ortaya koyuyor, yeni bir kelâm il-/ minin başladığını gösteriyordu ki, onun temeli duygu’ ve görüşün yükseklik ve temizliğine, kelâmcmm şahsî tecrübesine dayanıyordu.

Mevlânâ Çelâleddin, Allah’ın kendisine sezen bir kalp ve aşık bir karakter lütfettiği, döneminin derin bir bilgini idi. Felsefecilerin laf ebeliğinden, kelâmcılarm ifade oyunlarından içi daralmış ve çok usanmıştı. Ke­sin imana ve aşk sahibi birine rastlaması, riyâzat ve mücahede ile uğraşması onu öyle bir makam ve mevki-ye ulaştırdı ki, artık bu makamda o kelâm ilminin mü­cadele sistemini gerçekçilikten uzak, mantık ve söz söyleme yeteneğini fazla görmeye başladı. Bu makama ulaştıktan sonra o; dinî gerçekleri dilinde açıkladı. On­ları isbat için gerçeğe daha yakın vicdan ve tecrübeye dayalı bir yol tuttu.

Fakat felsefenin bu azgınlık ve aşırılığına, kelâm il­minin bu ölçüsüzlüğüne karşı bir tepki daha gerekli idi. Bu tepki, daha önce bildirilen tepkinin karşısında

daha az haklı değildi. Felsefe ve kelâmın konusu Al­lah’ın zâtı ve sıfatları ile ilgili meselelerdi. İslâm şeriatı, akaid konusunda insanları karanlık içinde bı­rakmadı. Aksine bu saha; bütün bir hayat, amel, ahlâk ve sağlam toplum düzeninin ve medeniyetin temelini oluşturduğundan o, bütün önceki dinlerden çok fazla Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatı hakkında öyle açık, herke­sin anlayacağı ölçüde ve kesin karar bildiren bilgiler verdi ki, bundan sonra artık bu konuda herhangi bir çabaya, didinmeye, baş ağrısına ve herhangi bir tahmi­ne gerek kalmadı.

Bu bilgi ve kesin inancın kaynağı, doğuş yeri sade­ce peygamberlerin getirip verdikleri bilgilerdir. Onlar ne söylemişse, ne kadar söylemişse o son ve kesin söz­dür. Çünkü onlar o ötelerin ötesindeki varlığın ve onun tahmin edilemez, zan ve kıyas edilemez benzersiz sıfat­larını bilen kişilerdir.

Felsefenin o konuda söz söyleme ve bir taraf olma hakkı yoktu. Çünkü o, bu ilmin ön ilkelerine bile sahip değildi. Felsefecilerde buna yetki de yoktu. Fakat felse­fe çizgisini aştı. Bu konuya sadece müdahelede bulun­makla kalmadı; onun meselelerinde ve detaylarında ancak bir kimyala boratuvarmda sonuçlandırılabilecek şekilde geniş, kesin ölçüler içinde fikirler beyan etti.

Felsefe karşısında dini korumak için kelâm ilmi or­taya çıktı, çıkması da gerekli idi. Fakat gitgide buna felsefe ruhu girdi ve o, dini bir felsefe haline geldi. Ko­nusu aynı konu oldu. Araştırma ve ispatlama metodu aynı metod oldu. Allah’ın zâtı ve sıfatlarının ve akıl üs­tü konuların akılla ispat edilebileceğini belirtmesi, ay­nı temel hatası oldu. Peygamberlerin yorum ve açıkla­malarına aynı güvensizlik devam etti. Sınırlı eksik ve yanlış anlama meydana getiren eski Yunan terimlerinin kullanılması yine sürdü.

Bunların sonucu olarak; konuların rahat anlaşıl­ması, sözün kısa olması yerine daha çok dolambaçlık ve sözlerin uzaması meydana geldi. Zât ve sıfatların son derece sade, etkili ve hoşa giden anlatımına karşı­lık -ki bunda gönüllerde iman meydana getirme, kafa­ları tatmin etme yetkisi vardı, Kitap ve sünnetin ifade­lerine dayanıyordu- uzun, dolambaçlı bir ilahiyat felse­fesi ve kalın bir “Şerh-i Akâid=İnanç esaslarının izahı” ortaya çıktı. Eski Yunan felsefesinin karşısında olması­na rağmen, kelâmın üzerine Yunan düşüncesinin çok büyük etkisi olmuştu.

Ortaya çıkan bu durumu, kitap ve sünnetin özü (ruhu) sürekli reddetti, protesto etti. İslâm ümmetinin büyük bir bölümü, bu felsefeciler tarzındaki açıklama­lar ve anlatımlara, kelâmcılar tarzında sözü başka mânaya çevirmelere karşı çıkagelmiştir.

Fakat Kitap ve sünnetin sağlam ve etkili biçimde anlatılıp gözler önüne konması için imanı güçlü, ilmi geniş, görüş ve anlayışı ince ve derin bir alime ihtiyaç vardı. Bu âlim; Kitap ve sünnetin yazıları ve zât ve sı­fatlar konusunda onların anlatışlarının, tabirlerinin tamamen yerinde ve yeterli olduğuna kesin inanan biri olmalıydı. Zekâsı ve derin bilgisi ile felsefenin özünü ve ruhunu tanımış olmalıydı. Eski Yunan filozoflarının sözlerini, düşüncelerini ve onların görüş tarzlarını, ilmî bir şekilde tenkid edebilmeliydi. Onların temel hatala­rını tanımalıydı. Kendi düşünce ve tefekkürü ile kelâm ilminin özüne ulaşmalıydı. İslâm fırkalarının, mezhep­lerinin çok ince görüş ayrılıklarını bilmeliydi. Kelâm il­minin bütün tarihini ve onun gelişmesini tanımalıydı.

Bütün bu bilgi ve tecrübelerle o âlimde Kitap ve sünnetin yazılı ifadelerine, ilk dönem İslâm âlimlerinin görüşüne son derece güven doğmalı; onu koruma, onu anlatma azmi, heyecanı onun içinde doğmuş olmalıydı. Akıl bakımından da o, Kitap ve sünnetin daha üstün olduğunu ispat etmek için gayretli olmalıydı. Sonra bu nazik ve muazzam iş için gerekli olan bütün yetkilere sahip olmalıydı. Zekâ, ispat gücü ve anlatım yeteneği­ne sahip olmalı; geniş görüşlü ve çok araştırıcı olma ko­nusunda da seçkin ve döneminin seviyesinin üstünde olmalı, her bakımdan bu hizmete yetenekli olmalıydı.

Diğer taraftan İslâm iç ve dış saldırıların hedefi ha­line gelmişti. Hristiyanlar arasında kendi dinlerinin gerçek olduğunu ispat etme ve İslâm’a karşı çıkmanın yeni bir dinamizmi doğmuştu. Haçlıların peş peşe hü­cumları; Suriye, Filistin ve Kıbrıs’ta Avrupa asıllı hris-tiyanlardan büyük sayıda bir topluluğun bulunması, onlar içinde müslümanlarla ilmî karşılaşma yapma, Hz. Muhammed (s.a)’in peygamberliğine itiraz etme ve kendi dinlerinin üstün olduğu konusunda kitaplar yaz­ma cesareti meydana getirmişti.

Bunlara cevap vermek için; hristiyanlık ve diğer dinleri derinden incelemiş, onları çok iyi bilen, semavi kitapları ve onların değiştirilmelerini, bozulmalarını tamamen kavrayan, dinlerin karşılaştırılmasını çok iyi bir şekilde beceren, İslâm’ın doğruluğunu ve üstünlü­ğünü güçlü, etkili, ilmî bir tarzda ispat edebilen, hik­met ve kuvvetle diğer dinlerin insanlarını İslâm’a çağı-rabilen bir bilgine, kelâmcıya ihtiyaç vardı.

Bu hıristiyan tartışmacılar ve yazarların saldırıla­rından daha tehlikeli olanı, meşhur bir “İslâm fırkası” olan Bâtınîliğin saldırısı idi. Bâtınîlik mezhebi ve onun öğretileri eski İran dini olan Mecusîlik inançlarına da­yanıyordu. Eflâtun düşüncelerinin ve tehlikeli siyasî amaçların tuhaf bir karışımı idi. Bu ve bunun değişik kolları (İsmâîlilik, Haşşâşîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik), müslümanlara karşı, müslüman olmayan güçlere ve dı­şardan gelen saldırganlara daima yardım etmişlerdir. Çok kere bunların teşviki ve oyunlarıyla İslâm ülkele­rine Haçlı saldırıları yapıldığı sırada bunlar Haçlılarla beraber olmuşlardı. Bunun sonucu olarak da Haçlılar Suriye’yi ele geçirince, Bâtınî fırkaların adamlarını kendilerine dost ve yardımcı kılmışlar, onlara bu yar­dımlarının karşılığını vermişlerdir. Bunlar, Zengî ve Eyyubî idaresi döneminde daima isyanlar çıkarmışlar, ihanetler hazırlamışlardır. Hicrî sekizinci yüzyılda Mo­ğollar Şam’a saldırdıklarında bunlar açıktan açığa Mo­ğolların tarafını tutmuşlar, müslümanlara çok ağır za­rarlar vermişlerdir. Bunun dışında onlar, müslümanlar arasında daima düşünce bozukluğu, dine güvensizlik, terör, dinsizlik ve dinden sapmayı yaymaya çalışmış­lar, müslümanların din kalesinde eşkıyalara casusluk yapma görevini yürütmüşlerdir.

Bütün bu hareketler bu fırkaya da ilim açısından ve davranış bakımından son bir darbe indirmeyi, yap­tıklarına bir son vermeyi gerektiriyordu. Bunların inançları ve gayeleri açığa çıkarılıp herkesin gözü önü­ne konularak müslümanların onları tanımalarına imkân sağlanmasını, İslâm düşmanı faaliyetlerinden dolayı onlara iyi bir ders verilmesini zorunlu kılıyordu.

Bu işi de ancak, bu fırkanın iç yüzünü, onun geçmi­şini, o andaki durumunu ve onun bütün kollarını ve bütün kollarının inançlarını, düşüncelerini tanıyan, bi­len biri yapabilirdi. İlmî açıdan onları reddedip tenkid etme gücüne sahip olan, göğsünde İslâm hamiyetinin heyecanını taşıyan ve bu İslâm düşmanlarına karşı ci-had etme coşkusu bulunan kişi bu görevi yapabilirdi.

Bütün bunların yanında, müslüman olmayanlarla karışmaktan, yabancı etkilerden, âlimlerin tembellik ve gafletinden dolayı halk arasında kâfirce inançlar ve davranışlar yaygınlaşmıştı. Tevhid inancına ve gerçek din üzerine perde örtülmüş, gittikçe unutulmaya doğru gidiyordu.

Evliya ve sâlih kullar hakkında, hristiyan ve yahudilerde olduğu gibi aşırılıklar ortaya çıkıyordu. Allah’la kul arasında aracılık ve velîlere yakınlaşma düşüncesi kökleşiyor ve Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği gibi; “Biz o putlara sadece onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor diye ibadet ediyoruz.” Cahiliye dönemi düşüncesi müs-lümanlar arasında gelişiyordu. Allah’tan başkasından yardım dilemeye ve “Allah’tan başkasından medet istemeye varıncaya kadar pek çok bozuk düşüncelere âlimler herhangi bir yanlış davranış gözü ile bakmıyor­lardı.

Peygamberlerin, velî ve salih kişilerin mezarları yanında Hz. Peygamber’in menettiği ve yapılmasından çok çekindiği şeylerin hepsi yapılmaya başlanmıştı. Müslümanlar, zimmîlerle müslüman olmayanların ge­lenek ve göreneklerini benimsemekte bir sakınca gör­müyorlardı. Böyle bir kâfirce cahiliyete (İslâm öncesi sapık davranışlara) karşı savaşmak, gerçek tevhid inancına bütün güç ve açıklıkla davet etmek için öyle bir mücahid âlime ihtiyaç vardı ki:

Bu âlimin aklı; tevhidle, şirkin farkını çok güzel anlamış olmalı, cahiliyetle ilgili olan herşeyi bütün gö­rüntüleri içinde ve perdeleri altında tanıyabilmeliydi. Tevhidin ne demek olduğunu sonra gelen âlimlerin ki­taplarından öğrenme, cahil müslümanların alışkanlık­larından ve devrin âdet ve göreneklerinden tanıma ye­rine, doğrudan Kitap, sünnet ve sahabe-i kiramın hare­ketlerinden anlamış olmalıydı. Sağlam inancı, doğru

itikadı açıkça söylemekte, yaymakta devletlerin karşı çıkmasına, dönemin insanlarının düşmanlığına, âlim­lerin değişik görüşlerine önem vermeyen biri olmalıydı.

Kitap, sünnetle birlikte dinin sağlam ve ilk kayna­ğını, ilk dönem asırların durumunu derinden bilen, tam tanıyan yetkili bir kimse olmalıydı. Yahudi ve hristiyanların gerçek inançtan ayrılmalarını, onların Tevrat ve İncil’i hangi tarihlerde nasıl değiştirdikleri­ni, cahiliyet toplumlarının duygu ve düşüncelerini çok iyi bilen kimse olmalıydı. Müslümanları; Kur’an-ı Ke-rim’in bildirdiği öğretilere, İslâm’ın ilk yüzyılının (baş­langıcının) inanç ve davranışlarına geri getirmeye, müslümanları sahabe-i kiramın ve tabiînin tutum ve davranışlarına göre hareket etmeye yöneltmek için durmadan çırpınan biri olmalıydı.

Tasavvuf ve tarîkatçiler içine, (çeşitli tarihî ve ilmî sebeplerden ötürü) eski Yunan ve Hind ilham (içe doğ­ma) felsefesinin etkileri girmişti. Bu etkiler, İslâm inanç ve düşünceleriyle öyle karışmışlardı ki, onları birbirinden ayırmak zorlaşmıştı. Yeni Eflâtunculuğun içe doğuş ve ilham anlayışı veya Hind yogizmi, ruhla­rın başka bir vücuda geçişi inancı, Vahdet-i Vücudcu-luk görüşü, zahir ve bâtın sınırlandırması, gizli bilim­ler, rumuz ve semboller, (sîne bilgileri fitnesi), ermiş ve gerçeğe ulaşmış kişilerden şer’î görevlerin düşmesi, bu kişilerin şer’î görevlerden hariç oldukları gibi düşünce ve inançların hepsi tarikat ve tasavvufçuların büyük bir bölümü arasında benimsenmişti.

Her ne kadar her devrin araştırmacıları, sağlam bilginleri; bu sapık inançları reddetmişler ve onlara karşı çıkmışlarsa da, tasavvuf ve tarikatçıların büyük bir bölümü onlar üzerinde hâlâ ısrarlıydılar.

Tarikat ve tasavvufun bazı bölümleri göz boyama ve sihirbazlık gibi dalavereci gösterilere kadar düşmüş­lerdi. 7. ve 8. hicrî yüzyılda Rufaîlik kolu bu konuda özellikle önde gidiyordu. Halk ve pek çok özel kesim bu mugalata (yamltma)ya av olmuşlardı.

Bu tehlikeyi önlemek ve şeriatı korumak için de güçlü iman sahibi ve cesur ıslahatçı, düzenleyici birine ihtiyaç vardı. Bu ıslahatçı; o tip insanların ihtişamın-dan, otoritesinden, azametinden ve onlara bağlananla­rın, peşinden gelenlerin çokluğundan ve gücünden korkmadan; açıkça, serbestçe onları tenkid etmeli, ha­talarının ve mugalatalarının üzerinden perdeyi kaldı­racak biri olmalıydı.

Eğitim ve bilim ortamında asırlardan beri öyle bir donukluk meydana gelmişti ki, kendi grubunun fıkıh çizgisinden kıl payı dışarı adım atmak suç kabul ediliyordu. Kur’an ve hadise o fıkıh mezheplerinin ve kendi gruplarının gözlükleriyle bakma alışkanlığı vardı. Mezı hep ayrıcalıklarında   Kur’an ve hadisi hakem yapma yerine, her ne şekilde olursa olsun kendi görüşlerine s Kur’an ve hadisi uygun düşürmeye, uydurmaya çalışıyorlardı.

Mezhepleri tercih etme kapısı da fiilen kapalıydı.

Zamanın ve şartların değişmesi ile birlikte pek çok yeni problemler ortaya çıkmıştı. Bunlar hakkında fetva ı vermek, onlara çözüm getirmek için İslâm’ın bütün fıkıh hazinesini tam   olarak   bilmek, Kitap ve sünneti 5 çok iyi öğrenmek, İslâm’ın ilk çağlarının uygulamaları­nı tanımak ve fıkıh usulü bilgisini tam manasıyla kavramak gerekiyordu. Ama bir süreden beri bilgi, bakış s: ve araştırma yetenekleri sınırlı olmaya başlamış, dü-> şünme güçleri erimeye doğru gitmişti. Eski fıkıh bilgi hazinesine bir şey eklemek imkânsız görülmeye başla-f mıştır. İslâm hukuku ve fıkıh bilgisi gelişmesini ve yükselme yeteneğini kaybetmişti. Bu yanlış durumu düzeltmek için ise öyle bir hadis, fıkıh ve usûl (metod) bilginine gerek vardı ki o; bütün İslâm kültürünü, İslâm ilim kaynaklarını öğrenmiş olmalı, Kur’an ve ha­disi; insanları hayrette bırakacak kadar ezberlemiş ol­malıydı. Hadisin türlerini, derecelerini ve onun topla­nıp yazıldığı eserleri, “bu kişinin bilmediği hadis asla hadis değildir” dedirtecek kadar bilmeli, müctehidlerin görüş ayrılıklarını ve onların görüşlerini ileri sürerken dayandıkları delilleri, kaynakları her an aklında tuta­cak kadar bilmeliydi. Kendi mezhebinin dışındaki mez­hepleri, görüşlerinin detaylarım, o mezhepleri öğreten ve onlarda fetva veren kişilerden daha çok bilmeliydi. Problemlere çözüm getirmek ve şahsî incelemeler yap­makla birlikte selef çizgisinde yer almış ve müctehid imamların mertebe ve değerini tanıyan biri olmalıydı. Dil bilgisinde otoriter, dil konusunda tenkitçi ve söz sa­hibi olmalı, Arap dilinin yapısını tanımalı, o konudaki bilginlerin rahatlıkla hatalarım bulacak ölçüde yetkili olmalıydı.

Hafızası ilk hadisçileri hatırlatacak kadar güçlü, zekâsı Allah’ın kudretinin bir alâmeti denecek kadar harika, bilgisi Allah’ın sonsuz bir vergisine işaret olma­lı; kişiliği İslâm ümmetinin büyük insan yetiştirmesi­ne, İslâm ağacının canlılığına, İslâm ilimlerinin güçlü­lüğüne, tazeliğine ve; “Benim ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu daha hayırlıdır bilinemez.” hadisini tasdik ettirici olmalıydı. Bununla birlikte ha­yatın hareket alanında yani yaşanan hayatta arslan gi­bi bir kahraman olmalı; hem kalem, hem de kılıç sahibi olmalı, dönemin sultanlarının önünde hak söz ne ise çekinmeden onu söyleme cesaretine sahip olmalıydı. Moğollar gibi kan dökücü, vahşi düşmanlar karşısında islâm askerlerine önderlik yapmaktan geri durmamalı; eğitim sıralarından, kütüphane köşelerinden, mescidle-rin sakin odalarından, tartışma toplantılarından tut, hapishanelerin ölüm hücrelerine ve savaş alanlarına varıncaya kadar aynı ölçüde koşan, kahramanca atılan ve her tarafta sevilen, kendisine değer verilen, önderli­ği kabul edilen bir kimse olmalıydı.

  1. yüzyıl için öyle bir yiğit insana ihtiyaç vardı ki o, hayatın her alanında bir mücahid olmalı, çalışmaları, ıslahat ve onarmaları herhangi bir bölümle sınırlı ol­mamalıydı.

işte bu kimse, İslâm dünyasında yeni bir ilim ve davranış hareketi meydana getiren, bıraktığı etkileri asırlar geçtikten sonra bile hâlâ devam eden Şeyhül­islâm İbn Teymiye’den başkası değildi. [1]

İBN TEYMİYE’NİN ZAMANI

 

İbn Teymiye’nin zamanı bir çok olaylar, fitneler ve belâlarla dolu bir dönemdir. Siyasî, ahlâkî, sosyal, ilmî ve dinî bakımdan bu dönem özel bir önem taşır. İbn Teymiye’nin ıslâh ve düzenleme çalışmalarını, onun ilim ve ıslâh yapısını anlamak için, içinde doğup büyü­düğü, içinde yenileme ve ıslah görevi yaptığı çevreyi in­celemek gerekir.

İbn Teymiye Bağdat’ın Moğollar tarafından yıkıl­masından beş sene sonra, Halep ve Şam’a girmelerin­den ise üç sene sonra doğdu. Bu bakımdan o, aklı başı­na geldiği zaman yani yaş bakımından düşünebilme ça­ğına ulaştığında, İslâm şehirlerinin yıkılıp mahvedil-mesi ve müslümanlarm katliam edilmelerinin tüyler ürperten hikayeleri, Moğolların dehşet saçan vahşice zulümleri her çocuğun dilinde konuşuluyor olmalıdır. Bu olayları gözleriyle görenler her yerde bulunuyor ol­malıdır.

O yedi yaşma geldiğinde, Irak’ın kuzeyinde Moğol­ların eline geçmiş olan Dicle ve Fırat arasında bulunan vatanı Harran’a Moğollar hücum etmişti. Pek çok sülâle ve aileler gibi onun ailesi de Moğolların zulmün­den, vahşice davranışlarından kurtulmak için Şam’a doğru yola çıktı. Yolların her yanı Moğolların dehşet iz­leriyle kaplıydı. Bu korku, dehşet, dağınıklık, güvensiz­lik ve düzensizlik; onun müthiş ve normal üstü hafıza­sından hiçbir zaman silinmedi.

Kendisinin de izlerini ve işaretlerini görmüş olacağı bu yıkımları, bu manzaraları, o acıklı korkunç olayları gözleriyle gören insanların ağzından uzun uzun dinle­miş olacaktır. Bu bakımdan tabii olarak onun hassas ve hamiyetli karakteri, müslümanlarm bu çaresizlikle­rinden ve perişan edilmelerinden çok etkilenmiş, dola­yısıyla o yağmacılara karşı içinde köklü bir nefret duy­muş olacaktır.

Bununla birlikte Ayn-ı Câlût denen yerde müslü­manlarm muhteşem zaferi onun doğumundan sadece üç sene Önce meydana gelmişti. Hatta Sultan Zahir Baybars’m zaferleri onun çocukluğu dönemindeki olay­lardır. O günlerde her tarafta bu zaferler konuşuluyor­du. Bu anlatılanlar ve zaferlerden dolayı yüreği serin­lemiş, maneviyatı güçlenmiş olmalı ve o zafer olayla­rından dolayı da kendine güven ve cesareti artmış ol­malıdır. [2]

Mısır’daki Memlüklü Sultanları:

 

İbn Teymiye’nin doğumundan 13 sene önceden beri Mısır ve Suriye’de Memlüklüler (Kölemenler haneda-nı)’in idaresi sürüyordu. Bunlar, Sultan Selahaddin Eyyübî sülâlesinin son sultanı Melik Salih Necmeddin (Ö. 647)’in Türk köleleriydiler. Sultan bunların feda­kâr, vefakâr ve cesaretli oluşlarını gördüğü için onları Mısır’da yerleştirmişti. Bunlar “Denizciler”[3] lakabıyla da ünlüdürler.

Bunların arasında bulunan İzzettin Aybek adında bir Türkmen, 647 hicri tarihinde Melik Salih’in yerine geçen Turan Şah’ı öldürerek devleti ele geçirdi. Melik el-Muiz adını aldı. H. 655’de o da öldürüldü. Yerine oğ­lu Nureddin Ali geçti. 657 yılında İzzettin Aybek’in, devletin en üst kademede yöneticisi olan kölesi Seyfed-din Kutuz devleti ele geçirdi. İşte bu Sultan, ilk defa Moğolları kesin yenilgiye uğratan kişidir. Bir sene son­ra (H. 648 de) Melik Salih Necmeddin Eyyub’un diğer bir kölesi Rükneddin Baybars Seyfeddin Kutuz’u öldü­rerek devlet idaresini kendi eline aldı. Melik Zahir lâkabını kendine unvan yaptı. 18 sene boyunca da son derece heybetli, azametli biçimde devleti idare etti. Mo-ğollara ve Haçlılara karşı arka arkaya zaferler kazan­dı.

İmam İbn Teymiye doğduğunda Mısır ve Suriye’de Zahir Baybars’m idaresi hüküm sürüyordu. Çocukluğu onun idaresi altında geçti. Baybars öldüğü sırada İbn Teymiye 15 yaşındaydı ve gençlik çağına girmişti. Me­lik Zahir, Sultan Selahaddin Eyyûbî’den sonra bütün ilgisiyle cihada yönelen ve İslâm düşmanlarını arka ar­kaya yenilgiye uğratan ilk güçlü müslüman sultandı. İbn Kesîr onun hakkında şöyle yazıyor:

“Baybars; uyanık, zeki, üstün cesaretli, kahraman bir sultandı. Düşmanlarını hiçbir an göz önünden uzak tutmaz, sürekli onlar karşısında düzenli ve hazır bir vaziyette bulunurdu. O, İslâm’ın dağınıklık dönemini ve müslümanlarm perişan halini düzeltti. Gerçek şu ki Allah Teâlâ onu, bu son zamanda İslâm’ı ve müslü-manları desteklemek, onlara yardım etmek için gön­dermişti. Avrupalı hıristiyanlar (Frenkler), Moğollar ve müşrikler nazarında o^ gözlerine batan bir diken gibi idi. İçkiyi yasakladı. Ahlâksızlığı ve suçu meslek edin­miş insanları ülke dışına çıkardı. Gözüne ilişen her dü-

zensizlik ve bozukluğu yok etmeden içi rahat etmezdi.”[4]

Zahir Baybars’m saltanatı çok düzenli, ülkesi çok genişti. Doğuda Fırat nehrine, güneyde Sudan’ın en alt bölgesine kadar ülkenin sınırları uzanmıştı. Mısır bu devletin merkezi, Kahire de başşehri idi. Sultan ve Abbasî[5] halifesinin Kahire’de oturmasından dolayı o dönemin İslâm dünyasının siyasî, ilmî ve medeniyet merkezi haline gelmişti. Baybars pek çok mektep, med­rese açtı. Uzaklardan gelen âlimler ve yetenekli kişiler Kahire’de toplandı.

Baybars; şahsî yeteneği, islâmî heyecanı ve cihad aşkı taşımasıyla birlikte, herşeye rağmen diktatör bir idareci idi. Bu yüzden onda diktatör padişahların ku­surları da görülmektedir. Onun mücahidce başarılarıy­la ve İslama hizmetlerle dolu parlak dönemi, ferdî ida­renin (monarşi) özellikleri olan baskı, inatçı ve keyfî tutum ve davranışlarla da lekelidir. Bunlar arsında acı bir olay, İmam Nevevî’ye[6] karşı takınılan tavırdır.

Baybars, 18 sene düzenli ve sağlam bir şekilde dev­leti idare ettikten sonra Mısır ve Suriye devlet idaresine kısa zamanda birçok sultan gelip geçti. 626 H. yılın­dan başlayarak (Baybars’m öldüğü yıl) 709 H. yılına kadar 33 senelik süre içinde Mısır devlet idaresine 9 sultanın geçmesinden bu husus anlaşılabilir.

Bu 33 senelik süre içinde Mısır, Suriye ve Hicaz İslâm idaresine bir tek güçlü, düzenli ve mücahid sul­tan nasib oldu. Onun da adı Melik Mansur Seyfeddin Kalavun’dur. O; H. 678 yılında Moğollara hücum etti ve onları şiddetle yendi. 185 seneden beri Haçlıların iş­galinde bulunan Trablus şehrini de fethedip kurtardı. H. 678’den H. 689 senesine kadar 12 sene boyunca bü­yük bir saltanat ve debdebe ile devleti idare etti.

Mansur Kalavun’dan sonra Mısır idaresi tekrar pa­dişahların ve padişahlar etrafında kümelenen zümre­nin oyuncağı haline geldi. Sonunda 709 yılında Mansur kalavun’un oğlu Melik Nasır Muhammed b. Kalavun, üçüncü kez devlet idaresini ele aldı. 32 sene süreyle devlete istikrar geldi. İşte bu Melik Nasır, İbn Teymi-ye’nin tam çağdaşıdır. İbn Teymiye’nin yenileme ve ıslâh çalışmalarının tarihi onun dönemine aittir. Bü­yük ölçüde o; Zahir Baybars’m yerini tutan, pek çok ni­telikleriyle onun bir benzeri olan ve meşhur babası Mansur Kalavun’u hatırlatan biriydi. Onun döneminde yeniden İslâm devletinde birlik ve güçlenme meydana geldi. O kendinden önceki meşhur önderi gibi Moğolla­ra karşı muhteşem zaferler elde etti. İslâm devletini tam olarak yerine oturttu.

Bütün bu süre içerisinde Irak, İran, Horasan Mo­ğolların idaresi altında kalmaya devam etti. O ana ka­dar Bağdat yeniden müslümanlarm eline geçmedi. Oranın (Moğol) idarecisi bizzat müslüman oluncaya dek öylece sürdü. Mısır’ın Abbasî halifesi bizzat ordu sönderdi. Sultan Zahir Bavbars tekrar tekrar oraya

hücum etmek istedi.Fakat başarılı olamadı. Memlüklü sultanlarının elinde ve idaresinde sadece Mısır, Sudan, Suriye ve Hicaz bulunuyordu. [7]

Devlet İdaresi:

 

Memlüklü sultanlarının resmî dini her ne kadar İslâm ise de; sultan ve devleti yönetenler İslâm’a sevgi ve saygı duyuyorlar, dinî hamiyet ve gayret taşıyorlar, kadılar, imamlar, şeyhülislâm ve dinî mevkîdekiler dü­zenli bir şekilde tayin ediliyorlar, temyiz mahkemesi bulunuyor ve kadı’mn kararları kesinlikle uygulanıyor, okullarda dinî eğitim serbestçe veriliyorsa da yine de devletin bütün idarî yetkilerinde gerçek söz sahibi olan sultan ve onun güvendiği vezirlerle devletin üst düzey yöneticileriydi. Onların kararı, onların gönlün­den geçen arzular ve dilekler devletin ana kanunuydu. İslâm kanunlarının uygulanma çizgisi, onların geniş çaplı devletlerinde herşeye rağmen sınırlıydı. Devlet düzeni aşağı yukarı askerî bir tarza sahipti. Ne bir ya­zılı anayasaları, ne belirli ve düzenli bir sistemleri var­dı, ne de bir danışma meclisleri bulunuyordu.

Zahir Baybars ve onun yerine geçen sultanlar; dev­letin kanunlarının, verilen kararların ve icraatların o devrin âlimleri tarafından desteklenmesini, doğru ol­duğunun tasdik edilmesini istiyorlardı. Olabildiğince de onların olurunu almayı, onlara danışmayı da ihmal etmiyorlardı. Eğer âlimler bir kanuna veya bir icraata şiddetle karşı çıkarlarsa onu da geriye alıyorlardı.

Zahir Baybars, Mısır ve Suriye’de toprak sahiplerinin arazilerini devlet hakkı olarak ellerinden almak istedi. İmam Nevevî buna şiddetle karşı çıktı[8] Baybars her ne kadar buna öfkelendi ve İmam Nevevî’nin de bu yüzden Suriye’yi terketmesi gerekti ise de toprakların eskiden olduğu gibi sahiplerinde kalmasında etkili ol­du. Baybars bunda bir değişiklik yapmadı.

Devlet düzeni babadan oğula miras olarak geçme esasına dayanıyor, herhangi bir islâmî temele ve pren­sibe dayanmıyordu. İslâm’ın özünün, onun sağlam ve âmir hükümlerinin; devlet başkanının şahsî yetkilerle donatılmış ve milletin ona güven duyması sağlanmış olmasını gerektirdiğinden dolayı değil, aksine Memlük-lüler sülâlesinin ve hanedanının temeli şahsî gayretle­re,- ferdî teşebbüs ve icraatlara dayandığı için bu idare­nin karakteri öyle bir düzeni ortaya koymuştu. Daha güçlü olan, daha cesur olan devlet idaresini kendi eline alıyordu. Eyyûbîler devletinin köleleri; şahsî gayretleri, çabaları ile efendilerinin saltanatını ele geçirdiler. Bu tutum sonuna kadar böyle devam etti. Onlardan her bi­ri kendi oğullarını yerlerine geçirmeye çalıştılarsa da köleleri içinde daha cesur, daha atak olanlar onları ite­rek kendileri devletin başına geçtiler. Taç ve tahtın güç ve yetkileri, bu ihtiras dolu insanlarda şansını deneme arzusu doğurdu. Bu arzuya ulaşmak için de çok kere kemend atma ve zor kullanma gerekiyordu. Bu sırada eğer Moğollar ya da Frenkler hücum ederse çok kere ancak o zaman bunlar birleşebiliyorlardı. [9]

Memleketin Sosyal ve Ahlâkî Durumu:

 

Türk ırkından olan bu idareci tabaka kendilerinde üstünlük duygusu taşıyordu. Her bakımdan genel halktan ayrıcalıklı yaşıyorlardı. Dilleri Türkçe idi. Sa­dece ibadet yaparlarken veya ilim adamlarıyla konu­şurlarken yahut halkla görüşürken, -bu çok az rastla­nan bir olaydı- Arapçayı kullanıyorlardı. Bunlardan bir kısmı Arapçayı ancak zaruri ihtiyaçlarım yerine getire­cek kadar biliyordu. Bununla birlikte âlimlere değer veriyorlar, salih kişileri, ulu maneviyat erbabını sevi­yorlar, mektepler, medreseler kuruyorlar ve mescidler inşa ediyorlardı. Makam ve mevkilere adam tayin ederken herhangi bir milleti veya belirli bir sınıfı ter­cih etmiyorlardı. Yine de devlet düzenini elinde tutan çok büyük makamlar ve askerî mevkiler tabii olarak Türk soyundan gelen komutanlara veriliyordu. Devlet idarecileri, yetkilileri ve çok büyük arazi sahipleri Türklerle Moğollardı. Onlar çiftçilerin, işçilerin eme­ğinden faydalanıyorlardı.

  1. 697 yılında Hüsamettin Lâçin, kendi idaresi dö­neminde arazileri çiftçilere faydalı olacak, onların du­rumunu düzeltecek ve tarım üretimini geliştirecek şe­kilde halka dağıtmaya çalıştı. Fakat devletin üst dere­cedeki idarecileri bu tutumu beğenmediler, ona karşı isyan ettiler.

Şehirlerde yaşayanların önemli bir bölümü Moğol-du. Seyfeddin Kutuz, Zahir Baybars ve Nasiruddin Ka-lavun’un Moğollarla yaptıkları savaşlarda sayısız Mo­ğol esir alınmıştı. Bunlaf Mısır ve Suriye’ye getirilip, bir süre tutuklu kaldıktan sonra oralara yerleştiler. Makrizî’nin anlattığına göre; Zahir Baybars zamanında Mısır ve Suriye bunlarla dolmuştu. Onların âdetleri, görenekleri ülkenin her tarafına yayılmıştı. Her ne ka­dar bunlar İslâmı kabul etmiş iseler de pek çok âdet ve an’anelerini devam ettiriyorlardı. Kendi millî özellikle­rini de sürdürüyorlardı. Yeni müslüman olmuş kimse-

lerin İslam’a herşeyleriyle ve tanı olarak, eksiksiz geç­tiklerine ve eski inanç ve düşüncelerini, kültür ve Özel­liklerini, eskiden gelen düşünce tarzlarını tamamen bı­rakarak, onlardan arınmış olduklarına tarihte çok az örnek bulunmaktadır.

Hz. Peygamber Efendimiz zamanında İslâm ve ca-hiliye çatışmasının tamamen yok olması, cahiliye döne­minin herşeyi ile yok olup İslâmın eksiksiz yaşanması Hz. Peygamberin bir mucizesi, yüce sahabelerin de bir özelliği idi. Bir bakıma onlar, İslâm’da yeniden doğ­muşlardı.

Böyle bir zamanda, toplumda islâmî eğitim ve öğre­tim düzeni eksiksiz uygulanmadığı sürece, İslâm top­lum düzeni içinde yeni müslüman olanların eritilmesi ve yeni baştan bir kalıba sokulma yeteneği olmadığı sürece Moğolların ve Türk ırkından olan yabancıların, İslâm inanç ve ibadetlerinin kalıbına girmesini ve eski âdet ve ahlâklarından bir anda sıynlacaklarını ummak doğru değildir. Nitekim bu Moğol ırkından yeni müslü­man olanların hayatı İslam ve cahiliye etkilerinin karı­şımı, bileşimi idi. Mısır’ın ünlü tarihçisi Makrizî şöyle yazıyor:

“Bu Moğollar, İslâm yurdunda düzene konmuşlar­dı. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i düzgün şekilde öğrendiler. İslâm’ın emir ve kanunlarını tanıdılar ama onların ha­yatı hak ve bâtılın birleştiği bir karmaşa idi. Onlar arasında iyi şeyler de vardı kötü şeyler de. Dinî mesele­ler; namaz, oruç, zekât, hac, vakıflar, yetimlere ait me­seleler, eşler arasındaki anlaşmazlıklar, borç alıp ve­renler arasındaki münakaşalar ve daha buna benzer şeyler baş kadıya havale ediliyor; fakat kendi şahsî iş­lerinde Cengiz Han geleneklerine bağlı kalıyorlar, (Mo­ğol kanunu) yasadan ayrılmıyorlardı. Kendileri için

mabeynci (hâcib) adında bir kişi tayin etmişlerdi. Gün­lük işleri hakkında o karar veriyor, güçlüyü düzen ve zapta sokuyor ve yasaya uygun olarak zayıfın hakkını alıyordu. Aynı şekilde Moğol tüccarlarının çok büyük çaptaki işleri hakkındaki kararı da yasaya (Moğol milli kanununa) göre veriyordu. Araziler ve toprak konusun­da anlaşmazlık olursa, onun da çözümü bu millî kanu­na göre oluyordu. “[10]

Bu Türk soyundan gelen yabancıların, bu yeni müslüman olan Moğolların âdet, ahlâk, töre, an’ane, kültür ve toplum yapılarının hatta inanç ve düşüncele­rinin eski Arap ve müslüman halk üzerinde etki yap­ması kaçınılmazdı. Nasıl Haçlı savaşlarında Avrupalı ile Asyalı birbirine karışmışsa aynı şekilde Moğol hü­cumlarının ve Moğolların galip ve mağlup hale gelme­lerinin sonucunda doğu ile batı birbirine karışıyor, bir­leşiyordu. Bu karışma, bu birleşme savaş alanındaki çatışma ile başladı. Fakat kültür, düşünce ve ahlâk ka­rışmasıyla son buldu. Her biri diğerini etkiledi, her biri diğerinin etkisini de benimsedi.

Bu karışma ve birleşme pek çok yeni problem orta­ya çıkardı. Yeni bir sosyal yaşayış ve yeni bir kültür meydana geldi. Bunun İslâm medeniyeti veya Arap toplum düzeni olduğunu söylemek zordur. Böyle bir du­rum; müslümanlann yaşayışındaki İslâm dışı etkileri, cahiliye töre ve alışkanlıkları görmeye gönlü razı olma­yan, baştan başa Kitap ve sünnete bağlı olup asırların en hayırlısı olan İslâm’ın ilk asrının çizgisinde yürüyen ve Kur’an-ı Kerim’deki: “İslâm’a tam ve eksiksiz olarak girin.” emrine uymak isteyen bir ıslahatçı ve öğreticiye büyük sorumluluklar yüklüyordu. [11]

İlmî Çalışmalar:

 

Bu yüzyılın ortasında Allâme Takiyyüddin Ebu Amr b. Salâh (577-643 H.), Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm (578-660 H.) ve İmam Muhyiddin Nevevî (631-676 H.) gibi ilim önderleri mevcuttu. Bu yüzyılın sonunda Şeyhülislâm Takiyyüddin îbn Dakîk ei-îd (625-702 H.) gibi hadisçi ve Allâme el-Bâcî (631-714 H.) gibi usulcü ve kelâmcı göze çarpmaktadır.

İbn Teymiye’nin çağdaşları arasında Allâme Cemâ-leddin Ebu’l-Haccâc el-Mizzî (654-742 H.), Hafız Ale-müddîn Berzâlî (665-739 H.) ve Allâme Şemseddîn Ze-hebî (673-748 H.) gibi hadisçi ve tarihçiler vardı. Bun­lar kendi dönemlerinde hadis ve rivayet ilminin dört temel direği sayılırlardı. Daha sonra gelen bilginler bunların kitaplarını jegâne bilgi kaynağı kabul ederler.

Bunlardan başka Başkadı Kemaleddin b. Zemel-kânî (667-727 H.^Başkadı Celâleddin Kazvînî (ö. 739 H.), Başkadı Takiyyüddin Sübkî (683-756 H.) ve Allâ­me Ebû Hayyân en-Nahvî (654-745 H.) gibi sahaların­da en üstün noktaya ulaşmış üstadlar ve çok yetenekli bilginler vardı. Onların dersine bütün insanlar gelirdi. Derin bilgilerinin şöhreti de her tarafı tutmuştu.

İlmin yayılışı gelişmekte idi. Mısır ve Suriye’de Eyyubîlerin, Memlüklülerin kurduğu kocaman okullar ve hadis yuvaları vardı. Oralarda dünyanın her tara­fından gelmiş kimseler dinî ilimleri ve akıl ilimlerim öğreniyorlardı. Okulların yanında, onlardan ayrı ola­rak geniş ve büyük kütüphaneler bulunuyordu. Bunla­rın içinde her ilim ve fennin eşine az rastlanır kitapları ve ilim hazineleri korunuyordu. Bunlardan her ilim meraklısı faydalanabilirdi. Sadece Kâmiliyye medrese­sinde -ki onu Kâmil Muhammed Eyyûbî 621 Hicrî yılında kurmuştu- bulunan kütüphanede 100.000 kitap bulunuyordu.

Yine bu yüzyıl içinde çok önemli bazı kitaplar yazıl­dı. Bu kitapları daha sonraki bilginler başvurulan kay- , nak birer eser kabul ettiler. Meselâ, Allâme Takıyyud- : din b. Salâh’ın Mukaddimesi, Şeyh İzzeddin b. Abdüs-selâm’m   Kavâid  el-Kübrâ’sı}   İmam   Nevevî’nin Şerhu’l-Mühezzeb Mecmuası ve  Müslim Şerhi,   İbn Dakîk el-Id’in Kitâb el-İmâm’ı ve İhkâm el-Ahkâm Şerhu Umdetu’l-Ahkâm’ı ve Ebu’l-Haccâc el-Mizzî’nin Tehzîb el-Kemâl’i  ile  Allâme  Zehebl’nin  Mizânu’l-î’tidâl’i ve Tariku’l-İslâm’ı gibi kitaplar sayılabilir.

Fakat birkaç kişiyi ve ilmî çalışmaları çıkarırsak, bu yüzyılın ilim elde etme ve kitap telif etme işinde ge­nişlik vardı, derinlik azdı. İnceleme, derin konulara dalma ve düşünme yerine nakil ve başka eserlerden alıntı yapma merakı daha çoktu. Fıkıh mezhepleri, kendilerinde ilerleme olmayan demirden bir kalıp hali­ne gelmişlerdi. Dört mezhebin hak olduğu kabul edil­mekle birlikte uygulamada her mezhebin taraftarları, hakkı kendi mezhebi içinde sınırlı görüyorlardı. Çok tedbirli konuşanlar da şöyle diyordu: “Bizim imamızın içtihadları tamamen doğrudur, bunların içinde yanlış bulunma ihtimali vardır. Diğer imamların içtihadları ise yanlıştır. Onların içtihadları içinde bazılarının doğ­ru olma ihtimali vardır.”

Her mezhep mensubu kendi fıkıh mezhebini, bütün fıkıh mezheplerinden daha üstün ve Allah tarafından destekli en üstün mezheb kabul ediyordu. Bütün zekâ­larını, yazma ve anlatma yeteneklerini o mezhebin üs­tün olduğunu, daha değerli olduğunu ispat etmekte harcıyorlardı.

Mezheb mensuplarının kendi mezheplerine hangi bakışla baktıklarını ve mezhep mensuplarında hâkim olan zihniyeti şu olaydan ölçebilirsiniz: Sultan Zahir Baybars daha önceki uygulamanın tersine Şafiî mezhe­bindeki başkadıdan başka diğer üç mezhepten de teker teker başkadı tayin edince Şafiî fıkıh bilginleri bunu şiddetle eleştirdiler ve bu karara nefret gözüyle baktı­lar. Onlar Mısır’ı Şafiî mezhebinde bir başkadımn ida­resi altında görmeyi istediklerinden böyle düşünüyor­lar ve zannediyorlardı ki, eskiden beri gelen İslâm kül­türünün merkezi ve İmam Şafiî’nin defnedildiği yer ol­ması bakımından Mısır üzerinde Şafiî mezhebinin hak­kı vardır; Mısır’da sadece Şafiî mezhebi bulunmalıdır. Baybars’m saltanatı son bulup onun sülâlesinden dev­let idaresi alınınca bazı Şâfiîler bunu Baybars’ın diğer mezheplerden de başkadı tayin etme hareketinin ceza­sı ve ilâhî intikamı kabul etmişlerdi[12]

Bu fıkıh gruplaşması ve mezhep zümreciliğiyle bir­likte kelâmla ilgili meselelerdeki aşırılık da son nokta­sına ulaşmıştı. Dört mezhebe bağlı olanlar birbirini ka­bul ediyor ve birbirine talebe hoca bile oluyorlardı. Ara­larında buluşma kaynaşma da vardı. Birbirine sevgi saygı da gösteriyorlardı. Fakat kelâm konularında Eş’arîlerle Hanbelîlerin birleşmesi hemen hemen im­kânsızdı. Mezhepler arasındaki tartışma ancak öncelik ve üstünlükteydi. Ama Hanbelî, Eş’arî tartışması birbi­rini İslâm dışı kabul etme noktasındaydı. Biri diğerinin küfür ve sapıklığında ısrar ediyordu. İnanç tartışmala­rı ve kelâm konularındaki araştırmalar, bütün tartış­maların ve incelemelerin üzerine çıkmıştı. Bu merak her ilgi ve meraka üstün gelmişti. Devlet idarecileri bundan zevk alıyordu. Özel kesim ve halk tabakası, herkes bu merakın sarhoşu olmuştu.

Diğer taraftan tasavvuf da zirvede idi. Ona da pek çok İslâm dışı düşünce ve unsurlar girmişti.Pek çok zanaatkar, cahil, araştırıp inceleme yapmayan bid’atçı kimseler bu zümre içine girerek halk ve özel kesimin sapıtmasına, doğru yoldan ayrılmasına, şirk ve bid’at-ların her tarafı sarmasına sebep oluyorlardı.

Felsefecilerin bir bölümü de dinden ve peygamber­lerin öğrettiklerinden uzaklaşarak kendi öğrettiklerini yaymakta, bazan açık, bazan gizli olarak durmadan ça­lışıyorlardı. Bir başka felsefeciler grubu; felsefeyi temel ve ölçü kabul ederek dinleri onun emrine vermeye ve ona bağlı kılmaya çalışıyorlar di. Akılla nakli birbirine uygun düşürmeye çabalıyorlardı. Felsefecilerin iki gru­bu da Aristo ve Eflatun’un donmuş taklitçisi ve onların düşünce ve kavramlarının mukaddes olduğuna, onların bilgilerinin doğru ve üstün olduğuna bir bakıma onla­rın insanüstü varlıklar olduklarına tamamen inanmış­lardı. Hiçbir şeyde onların görüşlerinin, incelemeleri­nin yanlışlığını kabul etmeye, onlardan ayrılmaya ha­zır değillerdi.

İşte İbn Teymiye’nin, içinde gözünü açıp kendine geldiği, yenileme ve ıslâh bayrağını dalgalandırdığı siyasî, içtimaî, ahlâkî, ilmî ve zihnî çevre buydu. [13]

[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/19-28.

[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/29-30.

[3] Bunlar Nil nehri kıyısında oturdukları için “Denizciler” adıyla isimlendirildiler. Mısır’da hâlâ Nil nehrine rahatlıkla “deniz” tabiri kullanılır.

[4] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.276.

[5] Halife Musta’sım’ın şehit edilmesinden sonra üç sene süreyle müslümanlar halifesiz kaldılar. Tarihçiler, yeni seneleri ya­zarlarken şöyle ifade kullanmaktadırlar: “…Senesi girdi, müslümanlar hâlâ halifesiz” Sonunda Sultan Zahir Baybars, H. 659’de Abbasî hanedanından Mustansır Billah Ebu’I-Kâsım Ahmed b. Emîr el-Mü’minîn Zahir adında bir kişiye biat etti. Böylece Mısır halifelik merkezi oldu. Fakat bu hali­felik bir isimden ibaretti. Asılsöz sahibi ve hâkim olan sulta­nın kendisiydi.

[6] Bakınız Tabakât-i Şâfîiyye el-Kübrâ, İmam Nevevî’nin hal  tercümesi.

[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/30-34.

[8] Tabakat eş-Şafiyyetü’l-Kübra

[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/34-35.

[10] Hıtât-ıMısır.

[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/35-38.

[12] Tabakât eş-Şâfıiyyetü’1-Kübrâ.

[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/39-42.

İBN TEYMİYE’NİN ATALARININ VATANI

 

Dicle ve Fırat nehirlerinin arası iki bölüme ayrıl­maktadır:

1) Arap Irakı denilen ve Bağdat, Basra vs.’nin bu­lunduğu güney bölümü.

2) Eski Arap edebiyatında Diyarbakır,  Diyâr-ı Rabîa ve Diyâr-ı Mudar adlarıyla anılan kuzey bölümü.

Arap coğrafyacılar bu bölümü genellikle el-Cezîre adıyla anmaktadırlar. Bu bölümün kuzeyinde Ermeni-ye, güneyinde Irak Arabistanı, doğusunda Kürdistan, batısında da. küçük Asya ve Suriye çölü bulunmakta­dır. Bu bölgede Musul, Rakka (el-Beydâ), Nasîbeyn ve el-Rehâ (Odesap) [1]bulunmaktadır. el-Rehâ’nm güne­yinde aşağı yukarı 8 saatlik mesafede meşhur tarihî şehir Harran vardır. İbn Havkal’ın anlattığına göre bu­rası eski dönemden beri Sâbiîlerin (yıldıza tapanların) dinî ve ilmî merkezi olagelmiştir. Felsefe ve eski Yunan ilimlerinde buranın özel ayrıcalığı ve ünü vardır. İşte bu Harran, İbn Teymiye’nin atalarının vatanıdır. Ora­da onun sülâlesi asırlardan beri yaşamaktaydı. [2]

Ibn Teymiye’nin Ailesi:

 

İbn Teymiye’nin ailesi; önceden beri “Ibn Teymiye ailesi”[3] adı ile meşhur olan bir sülâleden gelmektey­di. Harran’ın dinî ve ilmî üstünlükleriyle meşhur olan bir ailesiydi. Tarihi bilindiğinden beri bu aile, Hanbelî inançlı ve Hanbelî mezhebine bağlı idi. Kendi bölgesin­de Hanbelî mezhebinin önderliğini yapma mevkiinde idi. Bu ailenin ilim sahibi insanları; her zaman ders okutma, fetva verme ve ilmi eserler yazma işiyle meş­gul olmuşlardı.

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin dedesi Ebu’l-Berekât Mecdüddin İbn Teymiye; Hanbelî mezhebinin önde ge­len âlimlerinden, imamlarından sayılır. Bazı ilim erba­bı onu mutlak müctehid diye anmışlardır. İnsan haya­tını inceleyen bilim dalının önde gelen âlimi Hafız Zehebî Kitâb en-Nübela sında böyle yazmaktadır. Mec­düddin İbn Teymiye H. 590 sıralarında doğmuştur. İlk önce amcası meşhur hatip ve vaiz Fahreddin İbn Tey-miye’den ilim öğrenmiş, sonra Harran ve Bağdat’ın ha­dis çilerinden, âlimlerinden ders almış ve bilgide üstün dereceye ulaşmış, fıkıhta uzmanlaşmıştır. Meşhur Zehebî şöyle diyor:

“O, fıkıh ilminde imamet “içtihad yapma” derecesi­ne ulaşmıştır.”

651 senesinin hac mevsiminde hacca giderken Bağdat’a ulaştığında zekâ ve ilmî üstünlüğünü gören âlimler, ona hayran kalmışlardı. Zehebî diyor ki: Şeyhülislâm İbn Teymiye bizzat benden naklederek de­miştir ki: Allah (c.c.)3 Davud (a.s.)’a demiri hamur gibi nasıl yumuşatmışsa fıkıh ilmini Mecdüddin İbn Teymi-ye’ye öyle yumuşatmış ve kolaylaştırmıştır. O şöyle de demektedir: Dedemiz Mecdüddin’in karakterinde, biraz sertlik ve heyecan vardı. Alimin biri bir gün ona ilmî bir soru sordu. O cevap olarak: Bunun 60 tarzda cevabı vardır, dedi. Sonra teker teker bütün cevapları sayarak verdi. Sonunda ona; Senin bu cevapları tekrarlaman (eğer tekrarlayabilir sen) yeterlidir, dedi. Bu ölçüde ze­kayı gören soru sahibi âlim hayretler içinde kalarak sustu kaldı. Şeyhülislâm diyor ki: Metinleri ezbere nakletmekte ve mezheplerin görüşlerini ezberlemekte o, dönemin bir harikasıydi.Bunları yaparken de hiçbir zorlanma ve özenme göstermeden normal bir ölçü ve davranış içinde hareket ederdi.[4]

  1. 652 yılında vefat vetmiştir. En ünlü eseri, ilmi terekesi Münteka’l-Ahbâr isimli kitabıdır. Alimler her zaman bu eserden faydalanmışlar, ona değer vermiş­lerdir. Yazar bu kitapta, fıkıh konularında mezhep sa­hiplerinin ellerinde delil ve kaynak gösterdikleri hadis­leri toplamıştır. Yemen’in müctehid âlimi ve döneminin harikası hadisçi Allâme Muhammed b. Ali Şevkânî (Ö. H. 1255) bu -esere, Neylü’l-Evtâr adıyla 8 cildlik bir şerh yazmıştır. Güzel tertîbi, anlatışı, kesin ifadeleri, yazarının geniş bakış açısı ve derin ruhî yapısı ile ilim ortamında bu eser özel değer taşımaktadır.

Şeyhulislâm’ın babası Şehâbeddin Abdulhalim İbn Teymiye; âlim, hadisçi, Hanbelî fıkhının bilgini, ders ve fetva veren bir kimse idi. O, Harran’dan Şam’a geçtik­ten sonra orada büyük âlimlerin ve ders veren üstadla-rın toplandığa ve her âlimin, üstadın ders verme yetki­sinin olmadığı Emevî Câmii’nde düzenli bir şekilde ders okutmaya başladı. Dersinin özelliği tamamen ez­berden ve doğrudan vermesindeydi. O ders verirken hiçbir kitaba ihtiyaç duymuyordu. Tamamen kendi ha­fıza ve belleğine güveniyordu, Emevî Camii’ndeki ders ve vaazına ek olarak Şam’daki Sukkeriye dârul-hadisinde hadis hocalığı yapıyordu. Aynı zamanda ora­da kalıyordu. H. 682 yılında vefat etti ve Sofular Me­zarlığına (Makbere es-Sûfıyye) defnedildi.[5]

 

DOĞUMU VE YERLEŞME MERKEZİ

 

Bu ünlü ve İslama bağlı ilim ve iman dolu ailede 10, Rabîulevvel 661 Hicri yılının Çarşamba günü Takiy-yüddin İbn Teymiye doğdu. Babası, ona Ahmed Takıy-, yüddin adını koydu. Büyüyünce Ebu’l-Abbas lâkabını seçti ise de aile lâkabı olan İbn Teymiye hepsine üstün geldi ve bu adla meşhur oldu.

Yukarıda da geçtiği gibi bu devir, Moğol talanının her tarafı mahvettiği zamandı. İslâm dünyasının her tarafı onların saldığı dehşetle titriyordu. Fakat özellik­le Irak ve Arab yarım-adası toprakları bunların dolaş­tıkları yerlerdi. İbn Teymiye 7 yaşında iken memleketi Harran’a Moğollar saldırdılar. Moğolların saldırısından sonra ilim ve fazilet, izzet ve şeref, can ve mal için sığı­nacak hiçbir yer yoktu. Sonunda mecbur olarak onun ailesi de yüzlerce ilim ve şeref dolu aileler gibi, bir İslâm ülkesinde sığınak bulabilmek için yola çıktı. Irak’a yönelme imkânı yoktu. O gün Moğol talanından kurtulmuş en yakın ülke, Mısır’ın güçlü Memlûk sul­tanlarının idaresinde olan Suriye idi. Nihayet bu aile batıya yöneldi, Şam’a doğru yolculuğa başladı.

Bu perişan ve darmadağınık durumda bile bu ilim ailesinin, birkaç kuşaktan beri biriktirdikleri ve büyük bir ilmî sermâye olan çok değerli kütüphanesini bırak­maya gönlü razı olmadı. Nitekim bütün mal ve mülkle­rini bırakarak kitaplarını bir arabaya yükleyip yola çıktılar. Moğol korkusu her yanı sarmıştı, her yere dehşet yayılmıştı. Kadınlar, çocuklar kafilede birlikte idi. En büyük zorluk, hayvan elde edilemediği için kitap yüklü arabayı kendilerinin çekmesi gerekmesin deydi. Kafile düşe kalka gidiyordu. Bir yere geldiklerinde ner-deyse Moğollar tepelerinde bitmek üzereydi. Öyle oldu ki kitap yüklü araba gide gide bir yerde durdu, kaldı. Bir türlü ilerlemez oldu. Ailenin bütün insanları Al­lah’a dua ettiler, ağladılar, inlediler. Allah Teâlâ’nın yardımı geldi de arabanın tekeri döndü ve kafile ilerle­meye başladı.[6]

Şam’da:

 

Şam’a ulaşır ulaşmaz bu ilim ailesinin gelişi duyul­du. İlim sahipleri, Ebu’i-Berekât Mecdüddin İbn Tey-miye’nin adını ve değerini biliyordu. Abdulhalim İbn Teymiye’nin ilmî değeri ve üstünlüğü de biliniyordu. Birkaç gün içinde Emevî Camii ve Sükkeriye dârül-hadisinde ders okutmaya başladı. Dersi; talebelerin ve Hanbelî mezhebindeki âlimlerin uğrak yeri haline gel­di.Bu aileye bu yeni şehirde bir yabancılık duyulmadı.

Küçük  yaştaki  Ahmed   İbn   Teynıiye,   süratle Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip bitirdi. Hemen arkasından hadis, fikıh ve arapçayı incelikleriyle öğrenmeye başla­dı. Bu arada küçük yaşma rağmen babasının dersleri­ne, vaazlarına ve alimlerin ders toplantılarına katılı­yor, ilmî görüşmelere iştirak ediyordu. Onun keskin zekâsı bunlardan dolayı gelişiyor, daha da derinleşiyordu. [7]

Normal Üstü Hafıza:

 

İbn Teymiye ailesi güçlü hafızaları ve çok ezber tut­malarıyla meşhurdu. Dedesi, babası ikisi de çok güçlü ezberleme yeteneğine sahip kişilerdi. Fakat Takiyyud-din İbn Teymiye, Allah’ın nimeti olan bu Özellikte, bü­tün soyunu geride bırakmıştı. Daha çocuk yaşta iken onun harikulade müthiş hafızası ve herşeyi derhal ez­berlemesi hocaları ve âlimleri hayrete düşürmüştü. Şam’da ünü süratle yayıldı. el-Ukûdu’d-Dürriye kita­bının yazarı şöyle diyor:

“Bir keresinde Halep’ten bir büyük âlim Şam’a gel­di. Ahmed İbn Teymiye adında, çok çabuk ezberleyen bir çocuk olduğunu duymuş, onu görmeyi ve imtihan etmeyi arzu etmiş. İbn Teymiye’nin her gün gelip geçti­ği yol üzerinde bir dürzînin dükkânına oturdu. Dürzî: O çocuk gelmek üzere. İşte burası onun okulunun yolu­dur. Siz buyurun oturun, dedi. Biraz sonra mektebe gi­den birkaç çocuk geçti. Dürzî: İşte şu elinde büyük tah­ta olan İbn Teymiye’dir, dedi. Âlim o çocuğu çağırdı. Gelince tahtasını elinden aldı ve dedi ki: Oğlum, bu tahta üzerinde yazılanları sil. Çocuk onu şilince tahta üzerine o âlim 11 veya 13 hadis yazdı. Ona; bunları oku, dedi. Çocuk dikkatle bir kere okudu. Sonra âlim tahtayı elinden aldı ve: Haydi, şimdi oku, dedi. Çocuk bütün hadisleri ezbere okudu. Bunun üzerine; peki şimdi bunları da sil, dedi.Tahtaya tekrar bazı hadis se-nedlerini yazdı. Bunları da oku, dedi. Çocuk bir kere dikkatle baktı, arkasından ezbere okudu. Âlim manza­rayı görünce dedi ki: Eğer bu çocuk büyürse çok büyük biri olacaktır. Çünkü bu devirde onun benzerini bulmak imkânsızdır.”[8]

Önceki muhaddislerin güvenilir tarihî kaynaklar­da anlatılan güçlü hafıza olayları ve Hadis ve edebiyat imamlarının Allah vergisi hafızaları göz önüne alındı­ğında İbn Teymiye’nin yukarıda geçen ezberleme olayı tahmin dışı ve imkânsız bir şey olamaz. Bizzat İbn Teymiye’nin daha sonraki hayatında gösterdiği ezber­leme ve onları ezberden nakletme olayları onun normal üstü müthiş bir hafızaya sahip olduğunu ispat etmek­tedir. [9]

 

EĞİTİMİ VE BİLGİDE YÜKSELİŞİ

 

İbn Teymiye büyük bir ilgi ve müthiş bir gayretle kendini ilim öğrenmeye verdi. Onun çağdaşları ve ta­rihçiler diyorlar ki: Yaşının küçük olmasına rağmen oyun ve eğlenceden hiç zevk almazdı, kesinlikle vaktini boş yere harcamazdı. Bununla birlikte o; hayattan ve döneminin toplumundan, şehrin durumlarından ve in­sanların gidişatından habersiz, onlardan ilgisiz değil­di. Eserlerinden açıkça anlaşıldığı gibi onun, hayatı in­celemesi genişçe ve derinlemesineydi. O, insanlardan uzak herhangi bir ilmî köşede hayat geçirmemişti.

İbn Teymiye kendi zamanının gözde olan bütün ilimlerini Öğrendi. Özellikle Arapçaya ilgi duydu. Arap­ça dilbilgisinde söz sahibi oldu, Arapça dilbilgisinin bü­yük otoritesi Sîbeveyh’in kitaplarından (Nahiv konu­sunda en güvenilir ve değerli kitap, hatta tek başına gramer kitabı dendiğinde hemen akla gelen Sîbeveyh’­in bu) el-Kitâb’ı, özellikle büyük bir titizlikle okudu. Onun zor yerlerini ve yanlışlıklarım tespit etti. Arapça diline, nahve tenkidçi ve otoriter bir gözle bakması ve Arapçanın gramer ve edebiyatında uzmanlık elde et­mesi; ilmî hayatında ve yazılarında çok işine yaramış­tır. Nesir ve şiir olarak pek çok şey ezberledi. İslâm ön­cesi ve cahiliye dönemi Araplarımn durumlarını ve olaylarını genişçe gözden geçirdi. İslâm dönemini ve İslâm devletlerinin tarihini iyice araştırdı.Bu geniş ve değişik türden araştırmalar, daha sonraki renkli ilmî hayatında onun çok işine yaradı. Çağdaşları ve karşıt­ları arasında onunla boy ölçüşecek derecede geniş bilgi ve derin görüş sahibi kimse yoktu. Onun bilgide üstün oluşuna bu da bir sebepti.

Nazarî bilgiler dışında o, güzel yazmaya, hesap ve riyaziyeye de ilgi duydu. Onları erbabından öğrendi[10]

Din ilimlerinden fikıh, fıkıh usûlü, ferâiz, hadis ve tefsirle bütün gücü ile ilgilendi. Hanbelî mezhebi fıkhı onun aile mirası, evinin malıydı. Kendi babası bu saha­da onun şefkatli bir hocası, yetenekli bir üstadı ve en iyi yol göstericisi ve danışmanı idi.

O dönemde hadis yazmak, ezberlemek ve dinlemek yaygın bir âdetti. İbn Teymiye önce İmam Hamidî’nin kitabı el-Cem’u Beyne’s-Sahîhayn’ı ezberledi. Sonra dönemin hocaları, devrin âlimleri ve Şam’ın bilginlerin­den hadis dinledi ve yazdı. İbn Abdulhâdi şöyle anlatı­yor: “Hadis konusunda İbn Teymiye’nin hocalarının sa­yısı 200’ü geçmektedir.”[11] Onun özel hocaları hadis ko­nusunda İbnü Abd el-Dâim Makdisî ve onun sınıfının insanlarıdır. İmam Ahmed’in Müsned’ini çeşitli kere­ler dinlemiştir. Aynı şekilde altı sahih hadis kitabım birkaç kere dinleme firsatı bulmuştur.

Tefsir, İbn Teymiye’nin en çok sevdiği konuydu. Ondan özel bir zevk alır, ona derin bir ilgi duyardı. Kendi anlattığına göre; Kur’an-ı Kerim’in tefsiri konu­sunda küçüklü büyüklü, irili ufaklı 100’den fazla kitap okumuştur[12] Bu ilim dalıyla, o ruhen ilgili idi. Kur’an-ı Kerim’i okuması, incelemesi ve onunla sürekli meşgul olmasından dolayı Allah Teâlâ onun Kur’an-ı Kerim üzerindeki bilgisini arttırmıştı. Çeşitli ilmî kitaplardan başka ana Kitâb’m (Kur’an’m) asıl sahibine (Allah’a) yönelir, ona başvururdu. Ondan Kur’an-ı Kerim’i anla­mayı ve göğüs genişliği (anlama kapasitesinin genişle­mesini) isterdi. İlim öğrenme metodu ve Kur’an-ı Ke­rim üzerindeki inceleme tarzı hakkında kendisi şöyle diyor:

“Ara sıra bir tek âyet için yüz civarında tefsiri ince­lediğim olurdu. İnceledikten sonra o âyeti anlamamı nasib etsin diye Allah’a dua eder ve derdim ki: Ey Âdem (a.s.) ve İbrahim (a.s.)’m öğreticisi, bana en doğ­rusunu öğret. Issız ve sessiz mescidlere vb. yerlere gi­der, alnımı yere kor ve Allah Teâlâ’ya dua ederek: Ey İbrahim’in oğluna bilgi veren, ilim öğreten Allah’ım1, bana anlama gücü ver, derdim.”[13]                            :

O dönemde -özellikle Mısır ve Suriye’de- Eş’arî-lerin kelâm ilminde hızlı bir çalışmaları vardı. Sela-haddin Eyyubî’nin kendisi Eş’arî görüşte idi. Mısır ta­rihçisi Makrizî’nin anlattığına göre; Sultan çocuklu­ğunda Kutbuddin Ebu’l-Meâlî Eş’arî’nin (akâid hakkın­da yazdığı) kitabın metnini ezberlemişti. Sonra da ken­di ailesinin çocuklarına ezberletiyordu. O ve onun yeri­ne geçenler (Eyyubîler), halkı Eş’arî akidesine bağla­mışlardı. Onun dönemi ve onun yerine geçenlerin (Mı­sır Kölemenleri) dönemine kadar, Eş’arî görüşü devle­tin resmî himayesine sahipti.

Hanbelîler; doğru veya yanlış bir tutumla Eş’arî-lerin rakibi ve karşıtı kabul ediliyordu. İki taraf tartış­ma ve münazaralarla uğraşıyordu. Eş’arîlerin ilmi kelâmı ve isbat tarzı; akıl önermeleri ve mantık verile­rine dayanıyordu. Hanbelîler ise naslardan ve âyetlerle hadislerin dıştan görülen zahirî mânalarından hareket ediyorlardı. İlm-i kelâmda derin bilgileri ve mantıkla felsefeyle ilgileri olmadığından, bazen tartışma ve kar­şılaşmalarda Hanbelîlerin kefesinin hafif kaldığı görü­lüyordu. Onlar hakkında; akıl bilgilerinden habersiz, zahirî bilgilerin ve basit ilimlerin insanları kanaati yerleşmişti.

Her halde bu duygu ve kanaat; İbn Teymiye gibi gayretli, hızlı kavrayışlı, zeki, genç âlimi; kelâm ilmini geniş ve derinden incelemeye, akıl bilgilerini, felsefe ile mantığı doğrudan öğrenmeye yöneltti. O bu bilgileri derinden araştırdı, onlar üzerinde öyle güçlü bilgi elde etti ki, bizzat o bilgilerin zayıf noktalarını ve onların otoritelerinin ve yazarlarının, hatta eski Yunan filozof­larının hatalarını tanıdı; bu ilimleri tenkid konusunda öyle delilli, ispatlı ve ilmî kitaplar yazdı ki, onlara fel­sefenin bütün yetkilileri cevap veremedi.

Şunu demek isteriz ki; İbn Teymiye kendi dönemin­de Kitap ve sünneti dile getirmek, dinin doğruluğunu, üstünlüğünü ispat etmek, bilgi ve davranışlardaki, ilim ve ameldeki hataları uzaklaştırmak için öyle geniş çap­lı ve muazzam ilmî bir birikim elde etti ki buna, bu ge­lişmiş ilim devrinde, inanç ve düşünce bozukluğunun alıp yürüdüğü bu dönemde büyük ihtiyaç vardı. İbn Teymiye; düşmanlarının ve İslâm karşıtlarının (Yahu-di-Hristiyan, felsefeci ve Bâtınîlerin) silahlandığı bü­tün silahları kullanmayı öğrendi. O öyle derin ve çok bilgi elde etti ki, onu gören çağdaşları şaştı kaldı. Ünlü rakibi Allâme Kemâleddin Zemelkânî onun bütün bilgi­leri kendinde topladığını ve herşeyi bildiğim şu cümle­lerle itiraf ediyor:

“Allah, Davud (a.s.)’a demiri yumuşattığı gibi İbn Teymiye’ye ilimleri yumuşatıp kolaylaştırmıştır. Hangi

ilim kolunda ona soru sorulsa, duyanlara ve görenlere; bu ilim dalından başka hiçbir şey bilmiyor, dedirtecek kadar kesin cevaplar verir ve insana, o ilim kolunda bunun gibi bir âlim daha yoktur, kanaatini uyandırır. Her mezhebin bilginleri onun ders toplantısına katıldı­ğında mutlaka daha önce bilmediği bir şeyi öğrenmiş olur. Münazara ve tartışma yapıp da susturmadığı kimse yoktur. Herhangi bir şer’î ya da aklî ilimde söz söyleyince, o ilim dalında ihtisas yapmış âlimlerden da­ha üstün olduğu görülmüştür. Kitap telifinde ve eser­ler ortaya koymakta da büyük yetenek sahibidir.”[14]

İbn Teymiye’nin İlk Ders Okutmaya Başlaması:

 

Henüz İbn Teymiye 22 yaşma ulaşmıştı ki, (H. 682) değerli, ünlü babası Abdülhalim İbn Teymiye vefat et­miş ve Sükkeriyye’deki dârulhadis medresesindeki ders kürsüsü boşalmıştı. Bu yer uzun süre boş kalma­dı. 2 Muharrem 683 H. tarihinde, kendisi ile övünebile­ceği oğlu Ahmed Takiyyüddîn İbn Teymiye onun yerini doldurdu ve ilk dersi verdi. O sırada 22 yaşındaydı. Şam’ın meşhur kişileri ve önde gelen âlimleri derse ka­tılmıştı. Başkadı Bahaeddin İbn Zekî eş-Şâfiî bizzat orada idi. Şafiî âlimlerinden başka Şafiî mezhebinin en büyük âlimi Şeyh Tâceddin Fezârî, Hanbelî âlimle­rinden Zeyneddin b. el-Mencâ Hanbelî ve diğer önde gelen âlimler hazır bulunuyordu. Bu dersten orada olanların hepsi son derece etkilenmiş; bu genç âlimin derin bilgisine, güçlü beyin yeteneğine, cesaret ve düz­gün konuşmasına hayran olmuşlar, üstün yeteneklerini itiraf etmişlerdi. İbn Teymiye’nin talebelerinden olan Hafız İbn Kesîr, H. 683 yılının olayları arasında  bu ders vermeyi de anlatarak şöyle yazmaktadır:

Bu, insanı hayrete düşüren bir dersti. Şeyh  Tâceddin Fezârî bu dersin pek çok faydasını ve halkın  genel beğenisini kazanmasından ötürü onu kendi kale- mi ile yazıya geçirmiş, orada bulunanlar İbn Teymi­ye’nin yaşının küçüklüğü ve gençliğinden dolayı verdiği dersi çok beğenmiş ve övmüşlerdir. Çünkü bu sırada o,”  henüz 22 yaşındaydı.

Bir sene sonra, Safer ayının 10’unda Cuma günü İbn Teymiye babasının yerinde Emevî Camii’nde ders  verdi. Ona özel bir kürsü kondu. Zincirleme devam  eden tefsir derslerine başladı. O kadar çok bilgi ve yeni  konular anlatıyordu ki, bu yüzden dinleyicilerin sayısı  her geçen gün arttı. Bununla birlikte onun dindarlığı,  ibadet, zühd ve takvası sebebiyle halk ona bağlanıyor­du. Şöhreti uzaktaki şehirlere, ülkelere yayılıyordu.  Birkaç sene bu tefsir okutma ve anlatma işini sürdürdü. [15]

Hacca Gidişi:

 

  1. 692 yılında İbn Teymiye, el-Bâsıtî’nin başkanlık yaptığı Şam kafilesiyle hacca gitti. Kafile Maan’a ulaş- tığında keskin ve soğuk bir rüzgâr çıktı, pek çok adam  bu soğuk ve rüzgârdan dolayı öldü, develer bile ayakta  duramadı. Kimsenin kimseden haberi olmayacak ka- dar bir panik doğmuştu [16]

Hz. Peygambere Küfür Edenin Cezalandırılması:

 

  1. 693 yılında şöyle bir olay ortaya çıktı ve bundan dolayı İbn Teymiye’nin dinî gayreti ve iman coşkusu, davranış olarak da kendini gösterdi: Şam’da Assâf adında biriyle ilgili olarak bir grup insan, onun Hz. Peygamber (a.s.) hakkında terbiyesizlik yapıp edepsiz­ce sözler söylediğini ileri sürdüler. Bu suçun arkasın­dan da o adam Arap liderin yanma sığındı.

Bunu duyan İbn Teymiye, dârulhadîsin müdürü Şeyh Zeyneddin Fâritî ile birlikte sultanın vekili İzzed-din Aybek Hamevî’nin yanına gittiler, bu olaya dikkati­ni çektiler. Sultan vekili isteği kabul etti, suçluyu hu­zuruna getirmeleri için adam gönderdi. İki âlim, sultan vekilinin yanından ayrılıp giderlerken, yanlarında da kalabalık bir insan topluluğu bulunduğu sırada Assâf ı adamların getirdiğini gördüler. Assâf m yanında bir de Arap vardı. Kalabalık kendisini görünce Araba haka­retler etmeye başladı. Arap da; bu hıristiyan sizden da­ha iyidir, dedi. Kalabalık bunu duyunca Öfkelendi, iki­sini de taşlamaya başladı ve bir kargaşa meydana gel­di. Sultan vekili iki âlimi de çağırttı. İbn Teymeye ve Fâritî’yi kendi huzurunda dövdürdü. Hristiyan müslü-manlığı kabul etti, güvenliği garantilendi. Sonra da iki âlim serbest bırakıldı. Sultan vekili kendilerinden özür diledi. İşte o günlerde, meşhur kitabı es-Sârim el-Meslûl Alâ Şâtimi’r-Resûl(=Peygambere Sövene Yalın­kılıç Hücum)’ü yazdı.

4 Şaban 695’de Hanbelî mezhebinin en büyük âlimi, Hanbelî medresesinin müdürü ve baş hocası Zey­neddin b. Menca vefat etti. Bunun üzerine onun yerine ve Hanbelî Medresesinin eğitim başkanlığı da İbn Tey-

miye’ye havale edildi. [17]

İlk Karşı Çıkış:

 

İbn Teymiye ders vermekle, öğretimle meşguldü. Halk ve özel kesim arasında her geçen gün şöhreti artı­yor, benimseniyordu. Derken, 698 H. yılında ona karşı ilk hareket başladı ve kişiliği, düşünce ve kanaatleri konu haline geldi. Olayın açıklaması şöyledir:

  1. 698’de Suriye’nin Hama şehrinden birkaç kişi bir fetva sorusu düzenleyerek gönderdiler. Bu soruda; “Rahman olan Allah (c.c.) arş üzerinde istiva etti” ve “Sonra gökyüzüne istiva etti.” gibi âyetler ve; “Şüphe­siz Ademoğullarının kalbleri, Rahman olan Allah’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır.” vs. gibi hadisler hakkında âlimlerin ne görüşte oldukları ve Al­lah’ın sıfatları hakkında ehl-i sünnet âlimlerinin ne dü­şündükleri, tutumları, kanaatlan sorulmuştu.

Şeyhülislâm İbn Teymiye buna geniş ve uzun bir şekilde cevap verdi.[18] Sıfatlar hakkında sahabe, tabiîn, müctehid imamlar, kelâmcılar ve daha önceki büyük bilginlerin (İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Kadı Ebû Bekir Bâkıllânî ve İmâm el-Haremeyn’e kadar) gö­rüşlerini, onların kendi ifadelerinden, eserlerinden naklederek anlattı. Onların kitaplarından alıntılar ya­parak hepsinin bu sıfatlara iman etmeyi şart kabul et­tiklerini ispat etti. Allah Teâlâ’nın şanına uygun ola­rak, onun zâtı (ona benzer hiçbir şey yoktur)na lâyık, başka bir varlığa benzetmekten, cisim olmaktan, hatta değişime uğramaktan münezzeh ve berî olduğunu yani; ne bu sıfatları yaratıkların sıfatlarına benzettiklerini,, ne tenzih ve takdisin aşırılığına giderek bunları red ve inkâr etmeye kalkıştıklarını, ne de o sıfatları gerçek ol­maktan uzak sadece kinaye ve mecazdan ibaret kıldık­larını, aksine bizzat O’nun zâtına ve yedi sıfatına (ha­yat, ilim, semi, basar, irade, kudret, kelâm) iman ettik­lerini ve O’nun ilâhî varlığına ve ülûhiyet şanına lâyık şekilde o sıfatları kabul ettiklerini gösterdi.

İbn Teymiye, yazdığı cevap risalesinde şunları da belirtti: O kimseler; nass halinde olan kelime ve deyim­leri; yüz, el, gazap ve rıza; gökyüzünde, arş üzerinde, yukarı gibi kelimeleri de hiç bir te’vil yapmadan ger­çekten olduğu gibi kabul ederler ve onların o münez­zeh, mukaddes zâtın; nasılsız, nedensiz,benzersiz, ör-neksiz varlığının şanına lâyık olduğu gerçeğini belirt­mektedirler. Bu iki çeşit sıfatlar konusunda o kimsele­rin görüşleri, tutumları, ayrı ayrı ve birbirine zıt değil­dir. Hayat, ilim, kudret vs.ye iman etmekle; yaratıkla­rın ve sonradan olanların basit hayatı, eşyalara dayalı sınırlı bilgileri ve eksik güçleri kastedildiği gerekmedi­ği gibi ve de bu sıfatların gerçeğine iman edenlere mü-cessime (Allah’ın cisim olduğuna inananlar) denilemi-yeceği gibi, aynı şekilde “Allah’ın eli, onların elleri üs­tündedir, Senin Rabbinin yüzü ebedî kalır, Rahman olan Allah arş üzerinde istiva etti, Gökte olandan ken­dinizi güvene aldınız mı?” buyruklarına da te’vile sap­madan iman etmekle yaratılanların ve sonradan olan-larınki gibi el, yüz kastedildiğini çıkarmak doğru değil­dir. Ve aynen bunun gibi, bir sınırlının diğer sınırlı üzerinde ve bir cismin diğer cisimle arasında olan mekân ve üst olmanın kastedildiğini çıkarmak da yan­lıştır. Bu sıfatların aslına ve gerçeğine iman edenleri;

cisim olarak inanan ve yaratıklara benzeten kimseler diye suçlamak da doğru değildir.

İbn Teymiye’nin, önceki selefden ve başlangıç döne­mi kelâmcılarından naklettiği sözlerden ve onlardan naklettiği ibarelerden anlaşılıyor ki, bu konuda kendisi de o görüştedir. O şöyle diyor: “Bunun aksine nass ola­rak ve gözle görülür olarak sahabeden, tabiînden, selef­ten bir kelime dahi gösterilemez. Onlardan hiç biri; Al­lah gökyüzünde değildir, veya o Arş üzerinde değildir, ya da O her yerdedir ve her yer O’na göre birdir ve O, ne bu âlem içindedir, ne de bunun dışındadır, ne biti­şiktir ne de ayrıdır, parmaklarla O’na doğru hissi ola­rak işaret etmek caiz değildir, dememişlerdir. Eğer sa­dece bunları reddedenlerin görüşü doğru ise o halde neden Hz.Peygamber (a.s.) ve sahabe-i kiram sürekli bunun tersini söylediler de neden o gerçeği anlatmayıp Ömür boyu sustular. O derecede ki; bu Fars, Bizans, Yahudi ve felsefeci takımının ürettiği görüşü ve doğru inancı ümmete öğretmeliydiler.

Daha sonra İbn Teymiye şunu belirtti: “Sonradan gelen kelâmcılar biraz Yunan felsefesi­nin etkisinde kalarak, biraz da Allah’ı tenzih etmenin heyecan ve aşırılığına kapılarak bu sıfatları; lügat mânalarının gerçeğinden, sahabenin anlayışından ve hadislerdeki ifadelerden çok uzağa götüren bir te’vil yoluna gitmeye başladılar. Ve bu da sıfatların aslını reddetme ve değiştirme çizgisine kadar dayandı. Bu konuda onlar selef âlimlerinin, ehl-i sünnet imamları­nın ve hatta bizzat ilk kelâmcılarm görüşlerinden uzaklaştılar; çok ihtiyatlı hareket eden, tedbirli düşü­nen selef hakkında onların ilmini küçük görmeye va­ran sözler söylemeye kadar işi vardırdılar. Onlar diyor ki; selefin yolu ve tutumu daha güvenli ve tehlikesiz-

dir. Ama sonrakilerin yolu daha ilmî ve hikmetle dolu­dur. Bütün bu sözler selefin gerçek durumunu ve onla­rın değerini tam anlamamanın sonucu ve onları tanı­madıklarının işaretidir. Asıl ve temel bilgi selefte var­dı. Öyleyse peygamberlerin varisleri, nebilerin naibleri, Kitap ve sünnetin gerçek temsilcileri ile; Allah’ı tanı­makta ve Allah’ın isimlerini sıfatlarını doğru anlamak­ta felsefe sasvunucularmm çömezleri, Hind ve Yunan sofrasının yetiştirdikleri bu kimseler nasıl boy ölçüşür­ler?

Felsefecilerin, kelâmcılarm son sözleri ve dünyadan göçüp giderken söyledikleri; kendi iddialarından piş­manlık duyduklarını, bu şaşkınlık âleminde başı dön­müş hallerine, ellerinin boş çıktığına matem tuttukla­rını bildiren sözlerdir. Onlardan bir kısmı şöyle demiş­tir: Bizim hayatımızın ve bütün ömrümüzün ürettiği şeylerin hepsi, kîlü kâl (dedikodu, dedim-dedi) dan baş­ka bir şey değildir. Bir diğeri şöyle demiştir: Sahili ol­mayan denizde çifte vurduk. İslâm ehlinin ilimlerini bı­rakarak çöl toprağını karıştırdık. Artık öyle bir nokta­ya geldik ki, Allah’ın lütfü ve merhameti elimizden tut­mazsa sığınacak yerimiz yoktur. Şahit olun ki, ben anamın inancı üzerine (sade, öz ve gerçek inanç üzeri­ne) ölüyorum.”

Bu fetva, kendi başına ayrı ilmî bir risaledir. Bu ri­salede Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin ilmi ve telif özel­liklerinin hepsi mevcuttur. Akıcılık, anlatım ve isbat gücü, sözü yerinde kullanma, Kur’an ve hadisten en güzel örnekler sunma, üslup sağlamlığı, genel akla hi­tap, yapmacıksızlık, düz anlatım, tarihî bilgi, kelâm-cıları ve felsefecileri çekinmeden tenkid, bütün bunlar o dönemin genel yazılan eserlerinde, özellikle fetvalar­da bulunmayan özelliklerdir.

Bu fetvasında o, ilk kere kendi görüşüne göre sele­fin ve ehl-i sünnetin itikadını açık ve güçlü biçimde or­taya koymuş, gözler önüne sermişti. Muhalifleri naza­rında onun bu anlattıkları Allah’ı cisim olarak kabul etme inanışıydı. Bu fetvanın kaleme almış üslubu ve kesin ifadeler taşıması Hanbelî mezhebi mensupları arasında memnuniyetle karşılanıp kabul edilirken, ga­yet tabiî olarak Hanbelîler benimsemiş ama; halkın ve devletin desteklediği icra, fetva resmî makamlar d aki-lerden tutun da eğitim öğretimle uğraşan ilim toplu­luklarına kadar her tarafa hâkim olan Eş’arîler ve kelâm-cılar grubu arasında da bir öfke dalgası ve genel bir reaksiyon meydana getirdi. İbn Kesîr, H. 698 yılı olaylarını anlatırken şöyle yazar:

“Alimlerin bir bölümü Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye karşı ayağa kalktı. Onlar İbn Teymiye’nin, Hanefî mez­hebi kadısı Şeyh Celâleddin’in karşısına çıkarılarak bu fetva hakkındaki görüşlerini düzeltmesini ısrarla isti­yorlardı. İbn Teymiye bunu kabul etmedi. Bunun üze­rine şehirde, çağırıcılarla (münadilerle) bu fetvanın ka­bul edilemez olduğu ilan ettirildi. Fakat Emir Seyfed-din Çâğân, İbn Teymiye’yi himaye etti ve şehirde bu ilanlarla huzursuzluk çıkaran kimseleri yanına çağırt­tı. Fakat bu kimselerin çoğu gizlenip ortaya çıkmadı-lar. Emir bu ilancılardan bir kısmını dövdürünce geri kalanlar sustular.

Cuma günü gelince İbn Teymiye âdeti olduğu üze­re şehrin Cami-i Kebir’ine gitti, “Ve inneke le âlâ hulu-kın azîm=Şüphesiz sen muhteşem, güzel bir ahlâk üze­rinde yaratıldın.” âyetini tefsir edip açıkladı. Bir gün sonra, Cumartesi günü Kadı İmameddin (Şânî)’nin ya­nına gitti. İleri gelen bir grup insan da orada idi. Hep­si, Hameviyye fetvası hakkında onu sorguya çektiler.

Bazı yerlerdeki sözlerini açıklamasını istediler. İbn Teymiye hepsini ikna etti ve susturdu. Sonra İbn Tey­miye geri döndü, şehirdeki durumlar da sükûnete ka­vuştu.[19]

Bu olayın uzaması, arkasından da bir muhalefet veya kaynaşma, bir huzursuzluk çıkması imkânı vardı. Ama bundan sonra öyle birtakım olaylar, durumlar or­taya çıktı ki, bir süre için böyle ilmî tartışmalara, gö­rüş ayrılıklarına, çekişmelere fırsat bırakmadı. Bu olaylar Moğol saldırılarıydı. Bu olaylarda Şeyhülislâm İbn Teymiye ilk kez büyük bir mücahid ve genel bir ko­mutan olarak ortaya çıktı.[20]

 

MOĞOLLARIN ŞAM’A YÖNELMELERİ

 

  1. 699 yalı henüz başlamıştı ki, İran ve Irak’ın Mo­ğol hâkimi Gazanın Şam’a hücum etme niyetinde ol­duğuna ve ordusunun Şam’a yöneldiğine dair kesin ha­berler gelmeye başladı. Moğol saldırılarının acı tecrü­belerini İslâm dünyası görmüştü. Ortaya çıkan bu ha­berler ve rivayetlerden dolayı bütün Suriye’de bir deh­şet yayılmıştı. Başkentten uzakta olan Halep ve Hama şehirlerinden halk ayrılarak devlet merkezine gelmek üzere yoia çıkmıştı. Durum o noktaya ulaşmıştı ki, sa­dece Hama’dan Şam’a kadar bir atın kirası 200 dirhe­me yükselmişti. Fakat, Mısır sultanı Melik Nasır Mu-hammed b. Kalavun’un, ordusunu alarak Suriye’yi ko­rumak ve Moğollarla çarpışmak üzere gelmekte oldu­ğunu duyan halk rahatladı,
  2. 8 Rabîulevvel 699 günü Mısır ordusu Şam’a gir­di. Şehir halkı şiddetli yağmur ve çamura rağmen coş­ku ve heyecanla Sultanı ve ordusunu karşıladı. Şehir donatıldı. Yer yer Sultan için ve müslümanlann zafer elde etmeleri için dualar yapıldı. 17 Rabîulevvel günü Sultan, ordusu ile birlikte Moğollara karşı koymak için çıktı. Hanefî mezhebi başkadısı ve en büyük âlimler, şehrin ileri gelenleri Sultanın yanında atlarına binmiş olarak hazır bulunuyorlardı. Bütün ordu bir aradaydı. Kendi isteği ile gelmiş mücahidler ve orduya yeni katıl­mış acemi erlerden de büyük miktarda bir kalabalık vardı. Mescidlerde, belâyı savuşturan kunût duası ve başka dualar yapılmasına özellikle özen gösteriliyordu. [21]

Mısır Sultanının Yenilmesi  ve Şam’ın Durumu:

 

Şam’ın dışında 27 Rabîulevvel günü Gazân’la Sul­tan arasında savaş meydana geldi. Müslümanlar gay­retle savaştılar, cesaretle çarpıştılar. Fakat müslüman-lar yenildi. Sultanın ordusu Mısır’a yöneldi. Şamlılar da Şam’a sığındı. Bu yenilginin ardından Mısır ordusu­nun geri dönüşü ve Moğolların muzafferce Şam’a gir­mesi tehlikesinden dolayı şehirde panik doğmuştu. Bü­tün âlimler ve önde gelen kişiler şehri terkederek Mı­sır’a doğru yönelmişlerdi. Bizzat Şafiî mezhebi kadısı, Mâliki mezhebi kadısı, bazı diğer ünlü âlimler, şehrin baş idarecisi, şehrin emniyet âmiri ve nice büyük tüc­carlar, insanlar şehri terketmişlerdi. Devlet memurları işi bırakmışlar ve dağılmışlardı. İdarecilerden sadece kale komutanı hâlâ yerinde duruyordu. Başka sorumlu hiçbir yetkili ve yönetici şehirde bulunmuyordu. Pahalılık son haddine ulaşmıştı. Dışarıya giriş çıkış durdu­rulmuştu. Bunun üzerine şöyle bir tuhaf olay oldu:

Hapishaneyi yıkarak mahpuslar dışarı çıktılar ve şehirde hırsızlık ve yağmalama hareketlerine giriştiler. Serseri takımı, başı bozuk kimseler de bu fırsattan isti­fade ettiler. (Şamlıların büyük bir geçim kaynağı olan) bahçelerin ve bağ evlerinin kapılarını kırdılar. Kapı ve pencerelerini söküp getirdiler. Çatal, kaşık, para, mal, mülk ne buldularsa aşırdılar. Şam’da bu edepsizce olaylar olurken öbür taraftan; Gazan geldi, geliyor çığ­lıklarından dolayı geride kalan birazcık akıl da darma­dağınık oluyordu, [22]

İbn Teymiye’nin Gazan İle Görüşmesi:

 

Bu durumu gören şehir ileri gelenleri İbn Teymiye ile konuyu incelediler ve İbn Teymiye’nin birkaç âlim ve refakatçiyle birlikte Gazân’la görüşmesine ve Şam’ın güven altına alınması çalışmalarına karar ver­diler. H. 3 Rabîüssânî 699 Pazartesi günü Nebek deni­len yerde Şamlıların temsilcileri ve İslâm’ın elçisi İbn Teymiye, Moğolların diktatör hakanı Gazân’la görüştü. Şam’dan İbn Teymiye ile gelen ve heyet içinde bulunan Şeyh Kemâleddin b. el-Encâ görüşmeyi şöyle anlatıyor:

“İbn Teymiye ile birlikte heyet içinde ben de var­dım. İbn Teymiye Sultan Gazân’a[23] insaf, vicdan ve adaletle ilgili âyetleri, hadisleri ve Allah’ın Rasûlünün buyruk ve emirlerini duyuruyordu. Sesi gittikçe yükse­liyor ve sürekli sultanın yanma doğru yanaşıyordu. O derecede ki, neredeyse dizi dizine değecek kadar ona yaklaştı. Gazan, bu duruma kızmıyor, büyük bir ilgiyle kulak verip onun söylediklerini dinliyordu. Bütün var­lığı ile dikkat kesilmişti. İbn Teymiye onun üzerinde Öyle bir heybet göstermiş ve Gazan kendisinden o dere­ce etkilenmişti ki, çevresindekilere; bu âlim kimdir, di­ye sordu. Ben şimdiye dek böyle bir şahıs görmedim. Bugüne kadar bu şahıstan daha korkusuz bir kimseye de rastlamadım. Hiçbir kimse bu ana kadar benim üze­rimde böyle tesir bırakmadı, dedi. Oradakiler İbn Tey­miye’yi ona tanıttılar, onun bilgisini ve halk arasındaki değerini anlattılar.

İbn Teymiye Gazân’a şöyle dedi: Müslüman olduğu­nu iddia ediyorsun ve öğrendim ki, yanında kadı, imam, şeyh ve müezzinler de bulunmaktadır. Ama bu­na rağmen biz müslümanlara saldırıyorsun. Halbuki senin baban ve deden kâfir olmalarına rağmen böyle hareketlerden sakındılar; yaptıkları anlaşmalara, ver­dikleri sözlere sadık kaldılar. Sen verdiğin sözü boz­dun, dediklerinin hiçbirini tutmadın, Allah’ın kullarına zulmettin.”

Şeyh Kemâleddin diyor ki: “Böyle sert konuşması­na rağmen İbn Teymiye büyük bir saygı, ikram ve iz­zetle geri döndü. Moğolların elinde bulunan müslüman esirlerin büyük bir bölümü onun güzel aracılığı ve hoş, mantıklı konuşmaları sayesinde serbest bırakıldı. Şeyhülislâm İbn Teymiye; Allah’tan başkasından an­cak kalbinde bir hastalık olan kişi korkar, derdi. Bir ki­şi İmam Ahmed b. Hanbel’e; devlet idarecilerinden çe­kinip korktuğunu söyleyince ona: “Sen sağlam, sıhhatli olsaydın kimseden korkmazdın” dedi.

Heyette birlikte bulunan diğer biri, başkadı Ebu’l-Abbas yukarıda anlatılanlara şöyle ilâvede bulunmak­tadır:

“O buluşmada İbn Teymiye ve arkadaşlarına ye­mek getirildi. Hepsi yemeğe iştirak etti, fakat ibn Tey­miye yemeği yemedi. Neden yemeğe katılmadığı soru­lunca buyurdu ki: Bu yemeğin yenmesi nasıl caiz olabi­lir? İşte bu yemek; fakir, perişan müslümanlarm koyun ve keçilerinin etinden yapılmıştır. Halkın ağaçlan kesi­lip odunlarının yakılmasıyla pişirilmiştir.

Gazan; İbn Teymiye’nin kendisine dua etmesini is­tedi, bu söz üzerine o da şu şekilde dua etti: Ya Rabbi, eğer Gazân’m bu savaşının amacı senin katında keli-me-i tevhidi yaymak ve İslâmı yüceltmek amacı güdü­yor ve Allah yolunda cihad etme duygusu taşıyorsa ona yardım et. Yok eğer dünya hırsı, saltanatı, haşmeti ve arzusu taşıyorsa, bunu da ancak sen bilirsin.

Hayret edilecek şey şu ki, İbn Teymiye dua ediyor,s Gazan da âmin diyordu. Biz ise; Gazan şimdi cellada onun kafasını uçurmasını emredeceğini zannediyor, ka­nı üzerimize sıçramasın diye neredeyse elbiselerimizi çemreliyor duk.”

Ebu’l-Abbas diyor ki:

“Toplantı bitip hakanın huzurundan dışarı çıktığı­mızda: Bizim mahvolmamız için elinden geleni yaptın, felâketimiz için hiçbir şeyi eksik bırakmadın. Artık se­ninle beraber gitmeyeceğiz, dedik. O buna şöyle cevap verdi: Asıl ben sizinle gitmeyeceğim. Nitekim biz çekip gittik, o biraz geride kalıp gecikerek tek başına döndü. Kadınlar, emirler ve yetkili kişiler bu olayı duyup da onun heyetin gerisinde olduğunu öğrendiklerinde her taraftan ona doğru akın ettiler. Sevgilerini ve derin hayranlıklarını belirterek etrafını kuşattılar. O Şam’a öyle bir coşkuyla girdi ki, yanında üçyüz tane atlı bulu­nuyordu. Buna karşılık bizim başımıza gelen de, yolda bir grubun bize saldırması ve elbiselerimize varıncaya kadar bizi soymalarıydı.” [24]

 

Şam’da Moğolların Yaptıkları Densizlikler:

 

Her ne kadar Şam halkı Moğol Hakanından güven sözü almışlar ve bu söz Şam’da herkese ilan edilmişse de şehrin dış varoşlarında ve çevre yerleşim yerlerinde

Moğolların çapulculuğu ve başıbozukluğu sürüyordu. Güven verilmiş şehrin dışında, bir çeşit zulüm işleni­yordu. Şehrin içinde de fiyatlar yükselmiş, pahalılık’ son haddine ulaşmıştı. Bu sırada Moğollar, Şamlılar-dan önceki devlet idaresinin ne kadar atı, silahı ve pa-‘ rası, halkın yanında tutularak gizlendiyse, onları getirip Moğollara teslim etmelerini istediler. Moğollar Sey–feddin Kıpçak’ı kendi taraflarından Şam’a vali yaptılar. O, şehir halkına baskı yapmaya başladı. Moğolların şehri istilası tamamlanmıştı. Sadece kale komutanı ka-‘ leyi teslim etmediği gibi teslim etmeyi kesinlikle de ‘ reddetmişti. İbn Kesîr şöyle yazıyor:

“Onu buna teşvik eden İbn Teymiye idi. O; kale ko-‘ mutamna haber göndererek kalenin bir tek taşı kalın- • caya kadar savaşıp Moğollara teslim etmemesini bildir-‘ misti. Kale komutanı sonuna kadar bu sözü uyguladı/ Moğollar da sonuna kadar oraya girmeye teşebbüs et-‘ mediler. Moğollar şehirde ellerini oraya buraya uzat-‘ maya başladılar ve eski ifadelere uygun olarak her çe­şit densizlikleri yaptılar. Çokça müslüman erkeği, ka­dını esir aldılar, köle yaptılar. Sadece Salihiye mahalleşinden 400 kişi öldürüldü, 4.000’e yakını esir alındı. * Pek çok namlı, şanlı, şerefli ailelerin ve âlim kişilerin) ev halkından gençler ve kızlar köle ve cariye yapıldı.  Kütüphaneler yağmalandı, vakıf kitapları telef edildi.”

Bu durumu gören İbn Teymiye tekrar Gazân’la görüşmeyi gerekli gördü. Bir heyetle birlikte 25 Rabîus- * sanî’de yeniden Hakanla buluşmaya gitti, ama iki gün! beklemesine rağmen Hakanla görüşmesine izin veril­medi. Bu sırada Şam’da -hâlâ şehrin dışında siperde bulunan- Moğolların şehre girmek istediği haberi yayıl­dı. Bunu duyan halkın aklı uçuştu, muhakemesi dur­du. Şehirdeki Moğollar kaleyi ele geçirmeye hazırlandı-

lar. Hendek kazmaya başlayıp mancınıklar kurdular. Halk boş yere yakalanıp götürüleceği korkusu ile evle­rinden dışarı çıkmadılar. İbn Kesîr şöyle yazıyor:

“Sokaklar, caddeler bomboştu, Bindebir birinin ge­lip geçtiği görülüyordu. Câmi-i Kebîr’de namaz kılanla­rın sayısı çok azalmıştı. Cuma namazında Emevî Ca-mii’nde zorla bir saf tamamlanabiliyordu. Bazı adam­lar takip ediliyor, mecburen çıkanlar da Moğolların kı­yafetine bürünerek çıkıyor ve hemen işini görür gör­mez geri dönüyordu. Yine de, belki geri dönmek nasip olmaz endişesi sürüyordu.”[25]

19 Cemâziyelevvel’de Gazan Irak’a doğru çekip git­ti. Kendine vekâlet edecek bir adamla 8.000 askeri Suriye’yi kontrol altında tutmak üzere bıraktı. Gider­ken şöyle ilan yaptırdı: “Vekilimizi ve pek çok askeri­mizi bırakarak gidiyoruz. Gelecek sene sonbaharda yi­ne geri döneceğiz. O zaman Suriye ile birlikte Mısır’ı da zaptedeceğiz.”

Her ne kadar Gazan çekip gittiyse de diğer Moğol idareci Bolay, Şam’ın çevresinde çapulculuk, yağma ve zulüm yapmaya devam etmişti. Pek çok köyler ve kasa­balar mahvoldu. Çok sayıda müslüman çocuğu köle ya­pıldı. Yalnız Şam’dan çok büyük miktarda para gaspetti.

Recep ayı başlarında İbn Teymiye, Bolay’m kışlası­na giderek onunla doğrudan görüştü. Esirlerin serbest bırakılmasını söyledi. Büyük miktarda bir bölümü ser­best bıraktırdı. Bunlar arasında müslümanlar da var­dı, müslüman olmayan zımmî Suriyeliler de vardı.

3 Recepte kale komutanı tarafından Mısır ordusunun Suriye’ye doğru gelmekte olduğu ilan edildi. Bir gün sonra Bolay ve beraberindeki Moğollar Şam’ı terk- ” edip gittiler. 7 Recep günü Sultan Muhammed b. Kala- ^ vun’un ve Mısır ordusunun Suriye’yi kurtarmak için hareket ettiği haberi geldi. O sırada Şam’da hiçbir so­rumlu yetkili ve yönetici yoktu. Kale duvarlarıyla çevrili asıl şehir Moğolların hücumuyla harabeye dönmüş­tü. Kale komutanı: “Şehir halkı duvarlarla çevrili şehir merkezini ve kapılarını korusun. Hiç kimse evinde uyumasın, herkes silahlanıp iç kalede hazır olsun” diye ilan etti. Halk bu emre uydu.

İbn Kesîr diyor ki:

İbn Teymiye o günlerde gece boyu kale içindeki şe-hirde sürekli dolaşıyor, halkı cihada çağırıyor ve Allah * yolunda bütün varlığı ile savaşmayı anlatan âyetleri t. okuyor, sabır ve savaşa teşvik ediyordu. [26]

İçkiye Karşı Mücadele Açışı:

 

Mısır ordusunun ve müslüman sultanın gelmek üzere olduğunu ve Moğolların çekip gitmesini duyan dindar müslümanlarm cesareti arttı. Ve bu düzensiz barbar milletin ve onun Allah’tan korkmaz idarecileri­nin zamanında meydana gelen yıkıntıları, tahribatı dü­zeltmeye kesin karar verdiler. İbn Teymiye bu hareket-.’ te en ön saftaydı.

Suriye’nin sultanı ve Moğol hakanının vekili Seyfeddin Kıpçak, meyhaneleri özellikle korumuştu. Ora­ları, onun gelirinin ana kaynaklarıydı. Kısa dönemli idaresi sırasında çeşitli yeni meyhaneler açmıştı. Artık onların hâlâ durmaları için hiçbir sebep yoktu, caiz de olamazdı. Şam’da hiçbir yönetici ve sorumlu komutan yoktu. İbn Teymiye bu işi kendi eline aldı. Öğrencileri ve dostlarıyla bütün şehri dolaştı. Nerede bir meyhane gördüyse fıçılarını sürahi ve bardaklarını parçaladı. İç­kilerini, şaraplarını döktü. Bu meyhanelerde bulunan serseri takımını ve yüz kızartıcı suçlar işleyen sefilleri cezalandırdı. Şehirde genellikle bu hareket ve davranış büyük bir sevinç doğurdu[27]

Bozuk İnançlı Dağlıların Te’dip Edilmesi:

 

  1. 699 yılında Moğol ordusu Şam’a girip birtakım kötü hareketlerde bulundukları sırada dağlarda yaşa­yan Hristiyan, Bâtınî ve İsmâilî fırkalarının mensupları bütün güçleriyle Moğolların yanında yer aldılar. Müslüman ordusu Moğollar karşısında yenilip geri çekilirken onların bölgesinden geçtikleri sırada bu dağlı-î lar İslâm ordusuna hücum etmişler; silahlarını, atlarını yağmalamışlar, pek çok müslümanı şehit etmişlerdi. •’ Bunlar hiçbir zaman İslâm ordusuna katılmamış, ona

itaat etmemişti. Hak dini kabul etmemişler, hiçbir düzene ve nizama bağlı olmamışlardı[28]  Şam’ın ufku aydınlanıp içeride sükûn ve emniyet ” meydana geldikten sonra İbn Teymiye bu bozguncu ha-T inleri te’dip etmeyi ve onlara İslâmı tebliğ etmeyi zo-1 runlu gördü. İyi bir tesadüf eseri olarak sultan vekili

Cemaleddin Akkuş el-Efram, Cered ve Kesrevân deni-ı len dağlara doğru ordu göndermişti. İbn Teymiye bu firsattan istifade etti. Gönüllülerden ve Havran halkm-î” dan büyük sayıda insan toplayarak sultan vekiline re-: fakat etti. Sultan vekilinin geldiğini duyan kabilelerin

reisleri İbn Teymiye’nin huzuruna geldiler. İbn Teymiye onları tevbe ettirdi. İyi bir şekilde İslâmı onlara teb­liğ etti. Bu şekildeki hareketin çok büyük bir faydası oldu. Müslüman askerlerden daha önce yağmaladıkları şeyleri onlar geri getirip teslim etmeye söz verdiler. Beytülmâle belli Ölçüde vergi vermekle yükümlü kılın­dılar. Onlar da bunu ödeyeceklerine söz verdiler. Bu problem de 13 Zilkade günü başarılı bir şekilde çözüm­lenerek geri dönüldü[29]

Moğolların Tekrar Gelişi ve İbn Teymiye’nin Cihad İlânı:

 

  1. 700 yılı henüz yeni başlamıştı ki Moğolların tek­rar geleceği haberi Şam’a ulaştı. Halkın ayağının altın­daki toprak kaymaya başladı. Mısır ve diğer güvenli bölgelere, müstahkem kalelere doğru kaçmaya koyul­dular. Halk eşyasını, giyeceğini, buğdayını, ununu, malını mülkünü yok pahasına satarak sefer hazırlıklarına başladı. Binek hayvanı kirası çok artmıştı. Hayvanla­rın ücreti çok yükseklere fırladı.

Bunu gören İbn Teymiye Cami-i Kebir’deki vaaz ve ders programına hararetle yeniden başladı. Halkı cihada ısındırdı. Kaçmaktan utandırdı. Bu korkakça davranışları şiddetle kötüledi. İnsanları; müslümanları ve müslümanlarm ülkelerini koruma konusunda harcama yapmaya teşvik etti. Ve; halk, kaçmak için harcadığı paraları burada kalarak müslümanları koruma ve ve Allah yolunda cihad etme uğrunda harcamalıdır, dedi. O şöyle diyordu: Bu sefer Moğollarla açık sahada karşılaşmak gerekir. Bu kere onlarla cihad etmek farzdır.

Onun bu sürekli konuşmalarından halkta kendine güven doğdu. Şehirde resmen ilân yapılarak hiçbir kimsenin hükümetin izni olmadan ve ferman çıkmadan şehri terkedemeyeceği bildirildi. Bu ilanla kaçma işinin önüne geçilmiş oldu. Bu sırada, Mısır sultanının hare­kete geçtiği haberi geldi. Halk bundan daha da teselli buldu.[30]

Mısır Yolculuğu:

 

Rabîüssânî’de tekrar Moğolların geldi, geliyor ha­beri kızıştı. Bîre denilen yere kadar geldikleri haberi ulaştı. Şehirde genel cihad ilan edildi Moğolların iler­ledikleri haberleri peşpeşe geliyordu. Halk teskin edil­di. İşlerini serinkanlılıkla yapmaları, Mısır sultanının yola çıktığı söylendi. Bu arada birden bire, sultanın ha­reket kararından vazgeçtiği haberi geldi. Bu duyulunca yer tutmuş ayaklar yerinden oynamaya başladı. İnsan­lar kendi aile fertlerini, çoluk çocuğunu Mısır’a ve diğer güvenli bölgelere nakletmeye başladılar.

Bu durumu gören İbn Teymiye, Şam’ın dışında Moğolları durdurmak için siper kazıp savaş düzeni al­mış olan – Suriye bölgesi sultan yardımcısı ile görüşme­ye gitti. Onu teskin edip büyük bir güven verdi ve şöyle dedi: Biz mazlumuz, kesinlikle biz zafere ulaşacağız. Allah Teâlâ: “Kim kendisine eziyet edildiği kadarının intikamını alır da sonra daha ileri gidilerek zulmedi-lirse Allah mutlaka o zulmedilene yardım edecektir. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve affedicidir.” Buyuruyor.[31]

Suriye sultan vekili ve üst derecedeki idareciler, İbn Teymiye’den Mısır’a giderek Sultanı Suriye bölge­sini korumaya ve Moğollarla savaşmaya razı etmesini rica ettiler. Bunun üzerine o, posta- bineği ile Mısır’a hareket etti. Mısır’a ulaşmak üzere iken Sultan Kahi-re’ye girmişti. Sultanı çok tahrik etti ve şöyle dedi: “Eğer Suriye sizin idarenizde olmasaydı, Mısır ve Suri­ye sultam olarak sorumluluğu size düşmeseydi bile Su­riyeliler sizden yardım istedikleri takdirde onlara yar­dım etmeniz gerekirdi. Kaldı ki Suriye sizin devletini­zin bir eyaleti, sizin idarenizin Önemli bir bölümüdür. Eğer Suriye’yi koruma diye bir düşünceniz yoksa açık­ça söyleyin de biz kendi başımızın çaresine bakalım. Birini başımıza idareci seçelim de tehlike anında Suriye’ye hizmet edip orayı korusun. Normal durum­larda da oradan o faydalansın.

İbn Teymiye buna benzer daha başka sözler söyle­yip sultana güven verdi; bu sefer zaferin müslümanla-rın olacağını söyledi. 8 gün boyunca Mısır kalesinde kaldı. Moğollara karşı koymaya ve cihad etmeye sürek­li teşvikte bulundu.

İbn Teymiye’nin bu iman dolu, güven veren konuş­ması ve samimi çabaları sonucu Sultan tekrar Suri­ye’ye gelmeye razı oldu. Mısır ordusu cihad için hare­kete geçti.Henüz Şamlılar bunu duyarak tam sevine-memişlerdi ki, Moğolların yaklaştıkları ve Sultanın ge­ri döndüğü haberi ulaştı. İnsanı çaldırtan şey, şehrin valisi İbn en-Nahhâs’m; kimin yol yürümeye gücü var­sa Şam’dan mutlaka çıkıp gitsin diye ilan yaptırmasıy­dı. Bu duyulunca şehirde kıyamet koptu. Çarşı pazar kapandı. Halk dağlara, ovalara, sahralara kaçışmaya başladı. Herkesin dilinde, “Şamlıların kaderinde düş­mana lokma olmak yazılmıştır” sözü dolaşıyordu.

Büyük âlimler, Şam’ın ileri gelenleri ve eşrafı şehirden göç ettiler. Zaten çoluk çocukları daha önceden gitmişti. îleri seviyede ve önde gelenlerden Samda sa­yılabilecek birkaç kişi ancak kalmıştı. Şehirde ilan ya­pılarak; “Kim cihad etmeye niyet etmişse gelsin orduya katılsın. Çünkü Moğollar yaklaşmıştır” dendi. Geride kalan âlimler -aralarında İbn Teymiye’nin küçük kar­deşi Şerefiiddin İbn Teymiye de bulunmaktaydı sultan vekilini cesaretlendirdiler ve Mehnâ bölgesinin Arap emîrini de cihad yapmaya razı ettiler.

İşte bu sırada İbn Teymiye Mısır’dan döndü. Sulta­nın razı olduğunu, devlet idarecilerinin cihad yapmaya kararlı oldukları müjdesini duyurdu. Öbür taraftan Moğol hakanının geri dönmeye karar verdiği ve Fırat nehrini geçerek Irak’a ulaştığı haberi geldi. Böylece, “Allah savaş yükünü mü’mirilerden kaldırdı”[32] âye­tinin sırrı tecelli etti. [33]

 

Moğollarla Sonucu Getiren Savaş ve İbn Teymiye’nin Başarısı:

 

  1. 702 yılının Recep ayında güvenilir kaynaklar­dan, bu sefer Moğolların kesinlikle Suriye’yi istilâ et­meye karar verdikleri ve bu kararlarında azimli olduk­ları haberi geldi. Bu haberden dolayı halkta bir huzur­suzluk meydana geldi. Namazlarda Salât el-Tüncînâ ve belâlara karşı okunan Kunut duaları devamlı ve özenle okundu. Buhârî-i Şerif hatmedildi. Halk eskiden beri yaptığı gibi Mısır’a ve diğer güvenli bölgelere hareket etmeye başladılar.

Mısır sultanının, Mısır ordusunun gelmesi geciktik­çe halkın huzursuzluğu arttı. Sonunda Şaban ayının

  1. günü Mısır ordusunun büyük bir bölümü ünlü Türk komutanlarının idaresinde yetişti. Arkasından diğer bir bölümü ulaştı. Bunun üzerine halkta bir sükûnet meydana geldi. Fakat, diğer bölgelerden kaçıp gelen sı­ğınmacıların gelişi başladı. Kuzey tarafın şehirlerinden pek çok insan kendi şehirlerini bırakarak Şam’a geli­yorlardı. Değişik türden sözler dolaşmaya başladı.

Suriyeli komutanlar bir araya toplanarak düşman­la savaşmaya söz verdiler ve yemin ettiler. Şehirde ilan yaptırılarak hiç kimsenin şehri terketmernesi bildirildi. İbn Teymiye Şam’dan çıkarak, orduya gidip durumu haber verdi. Onları da bu söz üzerine yemin ettirdi. Ko­mutanlara ve halka teminat vererek bu sefer zaferin mutlaka elde edileceğine yemin ediyordu. Bu zafere o kadar inanmıştı ki, biri kendisine, “İnşaallah de” dese, “Kesin inşaallah, şartlı inşaallah değil” diyordu. Sürek­li olarak; “biz zulme uğrayan mazlumlarız, mazlumlara da Allah mutlaka yardım eder, diyerek şu âyeti okuyor; “Kime zulmedilirse Allah ona mutlaka yardım edecek­tir. “[34] Ve, bu bakımdan bu ilâhî va’de göre bizim zafe­rimiz kesindir. Bunda en ufak bir tereddüt olamaz, di­ye bildiriyordu.

O zaman şöyle bir soru ortaya çıktı: Moğollar müs-lüman olduğu için onlarla savaşmanın fıkıh açısından durumu nedir? Onlar ne kâfirdir, ne de isyankârdır. İsyankâr değiller; çünkü hiçbir zaman bir müslüman emîrin idaresi altına girmemişlerdir. Öyle olunca isyan diye bir şey söz konusu olamaz. O halde onlarla savaş hangi temele göre caiz olabilir? Alimler bu konuda te­reddüde düştüler.

İbn Teymiye dedi ki: Bunlar, Haricîler hükmündedir. Haricîler, Efendimiz Hz. Ali’ye ve Hz. Muaviye’ye, ikisine karşı isyan etmişlerdi. Onlar kendilerini halife­liğe daha lâyık görüyorlardı. Aynı şekilde bu Moğollar da diğer müslümanlar karşısında kendilerini devletin başına geçmeye daha lâyık görüyorlar ve, biz onlardan daha çok hak ve adaleti ayakta tutabiliriz diyorlar. On­lar; müslümanları günahkârlıkla ve zulüm yapmakla suçluyorlar, kendilerinin ise onlardan daha çok hak ve adaleti ayakta tutabileceklerini söylüyorlar. Onlar* müslümanları günahkârlıkla ve zulüm yapmakla suç­luyorlar. Halbuki kendileri kat kat çirkin hareketler ve yakışıksız davranışlar işlemektedirler.

İbn Teymiye’nin bu açıklaması âlimleri tatmin etti ve bu karmaşık mesele rahatça, açıkça anlaşılmış oldu.

Bu konuda İbn Teymiye, o kadar güvenli ve kesin bilgiye sahip olduğuna inanmıştı ki, şöyle diyordu: “Eğer siz, beni de Kur’an-ı Kerim’i başım üzerine koy­muş olarak Moğol ordusu saflarında görürseniz hemen beni de öldürün.” Bunu duyan halkın tereddüdü silin­di, cesaret ve gayreti arttı.

Şam’da büyük bir şaşkınlık vardı. Sultanın geldi­ğinden haberleri olmamıştı. Mısır ve Suriye orduları­nın savaşacaklarına kesin şekilde inanılmıyordu. Mo­ğolların, sürekli olarak geldi gelecek haberleri ulaşıyor­du. Halk diğer şehirlerden kaçarak Şam’a sığınmaya devam ediyordu. Bütün şehir sığınanlarla doluydu. İbn Teymiye, ordunun bulunduğu yere gitmek için hareket edince yol bulması imkânsız oldu. Onun niçin gittiğini bilmeyen bazı insanlar; bizim kaçmamızı siz engelliyor­sunuz ama kendiniz Şam’dan kaçmayı tercih ediyorsu­nuz diyerek hakaret ettiler. Fakat İbn Teymiye sessiz­ce yoluna devam etti.

Şehirde hiçbir idareci yoktu. Serseriler, başı bozuk-

lar da bir taraftan herkesin huzurunu kaçırıyor, binbir çeşit edepsizlikler yapıyorlardı. İnsanlar minarelere çı­karak İslâm ordusunu arıyor; tahminlerde bulunup benzetmeler yapıp duruyorlardı.Herkes kaderinin hük­münü bekliyordu. Savaş olur mu, olmaz mı? Olursa kim yener? Allah korusun İslâm ordusu yenilirse artık müslümanlarm tutunacak yeri yoktu. Namus, şeref, haysiyet, can ve maldan hayır kalmazdı. Yani bir bakı­ma, âyet: “O zaman gözler yılmış, kalpler gırtlaklara dayanmıştı. Allah’a da çeşitli zanda bulunuyordunuz. İşte burada müminler imtihan olunmuş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.[35] manzarası vardı.

İbn Teymiye Suriye ordusuna geldiğinde ordu ko­mutanları; onun daha ileri giderek Sultana ulaşmasını ve çabuk gelmesini rica etmesini istediler. İbn Teymiye Sultanla buluştu, görüştü. Konuşmaları ile Sultanın azim ve kararını güçlendirdi. Sultan, İbn Teymiye ile birlikte ordunun bulunduğu yere geldi. İbn Teymiye’­nin, kendisinin yanında bulunmasını istedi. İbn Teymi­ye şöyle dedi: “Sünnet olan, kişinin kendi milletinin bayrağı altında sasvaşmasıdır. Biz Suriye ordusuna bağlıyız. O bakımdan onun bayrağı altında savaşaca­ğız.” Sultan’a yeniden cihad telkininde bulunarak dedi ki: “Bir tek olan Allah’a yemin ediyorum ki, zafer bi­zimdir.” O sırada komutanlar bile, “İnşaallah” demesi gereğini hatırlattılar.

Bunun üzerine o da; “Kesin inşaallah, şartlı inşaal­lah değil.” buyurdu.

Şabanın 29. Cuma gecesi Ramazan hilâli görüldü. Şamlılar teravih namazına hazırlandı. Ramazan neşesi de vardı. Düşman korkusu ve istikbal endişesi de vardi. Kadınlar ve çocuklar evlerin üzerinde baş açık bek-leşiyorlardı. Şehirde bir heyecan vardı. Cumartesi, Ra­mazanın 2. günü öğleden sonra Cami-i Kebir’de Sulta­nın şu fermanı okundu:

“Cumartesi günü gündüz saat ikide Suriye ve Mısır orduları, Sultanın yanında savaş düzeni almış olacak­lardır. Müslümanlar zafer için Allah’a dua etsinler. Kalede ve iç kalede korunmaya hazır olsunlar.              ,

Ramazanın 2. günü Şükhup ovasında bir tarafta Suriye ve Mısır orduları diğer tarafta Moğol askerleri savaş düzenine girdiler. İbn Teymiye, savaş gücü ka­zansınlar diye mücahidlerin orucu bozmaları gerektiği­ne fetva verdi. Her kıtanın ve her bir bölüğün yanına teker teker bizzat giderek elinde bulundurduğu yene­cek şeyi onlar görecek şekilde yiyor ve şu hadisi oku­yordu:

“Hz. Peygamber (a.s.) Efendimiz buyurmuştur ki: Yarın siz düşmanla karşılaşmak üzeresiniz. Oruç tut­mama durumunda daha çok bedenî güç kazanacaksı­nız. ”

Savaş başladı. Sultanın kendisi bizzat ordunun or­tasında duruyordu. Abbasî halifesi Ebû Rebî’ Süley­man, Sultanın yanında idi. Nihayet iki ordu kapıştı. Dehşetli bir savaş oldu. Sultan çok sağlam bir sebat gösterdi. Kaçmasın diye atının ayaklarını zincirle bağ­lattı. Allah’a orada söz verdi. Şiddetli bir savaş oldu. Namlı şanlı Türk komutanlar şehid oldu. Sonunda müslümanlar galip geldi. Moğolların ayağı kaydı. Gece­leyin Moğollar kaçışarak dağlara, tepelere ve bölgedeki yüksek yerlere sığındılar. Müslümanlar gece boyu nö­bet tuttular, kaçmalarına engel olarak oklarına hedef yaptılar. Pek çok Moğol öldürüldü. Sabahleyin, kaçan­ları müslümanlar elleri kolları bağlı yakalayıp getirdi-

ler, boyunlarını vurdular. Kaçanlardan çoğu uçurum­lardan, yarlardan ve tehlikeli yerlerden düşerek, bir çoğu da Fırat nehrinde boğularak öldüler. 4 Ramazan Pazartesi günü İbn Teymiye Şam’a girdi. Halk büyük bir heyecan ve coşkuyla onu karşıladı, tebrik etti ve du­alar yaptılar.

Hicrî 702 yılının Ramazanının 5. Salı günü bultan; devlet ileri gelenleri, halife ve saltanat ordusuyla bir­likte galip ve muzaffer olarak Şam’a girdi. [36]

 

BİD’ATLARI RED VE MÜNKERLERİN GİDERİLMESİ

 

Moğol meselesi hallolduktan sonra İbn Teymiye es­kiden yaptığı gibi yine bütün coşkusuyla ders verip ilim öğretmeye, sünneti yayma ve bid’atları reddetme­ye başladı. Şirk ve cahiliye davranışlarına karşı cihad yapmakla meşgul oldu. Bu meşguliyet ve çalışmalar onun en sevdiği şeylerdi, hayatının en büyük amacıydı.

O dönemde hristiyan ve yahudilerin müslümanlar arasına karışması sonucu, bozuk inançlı ve cahil züm­renin yaydıkları fikirlerle, cahiliye kalıntısı ve putpe­rest, müşrik milletlerin alâmeti olan pek çok iş ve ha­reketler müslümanlarm arasına girmişti.

Şam yakınında Kalût nehri kıyısında bir kaya var­dı. Bu kaya hakkında çeşitli rivayetler ağızdan ağıza dolaşıyordu. Cahil ve evhamlı müslümanlar için bu bir fitne olmuştu. Müslümanlar bile oraya gidiyor, adaklar adıyorlardı.

  1. 704 yılının Recep ayında İbn Teymiye, işçiler ve taş ustalarıyla birlikte oraya gitti. Kayayı parçalatarak bu şirk kapısını kapattı. Böylece de bir şirk kapısı daha kapanmış oldu.

O; şeriata, sünnete aykırı gördüğü her hareket ve davranışı gücü ölçüsünde kendi eliyle değiştirmeye ve engellemeye çalıştı. Çünkü bu, imanın en üst derecesi, dinî gayretin önde gelen gereğidir. Hz. Peygamberin şu hadisine göre de bir görevdir:

“Sizden kim bir münker (dine aykırı çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin, engellesin. Buna gücü yetmeyen dili ile bu görevi yapsın, buna da gücü yetme­yen hiç olmazsa kalbiyle ona karşı çıksın, (içinden o harekete nefret duysun). Bu ise, imanın en zayıf şekli­dir. ”

İdareciler, devlet işlerinden fırsat bulamadıkların­dan bu işlerle uğraşamıyorlardı. Alimler bazen pek çok şeye önem vermiyordu. Bazı kereler de karşı çıkmaya, mücadele etmeye çekiniyorlar di. Bu bakımdan ibn Tey­miye çok kere bu işi kendisi uygulamak zorunda kalı­yordu. Yanında talebelerinden, sevdiklerinden bir top­luluk bulunuyor, ona yardımcı oluyordu. Bu bakımdan o; Allah için manevî değer kazanmak için bir tür şer’î ve ahlakî sorgulama müessesesi kurmuştu. Bid’atçılar, sünnete aykırı davrananlar; idarecilerin kontrolünden, âlimlerin azarlamasından kurtulmuş olsalardı bile bu “şer’î polis”in gözünden kaçamıyordu.

  1. 704 yılının Recep ayında şöyle bir olay oldu: Kendisine Mücâhid İbrahim b. Kattan diyen, uzun ve geniş bir aba giyinmiş yaşlı bir adam, İbn Teymiye’nin yanına getirildi. Saçları ve tırnakları uzamıştı. Bıyıkla­rı ağzını kapatmıştı. Çirkin sözler ve iğrenç kelimeler söylüyor, sarhoş eden şeyler kullanıyordu. İbn Teymiye bunun abasının parçalanmasını emretti. Her taraftan insanlar üşüştü ve onu kıymık kıymık etti. Başının sa­çını ve bıyık uçlarını tıraş ettirdi. Tırnaklarını kestirdi. Çirkin ve iğrenç sözler söylemeye, sarhoş edici şeyler kullanmaya tevbe ettirdi[37]

Aynı şekilde Muhammed Habbâz el-Belâsî adında yaşlı, meşhur bir adam vardı. Haram şeyleri rahatlıkla kullanıyordu. Hristiyan ve yahudilerle oturup kalkıyor, rüya tabirleri yapıyor, bilmediği ilmî konulara, mesele­lere girişiyordu. İbn Teymiye onu da yanına getirtti. Onu da bütün bu gibi hareketlere tevbe ettirdi. İbn Kesîr’in anlattığına göre; bu hareketler bir kısım in­sanların öfkesine sebep oldu. [38]

İnançsızlarla Bozgunculara Karşı  Cihad Etmesi:

 

İç ıslâhına, yani kişinin nefsini ve içini düzeltip ıs­lah etmesine uğraşırken İbn Teymiye bozguncuların fa­aliyetlerinden de habersiz değildi. Bu bozguncular; müslümanlar bir felâkete uğradığında, başlarına bir sı­kıntı geldiğinde bunu fırsat bilerek müslümanlara za­rar vermek ve İslâm düşmanlarıyla gizlice anlaşıp on­larla iş birliği yapmaktan geri kalmamışlardı.

Her ne kadar H. 699 yılında İbn Teymiye sultan ve­kili el-Efran’la birlikte Cered ve Kesrevan’a giderek oradaki edepsiz, hâin ve gaddar kabileleri hizaya getir­miş ve uyarıda bulunmuş; neticede pek çoğunu tevbe ettirerek gelecekte böyle hareketler yapmaktan vazgeç­tiklerine, devlet düzenine ve İslâm idarecilerine bağlı kalacaklarına söz almışsa da, önceki tecrübelerden bu edepsiz, gaddar insanların bu davranışlarından vazgeç­medikleri görüldü. Bunlara daha etkili bir uyarı yapıl­ması, kulaklarının çekilmesi gerektiği ve her kritik an­da bunlardan bir zarar gelebileceği endişesi anlaşıldı. Nitekim Zilhicce ayının başlarında talebeleri ve dostla­rıyla, İbn Teymiye bir grup insanın ve Nakîbü’l Eşraf Zeyneddin b. Adnan’la birlikte tekrar Cered ve Kesre­van’a gitti. Onlara İslâm’ı anlattı, tebliğ etti. Pek çoğu tevbe etti. İslâm’ın emirlerine bağlı kalmaya ve onu uygulamaya karar verdiler.

Cered bölgesinin Rafızî (Bâtınî, İsmâilî, Hâkimi, Nusayrî) kabileleri açıktan açığa müslümanlara zarar vermişler, ihanet etmişlerdi. Bunlar Haçlıları, Moğolla-n müslüman ülkelere saldırmaya davet etmişler, onla­ra kolaylıklar sağlamışlardı. Müslümanların çaresizlik ve dağınıklığından faydalanarak, canlarına, mallarına, şeref ve namuslarına el uzatmışlar; müslümanları, ko­yun keçi gibi düşmanlara satmışlardı. İbn Teymiye’nin hamiyetli ve şahsiyetli gönlünde bu hareketler derin yaralar açmıştı. Böyle zor saatlerde ve nâzik anlarda müslümanları perişan edip sıkıntıya sokan en âdice hareketleri reva görüp düşmanlarına yardım eden bu alçak karakterli ve şerefsiz münafıkları İbn Teymiye affedemezdi. Onlara bu suçlarından, gaddarlıklarından dolayı hakettikleri cezayı eksiksiz vermeye çalıştı ve gelecekte bir savaş ya da tehlike anında bir daha zarar veremeyecekleri şekilde bir düzenleme yapmak istedi. Sultan Nâsır’ın (Mısır ve Suriye sultanı) dikkatini bu noktaya çevirerek bunların tehlike ve zararlarından onu uyardı. Bir mektubunda Sultana şöyle yazmakta­dır:

“Moğollar Suriye’ye saldırdıklarında, bu içi bozuk herifler (Bâtınîler, Nusayrîler ve îsmâilîler) İslâm or­dusuna çok kötü davrandılar. Kıbrıs halkına (hristiyanlara) haberler gönderen işte bunlardır. Suriye sa-l1 nülerinin bir bölümünün hristiyanların eline geçmesi­ne sebep olanlar ve Haçlı bayrağını bizzat taşıyanlar bunlardır. Müslümanların atlarını, silahlarını gaspe-dip esir ettiklerinden pek çoğunu -ki sayılarını Allah bilir- Kıbrıs’a gönderen bunlardır. Bu olaylarda müslü­manları ve müslümanların atlarını, silahlarını (müslü­manlara düşman Haçlılar olan) Kıbrıslılara sattılar.

Moğolların gelmesi üzerine bunlar yağ kandillerini yaktılar. Moğollarla savaşmak için İslâm ordusu Mı­sır’dan hareket edince bunların yüzünün rengi attı. Sultanın gelmesiyle birlikte Allah Teâlâ müslümanlara kesin bir zafer verince bunlar mateme hüründüler, bu ve bundan daha çok şeyleri bunlar yaptı. Cengiz Hanı İslâm ülkelerine saldırmaya davet eden bunlardı. Hü-lâgû’nun Bağdat’ı zaptetmesine, Haleb’i tahrip etmesi­ne ve Sâlihiye’nin yağmalanmasına bunlar sebep ol­muştu. Bundan başka onların İslâm düşmanlığına ve müslüman öldürmelerine ait daha pek çok olaylar var­dır.

Bunların komşusu olarak yaşayan müslümanlar büyük sıkıntılara uğradılar. Her gece bunlardan oluşan bir vurucu tim dağdan inerek baskın yapıyor, yağmalı­yor, can alıyor, mal topluyordu. Yaptıklarının sayısını Allah bilir. Kıbrıs’ın hıristiyanları bunların bölgesine geldiklerinde, bunlar onlara ev sahipliği yapıyor, müs-lümanların silahlarını onlara veriyorlardı. Temiz ve sa-lih bir müslüman onlarla karşılaştığında onu hemen öl-; duruyorlar veya herşeyini soyup elinden alıyorlardı.. Pek az kimse onların elinden kurtulabüiyordu”[39]

  1. 705 yılında 2 Muharrem günü büyük bir güçlev birlikte bu fesatçılar ve hak yoldan sapan mülhidleres karşı cihad yapmak için İbn Teymiye yola çıktı. Arka-/ smdan sultan vekili askerleri ile birlikte Şam’dan ha-r rekete geçti. Cered bölgesine ve Râfizîlerin bulundukla-, rı dağlara tırmanma harekâtı başladı. Bu azgın, gad-î dar, isyankâr kabileler güzel bir şekilde cezalandırılıp yola getirildi. Bu geçit vermeyen korunaklı bölge iha­netten temizlendi. İbn Teymiye; Nadiroğulları gibi bunların da bağlarının, ağaçlarının kesilmesinin doğru olacağına, çünkü orayı bunların siper olarak kullandık­larını, buraları onların askerî üssü olup ihanet odakla­rı olduğunu bildiren bir fetva verdi. İbn Kesir şöyle ya­zıyor: İbn Teymiye’nin bu harekâta katılması büyük fayda sağladı. Bu olayda onun ilminin ve kahramanlı­ğının büyük etkisi oldu. Bununla birlikte onun düş­manlarının kalbi haset ve kederle doldu. [40]

 

Rufâîlerle Tartışma:

 

9 Cemâziyelevvel H. 705 tarihinde Rufâî miskinle­rinden kalabalık bir zümre sultan vekiline geldi. İbn Teymiye de geldi. Rufailer, kendileri hakkında İbn Teymiye’nin hüküm koymasından menedilmesini ve kendi hallerine bırakılmalarını istediler. İbn Teymiye; bu olamaz, herkesin Kitap ve sünnete uyarak yaşaması gerekir. Kim bundan dışarı adım atarsa onu reddet­mek, ona karşı çıkmak gereklidir, diye cevap verdi.

Rufailer böyle bir fırsatta kendilerinin doğru ve ı hak üzere olduklarını isbat için kendilerine has birta­kım hünerler göstermek istediler. Onlar; bize ateş tesir etmez. Biz ateşin içine girerek bunu gösterebiliriz. Eğer ateşten zarar görmeden çıkarsak bizim hak yolda ve hak üzere olduğumuz, Allah tarafından desteklendi­ğimiz kabul edilmelidir, dediler.

İbn Teymiye onlara şöyle dedi: Bu, şeytana ait du- [ rumlardır. Bunların hiçbir Önem ve değeri yoktur. Bunlar, hüner, sihir, göz boyama ve görme yanılmasıdır. Ateşe girecek kişi önce hamamda iyice yıkanmalı, son­ra vücudu sirke ve otla iyice ovulmak, sonra da ateşe girip maharetini göstermelidir. Farzedelim ki bir kişi böyle yıkandıktan sonra ateşe girebiliyorsa dahi bu kişi bid’at ehlinden ise yine de hiçbir değeri yoktur. Buna asla önem verilemez. Hatta bu kişi deccal kabul edil­melidir.

Bunun üzerine Rufâî bir derviş olan Şeyh Salih’in ağzından şu sözler dökülüverdi: “Bizim bu hüner, ma­haret ve numaralarımız ancak Moğollar yanında geçi­yor, şeriat karşısında geçmiyor.” İnsanlar onun bu sö- , zünü yakaladılar ve ellerinde delil yaptılar. Sonunda boyunlarından bu tasmayı çıkarmaya, Kitap ve sünne-s * te aykırı davrananların boyunlarının vurulmasına ka­rar verildi. İbn Teymiye bundan sonra bu konu üzerin­de ayrı bir eser yazdı. Bu eserinde Rufâî tarikatı üzeri­ne ışık tutan geniş açıklamalarda bulundu. Onların du­rumlarını, düşüncelerini ve tutumlarını Kitap ve sün­netle karşılaştırdı.

8 Recep tarihinde sultan vekilinin de hazır olduğu bir âlimler toplantısında, İbn Teymiye’nin Akîde-i Vâ-sıtıyye isimli kitabı üzerinde görüşme yapıldı. Alimler ona soru sorup cevap aldılar. Sonunda İbn Teymiye’nin akîde ve inancının ehl-i sünnet inancına uygun olduğu­na karar verdiler. Büyük bir saygı ile evine ulaştırdı­lar. Halktan büyük bir kalabalık mumları ellerine al­mış vaziyette onun eşliğinde yürüyordu ki o devirde bu hareket, duyulan sevgi ve saygının bir simgesiydi. [41]

İBN TEYMİYEYE KARŞI ÇIKMA

 

İbn Teymiye’nin Şam’da bir tür, dinî önderliği ku­rulmuştu. Eğer o, devlet idaresinin bir bid’atı veya kö­tü bir hareketi engellemekte yavaştan aldığım, tembel davrandığını ve âlimlerin sustuğunu, sessiz kaldığım görmüşse kanunu kendi eline alır, kendisi şeriatın em­rini uygulardı. Yanında kendine çok bağlı talebeleri ve sağlam inançlı dindar halktan bir grup insan bulunur­du. Etkisi, sevgisi, gittikçe artıyordu.

İlim ehli insanlardan bir zümre onun bu dinî yük­selişini ve şahsî etkisini çekemedi. Bu hareketleri, onun kendi başına rastgele davranışı olarak gördüler. Onu çekemeyenler, bu davranışları bahane ederek bir grup oluşturdular. Bunlar onun ortadan kaldırılmasını istiyor, ona bir zarar verme fırsatı bekliyordu. İbn Ke-sîr şöyle yazıyor:

“Takiyyüddin İbn Teymiye’yi çekemeyen bir âlimler zümresi vardı. Bunun da sebebi; onun devlet idaresin­de etkili olması, marufu emretmeyi, münkeri nehyet-meyi kendi başına yapması, halkın ona saygı duyup muhabbet beslemesi, peşinden gidenlerin çoğalması ve onun coşkun dinî duygusu, kararlılığı, ilmi ve ameli idi.[42]

 

Vahdet-i Vücûd İnancını Reddetmesi:

 

Öyle bir takzm olaylar ortaya çıktı ki, akâid konu­sunda yeniden bir tartışma meydana geldi. Araştırma ve müzâkere meclisleri kuruldu. Bu mesele üzerinde tartışma yapıldı[43]

Dahası İbn Teymiye, Şeyh Muhiddin Arabi’nin gö­rüşü olan Vahdet-i Vücûdu kesinlikle reddediyordu. Mısır ve Suriye’de Muhiddin Arabi’ye bağlı kalabalık bir zümre bulunuyordu. Onun en büyük seviyede bir arif ve araştırmacı, gerçek bilimlere âşinâ ve Şeyh-i Ekber olduğuna inanan âlimler ve şeyhler vardı. İbn Teymiye; onun incelemelerini, ilhamlarını, kavramları­nı, görüşlerini, peygamberlerin getirdiği öğretilere ve bildirdikleri tevhid inancına tamamen aykırı kabul edi­yordu. Çünkü Tevhid inancını her peygamber net bi­çimde kendi dönemlerinde insanlara Öğretmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) de bu inancın son açıklamasını ve en mükemmel şeklini bize sunmuş­tur. Bu Tevhid inancı gayet açık biçimde Kur’an ve ha­disten anlaşılmaktadır. Söz ve mâna olarak tevatür yo­luyla (en sağlam ve tereddüte yer olmayan anlatımlar­la) bize ulaşmıştır,

Muhiddin Arabî -İbn Teymiye’nin doğumundan 29 sene Önce- H. 638 de vefat etmişti. Kitapları, Özellikle Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsu’l-Hikem genellikle elden ele dolaşıyor, ilmî ortamlarda saygıyla karşılanıyordu.

İbn Teymiye; felsefe, tasavvuf ve işrâk (ilham alma, içten hissetme) yollarını dikkatle incelemiş, okumuş, araştırmıştı. O sırada Fütuhat ve Füsûs kitaplarını da okumuştu. Kendi kitaplarında yer yer bu kitaplardan alıntılar yaparak nakletmekte ve onları reddetmekte­dir. Bundan anlaşılıyor ki İbn Teymiye doğrudan onla­rı okumuş, incelemiş, başkalarından duyduğu ile hare­ket etmemiştir. Bu kitapları inceledikten sonra, onlar­da anlatılanlarla peygamberin anlattığı, öğrettiği şey­leri birbiri ile hiçbir uyuşturma imkânının olmadığı inancına vardı. İbn Arabi’nin görüşünü anlatırken o şöyle yazmaktadır:

“İbn Arabî ve ona bağlananların görüşü şöyledir: Varlık bir tektir- Yaratılanın varlığı (vücûdu) yarata­nın varlığıdır, diyorlar ve içlerinden biri diğerinin hâlık’ı (yaratıcısı) olan birbirinden farklı, birbirinden ayrı iki varlığa inanmıyorlar. Hatta yaratanın kendisi yaratılandır ve yaratılan da yaratandır diyorlar..,”[44]

“Varlık âleminde Rab ile kulun hiçbir ayırımı ola­maz. Ortada ne bir yaratıcı vardır, ne bir yaratılan var­dır, ne bir sebep, ne de sebebe dayalı ortaya çıkan so­nuç vardır. Varlık görüntü âlemine gelip meydana çı­kınca görüntüler bakımından farklılık ve çeşitlilik meydana geldi. Çeşitli renklerdeki camlardan geçen ışığın değişik renkler halinde çıkışı gibi, değişik görün­tüler ortaya çıktı. Buna kıyaslayarak onlar; buzağıya tapanlar, aslında Allaha tapınışlardı. Hz. Musa (a.s.)’m Hz. Harun (a.s.)’a kızmasının sebebi, Hz. Harun (a.s.)’un aslında varlık bir tek olduğuna göre; onların buzağıya tapması Allah’a tapmak olduğu için onlara engel olmasından dolayı kızıp karşı çıkmıştı, diyorlar. Onlara göre Musa (a.s.); Herşeyde hakikati gören, hak­kı müşahede eden arif kimselerdendi ve onu herşeyin gözü kabul ediyorlardı. Onlara göre Firavun, “Ben sizin en üstün rabbinizim” sözündeki tanrılık iddiasında haklıydı. Belki de bu söz hakkın, gerçeğin tâ kendisiy­di. Füsûs kitabının yazarı şunu demek istiyor: Fira­vun; (Yaratılış açısından) idarî mevkiye sahip olduğun­dan ve döneme hükmeden yetkili (hükümdar) olduğun­dan dolayı haklı olarak “Ben sizin en üstün rabbini­zim” dedi. Çünkü herkes, şöyle veya böyle bir ölçüde rabler olduğuna göre, zahirde bana sizi idare etme ve sizin hakkınızda karar verme yetkisi verildiğine göre ben o rabler içinde en üstün olanım, demek istemiştir. İbn Arabî şöyle de diyor: Sihirbazlar Firavun’un doğru­luğunu anlayınca ona karşı çıkmadılar. Hatta onu ka­bul edip, âyette belirtildiği gibi şöyle dediler:

“Sen neye karar verirsen karar ver. Çünkü bu dün­ya hayatına ancak sen karar verirsin.” Bu bakımdan Firavun’un “Ben sizin en üstün rabbinizim” demesi ta­mamen yerinde idi. Her ne kadar Firavun’un kendisi hak üzere idiyse de.”[45]

“İbn Arabî, Hz. Nuh (a.s.)’u tenkit etmekte, kâfir kavmini de doğrulamaktadır. Taşlara, putlara tapmış olan Hz. Nuh (a.s.)’un o kavmini doğrulamakta, onları yüceltmekte ve şöyle demektedir. O putperestler, ger­çekte Allah’a ibadet etmişlerdir. Bu tufan aslında onla­rın, içinde boğuldukları, ilâhî marifetin taşması ve onun denizinin coşmasıdır.”[46]

İbn Teymiye’nin devrinde Vahdet-i Vücûd inanışın­da son derece aşırılık meydana geldiği, halkın bu konu-j da şeriat, akıl ve ahlâk sınırını aştığı ve bir buhran du­rumu ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. İbn Teymiye şöyle yazıyor:

“Bu konuda ilmi kelâmı, felsefe ve tasavvufu bileni bir zümre daha çok sapıttı. Bunlardan (İbn Arabî’nin talebesi olan) Sadreddin Koneyî, Belyânî ve Telmesânî özellikle zikredilmeye değer.İçlerinde Telmesânî, buj konuyu bilip tanımakta hepsinden ileride idi. O Vah­det-i Vücûda sadece inanmıyor, hatta ona göre hareket edip onu uyguluyordu. Nitekim onlara göre; varlık bir olup helâl ve haram arasında fark olmadığına göre içki içiyor, haram olan şeyleri işliyordu.

Güvenilir bir adamın bana anlattığına göre; O, Telmesânî’den ders okuyormuş. Ona, Allah’ın evliyası-^ nın ve arif kişilerin sözlerini anlatıyor, açıklıyormuş^ Bu kişi Füsûsu’l-Hikem’i okuyup, içinde anlatılanların Kur’an-ı Kerim’e açıkça aykırı olduğunu görüp de Telmesânî’ye bu sözler Kur’an-ı Kerim’e aykırıdır, de­yince cevap olarak Telmesânî: “Zaten Kur1 an şirklerle doludur. Çünkü o Rab ile kul arasında ayırım yapmak­tadır. Tevhid ancak bizim sözlerimizdedir” demiştir. Şu söz de ona aittir: “Akla kesinlikle aykırı olan şeyin ger­çek olduğu keşif yolu ile ispat edilmiştir.”[47]

“Telmesânî ile aynı görüşte olan biri bizzat bana şöyle anlattı: Bir keresinde, biz ölmüş olan uyuz bir kö­peğin yanından geçiyorduk. Telmesânî’nin arkadaşı: Bu da Allah’ın varlığının kendisi midir? dedi. Buna ce­vap olarak Telmesânî: O’nun zâtından dışarı başka bir şey var mıdır? Her şey O’nun zâtı içindedir, dedi.[48]

“Onlardan bazı adamlara; madem ki varlık birdir, o halde neden hanım helâl da annesi haramdır? diye sorulduğunda buna karşılık onlar; Bize göre hepsi birdir, fakat o (gözleri gerçekleri görmeyen) perdeli kişiler (ha­kiki tevhidi yani Vahdet-i Vücûdu tanımıyanlar); anne haram mıdır? diye sorduklarında, biz de, evet siz perdelilere haramdır dedik, diye cevap vermişlerdir.”[49]

Şeyhülislâm İbn Teymiye, H. 704 yılında Şeyh Ebu’1-Feth Nasr Münbecâ’ya yazdığı uzunca mektupta; Vahdet-i Vücûda inananların zararından, Allah’ın yo­luna uyanları korumayı, hemen hemen Moğollarla sa­vaşıp onları imha etmeyi gerekli gördüğü kadar gerekli ve önemli gördüğünü açıklamıştır.

İbn Teymiye çok iyi bilmektedir ki; peygamberlerin davetinin amacı, hatta kitapların indirilmesinin,1 pey­gamberlerin gönderilmesinin maksadı, davet ve tâatm sadece Allah’a ait olduğudur. “Dinin tamamen Allah’a ait olduğu” âyetinde anlatılmak istenen; yaratıkları, kendilerini yaratana ibâdete çağırmaktır. Bu Vahdet-i Vücûdçular; Allah Teâlâ’nm kitaplarını indirdiği, pey­gamberlerini gönderdiği, hak dine inananlar için bildir­diği bu tevhidi; kendi kendilerine uydurdukları ve adı­na tevhid dedikleri Vahdet-i Vücûd inanışı ile karıştır­mışlardır. Bunun da gerçek mânası, şanı yüce olan ya­ratıcıyı geçersiz kılmak ve ismi yüce olan var ediciyi inkâr etmek demektir.

Ben önceleri Muhiddin İbn Arabî[50] hakkında iyi zan beslerdim. Benim nazarımda onun büyük değeri vardı. Çünkü onun eserleri olan Fütûhât-ı Mekkiyye, Künhü’l-Muhkem el-Merbfıt, Dürretü’l-Fahira, Metali’ en-Nücûm vs’de çok güzel ilmî faydalar ve incelikler bulunmaktadır. Fakat şu ana kadar ben bunların ger­çekten ne demek istediğini anlamamış ve Füsûsu’l-Hi-kem ve diğerlerini okuma fırsatı bulamamıştım. Biz din kardeşlerimizle birlikte inceleme ve doğruyu bulma yolunda meşguldük. Hakkın peşinden gitmede ve hak yolu Öğrenmeye çalışmaktaydık.Gerçek aydınlanıp da (bu konuda görevimizi ve ne yapacağımızı anlayınca), bu arada doğudan güvenilir şeyhler gelip İslâm yolu­nun ve İslâm dininin aslının ve bu adamların (İbn Arabî, Sadreddin Konevî, Telmesânî ve diğerlerinin) iç yüzünün ne olduğunu sorduklarında, bunları açıkça anlatmak şart oldu; iç yüzlerini açıklamak gerekli oldu. Aynı şekilde Suriye’nin çeşitli yerlerinde bazı sami­mi ve sadık talebeler ve maneviyat erbabı kimseler; bizden, Vahdet-i Vücûda inananların görüşlerini özet­leyen, onların iddialarını özlü ve özet olarak bir araya toplayan bir eser yazmamızı istediler. İslâm ve müslü-manlar hakkında, hem de tarikat erbabı kardeşlerimiz­le ilgili beslediğimiz zihniyeti belirten, bu konuda bir adım atarak Allah Teâlâ’nm rızâsını, dünya ve âhirette O’nun mağfiretini ümid ettiren bir teşebbüste bulun­mamızı dilediler.

Bu açıklamalardan sonra İbn Teymiye, her şeyin bir tek varlıkta birleştiği ve ruhların bir vücûttan diğer bir vücûda geçtiği konusunda, (Yakûbiye, Nastûriye, Mellekâniye gibi) hristiyan fırkaların ve bazı müslü-man denen (Râfızîîer ve Cehnıiye gibi) fırkaların ara­sında yaygın olan görüşleri uzun uzun anlatmış; o inançları, görüşleri ve mezhebleri tenkid etmiştir. Di­ğer taraftan İttihâd-ı Muayyen (=Belirli birde birleş-me), İttihâd-ı Mutlak, Muayyen Hulul, Mutlak Hulul meselelerini de geniş geniş anlatmış, buna inanan kişi­leri zikretmiştir. Bu anlattıklarından, onun derin görüş ve geniş bakış açısı ile birlikte eski mezhepleri ne dere­ce yakından tanıdığı anlaşılmaktadır.

Sonra Muhiddin îbn Arabi’nin görüşünü ve onun düşüncelerini büyük bir titizlikle incelemektedir. Bun­dan da anlaşılıyor ki o, Fütuhat ve Füsûs kitaplarını büyük bir titizlikle incelemiş ve Muhiddin-i Arabi’nin : anlattığı şeyleri ve ortaya koyduğu düşünceleri rahat-, hkla anlayabileceği ölçüyü elde etmişti. Bu ölçü içinde ; büyük bir rahatlık ve kendine güvenle Muhiddin Arabi’nin bütün iddialarını gözler önüne sererek tenki-; dini yapmıştır.

Bu tenkidleri okuduktan sonra İbn Arabi’nin ve di-î ğer Vahdet-i Vücûd iddiacılarının arasındaki fark ve – İbn Arabi’nin sözlerinin ne ölçüde gerçeği taşıdığı anla-; şılmış oluyor. Bununla birlikte o görüşlerin arkasından ; ortaya çıkması kaçınılmaz olan yanlışlıkları, bozuk inanışları da anlatmakta ve hiçbir taassuba kapılma-2 dan onun görüşlerine şüphe ve olabilirlik hakkı tanı­maktadır. Onunla diğer Vahdet-i Vücûdçular arasında fark olduğunu belirterek şöyle yazmaktadır:

“Muhiddin İbn Arabi’ye gelince; o, Vahdet-i Vücûd­çular arasında İslama en yakın olanıdır. Anlattıkları

da pek çok yerde nisbeten daha iyidir. Çünkü o; görün­tülerle, görünüş arasında (Mezâhirle Zahir arasında) bir ayrılık olduğunu belirtmekte, emir ve nehiy ile şerâi ve ahkâmı kendi yerinde tutmaktadır. Meşâyihin emredip ısrarla yapılmasını istediği ibadetleri, ahlâkî davranışları tercih etmeyi, onların uygulanmasını tav­siye etmektedir. Bundan dolayı pek çok tarikat ehli kimseler, müridler ve âbid kişiler onun anlattıkların­dan, tarikata sülük etmeyi (katılmayı) anlamaktadır­lar. Her ne kadar o sözlerin derinliklerini tam olarak anlamasalar da, anladıkları kadarına uymaktadırlar. Onlara onun anlattıklarının gerçek mânası böylece açı­ğa çıkmaktadır. “[51]

Bir başka yerde şöyle yazar:

“Bütün bu anlatılanlar Füsûsu’l-Hikem yazarının sözleridir. Onun akıbetinin ne durumda olduğunu an­cak Allah bilir. Allah Teâlâ bütün müslüman erkekleri­ni, kadınlarını, ölülerini ve dirilerini mağfiret buyur­sun. Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla giden kardeşlerimizi mağfiret buyur. Gönlümüzde iman ehli kişiler için bir kötü duygu ve vesvese bırakma. Ey Rab­bimiz, sen çok şefkatli ve merhametlisin.”[52]

Bundan sonra Sadreddin Konevî’nin görüş ve tutu­munu anlatırken şöyle yazmaktadır: “O, şeriattan ve İslâm’dan en uzak olan kişidir.” Bunun arkasından Telmesânî ve İbn Seb’în’i şiddetle reddetmekte, en çok Telmesânî’ye kızmaktadır. Dinî hamiyetinden ve gay­retinden dolayı kaleminden onun hakkında şu kelime­ler dökülmektedir: “Fâcir ve fâsık adam Telmesânî’ye gelince o, Vah­det-i Vücûdçular zümresi içinde en habîs olanı ve kâfirlikte en derin olanıdır.O, vücûd ile sübût arasında İbn Arabi’nin gözettiği farkı da ayırmamaktadır. Sad-reddin Konevî’nin, mutlakla muayyen arasında yaptığı farkı da gözetmemektedir. Onun görüşü: Allah’ın zâtından başka ve O’nun dışında hiçbir şeyin varlığı yoktur. Kul O’nun dışında birşey görüyorsa bu sadece O’nun (Allah’ın) perdeler altında olmasından dolayıdır. Bu perde kalktığı zaman Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını görecek, o zaman durumun gerçek yüzü­nü anlayacaktır. İşte bu görüş ve anlayışından dolayı Teîmesânî bütün haramları helâl kabul etmektedir.[53]

Sonunda o  şöyle enteresan bir ifade kullanmakta­dır:

“Cehmiye fırkasının kelâmcıları hiçbir şeye ibadet etmemektedir. O fırkanın âbidleri (ibadet heveslileri) ise herşeye ibadet etmektedirler. Çünkü onların keîâm-cüanmn kalbinde hiç Allah’a ibadet etme duygusu, iba­det etme aşk ve şevki yoktur. Onlar kendilerini, sıfatla­rı ortadan kaldıran kişiler kabul etmektedirler. Fakat ibadet heveslilerinin kalbinde ise Allah’a ibadet ve Al­lah’a tapma arzusu ve şevki vardır. Kalbin var olma­yan bir şeye değil, var olan bir şeye yönelmesi tabiidir. Bu bakımdan zorunlu olarak o kalbin, yaratıklara iba­det etmesi gerekiyor. Ya da mutlak var olana veya bazı görüntülere tapınması gerekiyor. Nitekim güneşe, aya, insana, puta vs. tapınması bundan dolayıdır.

Aynen bunun gibi, tek bir varlık görüşünde olanla­rın ileri sürdükleri Vahdet-i Vücûd görüşü de dünyanın her çeşit şirkini içinde taşımaktadır. Onlar Allah Teâ-j lâ’nın bir olduğu inancına bağlı değiller ve o inanca göre de hareket etmemektedirler. Aksine Allah ile yara| tıkları arasında ortak olan şeylerden dolayı hepsinin bir olduğuna inanmaktadırlar. Bu bakımdan onlar başj kalarını kendi rableri ile aynı ve eşit kabul etmektedirler. “Ve onlar rableri kendileri ile eşit görürler.”

Bu bakımdan güvenilir bir kişinin anlattığına göreı İbn Seb’în, Hindistan’a gitmeyi istiyor ve şöyle diyorduı İslâm ülkelerinde bizim bu görüşlerimizin benimsetilj-mesine imkân yoktur. Hindistan halkı (eski asıl Hind halkı) müşrik olup herşeye ibadet ettiğinden ağaçlaraL hatta hayvanlara varıncaya kadar taptığından dolayı^ ancak onlar bu görüşleri benimserler.

İşte bu anlayış, Vahdet-i Vücûdçuların düşünceleri­nin iç yüzüdür. Ben kişisel olarak felsefe ve kelâmla uğraşan öyle bir takım kişiler biliyorum ki; onlar tıpkı bu Vahdet-i Vücûdçuların yolunda hareket ederek, Al­lah’a tapan,O’na ibadet eden kimseler görünümünde olmakla birlikte, Allah Teâlâ’nm sıfatını açıklarken; Allah öyle değil, böyle değil demekteler ve O’nun niteli­ği konusunda Allah yaratıklar gibi değildir diyerek müslümanlar gibi açıklamada bulunmaktadırlar. Fa­kat peygamberlerin anlattıkları, bildirdikleri Allah’ın sıfatlarını inkâr etmektedirler.

Onlardan birine aşk, şevk ve cezbe galip gelince de Vahdet-i Vücûdçuların yolunu tutmaktadırlar. Bütün varlıklar Allah’ın kendisidir, demektedirler. Kendileri­ne; Hani nerede o, “Allah ne öyledir ne böyledir” diye söyleyerek Allah’ın hiç bir şeye benzemediğini belirt­meniz ve nerede bu, “bütün varlıklar Allah’ın ta kendi­sidir” diyerek.ona aykırı düşen iddianız, denildiğinde; O benim vicdanımdı. Bu ise benim arzumdur, isteğimdir, demektedirler. Biri çıkıp da bu sapığa, yolunu şaşırmış bu şaşkına: Vicdan ve arzu, itikada uygun düşmediği takdirde on­lardan biri veya her ikisi birden bâtıl olur, demesi gere­kir. Vicdanlar ve arzular aslında inançların ve bilgile­rin sonucu olarak ortaya çıkarlar. Çünkü kalbin bilgisi ve kalbin hâli birbirinden ayrılmayan iki şeydir. Bun­dan dolayı bilgi ve tanıma ölçüsünde vecd, muhabbet ve hal ortaya çıkmaktadır. Eğer bu kişiler, eşi ve ben­zeri olmayan, bir tek Allah’a ibadet etmeyi emreden peygamberlerin yolunu benimseselerdi ve Allah’ın sı­fatlarını, bizzat kendisinin anlattığı ve peygamberleri­nin anlattığı gibi kabul etselerdi, ilk dönem müslüman-lanna (selefe) uysalardi; o zaman hidayet yolu üzerin­de olurlar, gerçek imanın tadını alıp kalpleri tatmin olurdu.

Şöyle diyen birisi ne kadar doğru söylemiştir: Pey­gamberlerin (a.s.) Allah Teâlâ’mn sıfatlarını ispat et­meleri açık ve geniş anlatmalara dayanır. “Ona lâyık olmayan sıfatlar”ı reddetmeleri kısa ve özet halindedir. Bunun aksine olarak değiştirmeci olan kötü düşünceli bozuk fikirli (Vahdet-i Vücûdçulardan etkilenen Ceh-miye ve felsefeciler) olumsuz sıfatları mufassal olarak anlatmaktalar, sıfatların sübûtî olanlarını anlattıkları sırada da ancak özetle yetinmektedirler. Kur’an-ı Ke­rim, sübût sıfatlan ile doludur. Yani Allah’ın sübûtî sı­fatları Kur’an-ı Kerim’in her tarafında geçmekte. Hem de onlar geniş geniş anlatılmaktadır:

“Şüphesiz Allah herşeyi bilendir.” “Allah herşeye kadirdir.” “Şüphesiz O işitendir, görendir/’ “Bilgi ve merhametiyle O herşeyi kuşatmıştır,” buyurulmakta­dır. Nefyi (olumsuzluk) belirten yerde de geniş kap­samlı olan şü buyruğunu bildirmiştir: “O’nun benzeri

hiçbir şey yoktur.” “Hiçbir şey O’na denk değildir.” “O’nun bir benzerini sen bilir misin1?” “İzzet ve üstün­lük sahibi olan senin Rabbini, niteledikleri (sıfatlan­dırdıkları) herşeyden tenzih ederim.” “Selâm peygam­berler üzerine olsun.”

Bu inanıştan dolayı ortaya çıkan ahlâkî bozukluğu, her tarafa yayılan düzensizliği ve kanunsuzluğu, zevk­ti safa ehli fâsıklarm kendilerine bunu nasıl kalkan yaptıklarını anlatırken de İbn Teymiye şöyle yazmak­tadır:

“Bu görüşün iddiacıları; nefsânî isteklerinin, keyfî arzularının kölesi olan ve sapık inanışları kendilerinde toplayan kişilerdir. Bunun sonucu olarak da yer yer bu bâtıl inanış; bazı kişileri, erkek çocuklarına aşık olma­ya mübtela kılmıştır. Onlar; bu oğlan çocuklarında Al­lah Teâlâ tecelli etmiştir, bunlar Allah’ın cemâlinin gö­rüntüleridir, demektedirler. Ara sıra onları öpmekte­dirler ve sevgililerine sen Allah’sın demektedirler. Bazı kimseler de kendi çocuklarına el uzatmaktadırlar ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar vs. vs.”[54]

Bu dönem, Melik Nasır Muhammed b. Kalavun’un isimden ibaret sultan bulunduğu dönemdir. Emir Rük-neddin Baybars el-Câşengir’in idareyi elinde bulundur­duğu ve devletin iyi kötü her şeyine hâkim olduğu de­virdir. Câşengir, Şeyh Nasr el-Münbecâ’nın müridi idi ve ona çok bağlı idi. Muhiddin Arabi’ye de son derece saygısı vardı.

İbn Teymiye’nin, Muhiddin Arabî hakkındaki gö­rüşleri ve ara sıra sözle, yazı ile açıkladığı düşünceleri Mısır’a ulaşmaktaydı. Bu da Şeyh Nasr el-Münbe-câ’nm Öfkelenmesi için yeterli idi. Câşengir, genellikle diğer Türk emirleri (liderleri) gibi, okuması yazması az ama askerî idarî yeteneği olan biriydi. Şeyhinin görü-, şünün etkisi altındaydı. İbn Teymiye hakkında şeyhin -_ kanaatini taşıyordu. Suriye, Mısır devletinin bir eyâleti t ve genelde onun idaresi altında bulunan bir bölgesi idi. Kendi görüşüne göre; genel güvenlik açısından zararlı ” olan veya herhangi bir kargaşaya sebep olan herkesi getirtmekte ve onlar hakkında karar vermekte kesin ‘ yetkili idi. Genellikle bu konuda keyfî istekler veya sa-,. raydaki idarecilerin şahsî arzuları iş görüyordu. İşte bu ‘ dönemde bu durum öyleydi ki; devleti elinde tutan kişi­nin şeyhi ve kendisine uyduğu kişi olan Nasr el-, Münbecâ, İbn Teymiye’ye karşı ve ona düşmandı. Onu  lekelemeye çalışıyordu. [55]

 

İBN TEYMİYE MISIR’DA

 

Nihayet, H. 705 Ramazan’m 5. günü îbn Teymi-ye’nin Mısır’a istendiği emri Şam’a ulaştı. Talebeleri ve dostları bundan büyük bir endişeye kapıldı. Kendisine çok saygılı olan ve görüşlerini paylaşan genel vali (Sul­tan vekili) gitmesini engellemek için çok uğraştı ve: Ben sultana mektup yazıyor, konuyu yatıştırmaya ça­lışıyorum, dedi ise de, İbn Teymiye yola çıkmaya hazır­dı. O; Mısır yolculuğundan pek çok fayda ve yararlar umuyorum, diyordu. Sonunda sevdikleri ve bağlıları yaşlı gözlerle onu uğurladı. Uğurlayanların müthiş bir akını vardı. Halk çok üzgündü. Şam’dan hareket eden İbn Teymiye Gazze’ye geldiğinde büyük bir kalabalığın toplandığı Cami-i Kebir’de bir ders verdi.[56]

İbn Teymiye’nin Gözaltına Alınışı Ve Serbest Bırakıhşı:

 

Ramazanın 22. günü Mısır’a ulaştı. Cuma günü na­mazdan sonra kalede büyük bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya hâkimler ve devletin ileri gelenleri katıldı. Önce İbn Teymiye orada söze başlamak istedi. Fakat buna izin verilmedi. Orada olanlardan bazıları İbnTey-miye’nin düşünce ve görüşlerine karşı çıktılar. Onlara cevap vermek için Allah’a hamd ve sena ile konuşmaya başlayınca, kendisine; “Biz senin konuşmanı dinlemek için buraya toplanmadık” dediler. İbn Teymiye: “Benim

davamda hakem kimdir?” diye sorduğunda; “Kadı İbn Mahlûf Mâliki” dediler. Bunun üzerine İbnTeymiye: “Siz benim rakibim ve bana karşı olan davacılardan bi­risiniz. Siz nasıl karar verme yetkisinde veya hakem olabilirsiniz?” deyince çok öfkelendi ve Kadı İbn Mah­lûf, İbn Teymiye’ye karşı kararını verdi.

Bu karar sonucu olarak İbn Teymiye bir süre burç denen zindanda tutuklu kaldı. Sonra Bayram gecesi, Mısırlıların “kuyu” diye isimlendirdikleri ünlü hapis­haneye, kardeşi Şerefüddin Abdullah ve Zeyneddin Ab-durrahman ile birlikte nakledildiler[57]

Bir sene sonra H. 706 yılında Bayram gecesi Mısır valisi ile bazı kadılar ve fıkıh âlimleri tarafından İbn Teymiye’nin serbest bırakılması hakkında girişimler yapıldı. Toplantıda bulunanların bir bölümü onun bazı görüşlerinden vazgeçtiğim açıklamasını şart koştu. Bu­nu duyan İbnTeymiye bunu kesinlikle reddetti. Bizzat kendilerinin gelerek bu konuda karşılıklı görüşme yap­malarını altı kere teklif ettilerse de o, bunu kabul et-medi.”Hapishane, onların bana teklif ettikleri şeyden daha sevimlidir.” diye cevap gönderdi [58]

Kendi Ağzından; İhtilâfın Sebebi ve Görüşünü Açıklaması:

 

Ne iyidir ki İbn Teymiye’nin kendisi, ayrı bir risale yazarak orada Mısır’daki tartışma toplantısını, sonra hapsedilişini, hapiste geçen olayları, serbest bırakılma yolundaki girişimleri, onu reddedişini ve kendi görüşü­nü bizzat anlatmış ve açıklamıştır. Bu risale henüz yeni yayınlanmıştır. Bu risaleden pek çok yeni bilgiler el­de edilmiş ve karışık birtakım durumlara ışık tutul­muştur. Burada ondan birkaç parçayı iktibas ederek nakledeceğiz [59]

“Hapishane müdürü bir gün yanıma gelerek: Mısır genel valisinin selâm söylediğini ve daha ne zamana kadar hapishanede kalmak istediğimi, çıkmayı isteyip istemediğimi, hâlâ aynı görüşte olup olmadığımı sordu­ğunu söyledi. Bu kişinin ağzı ile sözlü bir haber gön­dermenin -tam olarak düzgün bir şekilde benim sözü­mü nakledip edemeyeceğine güvenemediğim için- uy­gun olmayacağını düşündüm de ona dedim ki: Vali be­ye selâm söyleyiniz. Ona şöyle deyiniz: O görüşün ne olduğunu ben bilmiyorum. Şu ana kadar hangi suçtan dolayı hapsedildiğimi, suçumun ne olduğunu da bilmi­yorum. Bir de gönderdiğiniz bu habere karşılık olarak, görevli memurların ağzı ile haber göndermeyi uygun bulmuyorum. Güvendiğiniz kişilerden hem akıllı hem de doğru sözlü, güvenilir dört kişiyi gönderiniz de ben onlarla eksiksiz, pürüzsüz konuşayım. Çünkü bu konu­da çok yalanlar yanlışlar yapıldığını ve sözlerin değişti­rildiğini biliyorum.”

“Bundan sonra yine müdür geldi, yanında bir başka kişi vardı. Onu ben tanımıyordum ama, oradakilerin söylediklerine göre adı Alaeddin Tâbersî imiş ve tanıyanların ifadesine göre çok iyi bir kimse imiş. Herkes bilir ki, Allah Teâlâ bana sabır, tahammül ve acı sözle­ri dinleme gücü lütfetmiştir. Devlet idarecileri ve so­rumluları şöyle dursun, ben en basit bir kimse ile bile insaflı konuşurum. Fakat onların hareket tarzından ve tuttukları yoldan kendi isteklerini benim kabul etme zorunda olmamı istedikleri anlaşılıyordu. Onlar gerçe­ğin tamamen dışında ve yalan yanlış yazılmış bir ceîb çıkardılar. O celpte yazıldığına göre Allah Teâlâ’nm emirlerine karşı gelmeye çağrı vardı. Ben onlara cevap verdiğim sırada ve haber aktardığım anda dinlemeye hazır değillerdi. Sürekli, o isteği kabul etmemde ve kendi görüşüme dönmeyeceğime söz vermemde ısrar ediyorlardı. (Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, tartışmalarda nezaket ve yumuşak hareket edilmesi hükmü varsa da zulüm ve haksızlık yapıldığı takdirde sertlik gösterilmesi, kendini koruma emri de vardır.) Söz sırasında onlara bu konuda benim karar verme hakkımın ve yetkimin olmadığını; bu meselenin, Allah’ın Rasûlünün ve bütün müslümanlarm meselesi olduğunu, Allah’ın dinini değiştirmeye yetkili olmadığı­mı, sizden veya herhangi bir başkasından dolayı İslâm dininden sapamayacağımı, ne de yalan ve iftiraları ka­bul edebileceğimi söyledim.

Onların bunun üzerinde ısrar ettiklerini görürce ben katı ve sert ifadeler kullandım. Bu lüzumsuz sözle­ri bırakın gidin, kendi işinize bakın. Ben sizden beni hapishaneden çıkarın diye bir istekte bulunmadım, de­dim. O sırada yukarıdaki kapı kapalıydı. Kapıyı açın ben gidiyorum, bir bakıma konuşma bitmiştir diye söy­lendim.

Ben elçiye şöyle dedim: Bu konularda benim yaz­dıklarım ya da söylediklerim daima bir soru ve fetva isteği karşısında cevap olarak verilenlerdir. Hiçbir kim­seye ben Öncelikle bir yazı göndermedim. Ne de hiçbir kimseye doğrudan, kendiliğimden birşey anlattım. Hak ve doğruyu öğrenmek isteyen biri bana geliyor, tekrar tekrar benden soru soruyor, bir şey öğrenmek istiyor. Hak ve hakikati gizlemenin dinde yeri var mıdır? Hal­buki Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim ki bildiği bir şey kendisinden sorulur da onu söylemez ve saklarsa, Allah Teâlâ kıyamet günü ateş­ten bir gemle onun ağzına gem vurur.”

Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

“İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu in­sanlara Biz Kitapta beyan ettikten sonra gizleyenler var ya, Allah onlara lanet eder. Ve bütün lanet edebi­lenler de onlara lanet okur. “[60]

Siz öyle istiyorsunuz diye ben, doğrunun ne olduğu­nu benden öğrenmek isteyene cevap vermekten çekine-yim mi? O zaman benim sonum âyette anlatılan gibi mi olsun? Sultan bana böyle mi emir vermektedir? Veya bir müslüman benden bunu mu beklemektedir? Fakat gerçek şu ki; size ulaşan asılsız sözleeri bahane ederek sultanın emrini kendinize tutamak yapmak istiyorsu­nuz.

Bunun üzerine elçi şöyle konuştu. Efendi hazretle­ri, sultanın adını ortaya getirmeyiniz. Hiç kimse sulta­nın hakkında söz söylemiyor. Ben de bunun üzerine: Evet şu sıralarda hiçbir kimse sultan hakkında birşey söylemeye cesaret edememekte, bu yüzden de bu fitne ortaya çıkmaktadır. Biz Şam’da iken, padişaha hakaret ettim diye iftira yapıldığını işitmiştim. Fakat hiç kim­senin buna inanmayacağını zannediyordum, dedim.

Ben ona devamla şöyle söyledim: Bu konuda benim hiç bir suçum yoktur. Bu davada eğer ben ölüm cezası­na çarptırılır s anı şehadet derecesine ulaşacağımdan şüphe etmiyorum. Bu benim için en büyük bir saadet olacaktır. Kıyamet günü benden razı olunacaktır. Kim benim cezalanmam için çalışırsa ve ölüm cezasına çarptırılmamda gayret gösterirse kıyamete kadar lanet edilmeye hak kazanacaktır. Bütün ümmet-i Muham-med biliyor ki ben; Allah’ın peygamberlerini kendisi ile gönderdiği hak üzere öldürülüyorum.

Eğer ben hapis cezasına uğratılırsam Allah’a hamd olsun ki, benim hapis edilmem Allah’ın en büyük bir nimeti olacaktır. Ve ben böyle bir şeyden de korkmuyo­rum. Benden bir şeyleri çekip almak isteyen olursa za­ten benim ne bir medrese idareciliğim var, ne bir ma­lım mülküm var, ne servetim ne devletim, ne de bir devlet yetkim ne de başka birşeyim var. Fakat bu işin zararından siz sorumlu olacaksınız. Çünkü Şam’da oturduğu halde bu konuda ileri geri konuşanların mak­sadının size karşı hile yapmak, din ve devletinize zarar vermek olduğunu biliyorum. Onlardan bir kısmı Moğol­ların ülkesine gitti, bir kısmı da hâlâ orada bulunmak­tadır. İşte o kişiler sizin din ve dünyanızı bozmaya ka­rar vermişler, beni de sadece kendilerine perde ve siper yapmışlardır. Çünkü onlar, benim sizin dostunuz oldu­ğumu ve sizin iyiliğinizi istediğimi bilmektedirler. Si­zin dünya ve ahiret saadetinizi dilediğimi anlamakta­dırlar. Bu konuda pek çok şey henüz gizli kapaklıdır. Zamanı gelince açığa çıkacaktır. Yoksa benimle Mı­sır’da herhangi bir kişi arasında ne bir düşmanlık, ne de aykırı görüşler vardır. Ben daima Mısırlıları seven ve onların idarecilerinin, âlimlerinin savunucusu ve dostu olageldim.

“Ben genel valiye ne cevap vereyim?” dedi..   ı Ben de: “Selâmımı söyle ve bütün anlattıklarımı ilet” dedim.

O; “Siz pek çok şey söylediniz” dedi. Ben de şöyle dedim: Sözümün özeti şudur:

Bu celpnamede yazılanların büyük bir bölümü yaf landır. Şüphesiz ki (istevâ hakikaten=gerçekten istiva etti) cümlesi bana aittir. Kesinlikle bunu ben söyledim. Mâlikî ve Mâlikî olmayan âlimlerden birkaçı bunun üzerinde ehli sünnet vel cemâatin birleştiğini yazmışp tır. Bunu selef âlimleri ve bu ümmetin önderleri ve bü­yük âlimlerden hiçbiri reddetmemiştir. Hatta bildiğim kadarıyla hiçbir âlim bunu reddetmemiştir. O halde hiçbir âlimin reddetmediği, herkesin üzerinde icmâ et­tiği inancı neden terkedeyim. Büyük âlim Ebû Ömer b. Abdülberr şöyle diyor:                                              ,

“Ehli sünnet, Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde bildi­rilen sıfatların hepsini kabul etmekte ve ona iman et­mekte birleşmişlerdir. O sıfatların mecaz olmayıp ger­çek olduğuna inanmışlardır. Ancak onlar bu sıfatlar­dan hiçbirine bir şekil ve nitelik tanımamakta ve hiçbir belirli sıfat, şekillendirilmiş bir nitelik görmemektedir­ler. Ama bid’at ehli olan Cehmiye, Mutezile ve Haricî­lerin hepsi bu sıfatları inkâr etmektedirler. Onları bir gerçeğe dayandırmam aktadırlar. Kim bu sıfatları ka­bul ederse onu, Müşebbihe (Allah’a şekil veren) kabul etmektedirler. Bu sıfatları kabul eden nazarında onlar, mabudu ortadan kaldıran kişilerdir. Gerçek şöyle diye­nin sözündedir: Allah’ın kitabının ve peygamberinin sünnetinin anlattığına inananlar ancak ümmet toplu­luğunun peşlerinden gidecekleri kimselerdir.”

Şeyh Arif Ebû Muhammed Abdülkadir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn isimli eserinde şöyle buyuruyor:

“O Allah; yükseklik ve ulvîlik açısından Arş üzerine istiva etmiş, varlık âlemini çevrelemiş, ilim ve bilgisi bütün eşyayı kuşatmıştır.” Daha ileride de şöyle buyu­rur:

“O her yerdedir diyerek Allah’ı nitelemek doğru de­ğildir. Ancak; O Allah Teâlâ’nın kendisinin bizzat; “Rahman olan Allah Arş üzere istiva etmiştir” diye bu­yurduğu gibi, O; göklerde Arş üzerindedir,denilebilir… İstiva sıfatını kullanmakta hiç bir te’vile sapmamalı-dır. Çünkü bu varlığının Arş üzere istivâsıdır.”[61]

İbn Mahlûf un (te’vil yoluyla) açıkladığı kanaat ve görüş; İmam Mâlik’in kendisinin ifadelerine, Mâlikî mezhebinin önde gelen âlimlerinin ifadelerine ve Ebu’l-Hasen Eş’arî ile onun yolunda giden büyük İslâm âlimlerinin yazılarıyla belirledikleri görüşlerine ters düşmektedir. Onların hepsi, bizim söylediklerimizi açık açık bildirmişlerdir. İşte bundan dolayı Hanbelîlerle Eş’arîler arasında anlaşma, uyuşma olmuş; halk da gö­rüş birliğine varmıştır. Hanbelîler Ebu’l-Hasan Eş’arî’-nin görüşlerini aksettiren sözlerini duyup, yazdıklarını okuyunca; bu Şeyh el-Muvaffak’m anlattıklarından da­ha güzeldir, demişler ve böylece gönüllerdeki kin kalp­lerdeki öfke çıkıp gitmiştir. Şafiî âlimleri vs.nin ağzın­dan da: Elhamdülillah, müslümanlar aynı görüşte bir­leşmişlerdir, cümlesi çıkmıştır. Benim de inancım işte bu, “O Allah bir şekil ve biçim olmadan, hiçbir şeye benzemeden, kendi varlığı ile gerçek olarak Arş üzerin­de istiva etmiştir.” inancı üzeredir.

O, bana: Bu ifadelerinizi yazınız ve bunlara bağlı kalınız, dedi.

Ben de; elinizdeki yazımda bu görüşler, bu ifadeler yazılmıştır, Şam’da tartışmamız bu görüş üzerinde ol­muştur. Müslümanlar bunun üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Artık ben buna ne ekleyebilirim? dedim.

Ben ona bir de şöyle söyledim: Ben bu görüşümü tamamen hadis, tasavvuf, kelâm ve fıkıh âlimlerinin eserlerinden ve dört mezhebin kitaplarından oluşan el­li kitaptan daha fazlasını okuyarak pekiştirdim. Onla­rın hepsi beni desteklemektedir. Bana karşı çıkanlara üç sene süre veriyorum. Bu süre içinde büyük İslâm âlimlerinden bu görüşe aykırı bir tek harf bile bulabi­lirlerse göstersinler. Artık ben daha başka ne yapabili­rim.

Tabersî çekip gittikten biraz sonra hapishane mü­dürü geldi ve sultan vekilinin (genel valinin) selâm söylediğini ve kendi elim ile inanç, akide ve düşüncele­rimi yazmamı istediğini söyledi. Buna karşılık ben de; Kendilerine selâm söyleyin ve tarafımdan deyin ki: Şimdi ben bir şey yazarsam, İbn Teymiye önceki inan­cından saptı veya birtakım değiştirmeler yaptı, diye­ceklerdir dedim. Aynı şekilde benden Şam’da iken inanç ve düşüncelerimi yazmamı istediklerinde yine yukarıda yazıp belirttiğim şeyi söylemiştim. Ona de­dim ki: İşte bu görüş; Şam’ın üç toplantısında da oku­nan ve Suriye sultan vekilinin resmi kurye ile gönder­diği inanç ve görüşümdür. O yazılı belgelerin hepsi siz­de mevcuttur. İnanç ve akide benim kendi tarafımdan uyduracağım bir şey değildir ki her gün yeni bir akide ortaya süreyim. Benim akidem ve görüşüm daha önce açıkladığım ne ise odur. Yazı ile belirttiğim de sizin eli­nizde bulunuyor, ona bakınız.

O dönüp gitti, tekrar geldi ve şöyle dedi: Kendi eli­niz ve kaleminizle bir şeyler yazınız. Ben de: Ne yaza­yım? dedim. Bunun üzerine: Meselâ, özür dilediğinizi ve hiç kimseye sataşmayacağınızı yazınız, dedi. Ben de: Peki dedim, bu kabul. Benim amacım kimseyi üzmek değil, hiçbir kimseden intikam almak da değil, hiçbir kimseyi perişan etmek de değildir. Bana kötülük yapan herkesi affediyorum. Bunu yazmak istedim. Sonra de­dim ki: Bunu yazmak âdet değildir. Çünkü insanine-kendi haklarını bağışlaması bir yazıya geçmeyi gerek­tirmez.

Şeyh Nasr el-Müncebâ bu durumdan mutlaka ha­berdar edilmeli, tâ ki birtakım düzenlemelere giderek bunu biraz ıslâh etsin. Benim amacım, sadece Allah ve Rasûlüne itaattir.

Asıl tehlikeli olan Mısırlıların arasındaki görüş farkları, uyuşmazlık ve anlaşmazlıklardır. Birbirlerine karşı kullandıkları ifadelerden ve söyledikleri sözler­den dolayı şu ana kadar görüldüğü gibi ve Suriye’de olanları bildiğiniz gibi bir kargaşanın ve fitnenin doğ-mamasıdır. Halbuki Suriye’de uyuşma şekli Mısır’dan daha çok sağlamdır. Ben, Allah için fitne ve fesat ateşi­ni söndürmede -ister Mısır’da olsun ister başka her­hangi bir yerde olsun- yardımcı olmak için herkesten daha önde olacağım. Doğruyu ve hayrı ayakta tutmak için kimseden geride kalmayacağım. İbn Mahlûf bana karşı nasıl bir tutum ve tavır içinde olursa olsun gü­cüm yettiğince ona iyi davranacağım, ona iyilik yap­maktan asla kaçınmayacağım. Ona karşı düşmanları­na hiçbir zaman yardımcı olmayacağım, gerçek hima­ye ve yardım Allah’tandır. Niyetim budur, kararım böyledir. Halbuki herşeyden ve meseleden haberim var. Fakat biliyorum ki şeytan mü’minlerin kalbine fesat sokmaktadır. Ben ise müslüman kardeşlerimin aleyhine olarak hiçbir zaman şeytana yardımcı olmaya­cağım.

Bu dağınıklık ve bu başı boşluk ancak Allah’a yö­nelmekle ve O’ndan bağışlanmayı dileyerek tevbe et­mekle, gönülden gerçek bir bağlılıkla Allah’a sığınmak suretiyle giderilebilir. Çünkü Allah (c.c.)’tan başka bir sığınak yok ve O’ndan başka güç ve kuvvet de yoktur

Yardım dileme (imdat isteme) meselesine gelince; bütün müslümanlar şu aynı görüşte birleşmiş ve İslâm dini açık ve net biçimde belirtmiştir ki: Allah’tan başka hiçbir kimseye ibadet edilemez, hiç kimseye dua edile­mez, hiç kimseden yardım düenilemez, hiç bir kimseye tevekkül (bel bağlama) yapılamaz. Kim Mevlâ’ya yakın olan meleklere veya Allah tarafından gönderilen pey­gamberlere ibadet ederse veya ona dua ederse yahut ondan yardım dilerse o kişi, müşrik(AUah’a ortak ko­şan kâfir) olur. Hiçbir müslüman nazarında, bir kimse­nin; Ey Cebrail, Ey Mikail, Ey Musa, Ey İbrahim, Ya Resûlallah beni mağfiret eyle, bana merhamet eyle, ba­na rızık ver, bana imdat et, benim feryadımı duy, düş­manlarımdan beni koru ve buna benzer sözler söyleme­si caiz değildir. Aksine bunların hepsi, çok önemli ve âlimlerin açıklamalarım yaptığı ilâhlığa özgü şeylerdir, Allah’a ait yetkilerdir. Allah (c.c.) ile Rasûlünün ara­sındaki farkı ayıran sınır çizgisi olup İslâm bilginleri­nin genişçe açıkladıkları çok meşhur ve önemli mesele­lerdir.

Bu, İslâm’ın temel meselelerinden biridir. Sen eğer (İbn Mahlûf tarafından gönderilen) bir elçi olarak; İslâm dini ile, Hz. İsa’ya ve onun mübarek validesine el açıp dua eden hıristiyanlık dini arasındaki farkı göre-miyorsan, ben ne yapayım. Fakat bir kimse Seyide Nefîse’yi[62] rab (ilâh) edinirse, ve o; tehlikede olanları koruyandır, felâkete uğayanlann feryadını duyan ve yardımına koşandır, sıkıntıda olan herkes onun kerem gölgesi altındadır derse, ona secde edip, ağlayıp sızla­yarak yer ve göklerin Rabbine dua ederken inlediği gibi inleyerek Seyyide’ye dua ederse, o zaman ölmüş bir canlıya güvenip de ölmeyen, yok olmayan ve her zaman diri olan bir canlıya (Allah’a) güvenmiyor demektir. Kesin bir şirke girmektedir,

Hz. Peygamberin haklarına gelince; (anam babam ona feda olsun) mesela ona olan sevgiyi, kendi nefsin-! den, aile halkından, mal ve mülkten daha üstün tutmak, ona saygı ve hürmet göstermek, onun peşinden gidip ona itaat etmek, onun sünnetine uymak gibi hu­suslar çok önemli şeylerdir. Aynı şekilde dua yaparken Hz. Peygamberi aracı göstermek de hoş bir şeydir. Hz. Peygambere dua etmeye ve ona sığınmaya, yardım dilemeye gelince, bu haramdır. Bu konu üzerine es-Sârimi’l-Meslûl Ala Şâtimir-Resûl adıyla yazdığım ki­tapta bu mesele üzerinde o kadar geniş bilgi verdim, açıklamalarda bulundum ki, daha önce hiçbir kitapta böyle bir bilgiye rastlamamıştım. Aynı şekilde bu pren­sipler ve bu iman kaideleri konusunda pek çok makale ve küçük kitapçıklar yazdım ki onlar din hakkında en faydalı şeylerdir. Şeyh Nasr bilmelidir ki; konunun, kendi kontrolünden çıkarak Önlenemez hale gelmesin­den ve yapacağı tahribattan kendisinin ve İbn Mahlûf ve diğerlerinin sorumlu olacağı olayların ortaya çıkma­sından endişe etmekteyim. Zira bana, bu tahribata sebep olabilecek sözler söylenmiştir. Ben kendilerine kar­şı samimi olduğum için bunu kabul etmedim. Andol-sun ki onlara hiçbir zaman hile yapmadım. Eğer hile yapsaydım, (bunlara, zararı dokunacak bir takım şey­ler bana söylenmektedir diye) böyle bir açıklamada bu­lunmazdım. Ben onun ikisinin iyiliği için ve Allah (c.c.) yolunda çalışmaları için yardımcıyım. Sorunların çözü­leceği ve meselelerin düzeleceği tek temel noktanın, herkesin Allah’a yönelmesi olduğunu ve mübarek Ra­mazanın bu ilk 10 günü içinde tevbe etmeleri gerektiği­ni de onlara söyleyiniz.

Gönüller ve kalpler düzelince dışlar ve dış görüntü­ler kendiliğinden düzelecektir. “Şüphesiz ki Allah tak­va sahibi darılarla ve işini güzel yapanlarla benberdir.”[63]

Hapishanede Islâh, Eğitim ve Tesirleri:

 

el-Kevâkibü’d-Dürriye kitabının yazarı; İbn Teymi-ye’nin çağdaşı ve ders arkadaşı şeyh Alemüddin el-Berzâlî’ye atıfta bulunarak şöyle yazmaktadır:

“İbn Teymiye hapishaneye girince gördü ki, tutuk­lular oyun ve eğlence, neş’e ve avutucu şeylerle meşgul olmaktadırlar. Gönüllerini eğlendirmekte ve zaman Öl­dürmektedirler. Bol bol satranç, domino vs. oynamak­tadırlar. Çekinmeden namazları kazaya bırakabilmek­tedirler. İbn Teymiye bunlara karşı çıktı.Tutukluların namaza dikkat gösterip savsaklamadan kılmalarını ve Allah Teâlâ’ya yönelmelerini güzel ameller, Allah (c.c.)’ı zikir ve ona dua etmeye yönelmelerini sağladı. Sünneti öğreterek hayırlı güzel ameller yapmaya özen­dirdi. İlim ve dinle meşguliyet ve onlara ilgi o derece arttı la, bu hapishane pek çok tekke ve medreseden da­ha canlı, daha samimi ve iman nuru ile daha fazla parlamış olarak görülmeye başladı. İnsanlar onunşahsına o kadar bağlandı ve hapishanenin bu dinî ve ilmî haya­tına o kadar gönülden bağlandı ki, pek çok tutuklu ser­best bırakıldıktan sonra bile bunları terketmeye, bu at­mosferden ayrılmaya hazır değildi. Orada bulunup İbn Teymiye’nin yanından ayrılmamayı daha çok yeğliyor­du.[64]

Dört ay sonra, 14 Safer 707 H. tarihinde tekrar İbn Teymiye’nin serbest bırakılmasına çalışıldı. Başkadı Bedreddin b. el-Cemâa bizzat gelerek onunla görüştü. Uzun uzun karşılıklı konuşma sürdü. Fakat hapisha­neden çıkmaya razı olmadı. Nihayet 23 Rebîulevvel’de Emîr Hüsameddin Mehnâ b. İsa Melikül Arab[65] biz­zat hapishaneye gelerek İbn Teymiye’ye yemin verdi ve onu alıp sultan naibinin yanına götürdü. Emîr Hüsa­meddin, İbn Teymiye’yi yanına alarak Şam’a götürmek istiyordu. Fakat sultan naibi İbn Teymiye’nin şimdilik birkaç gün daha Mısır’da kalarak halkın onun ilmini, değerini ölçmesini ve kendisinden istifade etmesini sa­lık verdi. [66]

İbn Teymiye’nin Ahlâk Üstünlüğü:

 

Bu süre içinde İbn Teymiye’nin hayat tarzının güzelliği, yaşayış biçiminin üstünlüğü daha da çok gözler önüne serildi. O, hiçbir gücün önünde baş eğmedi. Hiç­bir dünya menfaati veya mal mülk hevesi ile onun te­miz hayat aynası lekelenmedi. O, sultanın gönderdiği kıyafeti giymedi. Gönderilen hediyeleri kabul etmeyi kesinlikle reddetti.

Onun başka bir örnek davranışı ve muhteşem hare­keti de şöyle oldu: Hapishaneden çıkar çıkmaz bütün karşıtlarını ve kendisine kötülük yapmaya çalışmış olan herkesi istisnasız affetti. Hiç kimseden şikâyeti ol­madığını, hiç kimseden hesap sormayacağını herkese ilan etti. Serbest kaldıktan sonra Şam’a yazdığı mek­tupta şöyle diyor:

“Allah sizden razı olsun. Biliyorsunuz ki ben genel­likle hiçbir müslümana eziyet edilmesini istemem. Kal­dı ki, dıştan veya içten (manevi olarak) benim yüzüm­den dostlarımıza (âlimlere ve dindaşlarımıza) eziyet edilmesini nasıl isterim. Hiçbir kimseden şikayetçi de­ğilim. Hiçbir kimseyi de kötülemiyorum. Aksine gerçek şu ki; onlara duyduğum sevgi, hürmet ve saygı önce­kinden birkaç kez daha fazladır ve her birinin değeri­nin ölçüsündedir. İnsan (herhangi bir kimseyle görüş ayrılığı ve tartışma halinde bulunuyorsa) ya müctehid-dir, ya hatalıdır, ya da günahkârdır. Eğer o kişi mücte-hid ise hem sevaba hem de teşekküre lâyıktır. Hatada ise bağışlanabilir. Günahkâr olmaya gelince, bu du­rumda Allah bizi, onu ve bütün müslümanlan bağışla­sın. Bana iftira yapmıştı veya eziyet ve zulüm yapmıştı diye bir kişiden intikam alınmasını arzu etmem. Bu bakımdan ben her müslümanı bağışladım. Bütün müs-lümanlann iyiliğini istiyor, her mü’mine kendime iste­diğimi istiyorum. Yalan söyleyen ve zulmeden herkese, tarafımdan haklarım helâl edilmiştir. Benim tarafım-

dan hiç kimse muaheze edilmeyecektir.”  [67]

 

Ders Vermesi:

 

Hapishaneden çıktıktan sonra İbn Teymiye ders öğretmekle meşgul oldu. Mısır’daki ortam onun için he­nüz uygun değildi. Alimler ve kadılar onunla ilgili çe­şitli yanlış düşünceler yaymışlardı. Tasavvufçular da (Vahdet-i Vücûd hevesi çok büyük ölçüde olanlar) ona güvenmiyor, ondan incinmiştiler. Dört mezhepten sa­dece Hanbelîlerin ve sadece selef akidesine önderlik edenlerin güçlü ve etkili kişileri yoktu, diğer mezheple­rin de büyük çaplı âlimleri ve kadıları vardı. Bütün bu nedenlerden dolayı İbn Teymiye bir süre Mısır’da kal­maya, ders verip ilim öğretmeye karar verdi. Hadis ve kelâmî meseleler üzerinde Kahire’nin meşhur medrese­lerinde, özellikle Salihiyye Medresesi’nde birkaç ders verdi. Özel kesim insanları bu dersten çok faydalandı ve böylece İbn Teymiye’nin asıl düşüncelerini ve gerçek akidelerini tanımış oldu.

Bu ders verme süresi 6 ay devam etti. Halk ve özel kesim bundan dinî ve ilmî fayda sağladı. Genellikle halk onun samimiyetine, üstün zekâsına ve bilgi derin­liklerine hayran kaldı. [68]

 

İbn Teymiye’nin Annesine Mektubu:

 

İbn Teymiye’nin Mısır’a gelişi ansızın olmuştu. O Mısır’da bu kadar kalacağını tahmin etmemiş olacak­tır. Annesi ve bütün aile halkı Şam’da bulunuyor ve onun sağ salim gelmesini dört gözle bekliyorlardı. İbn Teymiye dinî bakımdan bir fayda görerek bir süre için Mısır’da kalmaya karar verince annesine bu kararını bildirdi, ondan izin istedi. Annesinin yazdığı bu mek­tup; temiz duygular, pürüzsüz sevgi, çocukça neşe, yi­ğitçe cesaret, irade ve üstün azmin bir aynasıdır. Yap­macıksız ve sade bir dille yazılmıştır. Bu bakımdan hepsini olduğu gibi burada nakletmeye değer. O şöyle yazıyor:

“Ahmed b. Teymiye’den annesinin huzuruna: Allah onun g zlerini kendi nimetleri ile nurlandırsm ve onu lütufları ile bezesin de sevdiği kullar arasına koysun. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi senin üzerine olsun. Kendisinden başka mabud olmayan yüce Allah’a şükre­derim. O, şükür ve hamde lâyıktır. Herşeye de gücü ye­ter. Allah Teâlâ’nm salât ve selâmı; peygamberi ve has kulu, peygamberlerin sonuncusu, muttakîlerin imamı olan Hz. Muhammed’e ve onun âline olsun.

Ben size bu mektubumu yazıyorum. Durumum ise şöyle: Allah Teâlâ’nın bana büyük nimetler, büyük lü-tuflar, çok büyük ikramlar verdiğini görüyorum. Bun­dan dolayı O’na şükür ediyor, daha fazla vermesini ta­lep ediyorum. Allah’ın nimetleri her gün artmaktadır. İkramları sayısızdır. Haberin olsun diye yazıyorum. Şu anda Mısır’da kalışımız önemli bir takım işlerden dola­yı uzayacaktır. Eğer biz bunlardan gafil olursak din ve dünyanın mahvolmasından endişe ederim.

Allah’a and olsun ki, kendi isteğimiz ve irademizle burada beklemiyoruz ve sizden ayrı kalmayı biz kendi­miz tercih etmedik. (Heyecan ve görme arzumuz o de­recededir ki) gönlümüz, kanatlanıp uçarak size ulaş­mamızı istiyor. Fakat uzak düşmüş birinin gerçek du­rumu ve onun mazeretleri kolay anlaşılamaz. Onun ha­lini ancak kendisi bilir. Eğer gerçek durumu buseydin sen de (dini duygun ve yüce azminden dolayı) şu anda benim Mısır’da kalmamın en uygun durum olduğuna

karar verirdin. Eğer benim irademe kalsaydı, bir ay bi­le Mısır’da kalmaya, burada oturmaya asla razı olmaz­dım. Hatta ben her gün kendim ve sizler için Allah’tan hayır isteklerinde bulunuyor, O’na dua ediyorum. Siz de benim için Allah’tan hayır vermesini ve hakkımda en iyisini takdir buyurmasını dileyin.

Allah Teâlâ, lütuf ve keremi ile daha önce akla ha­yale getirmediğimiz hayır, rahmet, hidâyet ve bereket kapıları açtı. Her zaman yola çıkmayı düşünüyorum. Allah Teâlâ’ya istihare yapıp duruyorum. Hiçbir kimse zannetmesin ki size yakın olma karşılığında dünyanın herhangi bir servetini tercih ediyorum. Hatta din işle­rinde bile (nafile durumundaki şeylerden) hiçbir şeyi size yakın olma karşılığında ve sizin yanınızda bulu­nup size hizmet etme karşılığında tercih etmeye bile hazır değilim.

Fakat önümde öyle birtakım meseleler var ki; yüz üstü bırakırsam genel ve özel bir zarara sebep olma en­dişem var. Bunu da ancak yerinde görüp karşı karşıya bulunanlar anlayabilir. Başkasından duyan kimse, ola­yı gözleriyle gören gibi nasıl olabilir? Hakkımızda en iyisini takdir buyurmasını Allah Teâlâ’dan dileyerek, bize dua etmenizi istiyorum. (Burada kalmamız mı ya da yola çıkmamız mı daha hayırlıdır?) Bunu ancak Al­lah (c.c.) bilir biz bilmiyoruz. Ancak O takdir eder, biz takdir edemeyiz. Zira O görünmeyenleri de en iyi bilen­dir. Hz. Peygamber efendimiz: İnsan oğlunun istihare yaparak Allah’tan kendi hakkında hangisinin hayırlı olduğunu bildirmesini istemesi, onun saadetliliğinden-dir. Ve kişinin bedbahtlığı da istihareyi terkedip Allah Teâlâ’nm kendisi hakkında takdir ettiğine kızmasındandır.

Anacığım, biliyorsun ki tüccar bile gurbete çıktığında; mallan satılmış, alacaklarının her biri bir tarafta iken zarara uğramaktan korktuğu için alacaklarını toplayıncaya kadar orada durur. Mecburen bekler. Ben burada büyük bir iş ve büyük bir gaye için bekliyorum. Bu ticaretle ölçülemeyecek kadar ulu bir iştir. Allah herşeye kadirdir. Ev halkına, küçüklere, büyüklere, si­ze çok çok selâmlar ve Allah’ın salât ve selâmı pey­gamberimiz efendimiz Hz. Muhammed’e, soyuna ve as­habına olsun.” [69]

Tekrar Hapsedilmesi:

 

Mısır, Vahdet-i Vücûd inanışının, düşüncesinin apayrı bir merkezi idi. H. 632 yılında ölen meşhur aşk ve cezbe şairi İbn Fârız’ın, bu düşüncenin heyecanlı bir davetçisi olduğu anlaşılıyor. Bu Mısırlı şairin şiirlerin­de yer yer Vahdet-i Vücûd düşünceleri yer alıyor.

İbn Teymiye, bu inancı çekinmeden tereddütsüz reddediyor; derslerinde ve toplantılarında bu görüşün ve buna göre davranmanın yanlışlığını belirtiyor ve on­lara karşı çıkıyordu. Onun incelemelerine göre; bütün bunlar Kur’an’a ve sünnete aykırı olup daha sonra or­taya çıkan tasavvuf çul arın lüzumsuz ilâveleridir. İbn Teymiye kitaplarında yer yer Hz. Şeyh Abdülkâdir Geylânî ve Şeyh Adîy b. Müsâfir Emevî gibi sağlam bü­yük tasavvufçuları, ilmî değeri olan o araştırmacıları büyük saygı ile anıyor. Lâkin kendi devrinin şeyhlerini ve kendi inancına göre eski Yunan felsefesinden, Mısır, Hind ve içe doğuş (ilham) görüşlerinden etkilenen çağ­daşı tasavvufçuları tenkid etmekten çekinmiyordu.

Şeyhin bu konuşmalarından ve tenkidlerinden do­layı tasavvufçular arasında rahatsızlık meydana geldi. Mısır’ın meşhur tarikat şeyhi İbn Atâullah el-İskenderî

(el-Hikem kitabının yazarı), tasavvufçular grubu adına İbn Teymiye aleyhine idareciler nezdinde şikâyette bu­lundu. Tasavvufçulardan büyük bir grup da bizzat ka­leye giderek İbn Teymiye’yi şikâyet etti. Bu şikâyetler­den etkilenen Sultan; adliyede (dârü’1-adl) dava açıla­rak meselenin görüşülmesini emretti. İbn Teymiye bu davaya bizzat katılarak kendini savundu. Onun delilli, ispatlı ve güçlü ifadeleri karşısında herkes sustu. Aley­hine bir tutum takımlamadı. Karşı bir davranış da gös­terilemedi.

Fakat ona karşı olan kıpırdanışlar yine dinmedi. Arkasından onun, açıkça Allah’tan başka hiçbir kimse­den yardım dilenemeyeceği ve hatta kâinatın efendisi Peygamberimizin mübarek şahsından bile yardım dile-nilemeyeceği görüşünü yaydığı suçlaması yapıldı. Bu suçlama bir şikâyet olarak ileriye sürülünce bazı âlimler, bu sözde bir hata olmadığım söylediler. Sadece başkadı: Bu ifadelerde şüphesiz ki biraz edep dişilik vardır, dedi. Ama hiç kimse; bu söz küfre kadar gitmiş­tir, demedi. Neticede bu şikâyet de sonuçsuz kaldı.

Fakat her gün yapılan bu sürekli şikâyetler ve hu­zursuzluklardan hükümet rahatsız oldu. İbn Teymi­ye’ye üç şeyden birini tercih etmesini tavsiye etti: Ya memleketi Şam’a çekip gitmesini, veya İskenderiye’de ikamet etmeyi kabul etmesini, ama iki yerde de bazı şartlara[70] ‘bağlı kalması gerekeceğini, ya da hapisha­neye gitmeyi kabul etmesini teklif etti. Talebeleri ve dostları Şam’a gitmesinde ısrar ettiler. Onların bu ısra­rını İbn Teymiye kabul etti.

Nihayet H. 707 Şevval ayının 18. günü yola çıktı. Ama aynı gün Mısır’a geri getirildi. Kendisine, hapis­hanede kalmasının hükümetçe daha uygun görüldüğü bildirildi. Lâkin kadılar ve âlimler, bu sefer o hangi suçla hapishaneye gönderilmeli diye tereddüt içindey­diler. Mâliki mezhebi kadısı Şemseddin et-Tunusî açık bir ifade ile; onun aleyhine hiçbir delil bulunamadı de­di. Nureddin Mâliki de kararsızdı ve sessiz duruyordu.

İbn Teymiye âlimlerin ve kadıların bu kararsızlık­larını ve düşünce kargaşalarını görünce kendiliğinden hapishaneye gitmeye hazır olduğunu ilan etti. Nured­din el-Zevâvî onun .şanına yakışır bir yere konulması gerektiğini söyledi. Hükümet sözcüsü ise İbn Teymi-ye’nin, farklı muamele görmeyi ve diğer tutuklulardan ayrı tutulmayı kabul etmediğini söyledi. Bu durumda hükümet onu hapishane denen yere koymak istedi. Ni­tekim kadılar hapishanesine gönderildi. Kendisinin hizmetinde bulunacak bir kişinin de yanında kalabil­mesine izin verildi.

Bu hapishanede İbn Teymiye’nin gayretleri, çalış­maları sürdü. Aslında bu bir tür göz altında bulundur­maydı. Talebeler, âlimler onunla görüşebiliyorlardı. Onunla ilmî konuları tartışıyorlar, ondan istifade edi­yorlardı. Hatta önemli konularda ondan fetva bile alı­yorlardı.

Bir süre sonra Salihiye Medresesi’nde fikıh âlimle-riyle kadıların bir toplantısı oldu. Toplantıda görüş bir­liği ile alman kararla, ortaya konulan istek karşısında İbn Teymiye serbest bırakıldı. Halk ona büyük sevgi gösterisinde bulundu. Öncekinden daha çok kendisine ilgi gösterildi.  [71]

Siyasî ve İdarî Değişme, İbn Teymiye’ye Baskı:

 

Mısır’ın siyasî durumunda ani olarak İbn Teymi-ye’nin birtakım zorluklarla karşılaşacağı değişiklikler oldu. Bu değişikliklerden dolayı karşıtlarının eline, İbn Teymiye aleyhinde her çeşit davranışları serbestçe ya­pabilme fırsatı geçti. O ana kadar Mısır ve Suriye’nin asıl sultanı Nasır b. Kalavun idi. Bu kimse ise İbn” Teymiye’nin ilmini, faziletini ve samimiyetini görmüş, ona inanmış ve onunla gönüldaş olmuştu. Bu Sultam, Moğollara karşı koymaya, onlarla savaşmaya razı eden İbn Teymiye idi.

Böylece Sultanın kendisi, İbn Teymiye’nin cesareti-ni, iman gücünü ve dürüstlüğünü doğrudan tanımıştı. H. 708’de Sultan kendisini huzursuz eden birtakım ne­denlerden dolayı saltanattan çekilmeyi tercih etti. Ke-rek’de ikamet ederek, oranın sınırlı bir idareciliği ile yetinmeye karar verdi.

Onun bu kararı ile Mısır tahtı, Rükneddin Baybars Câşengir’e açılmış oldu. Böylece o, devletin başına geç­tiğini, yönetimi ele aldığını ilan etti. Artık o, Mısır ve Suriye’nin sorumsuz mutlak hâkimi olmuştu, onun adamı olan Şeyh Nasır el-Müncebâ ise, bu uzun ve ge­niş saltanatın manevî başkanı, Sultanın özel danışma­nı idi.

İbn Teymiye, kendi dinî akidelerinin ve -Şeyh Nasr el-Müncebâ’mn anlayışlarına açıkça aykırı olan- görüş­lerinin dışında bizzat Sultan Nasır b. Kalavun’un dert ortağı ve destekçisi kabul ediliyordu. Bu bakımdan aleyhinde bir işlem yapabilmek için dinî ve siyasî etke­nin her ikisi bir araya gelmişti.

Nitekim bu değişiklikten hemen sonra İbn Teymiye’nin İskenderiye’ye sürülmesine ve göz altında tutul­masına ait resmî karar çıkarıldı. H. 709 yılının Safer ayının sonunda İskenderiye’ye gönderildi. Hükümetin böyle bir karar almasından maksadı; tasavvufun ve ta-savvufçuların eskiden beri merkezi olan bu İskenderiye şehrinde belki biri çıkar da onun işini bitirir (öldürür); hükümet de suçlanmadan, bir tepkiyle karşılaşmadan başının bu derdinden kurtulur düşüncesiydi denilmek­tedir[72]

Ama İskenderiye’de İbn Teymiye’nin etrafında çok çabuk sevenler ve öğrenenler halkası meydana geldi. Kendisine herkes tarafından geniş bir ilgi oluştu. İbn Teymiye orada da sessiz ve hareketsiz oturmadı. Kitap ve sünnetin yaygınlaştırılması, şirk ve bid’atlann red­dedilmesi onun en baş uğraşı idi. İnsanların gönlünde ona karşı sevgi uyandı, güvenleri arttı ve çok çabuk herkes tarafından benimsendi. Yanında bulunan arka­daşı ve hapishane hayatının ortağı olan kardeşi Şere-füddin İbn Teymiye Şamlılar adına yazdığı bir mektup­ta şöyle diyor:

“iskenderiye halkı muhterem kardeşime büyük ilgi gösterdi. Onların kalbinde ona karşı büyük bir saygı var.O her zaman müminlerin gözlerini aydınlatan ve düşmanlara darbe olan Kitap ve sünneti yayma işi ile uğraşmaktadır. Şeyhe saygı ve sevgi, halk ve özel ke­sim müminlerinin gönlünde yerleşmiştir. Hâkim, kadı, fıkıhçı, müftü, şeyhler ve müctehidler topluluğu şöyle dursun, herşeyden habersiz cahillerden başka herkes onun etrafında toplandı ve ona güven duyan bir toplu­luk oluşturdular. Onun sözlerini beğenmekteler, onun verdiği emirleri yerine getirmekteler[73]

O sıralarda İskenderiye’de Seb’îniyye fırkasının dü­şünceleri ve Vahdet-i Vücûd görüşü etkili idi. Bazı kişi­ler bunun coşkulu davetçisi ve heyecanlı bir yayıcısı idiler. Özel kesim dışında halk arasında bile bu akide ve görüşler benimseniyordu. Bu ince meselelerin ve müteşâbih âyetlerin rastgele yorumlanması, halkın ha­reket ve ahlâkında yapabileceği tahribatı ve şeriat me­seleleri konusunda halkta laubalilik meydana getirece­ği, başı boş davranışlar doğuracağı beklentisi gerçek olarak kendini göstermeye başladı. İbn Teymiye yılma­dan coşku ile buna karşı çıktı, reddetti. Sekiz aydan daha fazla olmayan buradaki ikameti süresinde bu yanlış düşüncelerin gücü kırıldı. Halk ve özel kesim bu görüşten uzaklaştı. İbn Teymiye bu düşüncedeki adam­ların çoğunu tevbe ettirdi. Bu arada o yanlış fikirlerin önemli bir davetçisi ve o düşüncenin önde giden bir li­deri de tevbe etti[74]

İbn Teymiye’nin İskenderiye’de kaldığı yer çok ge­niş ve hoş manzaralı idi. Bir penceresi denize doğru, di­ğeri şehre bakıyordu. Halk serbestçe yanma gidiyor, görüşüyor ve ondan faydalanıyordu. [75]

Rükneddin Câşengîr’in Çöküşü:

 

İbn Teymiye Câşengîr ‘in ve şeyhinin çöküp bitece­ğini alenen haber veriyordu. “Günleri bitti ve başkanlı­ğı tükendi. Kaza ve kaderin ömrünü bitirmesine az kaldı.”[76] diyordu. Henüz tahta geçişinin üzerinden bir yıl geçmemişti ki, Sultan Nasır b. Kalavun, devlet ida­resini ele geçirmeye karar verdi ve Şam’a hareket etti. Kendisine çok derin saygı ve sevgi duyan Şamlılar, bü­yük bir coşku ile onu karşıladılar.

17 Şaban günü büyük bir ihtişam ve muazzam bir törenle Şam’a girdi. Şam’dan Mısır’a hareket etti. Mı­sırlılar da onu karşılama hazırlığı yaptı. Rükneddin Câşengîr, durumun değiştiğini gördü. Kendiliğinden tahtan ayrıldı. Bayram günü Sultanın kafilesi Mısır’a girdi. 11 ay ve birkaç günlük ayrılıktan sonra tekrar devlet idaresini eline aldı. Câşengîr Mısır’dan kaçmayı yeğledi. Zilkade ayının 7. günü Suriye genel valisi Emîr Seyfeddin tarafından yakalandı ve Mısır’da Öldü­rüldü.

Câşengîr’in; baş vezirliği sırasında çok beğenildi-ğinde ve şahsiyetli, haysiyetli, azametli bir saltanat ve­ziri olduğunda tarihçiler görüş birliğindedirler. Onun mutlak hâkimiyeti olan sultanlığı ile birlikte geriye sa­yış ve hızlı çöküş de başlamış oldu. Sultanlığım ilan et­mesinin hemen arkasından bütün ihtişamı, şansı ve değeri yok oldu; çöküş günleri başladı. Kurulan düzen bozulmaya, yapılan iş çözülmeye başladı. Mısır tarihçi­si Makrizî açık ifadelerle şöyle yazıyor:

“Merhum; hayır sahibi, tedbirli, edep ve hayâlı, şahsiyet sahibi ve azametli bir vezirdi. Ama ne zaman ki o; sultan adını aldı, padişahlık kisvesini giydi, şanı­na halel geldi, değeri söndü. Basit adam kabul edilme­ye başlandı. İnsanlarda ona karşıkoyma cür’eti meyda­na geldi. Vezirler ve emrindekiler başı buyruk olmaya başladı. Gayelerinde başarısız kaldı. Hiçbir tedbiri işe yaramadı. Nihayet devri son buldu ve ömür kasesi doldu.”[77]

Onun bu beklenmeyen çöküşü, kimbilir belki de sa­mimi bir hak davetçisine karşıçıkıp ona eziyet etmesi­nin sonucu ve şu meşhur şiirin açıklanmasının karşılı­ğıdır denilirse şaşıhnamalıdır:

“Bu dünyayı biz iyi tanırız, onu çok denedik;

Ayyaşlarla düşüp kalkan onları tanır.”  [78]

ibn Teymiye’nin Serbest Bırakılışı ve Muhteşem Ağırlanışı:

 

İbn Teymiye’nin çağdaşı Şeyh Alemüddin el-Berzâlî şöyle anlatıyor: Sultan, bayram günü Mısır’a girdiğin­de herşeyden evvel İbn Teymiye’yi serbest bıraktırarak hürmet ve saygıyla Mısır’a getirilmesini düşünüyor ve ilk yapacağı işler arasında sayıyordu. Nitekim bir gün sonra H. 709 Şevvalinin 2. günü İbn Teymiye’nin Kahire’ye istendiğini bildiren ferman İskenderiye’ye ulaştı. O da 8 Şevvalde Kahire’ye hareket etti. Büyük bir kalabalık, ihtişamla onu uğurladı.

İbn Teymiye kabul salonuna girdiğinde Sultanın kendisi birkaç adım ilerliyerek onu karşıladı. Sultanın yanında Mısır ve Suriye’nin kadıları, büyük âlimleri vardı. İbn Teymiye’nin gelişini ve Sultanın karşılayışı­nı gözleri ile görenler şöyle anlatıyorlar:

“îbn Teymiye’nin geldiğini Sultan haber alınca he­men ayağa kalktı. Kabul salonunun bir ucuna kadar geldi. Orada ikisi buluştu ve kucaklaştı. Sultan İbn Teymiye’yi, penceresi bahçeye doğru bakan bir odasına götürdü. Bir saat boyunca orada oturarak tek başına ikisi görüştüler. Sonra ikisi kabul salonuna doğru Şey-hin eli Sultanın elinde olduğu halde vakarla geldiler. Sultan oturdu. Sağ tarafa Mısır kadısı İbn Cenıâa, sol tarafa devlet veziri îbn Haînî, İbn Teymiye de Sultanın önüne, tahtının yanma oturmuşlardı. Bu arada vezir; zimmîlerin (müslüman olmayan halkın) daha önceden olduğu gibi beyaz sarık[79] giymelerine izin verilmesini isteyen dileğini sundu. Bu zimmîlerin devlet hazinesi­ne, senelik 700 bin mevcut vergiye ek olarak artırma yapacaklarını da bildirdi. O anda mecliste bulunanlara bir sessizlik hâkim oldu. Kadılar ve büyük âlimler hep susmuşlardı. Bunlar arasında meşhur âlim İbn ez-Zemelkânî de vardı. Sultan kadılara ve âlimlere yöne­lerek; “Bu konuda siz ne diyorsunuz?” dedi. Buna da hiç kimse ağzım açmadı. Bunun üzerine İbn Teymiye dizleri üzerine çökerek büyük bir heyecan ve öfke ile konuşmaya başladı. Vezirin yanlış hareket ettiğini sert bir dille anlatmaya başladı. Sesi gittikçe yükseliyordu. Sultan onu teskin etmeye çalışıyordu. O sırada İbn Teymiye öyle bir konuşma yaptı ki, başka biri böyle bir konuşmaya cesaret edemezdi. O, Sultana hitab ederek:

“— Sizin bu ilk toplantıda alacağınız karar, gelip geçici dünyanın basit bir menfaati uğruna zimmîlere yardımcı olma şeklinde olursa çok yazık olur. Kaybedi­len saltanatı sana geri vermesi Allah’ın en büyük lütfu-dur. Düşmanlarını perişan ve rezil eyledi. Rakiplerine seni galip getirdi.” dedi.

Bunu duyan Sultan; “Bu kanun, Câşengîr’in çıkart­tığı bir kanundur” deyince İbn Teymiye cevap olarak: “Fakat bu, kesinlikle sizin emriniz üzerine çıkmıştır. Câşengîr o zaman sizin vekilinizdi” dedi. İbn Teymi-ye’nin doğru sözlülüğü Sultanın hoşuna gitti ve bu ka­nun aynı şekilde geçerliliğini korudu.[80]

Mısır’da Yusuf (a.s.) Sünneti:

 

İbn el-Kalânisî şöyle anlatıyor: İbn Teymiye bizzat bana dedi ki: Sultan beni tenha bir odaya getirdiğinde Câşengîr’i koruyan ve kendisinin azledilmesine fetva veren kadıların öldürülmesi hakkında benden fetva almak istedi., Hem de onların verdikleri fetvayı çıkararak bana gösterdi. Bununla birlikte, o kişilerin vaktiyle be­nim aleyhime birtakım dedikodular çıkardıklarım, bana kötülük yaptıklarım da anlattı. Maksadı, benim bui sözlerden etkilenerek onların öldürülmesine fetva vermemdi. Gayesini anladım ve o âlimleri, kadıları övme-f ye başladım. Sultanın eliyle onlara bir zarar verilmesi-‘ ne, lekelenmelerine şiddetle karşı koydum. “Eğer siz-onları öldürürseniz, size onların bir karşılığı (ecri)( ulaşmayacaktır” dedim. O da (beni tahrik etmek için): “Onlar sana zarar vermekte, seni perişan etmekte ellerinden geleni geri bırakmadılar. Defalarca seni öldür J me planları yaptılar” dedi. Ben de: “Benim şahsımla ilgili olduğu sürece kim bana eziyet etmişse ondan hesapj sormuyorum, onu tamamen affediyorum. Kim Allah’a: ve Rasûlüne karşı kusur işlemişse Allah doğrudan doğJ rüya ondan intikamını alacaktır. Ben kendi nefsimin intikamını almıyorum” dedim. Sürekli olarak kendisinej bunu anlatmaya çalıştım. Nihayet Sultan onların hata-j sim bağışladı[81]

İbn Kesîr şöyle yazıyor:                                        :

“Mısır’da ibn Teynıiye’nin en büyük rakibi ve mu-j halifi olan Mâliki mezhebi kadısı İbn Mahlûf diyor kij İbn Teymiye gibi anlayışlı, geniş kalpli iyi niyetli birim görmedim. Çünkü, her ne kadar amacımıza ulaşamamışsak da biz saltanatı, devleti onun aleyhine çevirdik o söz sahibi olup fırsat eline geçince intikam almadı-. Bizi kesin şekilde bağışladı. Hatta tersine bizi savundu da Sultan’a karşı bizi müdafaa etti.”[82]

Saraydaki bu toplantıdan sonra şeyh Kahire’ye indi ve eskiden beri yaptığı gibi ders okutmaya, ilim öğret­meye, ıslah ve tebliğ çalışmasına kendini verdi. Onun serbest bırakıldığını duyan âlim dostları, onu sevenler, görüşlerini paylaşanlar dört taraftan koşup geldiler. Kahire’deki âlimler bizzat yanma gelerek kusurlarını kabul edip, hatalarını kabul ederek özür dilediler.

İbn Teymiye hepsine hitaben; “Ben herkesi bağışla­dım. Benim hiçbir kimseden hiçbir isteğim yoktur” de­di.

Bu taraftan kendini emniyette gören İbn Teymiye görevini tam yerine getirmek için devlet merkezinde hâlâ kendisine ihtiyaç olduğunu düşünerek ailesine uzunca bir mektup yazdı. Bu mektubunda Mısır’daki durumları haber veriyor, Önemli bazı kitapları gönder­melerini istiyordu.

İbn Teymiye’nin şerefli bir şekilde serbest bırakıl­masından sonra muhalifleri onun yıldızının daha da yükseldiğini, şansının daha çok açıldığını, artık bun­dan sonra herhangi bir ilmî konudan dolayı onun aley­hine kıyamet koparmanın zor olduğunu görünce halk tabakasını onun aleyhine tahrik ettiler. Halk tabakası­nı İbn Teymiye’ye karşı -en azından Mısır’da onu fazla tanımayan halk tabakasını- tahrik edip harekete ge­çirmek pek öyle zor bir şey değildi. Nitekim 4 Recep 711 tarihinde birkaç Allah’tan korkmaz adam ona el uzattı, eziyet etti ve kötülük yaptı. Lâkin Hüseyniye mahallesi, (yaygın olan görüşe göre Efendimiz Hz. Hü­seyin (r.a.)’in mübarek başının defnedildiği yer)[83] hal­kı şeyhin intikamını almak için toplandı. Şeyh onları bu işten menederek şöyle dedi:

“Üç şekilde olabilir: Ya bu, (onlardan intikam al­mak) benim hakkımdır. O halde ben bunu istemediği­mi ilan ediyor ve hiçbir isteğimin olmadığını bildiriyo­rum. Veya sizin hakkınızdır, o zaman benim sözümü dinlemeye hazır değilseniz ve bana da danışmıyorsanız ne isterseniz gidin yapın.

Üçüncü ve son şekil ise bunun, Allah’ın hakkı oldu­ğudur. O zaman da; Allah isterse kendi hakkını alır.”

Bu konuşmalar sürerken ikindi namazı vakti geldi. İbn Teymiye, cemaate iştirak etmek için Cami-i Kebir’e (galiba Hüseynî Camii olmalıdır) yürümeye başladı. Sevenleri onu göndermek istemediler. Fakat o hiç çe­kinmedi, yürüyüp gitti. Yanında onu destekleyen ve koruyan büyük bir zümre vardı.

Bundan sonra bir defasında, âlimin biri bir toplan­tıda iken ona çok ağır hücumlarda bulundu, ağır sözler söyledi. Daha sonra hata yaptığını anladı. Ya da hükü­met hesaba çeker endişesiyle şeyhten özür diledi. Şeyh de açık bir ifade ile onu bağışladı ve: “Lâ entesıru li nefsî=Nefsime uyup onun intikamını almam” dedi.”[84]

İbn Teymiye Mısır’da kaldığı süre içinde sadece öğ­retimle ve Kitap ve sünnetin emirlerini yaymakla ye­tinmedi. Hatta devlet merkezinde bulunmaktan fayda­lanarak bazı son derece yararlı tavsiyelerde bulundu. Bazı gerekli ve faydalı fermanlar çıkarttırdı. İbn Kesîr’in yazdığına göre H. 712 yılında Şam’a şöyle bir-sultan fermanı ulaştı: “Hiçbir kimseye, bir mal karşılı­ğı veya rüşvet karşılığı hiçbir mevki verilmemelidir. Çünkü bunun sonucu olarak yeteneksiz ve hâin kişiler mevkileri ele geçirecekler, ehil olanlar ve güvenilir kimseler ise yoksun bırakılacaklardır.” İbn Kesîr; bu ferman İbn Teymiye’nin gerekli görüşü ve çabaları so­nucu çıkarılmıştır, demektedir[85]

Bunun gibi bir başka ferman da; katil bir kimseye hiç kimsenin zulüm yapma yetkisinin olmadığını, an­cak devlet idaresinin onu yakalayıp yüce şeriata göre kısas uygulayacağı fermanının çıkarılması idi. İbn Kesîr, bu konuda İbn Teymiye’nin gerekli görmesi üze­rine çıkarıldığını yazmaktadır[86]

Şam’a Dönüş:

 

  1. 712 Şevval ayında sürekli olarak, Moğolların Şam’a saldırma düşüncesinde oldukları haberleri geli­yordu. Sonunda Sultanın kendisi Mısır’dan çıkarak on­lara karşı koymaya karar verdi ve 8 Şevvalde Şam’a doğru hareket etti. Şevvalin 23. günü Şam’a girdi. Sul­tanla birlikte İbn Teymiye de bulunuyordu.Tam 7 sene sonra hasret dolu olarak alışık olduğu ülkesine geri ge­liyordu. Halk onu büyük bir coşku ile karşıladı. Şehir halkı sevinç gösterilerinde bulundu. Erkeklerden baş­ka çok sayıda kadın da onu görmek için dışarılara dö­küldü. Şeyhin bu yolculuğa çıkışı cihada katılma niye­ti taşıyordu. Lâkin Şam’a geldiğinde, Moğolların geri dönüp gittiğini öğrendi. Şeyh Şam’dan hareket ederek Kudüs’e gidip Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmeye karar verdi. Birkaç gün orada kalarak birtakım başka ma­kamlara da uğrayarak Zilkadenin birinci günü Şam’a döndü. Ve bütün varlığı ile kendi işiyle meşgul oldu. [87]

 

FIKHÎ KONULARA ÖZEL EĞİLİMİ

 

Şam’a geri döndükten sonra, her ne kadar Şeyh Ibh Teymiye eski dinî, ilmî ve ıslâh çalışmaları ile uğraş-tıysa ve âdeti olduğu üzeri ders verme, fetva verme ve kitap yazma işine başladıysa da bu sefer o güne kadar ilgi gösterdiği akaid, usûl meselelerini ve Eş’arîlerle Hanbelîler arasında sürekli çekişme konusu olan mese­leleri bir tarafa bırakarak ilgisini fıkıh meseleleri ve ona ait ayrıntılara çevirdi. Öyle anlaşılıyor ki, daha ön­ce uğraştığı konular üzerinde gerektiği ölçüde malzeme ve delilleri toplayıp ortaya koyduğunu ve konuşmaları ile, verdiği dersler ve yazdığı eserlerle gerçeğin açığa çıkmış olduğunu anlamış olmalıdır. Artık kendi ilmî üstünlükleri ve Allah (c.c.) vergisi yetenekleri ile fıkıh konularına yönelmiştir. İbn Teymiye sülâlesi; nesiller­den beri Hanbelî mezhebine bağlı olarak sürüp gelmek­tedir. Hatta onun pek çok fetvası Hanbelî mezhebine göredir[88]

Ama o, tamamen Hanbelî mezhebine bağlı kalmadı. Kitap ve sünnetin koyduğu geniş bilgi hazinesine sahip olan, amelî mezhepleri ve onların prensiplerini, delille­rini böyle ezbere bilen birinin Hanbelî mezhebi dairesi içinde kuşatılmış kalması, yüzde yüz ona bağlı kalma­sı çok zordu. Bu bakımdan bazı kereler o, dört mezhepten kendisine göre delilleri en kuvvetli olanı tercih etti. Daha çok sahabe ve tabiîn topluluğunun görüş ve hare­keti kimin görüşüne uygun düşüyorsa, ona öncelik ver­di.

Kendisinin deniz gibi ilmine, meseleleri kavrama gücüne, apayrı düşünme yeteneğine rağmen dört bü­yük müctehid imamın ilmî azametini, sağlam içtihad-larını, dindarlık ve takvalarını, akıl ve mantık üstün­lüklerini itiraf etmiş ve buna her zaman inanmıştır.

Ona göre bu kimseler: hakkı arayan, sünnete uyan, bilgide sağlam temellere dayanan kişilerdi.Onların içti-hadlarının kaynağı Kitap, sünnet yani Kur’an ve hadi­sin ifadeleri ile icma ve şer-î kıyastır. Onlar bu konuda hakka uyan kişilerdi. Kendi kafalarından uyduran ki­şiler değillerdi. Bu bakımdan o, kendi döneminin bu imamlar hakkında rastgele konuşan, onların aleyhine dil uzatan insanlarından hiç hoşlanmazdı. Bu kimsele­ri susturmak ve müctehid imamları desteklemek ve on­ları savunmak için Reful-Melâm Ani’l-Eimmeti’l-A’lâm adı ile müstakil bir kitap yazmıştır. Konusunun en güzel eserlerindendir. Bu kitabın başlarında şöyle yazmaktadır:

“Allah ve Rasûlüne sevgi, dostluk ve bağlılıktan sonra; iman ehli kişilere dost olması, onları sevmesi, her müslümanm üzerine borçtur, şarttır. Nitekim Kur’-an-ı Kerim’de açık açık bildirilmiştir. Özellikle pey­gamberlerin vârisi olan âlimleri sevmek ve Allah’ın kendilerini yıldızlar seviyesine çıkarttığı, karanlıklar içinde kendilerinden ışık ve rehberlik elde edilen âlimlere dostluk göstermek ve muhabbet duymak müs-lümanlara şarttır. Bu müctehid imamların hidayet ve dirayet sahibi olduklarında bütün müslümanlar görüş birliğine varmışlardır.

Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesin­den Önce, diğer ümmetlerin âlimleri o ümmetin şerlile­ri idi. Fakat bu ümmetin âlimleri bu ümmetin en ha­yırlılarıdır. Bu bakımdan da onlar; bu ümmet içinde Hz. Peygamberin vekilleridirler. Onlar sünnetleri diri tutan kişilerdir. Onlar sayesinde Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim her tarafa yayılmakta, şanı şöhreti art­maktadır. Ve onlar, bunu ellerinde bayrak gibi taşıyan kişilerdir. Onlar Allah’ın kitabını açıklayan ve tefsir eden kimselerdir. Allah’ın kitabı onların dilinden düş­meyen, ellerindeki delilleridir.

Unutulmamalı ki, müslümanlar arasında en çok tutulan ve güvenilen bu imamlardan hiçbiri; bilerek, farkında olarak Hz. Peygamberin küçük veya büyük sünnetine aykırı hareket etmemiştir. Çünkü onların hepsi; Hz. Peygambere uyup onun peşinden gitmenin kesinlikle şart olduğunda, sözleri ve emirleri hemen kabul edilmesi gereken tek kişinin onun mübarek şahsı (varlığı, zatı) olduğunda görüş birliğindedirler. (Halbu­ki başka insanların, bir sözü kabul edilse bile diğer bir sözü kabul edilmeyebilir.) Bu imamlardan birinin eğer sahih bir hadise aykırı düşen içtihadına rastlanırsa mutlaka o imamın bu hadisi gözardı etmesinin bir se­bebi vardır. Bu sebep genellikle üç çeşidin dışında de­ğildir. Birincisi: O imam Hz. Peygamberin öyle buyur­duğuna inanmamış olmalıdır. İkincisi: Bu hadisten bu meselenin çıkmayacağını, bu hadisin bildirmek istedi­ğinin o olmadığını düşünmesi olabilir. Üçüncüsü ise; onun araştırma ve incelemelerine göre bu hükmün nes-hedilmiş olduğudur.”[89]

 

Uç Talâk Meselesi:

 

Bütün  bunlarla   birlikte   İbn  Teymiye;   bazen Hanbelî mezhebi çizgisinden nasıl dışarı adım atmış da, diğer mezheplerin bazı görüşlerini güçlü delillerin-, den dolayı tercih etmişse, aynı şekilde çok az ve nadi­ren de olsa dört mezhebe uymayan fetvalar da vermiş­ti. Ve kendi görüşüne göre doğrudan Kitap ve sünnetin kesin ifadelerine, ortaya koyduğu açık delillere uymuş-. tur. Dört mezhebe uymayan görüş ve fetvaların hepsi 3-4 taneden fazla değildir. Bunlardan en meşhuru bir anda üç talâk ile boşama meselesidir.

Konu şöyle: Bir kimse eğer karısını bir anda üç talâk ile (isterse bir kelime ile, isterse birkaç kelimeyle olsun) boşarsa; her ne kadar bu kişi bütün müctehidle-rin, ümmetin genelinin görüşüne göre bid’at iş yapmış, şeriata aykırı harekette bulunmuş ve günahkâr olmuş­sa da yine ortaya çıkan bu talâkların hükmü ve değeri nedir? Ne gibi bir durum ortaya çıkmıştır? Kadın boş olmuş mudur? O durumda kadının kocasına dönmesi şer’î açıdan imkânsız mı olmuştur? (Başka bir erkekle evlenip onunla gerdeğe girdikten sonra o kişi boşadığı takdirde birinci erkeğe ancak varabilir.) Veya bu üç talâk bir tek talâk mı sayılacaktır da, kadının dönüşü mümkün olacak mıdır? gibi sorulara cevap aranmakta­dır. Dört mezhep imamı, fıkıh ve hadis imamları (Evzâî, Nehaı, Sevrî, İshâk b. Râhûyeh, Ebû Sevr, Buhârî) ve sahabe ve tabiînin görüş ve tutumu; bid’at ve günah işlemiş olmakla birlikte bu üç talâkla boşan­ma meydana gelmiştir, şeklindedir. Kadının geriye dö­nüşü mümkün değildir. İmam Nevevî, Müslim Şer-hi’nde şöyle yazar: “Karısına; Sen üç talâk ile benden boşsun diyen adam hakkında âlimler değişik görüşler

ileri sürmüşlerdir. İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife, İmam Ahmed, selef ve halef ulemasından önde gelenler; boşanma olmuştur, evlilik gitmiştir de­mektedirler.”

Büyük âlim İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid isimli eserinde; “Her bölgenin fıkıh âlimlerinin en önde gelen­leri (üç) sözünü söylemekle üç boşama hükmüne gir­miştir görüşündedirler.” demektedir.

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin üstün talebesi Hânz İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd isimli eserinde şöyle diyor: “İşte bu dört büyük imamın sözü, tabiîlerin ileri gelen­lerinin ve sahabeden çoğunun görüşüdür.”

Bu zâtların görüşlerine delil olarak kullandıkları tutanaklar içinde çeşitli merfû hadisler nakledilmekte­dir. Bunlardan kesinlikle anlaşılıyor ki; Hz. Peygambe­rin bu üç talâkı (3 şartı) veya üçten fazla olan şartları üç şart (3 talâk) göstermiş ve kadının boş olduğuna ka­rar vermiştir[90]

Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye ve onun bazı talebe ve arkadaşlarının görüşüne göre; bu üç talâk bir tek şart (talâk) kabul edilir. Ve kadının kocasına dönmesi mümkündür. Erkek bir tek talâktan sonra eşine nasıl dönüyorsa öyle döner. O, şöyle yazıyor:[91]

Bu görüş seleften, Zübeyr İbn Avvânı ve Abdurrah-man İbn Avf gibi Hz. Peygamberin ashabından bir grup insan tarafından ileri sürülmüştür. Hz. Ali’den, İbn Mes’ûd’dan, İbn Abbas’dan da böyle rivayet olunur. Bu, İmam Davud’un ve onun arkadaşlarının çoğunun görüşüdür. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in oğlu Ebû Cafer Muhammed Bakır ve oğlu Cafer-i Sâdık’tan da böyle rivayet olunmuştur. Bu bakımdan Şia’dan buna inananlar da, onlardan dolayı inanmıştır.”

İbn Teymiye görüşünü ispatlamak için Kitap, sün­net ve fukahânm kıyasından deliller ortaya sürmekte­dir. Bu olayda gerçek şu ki: İsterse İbn Teymiye bu gö­rüşte tek başına değil de, ondan önce selef içinden biri­leri bu görüşün bayraktarlığını yapmış olsunlar; bu talâk meselesinde şöhretin İbn Teymiye’de olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan bu meselede o, kendi ince­leme ve görüşünü açıkladığında genellikle fıkıhçılar or­tamında bir şaşkınlık meydana gelmiştir.[92]

Talâkla Yemin Edilmesi Meselesi ve Göz Altına Alınması:

 

Herşeye rağmen üç talâkın birden söylenmesi me­selesi tamamen fıkıhla ilgili ve sadece bir aile hayatını etkileyen bir aile meselesi idi. Fakat İbn Teymiye’nin dört mezhepten ve meşhur görüşten ihtilâf ettiği, yani aykırı görüş ileri sürdüğü bir mesele daha vardı ki o, beşerî münasebetlere, devlet idaresine, halk ve devlet ilişkilerine varıncaya kadar etkisini gösteren, talâkla yemin edilmesi meselesiydi.

O devirde talâkla yemin etme yaygın bir alışkanlık halini almıştı. İnsanlar herhangi bir hareketine ve sö­züne pekiştirme kazandırmak için veya doğruluğunu ya da kararlılığını göstermek için çekinmeden talâka yükleniyordu. Talâktan kendine destek sağlıyor ve he­men talâk sözünü ortaya atıveriyordu. Meselâ; ben mutlaka öyle yapacağım, yoksa şart olsun. (Eşim boş olsun.) Ben bunu asla yapmayacağım yaparsam, şart olsun. Yahut sen mutlaka bunu yapacaksın, böyle (ya­pacaksın, yoksa şart olsun. Ya da yalan söylüyorsam, şart olsun v.s… gibi sözler söylüyorlardı.

İbn Teymiye bu sözlerin aslında bir pekiştirme tar­zı olduğunu fakat halkın, sözlerine güç kazandırmak ve karşısındakini kesin ikna etmek için talâk (şart) sö­zünü ortaya sürdüğünü, niyetlerinin hiç bir zaman bo­şanma olmadığını, bu sebeple bütün bu sözlerin aslın­da bir tür yemin olduğunu, lâkin yine de talâkla ilgili zannedildiğinden dolayı bu sözlere talâk (bcşama) hük­mü uygulandığını, bu yüzden de binlerce ailenin ve yu­vanın yıkıldığını, aile hayatında ağır çöküntüler ve bo­zulmalar meydana geldiğini gördü.

Sonra Haccâc b. Yusuf döneminden beri, bîatı kesin kılmak ve pekiştirmek için bîat yemininin bir bölümü haline geldi. Ve, “eğer ben falana yaptığım bîatı bozar­sam karım boş olsun.” sözü meşhur oldu.

İbn Teymiye bu konuda uzun uzun düşünüp incele­meler yaptıktan sonra: Bu, sadece bir yemin türüdür. Buna aykırı davranma halinde veya anlatılan olayın tersine bir durum ortaya çıktığı takdirde yemin eden kişi günah işlemiş olur. Yeminini bozmuş olur. O za­man o kişiye yeminin keffâretini (cezasını) ödemesi ge­rekir. Nikâhı düşmüş olmaz, boşama gerçekleşmez diye fetva vermiştir.

Her ne kadar İbn Teymiye bu fetvasını destekleme yolunda dört mezhepten bazı imamların ve o mezheple­rin bazı âlimlerinin görüşlerini ileri sürmüşse de ger­çek şu ki, onun bu fetvası, o mezheplerin meşhur ve ke­sin kararlarına aykırıdır. Onun fetvası, yeni bir buluş ve kendine has bir ictihad olarak gözükmektedir. Bu bakımdan bu fetvadan dolayı genel olarak bir huzur­suzluk ortaya çıktı. Huzursuzluk daha fazla artmasın,

her kafadan bir ses çıkmasın diye âlimler ve kadılar bu fetvadan vazgeçmesini ona tavsiye etmeyi gerekli gör­düler. H. 718 yılının olaylarını anlatırken İbin Kesîr şöyle yazar:

“Rebîulevvel ayının 15. Perşembe günü başkadı Şemseddin İbn Müslim, İbn Teymiye ile görüştü. Ve talâk sözü olarak kullanılan yemin etme konusunda bundan sonra fetva vermemesini tavsiye etti. İbn Tey-( miye de tavsiyeyi kabul etti. Onun hatırına ve fetva er­babını gözetme uğruna buna söz verdi. Cemâziyelevve-lin başında Mısır’dan Sultan fermanı da geldi. O fer­manda İbn Teymiye’nin talâkla yemin etme konusunda fetva vermesi menedilmişti. Genel bir toplantıda bu ferman okundu. İmam İbn Teymiye de bunu kabul etti. Bu, şehirde ilân edildi.

Sultanın bu fermanından önce fetva verme yetkili­lerinden bir grup, kadı İbn Müslim ile görüşmüştü. Bu kişilerin tavsiyesi ile de Kadı İbn Müslim, İbn Tey­miye’nin bu konuda sessiz kalmasını istemiş, İbn Tey­miye de kargaşa ve çatışmalardan uzak kalmak için bunu kabul etmişti.[93]

Anlaşılıyor ki, sultan fermanının gelmesinden son­ra; belki de, hükümetin bu konuya müdahale etmeye hakkı yoktur; hükümetten çekindiği için bir âlimin bil­gisini ve görüşünü gizlemesi caiz değildir, düşüncesi ile veya belki de bu meselede o daha da kesin bilgiye ulaş­tığından ve gönlünün daha fazla huzur bulup rahata ulaşması sebebiyle o kendi görüşüne uygun olarak ye­niden fetva vermeye başladı.

Hükümetin meneden emrine hiç aldırış etmedi. Bu sebeple İbn Kesîr, H. 720 yılının olaylarından bahsederken şöyle yazar:

“22 Recep Perşembe günü eyâlet başkenti Şam’da sultan vekilinin de hazır bulunduğu bir toplantı yapıl­dı. Bu toplantıya dört mezhebin kadısı, fetvacıları ve şeyhülislâm da katıldı. Fetva vermeye başlamasından hoşlanmadılar. İşte bundan dolayı sultan vekili onun kale içinde göz altında tutulmasına emir çıkarttı. Böy­lece H. 720 yılının 22 Recebinde İbn Teymiye Kale’de hapsedildi.”

Ama bu gözaltı süresi uzun sürmedi. 5 ay 18 gün sonra, 10 Muharrem 721’de serbest bırakılması için doğrudan Mısır’dan emir geldi. Ve hemen serbest bıra­kıldı.”[94]

En Son Hapsedilişi:

 

721 Hicriden 726’ya kadar, aşağı yukarı 5,5 sene Şeyhülislâm İbn Teymiye, tam bir serbestlik içinde ve kendini vererek ders okutmaya, kitap yazmaya, fetva vermeye, vaaz ve nasihat etmeye devam etti. Bu süre içinde o, daha çok Hanbeliyye medresesinde veya “Kassâsîn” denen yerde bulunan kendine ait medrese­de ders veriyordu. Bu arada o eski kitaplarına ve kü­çük çaptaki eserlerine eğildi. Onlar üzerinde inceleme­lerde ve düzenlemelerde bulundu. Yeni birtakım eser­ler yazdı.

Belki o bu süre içinde çok faydalı işler yapabilir, bazı önemli konularda kaleminden çok kıymetli ve na­dir kitaplar çıkarabilirdi. Ama onun ilmî üstünlüğü ve bazı meselelerde kendi başına oluşu, çağdaşları ve hatta kendisi için büyük bir imtihan oldu. Karşılığında ağır ödemelerde bulunmak zorunda kaldı. Yine de uzun süre huzur içinde oturması mümkün olmadı. Kısa bir süre geçti, hemen yeni bir sorun tartışma alanına çıktı. Bu sorun halk tabakası ve özel kesimin hepsinin ilgisini çeken bir sorundu. Bu sorun, talâk meselesi gi­bi tamamen bir fıkıh meselesi değildi. Aksine, bu so­runda hissî (duygusal) taraf da vardı. Ve kalpleri hu­zursuz etme yönü fazlaydı. Gönülleri rencide etme özel­liği derindi. Bu; Hz. Peygamber Efendimiz’in mübarek kabrinin ziyaret edilmesi meselesiydi.

İbn Teymiye 17 sene Önce verdiği bir fetva ile; bir kabri ziyaret etmek için (isterse bu kabir Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed Aleyhisselam’m nurlu kabri ol­sun) bir yolculuğa çıkmak, böyle bir ziyaret için özel yolculuk yapmak caiz değildir, demişti. Çünkü hadîs-i şerifte: “Üç mescidin dışında ziyaret için özellikle bir yolculuğa çıkmayınız. O üç mescid ise: Kabe, benim mescidim ve Mescid-i Aksadır.” buyurulmuştur. Bura­da Arapçada bir deyim olan, “semer vurmayınız, seme­ri bağlamayınız “dan maksad, ana hedef, asıl gaye, tek amaç yaparak yola çıkmayınız demektir, diyor. Sonra da her zaman yaptığı gibi bunun şer’î hikmetlerini ve buna aykırı davranıldığında da ortaya çıkacak zararla­rı ve yapacağı tahribatı sıralamaktadır.

Bütün bunların özeti de şudur: Böyle özel amaçlı zi­yaretlerle bunlara çok önem verilmesi şirk kapısını aralar, müşrikçe inanç ve düşüncelere yol açar. Halk bu ziyareti, ibâdet ve Allah’a yakın olma vasıtası zan­netmeye başlar. Bu noktaya ulaşan yanlış düşünceler ve inançlar kişiyi şeriat ölçüsünün dışına çıkarır, diğer bakımdan bu insanlar o makamları ziyaret ederken din dışı ve şeriat hârici birtakım davranışlara girerler ki,

bu da onların haktan sapmalarına sebep olur. Böylece tevhid inancı elden çıkar. Hz. Peygamber (a.s.); kendin­den sonra kabrinin, Yahudi ve Hristiyanlar arasında yaygın olan ve cahiliye devri milletinin âdet ve mera­simlerinden, yanlış ayinlerinden korunmuş olsun diye o kadar titizlik gösterdi ki, hatta bir gün şöyle buyur­du:

“Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin.(Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini tapınaklar (secde yerleri) edindiler. “[95] Daha da büyük bir titizlikle yine şöyle buyurmaktadır: “Ya Rabbi, kabrimi tapınılan bir put eyleme. Peygamberlerinin kabirlerini tapınak edi­nenlere Allah’ın gazabı şiddetlidir.”[96] Bir de, “Kabri­mi bayram (yeri) edinmeyin. Bana salât ve selâm geti­rin (gönderin), çünkü siz nerede olursanız olun getirdi­ğiniz salât ve selâm bana ulaşır. “[97] buyurmuştur.

Herkesin gözü önünde bir alanda defnedilmeye de razı olmamış. Hz. Âişe annemizin daha sakin ve kenar­da olan odasına defnedilmiş tir. Bütün bunlar; mübarek peygamber kabrinin her çeşit sakıncadan korunmuş ol­masını sağlamak; insanlar, topluluklar halinde gelip merasimle, şatafatlı ziyaretler yapmasına izin verilme­sin diye yapılmıştır. Ama şüphesiz peygamber mescidi­ne namaz kılmaya gelen kimse sünnete uygun biçimde ziyaretini yapar, sahabe ve tabiînden olanların uygula­dıkları gibi bir tarzla salât ve selâm getirir. İşte bu ko­nuda İbn Teymiye’nin sözlerinin Özeti budur[98]

Çeşitli etkenler ve itici sebeplerden dolayı onyedi sene Önceye ait bu fetva ortaya sürüldü, reklâm edil-r, meye başlandı. Bir taraftan bu ziyareti en büyük mut­luluk kabul eden, onu her zaman arzulayan genel müslümanların duyguları bu fetva ile rencide edildi. Bu fet­vada Hz. Peygamberin makamına karşı saygıda kusur, edebde yoksunluk görüldü. Diğer taraftan da âlimler, bu fetvada ümmetin geneline aykırı davranış, ayrı baş çekme, kendi başına görüş ileri sürme kusurları buldu­lar. Belki de fetvanın sadece bu yönü onları karşı çık­maya iten ana etkendi.

Her ne sebeple olursa olsun bu ihtilaf o derece önem kazandı, bu o kadar alevlendi ki; dönemin hükü­meti âlimlerin, hükümetin dikkatini ona çekmesiyle veya kendi idarî anlayışı sebebiyle- bu işe müdahale et­meyi uygun gördü ve 7 Şaban 726 günü onun hapsedil­mesini bildiren kararını yayınladı. İbn Teymiye bu ka­rara baş eğdi. Buna çok sevindiğini belirtti. Hapsedile­ceğim ilk duyduğu anda; ben bunu bekliyordum, bunda çok büyük hayır ve faydalar var dedi.

İbn Teymiye Şam kalesine nakledildi, orada kendi­sine bir salon verildi. Dışardan devamlı su gelecek şe­kilde çeşme ve su düzenlemesi yapıldı. Rahatı ve hiz­metinin devamı için kardeşi Zeyneddin îbn Teymi­ye’nin onun yanında kalması sağlandı. Masraflar için hükümet belli miktar bir para ayırdı.

Onun hapsedilmesini fırsat bilen düşmanlarına intikam alma hevesi geldi. Ona karşı olanlar, ona hased edenler, onun dostlarına, talebelerine el uzatmaya, kö­tülük yapmaya başladılar. Bazılarını hayvanlara bindi­rip teşhir ederek dolaştırdılar. Arkasından da başkadı-nm emri ile bir grup insan hapsedildi ise de bir kaç gün sonra hepsi serbest bırakıldı. Fakat Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin göz bebeği talebesi, daha sonra kendi yeri­ni tutan, varlığı ile övündüğü öğrencisi Hafz İbn Kay-yim; hocasının yanından ayrılmadı, orada kaldı. Hoca­sının vefat etmesinden sonra ancak serbest kaldı[99]

Din ve İlim Sahiplerinin Üzülüşü ve Buna Karşı Çıkışı:

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hapse atılışı kendisi­ne karşı olanlar ve onu çekemeyenlerden küçük bir grup insanın neşelenmesine ve gönüllerinin teskin ol­masına sebep oldu. Öte yandan binlerce ilim ehli kişi­ler ve yüzbinlerce müslüman bu olaya çok üzüldü, elem duydu. Bu olayı sünnet karşısında bid’atın zaferi, hak ve ehl-i hak olanlar için zillete eş bir durum gördü. Devletin çeşitli köşelerinden, namlı şanlı, ilim ve din ehli kişiler tarafından, yüce sultan (Melik Nâsır)’m hu­zuruna bu olaydan dolayı derinden duyulan üzüntü ve hayreti belirten mektuplar (dilekçeler) gönderildi. Bu konuda sultanın huzuruna gönderilen mektuplardan sadece Bağdat âlimlerinin gönderdiği mektubu nakle­deceğiz. Bu mektuptan İbn Teymiye’nin davetinin ve genel İslâm dünyasındaki yaygın ününün derecesi ve bütün hak ehli olan kişilerin, onun şahsına duydukları özel ilgileri ve hayranlıkları anlaşılacaktır. Bağdatlı âlimler şöyle yazmaktadır:

“Doğu ülkeleri ve Irak ülkesinin halkı, Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye sıkıntı verildiğini ve kendisine baskı yapıldığım duyduklarında ehl-i İslâm’a bu çok ağır gel­di, dindar kişilere bu bir darbe oldu. Dinden sapmış ki­şilerin başı dikleşti. Bid’atçı ve keyfîne göre dini yön­lendirmek isteyenlerin içi rahatladı. O bölgenin âlim- * leri bu olayın önemini öğrendiklerinde ve önde gelen gerçek büyük ilim adamlarının ve İslâm büyüklerinin hakarete uğratılıp aşağılanmalarından bid’at ehlinin ve bâtıl yolcularının neşelendiklerini görünce bu çirkin olayın kötü etkilerini sultanın huzuruna ulaştırmayı gerekli gördüler, ibn Teymiye’nin fetvalarını destekle­yen cevabî yazılarını kaleme alarak gönderdiler. Aynı zamanda onun ilmî faziletleri ve üstünlükleri hakkın­daki kanaatlerini de not ederek bunların hepsini yüce sultanın huzurlarına takdim ettiler. Bütün bunların yapılmasına âlimleri iten güç; dinî gayret, hamiyet, İslâmın ve İslâm sultanlarının iyiliğini istemekten baş­kası değildi.”[100]

Hapishanedeki Çalışmaları:

 

Uzun bir süre sonra İbn Teymiye tek başına kalıyor ve sakin bir zaman elde ediyordu. Herhalde bundan do­layı; “bunda çok büyük bir hayır ve büyük bir maslahat vardır” demişti. Bu yalnız kalma ve insanlardan uzak bulunmayı İbn Teymiye çok değerlendirdi, kendini ta­mamen vererek ve zevk-ü şevkle ibadet ve Kur’an-ı Kerim okumakla meşgul oldu. Bundan artan vakitlerini kitap okumak, yazmak ve kendi kitaplarını yeniden gözden geçirip düzeltmekle harcadı. Bu çalışmaları za­ten kendi başına ayrı bir ibadetti. Bu fırsatta onun en büyük meşguliyeti ve zikri Kur’an-ı kerim okumaktı.

O, bu tutuklanmada iki sene daha hapishane haya­tı yaşadı. Bu kısa süre içerisinde kardeşi Zeyneddin ‘ îbn Teymiye ile birlikte Kur’an-ı Kerîm’i 80 kere hatmetti.[101]

Hapishanede yazdıklarının çoğunluğu tefsirle ilgi­liydi. Bunun da sebebi herhalde Kur’an-ı Kerim’i çok okuması ve üzerinde uzun uzun düşünmesiydi. Bazı . meseleler üzerinde de risaleler ve sorulara cevaplar  yazmıştır. Dışardan gelen önemli ve özel ilmî sorulara, fıkıhla ilgili sorulara cevaplar veriyor, bu şekilde genel  vaazlarının ve okuttuğu derslerin dışında bu işleri de ‘ yürütüyordu. Ama herşeye rağmen en büyük meşguli­yeti Kur’an-ı Kerim okumak ve durmadan ibadet yapmaktı.

İbn Teymiye’nin hapishanede yazdıklarını dışarda-ki insanlar elden ele dolaştırıyorlar, ülkenin bir ucun­dan diğerine ulaştırıyorlardı. Bu sorular ve onlara veri­len cevapların dışında onun hapishanede yazdığı ayrı bir risale ziyaret meselesi üzerindeydi. Bu risalede, Mı­sır’ın Mâlikî mezhebi kadısı Abdullah b. el-Ahnaî’ye reddiye vardı. O, bu risalesinde mezkûr kadının cahil bir adam olduğunu, bilgisinin çok az olduğunu anlat- | mıştı. Kadı da onu Sultana şikâyet ederek üzüntülerini ve öfkesini belirtti. Sultan; İbn Teymiye’nin yanında ne kadar kitap, kâğıt, kalem, mürekkep varsa hepsinin alınmasını; yazı yazmaya ve kitap telif etmeye yarayan ne varsa gaspedilmesini emretti.

9 Cemâziyelâhir 728’de bu emir uygulanarak oku­ma yazmaya ait bütün malzemeler hükümet görevlile­rince gaspedildi. Recep ayının ilk günü İbn Teymiye’-nin bütün müsveddeleri, yazı kâğıtları hapishaneden alınarak adliyenin büyük kütüphanesine kondu. Bun­lar 60 cild kitaptan ve yazı yazmakta kullandığı 14 pa­ket kağıttan ibaretti.[102]

Kömürle Yazma:

 

İbn Teynıiye bu olay karşısında dahi hiçbir yanıp yakılma göstermedi. Hükümetten bir şikâyette de bu­lunmadı. Kendisinden kalem, mürekkep gaspedilince dağınık kağıtlar üzerine kömürle yazmaya başladı. Kö­mürle yazılmış birkaç mektubu ve risaleleri bulunmuş, uzun bir süre o şekilde korunmuştur. Bu çaresizlikler ve zorunluluk halinde bile o şükreden, kadere rıza gös­teren bir insandı. Bu şartlar içerisinde cihad meyda­nında elde ettiği aynı dereceyi kazandığının, yaptığı hizmette hiçbir fark olmadığının farkındaydı. Bir mek­tubunda şöyle yazar:

“Allah’a şükür, Allah yolunda büyük cihadda bulu­nuyoruz. Bizim buradaki cihadımız; daha önce yaptığı­mız Vahdet-i Vücûdçuiara karşı, Cehmiyecilere, dağlı­lara (Nusayri, Bâtınî ve Karmatîlere) karşı ve Moğol Hâkânı Gazan’a karşı yaptığımız cihaddan az değildir. Bu, Allah’ın bize ve insanlara büyük nimetidir. Fakat insanların çoğu bunun gerçek değerini bilmiyor.”[103]

Bir başka mektubunda onun iman hali ve Allah’a baş eğip teslim oluşu şöyle parıldıyor:

“Allah Teâlâ’mn takdirinde bizim için büyük bir hayır ve hikmet vardır. Şüphesiz Rabbim dilediği şeyde büyük lütuf sahibidir. Şüphesiz O, güçlü, üstün, mut­lak bilgi ve hikmet sahibidir. İnsanlara zarar ancak gix- nahları sebebiyle gelir. (Ayette belirtildiği gibi) “Sana) gelen her iyilik Allah’tandır ve sana gelen her kötülüU senin kendi nefsindendir.” Bu bakımdan her hâlükâr-i da kulun Allah’a şükretmesi, O’na hamdedip kendi giik nahlarımn bağışlanmasını dilemesi boynunun borcudur. Çünkü şükretmek, daha fazla ve yeni nimetleriri verilmesine sebep olur. Allah’tan bağışlanmayı dilemeli (istiğfar) de Allah’ın gazabını, azabını uzaklaştırır. Allah Teâlâ’nın insanoğlu hakkındaki takdiri onun hakkında en iyi olandır. Hadîs-i şerifte bildirildiği gibi; “Mü’min kula bir nimet ve onu sevindirici bir şey nasip olduğunda şükrederse, bir kötülük ve musibet geldiğinde sabrederse bu onun hakkında daha hayırlıdır.”

Böyle bir durumda bile o, kendi tutumunun doğruf luğuna ve kusursuz olduğuna kesinlikle inanmaktadır^ O kendi suçunu ancak; şer’î bir meselede şeriatın emri dururken, dönemin hâkiminin hak bilip söylediği sözü kabul etmeyip ona karşı direnmesinde görür. Fakat bu hatasını itiraf eder ve onu imanın, tevhidin bir gereği olarak anlar:

“Onların bizi en büyük suçlaması; bir insanın emrij-ne karşı geliştir. (Kaldı ki o sultan da diğer insanlar gibi Allah’ın bir kuludur.) Kul ister devrin hâkimi olsun, isterse sultanı; Allah ve Resulünün emrine aykırı hare1 ket ederse onun hareketi kabul edilemez. Hatta bütün müslümanlarm ittifak ettikleri görüşe göre; Allah ve Rasûlünün emrine aykırı hareket etmesi halinde ona itaat edilemez.” [104]

Son Günü ve Vefatı:

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kardeşi Zeyneddin Abdurrahman şöyle diyor: Kur’an-ı Kerimi 80 defa hat­mettikten sonra yeni bir hatme daha başladı ve Kamer sûresinin “Şüphesiz müttakiler cennetlerde aydınlıklar içindedirler. Rıza gösterilen bir yerde… Kudretine ni­hayet olmayan bir melikin (Allah’ın) huzurunda” âyetlerine ulaştı. Benim yerime, Abdullah b. Muhib ve Abdullah ez-Zerâyi ile birlikte hatme başlamıştı. Bu iki kişi de salih ve temiz kişilerdi. İkisi hakiki kardeştiler. İbn Teymiye onların okuma tarzını çok beğenirdi. Bu hatim henüz bitmemişti; (bitmeye çok yaklaşmıştı) ki, hayatının son demleri bitti.

O, ölüm hastalığına yakalanınca sultan vekili olan Suriye genel valisi kendisini yoklamaya geldi. Hal ve hatırını sorduktan sonra tekrar tekrar özürler dileye­rek; eğer bir kusurum olduysa, ya da sizi üzdüysem Al­lah için beni bağışlayın, dedi. İbn Teymiye cevap ola­rak şöyle konuştu:

“Ben sana da haklarımı helâl ettim, bana düşman­lık eden herkesi de affettim. Çünkü onlar benim doğru ve hak üzerinde olduğumu bilmiyorlardı. Yüce sultan Melik Nâsır’a da beni hapsetmesinden dolayı hakkımı helâl ettim. Ve neden beni hapsetti diye de şikâyetçi değilim. Çünkü o, kendi nefsine uyarak değil, âlimlerin sözüne uyarak, onlara güvendiği için beni hapsetti. Bu meselede o ma’zûrdur (suçsuzdur). Kendi şahsıma ait meselede ben herkesi bağışladım. Sadece Allah ve Resulüne düşmanlık yapanı bağışlamıyorum.”

Ölümünden 20-22 gün önce durumu ağırlaştı, artık bir daha düzelmedi. Nihayet 22 Zilkade 728rde gecele­yin Hakk’ın davetine icabet etti. Son nefesini teslim etti. ,

Bu binbir değerlerin sahibi, nice meziyetlerin ve ye­teneklerin üstün insanı 67 yaşında dünyadan göçtü.

Âyet:

“Yeryüzünde olan herkes yok olacak; ancak Celâl ve İkram sahibi Rabbinin zâtı devamlı kalacaktır.”

Şeyhulislâm’m vefat haberini hapiste bulunduğu kalenin müezzini minareye çıkarak ilân etti. Surlar üzerinde görevli bulunan muhafızlar da bulundukları yerlerden daha uzaklara bu haberi yaydılar. Bu haber şehirde şimşek gibi yayıldı. Kalenin kapısı açıldı, içeri girmek için herkese izin verildi. Halk bölük bölük geli­yor, ziyaret edip gidiyordu. Derin hürmetlerinden dola­yı hemen herkes, onun Rabbine secde için saatlerce ye­re kapanan alnını öpüyordu.

Cenazenin yıkanmasından hemen sonra halk Kur’an-ı Kerim hatmi yaptı, erkeklerden sonra kadın­ların gelmesine izin verildi, onlar da ziyaret etti. Gusül sırasında sadece o işle görevli kişiler bırakıldı.[105]

Cenazenin Kaldırılışı ve Defnedilmesi:

 

Cenaze yıkandıktan sonra ilk cenaze namazı kale­de kılındı. Şeyh Muhammed Temmâm namazını kıldır­dı. Namazdan sonra cenaze dışarı çıkarıldı. Kale ile Cami-i Kebir arasındaki bütün yollar akın akın insan­larla dolup taşmıştı. Gün başlayalı henüz dört saat geç­mişti. Cenaze, Cami-i Kebir’e (Emevî Camii) geldiğinde halk o kadar akın ediyordu ki, asker cenazeyi çevrele­mek durumunda kaldı. Çünkü cenazeyi korumak ve işi yürütmek imkânsızlaşıyordu. İnsanların sayısını tah­min etmek mümkün değildi. Bu büyük kalabalığın için­den biri yüksek sesle şöyle bağırdı: “İşte, sünnet önder­lerinin cenazesinin ihtişamı böyle olur.” Bunu duyan halk bir başka şekilde dalgalandı, şahlandı.

Öğle namazından sonra cenaze namazı kılındı. Her an halkın akını çoğalıyordu. Meydanlar, sokaklar, çarşı her taraf tıklım tıklım insan dolmuştu. Çarşı kapatıl­mıştı, gıda dükkânlarının hepsi kapalıydı. Pek çok in­san artık yeme içmeye vakit mi var? diyerek oruca ni­yet etmişti. Namazdan sonra cenaze kaldırıldı. Omuza koymaya fırsat nerede? Cenaze başlar ve parmaklar üzerinde gidiyordu. Her tarafta hıçkırıklar, ağıtlar, fer­yatlar vardı. Her dil ve dudakta övgü ve dua kelimeleri dolaşıyordu. Aşırı sevgilerinden dolayı halk havlu ve elbiselerini sallayıp uzatarak cenazeye sürüyordu. Halk cenazeyi görmeye, onu uğurlamaya kendini o ka­dar vermişti ki ne elbiselerinden, ne ayakkabılarından haberi vardı. Cenaze başlar üzerinde taşınıyordu; ba­zen öne doğru ilerliyor, bazen geriye doğru kayıyordu. Bazen de kafile yürüyemiyor, olduğu yerde kalıyordu. Sûk el-Hayl’e (At pazarına) varıldığında kalabalığın haddi hesabı yoktu. Cenaze oraya kondu, küçük karde­şi Zeyneddin Abdurrahman öne geçerek namaz kıldır­dı. Namazdan sonra Makbere es-Sûfîye’de (Sofular Me­zarlığında) kardeşi Şerefüddin Abdullah’ın yanında toprağa verildi.[106]

Cenaze sabahleyin kaleden çıkmıştı ama halkın aşırı hücumundan dolayı ikindi vakti defnedilme sırası gelmişti. Görünüşe göre bütün şehir cenazeyi uğurla­maya çıkmıştı. Cenazede bulunanlar en az 60 bin ile 100 bin arasında tahmin ediliyordu. Sadece kadınlar 15 bin kişi olarak tahmin edilmekteydi. Bunlar cenaze­ye katılmış olan kadınlardı, fakat balkonlardan veya damlardan seyrederek cenazeyi teşcî’ edenler bu sayı­ların dışındadır. Şam tarihinde böyle kalabalık bir ce­naze görülmemiştir. Emevîler zamanında Şam, devlet başkenti olduğu ve nüfusu da o zaman çok kalabalık ol­duğu için böyle kalabalık bir cenaze merasimi olmuş olabilir.

Pek çok İslâm ülkesinde hatta en güney ve en doğu bölgelerde bile gıyabî cenaze namazı kılındı. İbn Receb, Tabakât el-Hanâbile adlı kitabına yazdığı dipnotta şöyle diyor: “Uzak ve yakın pek çok islâm ülkesinde gıyabî cenaze namazı kılındı. Hatta Yemen ve Çin’de bile cenaze namazı kılındı. Seyyahların anlattığına gö­re Çin’in en uzak şehirlerinden birinde cenaze namazı kılınacağı şu cümlelerle ilan edildi: “Kur’an’ın tercüma­nının cenaze namazı kılınacaktır.”[107]

[1] Günümüzde bu şehre Urfa denmektedir. Türkiye’nin sınırları içinde bulunmaktadır.

[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/45.

[3] İbn Teymiye’den dört kuşak önceki dedesi Muhammed b. Hı-dır zamanından beri bu lâkap sürüp gelmektedir. Böyle bir lâkabın verilmesinde tarihçiler değişik görüşler ileri sür­mektedir. Bir görüşe göre, Muhammed b. Hıdır’m annesi •nhı. (vaiz bir kadmdı)’nin adı Teymiye idi. Bu bakımdan bu aile Teymiye olarak anılagelmiştir.

[4] Bütün bu özellikler ondan torununa geçmiştir.

[5] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.303.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/46-48.

[6] el-Kevâkibü’d-Düniye.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/49-50.

[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/50.

[8] Muhammed Ebû Zehre’nin İbn Teymiye isimli kitabından,  onun da el-Ukûdu’d-Dürriyye, s.21’e havalesinden nakledil­miştir.

[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/51-52.

[10] el-Kevâkibu’d-Dürriye, s.2.

[11] A.g.e, s.2.

[12] İbn Teymiye Nûr Sûresi Tefsiri, s.136.

[13] el-Ukûdu’d-Dürriye, s.26.

[14] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.5.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/53-57.

[15] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/57-58.

[16] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.333

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/58.

[17] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/59-60.

[18] Bu cevap el-Akîde el-Hameviyye el-Kübrâ adıyla meşhur­dur. Aşağı yukarı 50 sayfa olup, Mecmûatu’r-Resâil arasın­dadır. 1323 hicrîde Mısır’da yayınlanmıştır.

[19] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 14, s.4.

[20] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/60-65.

[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/66-67.

[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/67.

[23] Müslüman adı Mahmud olan Gazan, Cengiz Han’ın torun-larmdandı. H. 694 yılında Emir Tüzün rahmetlinin özen­dirmesi ve İslâmı anlatmasıyla hidâyete ermişti. Fakat beş sene gibi kısa bir süre içerisinde bütün anlayış, ahlâk ve yaşayışının birden ve tamamen değişmesi ve İslâmı tam bilmesi düşünülmezdi. Bu bakımdan müslüman olmalarına rağmen Moğolların dehşet saçmalarında, kan döküp yağ­malama yapmalarında hiçbir değişiklik meydana gelmemisti.

[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/68-70.

[25] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.9.

[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/70-73.

[27] A.g.e, c.14, s. 9

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/73-74.

[28] A.g.e, c.14, s. 9.

[29] A.g.e, c.14, s. 9

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/74-75.

[30] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/75-76.

[31] Hac, 22/60.

[32] Ahzâb, 33/25.

[33] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/76-78.

[34] Hac, 22/60.

[35] Ahzâb, 33/10-11.

[36] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/78-83.

[37] el-Bidâye ve’n-Nihâye, s.33.

[38] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/84-86.

[39] Muhammed Ebu Zehre, İbn Teymiye, s. 45

[40] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/86-89.

[41] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/89-90.

[42] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.37.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/91.

[43] 8 Recep tarihinde yapılan toplantı, sultan vekilinin mevcu­diyetiyle yapıldı ve bu toplantıda îbn Teymiye’nin Akî-detü’l-Vâsıtıyye isimli eseri okundu. Bundan sonraki iki toplantıda Şeyh Safîyyuddin Neseî ve Allâme Kemaleddin b. Zemelkânî’den bahsedildi. Görüldü ki, bu Vahdet-i Vücûd görüş ve inancı ehl-i sünnet ve’1-cemaate aykırıdır. Bunun   üzerine Şeyhülislâm İbn Teymiye saygı ve hürmetle eve ge­ri döndü. Halk elinde mumlar taşıyordu.

[44] er-Reddu’1-Akvam Alâ mâ fî Kitabi Füsûsi’l-Hikem, s.ll.

[45] el-PurkanBeyne1-Hakkıve’I-Bâtıl, s.U7

[46] A.g.e,S.147.

[47] A.g.e, s.145.

[48] A.g.e.,s.l45.

[49] er-Reddü’1-Akvem Ala Mâ fî Fusûsi’l-Hikem, s.42.

[50] Burada şunu hatırlatmayı gerekli görüyorum. Şeyh-i Ekber Muhiddin İbn Arabi’nin kitaplarını okuyup onun üzerinde  geniş bilgisi olanlardan bazıları; onun kitaplarında özellikle  Füsûsu’l-Hikem’de çok miktarda ilâveler ve dışardan ekle- meler olduğunu ileri sürmektedirler. Şam’da İbn Arabi’nin âşıklarından ve ona ait geniş bilgisi olanlardan Ahmed el- Harun el-Asel; kesinlikle Füsûs’un üçte biri veya daha fazla­sının ilâve, sonradan ekleme ve asılsız olduğunu söylerdi.

[51] İbn Teymiye’nin, Şeyh Nasır el-Münbecâ adına yazılmış mektubudur.

[52] Cilâu’l-Ayneyn, s.57.

[53] A.g.e, s.58.

[54] er-Reddü’1-Akvem Alâ Füsûsi’l-Hikem, s.52.

[55] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/92-104.

[56] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/105.

[57] İbn Kesîr, s.38.

[58] İbn Kesîr, s.42.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/105-106.

[59] Bu risale Şam’ın meşhur kütüphanesi Zâhiriyye’de bulun­maktadır. İbn Teymiye’nin öz kardeşi, hapishane arkadaşı  Şerefüddin İbn Teymiye eliyle yazılmıştır. Bizim de değerli  dostlarımızdan olan Harem’in eski imamı Abdurrezzâk jv ı    Hamza’mn   gayretleri   ve   Şeyh   Muhammed   Nâsıfm ihtimamı ile birkaç diğer risaleyle birlikte basılıp “İlmî Derleme” ismiyle yayınlanmıştır.

[60] Bakara, 2/159.

[61] Ibn Teymiye burada bu görüşü destekleme yolunda, dört büyük mezhebin önemli âlimlerinin pek çoğundan alıntılar yaparak, nakillerde bulunmaktadır. Biz burada sadece bu iki alıntıyı nakletmekle yetiniyoruz.

[62] Seyyide Nefise; Hz. Peygamber soyundan (ehl-i beytten-dir.) Halkın çok saygı gösterdiği, çok büyük hürmet duydu­ğu ve ziyaret ettiği kabri Kahire’dedir.

[63] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/106-117.

[64] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.181.

[65] Emir Hüsameddin, Arap soyundan gelen yüksek idareciler ailesinden bir kişi ve Suriye’nin çok değerli, heybetli, güçlü bir lideri idi. Suriyeli olması bakımından İbn Teymiye’nin mücahidce başarılarını ve ıslah çalışmalarını Mısırlılara nispetle daha çok iyi biliyordu. Bu bakımdan İbn Teymi­ye’nin serbest bırakılmasına özellikle ilgi gösterdi. Onun iyi niyeti, asaleti ve hürriyet aşkı sebebi ile İbn Teymiye tekliflerini kabul etti. Hapishaneden çıkmaya razı oldu.

[66] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/117-118.

[67] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/118-120.

[68] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/120.

[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/120-123.

[70] Galiba en önemli şart da, kendi inanç ve özel görüşlerini herkese yaymaması şartı idi.

[71] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/123-125.

[72] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.49

[73] A.g.e.,c.l4, s.50

[74] Şerefüddin İbin Teymiye’nin Şam halkına mektubu, A.g.e, c.l4,s.5O

[75] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/126128.

[76] A.g.e, c.14, s.49

[77] Hitâbu Mısır, c.2, s. 418.

[78] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/128-130.

[79] Daha önceki acı tecrübeler; İslâm âlimlerini, İslâm devleti­nin müslüman olmayan halkının kıyafetinde bir Ölçüde farklı bir işaret ve değişik bir görüntü olması gerektiği ka­naatine vardırmıştı. Haçlı savaşlarından sonra Mısır ve Suriye’de pek çok yabancı ülkelerden gelmiş hristiyan vardi. Bunlar dışarıdan İslâm ülkesine saldıranlara severek casusluk görevi yapıyorlardı. Ayrıca müslüman toplumu içinde gizlenerek kendi bozuk etkilerini yayıyorlardı. H.721 yılının olaylarını anlatırken İbn Kesîr şöyle yazmaktadır:

6 Cemâziyelevvel’de Kahire’de korkunç bir yangın çıktı.Canım köşkler, muhteşem saraylar, kasırlar ve bazı mes­citler bu yangının alanı içine girdi. Halk paniğe kapılmış, camilere toplanarak âfetten kurtulmak için Kunut duasını okuyordu. Yapılan araştırmalarda bazı hristiyanların kundaklaması olduğu anlaşıldı. İşte o zaman hristiyanların mavi elbise giymeleri, sarıklarında belirli işaret taşımaları ve hiç bir şekilde onların bir işte kullanılmaması karara bağlandı. Bunun üzerine yangın olayları son buldu. Bu tec­rübelerden dolayı bir süreden beri hıristiyanlann sarı renkte sarık sarmaları mecburiyeti getirilmişti. Sultan Nasırın tekrar tahta geçmesi üzerine, bu kanunun feshe­dilmesi için hıristiyanlar bir çaba harcamıştı.

[80] A.g.e, c.14, s.54.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/130-132.

[81] A.g.e, c.14, s.54.

[82] A.g.e, c.14, s.54.

[83] Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye

[84] A.g.e. Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye.

[85] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.66

[86] A.g.e, c.14, s.66.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/132-136.

[87] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/136.

[88] Fetevâ-yıİbn Teymiye, c.1-5..

[89] Reful-Melâm Ani’l-Eimmeti’l-A’lâm.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/137-139.

[90] Bu hadislerin senet ve metinleri hakkında ikinci taraf söz söylemiş, birinci taraf da hadis usûlüne göre ona cevap vermistir.

[91] Fetevâ-yı İbn Teymiye, c.3, s.38.

[92] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/140142.

[93] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.87.

[94] A.g.e., c.14, s.87

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/142-145.

[95] Buharî ve Müslim.

[96] Mâlik; Muvatta; Müsned-i İmam Ahmed.

[97] Sünen-i Ebû Dâvud v.s.

[98] Bu düşüncenin ana gayesi, “Tevhİd inancı üzerinde titizlik göstermek, şirke giden yolları tıkamak, müşrikçe âdet ve hareketlere engel olmak” olduğu sürece hiçbir âlimin buna karşı çıkamaması gerekir. Ama bunun için peygamberin kabrini ziyaretten menetmek de aşırılık gibi geliyor. Bu mesele onun ilmî ve dinî büyüklüğüne aykırı ve onu takdir etmemize mani değildir. Bu mesele onun hapiste ölmesine sebep olacak kadar büyük ve ağır bir mesele de değildir.

[99] M. Ebû Zehra, İbn Teymiye, s. 80.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/145-149.

[100] eî-Ukûdu’d-Dürriye, s. 350; el-Kevâkibu’d-Dürriye, s. 198.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/149-150.

[101] el-Bidâye ven-Nihâye, s. 138.

[102] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/150-152.

[103] Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye.

[104] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/152-153.

[105] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/154-155.

[106] Bu mezarlık; İbn Asâkir, İbn Salâh, İbn Esîr, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî, Hafız İmâdüddîn İbn Kesîr v.s. gibi ilim ve kalem ehli büyük âlimlerin bulunduğu bir yerdir. Şimdi tamamen yok olmuş, üzerine kocaman binalar yapılmıştır. Sadece İbn Teymiye’nin mezarı, Suriye Üniversitesi’nin salonuyla  hastahanenin Ön tarafı arasında hâlâ durmaktadır. 10 Şevval 1370 Hicri (28 Temmuz 1951) tarihinde büyük âlim Muhammed Behçet el-Beytâr’la birlikte burayı ziyaret et­miştim. Onun anlattığına göre; üniversitenin bir inşaatı sı­rasında bu kabrin kazıldığını duyan reisicumhur Şükrü el-Kuvvetli, hristiyan olan üniversite rektörüne haber gönde­rerek mezarın tahribini durdurmuş ve bugüne kadar ko­runmasını sağlamıştır.

[107] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/155-157.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.