Gerçek İbni Teymiyeye’yi Tanıyoruz: 2) İbni Teymiyye’nin Özellikleri ve İslamı Özüne Döndürme Çabaları

İBNİ TEYMİYYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE İSLAMI ÖZÜNE DÖNDÜRME ÇABALARI

İBN TEYMİYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE ÜSTÜNLÜKLERİ. 

ÖZELLİKLERİ VE ÜSTÜNLÜKLERİ. 

Allah Vergisi Zekâsı ve Hafızası: 

Bilgi Derinliği ve Yeteneği: 

Cesaret ve Düşünce Özelliği: 

Samimiyeti ve Kendini Verişi: 

Onun Eser Yazma Özelliği: 

ÎBN TEYMİYE’YE KARŞI ÇIKIŞIN.. 

SEBEPLERİ ONU TENKİD EDENLER VE SAVUNANLAR.. 

ALLAH’I HAKKIYLA TANIYAN VE BİR ARAŞTIRICI OLARAK ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE.. 

Kulluk Duygusu ve Allah’a Yönelmesi: 

İbâdet Zevki ve Kendini İbâdete Verişi: 

Zühdü, Uzleti ve Dünyayı Basit Görmesi: 

Cömertliği ve Fedâkârlığı: 

Sadelik ve Hırslardan Arınması: 

Huzur ve Sükûnu: 

Sünnete Tam Bağlılığı: 

Salih Kullar Tarafından Benimsenmesi ve Devrin Âlimlerinin Tanıklığı: 

Feraset ve Kerameti: 

 

İBN TEYMİYE’NİN ISLAHAT VE  ÖZE DÖNDÜRME ÇABALARI. 

  1. TEVHİD İNANCININ YENİLENİP ŞİRKE GİDEN İNANÇ VE ÂDETLERİN YOK EDİLMESİ

Ibn Teymiye Döneminde Şirke Varan İnanç ve Adetler: 

Kabirlere Açıkça Tapınma: 

Allah’tan Korkmayıp Kabirde Yatandan , Korkulması: 

Allah’ı ve Emirlerini Hafife Alma: 

Müşriklerin Korkusuzluğu ve Yaramazlığı: 

Büyük Kişilerin İlâhlığına İnanma: 

Anıtkabirler Fitnesi: 

Anıtkabir ve Türbeleri Haccetmek  (Ziyaret Etmek): 

Kabirleri Ziyareti Kabe’yi Haccetmeye Tercih: 

Camilerin Perişanlığı ve Türbelerin İhtişamı: 

İbn Teymiye’nin Islâhatı, Müşrikçe İnanışları Reddedişi: 

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin ve Yardım Dilemenin Yasak Oluşu: 

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin Haram Oluşunun Hikmeti: 

Ölülerden Dilekte Bulunmanın Şekilleri ve Çeşitleri: 

Canlı Kişilerden Gücünün Ötesinde Bir Dünya İşinin İstenmesinin Caiz Olmadığı: 

Aracının Ne Demek Olduğu: 

Anıtkabirler Kötü Bid’atlardir: 

Türbeleri İcâd Edenler Bâtınî ve Râfızîlerdir: 

Türbelerde Murada Erme Uydurması: 

Müşriklere Şeytanların Görülmesi: 

İbn Teymiye’nin Islah Faaliyetleri ve Etkileri: 

  1. FELSEFE, MANTIK VE İLM-İ KELÂMI TENKİD, KİTAP VE SÜNNETİN ÜSLÛBUNU TERCİH.. 

Yunan Felsefesinin İslâm Dünyasına Etkisi: 

Felsefeyi Taklid Dönemi: 

FELSEFE VE MANTIĞIN İLMİ. 

SORGULANMASI VE İBN TEYMİYE’NİN.. 

BAŞARISI. 67

Tabiat ve Matematik Bilgilerini Kabul Edişi: 

İhtilâfın Ana Dalı İlahiyat Felsefesidir: 

Yunan İlahiyatı İle Peygamberlerin Getirdikleri Bilgilerin Karşılaştırılması: 

Yunan Filozoflarının Cehalet ve İnkârları: 

Puta ve Yıldızlara Tapan Yunanlılar: 

Önceki ve Sonraki Yunan Filozofları Arasındaki Fark: 

Aristo Dinî Gerçeklerden En Uzak Olandır: 

Yunan Felsefesinde Allah Kavramı: 

İslâm Felsefecileri Yunan’ın Sadece Taklitçileridir: 

İbn Sînâ Peygamberliğin  Ne Demek Olduğunu Bilmemektedir: 

İlm-i Kelâm’m Çelişkisi ve Kelâmcıların  Tereddüdü: 

Kelâmcıların ve Felsefecilerin Ortak Hatası: 

Sözü Uzatıp Konuyu Zorlaştırmaları: 

Kelâmcıların Delillerine Bağlı Kalınamaz: 

Bu Usûlün Bir Zümreye Faydalı Oluşu: 

Kur’an’ın İspat Tarzı Akla Daha Yakın ve Pürüzsüzdür: 

Allah’ın Zât’ı ve Sıfatları Hakkında Kur’an-ı Kerîm ve Felsefenin Temel Farkı: 

Sahâbe-i Kiramın Üstünlüğü: 

ESKİ YUNAN MANTIĞININ İSLÂM DÜNYASINI BÜYÜLEMESİ. 

Mantık Akıl Bilgilerinin Ölçüsü Değildir: 

Mantıkin Birçok Esası ve Tarifleri Şüpheli ve Zayıftır: 

Dağı Yarıp Saman Çöpü Elde Etmek: 

Mantıkin Beyin ve İfade Gücüne Etkisi: 

Bazı İstisnalar: 

Mantık Hakkında Kısa Görüş: 

Mantıkin Gerçek Yeri ve Faydası: 

Dînî ve İlâhî Gerçeklerde ml Mantıkin Çaresizliği: 

Mantıkin Geniş Tenkidi: 

Akıl Bilimlerinde Taklid Doğru Değildir: 

İslâm Dünyasında Akıl Bilgilerinin Donması ve İbn Teymiye’nin Önemi: 

III. İSLAM DIŞI DİN VE FIRKALARI REDDETME.. 

  1. A) HRİSTİYANLIĞI RED.. 

el-Cevâb es-Sahîh’in Yazılışı: 

Hristiyanhk Hz. İsa’nın Öğretileri ile Roma Putperestliğinin Karışımıdır: 

Günümüzdeki Hristiyanlık Konstantin Döneminin İcadıdır: 

İNCİLLERİN GERÇEK DURUMU.. 

İncillerde Tahrif: 

HRİSTİYANLAR PEYGAMBERLERİNİN SÖZLERİNİ ANLAMAMIŞTIR.. 84

Bu Kelimelerin Doğru Mânası: 

Oğul ve Rûhu’I-Kudüs Kelimeleri Ortak ve Geneldir: 

Hristiyanhkta Akla Aykırı Sözler: 

Allah’ın Birliğine, Hz. İsa’nın Kul Olduğuna İnanan Hristiyan Bilginler: 

TEVRAT VE SEMAVÎ KİTAPLARDA PEYGAMBERİMİZİN GELECEĞİNİN MÜJDELENMESİ. 

Mucizeler ve Peygamber Oluşun İşaretleri: 

İSLÂM İNKILÂBI VE MUHAMMED ÜMMETİ BİRER MUCİZEDİR.. 

Hz. Muhammed’in Getirdiği Şeriatın Benzersizliği: 

Peygamberliğe İnanan Herkes Hz. Peygambere İnanmak Zorundadır: 

Hz. Muhammed’in Peygamberliği Geneldir: 

  1. B) ŞİİLİĞİ RED.. 

Kitabın Yazılmasına Sebep: 

ŞİİLERİN SAHABEYE KARŞI TUTUMU.. 

Şiîler Ümmetin En İyilerini En kötüleri Gösterdiler: 

İmam Şa’bî’nin Sözü: 

Sahâbîlere Düşmanlık, Kâfirlere Sevgi: 

Katılık ve Vicdansızlık: 

Şiilerin Tuhaflıkları: 

Sahabeye Kin Duymak, Kalbin Pisliğine İşarettir: 

Halifeleri Kötüleyenlerin Hali: 

Peygamberliğe iftira: 

Sahâbîlerin Üstünlükleri Kesin Delillere Dayanır: 

Sahâbe-i Kiram Masum Değillerdi: 

SAHÂBE-İ KİRAMIN ÖRNEĞİ  TARİHTE YOKTUR.. 

Sahabenin Müslümanlara Bıraktıkları: 

Hz. Ebu Bekir’in Halife Oluşu Hz. Peygamberin Peygamberlik Delilidir: 

Cahiliyet Irkçılığı: 

ŞİÎLER VE HZ. HÜSEYİN.. 

Taassub Belirtileri: 

Hz. Ali Hakkında Çelişki: 

İmamet Konusu: 

Şiîlerin Kur’an ve Hadis Karşısındaki Tutumları: 

Cami, Cuma ve Cemaate İlgisizlikleri: 

Sonraki Şiîler Mutezile’ye Bağlıdırlar: 

Şiilerin Geçmişteki Tutumları: 

Ehl-i Sünnet Yolu Ilımlı Yoldur: 

ŞERİAT İLİMLERİNİN YENİLENMESİ VE CANLANDIRILMASI. 

İbn Teymiye Dönemi: 

İbn Teymiye’nin Bilgi ve Eser Yazma Özellikleri: 

Tefsir: 

Hadis: 

Fıkıh Usûlü: 

Kelâm İlmi 

Fıkıh: 

İbn Teymiye’nin Kendinden Sonraki Dönemlere Etkisi: 

İSLÂM TEFEKKÜRÜNÜN DİRİLTİLİŞİ. 

İnançların Kaynağı Kitap ve Sünnet: 

Felsefenin Boş Çabası: 

Kelâmcıların Felsefecilikleri: 

Daha Sonraki Asırlarda Islâmî Tefekkür: 

AKLA AŞIRI DEĞER VERMELERİ. 

Aklın Ölçüsü ve Yeri: 

Peygambere Şartsız İman Gereklidir: 

Aklın İçi Boş Kalesi: 

İlim Erbabının İlimsizliği: 

Sağlam Akılla Doğru Nakil Arasında H Çelişki Yoktur: 

Kur’an’da En Üstün Aklî Deliller Vardır: 

Peygamberlerin Öğrettiklerinde Yanlışlık  Yoktur: 

İbn Teymiye’nin Başarısı: 

 

TAKLİD DÖNEMİNDEN ÖNCE MESELELERİNİN KAYNAĞI KİTAP VE SÜNNETTİR.. 

 

Mezheplere Uymanın Başlangıcı ve Sebepleri: 

Bir Mezhebe Uymanın Değeri: 

Daha Sonraki Asırlarda Ortaya Çıkan Aşırılık ve Sapmalar: 

İbn Teymiye’nin Taklid ve İçtihad Hakkındaki Görüşü: 

İbn Teymiye’nin Fıkıh Değeri: 

İbn Teymiye’nin Daveti ve Etkisi: 

İBN TEYMİYE’NİN ÖZELLİKLERİ VE ÜSTÜNLÜKLERİ

Allah Vergisi Zekâsı ve Hafızası:

 

Şeyhülislâm Hafız İbn Teymiye’nin kendi dönemin­de İslâm ilimlerinde elde ettiği içtihad derecesine ula­şan değerinde, tefsir, hadis, fıkıhda önder oluşunda, derin bilgi ve fevkalâde yetki elde edişinde en büyük vasıta, onun müthiş hafızası ve keskin zekâsı olmuş­tur. Bu, ona bir Allah vergisi ve ilâhî bir lütuftu. İbn Teymiye’nin çağında İslâm bilgileri o kadar gelişmiş, bu bilgileri aktaran eserler o kadar çoğalmıştı ki, müt­hiş bir hafızaya, harikulade bir zekâya sahip olmayan kimse bu çok geniş ilim deryasına dalamaz ve bu bilgi hazinesini elde edemezdi. Kendi ünlü ve derin bilgili çağdaşlarının karşısında tartışmalı konularda ve ihtilaflı meselelerde ağzını açmaya cesaret edemezdi. Bir meselede, önde giden bir âlime karşı aykırı görüş ileri sürme hakkına sahip olamazdı.

Ama İbn Teymiye, Allah Teâlâ’nm kendisine bahş­ettiği hafıza gücü sayesinde tefsir, hadis, fıkıh usûlü, içtihadlar ilmi, kelâm ilmi, tarih, siyer ve âsâr ilmi, rical ilmi (biyografi), dil ve dile ait bilgiler üzerinde o güne kadar gelişen bütün bilgileri elde etmiştir. O gü­ne kadar ortaya konmuş ne kadar kitap, kaynak mad­deler, malzemeler varsa onlardan eline geçirdiklerinin hepsini inceledi, okudu, güçlü ve güvenilir hafızası on­ları alıp depoladı. İlmî çalışmalarında ve eserler ortaya

koymasında, sanki tecrübeli bir savaşçının aktarma­sından faydalandığı gibi bundan faydalandı.

Çağdaşları onun müthiş hafıza gücünün, hatırlama yeteneğinin ve derhal göze çarpan akıllılığının ve zekâ­sının hayranı idiler. Onun çok güçlü ezberleme yetene­ğinde, çabuk kavrama, süratli anlama, zeki ve akıllı ol­duğunda çağdaşları görüş birliğinde di rler. Onun ders arkadaşı büyük âlim Alemüddin el-Berzâlî şöyle diyor: “Ne duyarsa derhal ezberler, çok az şey geride kalırdı. Çok zekiydi, sayısız şeyleri hafızasında taşırdı.”

Tezkire-i rical yani biyografi ilminin önderlerinden olan İslâm tarihçisi meşhur Hafız Zehebî de: “Ondan daha güçlü âyet ve hadis metinlerini asıl ibareleriyle eksiksiz hatırlayan ve hemen onları yerinde, eksiksiz kullanarak delil gösteren bir kimseyi görmedim. Hadis ve sünnetin ilim hazinesi onun iki gözü önünde ve dili­nin hemen uçundaydı.”

Onun hafızasına, güçlülüğüne en büyük şahit, çağ­daşlarının: “İbn Teymiye’nin; ben bilmiyorum dediği hadis değildir” sözleridir. Hadisle ilgili bilgiler o kadar çok ve genişti ki, her an onu hatırlamak, ezberde tut­mak, çok zor bir şeydi. Kendi döneminde en büyük ha­dis hafızı kabul edilmesi ve tek başına onun hafızasına ve bilgisine güvenilmesi, onun ne ölçüde müthiş bir zekâya, nasıl bir harikulade kafa ve hafızaya sahip ol­duğunu ispat eder. Hiçbir zaman hafızası ona ihanet etmedi, onu aldatmadı. Hafız Zehebî bu yüzden; “İbni Teymiye’nin bilmediği hiçbir hadis, hadis değildir, den­mesi onun için geçerlidir, doğrudur.” demiştir.

Bazı çağdaşları; birkaç asırdan beri böyle güçlü ha­fızaya sahip insan doğmamıştır, demişlerdir. İbn Tey­miye’nin çağdaşı olan, tartışma toplantılarında rakibi olup, pek çok meselede kendisine sert biçimde aykırı

görüşler bildiren büyük âlim Kemâleddin b. Zemelkânî onun Allah vergisi özelliğine şu kelimelerle tanıklık et­mektedir: “Beşyüz seneden veya dörtyüz seneden beri -beş veya dörtyüz sene olduğunda sözü nakledenin te­reddüdü vardır- böyle güçlü hafızalı bir adam doğma­mıştır.” Zekâsı hakkında Hafız Zehebî’nin sözü de şöy­ledir: “O alev alev yanan bir zekâ idi ve akıl fışkırıyor-du.” Başka bir yerde şöyle yazar. “Zekâ ve çabuk öğren­mede, hızlı kavramada devrin bir harikasıydı.” [1]

Bilgi Derinliği ve Yeteneği:

 

Bu Allah vergisi zekâ ve hafıza ile sülâleden gelen ilim üstünlüğüyle, şiddetli gayret ve ağır çalışmayla, okuma zevki ve ilim öğrenme tutkusu ile; hepsinden daha da önemlisi Allah’ın lütfü ile o, İslâm ilimlerinde, dönemin yaygın ilim dallarında öyle geniş ve derin bir bilgiye sahip olmuştu, her bilgide öyle uzman olma de­ğeri kazanmıştı ki; ünlü çağdaşları, yaşta ondan büyük ve dönemlerinin herhangi bir ilim dalında üstadı ve otoritesi oldukları halde onun derin bilgisine ve onun her ilimdeki yetkisine parmak ısırıyorlar ve bir ilim deryası ve İslâm’ın konuşan (ayaklı) kütüphanesi oldu­ğuna tanıklık ediyorlardı. O, her ilim dalında, o konu­da yetkili olan tek kimseymiş gibi söz ediyordu.

Hadis ilmi dalında Allâme Takiyyüddin İbn Dakîk el-îd’in yetkisi, seviyesi herkes tarafından kabul edil­miştir. O dönemin âlimlerinin hepsi onu otorite ve bü­yük kabul etmişti. 7. H. yüzyılda İbn Teymiye Mısır’a gittiğinde Allâme İbn Dakîk ile görüşmüştü. Görüşme­den sonra Allâme İbn Dakîk etkilenmesini, şu ifadeler­le açıklamıştır: “İbn Teymiye ile görüştüğümde anla­dım ki bütün ilimler bu kişinin gözleri önündedir. İstediğini çekip almaktadır ve istediğini bırakmaktadır.[2] Bizzat kendisi de çok derin bir âlim ve pek çok ilim dalında yetkili biri olan Kemaleddin İbn Zemelkânî hayretini şu ifadelerle belirtmektedir: “Herhangi bir ilim dalında ondan bir soru sorulsa, verdiği cevabı işi­ten veya onu gören zannederdi ki, bu adam; bu ilim da­lının dışında başka bir şey bilmemekte ve hiçbir kimse bu ilim dalında onun seviyesinde bulunmamaktadır.”[3] Büyük âlim Takıyyüddin İbn es-Sübkî, onun ünlü rakibidir. Özel niyetle ziyaret konusundaki ve bazı di­ğer fıkıh meselelerindeki görüşlerinden dolayı İbn Tey-miye’yi reddeden kitaplar yazmış, şiirde bile onun hak­kında görüş ileri sürmüş biridir. Bütün bunlara rağ­men, Hafız Zehebî’ye gönderdiği mektupta şöyle yaz­maktadır: “Ben fakir, İbn Teymiye’nin büyük bir âlim, coşkun bir deniz, aklî ve şer’î ilimlerde derya gibi bir bilgin olduğunu anlıyorum. Onun üstün zekâsını, gay­retini ve kavrayışını da çok iyi anlıyorum. Ve biliyorum ki o, anlatılması güç derecede bir ilmi seviyeye ulaş­mıştır. Bu fakir bütün toplantılarında bunu açıklamak­ta ve itiraf etmekteyim.”

Tarih onun özel bir bilgi konusu değildi, ne de onu kendine Önemli bir konu edinmişti. Buna rağmen Zehebî gibi bir tarihçi ve tenkitçi şöyle diyor: “Onun ta­rihe vâkıf oluşu ve geniş tarih bilgisi hayret verici ve insanı şaşkınlığa düşürücüdür.”

Onun tarih bilgisini, geniş görüşünü ve hazır ce-vaplılığının, süratli hatırlayışının insanı hayrete düşü­ren bir vakasını, müstesna talebesi Hafiz İbn Kayyim, Zâdü’l-Mead, isimli kitabında şu cümlelerle anlatmaktadır:

“Bir İslâm ülkesinde (herhalde Şam veya Irak’ta) yahudiler, görünüşte çok eski bir kâğıt ve yazı gibi gö­rülen bir tutanak (anlaşma metni) ortaya sürdüler. Bu tutanakta Hz. Peygamber (a.s.) efendimizin Hayber ya-hudilerini cizyeden muaf tuttuğu yazılıydı. Tutanakta Hz. Ali’nin, Sa’d b. Muaz’m ve sahâbe-i kiramdan bir grubun imzası vardı. Tarih ve siyer konusunda ve o dö­nemin olaylan hakkında geniş bilgisi olmayan ehliyet­siz kişiler bu hileye kanarak onun sağlam bir belge ol­duğuna kesinlikle inandılar. Buna göre amel ederek yahudilerden cizyenin kaldırılmasına karar verdiler.

Bu tutanağı Şeyhülislam İbn Teymiye görüp incele­yince, onun hiçbir değeri olmayan sahte bir belge oldu­ğuna karar verdi. Uydurma ve sahte oluşunu delilleriy­le ispatladı. O delillerden biri de uydurma belgede Hz. Sa’d b. Muaz’m imzasının bulunmasıydı. Halbuki o, Hayber savaşından önce Ölmüştü. Diğer ikinci bir delil de belgede yahudilerden cizyenin kaldırıldığının bildi-rilmesiydi. Halbuki cizye ile ilgili hüküm o ana kadar gelmemişti. Sahâbe-i kiram da böyle bir hükmü bilmi­yordu. Cizye ile ilgili hüküm Hayber savaşından üç se­ne sonra Tebük olayı yılında nazil oldu. Üçüncü bir de­lil de bu tutanakta yahudilerden karşılıksız para alın­mayacağı yazılmıştı. Bu yersiz ve manasız bir sözdü. Çünkü yahudi olsun olmasın bir kimseden karşılıksız para mı almıyordu? Böyle bir uygulama mı vardı? Hz. Peygamber ve sahabe-i kiram böyle bir haksızlık yap­maktan uzak ve tertemizdiler. Onlar hiçbir şekilde kimseden karşılıksız para almamışlardır. Bu, o güne kadar süre gelen zalim padişahların, hain diktatörlerin işidir. Dördüncü delil ise; hiçbir ilim sahibinin, siyer ve megâzi bilgininin, hadisçi, fıkıhçı ve tefsircilerden hiçbirinin bu tutanaktan bahsetmeyişi ve selef döneminde de böyle bir tutanağın ortada bulunmayışı idi. Her ne yönden bakılırsa bakılsın bu tutanak uydurma ve ta­mamen sahte idi. Sahte oluşuna kendi içinde tanıklar vardı. Ibn Teymiye’nin bu incelemesiyle sihir bozuldu. Hilenin içyüzü ortaya çıktı.”[4]

Onun derin bilgisi ve keskin zekâsı şu olaydan da anlaşılabilir. Çağdaşı Şeyh Salih Tâceddin şöyle anlatı­yor: “Bir gün ben İbn Teymiye’nin yanına gitmiştim. Bir yahudi kader hakkında bir soru sormuş, sorusunu itiraz şeklinde 8 beyitlik şiir içinde yazarak göndermiş­ti. İbn Teymiye bir süre düşündü, sonra cevap yazmaya başladı. Orada olan bizler onun nesirle cevap yazıyor olduğunu zannediyorduk. Yazıyı bitirince biri kağıdı kaldırarak baktı, şaşkınlığımıza diyecek yoktu. Gördük ki yahudinin yazdığı aynı kâfiye ve redif ile İbn Teymi­ye 184 beyitle düzenli bir şekilde ona cevap vermişti. Verdiği cevapta o kadar çok bilgi kollarına temas et­mişti ki, eğer bunu açıklamaya, izah etmeye kalkılsa iki büyük cilt kitap yazılması gerekirdi.”[5]

Bu geniş bilgiyi ve her çeşit bilgi koluna vakıf olu­şunu gören çağdaşları ve daha sonraki âlimler onun hakkında çok övücü kelimeler söylemişler; onu, devrin bir harikası, araştırıcıların önde geleni, müctehidlerin sonuncusu ve Allah’ın kudret alâmetlerinden bir alâmet saydıklarını bildirmişlerdir.

İbn Seyyidinnâs (ö. 734 H.) diyor ki: “Onun çağdaş­ları ve onu tanıyanlar, onun gibi başka birini görmedi­ler. İbn Teymiye’nin kendisi de kendi gibisini görmedi.”

Hafız Şemseddin Zehebî gibi geniş bilgili, yetenekli bir tarihçi ve otoriter bir tenkidçi sözlerini şu dereceye kadar vardırmış tır: “Eğer Kabe’nin rükün ile Makam-ı İbrahim arasında bana yemin verilerek sorulsa, yemin­li olarak derim ki, ne ben ilimde onun gibisini gördüm, ne de o kendisi gibi birini görmüştür.” [6]

Cesaret ve Düşünce Özelliği:

 

İbn Teymiye’nin cesareti, korkusuzluğu ve ölümden çekinmeyişi, bütün çağdaşlarına varıncaya kadar, hat-| ta Türk komutanlarına ve askerî liderlere varıncaya kadar hayrete düşürücüydü. Moğollara karşı gösterdiği cesaret, yiğitlik ve ortaya koyduğu kahramanlık ve korkusuzluğun önünde, o dönemin meşhur Türk askerî komutanı ve enıîri olan Kıpçak bile hayrete düşmüştü. Hafız Sirâceddin şöyle diyor:

“O ata bindiğinde düşman arasında en büyük kah­ramanlar gibi dolaşır ve en cesur süvariler gibi at üs­tünde dururdu. Hücûmlarıyla düşmanı öyle perişan eder, hiç çekinmeden düşmanın içine öyle bir dalardı ki, sanki o ölüm nedir bilmez, ölümden hiç korkmaz­dı.”[7]

Fakat burada onun savaş alanlarında ve sultanlar; karşısında doğru sözü söylemede gösterdiği cesaret ve kahramanlığı anlatmak istemiyoruz. O konuda önceki sayfalarda geniş bilgi verilmiştir. Biz burada onun ka­lemle yaptığı savaşları, ilim alanlarında, araştırma ve hakkını ortaya koymada gösterdiği cesaretleri anlat­mak istiyoruz.

İlim sahibi okuyucular tahmin ederler ki, pek çok konuda o tek başına değildir. Yani bir fikri sadece o ile­ri sürmüş de aynı konuda başka bir ilim adamı o görü­şü paylaşmamış değildir. Bu konulardan önceleri de bahsedilmiş ve onlar üzerinde kitaplar, risaleler yazıl­mıştır. İbn Teymiye’nin döneminde de onun bir kısım çağdaşları aynı görüşteydiler. Fakat düşüncelerini ve araştırmalarını, ulaştığı gerçekleri açıklamada göster­diği cesaret, cür’et, açık sözlülük ve kesin ifade onun kendine has özelliği idi. Öz ve gerçek tevhid inancını açıklamada, yardım dileyip Allah’tan başkasından me­det istemeyi reddetmede, bid’atlara ve dönemin yanlış gidişlerine karşı çıkmada, Vahdet-i Vücûdçuluk ve ruhun başka bir vücuda geçişi düşüncesine karşı kalem ve dille cihad etmede, tasavvufçu taslaklarının ve bid’atçılarm yüzündeki perdeyi kaldırmada o, büyük bir cesaret ve korkusuzluk örneği göstermiştir. Hak bildiği meseleler ve görüşlerinde, isterse onlar kelâmla ilgili konular olsun, isterse fıkıhla ilgili olsun, onları Öyle delilli ve güçlü bir tarzda anlatmış, onları ispat et­mek için güçlü mantık örnekleri göstermiş ve deliller ortaya koymuştur ki, son gününe kadar bu görüşlerine ve inançlarına bağlı kalmış, onlar uğruna nice eziyetle­re katlanmıştır. Tüm bunlardan onun sadece cesaret ve dürüstlüğü değil, hatta büyüklüğü ve ilimde önderliği ortaya çıkmaktadır. Zehebî onun bu ilmî, dinî cesareti­ni ve dürüstlüğünü anlatırken şu övücü kelimeleri kul­lanmaktadır:

“O, düşüncelerine öyle kelimeler bulmuş, görüşleri­ni öyle birtakım kelime kalıplarına dökmüştür ki, ilk dönem âlimlerinden tut da daha sonra gelen âlimlere kadar hiçbiri buna cür’et edememişti. Sonunda bu; Su­riye ve Şam âlimlerinden bir grubun kendisine karşı çıkmasına sebep olmuş, o da onlara karşı koymaktan

geri kalmamıştır. O âlimler İbn Teymiye’yi bid’atçılıkla suçlamışlardır. Onunla tartışmışlar, onun aleyhine ya­zılar yazmışlardır. Fakat o bütün bu durumlarda bile düşünce ve görüşlerinde devam etmiş, ne onlara yağcı­lık yapmış, ne de bir kişiyi gözetmiştir. Aksine kendi içtihadının, anlayış ve kavrayışının, düşünce ve görüş­lerinin ve sünnetlerle müctehidlerin içtihadlarına de­rinden vakıf oluşundan dolayı kendi anlayışına uygun şekilde doğru ve sert bir şekilde konuşmalarına devam etti. Sadece bu değil hatta bununla birlikte onun Al­lah’a bağlılığı, Allah’tan çekinmesi, keskin görüşü, hızlı kavrayışı, takvası, Allah’ın emirlerine ve belirlediği şe­riat çizgisine saygısı bunun içindeydi. Onun çaağdaşla-rı ve karşıtları arasında çok büyük çatışmalar, Suriye ve Mısır’da büyük tartışmalar oldu. Kaç kere onun tek başına bir taraf, diğerlerinin de topluca bir taraf oldu­ğu haller oldu. Yine de Allah Teâlâ onu karşıtlarının kötülüğünden korudu.”[8]

İbn Teymiye’nin derin ilmi ile, çağdaşları arasında şüphesiz seçkin bir yeri vardı. Nitekim çağdaşları muh­teşem ifadelerle bunu itiraf etmişlerdir. Fakat onu asıl üne kavuşturan seçkinliği ve onu, çok değerli çağdaşla­rı arasında devrin harikası yapan, tarihte ölümsüz bir kişilik kazandırarak unutulmaz bir hatıra haline geti­ren imtiyazı, sadece onun çok derin bilgisi ve okyanus­lar gibi geniş ilmi değildi. Bununla birlikte olan düşün­me ayrıcalığı, müstakil fikrî yapısı, araştırma ve ince­leme tutkusu ve müctehidçe davranışlarıydı. Çağdaşla­rının okuduğu kitapları, öğrendiği bilgileri ve uzman­laştıkları ilim dallarını o da aynı şekilde okumuş ve Öğrenmişti. Ama o, işte bu bilgiler ve kitaplar içinde ken­di yolunu buldu, süratle özel mevkiini elde etti.

Arapça dil bilgisini herkes okumuştu. Herkes Sîbe-veyh’i bu ilim dalının yanılmaz önderi, görüşlerini de son söz kabul ederdi. Fakat İbn Teymiye onun el-Ki-tâb’ını da tenkitçi bir bakışla inceledi. Kaldı ki nahiv âlimleri bu eseri, konunun tek kitabı ve bu konudaki öteki kitapları geçersiz kılan yegâne eser kabul eder­lerdi. Ebû Hayyân en-Nahvî, bu kitabı delil göstererek görüşünde ısrar ettiği zaman İbn Teymiye kendine gü­venen bir eda ile; Sîbeveyh, kendisine nahiv bilgisi gök­ten indirilmiş bir peygamber miydi? O, el-Kitâb isimli eserinde 80 yerde hata yapmıştır, demişti.

Devrinin pek çok âlimi ve fıkıh bilgini eski Yunan felsefe ve mantığını okumaktan sakınırdı. Okuyanlar ise ondan az, çok etkileniyorlardı. Hattâ, felsefenin en büyük tenkitçisi, müslümanlar içinde felsefenin özünü bilen, Hüccetü’l-İslâm Gazâlî bile eserlerini, bilhassa meşhur İhyâu’l-Ulûm’unu eski Yunan ilahiyatına ait bilgilerden ve ahlâk felsefesinin etkilerinden tam ola­rak koruyamamıştır. Onun pek çok eserinde, felsefe ta­rihçilerine Yunan felsefesinin yaptığı etkiler ve akisler göze çarpar.

Fakat İbn Teymiye Yunan felsefe ve mantığına kar­şı isyan bayrağını kaldırmış, onunla hiçbir şekilde uyuştuğu ve anlaştığı görülmemiştir. O, Kitâb er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserinde Yunan felsefe ve mantığının herkes tarafından kabul edilmiş konuları­nı, önermelerini tenkitçi bir yaklaşımla anlatmış; üze­rinde yaptığı ameliyatla bütün sistemini çürüterek iti­raz oklarıyla delik deşik etmiştir.

Fıkıh ve hadis konusunda bir süreden beri sınırlı bir inceleme ve bakış açısı meydana gelmişti. Bu sınırlı

bakış açısından dışarı bir adım atmaya kimse cesaret edemezdi. Uzun zamandan beri bu ilim hazinesine hiç­bir katkıda bulunulmamıştı. İbn Teymiye kesinleşmiş ve tamamlanmış kabul edilen pek çok fıkıh konularına yeni baştan daldı. Onlar üzerinde tekrar incelemeler yaptı. Bu incelemelerinin sonuçlarını ve araştırmala­rında ulaştığı kanaatlerini tam bir cesaret ve ilmî has­sasiyetle ortaya sürdü.

Onun bu hareketi, ilmî ortamların ve kafaların durgun yüzeyinde yeniden hareket meydana getirdi; araştırma, düşünme kapısını açtı. Nihayet o tek başına sadece Kitap, sünnet ve sahabelerden gelen bilgilere dayanarak fetva vermeye başladı. Hafız Zehebî, daha o hayattayken şöyle yazmaktadır:

“Şimdi, birkaç seneden beri; o belli dört mezhepten birine bağlı olarak fetva vermemektedir. Aksine hangi mezhebin delilini sağlam bulursa ona göre fetva ver­mektedir. O katışıksız saf sünnete ve selef yoluna hiz­met etmekte öyle deliller ve önermeler, sebepler ortaya koymaktadır ki, bu konuda o tektir. Kimse ondan önce böyle deliller ve Önermeler ortaya koymamıştır.”

Bu içtihadlarmda onun bazen tek başına kaldığı gö­rülmektedir. Her günahsız olmayan kişide olduğu gibi o da bazı hatalar yapmıştır. Onun her konuda ortaya sürdüğü delillerin sağlam olması ve mutlaka kabul edilmesi gerekmez. Ama onun amacında samimi ve ni­yetinde ihlâs sahibi olduğunda şüphe yoktur. O hiçbir zaman nefsine göre hareket etmez, isteklerinin peşine takılmaz, işin kolayına saparak veya bir menfaate ve maslahat uğruna bir müctehidin görüşünü, bir mezhe­bi veya ümmetin genelinin kanaatim terketmez ve hiç­bir meseleye şahsî yaklaşımla yaklaşmazdı. Bilâkis o, gerçeği bulmaya çalışan, delile dayanan, ispata bağlı,

Kitap ve sünnete uyan biriydi. Bu konuda Fethu’l-Bârî kitabının yazan İbn Hacer Askalânî’nin şu sözü kesin bir karar durumundadır. O şöyle diyor:

“Şüphesiz o, kendi döneminin şeyhu’l-meşâyihi (âlimler âlimi) idi. Kendisine karşı çıkılan konularda bile o, kendi nefsine göre hareket etmedi. Genellikle delil ve ispat getirerek inandığı konularda ve delilini sağlam bulduğu meselelerde ısrar ederdi. Onun haklı olduğu konular sayı itibariyle de hayli fazladır. Onlar­dan faydalanılması gerekir. Ve bunlardan dolayı da ha­ta yaptığı konularda ona hayır dualarında bulunmalı, hataya düştüğü yerlerde ona uyulmamahdır. O, bu ha­talı görüşlerinde mazurdur. Çünkü devrinin büyük âlimleri onun içtihad yapma şartlarına sahip olduğunu itiraf etmişlerdir. O derecede ki, onun peşini devamlı takip eden, ona her an zarar vermeye çalışan rakibi Şeyh Cemâleddin Zemelkânî bile bunu itiraf etmiştir. [9]

Samimiyeti ve Kendini Verişi:

 

İbn Teymiye’nin hayatının göze çarpan diğer bir yö­nü; din ilmine hizmet için bütün varlığım vakfetmesiy-di. O hayatı boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenmedi. İç­lerinde çok samimi ve çok büyük değerde insanların bulunduğu çağdaşları, arkadaşları ve yaşıtları çeşitli devlet mevkilerine kurulmuşlar, yada herhangi bir dinî makamı veya idarî bir sorumluluğu kabul etmişler ve­ya sultan ikramına, giysilerine, hediyelerine nail ol­muşlardı.. Yahut da devletten maaş alıyorlardı. Fakat İbn Teymiye hayatı boyunca bu kusurlardan uzak kal­mış ve bu basitliklerle lekelenmemiş tir. O, ilim ve din­le meşgul olmaktan, fetva verip ders okutmaktan, vaaz ve irşadlarda bulunup kitap yazmaktan ve ilmî araştırmalar ve incelemelerde bulunmaktan başka bir şeyle ilgilenmemiştir. Bir çağdaşı onun bu kendini ilme veri­şini, dinî meselelere kapanışını, dünya menfaatleriyle kirlenmeyip onlara ilgisiz kalışını şu sözlerle anlat­makta, ona tanıklık etmektedir:

“O, insanlarla; alışveriş, ticarî işler, mal ortaklığı, ziraat, inşaat vs. gibi konularda ilişki kurmadı, hiçbir zaman da bir vakıf malının yöneticiliğini yapmadı. Hiç­bir zaman devlet maaşını veya bir sultanın, bir yöneti­cinin veya tüccarın hediyesini kabul etmedi. Hiçbir za­man mal, mülk, para, malzeme veya gıda biriktirmedi. Onun sermayesi ve bütün mal varlığı, serveti, hayatı boyunca ölünceye kadar biriktirdiği ilmiydi. Bu konuda o, peygamberlerin efendisine uydu. Çünkü O: “Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Peygamberler ise hiçbir zaman para ve servet bırakmamışlar, ama ilmî miras bırakmışlardır. Kim bu mirasa sahip olursa, o çok kısmetli bir kimsedir.” buyurmuştur.”[10]

el-Kevâkibü’d-Dürriye kitabının yazarı, güvenilir kişilerden naklederek şöyle yazmaktadır:

“O, bütün vaktini ve tüm zamanını ibadetle geçirir­di. O derecede ki, kendi şahsına ait olup da onu Allah Teâlâ’ya ibadetten alıkoyarak kendine çeken bir başka meşguliyeti yoktu. Ne ailesi halkıyla ilgili bir meşguli­yeti, ne de mal mülkle ilgili bir meşguliyeti vardı.”[11]

Onun sürekli meşgul oluşu, beyninin devamlı ilim konuları içinde yüzmesi ve kendini dine vermesi ve —önemli bir bölümü hapishanede ve gözaltında ge­çen faaliyet dolu hayatı, ona evlenme fırsatı bile ver­memişti. Baştan sona Ömrünü, bütün hayatını, tek basına kalmakla, ilim peşinde koşmakla, mücahidçe ya­şamakla geçirdi. el-Kevâkibü’d-Dürriye’nin yazarı onun her günkü değişmez hareketlerini, davranışlarını ve zaman programını şöyle anlatmaktadır:

“O her zaman, bir süre fetva vermekle, bir süre hal­kın isteklerini yerine getirmekle uğraşırdı. Ancak, öğle namazını cemaatle kılar, günün geriye kalan bölümü­nü aynı şekilde geçirirdi. Sonra akşam namazını kılar, derslerini okumaya başlardı. Daha sonra yatsı namazını kılar, arkasından gecenin büyük bir bölümü geçince­ye kadar kitap okumaya ve incelemelerde bulunmaya başlardı. Bu süreler içinde gece olsun, gündüz olsun sü­rekli Allah’ı zikreder, kelime-i tevhid okur, istiğfarla meşgul olurdu.”[12]

Her ne kadar ilim, bir öğretici veya fetva verici için bir mecburiyet, belirli bir zaman meşguliyet ve hizmet değeri taşıyorsa da bu, İbn Teymiye için bir gıda, elbise ve döşek haline gelmişti. Bu, onun için ikinci bir karak­ter ve ruhî yapı olmuştu. Şeyh Sirâceddin Ebu Hafs el-Bez-zâr şöyle buyuruyor:

“İlim; sanki onun kanma, damarına girmiş, sanki derisi kemiği olmuştu. İlim onun için belli bir zaman ve geçici bir an için arzu ettiği bir şey değildi. Onun elbi­sesi, örtüsü, üzerinde yattığı döşeğiydi.”[13]

Onun ihlâsma, herşeyi Allah için yaptığına en bü­yük bir delil de, rakiplerini ve çekemeyenlerini her fır­satta affetmesiydi. Açık ve kesin ifadelerle, “Bana yap­tıkları eziyetlerden dolayı her müslümana haklarımı helâl ettim” demişti. Sultan Nasırın saltanata (tahta) geri dönüşünden sonra, ne kadar ısrar etmesine rağmen en büyük rakibi Kadı İbn Mahlûf u affetmesinden ve Sultana, onunda bütün âlimleri ve diğer rakiplerini övmesinden; onun nefsini düşünmediği, nefsânî duygu­larına hiç kapılmadığı, ihlâs sahibi olup geniş bir anla­yışa sahip olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onun bütün ihtilâfı, ilmî ve dinî temellere dayanmakta­dır. Bunda nefsaniyetin ve şahsiyetçiliğin en ufak şüp­hesi bile olamaz. Bu samimiyetin ve kendini vermenin sonucudur ki o; 67 senelik olaylarla dolu, durmadan ça­lışan faal bir hayat içinde ve çarpışan dalgalar arasın­da geçen fırtınalı bir ömür boyunca; araştırmalar, ince­lemeler, kitaplar ve ilmî eserlerden oluşan öyle bir ha­zine bırakmıştır ki, bütün bir âlimler topluluğu için bulunmaz bir sermaye olabilir. İşte bu ihlâs ve kendini verişin sonucu olarak, zamanlar boyu devam edecek olan öyle büyük etkiler bırakmıştır ki, haklı olarak ona yeni bir devrin kurucusu ve bir dönem başlatan üstün kişi denilebilir.[14]

Onun Eser Yazma Özelliği:

 

İbn Teymiye’nin eserleri bir ölçüde apayrı kitaplar olma özelliği taşırlar. O çağın bütün kitaplarından onun kitapları belirgin bir şekilde ayrılır. Bu özelliği sonucudur ki, asırlar geçmesine rağmen ve çok önemli ilmî ve fikrî inkilaplara rağmen hâlâ o eserler yeni nes­lin kafa ve gönlünü etkilemektedirler. İşte bunun sonu­cu olarak, akılcılık ve yenilik istiyen bu devirde o eser­ler tekrar değer kazanmakta, yeni baştan benimsen­mektedir. Bu özellikler arasından dörd şey ayrı bir önem taşımaktadır:

1— Aşağı yukarı İbn Teymiye’nin her eserini oku­yan kişi, o kitabın yazarının; şeriatın gayesini ve dinin

özünü bilen bir kimse olduğu kanaatine varmaktadır. Kitabın yazarının, baştan sona dinin herşeyini bildiği­ni, bu bakımdan her konuda temel ve esas bilgiler ver­diğini; tatmin edici, derde deva ve kesin inandırıcı ifa­deler kullandığım, detaylar yerine ana ve esas konular üzerine yüklendiğini görür. Okuyucunun; işte bu dinin karakteridir, özüdür ve açıkça, kesinlikle Hz. Muhammed (s.a.)’in getirdiği şeriatın hedefi de budur, diyeceği’ bir üslûpla söze başlamakta, konuya girmektedir. Çağ­daşları ve diğer yazarlar karşısında onun üstünlüğü­nün sırrı; işte bu şeriatın amacım ve dinin özünü tanı­yarak bunu başarılı bir şekilde anlatmasmdadır. Bu sır onun irili ufaklı her eserinde belirgin bir şekilde göze çarpmakta, özellikle akâidden ve çok önemli kelâm, fı­kıh meselelerinden bahsederken bu, kendini göster­mektedir.

2— Onun diğer bir belirgin özelliği de, yaşanan ha­yatın kitaplarında göze çarpmasıdır. Kitaplarını okur­ken: bu kitapların bir ilmî inzivada veya insanlardan uzak tek başına bir adada yazılmadığı, aksine hayatın ortasında, halkın içinde ve insanların arasında yazıldı­ğı hemen anlaşılır. Onun kitaplarından, yazıldığı dö­nem kolaylıkla belirlenebilir. Yazarın mensup olduğu o toplumun düşünce, ahlâk ve karakter yapısı anlaşılabilir[15]

Sonra kitaplarından onun duyguları, heyecanı, sev­diği ve sevmediği şeyler de anlaşılabilir. Kitapları oku­nurken, onları yazanın kalb ve beyin taşıyan biri oldu­ğu, beşerî duygular, insanî hisler taşıyan bir kimse ol­duğu, sadece bir yazma âleti veya sadece beyinden ibaret olmadığı görülmektedir.

Onun tefsir tarzının en büyük özelliği; tefsir edişi­nin hayatla irtibath oluşudur. Ayetlere getirdiği tefsir­ler, çevresindeki hayata ve çağdaşı insanlara uygula­maktadır. O, âyetlerin bakış açısıyla hayatı incelemek­te, çağdaşlarını ve ümmetin çeşitli sınıflarını sorgula­maktadır. Bu âyetlerden ve onların bildirdiği gerçek­lerden yaşanan hayatta nerelerde sapmalar olduğunu göstermekte, bu sapmalardan dolayı ne gibi sonuçlar ortaya çıktığını bildirmektedir[16]

Hayatın bu şekilde incelenişi onun eserlerini uzun ömürlü kılmış, onlara etkinlik ve sevimlilik kazandır­mıştır ki, evet bunlar diğer yazarların eserlerinde az bulunur veya çok kere hiç bulunmaz.

3— O üzerinde kalem yürüttüğü konuda o kadar çok malzeme ve mesele biriktirir ki bunlar yüzlerce ki­taba ve binlerce sayfaya dağılmış vaziyettedirler. “An­siklopedik tarz” denilen onun bu yazma tarzı bütün eserlerinin belirgin niteliğidir. İster aklî bilgi konula­rında olsun, isterse naklî bilgi konularında olsun; aynı şekilde onun kitaplarında bir arada o kadar çok mesele ve malzeme bulunmaktadır ki, onun bir tek kitabı çok kere bir kütüphanenin yerini tutacak şekil almaktadır. Bir ilim öğrenip araştırma yapan kişiyi pek çok kitap­lara başvurmaktan kurtarmaktadır[17]

Çok kere bu maddeleri ve nakilleri öne sürerken konunun başı sonu elden çıkmakta ve okuyucu görüşle­rin ve nakillerin çokluğu içinde kaybolmakta ve konuyu derleyip toparlaması zorlaşmaktadır. Bu zorluğa -y rağmen onun kitaplarının; daha Önceki bilginlerin ve ; çağdaşlarının görüşlerini ve düşüncelerini bir araya ; toplayan, kendi konusunda bir ansiklopedi olan yönü H küçük görülemez. Onun pek çok eski meseleleri ve ilmî ;, malzemelerini yazıyla tespit ederek koruması, pek çok ,, görüş ve düşünceleri kitaplarında naklederek kaybolup : gitmekten kurtarması, insanlığa yaptığı çok büyük bir

ilmî hizmettir.

4— Onun eserleri; genel kelâm ve fıkıh kitaplarm-i; dan şu bakımdan da ayrıcalık taşır: Onun eserlerinde aynı konudaki diğer kitaplar gibi kuruluk, karmaşıklık : ve ifade tumturaklılığı yoktur. O tip eserlerde genellikle her kelime şatafatlı ve kaideli olmaktadır. İbn Tey-miye’nin kitaplarında ise akıcılık, ifade güçlülüğü, Arap diline uygunluk ve arasıra (istemeden, kendiliğinden) belagat, edebiyat ve hitabet ihtişamı meydana  gelmektedir. Bunlar ise onun eserlerini çoğu büyük  kitaplar halindedir sevimli, hoş, canlı ve güçlü kıl-~ maktadır. Özellikle o, selefin yolunu benimsediğinde ve onların dinî, ilmî yönlerinden ve düşünce, davranış üs­tünlüklerinden bahsederken kaleminde muhteşem bir güç meydana gelmekte ve anlatışında bir coşku doğ­maktadır. Çağdaşları ve tezkire yazarları onun ahvali­ni, üstünlüklerinim anlatırken Özellikle belâğatini yani dili en güzel şekilde kullanışını, en güzel şekilde anla­tışını zikretmektedirler.

Hafız Ebu Hafs şöyle diyor:

“Onun ifadelerinde coşkun sel gibi çağlayıcılık, de­niz gibi taşkınlık vardır. Konuşmasının başından sonu­na kadar sanki konuştuğu o yerde değilmiş gibi durur. Gözlerini kapatır, Öyle konuşur. O sırada kendisine Öy­le bir heybet ve vakar gelir ki, orada bulunanlar bir ürperti hissederler, hayrete düşerler, şaşkın kalırlar.”[18] Onun eserlerini okurken; sözlerindeki akıcılığın, bilgisindeki coşkunluğun toplantılarına özgü olmadığı, kaleminin, diline ortak olduğu anlaşılmaktadır. Akşe­hirli, seyahatnamesinde bu kanaatini belirtmiş ve şöy­le yazmıştır: “Onun kalemi ile dili birbirine eşittir.”

Bir tarihçi ve tenkitçinin; onun bu güzellikleri ve meziyetleriyle birlikte, onun kitaplarında anlattığı ko­nulardaki dağınıklığını, bir konudan diğer konuya atla­yışım, en basit bir ilgiden dolayı başka bir konuya atla­masını, sözü aşırı uzatması gibi kusurlarını da göster­mesi, gereklidir. Bu kusurlar onun kitaplarım incele­yenleri —özellikle onun üslûbuna ve kitap yazma tarzı­na alışık olmayanları— rahatsız etmekte, zor duruma düşürmektedir. Bunun en büyük sebebi, onun keskin zekâsı, aşırı akıllılığı, taşkın ilmi ve heyecanlı karakte­ridir. Bu konuyu anlatırken kaleminin bir noktada do­nup kalmadığı hissedilmekte, konuların akışı ve dikka­tin geçişi sınırlanamıyacak şekilde süratli ve şiddetli olmaktadır. İşte bu onun ders veriş özelliği idi. Talebe­si Ebû Hafs el-Bezzâr şöyle diyor:

“İbn Teymiye ders vermeye başlayınca Allah Teâlâ ona; ilmin esrarını, konuların inceliğini, sözlerdeki tat­lı manayı, nâzik meseleleri, değişik bilgi dallarını, âlimlerin görüşlerini ve sözlerini anlamayı, âyetlerle, hadislerle delil götermeyi, Arapların şiir ve sözleriyle ispatlamayı ona kolaylaştırır, bu sırların kapısını açar ve sanki bir selin çağladığı, bir denizin coştuğu zannedilirdi.[19]

İşte bu keskin zekâ, süratli kavrama, pek çok konularda geniş bilgisinden ve coşkun bir beyinden dolayı; onunla tartışanlar, tartışma sırasında çok zor durumda kalırdı. Tartışmalarında ve bir konuyu anlatmasında o kadar çok meseleyi dile getirir ve o kadar değişik bilgi­leri konu içine sokardı ki, rakipleri; belirli ve düzenli bir konuda bilgi aktarmakta büyük sıkıntıya düşerler­di. İşte bu bakımdan Suriye ve Mısır’da âlimler ve fa-kihler genel toplantılarda onunla tartışmaya girmek­ten kaçınırlar, çok kere mazeret beyan ederlerdi. Bu zorluğu âlim çağdaşı ve tartışmacısı Şeyh Safiyyüddin el-Hindî şu kelimelerle ifade etmektedir:

“Ey İbn Teymiye, sen bir küçük kuşa benziyorsun. Ben onu bir yerde yakalamak istiyorum. O uçarak baş­ka bir yere konuyor. “[20]

Onun bu karakter özelliği —bu bir kusur değil, ak­sine bir fazlalık, yetenek, üstünlük, keskin zekâlılık ve fazla bilginliktir— eserlerinde de bulunmaktadır. Sa­mimi bir öğrenci sabreder de gayret göstererek bu zor­luğu yenerse, o zaman bu dalgalı denizden çok kıymetli inciyi çıkartabilir. [21]

 

ÎBN TEYMİYE’YE KARŞI ÇIKIŞIN SEBEPLERİ ONU TENKİD EDENLER VE SAVUNANLAR

 

Bu harikulade ilmî ve fikrî yüceliğine ve herkes ta­rafından kabul edilen ihlâs, samimiyet ve dindarlığına rağmen, normal düşüncede iyi niyetli bir insanın kafa­sında; neden onun çağdaşları ve daha sonra gelen bazı âlimler ona karşı bu derece ağır ve şiddetli bir tepki gösterdiler, ona karşı çıktılar? diye bir soru doğabilir[22] Onun şahsı, kendi devrinden başlayarak bugüne kadar sözkonusu edilmiştir. Böyle çok yönlü meziyetle­rin sahibi bir insanın büyüklüğü üzerinde herkes görüş birliği etmeli idi, diye bir düşünce insanın içine doğabi­lir. Bu soru yerindedir. İbn Teymiye’nin yaşadığı hayat ve onun yaşadığı yüzyıl tarihinin ışığında bu soruya lâyık olan doğru ve sağlam cevap verilmelidir:

1— Daha işin başından beri onun şahsı üzerinde insanların iki ayrı kanaatta olan gruplaşması, onun büyüklüğüne bir delildir. Tarihte çok mümtaz seviyede olup normal üstü ve harikulade meziyetler taşıyan ki­şiler hakkında daima tutulan yol; bir grubun onun tarafını tutarak övgüde aşırılığa gidenler; diğer bir gru­bun da onu tenkidde hatta küçük göstermede vicdan dışı davranıp mübalâğaya sapan tenkitçiler ve karşı çı­kanlar olarak ortaya çıkışıdır. Çok büyük ve hariku­lade kişiler hakkında tarihin sürekli ve kesin tecrübesi şudur: Bazı tarih ve psikoloji felsefecileri, dehâ ve kah­ramanlık tespitçileri bunu temel bir kaide ve dehâ ile kahramanlığın şartı kabul etmişlerdir.

2— İbn Teymiye’nin şahsında çağdaşlarının düştü­ğü en büyük sıkıntı ve karşılaştıkları en büyük zorluk, Ibn Teymiye’nin; o dönemin, o neslin genel fikrî ve ilmî seviyesinden çok üstün oluşuydu. Kendi döneminin se­viyesinden üşütün olmak, Allah vergisi ve imrenilecek bir üstünlüktür ama bu üstünlüğün sahibinin, üstün­lüğü karşılığında büyük bir ücret Ödemesi gerekiyor. O üstünlük sahibi kişi, çağdaşları tarafından sürekli sı­kıntıya ve sıkıştırmalara uğruyor. Çağdaşları da bu üs­tünlük sahibi kişi tarafından ömür boyu bir sıkıntıya, bir zahmete, bir belâya yakalanmış oluyor. Onlar onun düşünce yeniliğine, görüş üstünlüğüne, anlama ve kav­rama gücüne karşılık veremiyor, onun bilgi ve düşünce ufuklarına kadar ulaşamıyor. O kişi; onların sınırlı, be­lirli terimlerine, ekol sistemlerinin sınırlarına bağlı ka­lamıyor; ilim ve görüşün hür fezasında, Kur’an ve hadi­sin yüksek, derin ve geniş ufuklarında rahatlıkla uçu­yor.

Onun çağdaşı âlimlerin bilgi seviyeleri; önceki âlimlerin ve ders vermiş kişilerin yazdıkları kitapları okuyup anlama derecesinde bulunmaktadır. Halbuki o, açıklık kazanmış bilgilerde ve pek çok ilim dallarında içtihad eden ve yenilikler getiren kişidir. Yani idrâk ve yeteneklerin bu farklılığı ve aralarında geniş bir mesa­fe bulunuşu onunla, onun samimi çağdaşları arasında

öyle bir çatışma meydana getiriyor ki, bu çatışma hiç bir zaman durulmuyor ve o kişi hiçbir zaman çağdaşla­rını ikna edemiyordu.

Her dönemin üstün meziyetli ve o ilim dalındaki müctehid âlimleri, onun bilgilerinin, incelemelerinin, buluşlarının kendi dönemindeki ilmî seviyeden ve bilgi programından, o ilim ehli kişilerin ulaşamayacağı de­recede yüksek oluşundan şikâyet etmişlerdir. Bu âlim­lerin düşünce gücü, o günkü elden ele dolaşan genel ki­taplardan daha ileriye taşacak ölçüde değildi. İşte bu; pek çok ilim sahibi kişilerin karşı çıkmasının ana kay­nağı ve sebebidir[23]

3— Karşı koyanlardan bir grup ona; onun normal üstü zekâsından ve geniş bilgisinden, etkili şahsiyetin­den ve kişiliğinin üstünlüğünden dolayı, halk ve özel kesim arasında sevilip devlet erkânı üzerinde gittikçe nüfuzunun artmasından dolayı karşı çıkmışlar ve onun ilmi ve anlatış gücü karşısında kimsenin lâmbasının yanmadığından (şöhret kazanamadığından) dolayı ona düşman olmuşlardır.

İbn Teymiye, nerede bulunursa orada herkese etki­li olmakta, kişilere hâkim olmaktadır. O ders verdiğin­de diğer ders toplantıları zevksiz ve değersiz bir hale düşmektedir. Konuşurken ve bir konuyu anlatırken sanki bir ilim deryası coşmaktadır. Meşhur Zehebî, şu derin manalı sözüyle gönüllerde saklı olup söylenme­yen sözü açığa çıkarmıştır: “Öyle anlaşılıyor ki, İbn Teymiye denizden su almakta, diğer âlimler ise küçücük arklardan ve çaylardan su almaktadırlar.”

Her devirdeki alimler, herşeye rağmen birer insan-i  di. İnsanların gönlü, kafası ise insanî duygular taşır, t  Bu bakımdan pek çok kişinin buna düşman oluşunun  sebebi; ona karşı çıkışının itici gücü işte bu küçüklük  duygusu ve kurtulmanın çok zor olduğu insan karakte- rinin eski bir hastalığı idi dersek, bunda şaşılacak bir  şey yoktur.

İmam Azam Ebu Hanîfe’ye şiddetle karşı koyma ve  inatla onun görüşlerine karşı çıkmanın sebeplerini an- latırken tarihçiler; her devre uygun düşen şu şiiri yaz- mışlardır:

“Onun gücüne erişemedikleri için yiğit delikanlıyı  çekemediler,

Bu yüzden insanlar ona düşman ve hasım oldular.”

 4— Pek çok çağdaşlarının karşı oluşunun bir başka  normal sebebi de; Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, çok ze­ ki, geniş görüşlü ve çok bilgili, normal üstü kemâl sahi- bi kişilerde bulunan değşik bir karakter özelliği taşı­ maşıydı. Yani, keskin mizacı ve üstün zekâsı bazı kere- ler onu, bazı rakiplerini ağır tenkide iten ve onların ca- hil, ahmak ve bilgisiz kişiler olduğunu açıklamaya sev- keden sert mizacı, keskin zekâsıydı. Aşırı etkilenmesi  sırasında kızdığı için ağzından öyle birtakım kelimeler çıkıyordu ki, bu kelimelerden çağdaşı âlimlere, onları  tutanlara ve öğrencilerine hakaret manası çıkıyor,  kalplerini kırıyordu. Neticede onların gönlünde, ayrı  bir nefret ve inatla karşı çıkma tohumları ekilmiş olu- yordu. Onların davranışlarında ilmî ve fıkhî terimleri  ayrı yorumlama, İbn Teymiye’nin dalâlet ve küfrüne  fetva verme, ona sürekli karşı koyma ve saldırma şek-

linde kendini gösteriyordu.

Şeyhülislâm’ın çağdaşları ve tezkire yazarları onun üstünlüklerini, başından geçenleri ve ona ait halleri anlatırken, büyük ölçüde onun hayat şartlarının ilmî ve fikrî üstünlüklerinin bir sonucu olan bu “karakter yapısı”m göz ardı etmemişlerdir. Onun ilmî ve dinî üs­tünlüklerinden son derece etkilenen büyük âlim Zehebî bir yerde şöyle yazar:

“Anlatma sırasında bazen onun huyunda sertlik ve öfke meydana gelir, karşısındaki tartıştığı kişiye öyle saldırır ki, insanın içine düşmanlık tohumu ekilir. Eğer böyle olmasaydı (bu tarafı olmasaydı) onun büyüklüğü­ne, harikulade şahsiyetine herkes baş eğerdi. Çünkü ünlü çağdaşları ve büyük âlimler onun derin bilgisi ve yetenekleri karşısında baş eğmişler ve onun sahili olmayan bir deniz ve ilimler deryası olduğunu, eşi benze­ri bulunmadığını açık açık itiraf etmişlerdir.”

Onun hayatında bazan öyle hâdiseler olmuştur ki, herhangi bir dinî ve ilmî meselede çağdaşlarının anla­yış kıtlığına veya bilgi azlığına, kısa görüşlülüklerine sabredemeyip, çekinmeden bunları yüzlerine söyledi­ğinden dolayı da kendisinin, ilim sahibi o çağdaşlarının tek başına rakibi ve karşıtı haline gelmiştir.

Nitekim ziyaret meselesinde Takîy İbn el-Ahnâî Mâlikî, kendisinin görüşünü reddetmek için yazdığı reddiye risalesini okumuş, ona cevap yazmıştır. İbn Teymiye yazdığı bu cevapta o kişinin son derece az bil­gili, kıt malumatlı bir şahıs olduğunu, bu konuda onun kalem oynatmaya yetenekli olmadığını yazmış, bu ha­kareti kendisinin birtakım sıkıntılarla karşılaşmasına ve daha fazla eziyetlere uğramasına sebep olmuştur. Onu anlatan bazı tezkire yazarlarının görüşüne göre; onun son tutukluluğunun, uzun bir hapis hayatının ve

yazı malzemelerinin gasp edilmesinin sebebi işte o ki­tap üzerindeki tenkidi ve görüşünü açıklamasıdır[24]

Aynı şekilde devrinin nahiv imamı kabul edilen Ebû Hayyân Müfessir, İbn Teymiye’nin huzuruna tak­dirlerini belirtmek, ona saygısını, sevgisini göstermek için geldiğinde yaptığı hizmetlerini ve başarılarını an­latan kasidelerini de yanında getirip ona okumuştu. Bu kasidenin başı şöyledir:

“Takiyyüddin İbn Teymiye bize geldiğinde onu Al­lah’a çağıran bir kişi olarak gördük.

O, benzeri olmıyan, büyük özellikler taşıyan tek ki­şidir.”

Bu kasidenin bir başka beyti de şöyledir:

“Ey kitabın verdiği bilgiden bahseden kişi, dikkatle dinle,

İşte bu İmam İbn Teymiye, uzun süredir gelmesi arzulanan kişidir.”

Konuşma sırasında nahiv ile ilgili bir meseleden söz açılmıştı. Ebû Hayyân görüşünü desteklemek için iddiasını Sîbeveyh’e dayandırdı, onun da böyle dediğini söyledi. Ebû Hayyân, Sîbeveyh’in adını duyunca îbn Teymiye’nin susacağını, ve teslim bayrağım çekip baş eğeceğini umuyordu. Fakat bu beklentisinin tam tersi­ne bir cevap aldı ve İbn Teymiye ona: “Sîbeveyh nahiv ilminin hata yapmayan bir peygamberi değildi. O el-Kitâb isimli eserinde 80 yerde hata yapmıştır ki sen onları anlıyamazsm bile” dedi. Bunu işiten Ebû Hayyân’ın morali bozuldu ve manen o kadar yıkıldı ki, bu kasideyi divanından çıkarttığı gibi, İbn Teymiye’nin sa­dece karşısına geçmekle kalmadı, hatta her zaman için ona muhalif biri ve tenkidçisi oldu.

5— Ona karşı çıkılmasının bir başka sebebi de; ba-zan onun meşhur dört mezhepten ve dört imamdan da farklı görüşlere sahip oluşu, onlardan ayrılışıdır. Fık­hın ve farklı görüşlerin tarihini, müctehid imamların görüşlerini ve onlar arasındaki problemleri çok iyi bi­lenler için bu tek başına oluş yadırganacak bir şey de­ğil ve İbni Teymiye’nin üstünlüğünü inkâr etmeyi de gerektirmez. Yine onlar bilirler ki, eğer meşhur müçte-hidlerin ve herkes tarafından benimsenmiş velîlerin tek başına kaldıkları görüşleri ve enteresan problemle­ri bir araya toplansa İbn Teymiye’nin bu tek başına kaldığı görüşleri çok hafif ve normal görülmeye başla­nacak ve kendi başına ayrı bir görüş sahibi olmayı ger­çekliğe ve hak tarafında olmaya aykırı gören ve onların büyük insan ve velî kimse olmalarını; onların sözleri­nin, görüşlerinin, herkes tarafından bilinen meşhur gö­rüşlere aykırı olmaması şartına bağlayan saf anlayışla­rı sarsılıp yıkılacaktır. Şeyh Muhiddin İbn Arabi’nin kendisi; büyüklüğüne, veliliğine inananların bulunma­sına rağmen böyle pekçok fıkıh ve kelâm meselelerinde öyle bir takım görüşlere sahiptir ki, bu görüşlerinde o; tek başına kalmıştır. Hiçbir âlim onun görüşünü pay­laşmamış ve ondan önce de hiçbir kimse o görüşleri di­le getirmemiştir. Onun bu tek başına kalışı kendi za­manından başlayarak bugüne kadar ehl-i sünnet âlimleri için tartışma konusu olmuştur[25]

Fakat bu farklı görüşlere geniş bilgisi olmayanlar^ veya ilk dönem âlimlerinin kendilerine has görüşlerine, Jtek başına kaldıkları düşüncelerine izin verebilen, onu * normal karşılayabilen, ama üstün değerli, derin görüş çağdaşları bir âlime bunu asla yakıştıramayanlara göre İbn Teymiye’nin bu tek başına oluşu da karşı çıkmalarına sebep olmuş ve onlara göre İbn Teymiye’nin * inanç bozukluğuna, haktan saptığına ve ümmetin  icmâını parçaladığına delil olmuştur. Hadis ilminde’i müslümanların lideri olan Hafız İbn Hacer Askalânînin bu konudaki şu sözü (yukarıda geçmiştir), çok ılım­lı, ölçülü ve aşırılıktan uzaktır. O şöyle diyor:

“İçtihadı ile doğruya ulaştığı yerlerde (ki bunun sa­yısı fazladır) onlardan faydalanılmak ve bunlardan ötürü onun hakkında hayır duada bulunulmalıdır. İçti-had hatasında bulunduğu meselelerde de ona uyulma-malı, mazur kabul edilmelidir.”

6— Ona karşı çıkışın güçlü bir sebebi de: Eş’arî iti­kadı, hatta ehl-i sünnet itikadı diye adlandırılan kelâm tarzına, Allah’ın sıfatlarını ve müteşabihleri te’vil ediş biçimlerine karşı çıkmasıydı. Bu ise onun, o itikaddan çıkışına veya bilgisizliğine bağlanıyordu. Yahut ehl-i sünnete karşı oluşuna atfediliyordu. İbn Teymiye’nin bu görüşe cür’etle ve ısrarla karşı çıktığı yukarıda ge­nişçe anlatılmıştır. Sıfatlar konusunda sahabe, tabiîn, müçtehid imamlar, kelâm-cılar, önceki âlimler, İmam , Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî ve İmam el-Haremeyn’e varıncaya kadar hepsinin görüşü­nü, onlann kendi ifadelerinden ve eserlerinden göster­miş, onların kitaplarından alıntılar yaparak bu sıfatla­ra iman etmeyi gerekli gördüklerini ve bu sıfatların gerçekliliğini kabul ettiklerini ispat etmiştir. Sonra Al­lah Teâlâ’nın şanına, “Leyse kemislihî şey’ün-O’nun gibi veya O’na benzer hiçbir şey olamaz” âyetinde be­lirtilen ölçüye uygun olarak Allah’ın benzetilmekten, cisim olmasından münezzeh ve berî olduğunu bildir­miştir. O iddia ederek diyor ki: Sahabe, tabiîn ve selef­ten bunun aksine bir tek kelime dahi gösterilemez.

O dönemde bütün İslâm dünyasında, Eş’arî itika-dındaki âlimler ve kelâmcılar etkiliydi. İmam İbn Teymiye’nin hâlis ilmî temellere dayanan bu farklı gö­rüşü bir bid’at ve “müminlerin yolunun dışında bir yo­la sapmıştır” âyetine uygun kabul edilmiş ve kendisi­ne Allah’ı cisim olarak kabul ettiği suçlaması yapılmış­tır . O devirde te’vile çok yüklenildiği için İbn Teymiye kalemini bütün gücüyle bu te’vile karşı çıkmaya kulr landı. Durmadan te’vile gidilmesinden dolayı gösterdiği tepkiden, te’vili reddetme üzerinde sesini yükseltme* sinden dolayı halk, onun; Allah’ı cisim olarak kabul et-f tiği şüphesine kapıldı. Bu sahada o derece aşırı hare­ket edildi ki; Allah’ı açıkça cisim olarak kabul edenler arasında gösteren sözleri o söylemiş gibi onun adına yakıştırarak yaydılar. Meselâ, güya o, Şam’daki Emevi Camii’nde hutbe okurken minberin bir basamağından1 diğer basamağına inmiş ve ben nasıl indiysem Allah da işte aynen böyle iner, demiş[26]

İbn Teymiye ve öğrencileri bu suçlamayı şiddetle1 reddettiler ve tekrar tekrar; nasıl ki sıfatlardan uzak olduğunu reddetmişlerse aynı şekilde cisim kabul edil­meye de şiddetle karşı çıktıklarım söylemişlerdir. Yine de te’vile karşı o, mecburen öyle.bir şiddet ve sertlikle yazmış ve konuşmuştur ki, muhalifleri bunları, onun Allah’ı cisim kabul ettiğine delil olarak Öne sürmüşler­dir.

Pek çok âlimin ve o âlimlere bağlı olanların İbn Teymiye’ye karşı çıkışlarının en güçlü sebeplerinden biri de; gerçekten Allah’ın sıfatlarım te’vil ile, o sıfatla­rın ifade ettiği mânaların cisim halinde anlaşılması arasındaki yol o kadar ince, o kadar naziktir ki, herke­sin bunu kavraması çok zordur.

Bir de Hanbelîlerden ve te’vili inkâr edenlerden çe­şitli bazı kişiler; Allah’ı cisim olarak kabul etme sınırı­na girdiklerinden dolayı İbn Teymiye’ye de Allah’a ci­sim olarak inanan kimse suçlaması yapılması, o kişi­lerle kıyaslanmaya aykırı düşmüyor ve yakışıksız da bulunmuyordu. Her ne kadar gerçek olan, onun bu suç­lanmadan tamamen uzak olması ise de.

7— Karşı çıkışın bir başka sebebi; İbn Teymiye’nin, Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi’ye karşı çıkışıydı. Pek çok kimselere, özellikle tasavvuf zevki taşıyan kişilere göre İbn Teymiye’nin bu suçu affedilemez. Bu suç onun bütün meziyetlerini, güzelliklerini, üstünlüklerini kül-lemektedir. Çünkü o; Şeyh-i Ekber’in o meşhur kanaat ve görüşlerini, onun Vahdet-i Vücûd anlayışını şiddetle reddetmiş ve onun muhaliflerinden olmuştur.

Bu alanda her ne kadar bizim görüşümüz ve meşre­bimiz İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’mda belirttiği şu görüşlerin ve şu ifadelerin aynı ise de; “Çok tuhaf bir şey ki Muhiddin Arabî, değer verilen insanlardan görü­lüyor olduğu halde, ehl-i hak kimselerin görüşüne aykı­rı olan pek çok yanlış ve hatalı bilgiler verdiği anlaşıl­maktadır.[27] Aynı mektupta daha ileride şöyle yaz­maktadır: “Onun ehl-i sünnetin bilgilerine zıt düşen keşifle ilgili bilgilerinin çoğu doğru olmaktan uzaktır. Onun peşinden ya kalbi hasta olanlar gider veya kör taklitçiler gider.”[28]

Fakat mesele Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin redde­dişi ve İbn Arabi’ye aykırı görüş ileri sürmesi ile ilgili olunca İbn Teymiye bu noktada tek başına değildir. Bu konuda İbn Teymiye ile aynı görüşü paylaşan Cilâü’l-Ayneyn kitabının yazarı o kişilerin listesini vermiştir. Bu kişilerden bazıları bu konuda kitaplar bile yazmış­lardır. Bu listede gözümüze; büyük alim Sehavî, Sadet­tin Taftazânî, Molla Alîyyül-Kârî, Hafız İbn Hacer Askalânî, Ebû Hayyân Müfessir, Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm, Hafız Ebû Zer’a, Şeyhülislâm Sirâced-dîn el-Belkînî gibi ünlü âlimlerin ve ilim dalları önder­lerinin isimleri göze çarpmaktadır[29]

Sonra da Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, Şeyh-i Ek-ber’e karşı çıkışı şahsî ve hissî değil, dinî hamiyetinden ve şeriat gayretinden dolayıdır. Selef ve halef âlimleri içinde, hamiyet ehli ve şeriatın koruyucuları olan kim­selerden; bir kişiden sünnet ve şeriatın yazılı buyrukla­rına ve onun belirttiği kesin ve kat’î inanç ölçülerine aykırı gözüken bir söz ve görüş duyduklarında bunu hemen reddeden sayısız insanlar çıktığı görülmüş ve o sözün sahibinin şöhreti, azameti ve onun veliliği, her­kes tarafından sevilmesi bile onları, bu kişiyi reddet­mekten alıkoymamıştır. Çünkü onlar nazarında şeriata saygı ve peygamberlik makamının yüceliği her saygı­dan önce gelirdi ve her yücelikten daha da üstündü.

İmam Rabbânî’nin bizzat kendisi de böyle durum­larda Hz. Ömer Faruk soyundan gelme heyecanını ve dinî hamiyetin coşmasını durduramamış ve bütün gü­cüyle böyle görüşleri reddetmiştir. Bir kişinin kendisi­ne, Şeyh Abdülkebîr Yemenî’nin, Allah gaybları bilen değildir diye inandığını yazması üzerine şöyle cevap yazmıştır:

“Efendim, ben fakirin bu tür sözleri duymaya asla tahammülü yoktur. Elimde olmadan Ömer Faruk so­yundan olma damarım harekete geçiyor ve böyle sözle­ri te’vil etmeye ve başka mânaya yöneltmeye imkân vermiyor. Bu tür sözler ister Şeyh-i Kebîr Yemenî’ye ait olsun, ister Şeyh-i Ekber Şâmî’ye (Muhiddin Ara­bi’ye) ait olsun bizim için geçerli olan Muhammed-i Arabi’nin (s.a.) buyruklarıdır. Muhiddin Arabi’nin, Sadreddin Konevî’nin, Abdürrezzâk Kâşi’nin sözleri de­ğil. Bizim işimiz nass’a[30] göre hareket etmektir. Fass’a.[31] göre değil. Fütûhat-ı Medeniyye[32] (Medine döneminde gelen geniş İslâm hükümleri) bize Fütühât-ı Mekkiyye’ye[33] ihtiyaç bırakmamıştır.”[34]

Bu hamiyet ve coşku, bu farklı düşünüş ve reddiyenin ana sebebi dinî gayretten, Kitap ve sünneti koru­madan, ona yardım etmekten başka bir şey değilse ve bu; Allah ve Rasûlünü başkalarına tercih etmek, birini sevmek gerekince onlar için sevmek olursa o zaman bu farklı düşünüş ve coşku; kişinin kusurlarından sayıl­maya lâyık değil, o kişinin güzel meziyetlerinden yüce hasletlerinden ve harikulade güzelliklerinden sayılma­ya lâyıktır. Çünkü o, şu hadîse uygunluğun en sağlam delilidir:

“Üç şey var ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını alır. Biri, Allah ve Rasû-lünden başka kendisine daha sevimli bir kimse olmaması. İkincisi; bir kimseyi sadece Allah için sevmesi. Üçüncüsü de; Al­lah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar o küfre dönmekten, kendisinin ateşe atılmasından nefret ettiği gibi nefret etmesidir. “[35]

8— Bir grup insan onun hakkında çok büyük dere­cede yanlış kanaate sahipti. Bazan tedbirsiz ve katiı gö­rüşlü kitap yazarları, genel ehl-i sünnet inancına ve halkın hemen hemen hepsinin anlayışına göre küfrü gerektiren bazı sözleri onun adına yakıştırmışlardı. Ve öyle birtakım sözler onun adına ortaya atılmıştı ki, bu sözlerden peygamberlik makamına karşı edepsizlik ve küçültme kokusu çıkmaktadır. (Allah bizi ve bütün müslümanları bundan korusun.)

Bu hareket sadece İbn Teymiye’ye karşı yapılmadı. Ümmetin diğer büyük kişileri de karşıtlarının bu oyu­nuna düştü. Sadece kendilerinin tamamen ilgisiz ve uzak oldukları bu sözler ve kanaatler onlara nisbet edilmeekle kalmadı, hatta onların kitaplarına küfre götüren ve haktan çıkmış olmayı gösteren sözler bile ka-1 rıştırıldı. Bundan bir adım daha ileri atılarak, (onların adına uydurulmuş, küfür belirten sözleri içine alan) ayrı kitaplar yazıldı ve çok bol miktarda etrafa gönderil­di.

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî’ye de böyle yapıldı. “: Kalabalık  bir  âlimler  zümresinin  görüşüne  göre  Meâric el-Kuds, Mişkât el-Envâr, Gazâlî’nin düşmanlarının yazarak onun adına ortaya sürdükleri sahte ki­taplardır.

İmam Şa’rânî ve diğerlerinin görüşlerine göre; Mu-hiddin Arabi’nin kitapları üzerinde de bu işlem yapıl­mış; çeşitli konulara ve meselelere eklemeler, gerçek dışı sözler karıştırılmıştır. İmam Şa’rânî, kendi kitap­ları hakkında çok tuhaf, dikkat çekici bir tecrübesini yazarak, el-Ecvibe el-Merdıyye” isimli kitabında şöyle demektedir:

el-Bahru’l-Mevrûd fi’l-Mevâsîk ve7-Uhûd isimli kitabıma, bir kısım çekemiyenler şeriata aykırı sözler karıştırmışlar, sonra da Ezher Camii’nde ve buna benzer  değişik yerlerde bunu reklâm etmişlerdi. Bundan dola­yı büyük bir fitne ortaya çıktı. Nihayet ben, üzerinde ünlü âlimlerin ve İslâm büyüklerinin önsözü ve onayı  yazılmış olan kendi yanımda bulunan kitabımın sağ­lam ve bozulmamış nüshasını âlimlere götürüp göster­dim. Ancak bunları gördükten sonra onlar, uydurma ve ilâve yazıların gerçekten bulunduğunu anladılar da fit­ne böylece sönmüş oldu.”

Daha işin başından beri çağdaşları ve bazı katı tu­tumlu kişiler İbn Teymiye’ye karşı öyle tuhaf bir tutum içine girmişlerdir ki; bu katı tutumlarından dolayı, kü­für ve aşağılama tarafı olan bir yığın sözü onun adına yakıştırmaları, pek çok samimi ve hamiyet ehli âlim-

lerin bundan etkilenerek ona karşı çıkması, hatta dalâ­lete düştüğüne, küfre girdiğine fetva vermeye kadar varması hiçbir zaman şaşılacak bir şey değildir.

  1. yüzyılın sonu ve 9. yüzyılın başında, katı tutum­lu ve ona karşı olanlardan bir grup bu konuda o derece aşırılığa gitmişler ki; “İbn Teymiye’ye, Şeyhülislâm di­yen kâfir olur” fetvasını vermişlerdi. Bu fetvayı reddet­me ve İbn Teymiye’nin doğruluğunu, büyüklüğünü ve imamlığını ispat etme yolunda Suriye’nin çok büyük âlimi Şemseddin eş-Şâfiî (Ö.842 H.) İbn Teymiye’ye Şeyhülislâm Diyen Kâfirdir Kanaatini ileri Süren Ki­şiyi Kesin Red adındaki kitabım yazmıştır[36] Bu ki­tapta 86 büyük ve ünlü âlimin görüş ve kanaatleri, onun büyüklüğüne ve imam oluşuna tanıklıkları nakle­dilmiştir. Hafız İbn Hacer Askalânî ve Allâme Aynî’nin de içinde bulunduğu pek çok âlim tarafından övgüyle bahsedilen bu kitap, İbn Teymiye’yi büyük bir coşkuyla desteklemekte, Övmekte ve onun kesinlikle ehl-i sünnet inancında olduğunu belirtmekte, herkes tarafından şeyhülislâm kabul edildiğini, doğru ve sağlam akideli olduğunu anlatmaktadır. Hatta Allâme Aynî şöyle yaz­maktadır: “Kim onu zındıklıkla suçlarsa kendisi sapık ve zındıktır. Onun eserleri bütünd ünyaya yayılmıştır. Bu eserlerde onun ehl-i sünnete aykırı düştüğüne ve haktan saptığına, dalâlete girdiğine işaret eden hiçbir şey yoktur.”

Anlaşılıyor ki bu olaylar dizisi devam etmiş ve bu asılsız sözlerin, uydurma iddiaların ondan ona aktarıl­ması sürmüştür. Halk da bundan etkilenerek onun aleyhine kalem yürütmüştür. Bu konuda en önde giden, Hicrî 10. yüzyılın ünlü âlimi ve kitap yazarı İbn Hacer el-Mekkî’dir[37] Bu zât İbn Teymiye aleyhine çok ağır bir fetva vermiş ve onun hakkında kaleminden şu kelimeler çıkmıştır: “O, Allah’ın perişan ettiği, hak yoldan saptırdığı, gerçeği göstermediği, gerçeği duyur-madığı ve kendisini rezil ettiği bir kuldur.”

Fakat bu fetvanın yazılışından İbn Hacer el-Mekkî’nin kendisinin İbn Teymiye’nin kitaplarını doğ­rudan okumadığı anlaşılmakta ve onun hakkındaki bil­gilerini, kendi araştırmaları sonucu, doğrudan elde et­miş olmadığı görülmektedir. Onun bütün dayanağı ve verdiği fetvanın temeli, ortada dolaşan sözlere dayan­maktadır ki bu sözleri, o devirde İbn Teymiye’nin mu­halifleri kitaplarında naklediyor, toplantılarında zikre­diyorlardı. O, bu fetvasında Şeyhülislâm’ın, fıkıh ve kelâm konularında tek başına kaldığı görüşlerini nak­lederek şöyle yazmaktadır:

“Bazı kişilerin söylediğine göre onun kitabını doğ­rudan okuyan ve inceleyen kimse yukarda anlatılan meselelerin çoğunun ona ait olduğunun doğruluğuna inanmaz.” Fetvanın sonunda şüphelerini şu kelimelerle açıklar. “Eğer küfrü gerektiren veya bid’at (din dış) olan bir inanışa ve görüşe sahip olduğu doğru ise, Allah kendi adaletiyle ona muamele eder, yoksa bizi ve onu Allah bağışlar.”

Bu fetvaya cevap veren ve İbn Teymiye ile İbn Ha­cer el-Mekkî’yi en olgun tarzda yargılayan, Bağdat’ın ünlü ilim ailesinin bir parçası, büyük âlim, Irak’ın yüz akı, Rûhu’l-Maanî tefsirinin yazarı Mahmud Alûsî’nin ünlü oğlu Hayreddin Numân Âlûsîzâde’dir. O, bu konu­da Cilâü’l-Ayneyn fi Muhâkemeti’l-Ahmedeyn isimli büyük eserinde o fetvanın her bir kelimesine uzun uzun cevap vermiş ve nakledilen sözlerin bir bölümü­nün tamamen temelsiz, asılsız ve kesin iftira olduğunu, Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kitaplarında bu nakillere uymayan, bunlara tamamen ters ifadeler ve açıklama­lar bulunduğunu göstermiştir. Açıklanmaya muhtaç (çok basit olan) bir bölüm vardır ki, yukarıda anlatıldı­ğı gibi ya bunun aslı yoktur, ya da İbn Teymiye o nok­tada tek başına değildir. Bunun dışında o, bu kitabında Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hayatını ve başından ge­çen olayları toplayan bir hazine sunmuştur.[38]

îbn Hacer Mekkî’den sonra bugüne kadar araştırıcı âlimler ve geniş bakışlı ve insaflı yazarlar bu konuda İbn Hacer’den farklı düşündüklerini açıklamışlar ve eserlerinde, yazılarında Şeyhülislâm İbn Teymiye’yi aklayarak onun büyüklüğünü ve yüksek değerini sü­rekli açıklayagelmişlerdir. İbn Hacer Mekkî’nin değerli talebesi Molla Aliyyü’l-Kârî[39] İbn Teymiye hakkında hocasının görüşüne uymamakta, eserlerinde onu çok övücü kelimelerle, hayırla anmaktadır. Şemâil-i Tirmizi şerhinde ve Miskât şerhi Mirkât’ta şöyle yaz­maktadır: “Kim Menâzilü’s-Sâlikîn şerhi Medâricü’s-Sâlikîn’i okursa açıkça görecektir ki, İbn Teymiye ve (talebesi) İbn Kayyim’in ehli sünnet vel cemaatin en büyüklerinden ve bu ümmet-i Muhammed’in velîlerin­den olduklarını açıkça görecektir.”

Daha sonra gelen âlimlerin en önde geleni olan Şeyhülislâm Şah Veliyyullah Dehlevî (rah.a.), Şeyhül­islâm İbn Teymiye’yi bütün gücüyle savunmuş ve açık bir ifadeyle şöyle yazmıştır: “O, sadece sünnî inanışta ve selef görüşünde bir âlim değil, hatta şeriatın büyük bir sözcüsü, savunucusu, Kitap ile sünnetin samimi bir hizmetkârı ve ümmet-i Muhammed’in çok değerli, şanlı bir âlimiydi. Onun varlığı asırlarda bir gelen zamanın harikalarmdandı. Ona karşı gelen yahut onun peşin­den giden kimselerin onun bilgi ve görgüsüyle hiçbir denkliği yoktu.”

Şah Veliyyullah; Kitap ve sünnete bağlı olanların Ve İslâm âlimlerinin adaletli olduklarını belirterek ve şu meşhur, “Her nesilde bu Kitap ve sünnet ilmini taşıyan adaletli kişiler olacaktır” hadisten delil getirerek, Şeyhülislâm İbn Teymiye hakkında şöyle buyurmakta­dır:

“Şeyhülislâm İbn Teymiye hakkında biz bu ölçü üzerinde kanaat taşımaktayız. Onun ahvalinden ve ha­yatı boyunca geçirdiği hayat tarzından, onun, Allah’ın Kitabını, onun lügat ve şer’î mânalarının çok iyi bildi­ğini ve Allah’ın Resulü Hz. Peygamber’in sünnetini ko­ruduğunu kesinlikle anladık. Arap dilini bütün incelik­leriyle kavradığını, Hanbelî mezhebinin temel ve detay görüşlerini bir araya topladığını, zekâda emsalsiz oldu­ğunu, çok güçlü Usancı ve ehl-i sünneti korumak ve sa­vunmakta gayet açık ve güzel konuştuğunu da gördük. Onun hiçbir din dışı ve fısk belirten söz konuştuğu gö­rülmemiştir. Sadece onun hakkında katılık gösterilen şu birkaç kofıu var ki, onlar içinde de elinde Kitap, sünnet ve seleften gelen haberlerle ispat edemediği me­sele yoktur. Böyle üstün değerde bir kişinin ilimde bir benzerini bulmak zordur. Yazıda ve sözde onun seviye­sine ulaşmak kimin haddine. Onun hakkında şiddet gösterenlerle onun meziyetleri ve üstünlükleri arasın­da hiçbir ilgi yoktur. Her ne kadar bu katılık ve şiddet içtihadla ilgili bir mesele idi ise de bu konuda âlimlerin ihtilâf etmesi sahabe-i kiramın dallanıp budaklanması gibidir. Bu konuda uygun olan şey; dilin tutulması ve hayırdan başka ağızdan bir şey çıkarılmamasıdır.”[40]

Şah Veliyyullah Deblevî’nin bu aklamasından ve çok üstün niteliklere sahip olduğunu bildiren ifadele­rinden ve onun büyüklüğüne tanıklık yapmasından sonra, İbn Teymiye’-nin ilim ufuklarına ve düşünce fe­zasına ulaşamayan bir âlimin veya kitap yazarının onu kötülemesi artık hiçbir ilmî değer taşımaz. Allah Teâ-lâ’nın derin ilim, değişik meziyetler, müctehidçe bir gö­rüş ve düşünce verdiği; ihtilaflı meselelerde orta yolu tutmakta ve İslâm âlimlerinin değerini bilip ölçmekte büyük bir meleke ve basiret bahşettiği, İslâm hakimi (akıl ve ilim dehâsı) olan Şâh Veliyyullah Dehlevî’nin bu sözü, artık bu konuda kesin sonuç veren bir hüküm özelliği taşır. [41]

 

ALLAH’I HAKKIYLA TANIYAN VE BİR ARAŞTIRICI OLARAK ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE

 

İbn Teymiye’yi, insanlar genellikle bir kelânıcı, tartışmacı, hadisçi ve fıkıhçı olarak tanırlar. Onun ilmî üstünlüklerini ve tartışmacı eserlerini okuyanlar ise kafalarında onu, son derece zeki, akıllı, derin bilgili, güçlü delilli bir zahir (dış yönleri gören) âlimi olmak­tan başka bir şey olmayan biri olarak canlandırırlar.

Şeyhülislâm Herevî’nin kitabı Menâzilü’s-Sâirîn’e şerh olarak yazdığı Medâricü’s-Sâlikîn adındaki ese­rinde sevgili hocasının ve kendi hayatının manevî yö­nünü ve iç dünyasını genişçe yazan, ikisinin de en üst derecede Allah’ı tanıyıp O’na teslim olan marifet ve cezbe sahibi kişiler olduklarını isbât eden onun büyük talebesi Hafız İbn Kayyim’i bir tarafa bırakırsak; genel tezkire yazarlarının ve tüm biyografîcilerin verdiği bil­gilerin yardımıyla, ya da onun daha sonra gelen mün-tesiplerine (bağlılarına) bakarak İbn Teymiye hakkın­da bir benzetmeye, bir kıyas ve tahmine gidenler ona kuru bir hadisçi ve zahiri gören bir âlim olmaktan öte değer veremediler. Fakat Medâricü’s-Sâlikîn’de İbn Kayyim’in parça parça sunduğu Şeyhulislâm’m sözleri­ni, ahvâlini, hayat macerasını; Allâme Zehebî vs. nin bir anı olarak İbn Teymiye hakkında yazarken belirt­tikleri ahlâkını, karakterini, âdetlerini, özelliklerini, uğraşlarını ve hareketlerini gözönüne koyan bir kitap yazarı onun; bu ümmetin ariflerinden (hakikati tanı­yanlarından) ve Allah ehli kişilerinden sayılması ge­rektiği kanaatine varır. Onun bu mevkii elde ettiğine ve erişilmesine ancak senelerce riyazât ve mücâhedeye, tarikat mürşidlerinin sohbetlerine ve zikirle muraka­beye devam etmeye ve sonraki sofilerin “Allah’la bera­ber olma” dedikleri seviyeye ulaştığını içinde hisseder. Âyet: “İşte bu, Allah’ın dilediğine bahşettiği bir üstün­lüktür. ”

Basiret ve görüş sahipleri cezbe ve marifetin, haki­ki iman ve kesin inancın, ihlâs ve samimiyetin, gönül güzelliğinin ve ahlâk temizliğinin, sünnete tam bağlılık ve şeriata kendini feda etmenin hedefine ulaşmak için çeşitli araçlar edinildiğini, araştırıcı kişilerin bu hedefe ulaşmak için bir tek araca bağlı kalmadığı gerçeğini bi­lirler. Hatta şöyle diyenler bile çıkmış -yanlış da deme­mişler-: “Allah’a ulaşma yolları yaratıkların nefesleri sayısmcadır”.

Başlangıçta bu hedefe ulaşmak için en etkili ve güçlü araç Hz. Peygamberin sohbeti idi. Onu dinlemek, onun buyruklarını kendi ağzından işitmek yeterli olu­yordu. Bunun da kimya gibi bir tesir bırakacağı açıktır. Bu nimetten mahrum kaldıktan sonra ümmetin tabip­leri ve Peygamberin halifeleri kendi dönemlerinde o sohbetlerin yerini tutan çeşitli alternatifler ortaya koy­muşlardır. Nihayet çeşitli sebeplerden dolayı sohbete ve fazla zikre yüklenilmiş tir. Bunun düzenli ve sistemli bir yolu tasavvuf ve tarikat adıyla meşhur olan düzen­lemedir. Fakat hiç kimse hedefe ulaşmanın bu yollara, bu araçlara bağlı olmadığını inkâr edemez. Allah vergi­sinin (ilm-i mevhibe) dışında; iman ve nefis muhasebe­si, sünnetlere bağlılık, hadis ve şemail kitaplarına sev-

gi ve muhabbetle birlikte dua ve nafile ibadetlerle çok meşgul olma, çok zikredip salât ve selâm getirme, Al­lah rızası niyetiyle halka hizmet etme, cihad etme, marufu emredip münkerden nehyetme, davet ve tebliğ etmekten her biri, özenle yapıldığı takdirde Allah’a yaklaşmaya bir araç ve Allah ile ilişki kurmaya bir se­bep olabilir. Sebep ve araçlar değişik olabilir. Fakat he­def tektir. Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hayat olayları­nın tümünden açıkça anlaşılıyor ki o, bu hedefe sahip­ti. Buradaki hedefimiz bunu açıklamak değildir.

Bir kişinin normal yaşayış tarzına, duygularına, ahlâk ve âdetlerine, davranışlarının niceliklerine baka­rak onun ariflerden, araştırıcılardan, Allah katında de­ğerli olanlardan ve ergin kişilerden olduğuna tanıklık edilebilir. Bunun hiçbir dış ölçüsü, mihengi ve hiçbir mantıklı delili olamaz. Allah ehli ve arif (hakikatleri bilen) kişilerin ahvâli çoğunlukla, okuyarak ve onların sohbetinde bulunarak temiz yaradılışlı ve duygulu bir insanda meydana gelen sezgi melekesiyle tanınabilir. Ama yine de birtakım öyle haller ve alâmetler vardır ki, onlarla o kişinin kendi dinî seviyesi ile halktan üs­tün olduğu ve dinin doğru niceliklerinden, manevî cez­beden ve Allah ehli kişilerin ahlâkm-dan nasibi olduğu

tahmin edilebilir.

Allah ehli kişilerin ahlâkı ve ahvâli hakkında birta­kım örnekler vermek gerekirse şöyle sıralarız: Kulluk duygusu ve Allah’a yönelmenin özel bir şekli, ibadet zevki ve kendini ibadete verme, dua zevki ve yakarış, zühd, insanlardan uzaklaşma ve dünyayı basit görme, cömertlik, fedakârlık, sadelik ve hırslardan arınma, huzur ve sükûn, iç huzuru, sünnete son derece bağlılık, sâlih kişiler arasında değerli olmak, devrin âlimlerinin tanıklığı, sevenlerin ve kendine bağlı olanların dindar-

lığı, temiz yaşama ve güzel ahlâklı bir hayat örneği vs. Biz burada işte bu başlıklar altında Şeyhulislâm’m çağdaşlarının ve tarihçilerin onun hakkındaki tanıklık­larını, ondan etkilenmelerini nakledeceğiz. [42]

Kulluk Duygusu ve Allah’a Yönelmesi:

 

Kulluk zevkine ve Allah’a yönelme halinin bulun­duğuna en açık ve kesin tanıklık eden şey, o kişinin-manevî yapısının en güçlü imanla onarılmış olması, Al­lah Teâlâ’nm yüceliği ve büyüklüğüyle dopdolu olması, kendisini âciz ve biçâre görerek mülkün sahibi Allah’ın kudret ve azametini (müşahede) görme ile aydınlanmış olmasıdır. Bu görme {müşahede) ve kesin iman insanın içinde meydana gelince, sözlerden, hareketlerden bu açığa çıkmaya (tezahür etmeye) başladığında artık, bu sahada gerçekle zorlanma arasında (hakikatle, hakikat gibi gösterme arasında) yerle gök arası kadar fark var­dır. Bu fark basiret ve vicdan sahibinden gizli değildir.

Beyit:

“Gözlerdeki sürmelenme sürme gibi değildir.”

İbn Teymiye’nin başından geçen olaylar ve yaşadığı hâdiseler gösteriyor ki o, kesin ve kat’i bir imana sa­hipti ve gerçekleri tam görme (müşahede) derecesine de ulaşmıştı. Bu durumu onun içinde bir yoksulluk, ça­resizlik ve Allah’a yöneliş, ona kulluk hali meydana ge­tirmişti. Daha Önceki sayfalarda geçtiği gibi o, bir me­seleyi kavramada zorlandığı veya bir âyeti anlamada sıkıntıya düştüğü zaman ıssız bir mescide gider; alnını toprağa koyarak (secde yaparak) uzun süre; “Ey İbra­him’in muallimi bana anlat, Öğret. [43] derdi.Yani, Ey

Hz. İbrahim’e doğruları bildiren Allah; bana işin doğru­sunu bildir, diye uzun süre Allah’a yalvarırdı.

Zehebî şöyle diyor: “Allah’a dua ve niyaz etmekte, O’ndan yardım dileyip feryad ü figân etmekte ve .Al­lah’a en fazla yönelmekte onun gibisini görmedim.”

İbn Teymiye şöyle diyor:

“Ne zaman ki bir meselede ben tıkanıp kalırsam ve­ya bir konuda zorluklarla karşılaşırsam, o zaman ben bin kere veya ondan biraz daha fazla yahut biraz daha az istiğfar okurum. Nihayet içim açılır, zihnim durulur, zorluklar çözülür gider,”

Bu hale dışarıda olma, kalabalık arasında olma, çarşıda pazarda, gürültü patırtı içinde olma gibi hiçbir şey engel olmazdı. Yine kendisi şöyle buyurmaktadır:

“Böyle bir halde iken bazen çarşıda, bazen camide veya sokakta ya da okulda bulunuyorum ama zikr ve istiğfara hiçbir engel meydana gelmez, istediğimi elde edinceye kadar devamlı istiğfarla meşgul olurum.”[44]

Bu kesin iman ve kulluk zevki kişide meydana ge­lip de iç dünyasını kapladığı zaman insan kendi güç­süzlüğünü, çaresizliğini, elinde hiçbir şey olmayıp, yok­sul biri olduğunu hissetmeye başlar. Arkasından padi­şah sarayının kapısına dilenci çanağını alarak dikilir ve ilâhî lütfün ve keremin sadakasını dilenir. O zaman onun ağıtları arasında ağzından şu ses çıkar:

“Yoksul ve kimsesizim, senin huzuruna gelmişim. ..  Yüzündeki güzellikten Allah için bir şey ver. ;„ Elin kolun dert görmesin, sağ olasın.

Uzattığımız çanağımıza yardım elini uzat!”

İbn Teymiye’nin bütün ahvalini gözönünde bulun­durduğumuzda; onun içinde bu yoksulluk devletinin ve Allah karşısında bu kendini zelil ve hakir görüşün yük­sek derecesinin var olduğunu görürüz. İbn Kayyim di­yor ki: “Ben İbn Teymiye’nin bu konuda öyle bir halini gördüm ki, bu hal hiçbir kimsede görülmemiştir. O şöy­le derdi:

ti “Ne benim yanımda birşey vardır, ne de içimde birşey.”

O çok kere şu şiiri okurdu:

“Evet, işte ben senin bir dilencinim. Evet işte ben senin bir dilencinim.

Şimdiki yeni bir dilencin değil, sülâleden gelen, soydan gelen bir diîencinim.

Ya Rabbi; babam da senin bir dilencindi. Dedem de senin bir dilencindi.” [45]

İbâdet Zevki ve Kendini İbâdete Verişi:

 

İnsan tad almadığı sürece ve gerçek zevkine vara­madığı durumda, ibâdet zevkine ve kendini ibadete vermeye muvaffak olamaz. Bu ibâdet zevki, onun der­dine deva, kalbine gıda, ruhuna güç haline gelmediği sürece ve kişi; “Gözümün nuru ve sürûru namazda kı­lındı” Ye “Namaza çağırarak bizi neşelendir ey Bilâl” hadisleriyle belirtilen seviyede ilişki bahsedilmediği sürece o tad alınamaz, o his duyulamaz. İbn Teymi­ye’nin çağdaşları ve onun durumunu bilenler; onun bu uyanıklık devletinden nasibi olduğuna ve onun halvete çekildiğine, duâ ve niyazlarda bulunduğuna, ibadetler­den ve nafilelerden Özel zevk aldığına ve bu sahaya

onun kendini tamamen verdiğine tanıklık etmektedir­ler. el-Kevâki-bü’d-Dürriye’de şöyle yazılmaktadır:

“Gece boyunca herkesten ayrı kalırdı. Bu sırada ya­nında Allah’tan başka kimse olmazdı. Sürekli O’na yal­varır yakarır, Kur’an-ı Kerîm okumaya devam ederdi. Gece gündüz çeşitli türde ibadetler ve nafilelerle meş­gul olurdu. Namaz kılmaya başladığında yanakları ve organları titremeye başlar; o derecede ki, sağ ve sol ta­rafları sarsılır, eğilirdi.”[46]

Böyle kalp ehli ve cezbe ehli kişilerin enerjisi, iş yapma gücü; ibâdet ve zikirle sağlanır. Eğer bu ibadet ve zikirde bir azalma meydana gelirse, onların gücü tü­kenir ve acıktığını hisseder. İbn Kayyim şöyle yazıyor:

“Sabah namazını kıldıktan sonra güneş epey yükse­linceye kadar yerinde otururdu. Biri sebebini sorunca derdi ki: İşte bu benim gıdam ve kahvaltınıdır. Eğer ben bu kahvaltıyı yapmazsam gücüm kaybolur, ener­jim tükenir.”[47]

Bu cezbe ve düzenli ibadetlerden sonra Allah Teâlâ dürüstlük ve doğru yol lütfeder. Böylece de zikr, ibadet ve düzenli yapılan manevî vazifeler ikinci bir karakter haline gelir. Zehebî şöyle diyor: “O, zikirlerine ve vird-lerine hiç saptırmadan devam ederdi ve her durumda gönlünü bağlayarak bu zikirlerini yerine getiridi”[48]

Zühdü, Uzleti ve Dünyayı Basit Görmesi:

 

Zühd (mala mülke değer vermeme) ve dünyayı ba­sit görmenin gerçek ruh hali; dünyanın gerçek durumu, insanın gözlerinin önüne serilmediği ve; “Şüphesiz ki âhiret yurdu ancak ebedi yaşama yurdudur”; “Allah katında olan en hayırlı, en sürekli ve sonsuz olandır.” âyetlerinin bildirdiği hal insan ruhunu kaplamadığı sürece oluşmaz, insanda kendini gösteremez. Bu kesin iman, sağlam bir marifet (Allah’ı tanıyış) olmadan ve Allah ile ilgi kurmadan yapılamaz. İbn Teymiye’nin çağdaşları, onun zühdünü, insanlara minnet etmeyip onlardan uzak duruşunu ve servet biriktirmekten uzak kalmayı yeğlediğini yer yer zikrederler. Ders arkadaşı ve çağdaşı Şeyh Alemüddin el-Berzâlî (Ö. 738 H.) şöyle diyor: “O başından sonuna kadar bir tek yol üzerinde yürümüştür. O yol da fakirliği tercih etme, dünya ma­lından ihtiyacı ölçüsünde fayalanma yoludur. O, kendi­sine verilen herşeyi geriye çevirmiştir. “[49]

Bu durum bir kimsenin ahlâk ve karakteri haline gelir de Allah Teâlâ ona ölümsüz kalp zenginliği serve­tini bahşederse artık o kimse, kayser ve kisralarm sal­tanatını hiç görür. Gözünü onlar tarafına kaldırıp bak­mayı bile günah ve Allah Teâlâ’nm nimetlerine nan­körlük kabul eder. Böyle bir durumda o kendinden ge­çerek:

“Ben yırtık hırkamı sultanların komutanlığına de­ğişmem,

Ben kendi fakirliğimi Süleyman’ın ülkesiyle değiş­tirmem.

Gönlümde fakirlik sıkıntısından bir hazine buldum ki;

Bu hazineyi sultanların keyfine değişmem.” der.

Onun ulaştığı makam ve mevkiden habersiz olan­lar, onun hakkında şüpheye düşerek saltanata göz dik­tiğini, dünya hırsı taşıdığını zannederler. O ise onların gerçeği bilmemelerine ve anlayışsızlıklarına matem tu­tarak; bu ebedî serveti elde ettikten sonra insan bu fâni dünyanın mülküne dönüp bakabilir mi diye üzü­lür. İbn Teymiye’nin durumu buydu. Bu noktaya ulaş­mıştı.

Melik el-Nasr bir gün kendisine: “İşittim ki, pek çok kişi sizin emrinize girmiş ve gönlünüzde saltanatı ele geçirme düşüncesi varmış” deyince İbn Teymiye ra­hat bir edâ ile ve orada bulunan herkesin duyabileceği yüksek sesle şöyle cevap verdi:

“Ben öyle mi yapacak mışım? Yemin ederim ki Moğollar’ın saltanatı da dahil olmak üzere senin salta­natın benim gözümde beş para değere sahip değil­dir.”[50]

Cömertliği ve Fedâkârlığı:

 

Allah ehli olanların ve peygamber ahlâkının mira­sına sahip olanların özel sıfatları, cömertlik ve fedâkârlıktır. İbn Kayyim, Zadü’l-Meâd isimli eserin­de (Elem neşrah leke)’nin tefsirini yaparken şöyle yaz­maktadır: “Göğsün açılması devleti, iman ve kesin inanç nimeti, cömertlik ve fedakârlık sonucunu doğu­rur. Bu bakımdan kime bu devlet nasip olursa cömert­lik ve fedâkârlık onun şiarı olur.”

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin dostları ve çağdaşları onun cömertliğini çok övmekte ve alabildiğine hayran­lıkla anlatmaktadırlar. el-Kevâkibü’d-Dürriye’de: “O, cömertlikleri dillere destan olan sayılı birkaç cömert kişilerdendir” denmektedir. Onun bir çağdaşı olan Ha­fız İbn Pazlullah el-Ömerî, bu cömertliğin durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Ona yığınlarla altın, gümüş, en değerli asil atlar, hayvanlar, mal ve mülkler gelir o da hepsini alır baş­kalarına verirdi veya ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Onları konulduğu yerde bırakır, elini sürmez, ondan en ufak bir şey almazdı. Ancak başkalarına vermek için alır ve sadece dağıtmak için yerinden kaldırırdı. “[51]

Onun cömertliği öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, hibe edecek bir şey bulamazsa elbisesini çıkarır verirdi. “O, her zaman sadaka dağıtırdı. Yanında vereceği bir şey yoksa elbisesini çıkarır verir ve ihtiyaç sahibinin işini görürdü.”[52]

Bir başkası şöyle der:

“Yemek yerken bir iki parça ekmek artırarak baş­kasına verir, böylece bu şekilde nefsinden fedakârlıkta bulunurdu[53]

Fedakârlığın ince ve hassas bir noktası; kişinin düşmanları ve rakiplerine anlayışlı hatta bağışlayıcı ve iyilik yapıcı olması, bundan da öteye geçerek onlar hakkında hayır dua edip iyiliklerini istemesidir. Bu manevî makam ve seviye ancak benlik ve nefis zevkle­rinden çok ileri geçmiş kişilere nasip olabilir. Kendile­rine ilâhî nimetler bir yağmur gibi yağıp huzur ve sükûn derecesi o noktaya ulaşanlara nasip olur ki, on­lar her çeşit karşı çıkışa bir saman çöpü kadar değer vermez; onların içinde düşmanlarına, rakiplerine dahi iyi dilek ve merhamet duygusu bulunur.

Yukarıda da anlatıldığı gibi 709 H. yılında İbn Tey-miye tekrar hapisten çıkarıldığında Sultan onu tenha bir yere götürerek, önceki sultan Câşengîr’in tarafını tutan kadıların, âlimlerin Öldürülmesi hakkında kendi­sinden fetva vermesini istemişti. Hatta ona şöyle de söylemişti: “Onlar senin aleyhine kıyamet kopardılar, sana eziyet ettiler.” Buna karşılık İbn Teymiye o kişile­ri övdü, üstün niteliklerini belirtti ve güçlü kelimelerle onlara değer vermesini Sultandan istedi. Sultanı, onla­rı öldürtmekten vazgeçirtti. İbnTeymiye’nin en büyük karşıtı Kadı İbn Mahlûf Mâlikî’nin şu sözü de yukarıda

geçmişti;

“Biz İbn Teymiye gibi anlayışlı, geniş görüşlü, iyi niyetli birini görmedik. Çünkü biz onun aleyhine devle­ti harekete geçirdik, ama o fırsatı ele geçirdiğinde bizi açıkça bağışladı ve hatta bizim adımıza savunma yapıp bizi korudu.”

Onun değerli talebesi ve her zamanki arkadaşı Ha­fız İbn Kayyim diyor ki:

“O, düşmanlarına bile hayır duâ ederdi. Ben onlar­dan hiçbirine beddua ettiğini görmedim. Ben bir gün ona en büyük rakibim ve kendisine herkesten çok düş­manlık besleyip eziyet eden bir kişinin Ölüm haberini getirdiğimde bana kızdı ve yüzünü çevir di. Ar kasın dan “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn-Şüphesiz biz Allah içiniz ve şüphesiz biz O’na dönmekteyiz” âyetini okudu. Sonra hemen onun evine gitti, başsağlığı diledi ve şöyle buyurdu: “Beni onun yerine kabul edin, ne ihtiyacınız olursa ben size yardımcı olacağım.” Onlara öyle tatlı ve gönül okşayıcı sözler söyledi ki, onlar bundan çok mem­nun oldu. Kendisine çok dualar ettiler. Ve onun bu dav­ranışına çok şaştılar.”

Bağışlama ve iyilik yapmanın, muhaliflerine, düş­manlarına şefkat ve merhamet göstermenin bu derece­si, mal mülk fedâkârlığından çok üstün ve daha ileri bir derecedir. Bu sıddîk kişilere ve velîlerin en has ke­simine verilen bir makam ve seviyedir. İbn Teymiye bu seviyeye ulaşmış, bu makama ermişti. [54]

Sadelik ve Hırslardan Arınması:

 

Sadelik ve hırslardan arınma, nefsânî istekleri bas­tırma; Allah ehlinin baş özelliği ve binlerce kerâmet-den daha üstün ve binlerce faziletten daha yüksek bir olgunluk derecesidir. Bu seviye ve makam, kişide ben­lik yok olunca ve nefis tam terbiye olunca ele geçer. Şeyhülislâm İbn Teymiye, ilmî üstünlükleri, dinî ve dünyevî yükseklikleriyle birlikte bu üstünlüğe de sa­hipti. Onun sözleri; kendisinin hırslardan arındığını, herşeyi Allah için yaptığını, nefsini yendiğini ve kendi şahsını yok sayacak derecede üstün bir makama ulaştı­ğını bize göstermektedir.

İbn Kayyim, onun çok kere şöyle dediğini söylüyor: “Benim hiçbir şeyim yoktur, benden olan bir şey de yoktur, bende tek bir şey yoktur.” Bir kimse yüzüne karşı kendisini övünce şöyle derdi: “Vallahi şu ana ka­dar ben sürekli müslümanlığımı yeniliyorum ve şu ana kadar da çok iyi bir müslüman olduğumu söyleye­mem.”[55]

Biri kendisini övdüğü zaman şöyle de derdi: “Ben ümmetin içinden sadece bir insanım, devlet ve saltana­tın adamı değilim.”[56]

Hırslardan arman ve kulluğun bu derecesine1 ula­şan insanın hali öyle olur ki, artık o, ne kimse üzerinde bir hakkı olduğunu kabul eder, ne bir hak talep eder; ne kimseden bir şikâyette bulunur, ne de kendi nefsi­nin intikamını alır. İşte Allah Teâlâ İbn Teymiye’yi bu seviyeye ulaştırmıştı. İbn Kayyim şöyle diyor:

“Allah ruhunu mübarek kılsın. Ben İbn Teymi-ye’nin şöyle dediğini duydum: Arif insan, kimsede bir hakkı olduğunu kabul etmez, kendisinin başkasından daha üstün olduğunu ileri sürmez. Bu bakımdan o, ne kimseden şikâyet eder, ne istekte bulunur, ne de kavga gürültü eder.[57] Onun hâlini bilenler, “(O başkaların­dan bahsederken) kendini anlattığını, kendi durumunu açıkladığını anlarlar.”[58]

Huzur ve Sükûnu:

 

Bu iman, kesin inanç, Allah’la sağlam ilişki, kula minnet etmeme ve kalbin Allah’a bağlılığı, Allah’tan başkasından ilgisizlik nimetlerini elde ettikten sonra insana öyle bir huzur ve sükûn gelir ki, daha dünyada yaşarken o, cennetin tadını almaya başlar. İbn Teymi­ye (İbn Kayyim’in naklettiğine göre) bir keresinde biz­zat şöyle demiştir:

“Dünyada (mü’min için) öyle bir cennet vardır ki, bu cennete girmeyen âhiretteki cennetten de mahrum kalacaktır. “[59]

Basiret ve feraset sahibi olanlar bilir ki, Allah Teâlâ bazen daha bu dünyada iken muhlis ve samimi kullarına; “Onlara ne bir korku vardır, ne de onlar üzülürler” âyetinde bildirdiği nimeti lütfeder de onlar bunun örneğini (dünyanın ölçüsü nisbetinde) burada da görürler. Şeyhülislâm ve arkadaşlarının anlattıkla­rından, İbn Teymiye’nin bu devlet ve nimete sahip ol­duğu anlaşılmaktadır. Nitekim kendisi bir gün cezbeye gelerek şöyle demiştir: “Düşmanlarım bana ne yapabi­lir, benim cennetim, benim bağım bostanım, benim si­nemde (içimde)dir. Nereye gidersem o benimledir, ben­den ayrılmaz. “[60] Bu huzur ve sükûn; hayatında da, öl­dükten sonra da ondan ayrılmadı. İbn Kayyim şöyle yazıyor: “Ben bir gün onu rüyamda gördüm, kalple ilgi­li bazı meseleleri ona söyledim de bunun üzerine bana: “Kardeşim, ben neşe ve huzur içindeyim.” dedi.

İbn Kayyim şöyle yazıyor:

“İşte onun hayattaki durumu böyleydi. Yüzünde huzur ve sükûn, neş’e alâmetleri görülürdü. Durum ve hâli de bunu ilân ederdi”[61]

Sünnete Tam Bağlılığı:

 

Bu mertebe ve makamın (makbul oluş ve siddıkh-ğın) başlangıcı sünnete bağlanmakla olur, sonu da sün­nete kendini vermekle olur. İbn Teymiye’nin hadis ve sünnete kendini verişini, onlardan ne kadar çok zevk aldığını muhalifleri bile kabul eder. Ama bu kendini veriş sadece ilmî ve dıştan bakış şeklinde değildi. İlmî ve nazarî de değildi.

Çağdaşlarının da görüp tanıklık ettikleri gibi İbn Teymiye’nin peygamberlik makamına gösterdiği saygı ve edep, sünnete bağlı olmaya gösterdiği özen; başkaları ile kıyas edilemiyecek kadar büyüktür. Hafız Sira-ceddîn el-Bezzâr yemin ederek diyor ki:

“Allah’a yemin ederim ki, İbn Teymiye’den daha fazla Hz. Peygamber’e (a.s.) saygı gösteren ve onun sünnetine uymaya daha fazla hırslı olan ve onun getir­diği dine yardım etmeye, ondan daha fazla kendini ve­ren kimse görmedim. “[62]

Bu özellik onun üzerinde o kadar hâkim ve onun hayatında o kadar açık bir şekilde görülürdü ki, onu görenlerin kalbi Peygambere tam uymanın ve sünnete aşık olmanın, onun adı olduğuna şehadet eder. Allâme İmâdüddîn el-Vâsıtî şöyle buyuruyor:

“Biz kendi çağımızda İbn Teymiye’yi; Hz. Peygam­berin peygamberlik nurunun onun hayatında parladı-ğım; sünnetlere bağlılığın onun bütün sözlerinde, hare­ketlerinde göze çarptığını gördük. Temiz bir kalp, dü­rüst bir his; peygambere gerçek bağlılığın ve sünnete mükemmel bir uymanın onun adı olduğuna şehadet eder.”[63]

Salih Kullar Tarafından Benimsenmesi ve Devrin Âlimlerinin Tanıklığı:

 

Herhangi bir grubun ve halk topluluğundan birinin bir kimseyi övmesi, övülen o kişinin Allah katında de­ğerli olduğuna, iyi bir insan olup derece ve makamının çok yüksek olduğuna bir delil olamaz. Buna delil an­cak, Övülen kimsenin devrindeki değerli, dürüst ilim ve basiret sahibi, üstün ahlâk ve şeref sahibi kişilerin övüp beğenmesi ve o kişinin iyiliğine tanıklık etmeleridir. Bir de o kimseye bağlı olan kişilerin, ona sevgi ve ilgi duyanların, onunla oturup kalkarak haşır neşir olanların da; iyi duygulu, temiz inançlı, sağlam karak­terli, takva sahibi olup hatalardan sakınan ve ahireti aklından çıkarmayıp ona göre dünya hayatını düzenle­yen kimseler olmaları ve kendi dönemi insanları ara­sında dindarlıkta ve temiz yaşayışta seçkin olmaları gerekir. İbn Teymiye’nin durumu işte bu şekildeydi.

O devrin en seçkin ahlâk ve fazilet örneği kişileri, ilim ve feraset sahibi kimseleri, onun büyüklüğünü, üs­tün değerini, sağlam inancını ve düzgün akidesini söz­leriyle, yazılarıyla belirtmişler, itiraf etmişlerdir. Onlar İbn Teymiye’yi çok güçlü kelimelerle övmüşlerdi. Mu­halifleri arasında çok miktarda, devlet idaresine yana­şıp ondan faydalananlar ve dünya menfaati peşinde ko­şan zamane insanları vardı. Onlar makam ve mevki peşinde koşma hastalığına ve mal mülk, şan şöhret hır­sına kapılmışlardı. Keuâkib kitabının yazarı şöyle dijor:

“Dediler ki: Kim biraz meseleye dikkatle eğilirse görecektir ki, İbn Teymiye’ye taraftar olan kimse hangi şehirde bulunursa bulunsun o, şehrin âlimleri içinde hepsinden fazla Kitap ve sünnete bağlı, en çok ahireti arzu etmekle meşgul ve en fazla dünyadan yüz çevirip ona önem vermiyen kimsedir. Bunun aksine ona karşı olanlar ise; dünyaya en çok hırslı, dünya malına en çok istekli, riyakâr ve şöhret peşinde koşandır. Allah daha iyi bilir.[64]

Allâme Zehebfnin şu sözleri de unutulacak türden değildir:

“Sünnete yardım etme, onu ön plana çıkarma suçu ile çok korkutuldu, çok tehdit edildi. Sonunda Allah onu şerefli ve başarılı kıldı ve takvalı kişilerin kalpleri­ni ona sevgide, ona hayır dua etmekte birleştirdi.[65]

Feraset ve Kerameti:

 

Her ne kadar keşif ve keramet; büyüklüğün ve Al­lah katında değerli oluşun bir parçası olmayıp onun bir alâmeti değilse de gerçeğe ulaşan araştırıcılar açık bir şekilde, “Doğruluk ve doğru oluş kerametten önce ge­lir” diye yazmışlardır. Bu mesele şimdi herhangi bir açıklama yapmayı gerektirmiyor. Ama yine de şu bir gerçektir ki, Allah Teâlâ kendi pek çok değerli kulları­na bir lütuf olarak bu nimeti de bahşetmektedir. Onla­rın eliyle veya diliyle öyle olaylar, gerçekler ortaya çıkı­yor ki bunlar, onların Allah katında değerli ve sevimli kullar olduklarına işaret etmektedir.

“Evliyanın kerametleri hak ve gerçektir.” meselesi üzerinde ehl-i sünnet görüş birliği etmiştir. Kur’an-ı Kerim ve hadiste bunun çeşitli işaretleri ve örnekleri vardır. Bizzat Şeyhülislâm îbn Teymiye’nin kitapların­da bu mesele anlatılmış ve bunun gerçek olduğu ispat edilmiştir.

Keramet ve harikulade hal olarak ondan görülen hallere talebeleri, dostları, çağdaşları, tanıklık etmiş­tir. Daha sonraki âlimler de onun bu kerametlerinin inkâr edilemeyecek kadar meşhur ve çokça nakledildi­ğini itiraf etmiştir. Buhârî şerhi olan Umdetü’l-Kârî’-nin yazarı Allâme Aynî; Takriz er-Reddü’l-Vâfirisirali eserinde şöyle yazmaktadır: “İlmî büyüklüğü ve bilgi­deki mükemmelliğiyle birlikte onda görülen kerametle­ri o kadar çok insan nakletmiştir ki, bunda şüphe göstermeye imkân yoktur.[66]

İşte bu kerametlerin bir bölümü”feraset-i sâdıka” (doğru sezgi)dir. Bu doğru sezgiye mü’nıinlerin ileri ge­lenleri, müttakî velîler sahiptirler. Bu sezginin çok en­teresan ve insanı hayrete düşüren örnekleri nakledil­mektedir. Hafiz İbn Kayyim; Medâricü’s-Sâlikîn’de ve diğer kitaplarında bu “sezgi”den pek çok örnekler, bir­çok olaylar nakletmektedir. Medâricü’s-Sâlikîn’in bir yerinde şöyle yazmaktadır: “Ben Şeyhülislâm İbn Tey-miye’nin ferasetinden (sezgisinden) insanı hayrete dü­şüren pek çok örnekler gördüm. Benim görmediğim bu feraset olaylarından (halkın içinden güvenilen kişile­rin anlattığına göre) olanlar ise daha çoktur. Onun feraset örneklerini tamamen nakletmek için büyükçe bir kitap yazmak gerekir. “[67]

Vahdet-i Vücûd meselesinde, yok oluş ve ebedi oluş, marifet (ilâhî sırları tanıma), kalple ilgili ameller vs. gibi meseleler üzerinde İbn Teymiye’nin yazdıkların­dan anlaşılmaktadır ki o, fiili olarak da makamlardan (aşamalardan) geçmiş ve bu konuda “yüce tadları” ve “sağlam ve doğru halleri” elde etmiş bir kişidir. O ne söylemiş ve yazmışsa, sadece keskin zekâsından, güçlü ilminden veya etkili kaleminden dolayı yazmamış; ak­sine bunları tecrübe ve müşahedelerine (deneme ve gözlemlerine) dayanarak yazmış olduğu görülmektedir. Bu konularda onun anlattıkları ve görüşleri olarak be­lirttikleri; bazı kereler tasavvuf büyüklerinin ve tari­kat imamları (meselâ merhum Şeyh Şerefuddin Yahya Münyerî ve İmam Rabbânî Hz.Şeyh Ahmed Serhen-dî)’nin anlattıklarına, bildirdiklerine uymaktadır. [68]

 

İBN TEYMİYE’NİN ISLAHAT VE ÖZE DÖNDÜRME ÇABALARI

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin, İslâmı yaşama ve ya­şatma mücadelesi tarihinde yaptığı büyük hizmet ve elde ettiği büyük başarının her ne kadar pek çok ilmî ve amelî yönleri var ise de bunları dört bölüme ayır­mak mümkündür. Onun ıslahat ve yenileme çalışmala­rında özel önem taşıyan dört bölüm şöyle sıralanır:

1—  Tevhid akidesinin (inancının) yenilenip şirke giden inanç ve merasimlerin yok edilmesi.

2—   Felsefe, mantık ve ilm-i kelâmın tenkidi ve Ki­tap ile sünnetin tarz ve üslûbunun tercih edilmesi.

3— İslâm dışı milletlerin ve fırkaların reddedilip onların inanç, âdet ve etkilerine karşı konulması.

4— Şeriat ilimlerinin yenilenmesi ve İslâm düşün­cesinin canlandırılması. [69]

 

I. TEVHİD İNANCININ YENİLENİP ŞİRKE GİDEN İNANÇ VE ÂDETLERİN YOK EDİLMESİ

 

Ibn Teymiye Döneminde Şirke Varan İnanç ve Adetler:

 

Arapların dışındaki milletlerin müslümanlara ka­rışmaları, İsmâüî ve Bâtınî sapık mezheplerin kurduk­ları devletin tesir ve nüfuzu, bir de cahil ve sapık ta-savvufçuların (tarikatçıların) yaptıkları ve anlattıkları yüzünden bütün müslümanlar arasında şirke giden inançlar, hareketler ve merasimler yaygınlık kazan­mıştı.

Pek çok müslüman kendi dinî önderleri, tarikat şeyhleri ve velîlerle salihier hakkında öyle aşırı ve şir­ke giden düşünceler ve inançlar beslemeye başlamış­lardı ki, bu tür düşünceleri ve inançları, yahudi ve hristiyanlar, Hz. Üzeyir, Hz. İsa (a.s.) ile kendi azizleri ve rahipleri hakkında taşıyorlardı.

Müslümanlarca din büyüklerinin mezarları başın­da yapılmaya başlananlar; müslüman olmayanların kendi tapınaklarında ve mukaddes bildikleri kişilerin mezarları başında yaptıkları bütün hareketlerin, mera­simlerin tam bir benzeriydi. İş, kabirde yatanlardan açıkça yardım istemeye ve medet dilemeye kadar var­dırılmıştı. Kabirdekilere yalvarmak, onlardan dilekler dilemek ve onlara adaklar yapmak âdet haline gelmişti. Onların kabirleri yanında kocaman mescidler yapıl­maya ve bizzat kabirleri mescid haline getirilmeye baş­lanmış, buralarda her sene şenlik yapılması, uzak yer­lerden yolculuk yaparak toplanılması genel bir usul ol­muştu.

Yedinci hicri asrın sonunda bu aşırılık, bu inanç ve davranış bozukluğu o hale gelmişti ki, bunun derecesi bizzat Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kitaplarından ve yazılarından alman alıntılarla ölçülebilir. Bu alıntılar­da o, birine verdiği cevap sırasında veya herhangi bir konuyu anlatma çerçevesinde kendi zamanının bazı hak yoldan sapmalarını, dalâletlerini zikretmiştir. Bu anlattıklarından onun devrindeki dinî çöküşün ve İslâm’ın kalbine cahiliyet (dönemi inanç ve yaşayışla­rım ne derece şiddetle hücum ettiğini bir ölçüde tah­min edebiliriz:

“Pek çok kimse, ölüye tamamen ilâh derecesi ver­mekte ve o ölünün kabrinin yanında veya onun türbesi­nin içinde duran canlı pîr-i fâniye (türbedara) peygam­ber değeri vermektedir. Onlar ölüden ihtiyaçlarını gi­dermesini, zorluklarını halletmesini istemektedirler. Onlar pîr-i fânilere veya değer verdikleri büyüklerine öyle bir mertebe vermektedirler ki, o neyi helâl görürse onlara göre işte o helâldir, neye haram derse ancak o haramdır. Gerçekte onlar kendi hesaplarına göre, Al­lah Teâlâ’yı ilâhlık makamından, Hz. Muhammed (a.s.)’ı da peygamberlik mertebesinden bertaraf etmiş­lerdir.

Çok kere öyle olmaktadır ki, yeni müslüman olmuş biri veya ona büyük bilinen kişilerin bir müridi bağlılı­ğından dolayı gelerek mezarda yatandan; herhangi bir padişahın zulmünden korumasını veya başka bir iste­ğini yerine getirmesini istemektedir. Türbelerin yanında yatıp kalkan türbedar, mezara gidip dönmekte ve şöyle demektedir: Ben… hazretlerine durumunuzu bil­dirdim. O da Hz. Peygambere bildirdi. Hz. Peygamber de Allah Teâlâ’ya durumu arzetti. Allah Teâlâ da elçisi­ni o padişaha göndererek “Dikkat et, falan adama zu­lüm ve eziyet yapılmasın” haberini ulaştırdı.

İşte bu tür inanç ve hareket açıkça müşriklerin ve hristiyanların dini ve inançları değil midir? Bu hare­ketlerde ve bu tür inançlarda, her müşrik ve hristiya-* nm bile katlanamayacağı, kabul edemeyeceği kesin ce­halet ve büyük hatalar vardır. Türbelerde barınan bu kişilerin çekinmeden yaptıkları dilekler, istekler ve ka­birlere yapılan adaklar Kur’an-ı Kerim’in; “Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanların pek çok bilgin ve ra­hipleri, insanların mallarını haksız yere yemektedirler ve Allah yolundan alıkoymaktadırlar.” âyetinin canlı bir örneği ve açık bir tefsiridir.” [70]

Kabirlere Açıkça Tapınma:

 

“Bu cahillerden pek çoğu açık açık mezarlara yöne­lerek, yönlerini kabirlere çevirerek namaz kılmaktadır­lar. Bazı kişilere şöyle dua edildiği duyulmuştur: ‘…Hazretleri beni bağışlayın, bana merhamet edin.1 Ba­zı kişiler kabri önüne alarak Kabe’ye de arkasını çevi­rerek namaz kılmakta ve şöyle demektedir: (Kabir özel kişilerin kıblesidir, Kabe genel kişilerin kıblesidir.) Şu da onların sözlerindendir: (İbadet ve zühde mümtaz (seçkin) olanlar ve yüzbinlerce müridi ve bağlıları olan­lar, kendi şeyhlerine bağlı olanlar arasında en üstünü olması mümkündür.)

O kişilerden biri şeyhi hakkında şöyle söylemekte­dir: (Bazen öyle çok riyâzat ve mücâhedede bulunan

şeyhler ve müridler vardır ki, mürid onun önüne gelip tevbe ettiğinde, herşeyden evvel ona gösterdiği yol; şey­hin kabrine giderek, putperestlerin putlarının önüne gidip kendini ibadete verdiği gibi oraya kapanmasıdır.) Bu mezarlara tapman adamlar arasından pek çoğu, bu kabirlere tapmakta öyle bir incelik, kalp yumuşaklı­ğı, yakarma hali, kalp sükun ve huzuru elde etmekte­ler ki, onlar bunu mescidlerden elde edememektedirler. Onlar hakkında Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Bu kan­dil o camilerde yakılır ki, onların yüceltilmesini ve içle­rinde isminin anılmasını Allah emretmiştir.”[71]

Allah’tan Korkmayıp Kabirde Yatandan , Korkulması:

 

“O kişilerin yatırlara inancı, türbe ve kabirlere bağ­lılıkları o kadar artmıştır ki, onlar büyük günahları ve haramları çekinmeden işliyorlar. Ama o türbenin kub­besini veya alemini gördüklerinde hemen onun altında yatan insanı aklına getiriyorlar, ondan çekinmeye ve korkmaya başlıyorlardı. Yeri ve gökleri yaratan ve em­riyle ayın görüntüsünü azaltan ve çoğaltan Allah’ı hiç düşünmüyorlardı.

Biri onlarla tartışırsa da, düşüncelerinin yanlış ol­duğunu ileri sürerek onlarla münakaşa ederse o kişiyi, büyük bildikleri o mezarda yatanların azametleri, haş­metleri ve herşeyi yapabilen güçleriyle korkutuyorlar­dı. Bu aynen müşriklerin İbrahim (a.s.)’ı korkutmaları­na benzer. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in En’âm sûre­sinin 80-82. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır:

“Kavmi de kendisine karşı mücadeleye kalkıştı. O şöyle dedi: Allah, beni doğru yola iletmişken, O’nun hakkında benimle çekişmeye mi kalkışıyorsunuz”? Ben, O’na ortak koştuğunuz şeylerden (putlardan) asla korkmam. Rabbim dilemedikçe, onlar bana hiçbir şey yapamaz. Rabbim ilmiyle herşeyi çevrelemiştir. Artık düşünüp öğüt almıyacak mısınız? Hem Allah’ın size, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri (putları) siz kendisine eş tanıdığınızdan korkmazken ben, o eş tanı­dığınız putlardan nasıl korkarım? Şu halde korkudan emin olmaya hangi taraf daha lâyıktır? Eğer biliyorsa­nız.

iman edip de imanlarını zulüm ve şirke bulaştır-mayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak onların hakkıdır, hidâyete erenler de onlardır.” [72]

 Allah’ı ve Emirlerini Hafife Alma:

 

Bu mezarcılar ve türbelere tapanlar tevhid inancı ve bir tek Allah’a ibadet etmekle alay etmektedirler. Allah’ı bırakarak onları kendilerine şefaatçi ve mutlak hâkimler kabul etmekte ve onlara çok büyük saygı gös­termektedirler. Onlardan pek çok kimse; Kabe’yi tavaf etmeyi, hac etmeyi ve hac yapanları kötülemekte, ken­di önderlerini ve şeyhlerini ziyaret etmeyi, Kabe’yi zi­yaret edip hac yapmaktan daha üstün görmektedirler.

Bu inanç ve düşünce Şia ehlinde ve pek çok Sünnî denilen kişilerde de görülmektedir. Bazıları, camilere ve beş vakit namaza hakaret etmekte, şeyhlerinin dua­larını ondan üstün ve yüksek görmektedirler. Bu inanç hâlâ şiîlerde vardır. Bunlar kendilerini Kayslı Yunus’a bağlı görürler. Kayslı Yunus’un şu şarkısından onların durumları daha iyi anlaşılır:

“Gelin camiyi yıkalım, oraya meyhane yapalım,

Minberini kıralım ondan ud ve saz yapalım,

Kur’an’ı parçalayalım, ondan kaval yapalım,

Kadı’nm sakalını yolalım, ona yular yapalım:1”[73]

Müşriklerin Korkusuzluğu ve Yaramazlığı:

 

“Onlar o derece cesaretlenmişler ve korkusuz bir hale gelmişlerdi ki, hiç çekinmeden yalan yere yemin ediyorlar, ama kendi şeyhlerinin adı anılınca yalan ye­re yemin edemiyorlar. Onlardan bazıları; şeyhim tara­fından verilmeyen rızkı kabul etmiyorum diyor. Bir kısmı da, koyun keserken ‘şeyhim, efendim adıyla’ di­yor.

Bazıları da açık açık; şeyhlerinin, peygamberlerden üstün olduğunu söylüyor. O adamlardan bazıları; hris-tiyanların Hz. İsa hakkında inandıkları gibi şeyhleri­nin ilâh olduğuna inanıyor. Şeyhlerinin adını andıkları zaman son derece saygıyla anıyorlar, onların birer ilâh olduğunu iddia ediyorlar. Onlar, kendi büyükleri hak­kında; içlerinde açık açık ilâhhk iddiası olan uzun uzun şiirler yazmışlardır.

Onların içinden: ‘Musa, Tûr dağında ancak benimle konuşmuştu ve ancak benim tecellimi görünce bayılmıştı’ diyenler çıkmıştır. ‘Arş üzerinde ben kükre­miştim. O yüzden kâinatta hengâme koptu. Ve yedi de­niz benim heybetimden dalgalanmaktadır’ diyenler çık­mıştır. “[74]

Büyük Kişilerin İlâhlığına İnanma:

 

“Pek çok cahil ve müşrik kişiler, peygamberler ve din büyükleri hakkında; onların dünyayı idare ettikle­rine, yaratma ve rızık verme, ihtiyaçları yerine getir­me, felâketleri uzaklaştırmanın ancak onların işi oldu­ğuna inanmaktadırlar.

Bu, kesinlikle müslümanların inancı olamaz. Hris-tiyanlar bile sadece Hz. İsa hakkında bu şekilde inanır­lar. Çünkü onlar Allah ile Hz. İsa’nın birleştiğine, Al­lah’ın Hz. İsa’ya hulul ettiğine (vücûduna girdiğine) inanmaktadırlar. Onlar başka türden cahiller olmasına rağmen, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve diğer peygamberler hakkında dahi böyle inanmazlar.”[75]

“Pek çok insanın kanaat ve inancı şöyledir; Hangi şehir veya yerleşim merkezinde bir büyük zâtın mezarı varsa onun yüzü suyu hürmetine o şehir halkına bol rı­zık verilir, onlara yardım edilir, ülke korunur ve düş­manlardan muhafaza edilmiş olur.

Bu adamlar hangi şahıs hakkında çok büyük bir in­san, üstün bir veli kanaati taşıyorlarsa onun hakkında; o filan şehrin koruyucusudur diyorlar. Meselâ Seyyide Nefise, Mısır ve Kahire’nin koruyucusu, filan falan bü­yük kişi Şam vs. nin koruyucusu, falan ve filan da Bağ­dat vs.nin muhafızıdır diyorlar.

Onların inancına göre; ancak o salih kişilerin ve peygamberlerin kabirleri (türbeleri) sayesinde o şehir­lerden, beldelerden belâ ve musibetler uzaklaşmaktadır.”[76]

“Bu kişilerin durumu şöyledir: Düşman Şam’a yöneldiğinde bu türbeciler ve kabirlere tapanlar; büyük­lerinden imdat istemek için kabirlere, mezarlara ko­şuştular. Bu yolla bu belâyı savuşturacaklarını umu­yorlardı. Bazı şairleri şöyle şiir bile yazdı:

“Ey Moğollardan korkanlar, gelin Ebû Ömer’in kab­rine sığının.”

Başka bir şair de şöyle dedi:

“Ebû Ömer’in kabrine sığının, o sizi z&rar ve belâ­dan kurtaracaktır.” [77]

Anıtkabirler Fitnesi:

 

Bu mezarcılığın ve türbeperestliğin tabii sonucu olarak, camilere karşın anıtkabir ve türbelerin önemi­nin artması ve cahil halk tabakasının dileklerini sun­dukları uğrak yerleri haline gelmesi kaçınılmazdı.

Nitekim İslâm dünyasının karış karış her yerine bu anıt mezarlar ağı döşendi; binlerce, yüzbinlerce gerçek veya uydurma kabirler ortaya çıktı. Sultanlar, vezirler gönül rahatlığı içinde ve cesaretle o anıtkabirlere arsa ve araziler vakfettiler. Bu mezarlara ve büyük kişilerin bulunduğu yer üzerine, göklere yükselen binalar, altın­la kaplı kubbeler yaptılar. O türbelerde barınan, orala­rı süpüren, oralarda hizmet edenlerden oluşan bir ka­labalık, bir ümmet ortaya çıktı. Büyük bir debdebe, merasim ve ihtişamla o yerleri ziyaret etme yolculukla­rı âdet haline geldi.

Uzak yerlerden kalabalık kafileler halinde gelenler öyle bir yolculuk manzarası çizmeye başladılar ki, hac kafilelerine eş olabilecek çoğunlukta hatta ondan daha

fazla kalabalıklar oluşturdular. Müslümanların camile­re olan ilgisi yön değiştirerek bu türbelere ve anıtka­birlere yöneldi. Yedinci ve sekizinci yüzyılda bu türbe­ler ve anıtkabirler, dinî hayatın merkezi ve ilgi odağı olarak Beytullah’m (Kabe’nin) rakibi haline geldiler.

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin yazı ve eserlerinden bu anıtkabir fitnesinin ne kadar kök saldığı ve İslâm dışı (maddi) amaçlar taşıyan müslümanların bu fitne ile ne kadar içli dışlı olduğu anlaşılmaktadır.                 *

Bu fitnenin güç kazanmasında, kök salması ve ge­niş bir sahaya yayılmasında Bâtmîler idaresinin asır­lardır büyük bir haşmet ve debdebeyle Fas’tan Mısır’a ve Suriye’ye kadar idareyi ellerinde bulundurmuş ol­masının da büyük rolü olmuştur. Rafızî ve Şiîler, ta baştan beri mescidlerden daha çok anıt türbelerle; Kabe ve Ravza-i Mutahhara’dan daha çok Necef, Kerbelâ ve Meşhed’le ilgilenmişlerdir.

İmam İbn Teymiye’nin doğumundan önce her ne kadar Mısır’daki Fatimîler devleti son bulmuş idiyse de bunun fikrî ve kültürel tesirleri hâlâ devam ediyordu. Özellikle Suriye’de çok sayıda Şiî ve İsnıâilîler vardı. Bunlarla görüşüp kaynaşmanın sonucunda genel ve ca­hil müslümanlar üzerinde kötü etkiler meydana geli­yordu.

Sonra yanlış yorumlanan tasavvuf anlayışı ki, bu­nun içinde büyüklerin mezarları ve özel anıtkabirleri büyük önem ve mübâreklik taşıyordu. Bunlar üzerine 1 yıldönümü kutlamaları, “urs=düğün” dedikleri anma­lar yapmaları âdet haline gelmeye başlamıştı. Bu an­malar, türbelere ve anıtkabirlere daha da bir değer ka­zandırmış ve artık onlar; din dışı hareketlerin (bid’atla-rın) ve şirkin bir vasıtası haline gelmişlerdi. ^_. İmam İbn Teymiye bu anıtkabirler ve türbeleri konu edinerek şöyle yazmaktadır: [78]

Anıtkabir ve Türbeleri Haccetmek  (Ziyaret Etmek):

 

“Kabirleri hacceden bir kısım insanlar vardır. Bazı kimseler bu ziyaretin kaideleri, prensipleri üzerine ki­taplar bile yazmışlar, onların adını da “anıtkabirleri haccetmenin prensipleri” koymuşlardır. Nitekim Ebû Abdullah Muhammed b. Numan adındaki el-Müfîd lâkaplı bir Şiî âlimi bu ad altında müstakil bir kitap yazmıştır. Bunun içinde Ehl-i beyt adına yakıştırılmış öyle bir çok ipe sapa gelmez rivayetler vardır ki; bunla­rın aslının astarının olmadığını ilim ve görüş sahibi herkes bilir.

Bazı insanlar, şatafatlı bir şekilde şeyhlerin mezar­larını ziyaret için seyahat etmektedirler. Her ne kadar onlar bu ziyarete hac veya prensipler demiyorlarsa da ikisinin arasında hiçbir fark yoktur. O adamlardan bir kısmı yemin ederlerken, ‘kafileler halinde insanların haccettiği peygamber hakkı için’ diyerek Hz. Peygam-ber’in ziyaret edilmesini hac olarak anıyorlar da Bey­tullah’m haccedildiğini söylemiyorlar. Bazı hacca gi­denlerin hac yapmaktan en büyük amacı, Hz. Peygam-ber’in mübarek kabrini ziyaret etmek oluyor, hacc et­mek olmuyor. “[79]

Kabirleri Ziyareti Kabe’yi Haccetmeye Tercih:

 

“Bir takım adamlar, kabirleri haccetmeyi (ziyaret etmeyi) Kabe’yi haccetmeye tercih etmektedirler. Bazı adamlar, falan kişinin kabri iki veya üç kere ziyaret edilirse bir hac yapılmış gibi olur inancındadırlar. Bir kısmı da herhangi bir velinin veya büyük zatın kabri­nin Arafat olduğunu ileri sürmektedirler. Ve hac kabul ettikleri o kabri ziyaretleri sırasında müslümanların Arafat’ta vakfeye durdukları gibi vakfeye durmaktadır­lar. Doğuda batıda böyle yapılmaktadır. Bazı kişilerin inandığına göre bu mübarek yerin veya kendilerinin büyük veli kabul ettikleri kişinin kabrini ziyaret etme  seyahati hacdan da üstündür.

Bir keresinde yedi kere hac yapan müridin biri, di­ğer bir müride: Şeyhin kabrini ziyaret etmenin karşılı­ğında bu yedi haccı versem kabul eder misin? diye tek­lifte bulunmuş, bu mürid nasıl karar vermesi gerektiği­ni sorduğunda şeyhi ona: Eğer bu alışverişi yaparsan çok büyük zarar edersin, demiştir.

Bu insanlar arasında bazan; kim şeyhin kabrinin etrafını yedi kere dolaşırsa (tavaf ederse) bir hac sevabı kazanır, dendiği duyulmuştur.” [80]

Camilerin Perişanlığı ve Türbelerin İhtişamı:

 

“O insanlardan pek çok kimse camileri harap bırak­makta, anıtkabirlerini çok debdebeli ve şatafatlı tut­maktadırlar. Beş vakit namaz kılmak için yapılmış ca­mileri, tamamen harap ve sahipsiz gözükmektedir. Fa­kir mahalle halkı eğer çul sermişse sermiştir, yoksa o da yok. Bu mescidler sanki hiç kimsenin uğramadığı kervansaraylara benziyor.

Buna karşılık türbe ve mezarlar, altın ve gümüşle kaplanmış, örtülerle bezenmiş, mermerle döşenmiş, alımlı ve gönül okşayıcı olarak göze çarpıyor. Sabah ak­şam adaklar, sunaklar geliyor.

Bu; Allah’a, Kitabına ve O’nun Peygamberine açık bir hakaret ve göz göre göre şirke saygı değil midir? Bütün bunlar neden ve nasıl oluyor? Çünkü onların inancına göre; kabirde yatana dua etmek ve ondan yar­dım dilemek, camide Allah’tan dilekte bulunup, O’ndan istemekten daha faydalı ve etkili olmaktadır.

Bu bakımdan tabiî olarak cami karşısında kullara dua için yapılan bu türbeler, üstünlük ve öncelik ka­zandı. Cami için bir vakıf kurulmuşsa türbe için de bir vakıf kuruldu. Türbe vakfı onlara göre daha önemli ve daha değerli oldu, camilerden de daha ileri düzeyde ol­du. Bu konuda o kişiler, eski Arap müşriklerinin adım adım peşinden gitmektedirler. Allah Teâlâ bunların durumunu En’âm sûresinin 136, âyetinde şöyle anlat­maktadır:

“Tuttular da, Allah’ın yarattığı ekinden ve davar­dan müşrikler, hisseler ayırdılar ve inançlarınca ‘Bu, Allah’ın bu da, Allah’a ortak koştuğumuz putların’ de­diler. Putlar için ayrılan hisse çoğalsa, ondan Allah için harcamazlar. Fakat Allah için ayırdıkları hisse ço­ğalınca, Allah’ın ihtiyacı yoktur diye putlarının yolun­da harcarlar. Ne kötü hüküm vermektedirler.”

İbn Teymiye’den yukarıdaki alıntıları okuyanlar; güçlü İslâm devletleri bulunmasına, çeşitli ilim dalları­nın ünlü büyük âlimleri, muhteşem hadis ve fıkıh bil­ginleri, muazzam medreseler ve ilmî çevreler olmasına rağmen 7. ve 8. asırda câhil halkın ne gibi inanç ve amel sapıklıklarına yakalanmış olduklarını anlayacak­tır. Müslüman toplumunda ve müslüman halkın duy­gularında ne derece müşrikçe inanç ve hareketlerin yer tuttuğunu anlayacaktır. Cahil halk topluluğu bir tara­fa, pek çok âlim ve fıkıhçmm bile bu inançlar ve hare­ketler konusunda kararsızlıklar içinde, şüphe ve tereddütler içinde kıvrandığım da görecektir.

Bu âlimlerin eserlerine ve verdikleri fetvalara ba­kınca anlaşılıyor ki; onların kafası ve düşüncesi, Al­lah’a ortak koşma ve Allah’ın bir tek olduğuna inanma (şirk ve tevhid) konusunda, tevhid inancını doğrudan doğruya Kur’an ve hadisten alan bir insanın kafa ve düşüncesinin pürüzsüz ve lekesiz olması gerektiği ka­dar pürüzsüz ve lekesiz değildir.

Hz. Peygamber Efendimizin asr-ı saadetinin ve. sahâbe-i kiramın hayırlı ve mübarek örnek davranışla­rı, sözlerinin ve hareketlerinin canlı misâlleri gözleri önünde bulunan bu insanların üzerinde kendi dönem­lerindeki yaygın âdetlerin, merasimlerin ve eskiden ge­len İslâm dışı davranışların ne derece etkisi olduğu, İmam İbn Teymiye’nin çağdaşı Şeyh Ali b. Yakub el-Bekrî ve el-Ahnaî’nin eserlerinden anlaşılmaktadır. İbn Teymiye bu ikisinin eserlerine reddiye olarak iki büyük kitap yazmıştır[81] Bunlardan yapılan alıntılar yukarıda sunulmuştur. [82]

İbn Teymiye’nin Islâhatı, Müşrikçe İnanışları Reddedişi:

 

İmam İbn Teymiye bu müşrikçe hareketlere, mera­simlere, uygulamalara karşı savaş (cihad) bayrağını aç­tı ve ıslahat harekâtına girişti. Halkın memnuniyetine veya memnuniyetsizliğine, hatta avam gibi olan özel kesimin öfkesine, kötü sözlerine hiç aldırmadan bu yaygın âdetlere, merasimlere, müşrikçe düşünce ve inançlara karşı çıktı. Onları şiddetle reddetti ve bu müşrikçe hareketlerin temelini oluşturan düşünce ve inançlara tırpan salladı.

Bu kabirlere, türbelere halkın akın etmesinin, müş­rikçe hareketler ve merasimler yapmasının ana sebebi; insanların bu türbelerde yatanlardan isteklerde, dilek­lerde bulunmasıydı. Bunların adı ile yardım dileniyor, onlara sığınılıyor, onlardan imdat isteniliyordu.

İbn Teymiye; Allah’tan başkasına dua edilemiyece-ğini, bir istekte bulunulamayacağını eserlerinde açık açık yazmış ve bunların, müslümanların cehaletinden veya müslüman olmayan milletlerle karışmasından do­layı ortaya çıktığını bildirmiştir. er-Red Ale’l-Bekrî isimli eserinde şöyle yazmaktadır: [83]

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin ve Yardım Dilemenin Yasak Oluşu:

 

“Hz.Peygamber aleyhisselâm efendimizin bildirdik­lerini okuyup onu iyice inceledikten sonra kesin ve açık bir biçimde anlaşılır ki; o yüce peygamber kendi ümme­tini herhangi bir ölmüş peygambere veya ermiş bir ki­şiye (evliyaya) dua etmekten, ister yardım dileme şek­liyle olsun, isterse korunmasını isteme şeklinde olsun, ondan bir şey istemekten menetmiştir.

Bunun gibi onun ümmetinin bir Ölüye ve diriye sec­de etmesi de caiz değildir; aynı şekilde, ibadetler içine giren ve ibadetlerden sayılan hareketler yapması da caiz değildir. Allah’ın Rasûlünün bütün bu tür işlerden menettiğini hepimiz biliyor ve hepsinini, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığı, şirke giren şeylerden olduğu­nu anlıyoruz.

Fakat önceki dönemde cehalet alabildiğine yayıldığından, peygamberin talimatından (öğetilerinden) ve yüce peygamberin bildirdiklerinden haberdar oluş çok azaldığından dolayı pek çok âlim bugüne kadar Hz. Peygamber’in bildirdiklerini ve dinin hükümlerini açık­ça bilmediklerinden, bu cahillerin kâfir olduklarını söy­lemekten çekinmişlerdir. “[84]

Bir başka yerde de şöyle yazmaktadır: “Ölüden hacetini dilemek, dilekte bulunmak veya pek çok yerde âdet olduğu gibi o ölüden yardım iste­mek, Hz. Muhammedin (s.a.) Allah’tan getirdiği İslâm şeriatının dışındadır. Aslında bu da putperestliğin bir çeşididir. Bu bakımdan o dua edenler karşısında şey­tanlar arasıra, o türbede yatan kişi şeklinde veya ekse­riya putperestlere görüldüğü gibi herhangi bir bilinme­yen kişi seklinde görülmektedir. Hatta gerçek şu ki; Hz. İbn Abbas’ın buyurduğu gibi, putperestlik kabirler­den başlamaktadır.”[85]

Bir başka yerde İbn Teymiye şöyle der: “Herhangi bir ölü veya görülmeyen biri —isterse o kişi bir peygamber olsun— kendisinden dilekte bulun­manın haram olduğu, bütün İslâm müctehidlerinin gö­rüş birliği ettikleri işlerdendir. Allah ve Peygamberi ne buna izin vermiş, ne de sahabe ve tabiînden biri öyle yapmış, ne de İslâm müctehidlerinden biri bunu beğen­miştir.

Bugün önümüzde bulunan ve hiçbir değişikliğe uğ­ramadan sapasağlam gelen dinde; asırların en hayırlısı olan Peygamber asrında böyle bir şeyin olmadığı, böyle hareketlerin hiç görülmediği açık bir şekilde görülmek­tedir.

Bir kişi bir zorluğa veya bir felâkete düştüğünde yahut da bir mecburiyet karşısında kaldığında: ölmüş gitmiş bir velinin veya bir peygamberin adını alarak, ‘Ey falan efendim ben sana sığındım’ dediği, ‘senin ete­ğine yapıştım1 veya ‘ey falan büyük zat benim ihtiyacı­mı gider’ diye söylediği, veya bugünün bazı müşrikleri­nin (kâfirlerinin) ölüp gitmiş yahut orada olmayan bü­yüklerinin adını anarak;^ ‘sana sığınırız, sen bizi kur­tar, bize yetiş’ gibi sözler söyledikleri de görülmemiştir. Hiçbir sahâbînin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun mezarı başına gidip veya başka bir peygamberin kabrinin yanma gidip, veyahutta o kabirlerden belli bir mesafedeki uzaklıkta onlardan yardım dileyip onlara sığındıkları da işitilmemiştir.

Sahâbe-i kiram; kâfirlerle, müşriklerle büyük sa­vaşlar yapmışlar, onlar karşısında nice kereler savaş düzeni almışlar, çetin savaşlar yapmışlardır. Bazen bü­yük zorluklarla karşılaşmış olmalarına rağmen onlar­dan hiçbiri ne bir peygamberden, ne de peygamber ol­mayan birinden yardım dilemiştir. Ne Allah’a bir kul adı ile yemin etmiş, ne de bu peygamberlerin ve pey­gamber olmayanların mezarlarına dua etmek için git­miş, ne de namaz kılmak için gitmiştir.

İmam Mâlik hazretleri ve bazı âlimler; bir kişinin Hz. Peygamber’in nurlu kabri yanında durarak kendisi için dua etmesini bile doğru bulmamış ve bunun; selef

  1. özellikle îslâm dünyasında toprak olmuş Ölü liderlerin anıt mezarlarını ziyaret ederek; kurtarıcı, ölümsüz, huzurunda eğiliriz, sana yalvarmaya geldik, bize yol göster… gibi sözler söylenmesi; klan döneminden kalma, ilkel toplumların feti­şist (putperest) inançlarının İslâm toplumuna yerleştirilmek istenmesidir. İnsanları ilâhlaştırmak insanlık suçudur. (Yu­suf Karaca)

döneminde yapıldığına bir örnek gösterilemeyen bid’at hareketlerden olduğunu açıklamışlardır.”[86]

et-Tevessül ve’l-Vesîle isimli meşhur eserinde şöyle yazar:                                                                      .

“Meleklere ve (ölümlerinden sonra veya onların göz önünde bulunmadıkları sırada) peygamberlere dua et­mek, onlardan istekte bulunmak, onlara yalvarmak, onlardan veya onların heykellerinden (putlarından),” Allah’a aracılık yapmalarını istemek; Allah’ın geçerli kılmadığı ve hiçbir peygamberle göndermediği yeni bir dindir. Böyle bir dini destekleyen semavi hiçbir kitap-, da gelmemiştir. “[87]

Allah’tan Başkasına Dua Etmenin Haram Oluşunun Hikmeti:

 

Bu kitabının bir yerinde onun haram oluşunun hik­metini anlatırken şöyle yazar:

“Allah Teâlâ; meleklerin bizim (insanlar) için duâ ettikleri ve Allah’tan bizim bağışlanmamızı istedikleri­ni buyurduğu halde bizim, meleklere dua etmemizi ya­saklamıştır. Aynı şekilde peygamberler ve sâlih (ermiş) kullar her ne kadar kabirlerinde canlı iseler de ve bazı sahabe rivayetlerinde onların diriler için dua ettikleri bildirilmişse de; herhangi bir insanın doğrudan onlara dua etmesi, onlardan dilekte bulunup bir şey istemesi caiz değildir. Bu hareket şirke, ayrıca onlara bir tapın­maya sebep olabileceği için seleften böyle bir davranış nakledilmemiştir. Bunun aksine, eğer onlar hayattay­ken onlardan bir şey istense, onlardan bir dilekte bulunulsa bu insanı şirke götürmez.

Meleklerin ve öldükten sonra peygamberlerin ve sâlih kulların; henüz yaşayan canlı kişiler için yaptık­ları dua ve istiğfara gelince; bunlar, başkalarının istek ve dualarının hiçbir rolü olmadığı Allah’ın dilemesine bağlı bir şeydir. Dilencinin hayatta olan bir kimseden bir şey istemesi meşru (câiz)’dir, ama bunun aksine o kimse, öldükten sonra artık kendisinden isteneni ver­mekle yükümlü değildir.”[88]

Ölülerden Dilekte Bulunmanın Şekilleri ve Çeşitleri:

 

‘” Kitabın bir başka yerinde; kabirlere dua edip onlar­dan istekte bulunanların durumlarını açıklayarak bun­lar hakkında ayrı ayrı hükümleri belirtmekte ve şöyle demektedir:

“Bir peygamberin veya ermiş sâlih bir kulun meza­rına gelen veya ziyaret ettiği mezarla ilgili olarak (ger­çek öyle olmadığı halde) bunun bir peygamber veya er­miş bir kulun kabri olduğunu zanneden kişinin, orada secdeye kapanıp dileklerde bulunmasının üç türü var­dır:

1— Bir türü şöyledir: O kişi, ondan ihtiyacını karşı­lamasını dilemektedir. Meselâ, o yatırdan kendinin ve­ya hayvanlarının hastalığını iyi etmesini veya borçları­nın ödenmesini yahut düşmanlarından intikam alması­nı yahut kendisini ya da ev halkının ve hayvanlarının sağlığını istemektedir. Buna benzer işler ise Allah’tan başka hiç bir kimsenin gücünde değildir. O halde bu açıkça bir şirktir. Böyle bir insana tevbe yaptırmalıdır, tevbe yaparsa ne âlâ, aksi halde öldürülmesi gerekir.

Eğer bu kişi: Ben bu yatırdan veya bu peygamber yahut veliden; bana nispetle o Allah’a daha yakın ve makbul olduğundan dolayı dilekte bulunuyorum, bu iş­lerde bana Allah katında aracılık yapması, şefaat et­mesi için —padişah katında yakın adamların halka aracı ve yardımcı kılındığı gibi— onu aracı kılıyorum derse, o zaman onun bu hareketi hristiyanlarm ve müşriklerin hareketine benzer. Çünkü onlar da kendi azizlerini, rahiplerini sadece aracı, şefaatçi kıldıklarını, onları menfaatleri, istekleri ve arzuları için Allah Teâlâ katında aracı ve şefaatçi kıldıklarını söylemekte­dirler. Böyle müşriklerle ilgili olarak Allah Teâlâ, onla­rın şöyle dediklerini haber veriyor: “Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştıran aracılar olarak tapıyoruz.”

Ve şöyle buyuruyor:

“Yoksa (o Mekke kâfirleri), Allah’tan başkasını, şe­faatçiler mi edindiler? (Kendilerine şefaat etmeleri için putlara mı tapıyorlar?) De ki: (O putlar) bir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremeseler de mi (şefaat edecek­ler)?”

“De ki: Bütün şefaat Allah’ın kudretindendir. Gök­lerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz. “[89]

Ve şöyle buyurulmaktadır:

“O Allah’tan başka size ne bir yardımcı ne de bir şefaatçi vardır. Artık siz hâlâ anlamaz mısınız?[90]

Aynı şekilde şöyle buyurulmaktadır: miı “O’nun katında izni olmadan kim şefaat edebilir.[91]

2— İkinci bir türü de şöyledir: O velîden veya me­zardaki yatırdan bir davranış istenmemesi, ondan bir dua ve dilekte bulunulmaması, sadece dua edenin istek ve dileklerinin yerine getirilmesi için ondan Allah’a dua etmesinin istenmesidir. Sahâbe-i kiramın Hz. Pey­gamber (s.a.) efendimizden kendileri için dua etmesini istemeleri gibi ve herhangi bir yaşayan insana; benim için dua ediniz, dendiği gibi yatırdan dua talebinde bu­lunulmasıdır.

Böyle bir durumda bilinmeli ki; canlı insandan bir dilekte bulunulması çerçevesinde bu caizdir ve geçerli­dir. Ama, ölmüş salih bir kulun veya peygamberin bu dünyadan göçüp gittikten sonra ona dua edip ondan is­tekte bulunulması işine gelince; şeriatta bunun yeri yoktur. Bu herhangi bir meşru ve caiz bir hareket de­ğildir ki, biz herhangi bir ölmüş ermiş kişiden veya öl­müş peygamberlerden: Bizim için dua ediniz veya Rab-bimizden bizim için şunu isteyiniz, diyebilelim. Ne bir sahâbîden, bir tabiîden böyle bir şey gösterilebilmiştir, ne bir müctehidin böyle bir konuda ictihdı olmuştur, ne de bunu gösteren bir hadis vardır.

Bunun aksine sahih olarak gelen hadislerde kesin şekilde görülüyor ki: Hz. Ömer (r.a.), kendi halifeliği zamanında kıtlık olduğunda Hz. Abbas (r.a.)’ı aracı yaptırarak dua ettirmiş ve şöyle demiştir: “Yâ Rabbî, önceleri bizi kıtlığa yakalandığımızda senin peygambe­rini aracı yapardık da sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise senin peygamberinin amcasını aracı kılıyo­ruz. Bize rahmet yağmurlarını gönder.” Nitekim yağmur yağdı.

Onlar böyle bir sıkıntı ve felâket arasında Hz. Pey­gamber’in kabri başına koşup; ya Rasûlallah, bizim için dua buyurun, yağmur göndertin, biz sana yalvanyoruz, demediler. Hiçbir zaman bir sahabî böyle davranmadı. Bu; Kur’an-ı Kerim ve hadiste geçerliliği gösterileme-yen bid’at   (din dışı) davranışlardır.

3— Üçüncü tür de şudur: Böyle yerleri ziyaret edenlerin; Ey Allah, senin katında büyük değeri olan* filan kişi yüzü suyu hürmetine veya falanın sayesinde veya falan ve filanın yüzü suyu hürmetine bana şu işi lütfet, bana şöyle şöyle yap, şunları şunları yap deme-sidir. Zaten bu pek çok insanın yaptığı şeylerdir. Fakat hiçbir sahâbîden böyle bir dua yaptıkları, böyle hareket ettikleri nakledilmemiş, işitilmemiştir.

Bazı âlimler ve büyük zâtlar, böyle bir duanın an­cak Peygamber (s.a.) adına yapılabileceğine izin ver­mişlerdir. Alimlerin bazıları; bunun da ancak peygam­ber hayattayken caiz olabileceğini ve her zaman için caiz olamayacağını söylemişlerdir.”[92]

Canlı Kişilerden Gücünün Ötesinde Bir Dünya İşinin İstenmesinin Caiz Olmadığı:

 

İmam İbn Teymiye sadece; ölmüş bir büyük zâttan veya peygamberden ve yatırdan dilek ve istekte bulu­nup onlara dua etmenin caiz olmadığını ileri sürmekle yetinmemektedir. Yaşayan bir insandan, dünya güçle­rinin dışında ve beşeri takatlarm ötesinde, “Kün fe-yekûn=Ol der o da olur” kudret sahibi Allah’a ait şeylerin veya sadece Allah’ın kudreti ve dilemesiyle olan, Al­lah’ın ancak kendisine özgü kıldığı işlerle ilgili bir şe­yin istenmesi ona göre caiz değildir ve şirktir. Ziyaretü’l-Kubûr risalesinde şöyle yazar:

“Kulun isteği sadece Allah’ın gücünün yettiği işler­le, meselelerle igiliyse onu Allah’tan başkasından iste­mek, isterse o, padişah olsun, isterse peygamber olsun, isterse şeyh veya büyük bir zât olsun, ister canlı veya ölmüş olsun caiz değildir. Meselâ, kendi hastalığından veya hayvanların hastalıklarından kurtulup iyileşme­lerini dilemesi veya herhangi bir belirli yön belirtme­den borçlarının ödenmesini istemesidir.

Ev halkının sıhhat ve afiyeti, dünya ve ahiret belâlarının giderilmesi, yahut düşmanına galip gelme, kalbe hidâyet verilmesi, günahların bağışlanıp cennete konma, cehennemden kurtarma, bilgi sahibi kılınma, Kuran okuma, kalp temizliği, ahlâk güzelliği ve nefis terbiyesi vs. bütün bunlar sadece Allah’tan istenilebile-cek şeylerdir.

Bir kimsenin; bir sultandan veya peygamber yahut şeyhten, canlı olsun veya ölmüş olsun; benim günahımı bağışla, beni düşmanıma üstün getir, benim hastama şifa ver, bana sıhhat, afiyet bahşet veya benim ev hal­kıma ve hayvanlarıma esenlikler ver diyerek istekte bulunması ve buna benzer dualar ve dilekler yapması caiz değildir.

Eğer bir kişi herhangi bir kuldan böyle isteklerde bulunursa kim olursa olsun o kimse müşriktir. Ve o ki­şi kesinlikle; meleklere ve peygamberlere tapan, onla­rın şekillerine göre yapılmış olan putlarına ve heykelle­rine tapan müşriklerin türündendir. Nitekim hristi-yanlar, Hz. İsa’ya ve onun mübarek annesi Hz. Meryem’e dua ederek onlardan istekte bulunurlar.[93]

Aracının Ne Demek Olduğu:

 

Bu konu dizisi içinde bir aracı konusu ortaya çıka­rılmakta ve Hz. Peygamber (s.a.)’den veya herhangi bir velî olan büyük zâttan ya da sâlih bir kuldan dua ede­rek dilekte bulunmaya, yahut onları aracı yapmaya karşı çıkan kişilerin “aracı”yi reddettiklerini söylüyor­lar ve halbuki Peygamber, Allah ile kullar arasında bir aracıdır, onlar olmadan Allah’a ulaşma işi hayaldir di­yorlar. İbn Teymiye gayet açık bir üslûpla buna cevap vermekte ve şöyle demektedir: “Aracının iki mânası vardır. Bir mânası; gerçektir ve gerçek olduğu üzerinde görüşbirliğine varılmıştır. Dinin temeli de bunun üzeri­ne kurulmuştur. Bir mânası daha vardır ki o; bâtıldır, temelsizdir, uydurmadır.” Bu konu üzerinde İbn Tey­miye apayrı bir kitap olarak el-Vâsıta Beyne’l-Halkı ve’l-Hakk adıyla bir eser yazmıştır. Orada şöyle de­mektedir.

“Peygamberin aracı olmasının mânası; eğer, Al­lah’ın emirlerini ve O’nun dileğini kullara bildiren bir aracıya ihtiyaç vardır demekse, bu tamamen doğrudur, baştan başa haktır. Çünkü Allah’ın kullarının; Allah’ın emirlerini, isteklerini, yasaklarını öğrenmesi için on­dan başka hiçbir aracısı yoktur. O peygamberler olma­dan Allah Teâlâ’nm dostları ve sevdiği kullan için ne nimetler hazırladığı, düşmanlarına, isyankâr kullarına ne azaplar va’dettiği bilinemez.

Hangi sıfatların ve isimlerin Allah Teâlâ’nm nasıl ve niçinsiz zâtına lâyık ve uygun olduğunu, nelerin uy­gun olmadığını bilmekte tek başına akıl âcizdir, yete­neksizdir. Bütün bu gerçekler ve sağlam bilgiler ancak, Allah Teâlâ’nın, kendilerini kullarını doğru yola ilet­mek ve doğru yolu öğretmek için gönderdiği peygam­berleri aracılığıyla elde edilebilir.

Bu konu üzerinde sadece nıüslümanlar değil hatta bütün yahudi ve hristiyan milletlere varıncaya kadar herkes görüşbirliğindedir. Onların hepsi Allah ile kul­lar arasında böyle aracıların olduğuna inanmaktadır­lar. Bu aracılar; Allah’tan emirler ve haberler getiren peygamberleridir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allak, meleklerden ve insanlardan haber getiren­ler seçer.”[94]

Bu aracıları inkâr eden kişi, bütün dinlerin ve mil­letlerin görüş birliği ile kâfirdir.”[95]

“Eğer aracı demek; arzularını elde etmek ve kötü­lüklerden kurtulmak için bir aracıya ihtiyaç vardır de­mekse, meselâ; rızıkta, düşmana üstün olmakta, yolu­nu kaybedip dalâlete düşmüş kimseyi doğru yola getir­mekte Allah’la kul arasında aracı olan bir kişiye ihti­yaç vardır; insanlar bütün bunları ondan istemeli, o da Allah’tan alarak vermeli ve insanlar ona güvenmeli inancıyla bir aracı demekse, bu en üst derecede bir şirktir. Bundan dolayı Allah, müşriklere “kâfirlerdir” buyurmuştur. Çünkü onlar Allah’tan başka dostlar ve aracılar edinmişler, onlar aracılığıyla dileklerim sun­muşlar, kötülüklerden onlar aracılığıyla sakmmışlardır.”[96]

Cahil halk ve cahil halka benzeyen pek çok özel ke­sim; sadece peygamberler ve Hz. Peygamber efendimiz hakkında aşırılığa gitmekle kalmamışlar, hatta tüm evliyayı ve salih kulları kendileri ile Allah arasında va­sıta yapmışlardı. Dua ve yardım dileklerini, ümid ve bel bağlamalarını, arzu ve isteklerini sunmalarım sa­dece onlara dayandırmışlardı. İbn Teymiye onlar hak­kında şu ayırımı yaparak şöyle buyurmaktadır:

“Peygamberlerin dışında din ilimlerinin liderleri ve imamları (en büyük önder âlimleri) hakkında da şu açıklama vardır: Kim bu kişileri peygamberle ümmeti arasında vasıta kabul eder de onları, peygamberlerin emirlerini ve dinin meselelerini Öğreten, ümmetin ken­dilerine uyduğu terbiye edicileri kabul ederse bu, ye­rinde ve doğrudur. Bu âlimler ve din önderleri eğer bir meselede görüşbirliğine varırlarsa, bu kesin bir dinî delil olur. Çünkü onlar topluca yanlışta, hatada, da­lâlette birleşemezler. Onlar eğer bir meselede görüş ay­rılığına düşerlerse hemen o konuda Allah ve Rasûlüne yönelirler, onların buyruklarına başvururlar.

Çünkü o âlimlerden hiçbiri kendi başına kesin ola­rak hatasız değildir. Onlardan her birinin sözünde bir gerçek payı ele geçirilebilir, bazı sözlerine de uyulma-yabilir. Tamamen kusursuz olan sadece Hz. Peygambe­rin mübarek şahsıdır. Ancak onun buyruğu ve emri terkedilemez.

Eğer bir kişi; bu din büyükleri, âlimler ve mücte-hidler; Allah ve kulları arasında, padişahla halk ara­sında mabeyincinin vasıta olduğu gibi bir vasıta olup, kullarının dileklerini Allah’a ulaştıran kişilerdir (aracı­lardır) diye inanıyorsa ve onların aracılığıyla Allah, kullarına rızık verip dorğu yola sevkediyor, kul onlar­dan istiyor, onlar da Allah’tan istiyorlarsa, nasıl ki padişahınabeyincileri halkın isteklerini padişahlara bildirip halkın isteğini yerine getirmesini arz ediyorsa, halk doğrudan padişahtan istekte bulunamıyor, bunu saygısızlık kabul edip padişahlara daha yakın oldukla­rından, daha yararlı olur düşüncesiyle o mabeyinciler­den istiyorsa; aynı şekilde o âlimleri, büyükleri biz de aracı kılıyoruz diyerek bu türden birtakım aracılara inanıyorsa bunun mânası; din büyüklerini, âlimleri ve salih kulları Allah’la kendisi arasında aracı yapıyor de­mektir. Bu kişi kâfir ve müşriktir. Onu tevbe ettirip bu inançtan vazgeçirmek vaciptir (şarttır.) Tevbe ederse ne âlâ, yoksa öldürülmelidir. Aslında bu kişi Allah’ı bir yaratığa benzetme sapıklığına düşmüştür. Çünkü o ya­ratıcıyı yaratılana benzetmiş ve Allah’a bir benzer ve eş ortaya koymuştur.[97]

Anıtkabirler Kötü Bid’atlardir:

 

İbn Teymiye bu anıtkabirlere ve ziyâretgâh olan türbelere şiddetle karşıdır. Bunlar o dönemde bütün İslâm dünyasında şirkin, bid’atm, fisk ve fücurun, bin-bir çeşit münkerlerin (İslâm’ın yasakladığı şeylerin) merkezi haline gelmişlerdi. Ve İslâm dünyasında bü­yük bir fitne şeklini almışlardı. İbn Teymiye diyor ki: “Bu, kesinlikle şeriata karşı çıkış ve önceki devirlerin (İslâm’dan önceki dönemin) özelliği olan kötü bir bid’attır.” er-Red Ale’l-Bekrî isimli eserinde şöyle der:

“Mezarlar üzerine yapılan, anıt mezar veya türbe denilen bu mabedler (tapmaklar); insanların İslâm di­ninde ortaya çıkardıkları birer bid1 attır. Oraları ziyaret etmek için seyahatlere çıkmak da şer’î hiçbir temele dayanmayan bir alışkanlık haline gelmiştir. Hz.Pey-gamber’in hayırlı ve mübarek olduğunu buyurduğu İslâm’ın ilk üç yüzyılında böyle şeyler yoktu. Hatta sa­hih hadislerde anlatıldığı gibi, Peygamberimiz böyle şeylerden sakındırmış ve yasaklamıştır. Buharî’de ge­çen hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Al­lah, yahudilere ve hristiyanlara lanet etsin. Onlar pey­gamberlerinin mezarlarını mescidler (tapınaklar) hali­ne getirdiler.” Hz. Ayşe; “Eğer bu endişe olmasaydı Peygamberimizin mübarek kabri açık bir alana yapılır­dı. Fakat Peygamberimiz onun mabed haline getirilme­sinden çekiniyordu.” buyuruyor.

Vefatından beş gün önce Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: “Sizden önceki insanlar kabirleri mescidler (tapınaklar) haline getiriyorlardı. Dikkat edin, kabirle­ri mescid haline getirmeyin. Ben sizi bundan menederim.[98]

Daha ileride şöyle söyler:

“Müslümanlar Tüster’i fethettiklerinde orada Dan-yal (a.s.)’ın kabrinin olduğunu ve şehir halkının burada yağmur duası yapıp ondan su göndermesini diledikleri­ni gördüler. Ebu Mûsâ el-Eş’arî hazretleri Hz. Ömer’e (r.a.) durumu haber verdi, o da şu haberi yolladı:

Gündüz on üç mezar kaz. Geceleyin o kabri bu me­zarlardan birine naklelederek defnet. Taki insanlar fit­neye düşmesin ve ondan bir daha yağmur isteme hata­sına fırsat bulamasın.

Gerçekte sahâbe-i kiramın yolu işte buydu. Bu ba­kımdan sahabe ve tabiîn zamanında İslâm ülkelerinde, bir kabir üzerine yapılmış mescid görülmezdi. Hiçbir yerde ziyaretgâh haline getirilen türbe de yoktu. Ne Hicaz’da ne Yemen’de ne Suriye’de ne Mısır’da ne Irak’da ne de Horasan’da.”[99]

Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazmaktadır: “Kabirleri hac eden (hac yapar gibi tavaf ederek zi­yaret eden) onları tapınak, mescid, kutlama yeri haline getiren insanların izine sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemlerinde rastlanmamaktadır. İslâm’da; etrafında dolanılarak hac eder gibi ziyaret edilen öyle kabir ve türbe yoktur. Bu İslâm’ın ilk üç asrından sonraki döne­minin türemesidir. Bid’atm özelliği de zaten; ne kadar Hz. Peygamber (s.a.)’e ters düşüyorsa, onun ortaya çı­kışı o kadar geç olmasıdır. Zaten işin başında açık ve kesin karşı çıkılamayan bid’atlar ortaya çıkar.[100]

Türbeleri İcâd Edenler Bâtınî ve Râfızîlerdir:

 

İbn Teymiye’nin araştırmalarına göre, bu anıtkabir ve türbeler bid’atmı ve buraları ziyaret etme propagan­dasını başlatanlar Bâtmîler ve Râfızîlerdir. Onlar bu konuda hadisler uydurmuşlardır. Çünkü onların asıl hoşlandıkları, imamlarının türbelerini ve anıt mezarla­rını ziyaret etmektir. İbn Teymiye şöyle buyuruyor:

“Bu türbeleri ziyaret etmek için seyahate çıkmanın faziletini anlatan hadisleri ilk uyduranlar Rafızî ve benzeri diğer bid’at ehli kişilerdi. Onların prensibi: ca­mileri viran bırakıp şirkin, küfrün, yalanın ve yeni bir din uydurmanın şekli olarak anıtkabirleri, türbeleri debdebeli, cazibeli ve şatafatlı kılmak, onlara saygı ve hürmet göstermektir. Kitap ve sünnette türbe yerine yer yer mescid kelimesi kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde sırasında (namazınızda) yüzünüzü kıble tarafına çevirin. Allah için dinde samimi kişiler olarak Allah’a ibadet edin. İlkin sizi O yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.”[101]

“Muhakkak ki bütün mescidler Allah’a ibadet için kurulmuşlardır. O halde Allah’la birlikte başka birine ibadet etmeyin. “[102]

‘Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âkiret gü­nüne iman eden, gereği üzere namazını kılan… kimse-ter imar edip onarır.[103]

“Siz ibadet için mescidlere kapanıp itikaf halindey­ken geceleri de hanımlarınıza yaklaşmayın. “[104]

“Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın ismi anıl­maktan meneden ve harab olmaları yolunda çalışan kimselerden daha zalim kim vardır. “[105]

Şu sahih hadiste de aynı şey bildirilmiştir: “Sizden önceki insanlar (yahudi ve hristiyanlar) kabirleri mes-cid haline getiriyorlardı. Dikkat edin, kabirleri mescid­ler haline getirmeyin. Ben sizi bundan menederim.[106]

İbn Teymiye; bu türbeler ve meşhur ziyaret yerleri­nin çoğunun uydurma ve tahmini olduğunu ortaya koy­muştur. O bu konuda şöyle diyerek ne güzel yazmakta­dır:

Türbeleri ve mezarları tanıyıp bilme meselesinde şeriatın hiçbir buyruğu yoktur. Bu, dinin bir parçası değildir ki, Allah onu korumayı garantilesin. Bu ba­kımdan onlar içinde pek çok sahte ve uydurmalar var­dır. Pek çok kabir ve türbeler asılsızdır. Nesilden nesile insanlar bu konuda yanlış bilgiler edinmişler, asılsız şeylere inanmışlardır. O şöyle yazar:

“Türbelerden çoğu tamamen uydurmadır, çoğu da şüphelidir. Bu konuda insanların bu kadar yanlış ka­naate saplanmalarının sırrı ve sebebi şudur: Türbeleri tanımak, onların kime ait olduğunu ve nice olduğunu bilmek dinin bir parçası değildir ki Allah onu korumayı garantilemiş olsun. Çünkü ümmetin bu bilgilere ve on­ların aslını astarını araştırıp öğrenmeye ihtiyacı yok­tur, dinin hiçbir meselesi de buna bağlı değildir.”[107]

Türbelerde Murada Erme Uydurması:

 

Bu konuda büyük bir fitne yayılıyor ve bu türbeler­de, ziyaretgâhlarda pek çok ağır hastalar şifa buluyor, dualar kabul oluyor şeklindeki uydurma haberler orta­lığı kaplıyordu. İnsanlar bu konuda tecrübelerini, gör­düklerini ve başlarından geçeni birbirine anlatıyorlar­dı.

Allah Teâlâ’nın dinde sağlamlık ve imanda kesinlik derecesi lütfettiği İbn Teymiye bu gibi reklâmlardan, iddialardan, yalan propagandalardan etkilenecek biri değildi. Dinin kesin hükümlerini, Kitap ve sünnetin açık yazılı emirlerini bu reklâmlardan ve yalan haber­lerden dolayı terkedebilecek biri de değildi.

O, Allah vergisi basireti, gerçek dinî insiyatifi ile hareket etti. Meseleye Kitap ve sünnette bildirilen ke­sin bilgilerle ve mantıklı bir ferasetle baktı. Böylece bunların asılsız vehimlerden ve gerçek olnııyan zanlar­dan ibaret olduğunu ispat etti. Daha çok bu konuda hayvanların şifa bulduğuna ait haberler ve olaylar, naklediliyordu. İbn Teymiye bunun çok tuhaf, entere­san ve dikkat çekici sebebini anlatırken şöyle demekte­dir:

“Kahire’de bir kısım insanlar; Kölemenler (Fatımî-ler) hakkında onların   sâlih, evliya kullar olduğuna inanmaktadırlar. Ben onların münafık ve zındıklar ol­duğunu, en azından onların en iyilerinin râfîzî oldukla­rını söylediğimde hayrete düşerek dediler ki: Biz karnı ağrıyan atlan onların mezarlarına, türbelerine götürü­rüz de orada iyi olurlar. Ben de onlara; zaten bu onla­rın küfrünün en büyük delilidir, dedim. Bazı seyisleri çağırarak onlara: Siz Suriye ve Mısır’da atların karnı ağrıdığında onları nereye götürürsünüz? diye sordum. Onlar da: Biz Suriye’de İsmailîlerin bölgesinde olan Alîka ve Menkıye vs. gibi yerlere, Mısır’da da hristi-yanlarm manastırlarına ve kölemenlerin türbelerine götürürüz dediler. Bunun üzerine onlara: Siz o hayvan­ları salih ve ermiş müslümanların kabrine de meselâ Hz. Leys b. Sa’d, İmam Şafiî, İbnü’l-Kâsım vs.nin me­zarına da götürür müsünüz? diye sorduğumda; hayır götürmeyiz, dediler.

Orada olan bu bâtıl inanıştakilere; alın buyrun ba­kalım, dedim. İşte bu adamlar o atları kâfirlerin, mü­nafıkların kabirlerine götürüyor, hayvanlar şifa bulu­yor.. Bunun sebebi şudur: Kabirlerinde o adamlara

azap yapılmaktadır. Sahih hadiste de bildirildiği gibi, dört ayaklılar ve hayvanlar insanların seslerini işitir­ler. O halde bu atlar o tür azap feryadlanm duydukla­rında korkmaktadırlar. Bu dehşet ve korkudan dolayı karınları su toplamakta ve dışkı çıkarmaktadırlar. Korku ve dehşetten dolayı çok kere ishal meydana ge­lir. Bu bakımdan karınları çabucak boşalır, dedim.

Onlar buna şaştılar, hayretler içinde kaldılar. Pek çok insana ben bu sebebi anlatırdım. Başka birinin da­ha önce böyle bir şey yazdığını görmedim. Daha sonra bazı âlimlerin bunu anlattıklarını duydum.”[108]

Müşriklere Şeytanların Görülmesi:

 

Salih kulların ve evliyanın türbelerini ziyaret et­mekle murada erme olayları anlatılması, hem de ora­daki yatırın görülmesi, onunla konuşulması vs. gibi birtakım vakaların anlatılmasının bir başka sebebini İbn Teymiye açıklarken şöyle yazmaktadır:

“Bazı kimseler şeyhlerine yalvarıp yakararak ona dua ve niyazlarda bulundular. Ondan yardım dilediler. O da onların gözlerine göründü. Bazı kereler de o şeyh onların bir işini dahi hallediverdi. Böylece onlar bunu; şeyhin bizzat kendisinin gelip göründüğüne veya bu gö­rünenin şeyhin şekline girmiş bir melek olduğuna, bu­nun onun bir kerameti olduğuna inandılar. Bununla onlardaki müşrikçe inançlar daha da kökleşir, gelişir ve ağırlaşır.

Onlar nerden bilsin ki bu tür şeyleri ve işleri şey­tanlar puta tapanlara yapar, putperestlerin karşısında da ekseriya görünür ve bazı gizli şeyleri onlara anlatır, onların bazı isteklerini de yerine getirir.

İşte bütün bu saçma sapan işler son dönemin türet­tikleri, asırların en hayırlısı olan ilk üç yüzyılda varlık­ları olmayan birtakım uydurmalar ve türemelerdir.”

Başka bir yerinde şöyle yazar:

“Şeytanlar genellikle; kendisinden yardım dileni­len, kendisinden imdat etmesi istenilen kişiler şeklinde gözükmektedirler. Pek çok tarikat şeyhlerinin bağlıları (müridleri) bana şu olayları anlattı ve büyük bir kala­balık insan topluluğu bana; bazı canlı veya bazı ölü in­sanlara dua edip onlardan yardım dilediklerinde bu tip olaylarla karşılaştıklarını bildirdiler. Şeytanların güç­leri yettiği ölçüde insanları yanlış yola sevkettikleri, onları dalâlete düşürdükleri tamamen açığa çıkmıştır.

Eğer kişi İslâmı tanımıyorsa şeytan onu açık bir şirke ve katıksız bir küfre sokuyor. Allah’ı zikretmesi­ni, şeytana secde etmesini, ona kurban kesmesini em­rediyor. Leş yemesini, kan içmesini ona emrederek açık edepsizlikleri, hayâsızlıkları işlemeye hazır hale getiriyor. Bu sadece küfrün bulunduğu veya zayıf bir müslümanlığm hüküm sürdüğü, hatta insanların ima-: nının zayıf olduğu şehirlerde çokça olmaktadır.

Nitekim Mısır ve Suriye’de de böyle oldu. Moğolla­rın müslüman olmasından önce onlar arasında böyle olaylarla sıkça karşılaşılırdı. İslâm onlar arasında ya­yıldıkça onlar meselenin iç yüzünü her geçen gün daha iyi anladılar, anladıkları ölçüde de şeytanların etkisi zayıflayıp gitti.”[109]

İmam İbn Teymiye; bu olayın sadece salih kişiler hakkında ortaya çıkmadığını hatta yıldıza tapanlarda da böyle şeylerin görüldüğünü, onlarda da bu tür algılamalar ve görüntüler olduğunu yazmakta ve şöyle de­mektedir:

“Yıldızlara tapanlara, onlara dua edenlere öyle bir­takım şekiller görülüyor ki; onlara yıldızların manevî gücü diyorlar. Halbuki onlar; şirk koştuklarından dola­yı onları tam dalâlete düşürmek için karşılarına çıkan şeytanlardır. Nitekim bazen şeytanlar, putlara ve hey­kellere girerler, bazen insanlarla konuşurlar ve bazen de o türbelerde yatıp kalkanlara ve puthanelerde tapınanlara görünürler. Hatta başkalarına da görünürler [110]

İbn Teymiye’nin Islah Faaliyetleri ve Etkileri:

 

Kitabın baş taraflarında anlatılan, büyük insanla­rın yetiştiği 7. ve 8. yüzyıl, her ne kadar büyük bilgin­ler ve değerli maneviyât erbabı kişilerle dolu olup; ki­taplar yazılması, eserler ortaya konması, dinin halka anlatılarak davet ve irşâd yapılması bütün hızıyla yü­rütülüyordu. Bu devirlerdeki güçlü âlimlerin, Kitap ve sünneti temsil eden yetkili büyüklerin bu açık şirke ve (putperestlik cahiliyet)ine hiçbir şekilde razı olmaya­rak dilleri ve kalemleriyle mutlaka ona karşı çıkmış olacaklarında şüphe etmeye imkân yoktur.

Ama böyle bir duruma karşı cihad bayrağını açan, değerli ilmî çalışmaları ve araştırmaları yanında bu büyük fitneye karşı koymak için ortaya atılan, halka seslenerek, onlara anlatarak bu açık şirki reddedip onu yok etmeye çalışmayı kendine konu ve hayatının tek gayesi edinen büyük âlimler ya yoktu, ya da tarihin ge­nel görüntüsünde göze çarpmamaktadır. Veya onların seçkin ve üstün bir değeri yoktu da bu konuda kendi değerlerini ve ıslah çalışmalarını her zaman hatırlana­bilecek değerli ilmî eserler bırakmadılar.

Aslında her tarafı kaplayan bu fitneyle savaş-mak,tevhid inancını çok net bir şekilde açıklayıp orta­ya koymak ve ıslah, diriliş için Şeyhülislâm İbn Teymi-ye gibi bir büyük, güçlü zâta ihtiyaç vardı. Bu müşrikçe inançların, âdetlerin genişçe tenkidini yapmak ve İslâm toplumunu gittikçe kaplayan bâtıl akideleri, de­lilleriyle güçlü bir şekilde reddedip, bertaraf etmek ge­rekiyordu.

Tevhid inancının karakteri, te’ville ve halkın duru­munu gözetmekle birlikte yürümemesidir. Bunun için peygamberlerin pürüzsüz anlatışlarına ve tamamen furkân (hakkı bâtıldan ayıran) azameti taşıyan, müp­hem olmayan, kesin açık anlatış tarzlarına ihtiyaç var­dır.

İbn Teymiye, kendi devrinde peygamber vekilliği görevini yaptı ve; “Sana emredileni yap ve müşrikler­den yüz çevir” âyetine göre hareket etti. Onun bu gra­nit gibi çözülmeyen iradesi ve yenilmez azminden dola­yı; müslümanlarm, müslüman olmayanlarla karışması ve onlarla konuşup görüşmeleri neticesinde sapık mez­heplerin ve menfaatçı kişilerin tesirleriyle ortaya çıkan bâtıl inanışlarda, âdetlerde genel bir çöküntü ve çözü­lüş meydana gelmişti. Peygamberlerin gönderilmesinin en büyük amacı ve onların çağrılarının merkez noktası olan İslâm’ın tevhid inancı (Allah’ın tek, benzersiz ve mutlak her şeye gücü yeten ve yaratan olduğu akidesi); yeniden bir kere daha pırıl pırıl ve en temiz şekilde or­taya çıktı.

İbn Teymiye’nin, ıslah çalışmalarında hizmeti sa­dece bu olsaydı, onun dini yenileme, dini yaşama ve ya-

şatma çalışmalarındaki bu büyük başarısı onun için yi­ne de yeterli olurdu.

Onun kitaplarının etkisiyle kendisinden sonra da öyle İslâmı yaşama ve yaşatma mücâhidleri çıktı ki, onlar kendi devirlerinin müşrikçe inançlarına, âdetleri­ne ve (putperestlik cahiliyeti)ne karşı savaş bayrağını, cihad sancağını yükseltmişler ve, “Dikkat edin, hâlis din Allah içindir” âyetini öyle bir yüksek sesle haykır­mışlardır ki, İslâm dünyasının dağları, ovaları bu sesle yankılanmıştır.[111]

 

II. FELSEFE, MANTIK VE İLM-İ KELÂMI TENKİD, KİTAP VE SÜNNETİN ÜSLÛBUNU TERCİH

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin diğer bir ilim ve ıslâh faaliyeti ve başarısı da; onun kendi devrinde felsefe, mantık ve ilm-i kelâmı geniş bir şekilde tenkid etme görevini yerine getirmesi ve onların karşısında delilli bir şekilde Kitap ve sünnetin üslûbunun daha üstün ol­duğunu ispat etmesidir.

Onun bu başarısının ve hizmetinin büyüklüğünü anlamak için, o devirde felsefe ve mantığın İslâm dün­yasında ne dereceye ulaştığını, kafalara, beyinlere ve düşüncelere nasıl hâkimiyet kurduğunu bilmek ve İbn Teymiye’nin nasıl bir çevrede bu görevi yerine getirdi­ğini tanımak gereklidir. [112]

Yunan Felsefesinin İslâm Dünyasına Etkisi:

 

Yunan felsefe ve mantık kitaplarının tercüme işi Halife Mansur zamanında, aşağı yukarı H. 136 yılında başlamıştı. Mutezile mezhebi mensupları bu kitapları okumuş, onlardan faydalanmışlardı. Kendi kitapların­da Yunan felsefesinin tabirlerini kullanmaya da işte o zaman başlamışlardı. Fakat eski Yunan bilgilerinin asıl gelişmesi Me’mun zamanında başladı.

Me’mun, tercüme hareketini devlet olarak destekle­di. Kişi olarak kendisi, eski Yunan bilgilerinin hayranı

idi, onlara çok düşkündü. Endülüslü Sâid, Tabakât el-Ümem isimli eserinde şöyle yazmaktadır:

“O, Bizans krallarından eski Yunan filozoflarının kitaplarım istedi. Onlar da Eflâtun, Aristo, Sokrat, Ca-linos, Öklides ve Batlamyus vs.nin kitaplarını hediye olarak gönderdiler. Me’mun bunları büyük bir titizlikle tercüme ettirdi. İnsanları bunları okumaya teşvik etti. Onun devrinde bu kitaplar makbul oldu, herkes tara­fından tutuldu.

Böylelikle İslâm toplumunda felsefe gelişti. Felsefe­ye hayranlıktan dolayı akıllı ve zeki gençler ve ilim sa­hibi kişiler bu konulara daldılar ve uzun mesafeler al­dılar.

Bu konudaki yeteneklerini halife Me’mun’un değer bilir saltanat makamına getirip gösterdiler; ikramlar, izzetler, makamlar ve mevkiler elde ettiler. Bu şekilde­ki davranışlarla Abbasî devleti bu bilgilerde büyük Roma’ya eş ve aynı davranış ve bakış içinde olan bir idare görünümünde olmaya başladı.”[113]

Bu tercüme işi Me’mun’dan sonra da devam etti. Tarihten öğreniyoruz ki, H. 4. yüzyıla varıncaya kadar Yunan bilgileri birikiminin büyük bir bölümü arapçaya çevrilmişti [114]

Bu ilmî birikim içinde her ne kadar Eflâtun ve di­ğer Yunan filozoflarının eserleri ve görüşleri de bulu­nuyorsa da, belki de tercüme edenlerin (bunlar daha çok Nasturî ve hatta Yakûbî hristiyanlarla Cündişâpûr ve Harranlı felsefe âlimleri idi) şahsî temayülleri ve ki­şisel tercihleri sebebiyle veya yaşadığı zamanın daha yakın olması, eserlerinde eski filozofların görüşleri da­ha düzenli ve tertipli olarak bulunmasından dolayı Aristo’nun kitapları İslâm dünyasının ilim ve eğitim ortamlarında daha çok değer kazandı ve benimsendi. Sonunda da o, Yunan felsefesinin önderi, avukatı ve İslâm dünyasında da felsefenin timsâli haline geldi.

Yunan filozofları içerisinden böyle birinin İslâm dünyasının hissesine düşmesi müslümanlarm talihsiz­liği idi. Pek çok sebeplerden Ötürü -bu sebeplerden ba­zısının açıklaması İbn Teymiye’nin tenkidlerinde, an­latmalarında görülecektir- ve pek çok bakımdan sema­vî dinlerin ruhundan ve din duygu ve kavramlarından daha uzak ve daha bilgisiz, maddeci görüş ve düşünce­nin coşkulu davetçisi olan böyle bir adamın öncelikle ele alınması İslâm âlemi için bir bedbahtlıktı. [115]

Felsefeyi Taklid Dönemi:

 

Önceleri İslâm dünyasının felsefe bilginleri; Aristo felsefe ve mantığını gözü kapalı kabul etmeyi reddetti­ler. Tenkid ve inceleme konusu yapmadan onu üstün olarak kabul etmediler. Pek çok âlim onu reddetme ko­nusunda kitaplar yazarak, felsefe ve mantık görüşleri üzerinde serbestçe ve tenkidçi bakışla incelemeler yap­tı. Kendilerine şüpheli gelen ve zayıf buldukları yönleri çekinmeden açıkladı.

Bu konuda başlangıçta Mutezile mezhebi mensup­ları Önde gidiyordu. Onlardan Nazzâm ve Ebû Ali Cüb-bâî özellikle zikredilmeye değer.

  1. 3. yüzyılda Hasan b. Musa Nevbahtî, Kitâb el-Ârâ ve’d-Diyânât isimli eserini yazdı. Ayrıca Ebû Be­kir Bâkıllânî, Vakâi’ adlı bir kitap yazdı. Ö da bu kitabında felsefeye reddiye yazıp Arap halkının mantığının eski Yunanlıların mantığından üstün olduğunu göster­di.
  2. yüzyılda el-Milel ve’n-Nihal kitabının yazarı bü­yük âlim Abdülkerim Şehristânî, Perikles ve Aristo’yu reddeden bir kitap yazdı, mantık kaidelerine uygun olarak onların delillerini çürüttü. Aynı yüzyılın sonun­da İmam Gazâlî felsefenin karşısına geçip onun rakibi oldu. Tehâfütü’l-Felâsife isimli kitabı yüzünden yüz sene boyunca felsefenin direkleri sarsıldı.
  3. asırda Ebu’l-Berekât Bağdadî bu çizgiyi çok ge­liştirdi ve el-Muteber adıyla görüşlerin çarpıştığı bir kitap yazdı. O, bu kitapta, pek çok meselede Aristo’nun düşüncelerinin yanlış olduğunu gösterdi. Yine bu yüz­yılda İmam Râzî, İslâm kelâmcılanmn ve Eş’arîlerin savunucusu olarak felsefeyi itirazlarının hedefi haline getirdi.

Fakat İslâm dünyasında, Yunan felsefesini gerçek ilmin sözcüsü ve tercümanı kabul eden, Aristo’nun ki­şiliğinden, azametinden büyülenerek onu bir tür tenkid üstü, inceleme yapılamaz kabul eden ilmî bir ortam ve topluluk vardı.

Zamanla felsefe âlimlerinin Aristo’nun şahsına duydukları hayranlık ve ona gösterdikleri bağlılık iler­liyor ve felsefe ortamında Aristo her geçen gün mukad-deslik ve muhteşemlik mevkii kazanıyordu. Daha son­ra gelen her felsefeci bu büyütme ve mukaddes tanıma­da kendinden öncekinden daha aşın ve daha önde ola­rak göze çarpıyordu. Ebû Nasr Fârâbî (H. 339-m. 950), Eflâtun ve Aristo ile ilgili şöyle yazmaktadır:

“Bu iki filozof; felsefenin mucidi, onun metod ve prensiplerini ortaya koyan kimselerdir. Felsefenin ko­nuları ve meseleleri tamamen bu iki kişiye bağlıdır.[116]

İbn Sînâ (ö. 428 H.), Fârâbî’den daha fazla Aris­to’nun azametine, üstünlüğüne inanan, onu öven kişi­dir. O, eş-Şifâ adlı eserinde şöyle yazar: “Aristo’dan sonra bu kadar zaman geçmesine rağmen bugüne ka­dar onun ortaya koyduğu görüşlere ve ileri sürdüğü prensiplere bir ilâvede bulunulamamıştır.”

İbn Sina’dan sonra felsefe dünyası, İbn Rüşd (Ö. 595 H.)’den daha büyük âlim ve felsefe savunucusu or­taya çıkaramamıştır. İbn Rüşd, Aristo’yu takdis ve ta­zim etmekte İbn Sina’dan bir adım daha ileri gitmiştir. Eğer tasavvuf tabiri olan “Fena fi’ş-Şeyh” (Şeyhin kişi­liğinde kendini yok etme) akıl bilgilerine sokulmuş ol­saydı, İbn Rüşd için; Aristo’nun kişiliğinde kendini yok etme[117] derecesine ulaşmış kimse demek ne doğru olurdu. Onun hayatını yazan biri onun bu özelliğini şu cümlelerle açıklamaktadır:

“Aristo’yu yüceltme ve kutsallaştırma çizgisinde İbn Rüşd o kadar ileridir ki, ona bir sınır çizilemez. Ne– redeyse ilâhlaştırma noktasına varmıştır. Akıl ve er-ı demde onu insan yüceliklerinin seviyesinden de çok yu­karıda nitelemiştir. Eğer îbn Rüşd çeşitli ilâhlara inanmış olsaydı o zaman o, Aristo’yu ilâhlar ilâhı ya­pardı. “[118]

  1. 7. asırda felsefe ortamında Nâsiruddîn Tûsî (Ö. 672 H.)’nin kişiliği göze çarpmaktadır. Felsefe öğret­menleri ona, “araştırıcı Tûsî” adını vermişlerdir.

Bu dönem; Moğolların saldırılarının ve Bağdat’ın düşüşünün, İslâm dünyasını perişan ve şaşkın yaptığı bir dönemdir. O devirde genel bir ilmî çöküş İslâm dün­yasını kaplamıştı. Öyle bir devirde işte bu Nâsiruddîn Tûsî —kendisi Hülâgû Hân’ın güvendiği bir dostuy­du— Yunan bilgi ve felsefesinin bayrağını elinde taşı­yan kişiydi.

Onun talebeleri (Kutbuddîn Şirâzî ve arkadaşı olan Kutbuddîn Râzî onlar içinde özellikle ünlü olanlardır) eğitim öğretim ve kitap yazma işini yürüttüler. Bunla­rın yüzünden, bu felsefe ve mantığa merkezi değer ve­ren İran’ın eğitim sisteminin temeli atıldı.

Nâsiruddîn Tûsî, Aristo’ya akl-ı kül (bütün akılla­rın özü ve şaşmaz akıl) derecesi veren, onun görüşlerini son ve değiştirilmez kabul eden ekole (düşünce sınıfı­na) bağlıydı. O, İmam Râzî karşısında Aristo felsefesini bütün gücüyle savundu ve Aristo felsefesine yeni ruh verdi. [119]

FELSEFE VE MANTIĞIN İLMİ SORGULANMASI VE İBN TEYMİYE’NİN BAŞARISI

 

Şeyhülislâm İbn Teymiye, Nâsırüddîn Tûsî’nin ölü­münden 10 sene önce doğdu. Onun ilmî hayatı başladı­ğında, Nâsırüddîn Tûsî ve talebelerinin etkisiyle Yu­nan felsefe ve mantığının, yani Aristo felsefe ve mantı­ğının papağanı henüz ötüyordu (insanlar üzerindeki et­kisi devam ediyordu). Bu felsefenin konularını ve pren­siplerini anlamak; zekâ ve akıllılığın, üstün olma ölçü­sünün en son noktası kabul ediliyordu. Hiç bir kimse­nin onun karşısına veya ona karşı çıkma yolunda ağzı­nı açmaya cür’eti yoktu.

Hadis ve fıkıh bilginleri bu sahanın rakibi değiller­di. Onlar ancak en fazla onun haram olduğuna fetva verebilirlerdi. Ama bununla o durdurulamazdı.

İslâm dünyasının bilgi ve düşüncesi üzerine Aris­to’nun dehşeti yayılmış; bundan dolayı (felsefe ile ya­kın ve doğrudan ilgisi olan) bir zümrede şüphe ve te­reddüt kökleşmişti. Onlarda Sofîstâîlik (eşyanın varlı­ğını inkâr etme) eğilimi dahi bulunuyordu. Felsefe ile doğrudan ilişkisi bulunmayan zümreler aşağılık duy­gusuna sahip oluyor, dehşete düşüyordu.

Bu duruma karşı koymak için felsefe ve mantığın çekinmeden, cesaretle ilmî sorgulamasını, yargılaması­nı yapmaya ve ilmî açıdan onun zayıf ve geçersiz yönle­rinin üzerindeki perdeyi aralamaya gerek vardı.

O günün bu zorunluluğunu Şeyhülislâm İbn Tey­miye yerine getirdi. Onu apayrı bir konu halinde ele alarak eski Yunan felsefe ve mantığının geniş, delilli tenkidini ve onun bilimsel olarak yargılanmasını ba­şardı. Felsefe bilginlerinin; insanüstü varlık ve tenkidden, yargılanmaktan öte bir kişi kabul ettikleri bir müthiş adam (Aristo) ile tartıştı, ilmî münakaşa yaptı.

İbn Teymiye’nin yaptığı işin türü, tenkid ve yargı­lamasının şekli, bakış açısı ve karşı çıkışının yapısı ne idi? En iyisi onu anlamak için yine onun kitaplarına başvurulmasıdır. Aşağıda çeşitli başlıklar altında, yazı­larından bazı özetler, kitaplarından bazı alıntılar sunu­lacaktır. Bunlarla onun görüş açısı ve düşünce tarzı açığa çıkacaktır. [120]

Tabiat ve Matematik Bilgilerini Kabul Edişi:

 

Yunan filozoflarına, Aristo’ya bağlanılan bilgi dal­ları hakkında, onlarla ilgili ilim konularında İbn Tey-miye’nin görüşü çok ılımlı ve ölçülüdür. O, tabiat bilgi­leri, matematik bilgileri ve ilahiyat (teoloji) bilgileri olarak bunlar arasında ayırım yapmaktadır.

Kendinden önce geçen İmam Gazâlî gibi, tabiat ve matematikle ilgili bilgilerin pek çok meselelerinin doğ­ru ve makul oluşunu kabul eder. Bu konularda Yunan âlimlerinin zekâsını itiraf eder. Bir yerde şöyle yaz­maktadır:

“Evet, o filozofların tabiî bilgilerdeki sözleri, incele­melerinin büyük bir bölümü iyidir. Görüşleri, anlattık­ları bayağı geniş ve ayrıntılıdır. O meseleleri anlamak ve bilmek için onlar yetenekli bir zekâya sahiptirler. Pek çok konuda onlar gerçeği arayan ve görmek iste­yen kişiler olarak göze çarpmaktadırlar. İşi zora ve inada bindirmemişlerdir.”[121]

İbn Teymiye, bir yerde açıkça itiraf ederek; tabiiyat ve matematik gibi bilgiler, Yunan felsefecilerinin ana konusu ve onların inceleme ve düşünme alanıdır demiş ve şöyle yazmıştır:

“Fakat tabiî bilgilerde onların meselelere vukufu ve kavrayışları çok iyidir. Aslında bu onların düşünce ala­nı ve onlara özgü bir ilim dalıdır. Bu konuda onlar za­manlarının çoğunu harcamışlardır.’[122]

Yunan metametik ilmi hakkında görüşünü, er-Red Ale ‘l-Mantıkıyyln isimli eserinde şöyle açıklamaktadır:

“Matematikçilerin anlattıkları bu riyâzî meseleler; bütün akıl sahiplerinin üzerinde görüş birliği ettiği makul meselelerdir. Az çok herkes onu biraz bilmekte­dir. Çünkü o riyazi meseleler (matematik muhakeme) bilgi ve iş (ilim ve amel)in her ikisi için de gereklidir. Birin, ikinin yarısı olduğunda kimin şüphesi olabilir? Kim başka bir iddia ileri sürebilir?

Riyâzî meselelerin bütün kararlarının kesin oldu­ğunda, kabul edilmesi gerektiğinde hiçbir şüphe yoktur ve bunun üzerinde bir çürütme yapılamaz. “[123]

İhtilâfın Ana Dalı İlahiyat Felsefesidir:

 

İmam İbn Teymiye’nin Yunan felsefesine asıl karşı çıktığı bölüm, ilahiyat bölümüdür. İlahiyat konusunda o; Yunan felsefesinin yeteneksizliğini, güçsüzlüğünü, Yunan filozoflarının başarısızlığını ve onların bu konu­da hiçbir şey bilmediklerini tekrar tekrar, ısrarla anlatır.

O; bu ilahiyat konusunun, Yunan filozoflarının ilim dalı olmadığım; onların inceleme, araştırma, görüş or­taya koyma alanı olmadığını söyleyerek; bu alana adım atmakla onlar sınırlarını aşmışlar, kendilerini küçük ve gülünç duruma düşüren malzemeler ortaya koymuş­lar, demektedir. Bir yerde şöyle yazar:

“Felsefe ile uğraşanlar tabiî bilgiler dalında dikkat, düşünce ve geniş araştırma ile hareket etmekteler. Bu konuda seçkin kişiler oldukları göze çarpmaktadır. Fa­kat ilahiyat konusunda kesinlikle cahil ve gerçeği hiç tanımayan kimseler durumundadırlar. Bu sahada Aristo’dan nakledilenler çok azdır ve hataları çok fazla­dır.”[124]

Bir başka yerde, tabiî bilgilerde onların bilgilerini itiraf ederek ilahiyat bilgilerinde başarısızlıklarını şöy­le anlatır:

“Mesele Allah’ı tanımaya gelince; bu konudan filo­zoflar çok yoksun ve nasipsiz gözükmektedirler. Melek­leri, Allah’ın kitaplarını, peygamberlerini tanımaya ge­lince, hiçbir bilgileri yoktur. Bunları reddetme veya ka­bul etme gibi bir şeyden asla söz etmemektedirler. Ger­çekte bu konudan bahseden, sozeden filozoflar daha sonra gelen, başka dinleri ve milletleri gören filozoflardır.[125]

İmam İbn Teymiye; Yunan felsefesinin asıl temsil­cileri, ana direkleri durumunda olan kişilerin kendileri de; bu ilahiyat ilminin öğrenme yollarım, prensiplerini, önermelerini bilmediklerini, bu konuda kesin bilgiye ulaşmalarının çok zor olduğunu kabul edip itiraf ettik­lerini anlatmaktadır. O şöyle yazar:

“Felsefenin çatısını ayakta tutan direkler ve sütun­lar durumunda olan bu kişiler; ilâhî bilgilerde kesin bir kanaata, tam bir bilgiye ulaşma yolu bulamadıklarını kendileri açıkça söylemişler; bu konularda yapılabile­cek olan şeyin değeri ancak tahmindir, demişlerdir.

Bundan da anlaşılıyor ki, felsefecilerin elinde zan ve tahminden başka bir şey yoktur. Kur’an-ı Kerim’de-de belirtildiği gibi; zan ve tahmin hiçbir zaman gerçe­ğin yerini tutamaz.”[126]

Yunan İlahiyatı İle Peygamberlerin Getirdikleri Bilgilerin Karşılaştırılması:

 

Yunan filozoflarının ilahiyat konusundaki görüşle­rini, kıyas ve tahminlerini tenkid edip bunun üzerinde görüşlerini açıklarken İbn Teymiye, onlara hayret etti­ğini açıklar ve peygamberlerin bildirdikleri gerçekleri, getirdikleri bilgileri o filozofların karşısına dikerek on­larla çatışmaya başlar. Büyük bir coşku ve duygu ile şöyle yazmaktadır:

“İlahiyat konusunda (tabiatüstü konuları ve Al­lah’ın varlığını, sıfatlarını ve madde dışı varlıkları in­celeyen bilgiler) en büyük öğretici bildikleri Aristo’nun sözlerini bir kimse incelediğinde, kültürlü bir insan on­ları dikkatle okuduğunda; o Yunan filozoflarından da­ha fazla âlemlerin Rabbini tanımaktan nasibi olmayan, hiçbir şey bilmeyen bir kimse olmadığını kesinlikle gö­recek ve hayretler içinde kalacaktır.

Bazı kişilerin Yunan ilahiyatı ile peygamberlerin getirdiği bilgiler ve öğretilerle karşılaştırmaya başla­dıklarını görünce, insan bunun; demircilerin meleklerle veya köylü çiftçilerin dünya padişahıyla kıyaslamak; demek olduğunu hisseder. Hatta bunda bile bir ölçüde! ilim ve adalet ihtimali vardır. Fakat filozofların peygamberlere karşı konması son derece cehalet ve aşını bir zulümdür. Çünkü köyün çiftçisi herşeye rağmen! köy düzeninin bir parçasıdır. O padişahla bir tür ben­zerliğe sahiptir, bir bütünün ortağıdır.

Fakat filozoflarla peygamberlerin durumu Öyle de­ğildir. Peygamberlerin getirdikleri bilgiler konusunda filozofların hiçbir bilgisi yoktur. Hatta onlar onun ya­nından bile geçmemişlerdir. Gerçek şu ki; yahudi ve hristiyanlarm kâfirleri bile bu filozoflara nazaran ilâhî meselelerden daha çok haberdardırlar.

Benim bununla anlatmak istediğim sadece, pey­gamberlerin özelliği olan, başkalarına nasip olmayan, vahiyle bildirilen özel bilgi değildir. Çünkü bu konumu­zun dışındadır. Benim söylemek istediğim; Allah Teâ-lâ’yı bilmek, bir olduğuna inanmak, onun isimlerini, sı­fatlarını anlamak, peygamberlik, âhiret ve âhirette mükâfatı gerektiren, bu dünyadaki işleri öğrenmekle ilgili olan ve birçoğu peygamberlerin aklî delillerle an­lattıkları meseleler hakkındaki bilgilerdir. Bu ilâhî, dinî ve şer’î akıl bilgileridir ki, o filozoflarda bu bilgiler­den ne bir eser vardır, ne de onların anlattıklarında bu bilgilerden bir iz ve işarete rastlanmaktadır.

Peygamberlerin özelliklerinden olan bilgilere ve gö­rünmeyen gerçekleri tanımaya gelince; burada onları anlatmaya gerek yoktur. Bu konu, felsefe ve peygam­berlik bilgilerinin karşılaştırılmasına girmez. “[127]

Yunan Filozoflarının Cehalet ve İnkârları:

 

İlâhî bilgilerde filozofların yeteneksizliklerini, onla­rın bilgilerinin ve anlattıklarının eksikliğini, pek çok görünmeyen gerçekleri ve varlıkları inkâr edişlerinin sebebini İbn Teymiye şöyle anlatmaktadır:

“Peygamberlerin haber verdiği gayb âleminden (gö­rünmeyen gerçek âlem) ve bütün varlığı kuşatan, var­lıkları doğru şekilde bölümlere ayıran, sağlam bir sınıf­landırma yapan aklî düzenlemelerden filozoflar tama­men habersizdirler. Buna ancak bütün varlıkların her çeşidini kuşatabilenin gücü yetebilir. Bu filozoflar ise sadece sayısını ve onun bazı ayrılmaz parçalarını bil­mektedirler ki, bu da varlıkların çok azını tanımaktır. Çünkü insanların görmediği varlıklar gördüğü varlık­larla karşılaştırılırs a, görmediklerinin çok fazla olduğu görülecektir. Bundan dolayı, bilgileri filozofların bildir­dikleri kadarla sınırlı olan kişiler; peygamberler, me­lekler, arş, kürsî, cennet, cehennem vs.yi duyduğunda şuna inanmaktadır ki; var olan ancak kendilerinin bil­dikleridir. Onun bilgi çemberinin dışında var olanların varlığı yoktur. Bu dürunfda o kişiler şaşırıp kalmakta, bundan dolayı da kendi bilgilerine uygun biçimde pey­gamberlerin sözlerini te’vil etmeye (değişik yorumla­maya) başlamaktadırlar.

Aslında bu; bir delil olmadığından, bu varlıkların var olmadığını ispat eden bir bilgileri de bulunmadığın­dan, bir şeyin var olduğunu bilmemek ayrı şey, bir şe­yin yok olduğunu bilmek ayrı şey olduğundan —bizim bilmediğimiz şeyin yok olması gerekmez— onlar gö­rünmeyen gerçekleri inkâr etmeye başladıklarında, on­ların bu inkârı; bir doktorun, tıp bilgisi içinde cinlerin varlığının ispatı olmadığından dolayı cinleri inkâr et-

mesine benzer. Halbuki aynı tıp bilgisinde cinlerin var­lığının isbatı yoksa da, inkârı da yoktur. Aynı şekilde bir ilim dalında bilgisi olan ve o konuda halk karşısın­da üstün konumda olan bir kişinin, kendi branşının dı­şında olduğu için bilmemesinden dolayı bunları inkâr etmeye başladığını görürsün.

Gerçek şu ki, insanlar eşyaların varlığını kabul et­mekte yedikleri darbeleri, reddetmeleri halinde yedik­leri kadar yemediler. Aslını astarını, gerçek hâlini tam olarak bilemedikleri şeyi yalanlayıp onun varlığını inkâr etmeye eğilimli olması insanlarda çok eski ve yaygındır. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyu­ruyor:

“Hayır, o kâfirler; ilmini kavrayamadıkları ve he­nüz kendilerine hakikat ve inceliği hakkında bir bilgi gelmemiş olan şeyi (Kur’an’ı) yalanladılar. [128]

Puta ve Yıldızlara Tapan Yunanlılar:

 

Eski Yunan tarihinden anlaşılıyor ki; tabiat bilgile­rinin, riyazi (matematiksel) bilgilerin ve edebî bilgile- | rin büyük ölçüde temel bilgilerini dünyaya sunan, bu ; konularda insanlığa büyük bir birikim bırakan, binler- ! ce sene akıl ve düşünce önderliği yapan ülke; kendi tarih sürecinin büyük, bir bölümünde puta ve yıldızlara i tapan, yüzlerce vehim ve hurafelere saplanmış bir yerdi.

Modern tarih, Yunanlıların putçuluğunu ve onların millî mitolojisini (akıl mantık dışı efsâne inanışlar) açı­ğa çıkarmıştır. Artık eski Yunanın; devler, tanrıçalar, yıldıza tapınma mabetleri ve heykellerle örülü bir ağ içinde olduğunda şüphe yoktur. Tercüme edilerek İs­lâm dünyasına gelen ve onlar aracılığıyla da Avrupa’ya ulaşan eski Yunan felsefesi, işte bu putperestlik ve yıl­dızlara tapıcılık rengine boyanmıştı.

Yunan felsefecileri; kendi dinî düşüncelerini ve müşrikçe kavramlarını, felsefenin gösterişli ve azamet­li deyimleri içine aktardılar. Eski Yunan din tarihin­den haberi olmayan müslünıan felsefe âlimleri de, bun­ları ilmî gerçekler zannederek araştırma ve incelemele­rine konu edindiler ve onların .gerçek olduğunu ispat etmeye koyuldular. İmam İbn Teymiye, çok derin görü­şü ve üstün zekâsı ile asırlar önce bu inceliği açığa çı­karmıştır. Bir yerde şöyle yazar:

“Eski yunanlılar meselesine gelince; gerçek şu ki, onlar katı müşrik kimselerdi. Sihir ve büyü ile çok uğ­raşırlar, ondan zevk alırlardı. Yıldızlara, putlara tapar­lardı. Onlara taptıkları için astronomiye ve yıldızlara ilgileri artmış ve onlar adına mabedler yapmışlardır.[129]

Bir başka yerde de şöyle yazar:

“Bu bakımdan eski Yunan filozoflarının önce gelen veya daha sonra gelen başları, şirk inancına yol göste­rirlerdi. Önce gelenleri yıldızlara, küçük ilâhlar derler ve çeşitli şekillerde onlara ibadet ederlerdi. Bunların peşinden giden müslümanlar ise; şirkten menetmezler, tevhid inancını kabul etmeyi de gerekli görmezler, hat­ta şirki ya caiz kabul ederler veya buna emir verirler yahut da en azından tevhidi şart kabul etmezler.”[130]

Önceki ve Sonraki Yunan Filozofları Arasındaki Fark:

 

Eski Yunan filozofları ile, daha sonra gelen Yunan filozofları arasındaki farkı görmesi ve bunlar arasında­ki farklı düşünceyi sezmesi, İbn Teymiye’nin çok ince görüşlülüğü ve gerçeği tanıma büyüklüğüdür. Ona gö­re; eski filozoflar ile Aristo’dan öncekiler; görünmeyen gerçeklere, dinî düşünce ve kavramlara daha fazla ya­kın ve onları daha çok tanıyan kişilerdi. Aristo’da açık­ça göze çarpan; görünmeyen ve madde dışı olan gerçek­leri inkâr eğilimi onlarda görülmemektedir. Bir yerde şöyle yazar:

“Aristo’nun peşinden giden filozoflar; felsefenin te­meli ve direkleri olan filozofların peşinden gitmemiş­lerdir. Çünkü önceki filozoflar; kâinatın sonradan mey­dana geldiğine inanıyorlardı. Bu kâinattan öte, bir di­ğer varlık âleminin olduğunu da kabul ediyorlardı. O yüce âlemin cennetle ilgili hadislerde bildirilen nitelik­lerini anlatıyorlardı. Aynı şekilde onlar; Sokrat, Tales vb. gibi felsefenin direği olanların sözlerinde görüldüğü gibi, ölülerin dirileceğine de inanıyorlardı.”[131]

Aristo Dinî Gerçeklerden En Uzak Olandır:

 

İbn Teymiye’ye göre Aristo ile eksi Yunan filozofla­rı arasındaki bu farkın sebebi; o eski filozofların, pey­gamberlerin gönderildikleri ülkelere seyahat etmeleri, oralara gidip gelmeleridir. Bu şekilde onlar dinî ger­çekleri tanımışlardı. Fakat Aristo böyle bir seyahat yapmamıştı. Onun eline bu fırsat geçmedi. İbn Teymiye bazı tarihçilere atıfta bulunarak durumu şöyle anla­tır:

“Filozofların tarih ve biyografisini hazırlayanların anlattıklarına göre; felsefenin ilk dönem âlimleri (Pisa-gor, Sokrat, Eflâtun) Suriye vb. peygamberler ülkesine gidip gelmişlerdi. Buralara seyahat etmişler, Lokman Hekim vs. ile ve Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın ashabı ile görüşmüşler, onlardan faydalanmışlardı. Fakat Aristo, hiçbir zaman peygamberlerin gelmesiyle şeref kazanan bu bölgelere seyahat etmedi. Peygamberlerin getirdiği bilgilerden hiçbir zerre de kendisine ulaşma­mıştı. Halbuki ondan önceki filozoflara bu tür bilgiler ulaşmıştı. Aristo’da yıldızlara tapıcılığm ortaya koydu­ğu bilgiler vardı. Bundan dolayı o, putperestlik ve yıldı­za tapıcılığm verdiği bilgilere göre görüşlerinin temeli­ni attı. Onun peşinden gidenler de, gözlerini kapatarak onun kanun haline gelen bu tahminî görüşleri üzerinde yürüdüler.”[132]

Ne talihsizliktir ki, İslâm dünyasına yayılan ve be­nimsenen felsefe, Aristo’nun felsefesi oldu ve o; son dö­nemlerde Yunan felsefesi olarak kabul edilmeye baş­landı. Yani Yunan felsefesi sadece bundan ibaret zan­nedildi.

Bu noktada İbn Teymiye şöyle yazıyor:

“Fârâbî, İbn Sina, îbn Rüşd, Sühreverdî-i Maktul ve benzerlerinin takip ettikleri felsefe işte bu Meşşâî-lerin   felsefesidir. Bu da tamamen, felsefecilerin İlk

Öğretici1 adıyla andıkları Aristo’dan nakledilmekte­dir.[133]

Yunan Felsefesinde Allah Kavramı:

 

Aristo’nun bu felsefesinde Allah’ın varlığı ve Allah kavramı, sadece düşüncede var olan bir şey olarak kal­maktadır. İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazmakta­dır:

“Akıl ve fikir sahibi bir insan, onların sözlerini de­rinden incelediği zaman görecektir ki; (Aristo ve onu takip eden) filozofların belirttikleri o tek varlığın (Al­lah’ın) var oluşu kavramı, sadece düşüncede (zihinde) vardır, dışarda hiçbir yerde onun varlığı yoktur.”[134]

Filozoflar, Allah’ın fiillerini ve sıfatlarını reddedip inkâr etmekte öyle aşırı hareket etmişler ve onu en ba­sit yaratıklarda bile var olan kemâl sıfatlarından, bü­tün güzelliklerinden ve irâde gücünden uzak göster­mişlerdir ki, bu yüzden îbn Teymiye; bundan daha faz­la Allah’a hakaret olamaz diye düşünmektedir. Bir sö­zü naklederek bu gerçeği şöyle anlatmaktadır:

“Filozofların tevhid inancına bir tokat atıp defet­mek daha iyidir, diyen büyük zâtlardan biri ne güzel söylemiştir. Hatta gerçek şu ki, bunu söyleyen hafif bi­le söylemiştir.”[135]

İslâm Felsefecileri Yunan’ın Sadece Taklitçileridir:

 

İbn Teymiye’ye göre; İslâm döneminde ortaya çıkan sonraki felsefeciler, bu eski Yunan felsefesinin palavra­cıları ve Aristo’nun şaşmaz taklitçileridirler. Bu şaş­maz taklitçilikleri yüzünden onlarda açık hatalar ve büyük çelişkiler bulunur.

İbn Teymiye, bu müslüman felsefecilere; Hz. Pey­gamber aracılığıyla kendilerine ulaşan nimetin değeri­ni hiç bilmediler ve gözleri önünde duran, ellerinin eri­şebileceği bu ışık ve hidâyetten hiç faydalanmadılar, hatta bunlar onu perdelemeye çalıştılar diye çok kızar, onlara öfke ve kin duyar. Bu konuda da şöyle yazar:

“Bu son dönem müslüman felsefeciler, ilim ve iman erbabı nazarında insanların en cahilidirler. Onların sa­pıklıkları ve çelişkileri o kadar açıktır ki, birazcık akıllı çocuklar bile onu anlayabilir.

Çünkü onlar, sadece hak yoldan sapmış olan ken­dinden öncekilerin yolundan yürümeyi kararlaştırıp onların prensipleri üzerine kurulan yapıya göre davra­nacaklarına söz vermişlerdir. Böylece kalplere, kulak­lara perde geren kişi bu ışıktan, hidâyetten hiçbir fay­da temin edemez. Bu bakımdan onlar, güneşin ışığını üfleyerek söndürmeye çalışan veya eteğiyle onu kapat­maya çalışan kimselere benzerler.[136]

İbn Sînâ Peygamberliğin  Ne Demek Olduğunu Bilmemektedir:

 

Felsefeyi taklid eden, Aristo’nun peşinden giden, onun görüşüne göre dinî gerçekleri ve inançları açıkla­maya çalışan, felsefe ışığında ve ona dayanarak bu ger­çekleri anlamaya, anlatmaya çalışan ve İslâm hakim­leri (İslâm felsefecileri, İslâm filozofları) adıyla anılan bu İslâm döneminin felsefecilerini, İbn Teymiye şiddet­le tenkid etmektedir.

Ona göre, bu görülmeyen gerçekleri ve bilgileri sadece “Yunan felsefesinin yardımı ve onun kaide ve pren­sipleriyle anlamak mümkün değildir. Bu konuda o en çok; müslüman doğu ülkelerinde Aristo felsefesinin en güçlü açıklayıcısı, en büyük sözcüsü kabul edilen İbn Sînâ’yı tenkid eder. Bir yerde şöyle yazmaktadır:

“İbn Sînâ; peygamberlik makamının bile, nefis (ruh) güçlerinden bir güç olduğunu, nefislerin güçleri­nin ise kendi aralarında birbirinden farklı bulunduğu­nu ileri sürmektedir.

Böyle bir sözü ancak peygamberlik gerçeğinden ha­beri olmayan, peygamberliğin ne demek olduğunu anlamayan, ondan uzak olan bir kişi söyleyebilir.

Bunu, sadece şairlerin tabakalarını ve onların sı­nıflarını tanıyan bir insanın, dünyada fikıhçılar ve ta­biplerden de bir sınıf olduğunu ispatlamaya çalışması­na ve şâirlerin varlığı ile fakihlerin ve tabiplerin de varlığına delil getirmesine benzetebiliriz. Hatta bu misâl tam olarak oturmaz bile. Çünkü peygamberlerle peygamber’ olmayanlar arasında; fakih ve tabip ile şair arasında olan farktan daha büyük fark vardır. Fakat bu felsefeciler peygamberliğin ne demek olduğunu hiç bilmemekte dirler.

Peygamberlerin peygamberlikleri konu edilince bu filozoflara tabi olanlar, bunu da o filozofların prensiple­riyle, metodlarıyla ispat etmeye çalıştılar. Kaldı ki o fi­lozofların peygamberlik hakkında hiçbir ölçüleri, görüş ve düşünceleri yoktu, peygamberleri de tanımamışlar­dı,[137]

Bjr başka yerde şöyle yazar:

“Bu zümre içinde peygamberliğin ne demek olduğunu kavramaktan en uzak olanlar; Yunan felsefesinin takipçileri ile Bâtmîler ve materyalistlerdir. Onlara gö­re peygamberliğin temeli, bütün insanlar arasında bu­lunan ortak değerdir.

O da, rüyadır. Gerçekte Aristo ve bağlılarının dü­şünce ve incelemeleri arasında peygamberlik diye bir konu yoktur.

Fârâbî, peygamberliği; sadece rüyadan bir tür ola­rak kabul etmiştir. Bu bakımdan o ve onun gibi düşü­nenler; filozofları peygamberlere tercih etmektedirler.

İbn Sina’ya göre peygamberlik mevkii filozofluktan biraz yüksektir. O, peygamberliğin üç özelliği olduğunu kabul etmiştir:

Biri; peygamberin bilgiyi, öğrenmeye çalışmadan bilmesidir. Ona göre bunun adı, kutsal güçtür. Ona gö­re, peygamberliğin ne demek olduğu işte bu kutsal gü­cün ne demek olduğu demektir.

İkincisi ise; peygamberin kendi nefsinde bilinen bir şeyi canlandırmasıdır. Arkasından onun kendi iç dün­yasında bir takım nuranî (nurdan yaratılmış) şekilleri görmeye ve kendi içinde bir takım sesler duymaya baş­lamasıdır. Nasıl ki uyuyan bir insan uyku halinde bir takım şekiller görür, onlarla konuşur, onların sözlerini işitirse o da Öyle görür, konuşur ve işitir. Bütün bunla­rın varlığı, uyuyan insanın sadece içindedir, dışında hiçbir şey yoktur.

İşte bunun gibi, bir çok kişinin yanında bir pey­gamberin duydukları, gördükleri şeyler ve diğer insan­ların onun görüp duymasında ona eşlik etmedikleri bü­tün o şeyler onun iç âleminde ortaya çıkmaktadır. Dış dünyada asla varlığı olmayan, kendi iç âleminde gördü­ğü varlıklardır. Böyle olaylar, beyninde arızası olan ve­ya safrası, sevdası fazla olan kişilerde meydana gelir.

Ona göre peygamberin üçüncü özelliği de şudur: O

öyle bir güç elde eder ki, bununla o, âlemin temelinde tasarrufta bulunur da enteresan olaylar, tuhaf işler or­taya çıkar, gözlere görünür.

Onlara göre peygamberlerin mucizeleri işte bunlar­dır. Çünkü onlara göre âlemde ortaya çıkan olaylar, ya nefsânî gücün veya meleklik gücünün veya tabiat gü­cünün sonucu ortaya çıkarlar. Bu felsefecilere göre pey­gamberlerin nefislerinde doğan herşey faal aklın coş­kunluğu, cömertliğidir.

Yine onlar peygamberlerin sözlerini işittiklerinde, bu sözlerle kendi sözleri arasında bir benzerlik kurma­ya, bir uyum sağlamaya çalıştılar. Bu bakımdan onlar peygamberlerin sözlerini, buyruklarını ele alırlardı ama onu kendi prensip ve Ölçülerine uygun olarak açık­larlardı. Peygamberlerden alınmış sözler ve deyimlerle kitaplar yazarlardı. Peygamberlerin ve o felsefecilerin ne demek istediğini bilmeyen, aralarında ne kadar fark olduğunu anlamayan ve bu kitapları okuyan kimseler de bu felsefecilerin; peygamberlerin demek istediği şey­leri anlattıklarını ve açıkladıklarını zannederlerdi. İşte bu yolla pek çok kişi ve zümre yoldan çıktı ve dalâlete düştü. İbn Sînâ ve ona bağlı olanların sözlerinde bu du­rum açıkça görülür.”[138]

İlm-i Kelâm’m Çelişkisi ve Kelâmcıların  Tereddüdü:

 

İbn Teymiye’nin tenkidi sadece Yunan filozoflarına ve onun taklidçileri olan İslâm felsefecilerine değildir. O; her ne kadar İslâmı savunmaya çalışmışsa da, dini ve gözlerle görülemeyen gerçekleri ispat etmek için felsefenin ispat tarzını, önermeler metodunu, kendine öz­gü manalar taşıyan sınırlı ve eksik felsefî deyimleri kullanan kelâmcılan da tenkid etmiştir. Kitâb en-Nü-büvvât isimli eserinin bir yerinde şöyle yazmaktadır:

“O kelâmcıların; yaratılış, diriliş, başlangıç ve so­nuç üzerindeki sözleri ve yaratıcının varlığını ispat et­mekte söyledikleri sözler; ne akıl bakımından sağlam ve inandırıcıdır, ne de nakil bakımından tatmin edici­dir. Kendileri de bunu itiraf ederler.

İmam Râzî, ömrünün sonunda açık bir şekilde iti­raf ederek demiştir ki:

“Ben, kelâm yolları ve felsefe sistemleri üzerinde çok düşündüm. Sonunda; bunlarla ne bir hastalığın şi­fa bulacağı ne de susamış bir kimsenin kanacağı sonu­cuna ulaştım. Ben en doğru ve en yakın yol olarak Kur’an yolunu buldum. İnkâr konusunda şu âyeti biraz oku: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur”, “O’nu bilgiyle kuşatamazlar.” Yani onu tam olarak hiçbir kimse bile­mez. O’nun varlığına iman konusunda şu âyetleri gözönünde bulundur: “Rahman olan Allah arş üzerine istiva etmiştir”, “Temiz sözler O’na yükselir”, “Gökte olandan güvende mi oldunuz?”

Sonunda o şöyle demektedir: “Kim benim gibi tec­rübe ederse yine benim gibi aynı neticeye ulaşacaktır.”

Gazâlî ve İbn Ukayl da buna benzer aynı şekilde sözler söylemişlerdir. Gerçek işte budur.[139]

Bir başka yerde İbn Teymiye şöyle yazar:

“Kelâmcılar; ne aklın gereğine göre hareket edip saf akıl, katıksız akıl yolu üzerinde dosdoğru yürüdü­ler, ne de şeriat yolu üzerinde yürüdüler. Bunun da so­nucu ortada. Ne yaratılış dan gelen normal akim, normal düşünmesi kaldı, ne de şeriatın doğru düşünme Özelliği. Onlar akıl ve mantık bilgilerinde safsataya düştüler. Nakil ve kulaktan duyularak öğrenilen bilgi­lerde de aşırı inceliğe ve yersiz teferruata indiler. “[140]

İbn Teymiye; bazan bu kelâmcıların sorularının ve şüphelerinin tesir gücü fazla olmakta ama sorulara verdikleri cevaplar daha zayıf kalmaktadır diyerek ba­zı kelâmcıların hatalı durumlarını açığa çıkarmakta­dır. İbn Teymiye’ye göre; böyle kelâmcıların kitaplarım okumakla sınırlı kalan daha sağlam bilgiler alamayan ve onları İslâm’ın savunucusu, sözcüsü kabul eden kişi­ler; bu şüpheli ve güçlü sorulara karşılık daha zayıf ka­lan cevaplardan dolayı büyük zarar görmektedirler. O şöyle yazmaktadır:

“Bu kelâmcılar, peygamberlik konusunda konuşur­larken kafalarda, peygamberlik meselesinde çok etkili, herkesin farkedeceği ölçüde açık istifhamlar doğmakta­dır. Ne zaman ki onlar bu istifhamlara cevap vermeye başlıyorlar, durum değişiyor. Herkese rahatlıkla anlat­tıkları, kafalara kolayca yerleştirdikleri sorulara cevap vermeye kalktıklarında, cevapları çok zayıf ve cılız gö­züküyor. Biz buna örnekler de verdik. Bu durum şöyle bir sonuç ortaya çıkarıyor: Bu kelâmcıların yazdığı ki­taplardan, ilim, iman ve doğru yolu bulmayı, “hidâyeti” elde etmeyi isteyen insan; işte bu, İslâm’ın hâmisi, onu savunan, onun adına İslâm meselelerini tartışan ve İslâm meselelerini aklî delillerle ispat etmek için orta­ya atılan kimse olmasına rağmen, yazdığı kitaplarda işe yarar, inandırıcı, tatmin edici hiçbir delil olmadığı kanaatine varıyor. İnançlarında tereddüt ve sarsıntı meydana geliyor.

Kelâmcıların bu hareketleri, yani özellikle sarsıcı sorularından, zayıf cevaplarından dolayı, bilgileri o kelâmcıların ortaya sürdükleri delillerle ve verdikleri bilgilerle sınırlı kalan kimselere iman ve ilim yolu tı­kandı, cehalet ve nifak yolu açıldı, “[141]

Kelâmcıların ve Felsefecilerin Ortak Hatası:

 

Ibn Teymiye’ye göre; felsefeciler ve kelâmcılar aynı türden hataya düştüler. Bütün farklı görüşlerine rağ­men hareket tarzları aynı ve birdir.

“Kıyasla elde edilemeyecek olan şeyi kıyasla elde etmek istemeleri, bu iki grubun ortak hataları ve aynı ortak noktalarıdır. Onlar hem fıtratla (yaradılışla) hem de peygamberlikle, ikisiyle birden çatışmış ve güreş-mişlerdir. Bu bakımdan bu iki zümrenin görüşlerinde yanlışlar fazla, fayda azdır.[142]

Sözü Uzatıp Konuyu Zorlaştırmaları:

 

Kelâmcı ve felsefecilerin meseleleri ispat yolunda ileri sürdükleri deliller konusunda o şöyle demektedir:

“Bu konuda onlar, gereksiz ve yersiz olarak sözü uzatmışlar, konuyu ağırlaştırmalardır. Kelâmcıların uzun uzun deliller ve açıklamalarla ispat etmeye çalış­tıkları gerçekler; daha kolay bir yolla, özlü ve fıtrata uygun biçimde ispat edilebilir. Felsefeciler ve kelâm­cılar onları ispat için, yersiz uzatmaları ve karmaşık yolları tercih etmişlerdir.”

İbn Teymiye burada kendinden önceki bir tenkidçinin sözünü buna örnek olarak vermekte ve şöyle yaz­maktadır:

“Kulağın nerededir? diye sorulan bir adamın, sağ elini başının üzerinden uzatarak sol kulağını, güçlükle; şudur diye göstermesi gibidir. Halbuki sağ eliyle sağ kulağını veya sol eliyle de sol kulağını rahatça göstere­bilirdi, yakışanı da buydu.”

Burada İbn Teymiye, bir şairin şu beytini yazmak­tadır:

“Günlerce adam düşündü taşındı, nasıl edeyim diye kafasını yordu.

Büyük bir gayretten sonra suyu anlatmak için; işte bu, sudur dedi.”[143]

Kelâmcıların Delillerine Bağlı Kalınamaz:

 

Kelâmcıların; “Bu ana konuların doğruluğunu ispat etmek için kelâmcıların tercih ettiği bu açıklama yolla­rını ve ispatlama usulünü benimsemek gerekir, bunun başka bir yolu yoktur” demelerine İbn Teymiye katıl­mamakta ve şöyle demektedir:

“Ara sıra bu ispatlama tarzı ve açıklama usûlü doğ­ru olmaktadır. Ama, bundan başka herhangi bir ispat­lama usulü, başka bir izah tarzı yoktur demek yanlış­tır. Çünkü tecrübe, inceleme ve okumayla anlaşılmıştır ki, bir şeyi bilmek insanlar için çok gerekli ve lüzumlu ise Allah Teâlâ ona ait delilleri de, onu tanımayı da ay­nı şekilde bütün insanların anlayacağı biçimde kolay­laştırmaktadır.

Bu bakımdan yaratıcıyı ispat ve onun bir olduğu­nun delilleri ve peygamberliğin alâmetleri ve delilleri çokça bulunmaktadır. İnsanların onları tanıma vasıta-

lan ve yolları da yine çokça bulunmaktadır. Bu kelâm-cıların delillerine ve açıklamalarına pek çok kişinin hiç ihtiyacı yoktur. Genellikle bu ihtiyacı, ancak kelâmcı-ların bu yollarından başka bir yol bilmeyen veya başka yollara değer vermeyen kişiler hissetmektedir.[144]

Bu Usûlün Bir Zümreye Faydalı Oluşu:

 

Bununla birlikte İbn Teymiye; bu usulün, zihin ya­pısı ve karakter özelliği sebebiyle bazı kimselere fayda­lı olduğunu ve bu ispatlama tarzına ve kelâmcıların mantık usulüne göre açıklamalar yapılmadığı takdirde tatmin olmayan insanlara iyi geldiğini itiraf etmekte­dir. Ama bu; bilgi ve kesin kanaatin onların usul ve prensiplerine bağlı olduğu demek değildir. Aksine, bu; Özel bir çevreden, eğitimden ve psikolojik durumlardan dolayı meydana gelen bir beyin faaliyeti durumudur. O şöyle yazmaktadır:

“Bazı kimselerin durumu şöyledir: İspatlama tarzı ne kadar ince ve kapalı olursa, anlatılışları ne kadar uzun ve etraflı olursa o kadar onlara fayda sağlamak­tadır.

Çünkü ince meselelerde uzun uzadıya aramalar, düşünmeler, incelemeler onların alışkanlığı haline gel­miştir. Bir delil, az bir açıklama gerektiriyorsa veya çok açık ve rahat anlaşılır ise bu tür insanların nefsi ondan hoşlanıp tatmin olmamaktadır.

Böyle kimselere karşı kelâm ve mantık ilminin is­pat usulünü, anlatış tarzını kullanmakta bir sakınca yoktur. Bilinmek istenen şeyin, o tarza bağlı oluşundan değil, aksine o kişinin durumuna uygun düşmesinden dolayıdır.

Çünkü bu gibi kimseler; herkesin bildiği şeyleri bil­meleri ve zeki olmayan insanların da anlayabildikleri şeyleri anlamalarıyla özel ve üstünlük belirten bir du­rumun ortaya çıkmadığını düşünüyorlar ve bunun ken­dilerine ilmî bir ayrıcalık ve değer kazandırmadığına inanıyorlar. Onlar tabii olarak uzun uzun açıklanmış, geniş ve karışık bir şekilde ispatlanmış ince ve derin meseleleri bilmeyi istiyorlar. Bu tür insanlara karşı şüphesiz böyle bir yol tercih edilebilir.”[145]

Kur’an’ın İspat Tarzı Akla Daha Yakın ve Pürüzsüzdür:

 

İbn Teymiye, kitaplarında; bütün gücüyle didine­rek ve uğraşarak şunu anlatmaya ve ispat etmeye ça­lışmaktadır: Şeriatın amacım, görünmeyen gerçekleri ve dinî hakikatleri ispatlamak için en güzel, en sağlam ve akla en yatkın uslüp; Kur’an-ı Kerim’in ispatlama tarzıdır. O şöyle yazar:

“Kelâmcıların ve felsefecilerin ilahiyat konularında ortaya sürdükleri aklî deliller karşısında Kur’an-ı Ke­rim’in ileri sürdüğü deliller, daha mükemmel ve daha anlaşılır ve etkilidir. Hem de o felsefeci ve kelâmcıların ileri sürdükleri delillerde bulunan büyük çarpıklıklar­dan, saçmalıklardan da uzaktır.”[146]

Bir diğer yerde şöyle yazıyor:

“Kur’an-ı Kerim’de bulunan; akıl ve burhan kıyas­ları, ilâhlık, Rab oluş, Allah’ın tek oluşu, Allah’ın ilmi ve gücü, ahiretin ve yeniden dirilişin olacağı vb. gibi şeyleri tanıma, anlama üzerinde ileri sürdüğü deliller; insan nefislerini tatmin eden, olgunlaştıran en güzel ve lekesiz bilgilerdir.”[147]

Allah’ın Zât’ı ve Sıfatları Hakkında Kur’an-ı Kerîm ve Felsefenin Temel Farkı:

 

Başka bir yerde Allah Teâlâ’nm zât ve sıfatları hakkında; Kur’an-ı Kerim ve felsefenin bir prensip far­kını anlatırken o şöyle önemli ince bir noktayı yazmak­tadır:

“Kur’an-ı Kerim, ilâhî sıfatları ispat edip anlatır­ken geniş izahlarla hareket eder ve sadece benzerinin olmadığını belirtmekle yetinir. Nitekim Kur’an-ı Ke-rim’de: “Leyse kemislihi şey’ün=O’na benzeyen hiçbir şey yoktur” buyurulmuştur. Bu ise peygamberlerin an­latış metodudur. Onların anlatışında ve ispat metodun­da; var oluşu anlatış (ispat), geniş biryer tutar. Olma­dığını anlatmakta (menfi durumda)da kısa ve Öz ifade­ler yer alır.

Bunun aksine, rakip ve karşı olanlar (Yunan filo­zofları) ise, olmadığını (menfiyi) bildiren durumlarda bütün güçlerini kullanmakta, dehâlarını göstermekte-ler; var oluşu anlatmada (ispatta) ise işi geçiştirmekte, yüzeyden hareket etmektedirler.[148]

Yunan felsefesinin bütün yazılı eserleri İbn Teymi-ye’nin bu ince görüşünü onaylamaktadır. Felsefecilerin menfide yani işin olumsuz yönünü anlatmakta göster­dikleri aşırılık, titizlik; Allah’ın varlığını sadece bir zihnî kavram ve bir mefluç (hareketsiz, kusurlu), meçhul (tam olarak anlaşılamayan) ve zoraki bir varlık ha­line koymuştur. Fakat Allah nedir? Ve nasıldır? gibi konularda birkaç felsefî terimden başka onların eserle­rinde hiçbir şeye rastlanmamaktadır.

Bunun sonucu olarak da eski Yunanlılarda ve Yu­nan felsefesinin tesiri altında kalan bütün toplumlarda Allah’la hiçbir gerçek, canlı ve fiilî bir ilişki kalmamış­tır. Çünkü bu hakikî, fiilî, kalbî ve hissî ilişki için Al­lah’ın isimlerini, sıfatlarım ve fiillerini bilmeye ihtiyaç vardır. Felsefe ise bunun olmadığı üzerinde ısrar et­mektedir.

Dünyanın, akılla ilgili bilgiler tarihi boyunca hiçbir zaman insanların, sıfat ve fiilleri (niteliği ve ne işler yaptığı)ni bilmediği, o konuda hiçbir bilgisi olmadığı bir varlıkla kalp ilişkisi ve gönül bağı olmamıştır. Sev­gi ve korku, ümit ve arzu, dilek ve istek; hepsinin sıfat­lara ihtiyacı vardır. Yunan felsefesinde ise bunların hepsi de olumsuzdur.

Bu bakımdan din ve ahlâk tarihçilerinin anlattığı­na göre; eski Yunanlıların sadece Allah’la ilgileri değil, hatta dinle ilgileri bile tamamen yüzeysel ve isimden ibaretti. Bu ilgide hiçbir ruh ve derinlik de yoktu.

İmam İbn Teymiye bir yerde şöyle yazarak ne ka­dar doğru söylüyor:

“Yüzbin inkâr bir ispatın yerini tutamaz.”

Gerçek şu ki, kesin inkarcılık üzerine hiçbir din ve hayat binası kurulamaz. Herhalde bu yüzden batıda Yunan felsefesi, doğuda da Budizm; temel yapısı Allah inancı ve kavramı üzerinde kurulmuş olan bir toplum meydana getirmekte başarısız olmuşlardır. Bunun so­nucu olarak bu iki felsefenin etkisi altında bir tarafta putperestlik, diğer tarafta dinsizlik ve Allah’ı inkâr eğilimi son süratle sessiz adımlarla yayılmıştır.

Çünkü halkın tatmin ve doyumu ki onların yara­dılışında kulluk ve Allah’a tapma duyguları vardır böyle, felsefelerle sağlanamaz. Bu tür felsefelerin bütün ağırlığı, beyin ve düşünce sporları ve felsefi kavramlar üzerine olup; kalbe ve kafaya bilgi ile sevginin hiçbir gıdasını sunmamaktadır.[149]

Sahâbe-i Kiramın Üstünlüğü:

 

İbn Teymiye’ye göre: Peygamberimizden elde ettik­leri feyizden dolayı sahâbe-i kiramın öğrendikleri bilgi çok mükemmel ve derindi. Bu bilgilerde zorlama ve zo-rakiliğin adı sanı yoktur. İbn Teymiye; sahâbe-i kiram ile felsefe ve ilm-i kelâmdan etkilenen daha sonraki ki­şileri karşılaştırırken şöyle yazmaktadır:

“Sahâbe-i kiram, faydalı bilgi ve güzel amel bakı­mından insanların en üstünü olmaları yanında, zorla­ma ve zorakiliklerden de çok uzaktılar. Bir sahabenin ağzından, bir veya iki hikmet ve marifet sözü çıkarsa bütün millet bununla doğruya ulaşır, hidâyete ererdi. Bu; Allah’ın bu ümmete lütfettiği nimetlerden biridir. Buna karşılık başka insanlar, bu tamamen lüzumsuz ve uydurma görüşleri, tumturaklı sözlerle sayfalar do­lusu, uzun uzun anlatmaktadırlar.”[150]

 

ESKİ YUNAN MANTIĞININ İSLÂM DÜNYASINI BÜYÜLEMESİ

 

İbn Teymiye özlü ve geniş biçimde felsefeyi tenkid ettikten, onun pek çok prensiplerini, konularını saf akıl ve delil yoluyla reddeddikten ve onun zayıflığını, temel-sizliğini ispat ettikten sonra, eski Yunanın kendisiyle gurur duyduğu mantık ilmine de el atmış, onu tenkidçi bir gözle incelemiştir.

İslâm âlimleri üzerinde mantığın büyüsü (sihri), felsefeden biraz daha fazla etkiliydi. Ve onun baştan başa akla yatkın, delilli, sağlam ve kesin hükümlü ol­duğunda genellikle ittifak edilmişti. Kurtubalı Saîd’in anlattığına göre; üçüncü H. asırda mantık kitapları çok tutulmuştu.

Hicri 5. asırda İmam Gazâlî (r.a.) bile mantığa çok değer vermiş ve onu bütün bilgilerin başı saymıştı. Pek çok görüşlerin çarpıştığı ünlü kitabı el-Mustasfâ’nın girişinde şöyle yazmaktadır:

“Mantık bütün bilgilerin, ilimlerin başıdır. Bunu tam olarak bilmeyen kişilerin bilgi ve ilmine asla güvenilemez.”

Diğer bir kitabı Makâsıdu’l-Felâsife’de de şöyle yazıyor:

“Mantıkî konulara gelince; gerçek şu ki, o konula­rın çoğu doğru ve gerçektir. Onlarda hata çok az ve na­dirdir. Eski Yunan mantık âlimlerinin hak (iman) ehli kişilerle görüş ayrılığı olsa bile, bu sadece tabirler ve

itiraz türleri üzerindedir. Mâna ve maksatta değildir. Çünkü bu ilim dalının amacı ispat yolunu düzeltmek ve ıslah etmektir. Bu konuda bütün görüş sahipleri ay­nı düşüncededir.”[151]

  1. H. yüzyılın meşhur hakimi, felsefeci İbn Rüşd; mantığa o kadar aşırı, o kadar derin bir güven duyu­yordu ki, onu insanlık saadetinin kaynağı ve ölçüsü ka­bul ediyordu. O olmadan gerçeğe ulaşmak ona göre imkânsızdı. Onun biyografisini yazan biri şöyle demek­tedir:

“İbn Rüşd; Aristo mantığına aşıktı. Bu konuda şöy­le demiştir: Şüphesiz mantık, insan saadetinin kayna­ğıdır. Bir insanın saadet ve huzuru, o kişinin bu man­tık ilmini bilmesiyle ölçülür. Mantık; genel halk şöyle dursun, bazı özel kesimden kişilerin bile ulaşamadığı gerçeklere ulaşmayı kolaylaştıran bir vasıtadır.[152]

Yunanlıların bu mantık kitaplarına İslâm âlimleri daima saygı ve hürmetle el sürmüşler ve onun iddiala­rından, önermelerinden, temel ve küllî prensiplerinden çekinmişlerdir. Felsefeyi tenkid ve onun yanlışlarını ortaya koyma işi uzun bir aradan sonra belli Ölçüye ka­dar yapılmıştır. Fakat bildiğimiz kadarıyla, hiç kimse; müstakil olarak Yunan mantığının bilimsel sorgulama­sını (ilmî muhasebesini) ve yargılamasını yapmaya ge­rek görmemiştir. Bu konuda önemli bir değer taşıyan, incelemeli, geniş bir kitap da bulunmaktadır.[153]

Mantık Akıl Bilgilerinin Ölçüsü Değildir:

 

İbn Teymiye bunu ayrı bir konu edinen ve onun üzerinde serbestçe, müctehidçe (kesin görüşler bulup ortaya çıkaran tarzda) inceleme ve tenkid yapan ilk ki­şidir. Bu konuda o, kısa ve özlü olarak Nakz el-Mantık isimli kitabını, geniş olarak da er-Red Ale’l-Mantıkıy-yîn adındaki ikinci kitabını yazmıştır.

Anılan bu ikinci kitabında o; ilmî ve fennî (mantıkî) olarak, mantıkin önermelerinden, iddialarından ve sı­nırlarından, tariflerinden; genel olarak ve bölümler ha­linde bahsetmiştir. Bu ilim dalına İslâm âlimlerinin ne kadar önem verdiğini, onun gerçekliğini tasdik edip sağlam olduklarına inandıklarını, halbuki onun doğru olmadığını belirtmiştir.

İbn Teymiye, mantık ilminin, akılla ilgili bilgilerin ölçüsü olduğunu reddetmekte, sadece onunla yapılan ispatlar ve sonuç çıkarmalar ile kesin bilgiye ulaşabile­ceğine inanmamakta ve şöyle yazmaktadır:

“Bu insanlar; mantıkin, akıl bilgilerinin ölçüsü ol­duğunu, onu gözönünde bulundurmanın, ona bağlı kal­manın insanı beyin ve düşünce yanılgısından koruya­cağını söylemektedirler. Nasıl ki aruz bilgisi şiirin, sarf ve nahiv bilgisi de Arapçadaki bileşik ve tekil kelimeler için ölçü değeri taşıyorsa ve nasıl astronomi âletleri va­kitleri belirlemekte ölçü oluyorsa, aynı şekilde mantıki gözetip ona bağlı kalmak da beyni yanlış düşünmeden korumaktadır, demektedirler.

Fakat gerçek öyle değildir. Çünkü akılla ilgili bilgi­ler; Allah Teâlâ’nm insanoğlunu yaratırken verdiği an­lama ve kavrama yetenekleri aracılığıyla elde edilir. Bunlar, belli bir kişinin ortaya koyduğu ölçüye bağlı değildir.

Nasıl ki, bir milletin sadece duyularak Öğrenilen bir alışkanlığı olduğundan, Arapçayı taklid etmekten başka çare yoksa ve onun kaidelerini öğrenme vasıtası

sadece araştırmaya bağlı ise; aynı şekilde akıl bilgile­rinde de taklid yürümez. Bu şekilde ölçüde, tartıda, sa­yıda ve ziraat vs. de ölçülere ve benzerlerine ihtiyaç vardır. Yunan mantığı icad edilmeden önce de dünya milletleri eşyanın gerçeklerini, varlıkların hakikatleri­ni biliyorlardı. Mantığın icad edilip ortaya çıkışından sonra da bu böyledir.

Mantığın yardımı olmadan eşyanın gerçeklerini bi­len pek çok milletler ve bütün dünya milletlerinin pek çok akıllı kişileri; Aristo’nun bu mantık kaidelerini öğ­renmeden de hakikatleri anlıyorlar. Eğer bu kişiler; kendi durumları üzerinde şöyle bir araştırma ve incele­me yaparlarsa, kendi nefislerinin bu bir kişi tarafından ortaya konan o ilim dalı olmadan da gerçekleri öğrendi­ğini göreceklerdir.[154]

Mantıkin Birçok Esası ve Tarifleri Şüpheli ve Zayıftır:

 

İbn Teymiye; mantık esasları ve tariflerinin ilgili şeyleri tam olarak içinde toplayıp ilgisi olmayan şeyleri de dışarıda bıraktığını, mantık biliminin kendi konusu içinde en üstün dereceye ulaştığını, onun ileri sürdüğü hükümlere kimsenin itiraz etmeye imkânı bulunmadı-. ğını da kabul etmektedir. Bir yerde şöyle yazmaktadır:;

“Mantıkçılar, mantığın öneminin sınırında çok aşı­rılığa gitmişlerdir. Onlar kendilerinin, bu ilim dalında araştırıcı olduklarını ve gerçekleri bilen kişiler oldukla­rını iddia etmektedirler. Kendilerinden başka mantık ilminin sınırını belirleyen diğer âlimlerin görüşleri için; bunlar sadece sözden ibarettir, bizim görüşlerimi­zin ifade ettiği gibi gerçeği tam olarak ifade etmemek­tedir, demektedirler.

Bu mantıkçılar; kendilerine çok zor ve uzun bir yol seçmişler; çok tumturaklı anlaşılması zor ve insanı ür­küten tabirler kullanmaktadırlar. Ama gerçek şu ki bu; vakit kaybetmekten, beyni yormaktan, saçmalamak­tan, araştırıcılık iddiasından ve lafazanlıktan başka bir şey değildir. Hiçbir faydası da yoktur.

Bütün bunlar insanı, hiç faydası olmayan şeylerle uğraştırmaktır. Hatta bazı kereler sapıtmaya ve kalp­leri nifaka düşüren cahilliklerin doğmasına sebep olur. Her ne kadar onlar bunun; bilgi ve gerçeğe ulaşmanın temeli olduğunu iddia etseler de aslı yoktur. Onunla hiçbir şey elde edilemez.”[155]

Dağı Yarıp Saman Çöpü Elde Etmek:

 

İbn Teymiye, kitabının bir yerinde, gerçekten man­tığın, zahmet ve uğraşı çok fazla olup sonunda ele ge­çen faydaların az olmasından dolayı dağ yarıp sonunda saman çöpü elde etmeye (dağın fare doğurmasına) ben­zediğini belirtmiştir. Nakz el-Mantık”da şöyle der:

“Mantıkin bilinmesinin şart olduğunu söyleyenle­rin aşırı düşünceli ve gerçeklerden habersiz kişiler ol­dukları açıktır. Bizzat mantıkçıların kendileri dahi bü­tün bilgilerinde mantık prensiplerine bağlı kalmamak­tadırlar. Hatta bazı vakitler; o prensiplerin uzun olma­sından, bazan faydasız olduklarından, bazan bir takım prensiplerinin bozuk ve geçersiz oluşundan, bazan da o prensiplerin kısa ifadeli ve şüpheli oluşundan dolayı kendileri de bu prensiplerden yüz çevirmektedirler. Mantıkin öyle bir takım konulan, yerleri, meseleleri vardır ki; dağı yarıp sonunda saman çöpü bulmaya benzer. “[156]

Mantıkin Beyin ve İfade Gücüne Etkisi:

 

İbn Teymiye’ye göre, çok kere mantık; insan ruhunun faal oluşunu, düşünce ve ifadenin akıcılığını durdurmakta, onlar üzerinde kötü etkiler yapmakta­dır. Nitekim mantık kaidelerine, mantık üslûbuna aşırı bağlı olanlarda ifade dağınıklığı, anlatım bozukluğu, ağdalı konuşmaya özen, kapalı anlatma ve bir çeşit dü­şünce sapması meydana gelmektedir. Nitekim daha sonra gelen mantıkçıların yazıları ve son dönemin programlı mantık kitapları buna açık örnektir. İmam İbn Teymiye bu konuda şöyle yazar:

“Mantıkla uğraşanlarda düşüncesini rahatça açık-layamama, ifade ve kelimelerinde bir tür tutukluk, tı­kanıklık meydana gelmekte, beyin görevini tam yapa­mamakta, lisan bilineni tam ifade edememektedir. Bu­nun için, akıl ve basiret sahibi müslümanlar tâ işin ba­şından beri, mantıki durmadan tenkid edip geldiler ve zihinle dilin gelişip güçlenmesi yerine, mantıktan zihin ve dile zarar geldiğini sürekli ortaya koydular. “[157] Bir başka yerinde şöyle yazar:

“Zihin faaliyetinde ve kavramlarda genişleme ol­dukça ifadelerde, anlatımlarda da genişleme olur. Zi­hin faaliyeti darahp kavramlar yetersizleştiği zaman, insan sanki beyin ve dil yönüyle hapsolmuş gibi olur. Nitekim, Yunan mantığıyla uğraşanların çoğunda bu durum meydana gelmektedir. Bu tür kişileri; bilgilerini anlatma, kafalarmdakini ifade etme bakımından en ye­teneksiz kişiler olarak görürüz. Bu bakımdan onların zeki olanları bile, bildiğini anlatmaya başladığında ve mantıkçıların metoduna saptığında sözü uzatmaya, zorlamaya, ifadeleri ağırlaştırmaya başlar.

Olsa olsa onların en fazla başarısı şu olmaktadır: Bilinen bir şeyi anlatmak, açık bir şeyi de daha açık et­mektir. Bu ise mantıkla uğraşmaktan dolayı kafasına ve diline kilit vurulmasının sonucudur. Bazı kereler o, safsataya ve eşyanın varlığını inkâr etme hastalığına yakalanır. Bu hastalıktan korunmuş olanlar mantıkçı­ların yolundan gitmeyenlerdir.”[158]

Bazı İstisnalar:

 

İbn Teymiye’nin önünde; Yunan felsefe ve mantı-kmda derinlik kazanmalarına ve bu bilgilerde mücte-hidlik ve otorite derecesine ulaşmalarına rağmen güçlü kaleme, güzel ifadeye sahip olan edebiyatçı kişiler de vardı. Meselâ İbn Sînâ ki, onun şiirleri Arapçanın ru­hunun en güzel örneğidir, yazılarında da felsefecilerin aksine akıcılık ve tatlı bir ifâde bulunur. İbn Teymi­ye’ye göre ondaki bu özellik, İslâm ve Arap edebiyatı kültürüyle meşgul olmasının ve İslâm ilimlerinin bir lütfudur. İbn Sina’nın hayatı ve ahvâli incelendiğinde bu görüşün doğrulanacağında şüphe yoktur. O şöyle yazar:

“İbn Sina’nın bazı yazılarında göze çarptığı gibi; bu mantıkçılar ve filozoflardan hangisinin sözünde fesa­hat ve belagat (söz güzelliği ve anlatım rahatlığı) görü­lürse bilinmeli ki bu, o kimsenin; müslümanların man­tık ve edebiyatından faydalanması yüzündendir. Yoksa o, kendinden öncekilerin yolundan yürüseydi de müslü-manlardan elde ettiği bilgilerden yüz çevirseydi, onun da aklı ve dili ötekilerin aklı ve dili gibi kısır ve eksik olurdu.”[159]

Mantık Hakkında Kısa Görüş:

 

Bu tenkitler ve incelemelerden sonra, mantık bilgi­si hakkında İbn Teymiye’nin kısa ve özet görüşü, kendi ifadesiyle şudur:

“Mantıkin faydalı ve doğru olan miktarı, fitrî (insa­na doğuştan gelen) olandır. Normal yarıdılışlı bir insa­nın buna ihtiyacı yoktur. (Çünkü bu miktar normal in­sanda yaratılışından vardır.) İhtiyaç duyulan bölümün faydası ise, sadece; mantıkçıların deyimlerini, tabirleri­ni, ispatlama tarzlarını veya onların hatalarını anla­maktan ibarettir.”[160]

Bir başka yerinde şöyle yazar:

“Ben her zaman düşünmüşümdür ki; Allah’ın yara­tılıştan zeki kıldığı kişinin eski Yunan mantığına ihti­yacı yoktur. Zekâdan mahrum olan kişi ise zaten bu mantıktan hiçbir yarar sağlayamaz.”[161]

Mantıkin Gerçek Yeri ve Faydası:

 

Eski Yunan mantığı hakkında İbn Teymiye’nin bu görüş ve düşüncelerinde bir ölçüde aşırılık ve mübala­ğa görülse bile şunda hiç şüphe yoktur ki; 5. asrın so­nundan beri bütün İslâm dünyasını kaplayan, mantı­kin büyüklüğü ve kutsallığı sihrine, İbn Teymiye’nin tenkidleriyle bir darbe indirilmiştir. Böyle olması da gerekli idi.

Eski Yunanın mantık ilmine bizim eğitim ve ilim ortamlarımızda gösterilen aşırı ve mübalâğalı bağlılı­ğın ne ölçüde olduğunu şundan anlayabilirsiniz: Man­tık ilmini bilmeyen kişi, bütün bilgileri bilse de ve en büyük değerlere, yaratılışından gelen üstün zekâya sa­hip olsa da, o ortamlar tarafından ahmak biri olarak kabul edilegelmiştir.

Uzun süre Hindistan’da mantık ve felsefeye “bilge­lik” ve onlarla ilgili kitaplara da “bilgelik kitapları” adı verile gelmiştir. Bu aşırılık ve şiddetli bağlılığın karşı­sında bir tepki gösterilmesi de tabii bir şeydir. İşte bu tepkiden dolayı mantık hakkında normal ve ılımlı bir görüş ortaya konulabilecek ve ona hakkı olan yer veri­lecektir.

Mantık, bir tür beyinsel spor ve zihin alıştırnıası-dir. Bununla zihnin keskinleştirileceğinde şüphe yok­tur. Eğer iş bu noktada bırakılırsa kimse buna itiraz edemez. İbn Teymiye’nin kendisi de bunu itiraf etmek­tedir. er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserinin bir ye­rinde şöyle yazar:

“İnce ilimlerde düşünmek, onlar üzerinde uğraş­mak; zihni açar. Zihin bununla alıştırma yapmış olur. Aklı, bilgi öğrenmeye karşı güçlendirir. Bu aynen ata binicilik ve ok atıcılık çalışmaları ile nişancılık özelliği

kazanmaya, iyi binici olmaya benzer. İnsanlar savaş­tan önce de böyle söylerle uğraşırlar. İşte bu iyi bir amaçtır.[162]

Fakat insanların bunu, bir vasıta kabul edecekleri yerde gaye edinmelerine, bilgiye giriş yerine, asıl ilim diye kabul etmelerine her görüş ve insaf sahibi kişi ka­tılmayacaktır.[163]

Dînî ve İlâhî Gerçeklerde ml Mantıkin Çaresizliği:

 

Felsefe ve mantık hakkında başlangıçtan beri bir başka aşırılık da şöyle sürüp gelmiştir:Nasıl felsefe ve mantığın prensip ve kaideleri, akıl bilgilerinde kesin sonuç ve kesin karar kabul edilmişse, aynı şekilde dinî ve ilâhî gerçekler hakkında da felsefe ve mantıktan ra­hatlıkla faydalanılabilir, onların hüküm ve kararı ka­bul edilebilir demişlerdir. İbn Teymiye bu sözü şöyle açıklar:

“Eğer mantıka bir ölçek ve terazi değeri verilirse, yani mantık ilmi bir terazi kabul edilse bile, yine de bu terazinin işi ve görev sahası sınırlı olacaktır. Bu terazi ile dini gerçeklerin ölçülmesi (tartılması); odun, kömür ve taş tartan kantarla altın, gümüş ve mücevherat tartmaya benzer.”

Nakz el-Mantık isimli eserinde şöyle yazar: “Ağaç, demir ve taş tartmak için yapımış olan kan­tarla altın gümüş tartılamayacağı herkes tarafından kabul edilir. Peygamberlik meselesi ve peygamberlerin getirdikleri gerçeklerle, akıl bilgileri arasında; altınla diğer kaba eşyalar arasında olduğundan çok daha fazla üstünlük ve hassasiyet vardır. Bu yüzden siz mantıkçı­ların mantığı herhangi bir ölçü olamaz. Çünkü siz mantıkçıların mantık ölçüsünde cehaletle haksızlık bir aradadır. Ya da mantıkçılar onun değer ve ölçüsünü bilmemektedirler. Onlar peygamberlerin getirdiği ger­çekleri ölçmede, onların değerini açıklamada yetenek­siz olduklarından dolayı câhildirler. Yahut da onlar hakkı (gerçeği) inkâr ederler. Bu gerçekleri kabul et­meyişlerinden dolayı da zalimdirler. Halbuki onların kabul etmedikleri o şeyler haktır,”[164]

Yeri gelmişken burada, dokuzuncu yüzyılın bir baş­ka temiz yaratılışa, isabetli görüşlü ve bilgili tenkidçi âlimi İbn Haldun’dan, tamamen bu düşünceyi açıkla­yan bir alıntıyı sunmamız yersiz olmayacaktır. Bu alın­tıdan anlaşılan şu ki; dünyada birçok temiz yapılı ve iyi yetenekli insanlar, sadece kendi temiz yapıları ve iyi yetenekleri sayesinde gerçeği bulmaktadırlar. Aklın sınırlı olmasını, dinî gerçekleri ve görünmeyen haki­katleri aklın kavramaktan aciz olmasını anlatırken İbn Haldun şöyle yazmaktadır:

“Akıl, sağlam bir terazidir, kararları kesindir. O kararlar içinde hiçbir yalan ve yanlış yoktur. Fakat siz bu terazi ile tevhid meselelerini, âhiret meselelerini, peygamberlik meselesini, Allah’ın sıfatlarını ve akıl ötesi olan bütün meseleleri tartamazsınız. Bu boş bir uğraş olur. Bu aynen, eline altın tartan bir terazi geçen kimsenin bu teraziyle dağları tartmayı istemesine ben­zer. Bu da imkânsızdır. Dağlan tartamaması, terazinin sağlamlığına bir söz getirmez ama onun gücünün ve imkânının bir sınırı vardır. Aynı şekilde aklın çalışma­sının da bir sınırı vardır. O, bu sınırın dışına adım atamaz. Akıl Allah’ı ve O’nun sıfatlarını tam olarak bile­mez. Çünkü akim sınırı, onun varlığının bir parçası­dır.”[165]

Mantıkin Geniş Tenkidi:

 

İbn Teymiye mantık ilmine sadece özlü bir bakışla ve temel yapısına itirazlarla yetinmemiş, aksine bu il­min her yönü üzerinde tenkidçi ve hâkim bir inceleme yapmış, onun ilmî sorgulamasını da yaparak mantık il­minin pek çok prensibini ve herkes tarafından kabul edilen maddelerini kabul etmeyi reddetmiştir.

Onun üzerinde saf bir akılla ve bizzat mantık ilmi­nin çizgileri içinde incelemelerde bulunmuş, onun pek çok açıklamalarını ve belirlediği çizgileri tehlikeli, ye­tersiz ve zayıf bulmuş, kendisi onlardan daha güzel açıklamalar yapmış ve sınırlar göstermiştir.

İbn Teymiye, mantık ilminin pek çok önermelerine (karar ve hükümlerine) ve bu önermelerin sıralanma­sına katılmamıştır. Aristo mantığının temeli olan kı­yaslama metodu karşısında tümevarım (istikra) meto­dunu benimsemiş, bunun, bilgi ve kesin kanaat edin­mek için insan tabiatına daha kolay ve güvenilir yol ol­duğunu bildirmiştir. Bununla birlikte o, mantık ve fel­sefede yeni birkaç görüş ortaya koymuş ve bu ilim dalı­na katkıda bulunmuştur.

Merhum Seyyid Süleyman Nedevî, İbn Teymiye’nin er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eserine yazdığı mukad­dimede onun bu hizmetini ve büyüklüğünü açıklarken şöyle yazar:

“Siz eğer bu kitabı dikkatle, düşünerek okuyacak olursanız öyle çeşitli mantık ve felsefe meseleleri göre­ceksiniz ki, onların mucidi (ilk ortaya koyanı) îbn Teymiye’dir ve o meseleler; bugünkü Batılı felsefecile­rin eserlerinde belirttikleri görüşlerine tamamen uy­gun düşmektedir.

Meselâ; bütün müslüman mantık âlimleri, küllî meselelerin ilmin temeli olduğu konusunda Aristo’nun peşinden gitmişlerdir. Bundan dolayı da onlar, açık de­lilleri tercih etmişler, istikra (tümevarım) metodunu basit görmüşlerdir. Bu yüzden bazı Frenk (Avrupa) âlimleri; İngiliz mantık bilgini Mill’in tümevarım meto­dunu ilk düzenleyen kişi olduğunu ve modern mantığın temelini attığını bile yazmışlardır. (Halbuki bundan asırlarca Önce ilk defa İbn Teymiye’nin, bunun üzerine yüklendiği ve uzun açıklamalarda bulunduğu gerçek­tir.)

Aynı şekilde onun; sınır çizgisinin ne olduğu, cins, ayırım, gereklilik ve illetin ne demek olduğu, kıyas, tü­mevarım, herkes tarafından bilinenlerle ispatlama, kı­yaslama bir tezle yetinme… gibi önemli ve karmaşık konuları çözmesi ve sağlam delillerle görüşlerini anlat­ması, onun keskin zekâsına ve güçlü kavrayışına en büyük delildir. Onun illiyet (nedenlilik) ve gereklilik hakkında yazdıkları; meşhur felsefeci Hume’un kitap­larında anlattığı teorisinin aynıdır.

Bilgili insanlar; nedenlilik ve gereklilik (lüzum ve illiyet) meselelerinin insan beynini çok yoran, onu bü­yük yanılgılara düşüren en zor meseleler olduğunu bi­lir. Ve bu yanılgıya düşmeden dolayı da pek çok tabiat-çı (naturalist) ve haktan sapan dinsizler ortaya çıkmış­tır.

Bu kitapta İbn Teymiye’nin o kadar çok yeni buluş­ları ve yeni görüşleri vardır ki, bunlar onun büyüklüğünü ve harikulade zekâsını gösterir. “[166]

 

Akıl Bilimlerinde Taklid Doğru Değildir:

 

İbn Teymiye; kendisinin bu itirazlarına ve farklı, değişik görüşlerine bakarak halkın; Yunan bilgilerinin eski, büyük ilmî bir birikim olduğunu, bu ilmin geliş­mesinde, düzenli bir biçim almasında çeşitli nesillerin en muhteşem kafalarının payı olup akıl bilimlerini en yüksek seviyeye ulaştırdıklarını, bu yüzden artık bu bilimlerde hata ihtimalinin çok azaldığını, bu yüzden daha sonraki bir devirde gelen bir tenkidçinin onları tenkid edip itiraz etmesinin büyük bir ilmî cesaret ve zaman kaybı olduğunu söyleyeceklerini hissetmekte­dir.

İbn Teymiye bu iddiayı kabul etmemekte ve şöyle demektedir:

“Madem ki bu bilgiler sadece akılla ilgilidir ve te­melleri dikkat, düşünce ve incelemeye bağlıdır, o halde bunlarda sadece taklide (düşünmeden kabul etmeye) nasıl izin verilebilir? Bizzat o bilgileri nakleden, onla­rın herhangi bir vahiy ve ilhama dayanmadığını bildir­mekte, hatta onların temelini akıl üzerine kurmakta­dır. Bu bakımdan her devrin akılcılarının onlar üzerin­de tenkidçi incelemelerde bulunmaları, bu bilgileri akıl terazisinde tartmaları ve akla uymayan bir şey görün­ce onu çekinmeden reddetmeleri haklarıdır.”

İbn Teymiye, er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn isimli eseri­nin bir yerinde, bazı- mantık ilmi otoritelerinin şöyle söylediklerini nakletmektedir: “Bu bilgileri bin seneden beri en güçlü beyinler cilalamış ve her dönemin değerli kişileri onları kabul etmiştir.” Sonra da bu söze İbn Teymiye şöyle cevap vermektedir:

“Diyelim ki mesele böyledir. Fakat bu bilgiler halis akılla ilgili bilgilerdir. Onlarda bir kimseyi taklid etme­ye gerek yoktur. Bunlar zaten sadece akılla öğrenilir­ler. Bu bakımdan nakil yoluyla onların yanlışlarını bu­lup düzeltmek doğru değildir. O bilgilerde katıksız akıl verilerine göre söz söylendiğine göre, açıkça akla yat­kın bir görüş, o bilgilerde bir yanlışın yanlışlığını gös­terdiğinde onu reddetmek caiz değildir.

Çünkü mantık âlimlerinin kendileri; bu bilgiler bi­ze, tasdik edilmesi şart olan bir kişi aracılığıyla gelmiş­tir iddiasında bulunmamaktadırlar. Kendileri; onlar sadece akılla ilgilidirler. Bu bakımdan onlar konusun­da kesin akıl icablarına başvurmak uygundur ve akim kararını kabul etmek gereklidir, demektedirler.”[167]

İslâm Dünyasında Akıl Bilgilerinin Donması ve İbn Teymiye’nin Önemi:

 

Gerçek şu ki; makul olan şey daima makul olarak kalmalı, menkul haline gelmemelidir. (Yani akılla ilgili olan şey her zaman aklı ilgilendirmen, her devir ve her dönemde akıl kendi fonksiyonunu icra etmelidir. Aklın çalışması, aklın eşya üzerinde ve kavramlarda kendi yapısına göre düşünmesi gereklidir. Başka birinin doğ­ru, yanlış düşünceleri, isabetli, hatalı anlayışları ancak aklın sürekli çalışmasıyla anlaşılır. Daha önceki biri­nin görüşünü naklederek o ne dediyse kabul etmek, onu taklid etmek akıl bilgilerinin yapısına terstir.)

Fakat İslâm dünyasını ilmî ve fikrî bir çöküş kapla­yınca, beyin ve düşünme yeteneği, görevini rahatça yapmayı bırakınca, bütün felsefe ve hikmet bilginleri

de (yeni fikir üretmeyip) kendilerinden Önceki felsefe ve mantık âlimlerinin doğru, yanlış görüşlerini naklet­mekten başka işe yaramayan ve sadece onların yazdık­ları kitapları okuyan, görüşlerini nakleden kişiler hali­ne geldiler. Böylece de akıl bilgileri ile nakil bilgileri arasında fark kalmadı.

Sonra gelen İslâm felsefe ve mantık bilginlerinin en büyük başarılan, daha Öncekilerin yazdıklarını şerhet-, mek ve onların anlatmak istediklerini en öz ifadelerle anlatmak olmuştur. İşte bu, doğunun çöküş dönemidir.

İlim ve hikmete katkı, yenileme, yeni buluş ve ya­ratıcı iş yapma kapısı tamamen kapanınca, eski Yunan felsefe ve mantığım müslümanlar vasıtasıyla elde eden ve Yunan filozoflarının düşüncelerini, felsefelerini İbn Sînâ ve İbn Rüşd aracılığıyla öğrenen Avrupa’da -bir süre bu ilmî mirasla yetindikten sonra- düşünme, ince­leme, araştırma ve deneme hareketi serbestçe gelişme­ye başladı. Bunun sonucu olarak Yunan felsefe ve man­tığının döşeği, ters çevrildi; kıyas metodu yerine istikra (tümevarım) metodu üzerine mantığın temeli atıldı. İlim ve hareket dünyasında ve insana hiçbir şey verme­yen tabiat ötesi ve ilahiyat yerine tabiî bilgilere ağırlık verildi.

Bu fikri inkılap, sadece batı dünyasını değil, bütün insanlık dünyasını etkiledi.

Bunun aksine bizim eski eğitim ve ilim ortamları­mızda, bu eski Yunan bilgilerine ve onların doğulu izahçılarının ve en sonunda İranlı yazarların kitapları­na ve bunların şerhlerine, sanki onlar kopmayan ipmiş gibi ve isabetli görüşün en son noktası imişler gibi, kuvvetle yapışıldı.

Akıl bilgilerin deki donukluğun ve başkalarını tak-lid etmenin izi işareti bulunmayan çölünde İmam İbn

Teymiye’nin bu muhteşem yeni görüşler ortaya koyan hizmeti, Yunan felsefe ve mantığına ilmî tenkidler ya­parak onu sorgulaması; bir kilometre taşı ve yolu ay­dınlatan bir lâmba değeri taşır. O, felsefe ve mantıkda yeni görüşler ve düşünceler kapısı açan bir insandır. [168]

 

III. İSLAM DIŞI DİN VE FIRKALARI REDDETME

 

Şeyhülislâm Hafiz İbn Teymiye işte böyle, aşağı yu­karı bütün İslâm dışı mezhepleri, inançları red ve ten-kid hizmetini yerine getirdi. Hayatının büyük bir bölü­münü bu ilmî cihadla geçirdi. Onun herhangi bir eseri­ni, kelâm ve mantık konularından, kelâm ve mantık tartışmalarından sıyrılmış olarak bulmak çok zordur.

Fakat biz burada İbn Teymiye’nin karşı koyduğu, savaştığı fırkalar, mezhepler ve dinlerden sadece ikisi­ni, (Hristiyanlık ve Şiîliği) inceleme konusu olarak se­çiyoruz. Çünkü bu iki konu üzerinde onun iki ayrı muhteşem eseri, el-Cevâb es-Sahîh Limen Beddele Din el-Mesîk (îsâ Mesih’in Dinini Değiştirenlere En Doğru Cevap) ve Minhâc es-Sünne el-Nebeviyye ft Nakzi Kelâm eş-Şîa ue’l-Kaderiyye (Şiîlerin ve Kaderciye çile­rin Sözlerini Çürütmede Peygamberin Sünnet Yolu) vardır. Hatta bu ikisi arasında çok tatlı bir ilgi ve bir ölçüde ortak taraflar bile vardır. Bu ortaklığı belirten hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye şöyle buyur­muştur:

“Ey Ali, senin hakkında iki tür insan helak olacak­tır: Biri, aşırı sevenler; biri de kin duyanlar”.

Yine şu bakımdan da ikisi arasında ortak bir yön vardır: İbn Teymiye’nin zamanında dinlerden sadece Hristiyanlık ve mezheplerden de sadece Şiîlik (değişik kolları ve bölümleriyle birlikte) iki canlı hareket ve

güçlü dinî çalkalanmalar halinde görülüyordu. Belki bu yüzden İbn Teymiye bu ikisini iki ayrı eserine konu yapmıştır. [169]

A) HRİSTİYANLIĞI RED

 

Müslümanların siyasî çöküşüyle birlikte İslâm ül­kelerinde İslâmiyet dışındaki dinler ve mezhepler yeni­den nefes almaya, hareketlenmeye başladı. Bu dinler ve mezheplerden en fazla cesaret ve cür’et gösteren; İslâm ülkelerinde özellikle Mısır ve Suriye’de çok sayı­da inananları bulunan Hristiyanhktı. Özellikle Suri­ye’ye bitişik hristiyan prenslikler dizisi vardı. Bunların hâmisi olan koca hristiyan Bizas İmparatorluğu sınır­ları arasında kalan Suriye’de hristiyanlar çok daha faz­la bulunuyordu.

  1. H. yüzyılın sonunda tarihte Haçlı Savaşları diye meşhur olan hareket içinde Avrupa; Suriye ve Filistin’e saldırılar dizisini başlattı. Suriye’nin büyük bir bölümü müslümanların elinden çıktı ve Kudüs 90 sene boyunca hristiyanların idaresinde kaldı.

Sultan Selâhaddin Eyyûbî her ne kadar Hıttîn ova­sında hristiyanlan kesin bir yenilgiye uğratmış ve Ku­düs’ü geri almış idiyse de Suriye sahillerinde hâlâ hris-tiyanlann bir prensliği duruyordu. Hristiyan misyoner ve âlimlerinin bu fetihle cesaretleri, ümitleri o kadar artmıştı ki onlar Suriye’yi tekrar hristiyanlık bayrağı altına ve haçın gölgesine alma rüyası görüyorlardı.

Moğolların hücumu, bir taraftan müslümanlan ya­rım canlı, çok zayıf hale getirmiş, diğer taraftan da hristiyanlara büyük destek sağlamıştı. Birinci ciltte de anlatıldığı gibi, 658 H. yılında Moğollar Şam’a galip

olarak girdiklerinde hristiyanlar şehrin dışına çıkarak onları karşılamışlar, onlara hediyeler sunmuşlardı. Onlar haçları ellerinde havalara kaldırarak; hak üzere olan İsa Mesih’in dini üstün gelmiştir, diye naralar atı­yordu.[170]

 

el-Cevâb es-Sahîh’in Yazılışı:

 

Zâten hristiyan âlimleri ve papazları müslümanlar-la devamlı münakaşa ediyor, sorular soruyorlar, cevap­lar veriyorlardı. İslâm âlimleri de onların sorularına cevap veriyor ve sürekli olarak Hristiyanlığm yanlış ve sakat taraflarını açıklıyorlardı.

Fakat Kıbrıs’tan hristiyanların tartışmalı yeni bir eserinin Suriye’ye gelmesi, İbn Teymiye’nin bu konuya Özellikle yönelmesine sebep oldu. Bu eserde akıl ve na­kil bilgileriyle Hristiyanlığın doğruluğu ve Hristiyan inançlarının sağlamlığı gösterilmeye çalışılmıştı. Yine bu kitapta ısrarla; Hz. Peygamberin peygamberliğinin genel olmadığı, sadece Araplara gönderildiği ve hristi­yanların ona îman etmek zorunda olmadığı ispat edil­meye çalışılmıştı. Anlaşılıyor ki, o günlerde bu kitap Suriye’nin dinî ve ilmî ortamında yeterli derecede Önem kazanmıştı.

Bu kitaba cevap vermeye; bir taraftan kelâm ve akâid ilmine, diğer taraftan mezheplerin inançlarına çok iyi vâkıf olan, onları çok iyi bilen, bir taraftan da Eski Ahid ve Yeni Ahid’in sayfalarını çok iyi bilen ve Hristiyanlık tarihinden haberi olan bir kişi uygun dü­şerdi. Bu bakımdan o yüzyılda İmam İbn Teymiye’den daha çok bu işe ehil bir kimse yoktu. O, bu konuda kalemi eline aldı ve dört cild halinde el-Cevâb es-Sahîh Limen Beddele Dîn el-Mesîh isimli eserini yazdı. Bu eser sadece bu konuyla ilgili değildir. İbn Teymiye’nin eserleri içinde diğerlerinden farklı, seçkin bir yere sahiptir.[171]

Bu kitaptan; onun ne kadar geniş görüşlü, çok oku­yup incelemiş biri olduğu, dinler ve mezhepler tarihine derinden vâkıf olduğu, Önceki semavî kitapları çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu kitapta o, sadece savunma yapmakla ve İslâm’ın doğru ve hak olduğunu ortaya koymakla yetinmemiş, aksine muharref Hristiyanlığın temellerine bile hücum etmiştir.

Hz. Peygamberin gerçek peygamber olduğunu ispat etmek için kelâm ilmi ve fırkaların münazara kitapla­rının eskiden beri özelliği olan o meşhur eski ve terim-leşmiş delilleri ileri sürmemiş, aksine; daha çok kafaya yatan, gönlü tatmin eden ve imanı güçlendiren, adalet ve hakkaniyet taşıyan, akıl ve mantıkla hareket eden her insanı kabul ve itiraf etmeye mecbur bırakan yeni sebepler ve deliller ileri sürmüştür.

Daha sonra bu kitapta o; Hristiyanlık tarihi, Hris-tiyanlık kelâm ilmi, hristiyan âlimlerin ince görüşleri, te’villeri hakkında o kadar malzeme ortaya koymuş; Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderileceğinin müjdeleri, onun peygamberliğinin delilleri ve önceden verdiği haberler hakkında o kadar çok bilgiler sunmuş­tur ki, bütün bunlar tek başına herhangi başka bir ki­tapta bulunamaz. Bu bilgileri elde etmek için çok bü­yük bir kütüphaneyi taramak gerekecektir. Mısırlı bü­yük âlim Muhammed Ebû Zehra’nın şu görüşüne tamamen katılıyoruz:

“Şüphesiz bu kitap, İbn Teymiye’nin tartışmalı ola­rak yazdığı kitaplar içerisinde en sakin olanıdır. Tek başına bu kitap İbn Teymiye’nin; bildikleriyle amel eden âlimler, mücâhid imamlar ve ölümsüz düşünürler listesine girmesine yeterlidir.”[172]

Üzerinde durduğumuz konuda, bu kitaba özlü bir bakış atmamız ve ondan yapacağımız alıntılar yardı­mıyla bir özetini sunmamız gerekecektir. Bununla onun görüş açısı ve bu kitabın ruhu gözlerimiz önüne gelecektir. [173]

Hristiyanhk Hz. İsa’nın Öğretileri ile Roma Putperestliğinin Karışımıdır:

 

Hristiyanhğı tenkid ve reddetme konusunda kale­mi ele alan müslüman âlim ve yazarlardan çoğu Hristi­yanlık tarihini bilmiyordu. Onlar Hristiyanlıktan, Hz. İsa’nın sözleri ve yaşayışı zannederek ver semavî bir din değeri vererek bahsetmişler ve böylece ona, hak etme­diği bir değer ve şeref bahsetmişlerdir.

îbn Teymiye, Hristiyanlık tarihini ve onun zaman zaman gelişme ve değişmelerini araştırıp öğrendiğin­den dolayı kendi dönemindeki Hristiyanlığın; Hz. İsa’nın bildirdikleri öğretilerle eski Yunan ve Romalıla­rın müşrikçe (kafirce) inançlarının, âdet ve merasimle­rinin, putçuluklarmm, mitolojilerinin yoğrulduğu bir hamur olduğu gerçeğini tanımıyor değildir. Bu bakım­dan o, genel tenkidçilerin bu tarihî yanılgılarına düş­memiş, tam bir cesaret ve cür’etle mevcut Hristiyanhğı tenkid etme görevini yerine getirmiştir. Şüphesiz ki o, bu işi tam bir başarıyla noktalamıştır. O şöyle yazar:

“Romalılar, eski Yunanlılar vb. müşrik ve putpe­rest idiler. Basit heykellere ve yeryüzünde yapılmış putlara tapıyorlardı. Hz. İsa (a.s.), elçilerini ve davetçi-lerini Allah’ın emrine çağırmak için onlara gönderdi. O elçilerden bir kısmı Hz. İsa’nın göğe çekilmesinden son­ra o ülkelere gittiler. O ülke insanlarını Allah’ın dinine davet ettiler. Bazı insanlar Allah’ın dinini kabul edip bir süre onun üzerinde durdular. Sonra şeytan onlar­dan birkaçını yanıltarak, saptırarak Hz. İsa’nın getir­diğini değiştirmeye yöneltti. Böylece onlar Hz. İsa (a.s.)’ın getirdiği dinle, müşriklerin dinlerinin karışımı olan bir din icad ettiler.”[174]

Bir başka yerinde de şöyle yazar:

“Hristiyanlar iki dini birleştirerek bir din yaptılar. Biri; peygamberlerin getirdiği bir Allah’a inananların dini, biri de müşriklerin dini. Demek ki onların dininde bir bölüm peygamberlerin getirdikleri öğretilerdir. Bir bölüm de onların, müşriklerin dininden alıp kattıkları yeni sözler ve hareketler bölümüdür. İşte bu şekilde onlar ekânîm (üçlü ilâh inancı) sözlerini icad ettiler. Halbuki peygamberlerin anlattıklarında onun izine rastlanmaz. Aynı şekilde onlar boyutlu, eşyadan yapıl­mış ve gölge veren putların yerine gölgesi olmayan put­lar icad ettiler. Böylece şeriat diniyle tabiat dininin iki­sini bir araya getirmek için güneşe, aya ve yıldızlara yönelerek ibadet etmeyi, bahar mevsiminde oruç tut­mayı dinin içine soktular. “[175]

Günümüzdeki Hristiyanlık Konstantin Döneminin İcadıdır:

 

İbn Teymiye bundan bir adını daha ileri atarak şöyle demektedir:

“Hristiyanlığın başlangıç döneminde ve Paul (Pau-los) zamanında olan değiştirme ve tahrifatından başka büyük bir tahrif ve değiştirme de milâdi 3. yüzyılın meşhur Bizans imparatoru ve ilk hristiyan devletinin kurucusu Konstantin döneminde oldu.” Bu konuda o şöyle yazar:

“Hristiyanların inançlarını, dinlerinin emirlerini, hükümlerini, Hristiyanlık şeriatını; onların âlimleri ve ileri gelenleri sürekli yazıp gelmişlerdir. Nitekim im­parator Konstantin zamanında 318 kişi çeşitli Hristi­yan fırka ve mezheplerinin ittifak ettikleri bir konfe­rans (konsil) hazırladılar. Ariyus ile bu konsüle karşı olan diğerleri onlara lanet edip protesto ettiler. Bu ka­rar listesinde hiçbir semavi kitapta izine rastlanma­yan, hatta bütün semavî kitapların anlattıklarına aykı­rı olan, sağlam ve normal bir akla ters düşen meseleler[176]

Kitabın diğer bir yerinde ise şöyle yazar: “Bu dînî anlaşmada onlar, Hz. İsa’ya ve peygam­berlere uymamışlar, aksine yeni bir inançlar tutanağı hazırlamışlardır. Onların bu tutanakta kararlaştırdık­ları yeni inançlara, peygamberlerin sözlerinde rastlan­mamakta, bunlara ait bir iz görülmemektedir. Peygam­berlerin sözlerinde, hem de Hz. İsa ve diğer peygam­berlerin sözlerinde, hiç bir yerde hiç bir şekilde Allah’ın üçlü olduğu (ekanîm-i selâse) geçmemiştir. Ne üç oldu­ğu, ne fazla olduğu söylenmiş; ne de birde üç sıfatın ol­duğu, ne bir yerde herhangi bir ilâhî sıfata, Allah’ın oğ­lu veya Rabb’in oğlu kelimeleri kullanılmıştır. Ne Al­lah’ın diriliğine ruh denilmiş, ne de Allah’ın gerçek ilâh olan bir oğlu olduğu ve gerçek ilâhdan meydana gelen bir ilâh olduğu; onun babasının cevherinden geldiği, onun da, Allah’ın yaratıcı olduğu gibi yaratıcı olduğu söylenmiştir. Bu şekildeki sözler ve değişik türden küf­rü içine alan diğer sözler hiçbir peygamberden nakle­dilmemiş ve duyulmamıştır.[177]

 

İNCİLLERİN GERÇEK DURUMU

 

Bazı İslâm âlimleri İncil’i, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar derecesine koyarak inceleme ve anlat­ma hatası yapmışlar, hristiyan misyoner ve âlimlerinin iddialarından, propagandalarından etkilenerek onun da diğer semavî kitaplar gibi, semavî bir kitap olduğu­nu kabul etmişlerdir. Bu, sadece İncil’in tarihî yönünü bilmeme sonucu ortaya çıkan bir temel yanılgıydı. İbn Teymiye İncil’e hakkettiği yeri verir. Ona göre İncil’in dört çeşidinin değeri, genel siyer ve hadis kitapların­dan hiçbir şekilde daha fazla üstün yer tutamaz. O şöy­le yazıyor:

“Bu dört incil içinde bazı nakilciler, biraz Hz. İsa’nın sözlerini biraz da onun işlerini, hareketlerini ve mucizelerini nakletmişlerdir. Onlar Hz. İsa’dan ne duy­muşlar, ne görmüşlerse hepsini nakletmediklerini söy­lemişlerdir. Nasıl ki hadisçiler, siyer ve megâzî yazar­ları Hz. Peygamberin sözlerim ve hareketlerini naklet­mişler ve hiçbiri ona Kur’an derecesi vermemişse, aynı şekilde Hz. isa’nın sözlerini ve hareketlerini nakleden nakilciler de aynı işi yapmışlardır. O dört İncil’in duru­mu da bizdeki siyer ve hadis kitaplarının durumu gibi­dir.”[178]

Bir başka yerde ise şöyle yazmaktadır: –   “Bugün hristiyanların elinde bulunan İncil’le ilgili olarak hristiyanlarm kendileri; onun ne Hz. İsa tara­fından yazılmış, ne de onun kendisinin yazdırdığı bu kitap olmadığını itiraf etmektedirler. Onlar bu İncil ki­taplarının Hz.İsa’nın göğe çekilmesinden sonra (Hz. İsa’nın havarisi olan ve onunla bir arada bulunup gö­rüşmüş olan) Matta ve Yuhanna tarafından ve (Hz. İsa’yı hiç görmemiş olan) Marcos ve Luca tarafından yazdırıldığını kabul etmekdedirler.

Bunları; tevatür derecesine kadar ulaşacak şekilde çok insan ezberlememiştir. Bu incilleri hazırlayanlar da; Hz. İsa’nın söz ve hareketlerinin ancak bir kısmım naklettiklerini söylemişlerdir. Hz. İsa’nın bütün söz ve hareketlerini tam olarak bilmemektedirler.

Üç dört meselenin naklinde de yanılma ihtimali vardır. Özellikle şu bakımdan da Hz. İsa hakkında on­lar yanılgıya düşmüşler; kimin çarmıha gerildiğinde şüphe içerisinde olmuşlardır.”[179]

İbn Teynıiye sadece İncil’le ilgili değil Tevrat’la ilgi­li olarak da şöyle yazmaktadır:

“Tevrat’ın rivayet ve naklinde de kesinti olmuştur. Kudüs harabeye çevrilip İsrailoğulları oradan çıkarıl­dıklarında, yahudilerin kendi rivayetlerine göre; Azür denilen bir adam Tevrat’ı kaleme almıştır.

Yahudilerin düşüncesine göre Azür bir peygamber­di. Bazıları da peygamber değildi derler. Onların anlat­tıklarına göre Tevrat’ın bu nüshasıyla bir başka eski nüshası karşılaştırılmış; bir başka rivayete göre de, Merakeş (Fas)’de bulunan bir nüsha getirilerek onun­la karşılaştırılmış tır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bu kitapların için­deki sözler mütevatir (değişmediği kesinlikle ispat edilen sözler) değildir. Onların bazı yerlerinde yanlışlık ol­ması da imkânsız değildir. Nitekim böyle yanlışlıklar, birkaç kişinin naklettiği ve birbirine anlattığı, ezberle­dikleri kitaplarda ortaya çıkmaktadır.”[180]

Sonunda îbn Teymiye şöyle bir sonuç çıkarmakta­dır:

“Hristiyanlarm elinde bulunan İncil’lerin sözleri­nin, Hz. İsa’dan olduğuna dair gerçek ve sağlam bir rivayet (tevatür derecesine ulaşmış) nakli yoktur. Ne de onların uyguladıkları İncil emirlerinin ve inançları­nın Hz. İsa’dan geldiğine dair herhangi bir tevatür de­recesinde nakil (anlatım) vardır. Ne de, müslümanlar-da Kur’an-ı Kerîm ve şeriat hükümlerinin tevatür de­recesindeki naklinin herkes tarafından bilindiği gibi Yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ın sözlerinin ve pey­gamberlerin önceden haber verdiklerinin sağlam teva­tür derecesinde bir nakli vardır.”[181]

İbn Teymiye, Kur’an-ı Kerim, Tevrat ve İncil’in far­kım göstererek şöyle yazar:

“Kur’an-ı Kerim’in söz ve ifadeleri, Hz. Peygamber (s.a.)’den tevatür yoluyla gelmiştir ve onun üzerinde tam ve kesin bir görüş birliği vardır. Aynı şekilde tevatür derecesindeki sünnetler, yine onun gibi müslü-manların elinde peygamberin pek çok hayat olayları ve durumları yazılı olarak bulunmaktadır ki onların sağ­lamlığı, doğruluğu çeşitli yollardan anlaşılmaktadır. Meselâ ümmetin onları tasdik etmesi, âdetlerin delâlet etmesi vs.

Kur’an-ı Kerîm, müslümanlarm sinelerinde saklıdır. Kur’an-ı Kerim’in korunması herhangi bir yazılmış kitaba bağlı değildir. Eğer kitaplar —Allah koru­sun— dünyadan yok olsa bile bundan dolayı onun ko­runmasına bir zarar gelmeyecektir.

Bunun tersine eğer İncil’in yazılı kitapları yok olsa, içindeki yazıları kesin bir nakille nakletme imkânı yok­tur. Çünkü ezberlemelerine güvenilemeyen kitapları­nın birkaç tane sayılı ezbercisi vardır. Bu bakımdan peygamberlik döneminden sonra (Hz. İsa) o İncil kitap-ı larmda (mâna veya söz) değişiklikleri olagelmiştir. Ve bu bakımdan onlarda rivayet senedi müslümanlarda ‘ geliştiği gibi gelişmemiş; cerh, tâdil ve tezkire (biyografi) ilmi müslümanlarda olduğu gibi ilerlememiştir.”[182]

İncillerde Tahrif:

 

İmam İbn Teymiye’nin; Tevrat ve İncil’de sözlü tah­rifat (sözlerinde değiştirme) yapıldığına inanmadığı i yaygın olarak söylenirse de kitabı iyice okununca bu­nun yanlış olduğu anlaşılıyor. İbn Teymiye, tahrifatın mânalarda yapıldığını tekrar tekrar ısrarla ileri sür-ymüş, yahudi ve hristiyan âlimlerinin de aynı görüşte ; olduğunu söylemiştir.

“İncil’de ve Tevrat’ta tahrifat; içindeki metinlerden

O çıkarılan mânalarda yapılmıştır. O kitapların sözlerin-t den anlaşılan mânalar kendilerine göre değişik yorumlanmış ve inançlar başka yönlere çekilmiştir. Hristiyan h ve yahudi bilginler de mânada tahrifat yapıldığına  inandığına göre, tahrifatın mânada olduğunda görüş

birliği vardır” demekte, bu yönde deliller gösterip ispatlar yapmaktadır. Yahudi ve hristiyan âlimlerine karşı bu görüşü ileri sürmektedir. Bir yerde şöyle ya­zar:

“Müslüman, yahudi ve hristiyan herkes tarafından bu kitaplarda (Tevrat ve İncil’de) tahrifat yapıldığı; mânalarında, açıklamalarında ve hükümlerinde deği­şiklikler yapıldığı kabul edildiğine göre bu bile (o iki ki­tabın) geçersizliğine yeterlidir.”[183]

Kitabın bir başka yerinde şöyle yazar:

“İslâm âlimleri ve kitap ehli bilginleri, Tevrat ve İncil’in mânalarında ve tefsirlerinde tahrifat yapıldığı üzerinde görüş birliğindedirler.”[184]

Fakat tevrat ve İncil’in sözlerinde de tahrifat olmuş mudur, olmamış mıdır? Bu konuda İbn Teymiye; baş­tan başa bu kitapların sözlerinin değiştirildiğine, sözle­rinden hiç bir asıl sözünün kalmadığına katılmamakta­dır. O şöyle yazar:

“Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilme­sinden sonra bu İncillerin her dildeki bütün sözlerinin değiştirildiğini müslümanlarm söyledikleri doğru de­ğildir.” O şöyle devam eder: “Bildiğim kadarıyla İslâm âlimlerinden hiçbiri buna inanmamaktadır.”[185]

Şüphesiz ki o; bu kitaplarda kesinlikle bir miktar tahrifatın olduğuna, pek çok yerlerde sözlerinin değiş­tirildiğine inanmakta ve buna; herkesin benimsediği bir görüş, demektedir. O bu noktada şöyle yazar:

“Bütün müslümanlar; ‘Hz. Peygamber, Tevrat ve İncil’in içinde geçen her sözü kabul etmiştir.’ iddiasını reddeder. Ve pek çok mâna ve izahlarının, açıklamalarının değiştirildiği gibi bazı sözlerinin de kesinlikle de­ğiştirilmiş olduğuna inanırlar.”[186]

Bir başka yerinde ise şöyle yazar:

“Halkın üzerinde görüş birliğinde olduğu en doğru anlayış şu ki; bu kitapların bazı sözleri kesinlikle de­ğiştirilmiştir.”[187]

 

HRİSTİYANLAR PEYGAMBERLERİNİN SÖZLERİNİ ANLAMAMIŞTIR

 

İbn Teymiye diyor ki: “Hristiyanlarm doğru yoldan sapıp dalâlete düşerek üç ilâh inancına ve müşrikçe düşüncelere gitmelerinin en büyük sebebi, yanılgının ana kaynağı; hristiyanlarm, kendi peygamberlerinin pek çok sözünün gerçek mânalarını anlamamaları ve pek çok sözlerinin mânalarını değiştirmeleridir.”

İbn Teymiye; “Bu yüzden yahudiler, hristiyanlar-dan bir derece daha üstündür. Her ne kadar onlar inat­çı, kibirli ve gerçeği inkârda hristiyanlardan daha ileri­de iseler de peygamberlerin diline (üslûbuna) ve sözle­rine o kadar yabancı değildirler” demektedir.

Bu semavî kitapları iyi anlamak ve onlardan doğru bilgiler edinip ne demek istediklerini iyi bilmek için peygamberlerin ifadelerini, tabirlerini çok iyi kavrama­nın gerekli olduğu görüşü üzerinde İbn Teymiye çok durmakta ve şöyle yazmaktadır:

“Peygamberlerin bize hitap ettikleri dili; onların sözlerinin, ifadelerinin ne demek olduğunu, onlarla ne demek istendiğini çok iyi anlamak gereklidir. Bu çok önemli bir meseledir. Bunun dışında başka bir yola sa­pan kişi onların sözlerini asıl mânasından saptıracak, onlar adına yalan uyduracak, onlara iftira edecektir.[188]

İşte onların dillerim, tabirlerini, terim ve deyimle­rini iyi anlamamanın sonucudur ki; “Oğul” ve “Rûhu’l-Kudüs” kelimelerinin mânası yanlış anlaşılmış ve üçlü ilâh inancı ortaya çıkmıştır.[189]

Bu Kelimelerin Doğru Mânası:

 

Bu konuda da şöyle yazmaktadır:

“Ehl-i kitap; peygamberlerin ‘baba’ ve ‘oğul1 kelime­lerini söylediklerini, bunlarla babadan; Rabbi (Allah’ı) ve oğuldan da; seçkin ve sevgili mânası kastedildiğini söylediklerini nakletmişlerdir. Hiçbiri, bunlarla ilâhî sıfatlardan bir sıfatın oğul sıfatıyla açıklandığım nak-letmemiş ve Allah Teâlâ’nın sıfatıyla ilgili olarak; ‘o, ondan doğmuştur’ veya ‘o, onun doğurduğu oğludur’ de­memiştir. Öyleyse Hz. İsa’nın, insanlara; ‘baba, oğul ve Rûhü’l-Kudüs adına vaftiz olun’ sözündeki ‘oğul’ keli­mesini, Allah Teâlâ’nm ezelî bir sıfatıdır diye tefsir edip açıklamak Hz. İsa’ya kesin bir iftiradır. Çünkü onun dilinde ‘oğul’ kelimesiyle anlatılmak istenen Al­lah Teâlâ’nm sonsuz (kadîm ve ezelî) sıfatı değildi. İşte bunun gibi peygamberlerin sözlerinde geçen Allah Teâlâ’nm hayat (diri olma) sıfatı, ‘rûhu’l-kudüs’ kelime­siyle hiç bir zaman açıklanmamıştır. Onların dilinde ve tabirlerinde ‘rûhu’l-kudüs’ kelimesiyle bildirilmek iste­nen; Allah Teâlâ’nm kendisini, peygamberlere ve salih kullara indirdiği ve onunla onları desteklediği bir var­lık veya şeydi.”[190]

Kitabın bir başka yerinde hristiyanlara seslenerek şöyle yazar:

“Sizin haktan sapıp dalâlete düşmenizin sebebi; peygamberlerin açık ve kesin sözlerini bir tarafa ata­rak, kelimeler olarak, görünüş olarak hiç ilgisinin ol­madığı bir mânaya çevirmeniz, başka mâna çıkarma-nızdır. Siz muhkem (mânası açık ve kesin olan) sözleri terkettiniz; fitne ve te’vil (sözü kelimenin görünen mâ­nası yerine çok uzak veya ilgisiz mânalara çekme yolu) aramakta müteşâbihlerin peşine düştünüz. Eğer siz bu sözlerin görünen açık mânasına yapış s aydınız, haktan sapmazdınız. Çünkü peygamberlerin sözünde geçen ‘oğul’ kelimesinden hiçbir sıfat kastedilmemekte; aksi­ne Allah’ın dostu, Allah’ın sevgilisi demek olduğu bildi­rilmektedir. ‘rûhu’l-kudüs’le de vahiy ve melekten baş­ka hiçbir sıfat kasdedihnemiştir. Siz sözün görünen mânasını terkederek, kelimenin hiçbir zaman ifade et­mediği bir mânayı ele [191]

Oğul ve Rûhu’I-Kudüs Kelimeleri Ortak ve Geneldir:

 

Daha sonra İbn Teymiye Tevrat ve İncil’in ifadele­rinden, yazılarından örnekler vererek ‘oğul’ ve ‘rûhu’l-kudüs’ kelimelerinin Hz. İsa’ya özgü olmadığı, hatta çok kere başkaları için de kullanıldığını ispat etmekte ve şöyle yazmaktadır:

“Oğul ve rûhu’l-kudüs kelimelerinin Hz. İsa’dan başka diğer insanlar hakkında da kullanıldığına dair deliller, sizin elinizde de vardır. Siz kendiniz, Hz. İsa’­nın Havarilerine; ‘Şüphesiz Allah benim ve sizin baba-nızdır, benim ve sizin mabudunuzdur’ dediğini söylü­yorsunuz. O havarilerin kendileri; ‘Ruhü’l-Kudüs’ün kendilerine hulul ettiğini’ (kendilerinin içine girdiğini) söylemekteler. Sizin elinizde olan Tevrat’ın içinde şu ibare vardır:

“Rab Hz. Musa’ya dedi ki; Firavun’a git ve ona şöy­le de: (Rab diyor ki, İsrail benim ilk kızımın oğludur. Onları bırak da bana ibadet etsinler. Eğer sen benim ilk kızımın oğullarım bırakmayı kabul etmezsen ben de senin ilk kızının oğullarını katlederim. Firavun İsrail oğullarını bırakmayınca Allah dediği gibi Firavun’un ve Firavun kavminin ilk kızlarının oğullarım katletti. Tahta oturan Firavun’un oğullarından tut da diğer adamların ve hayvanların ilk kızlarının oğullarına va­rıncaya kadar hepsini katletti.”

İşte Tevrat dahi bütün İsrailoğullarına Allah’ın oğulları ve onun ilk kızının oğulları demekte ve Mısırlı­ların oğullarına, Firavun’un oğulları tabirini kullan­maktadır. Yine ondan daha geniş mânada kullanarak hayvanların yavrularına, hayvanların sahiplerinin yavruları demektedir.

Aynı şekilde Davud’un Mezâmir’inde: “Sen benim oğlumsun, benden iste, ben de sana vereyim” demekte-dir.İncil’de Hz. İsa’nın şöyle söylediği anlatılmaktadır: “Ben; benim ve sizin babanızın, benim ve sizin mabu­dunuzun yanına gitmek üzereyim.” Ve yine şöyle söyle­diği nakledilmiştir: “Siz ne zaman dua ederseniz; Ey gökte olan babamız! Kuddûs senin adındır, bize filan fi­lan nimetlerini ver, deyiniz.”

İşte böylece rûhü’l-kudüs’ün hulul etmesi sadece Hz. İsa hakkında anlatılmamakta, daha başka insan­lar hakkında da anlatılmaktadır.”[192]

Kısacası, şunu anlatmak isteriz: İbn Teynıiye delilli ye örnekli olarak ispat etmiş ve hristiyanların, Hz. İsa’nın oğul oluşuna, ona ilâhlığm girdiğine, Allah’la birleştiğine ve onun Allah olduğuna dair delil göster­dikleri kelimelerin Tevrat ve İncil’in pek çok yerinde Hz. İsa’dan başkaları için dahi kullanıldığım ortaya koymuştur. Bu kelimelerin birer kinaye, mecaz ve mu­havere (konuşma biçimi) olduğunu anlatmıştır. Sonun­da şu neticeyi çıkarmıştır:

“Geçmiş haberlerde; Tevrat, İncil, Zebur gibi semavî kitaplarda ve diğer peygamberlerin haberlerin­de, Hz. İsa ile ilgili olarak hristiyanların inandığı gibi onun ilahlığınm bir belirtisi olan Allah’la birleşmesi ve Allah’ın onun bedenine girmesi diye bir şeyin olduğu geçmemektedir. Hz. İsa’nın özelliği o kaynaklarda da ancak Hz. Peygambere (s.a.) şu âyette bildirildiği kada­rıyla anlatılmıştır:

“Mesih İsa, sadece Meryem’in oğlu, Allah’ın pey­gamberi ve Meryem’e ilkâ ettiği bir kelimesi ve kendin­den bir rûhdur.”

Gerçek şu ki, peygamberlerin getirdiği önceki ki­taplar ve bütün Önceki haberler, Peygamberimizin ha­ber verdiklerine tamamen uygun düşmektedir. Onlar­dan her biri diğerini tasdik etmektedir.

Hristiyanların, Hz. İsa’nın ilâh olduğuna delil ge­tirdikleri bütün kelimeler ve bunu ispat etmeye çalış­tıkları peygamberlerin bütün sözleri öyle bir takım söz­lerdir ki, onların hepsi Hz. İsa’dan başka kimseler için de kullanılmıştır. O halde bunu Hz. İsa’nın ilâh oldu­ğuna özgü kılmak yanlıştır, hiç bir temele dayanmayan hatadır. Meselâ ‘oğul1, ‘mesih’, “rûhü’l-kudüs’ün Hz. İsa’ya hulul etmesi, veya onu ‘ilâh’ kelimesiyle anması veya ‘onun içine Rabbin girip onda görünmesi’ veya yerleşmesi yahut ‘onun yerinde durması’ gibi bütün bu sözler başkaları için de söylenmiştir ve o kitaplarda da vardır. Şu halde bu kelimelerden onun ilâh oluşu mânası çıkarılamaz.[193]

Hristiyanlar arasıra bu anlatılan ve nakledilen te­rimlerden uzaklaşarak ekânîm (üçlü ilah inanışı) üze­rinde ve Allah’ın Hz. İsa’ya girdiği ve onunla birleştiği iddiaları üzerinde akıl ve mantıkla konuştuklarında bunu, felsefe veya tasavvuf konusu haline getirirler. İbn Teymiye bunun üzerinde samimi ve felsefeci bir bakış açısıyla doyurucu bilgi vermiştir. Çünkü bu, onun kendine özgü bir konusudur. İlm-i kelâm, akâid ve Vahdet-i Vücûd konularında o, tekrar tekrar dur­muş ve bunu uzun uzun anlatmıştır. Bu bakımdan bü­tün açıklığıyla bu konudan bahsetmekte, bunun tama­men akla aykırı sözler olduğunu ve gerçeklerle, akıl ve mantıkla hiçbir ilgisi olmayan uydurma bir felsefe olduğunu ortaya koymakta, ispat etmektedir.[194]

Hristiyanhkta Akla Aykırı Sözler:

 

Hristiyanlar, akıl ve mantık yoluyla susturulunca ve üçlü inancın tamamen akıl dışı ve anlaşılmaz bir inanç olduğu, ılışan aklı ve mantığının bunu kabul et­mediği ispat edilince, hemen bahsi geçen o ifadelere sı­ğınıyorlar ve şöyle diyorlar: “Ne yapalım, semavî kitap­larda böyle bildirilmiştir. Bu işler ve inançlar; akıl, mantık ve kıyas’m daha üstünde olan gerçeklerdir. Bunlara iman edip, uymakla hareket edilmelidir. Akıl, ve mantıkla anlayıp kavramaya, anlatmaya çalışılmamalıdır.

“İmam İbn Teymiye öncelikle; bu bilgi ve inanışların semavî kitaplarda bildirildiğini reddetmektedir. Aks i iv Semavî kitaplarda bunun tersine bilgiler verildiğini be­lirtmekte ve şöyle söylemektedir: Bu ikisi birbirinden farklı ve ayrı şeylerdir. Birincisi akıl ve mantık bakı­mından muhal (olması imkânsız)dır ve geçersizdir. Herkes bilir ki, o şeylerin olması mümkün değildir. Bir de aklın eremediği şey vardır ki, akıl onun gerçek varlı­ğını tanıyamaz ve o konuda reddetme veya kabul etme bakımından hiçbir karar veremez. İbn Teymiye diyor ki; peygamberlerin bildirdiklerinde ve sözlerinde sade­ce ikinci tür bulunmaktadır. Bir bakıma onların söyle­diklerinde, bildirdiklerinde akla aykırı şeyler yok, akıl Ötesi şeyler vardır. Akıl dışı ile akıl ötesi arasında bü­yük fark vardır. O şöyle yazar:

“Bu hristiyan âlimleri; aklın muhal dediği, bâtıl ka­bul ettiği ve olmasını kesinlikle kabul etmediği şeyler ile aklın âciz olup ermediği ve gerçek varlığı hakkında birşey bilemediği, red ve kabul kararı veremediği şey­ler arasında hiçbir ayırım yapmamakta, hiçbir fark gö­zetmemektedirler. Halbuki peygamberler sadece ikinci türden haberler getirmişler, bilgiler vermişlerdir. Bi­rinci türden haberler onların sözlerinde görülemez. Bu iddiacılar; muhal olanlarla (olması mümkün olmayan­larla) aklın kendisine hayran olup kendinden geçtiği gerçekler ve meseleler arasında bir ayırım yapama­maktadırlar. O peygamberlerin bu konudaki haberleri, Allah’a oğul ve ortak koşan müşriklere karşı ters düş­mektedir.”

İbn Teymiye büyük bir gayretle; sağlam dinin sağ­lam akla karşı olmadığını ispat etmektedir. Bütün ki­tapları bu konuyu anlatmalarıyla doludur. Bu noktada iki grup insanın tekme yediğini, bazı kimselerin akla

uygun düşen şeylerde makul olmayan aşırılığa gittiği­ni, o aşırılığı makul haline getirdiğini ve onu, duyulara ve peygamberlerin bildirdikleri ifadelere tercih ettikle­rini; bir grup insanın da normal dışı hareket ederek, açık bir şekilde akla uygun olan şeyleri reddettiğini ve kendi hayalî duygularını ve duyularını onlardan üstün tuttuklarını söylemektedir. Unutmamalı ki, bir gerçek diğer gerçeğe aykırı olamaz, onu yalanlayamaz. Aksine onlardan biri diğerini doğrular. Bâtıl ise bunun aksine­dir. O değişik ve çelişkili olur.

Allah Teâlâ, peygamberlere karşı çıkanları anlatır­ken şöyle buyurmaktadır:

“O yıldızlara ait güzel yollara sahip gökyüzü hakkı için, muhakkak ki siz (peygamberler) hakkında (kâhin, şâir demekle) ihtilaflı bir sözde bulunuyorsunuz. Pey­gamber ve Kur’an’dan çevrilen kişi, ezelden beri hak­tan sapan kimsedif.[195]

Gerçek şu ki, sağlam bir akılla var olduğu bilinen şeye aykırı ne doğru bir haber, ne doğru bir duyu olabi­lir. Sağlam bir nakille ortaya konulan şey de ne akla ne de duyuya aykırı olabilir. İşte bu şekilde, sağlam bir duyu ile bilinen şeye aykırı ne haber olabilir, ne de bu akla yatkın olur.”[196]

İşte Hristiyanlıkla İslâmiyet arasındaki fark, akıl ve naklin İslâm’la tamamen uyuşmasıdır. Akıl ötesi olan fakat akıl dışı olmayan, görünmeyen gerçekler İslâm’da elbette vardır. Hristiyanlık ise bunun tersine­dir. Onda pek çok mesele ve inanç akla aykırıdır. Pek çok hristiyan âlimleri de onları akla aykırı kabul et­mektedirler. Fakat; bunlar akıl düzeyinin dışındaki şeylerdir, onlar, gözleri kapatarak inanmak gerekir, demektedirler.[197]

Allah’ın Birliğine, Hz. İsa’nın Kul Olduğuna İnanan Hristiyan Bilginler:

 

İmam İbn Teymiye bu kitabında çok faydalı bir hiz­met yapmış; Allah’ın birliğine ve Hz. İsa’nın kul oldu­ğuna inanan, fakat çeşitli sebeplerden dolayı Hristiyan dünyasında herkes tarafından kabul görmeyen hristi­yan bilginlerinin ve din önderlerinin sözlerini ve inanç­larını nakletmiştir. Hristiyanlık fırkalarını geniş geniş anlatmış, en yaygın mezhebinden bahsetmiş ve açıkla­mıştır. Verdiği bilgilerden onun derin bilgisi, geniş araştırmaları ve çok hassas görüşü açığa çıkmaktadır.

Bu arada o, yeni müslüman olan âlim Hasan b. Eyyûb’un uzunca yazılmış bir risalesini nakletmekte­dir. Bu risalesinde Hasan b. Eyyûb, İslâmı kabul ediş sebeplerini ve İslâmı tercih edişinin delillerini genişçe nakletmiştir. Bu risale çok değerli bilgileri içine almaktadır.[198]

 

TEVRAT VE SEMAVÎ KİTAPLARDA PEYGAMBERİMİZİN GELECEĞİNİN MÜJDELENMESİ

 

Bütün bunları anlattıktan sonra İbn Teymiye Hz. Peygamberin peygamber olarak geleceğini bildiren müjdeleri ve haberleri nakletmiştir. Bu müjdeleri nak­lederken, çok geniş bilgiler vermiş, uzun izahlarda bu­lunarak, alabildiğine örnekler sunmuştur. Hz. Peygam­ber hakkında Eş’iyâ, Habgûk, Danyal ve Hz. İsa (a.s.)’m sözlerinden örnekler vererek neler söylemişler-se hepsini eksiksiz nakletmiştir. Bu konuda onun yaz­dığı kitapta verilen bilgilere, anlatılan gerçeklere, baş­ka kitaplarda rastlamak zordur. O bu müjdeleri ve ha­berleri, hem izah etmiş, hem de onların ancak Hz. Pey­gamberimize uygun düştüğünü ispat etmiştir.

Bunlardan biri, Yuhanna İncili’nin haberidir ki, orada İsa (a.s.)’m şöyle buyurduğu yazılmıştır: “Dünya­nın arkonu yakında kesinlikle gelecek. Ben de hiçbir şey yok.” Arkon demek İbranicede; muhteşem, çok de­ğerli, azametli demektir. Büyüklere, önde gelen kişile­re arkonlar denir. İbn Teymiye, bu haberin Hz. Pey­gambere uygun düştüğünü ispat ederken şöyle yazar:

“Bütün yeryüzü insanları şu hususta ittifak etmiş­lerdir ve bu tamamen açık ve kesindir ki; Hz. İsa’dan sonraki dönemde, sadece Hz. Peygamber (s.a.)’in şahsı­nın, iç âleminin ve dış görünümünün ihtişamı bütün dünyaya yerleşmiştir. Gönüller ve bedenler onun emrine uymuştur. Hayatında iken ve ölümünden sonraki bütün zamanlarda, doğunun ve batının bütün ılıman iklimlerinde ve ülkelerinde gönülden ve şekilden (içten ve dıştan) ona itaat edildi. Sultanlara, krallara sadece dış görünüş açısından itaat edilir; öldükten sonra ise bunlara hiç kimse itaat etmez. Dine inananların kral­lara itaat etmekle hiçbir bilgisi olmaz. Çünkü bunun âhirette onlara bir ecir ve mükâfat ümidi ya da ceza korkusu yoktur. Fakat, Hz. Peygambere itaat etmenin durumu Öyle değildir. Çünkü bunun kesin olarak bir karşılığı vardır.

Hz. Peygamber (s.a.), önceki peygamberlerin dinini açığa çıkarmış ve onları tasdik etmiştir. O peygamber­lerin adım her tarafa duyurmuş, onların değerini yük­seltip tebcil eylemiştir. O mübarek peygamber sayesin­de bütün milletler Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygam­berlere iman etmişlerdir. Eğer o olmasaydı bu milletler iman etmezlerdi. Ehli kitap olanlar, adlarını bildikleri peygamberler hakkında da ihtilâf halindeydiler. Hz. Dâvud, Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberlere itiraz edip onları kötülüyorlardı. Onların dışında pek çok peygamberi meselâ Hûd, Salih, Şuayb (a.s.)’ı tanımı­yorlardı bile. “[199]

Mucizeler ve Peygamber Oluşun İşaretleri:

 

9Δ İbn Teymiye bunu da anlattıktan sonra, Hz. Pey­gamberin mucizeleri hakkında genişçe bilgi vermiştir. Adetine uygun olarak bu konuda da o kadar bilgi topla­mıştır ki, bu kadar geniş bilgiye kolaylıkla başka bir yerde rastlanamaz[200] Bu konuda mucizelerin tarifi, onların ispatlanma tarzı ve pek çok usul ve kelâm ko­nuları anlatılmış, ince manalı ifadeler kullanılmıştır.

Bu mucizeler ve âyetler hakkında İmam İbn Tey-miye genellikle siyer ve kelâm kitaplarında anlatılage-len, bilinen meşhur mucizelerle yetinmemiştir. Pey­gamberliğin alâmet ve deliller dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, bu konuda Hz. Peygamberin peygamber­liğine akıl ve vicdan sahipleri nazarında en büyük de­lil, inkâr edilemez işaret olan Hz. Peygamberin bütün şemailini ve hayat yaşayışını o daire içine almıştır. Bir bakıma o şöyle diyen Mevlânâ Celâleddin Rûmî ile itti­fak etmiştir:

“Gönlünde ilim, irfan haysiyeti olan herkes, Peygamberin yüzünün ve sesinin bile mucize oldu­ğuna inanır.”

Bu konuda o, Hz. Peygamberin şemail (şekil ve ruh çizgileri) ve sîretini (hayat biçimini) çok güzel bir şekil­de özetleyerek anlatmıştır. Bu daireyi o, daha da geniş­leterek şöyle demektedir:

“Hz. Peygamber efendimizin yaşayış tarzı, ahlâkı, sözleri ve hareketleri de onun mucizelerin dendir. Onun şeriatı bile apayrı bir mucizedir. Ümmeti, ümmetinin bilgisi, dindarlığı ve hayatı da kendisinin bir mûcize-sidir. Ümmetinin sâlihlerinin kerametleri dahi yüce peygamberin mûcizesidir.”[201]

İSLÂM İNKILÂBI VE MUHAMMED ÜMMETİ BİRER MUCİZEDİR

 

Bundan sonra Hz. Peygamberin hayatımn bir özeti­ni sunarak —ki onu okuyunca insanda Hz. Peygambe­rin gerçek peygamber olduğu, Allah tarafından gönde­rilen, desteklenen ve hak üzere olan bir peygamber ol­duğu kanaati, hükmü pekişiyor— şöyle yazmaktadır:

“islâm daveti bütün Arabistan’a yayıldı. İslâm’dan evvel Arabistan; putlara tapma, kâhinlerin verdikleri bilgiler, yaratanı inkâr, yaratılana saygı, kan dökücü-lük ve insanlar arası düşmanlıkla doluydu. Orada ne kimse âhireti biliyordu, ne de öldükten sonraki hayatı düşünüyordu. Bu cahil ve kaba insanlar, o mübarek Peygamberin eğitim ve öğretimi sayesinde yeryüzünün en büyük âlimi, en büyük dindarı, en çok ibadet edeni ve erdemli kişileri haline geldiler.

Hristiyanlar Suriye’de sahâbîleri gördüklerinde de­diler ki: “Hz. İsa’nın havarilerinin bu insanlardan daha üstün olmadıkları bir gerçektir. Bunlar onların dünya­da parlayan ilim ve amelinin birer hatırlatıcılarıdır-lar.” Bunlara karşılık diğer milletlerin hatıralarına ve eserlerine bakınız. Aklı olanlar, ikisi arasında yerle gök arası kadar fark olduğunu anlar.”[202]

“Hz. Peygamberin ümmeti, her üstün değerden daha üstün, bütün ümmetlerden daha mükemmel ve de­ğerlidir. Bütün dünya milletlerinin bilgileri onların bil­gileriyle karşılaştırılsa, ümmet-i Muhammed’in bilgisi­nin üstün olduğu görülecektir.

Eğer onların din, ibadet ve Allah’a itaatleri diğer milletlerin din, ibadet ve Allah’a itaatleriyle karşılaştı­rılsa, onların diğer milletlerden daha dindar oldukları net bir şekilde gözler Önüne serilecektir. Kahramanlık­ları, Allah yolunda cihadları; Allah yolunda eziyetlere, zulümlere katlanmaları gözönüne konursa, ümmet-i Muhammed’in kefesinin ağır bastığı anlaşılır. Eğer cö­mertlikleri, hayır yapmaları, hoşgörüleri ve azimleri bakılırsa en çok cömertlik, ikram ve iyilik ancak onlar­da görülecektir.

Bütün bu üstünlükleri, faziletleri ve güzel ahlâkî davranışları, müslümanlar sadece Hz. Peygamberden elde ettiler ve sadece onun şahsından aldılar. Hz. Pey­gamber onlara sadece bunları emretti.

Hz. Peygamber; peygamber olmadan önce hiçbir ki­taba bağlı değildi ki onun eksikliklerini tamamlamakla görevli olsun. Nitekim Hz. İsa Tevrat’ın getirdiği şeria­tı tamamlamak için gönderildiğinden Hz. İsa’ya bağla­nanların bilgi ve faziletleri biraz Tevrat’tan, biraz Ze­bur’dan, biraz diğer peygamberlerin bildirdiklerinden, birazı da Hz. İsa’dan, havarilerden, sonra da bazı diğer öğretilerden, felsefeciler ve benzerlerinin sözlerinden alınmadır.

Fakat Muhammed ümmetinde Hz. Peygamberden önce ne bir kitap bulunuyordu, ne de bir peygamberin verdiği bilgiler vardı. Aksine onların çoğu, Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı, Hz. Davud’u, Tevrat’ı, Zebur’u, o peygamber sayesinde tanıdılar, onun aracılığıyla onlara iman etti­ler. Ancak Hz. Peygamber onlara; bütün peygamberle-

re iman etmeyi, bütün semavî kitapları kabul etmeyi emretti. Peygamberler arasında ayırım yapmaktan on­ları menetti.”[203]

Hz. Muhammed’in Getirdiği Şeriatın Benzersizliği:

 

Hz. Muhammed’in getirdiği şeriatın kusursuzluğu­nu, mükemmelliğini anlatırken şöyle yazar:

“Onun getirdiği şeriat, en kusursuz en üstün şeriat­tır. Akıl, mantık açısından makul ve güzel olup da şeri­atın emretmediği güzel ve mantıklı bir şey yoktur. Akıl ve mantığın çirkin ve uygunsuz görüp de onun yapıl­masını şeriatın menetmediği bir şey de yoktur.

Bugün, keşke bunu emretme şeydi denecek hiçbir şeyi Hz. Peygamber emretnıemiş ve bugün keşke Hz. Peygamber bunu yasaklamasaydı denilebilecek hiçbir şeyi de menetmemiştir. O bütün temiz, pırıl pırıl olan şeyleri helâl kılmış ve hiçbirine haram dememiştir. Bunların bazısı diğer şeriatlarda haram kılınmıştı. Pis ve iğrenç olan bütün şeyleri de haram kılmıştır. Bun­lardan hiçbirini, bazı şeriatlarda helâl olduğu gibi helâl kılmamıştır.

Dünyanın bütün milletlerinde ne kadar meziyet, güzellikler, iyilikler varsa hepsi bu şeriatta toplanmış­tır. Tevrat, İncil ve Zebur’da melekler ve âhiret günü hakkında verilen bilgiler eksiksiz olarak ve daha mü­kemmel bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygam­berin şeriatında geçmektedir. Hatta o kitaplarda geç­meyen bir takım şeyler de haber verilmiştir.

O kitaplarda anlatılan adalet zorunluluğu, sağlam karar verme, faziletlere çağrı ve iyiliklere özendirme ve teşvikler Hz. Peygamber’in şeriatında getirilmiş, o ki­taplarda bildirilenlere ilâveler yapılmıştır. Eğer aklı başında biri, İslâm’da bildirilen ibadetler üzerinde dü­şünür ve onlara iyice dikkat eder, diğer milletlerin iba­detlerine de dikkatle bir göz atarsa, İslâm ibadetlerinin üstünlüğünü ve mükemmelliğini görecektir. İşte bu du­rum bütün emirlerde, hükümlerde, şeriatın bütün ka­nunları ve meselelerinde aynıdır.”[204]

İbn Teymiye bu konuda, ibadetlerin amacını ve çe­şitli zümrelerin bu meseledeki görüşlerini, bakış açıla­rını anlattıktan sonra; İslâm ibâdetlerinin amaçları, faydaları, izleri ve etkileri üzerinde derin bir hikmetle incelemede bulunmaktadır. Sonra da Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin doğruluk ve adaletin en üstün örneği olduğunu ispat etmektedir.

Bundan sonra râşid halifelerin ve sahâbe-i kiramın şahsî hayatlarında, devlet idaresinde, halifelikte, in­sanlarla olan ilişkilerinde ve siyasette bu doğruluğu ve adaleti nasıl temsil ettiklerini ve onların dünya tari­hinde bir benzeri görülmeyen dürüstlüklerini, yanlış­lıklardan uzak duruşlarını, hayatlarını nasıl iyilik ve ideallere bağışladıklarını örnekleriyle anlatmış, teker teker gözler önüne sermiştir.[205]

Peygamberliğe İnanan Herkes Hz. Peygambere İnanmak Zorundadır:

 

İmam İbn Teymiye, çok açık ifadeler ve sağlam de­lillerle; bir kimse peygamberliğin ne demek olduğunu biliyor, peygamberliğe inanıyor ve herhangi bir peygamberin getirdiği gerçeği kabul ediyorsa, o kimsenin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmesinin imkânsız olduğunu ispat etmektedir. Çünkü diğer pey­gamberlerin peygamber olduklarını gösteren ne gibi deliller, ispatlar ortaya sürülebilirse, aynı deliller, Hz. Muhammed’in peygamber oluşunu çok daha rahat bir şekilde ispat eder. Biri çıkıp da, bu peygamberlerin peygamber oldukları mucizelerle sabittir derse ona de­sin ki; diğer bir peygamberin mucizesini gösteren kesin bilgilerden Hz. Peygamberimizin mucizeleri çok daha kuvvetlidir. Aynı şekilde onun getirmiş olduğu kitap, diğer kitaplardan ve sahifelerden daha üstündür. Onun ümmeti de diğer peygamberlerin ümmetinden daha üstün ve daha iyidir. Onun getirdiği dinin emirle­ri, kanunları daha fevkalâde ve daha muazzamdır. As­lında Hz. Peygamberimizin peygamberliğini yalanla­mak bütün peygamberlerin yalanlanmış olması demek­tir. Çünkü o zaman herhangi bir peygamberin peygam­ber oluşunu ispat etmek çok zor olacaktır.

İbn Teymiye şöyle diyor: Diğer peygamberlerin pey­gamber olduklarını anlatmakta ısrar etmek, buna kar­şılık peygamberimizin peygamberliğini inkâr etmek; aynen bir ilim dalındaki bilginlerin büyüklüğünü, ön­derliğini kabul edip de o ilim dalının en büyük otorite­sini, önderlerinin önderini inkâr etmek gibidir. Bu ko­nuda o, çeşitli gönül okşayan örnekler vermektedir. Şöyle buyurmaktadır:

“Bu aynen birinin kalkıp; Züfer, İbn Kasım, Müzeni ve Esrem büyük fıkıhçılardı; fakat Ebû Hanife, İmam Şafiî ve İmam Mâlik büyük fıkıhçı değillerdi, veya bir başkasının çıkıp Ahfeş b. el-Enbârî ve Müberrid şüphe­siz ki dil bilginiydiler; ama Halil, Sîbeveyh ve Ferrâ dılbilgini değillerdi demesi gibidir. Yahut, Mülkî ve Mesîhî gibi tıpta kabiliyetli olanlar şüphesiz hekimdi­ler ama Hipokrat, Calinos ve benzerleri hekim değiller­di; yahut, Tâşigân ve Halfî astronomi bilirlerdi, fakat Batlamyos ve benzerleri hiç astronomi bilmezlerdi de­mesine benzer. Veya birinin çıkıp da Dâvud, Süleyman, Yemlihâ ve Danyal kesinlikle peygamberdi, ama Ab­dullah oğlu Muhammed (s.a.) —hâşâ— peygamber de­ğildi demek gibidir. Böyle diyen bir kişinin çelişkisi, sö­zünün mantıksızlığı yukarıdaki bütün örneklerden çok daha açık şekilde ortadadır.

Hatta bir adam çıkıp da, Musa ve Isa aleyhisselâm şüphesiz Allah’ın peygamberi, Tevrat ve İncil de kesin­likle semavî kitaplardır, fakat Hz. Muhammed (s.a.) Allah’ın peygamberi değil, Kur’an-ı Kerim de semavî kitap değildir dese; Hz. Peygamber’in getirdiği din ile ondan önceki dinler ve kitaplara dikkatle bakan ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinin delilleri ve işaretleri ile daha önceki peygamberlerin peygamberlik delilleri­ni ve işaretlerini, Hz. Muhammed’in şeriatı ile daha önceki şeriatları iyice inceleme fırsatı bulan insanlar, yukarıdaki kişinin sözünün tamamen geçersiz ve de­ğersiz bir söz olduğunu anlayacaktır.”[206]

Hz. Muhammed’in Peygamberliği Geneldir:

 

Nihayet hristiyanlarm şu iddialarını da anlatmak yerinde olacaktır. Bu iddiayı İbn Teymiye kitabının en başında ele almıştır: Hristiyanlar Hz. Muhammed (s.a.)’m sadece cahil Araplara peygamber olarak gönde­rildiğini, sadece o kişilerden iman etmelerini istediğini, hristiyanlarm ona iman etmelerinin gerekli olmadığını, iman etmedikleri takdirde hiçbir şekilde bundan dolayı sorumlu olmayacaklarını iddia etmişlerdir.

Bu düşünce; o devrin hristiyan Araplarında ve hris-tiyan âlimlerde de görülmektedir.

Bizzat ülkemiz Hindistan’da bir süredir bazı ortam­larda da; “Eski dinlere tam uymak kurtuluş için yeter­lidir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmek sağlam bir hristiyana, yahudiye yahut müslüman ol­mayan birine şart değildir” görüşü ileri sürülmektedir. Bu inanç ve görüş İslâm’ın genel davetine ve Hz. Peygamberin herkese peygamber olarak gönderildiği i inancına büyük bir darbedir. Böyle bir görüşle İslama davet ve tebliğ kapısı kapandığından İslâmı yayma ve : İslama çağırma yolunda harcanan bütün gayretlerin, i fedakârlıkların, anlamsız ve yersiz olacağı sonucuna i. varılacaktır. Bu yüzden İbn Teymiye bütün kalem gücüyle bu sakat düşünceyi reddetmeye çalışmış, yanhşlığını anlatmak için bütün ilmî gücünü kullanmıştır.

Bu konu kitabının birinci cildinin 28. sayfasından 230. sayfasına kadar yer kaplamıştır. Konuyla ilgili , ilim ve delil bakımından en mükemmel ve en geniş bir inceleme yapılmış  ve bir kelâmcının, bir âlimin kale­minden çıkan en güzel doyurucu bilgiler verilmiştir.

Konuya bakıldığında o yüce Peygamberin peygam­ber olarak gönderilmesi sadece Araplara mıydı veya onun peygamberliğini kabul etmeden kurtuluş olabilir mi? diye bir an için bile olsun en ufak bir şüpheye yer bırakmayan bütün âyetleri, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadis ifadelerini bir araya toplamıştır. Kitabın bir ye­rinde o şöyle yazmaktadır:

Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Önceleri peygamberler kendi milletlerine Özgü ola-

rak gönderilirlerdi. Ben ise bütün insanlara peygam­ber olarak gönderildim.”

Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor:

“Ey Muhammed; de ki: Ey insanlar, yerin ve gökle­rin idaresini elinde bulunduran Allah’ın, onların hep­sine gönderdiği bir peygamberiyim.”

Bir de şöyle buyuruluyor:

“Biz seni ancak insanların hepsine müjdeci ve kor­kutucu olarak gönderdik.”

Kur’an-ı Kerim’in; ehli kitabı, yahudi ve hristiyan-ları, müşrikleri, putperestleri, bütün insanları ve cinle­ri, Hz. Peygambere iman etmeye çağıran âyetlerini sa­yıp dökmek uzun zaman alır. Hz. Peygamberin bütün insanlığa gönderildiği açık ve kesin bir meşaledir ve İslâmî bir inançtır. Kendisinin, Araplardan başka bir millete gönderildiğini söylemediği nasıl denilebilir? Bu durum onun bütün davet ve tebliğ olaylarında göze çarpar. Onun diğer milletlere gönderdiği elçiler ve islâm davetçileri bunu ispatlar. Yahudi, hristiyan ve mecusîlerle savaş yapılması, (müşriklerden başka) on­larla da cihad edilmesi emri bunu ispatlar.

O yüce Resulün peygamberliğinin genel olduğunu, hayat ve yaşayışı da ortaya koyar. Sonra da o peygam­berden bize kadar kesin ölçüler içinde ulaşan mukad­des kitap Kur’an-ı Kerimde yer yer ehl-i kitabın Hz. Peygambere iman etmeye çağrıldıkları görülmektedir.”[207]

Bir başka yerinde şöyle yazar:

“Hz. Peygamberin hristiyanlara ve diğer kitap ehli olanlara peygamber olarak gönderildiğini haber verdiğini belirten daha fazla deliller vardır ki bu deliller, yu­karıdaki delillerden daha çoktur. Hz. Peygamberin on­ları imana davet ettiğini, onlarla cihad ettiğini; onları davet etmeyi, onlarla cihad etmeyi emrettiğini bildiren pek çok deliller de bulunmaktadır. Ve bu, Hz. Peygam­berden sonra ümmetinin kendiliğinden uydurup ortaya koyduğu bir şey de değildir.

Hristiyanların, Hz. İsa’dan sonra pek çok yeni şey­ler ortaya çıkardıkları gibi, müslümanlar Hz. Peygam­berden sonra ortaya bir şey çıkarmamışlardır. Çünkü müslümanlar, Hz. Peygamberden sonra hiç bir kimseye onun şeriatında değişiklik yapmaya izin vermezler. Kimsenin haram bir şeyi helâl, helâl bir şeyi de haram yapmasını kabul edemezler. Müslümanlara göre üm­metten hiç kimse, bir farzı veya farz olmayanı değiştir­me hakkına sahip değildir. Onlara göre helâl olan şey ancak Allah’ın ve Resulünün helâl kıldığı, haram da ancak Allah’ın ve Resulünün haram kıldığıdır. Din ise ancak Allah ve Rasûlünün meşru kıldığıdır.”[208]

 

 

B) ŞİİLİĞİ RED

 

İbn Teymiye her ne kadar eserlerinde yer yer Şiîliği reddetmiş, sünnet ve ehl-i sünnet akidelerini, râşid halîfeleri ve sahâbe-i kiramı şiddetle müdafaa etmişse de, Şiîliği red konusunda ayrı bir eser yazmaya ve bu konuda müstakil bir eseri olan Minhâc es-Sünne en-Nebeviyye fi Nakzi Kelâm eş-Şîa v ‘el-Kaderiyye yi telif etmeye iten şöyle bir olay olmuştu:

Çağdaşı şiî bir âlim olan İbn el-Mutahhar el Hulî, velinimeti ve hizmetinde bulunduğu Moğol padişahı Evlice Hudâbende için —ki bu Moğol padişahı, o şiî âlimin teşviki ve anlatmasıyla Şiîliği kabul etmiş­ti— Şiîliği ve İmâmiyye’yi anlatan, Sünnîliği ve halife­liği reddeden büyük bir kitap yazmış, adına da “Min­hâc el-Kerâmet Fî Ma’rifeti’l-İmamet” demişti.

Bu kitap elden ele dolaşarak Şam’a ulaştı, Şeyhül­islâm İbn Teymiye de bu kitabı inceledi. Şiîler bu ki­tapla çok övünüyorlardı. Kitabın büyük bir bölümü Hz. Ali (r.a.) ve ehl-i beytin imamlığım ve masumluğunu is­pat etmeye çalışıyor, üç halifenin halife oluşlarını red­dediyor, onları ve sahâbe-i kiramı kötülüyordu. Efendi­miz Hz. Ali (r.a.)’ın ve on iki imamın fazilet ve üstün­lüklerini, onların imamlığını ve masum oluşlarını âyetlerle, hadislerle ve çeşitli rivayetlerle ispat etmeye çalışıyordu. Aynı şekilde üç halifenin ve sahâbe-i kira­mın kötülenmesi âyetler, hadisler, tarih ve siyerle güya ispat edilmişti.

Yazar zekâsını, ikna kabiliyetini ve geniş bilgisini bütün gücüyle göstermeye çalışmış ve kendine göre ehl-i sünnete karşı en son ve kesin delilleri ortaya dök­müştü. Kitabın yazarı daha sonra gelen şiî âlimleri gibi akide ve temel görüşlerinde, Mutezile mezhebi inancı taşıdığından Allah’ın zâtı, sıfatlan ve Ehl-i sünnetin temel prensipleri ve inançları üzerinde de kelâmcılar ve felsefeciler gibi söz söylemiş, onlardan da bahset­miştir.

Ehl-i sünnet mensupları bu kitaba cevap vermesi için İbn Teymiye’ye şiddetle ısrar ettiler. Bu kitapta kelâm ilmi, akaid, felsefe, tefsir, hadis, tarih ve riva­yetlerden pek çok mesele konu edildiğinden bu kitaba cevap verecek en uygun kişi; bütün bu bigilerde, bu çe­şitli konularda son derece geniş ve derin bilgiye sahip olmalıydı. Bu bilgilerde otorite olup tenkidçi değer taşı­malıydı.

Şiî yazarlar —çok acı bir gerçektir ki— hadis uy­durmada, onları yanlış yerlere nisbet etmede son dere­ce tecrübeli, cür’etli olduklarından; çok geniş bir ilim haline gelen hadis bilgisini ve o sahada biriken eserle­ri, kitapları önüne koyarak bütün hadisleri, rivayetleri incelemesi, eğrisini doğrusunu bulup râvilerinin duru­munu tahkik etmesi gerekiyordu.

Bu ise çok zor bir iş olduğundan, bunu ancak hadis ve hadisle ilgili bütün bilgi malzemelerini tam olarak bilen ve hadis kütüphanesinin her bir sayfası gözünün önünde olan, hiçbir rivayet, râvi ve hadis senedinde oyuna gelmeyen; bununla birlikte o yazarın tarihî ko­nulardaki yanlışlarını yakalayabilecek şekilde İslâm tarihim çok iyi bilen, yanlış bir açıklamayı veya uydu­rulan bir rivayeti yutmayan biri olması gerekiyordu.

Tarihe mal olmuş bir kişiye karşı çıkmak, onda ku-

sur bulmak ve bunlara tarihin çok fazla olan birikimi-minden örnekler ileri sürmek kolaydır. Ama temize çı­karmak ve savunmak zordur. Sahâbe-i kiramı kötüle­mek, şiflerin hoşlarına giden bir konu ve onların hercai karakterlerine özgü bir alandır.

Din ilminin ne büyük bir talihidir ki; o kitap yazıl­dığı sırada kendi döneminin hadis ilminde emirü’l-mü’minîni olan bir ehl-i sünnet âlimi tarafından buna cevap verilmiştir. Bütün hadis ve rical kitapları bu âlimin gözleri önüne seriliydi. Onun hakkında basiret sahibi biri; “İmam İbn Teymiye’nin ‘ben bilmiyorum’ dediği rivayet, hadis değildir” demiştir. O, sahabelerin kötülenmesi konusunda ümmet tarafından üzerine dü­şeni yapmış ve kendi döneminden sonraki âlimlerin yapmasının çok zor olacağı bir görevi yerine getirmiş­tir. Bu konuda ondan sonraki bütün âlimler ona min­nettar kalacaktır.

İbn Teymiye’nin; İbn el-Mutahhar el-Hulî’nin kita­bı Minhâc el-Kerâme’ye cevap olarak yazdığı Minhâc es-Sünne[209] isimli kitap, diğer bütün kitaplar arasın­da seçkin bir yer tutar. Eğer İbn Teymiye’nin geniş bil­gisi, derin bakışı, keskin zekâsı, süratli hatırlaması, sağlam ezberlemesi, beyin gücü, sağlam kavrayışı ve güçlü zihni anlaşılmak isteniyorsa bu kitaba bakılmalı­dır. Minhâc el-Kerâme kitabının yazarının ifadeleri geçtikçe onun ilmî ve dinî hamiyeti coşmakta, bilgi de­nizinde tufanlar kopmakta, tefsir, hadis, tarih ve siyer bilgileri ordusu sökün etmektedir. İşte o zaman insa­nın gönlünden karşısındaki rakibine karşı şöyle söyle­mek geçiyor: Ayet: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin de Hz. Süleyman ve ordusu sizi çiğnemesin. (Sizin kü­çüklüğünüzden, basitliğinizden dolayı) onlar sizin far­kınıza varmazlar.[210]

Kitabın Yazılmasına Sebep:

 

İbn Teymiye’yi, bu Minhâc es-Sünne kitabını yaz­maya iten asıl etken ve ruhî sebep; Minhâc el-Kerâme yazarının, râşid halifeleri ve ehl-i sünnet inancında peygamberlerden sonra insanların en üstünü ve yara­tıkların en temizleri olan ilk müslümanlara sokak ağzı ile saldırması ve amiyane tarzda kötülemesi, onları in­sanların en âdisi, en şerlisi göstermesidir. Ve bu hare­ket onun nazarında; İslâm’ın temellerine tırpan salla­mak ve Hz. Peygamberin peygamberliğine karşı çık­mak; kötüleme, zındıklık, dinsizlik kapılarım açmak demekti. Kitabın bir yerinde şöyle yazar:

“Eğer bu zalim ve haddini bilmez adam; o Allah’ın velî kullarının başları olan, yeryüzü insanlarının lideri-ve rehberi olan ve Hz. Peygamberden sonra Allah’ın kulları arasında en üstün olan o ilk müslümanlara (sahâbe-i kirama), dinde yıkıntı meydana getirecek, kâfirler ve münafıklara delil ve tutanak hazırlayacak ve pek çok iman ehlinin kalplerinde şüphe ve zaaf mey­dana getirecek şekilde dil uzatmasaydı, biz o şahsı tenkid edip reddetme ve onun iç yüzünü açığa çıkarma zo­runda kalmazdık. Allah Teâlâ o şahsa ve onun gibi ina­nanlara acısın da onlara insaf ve vicdan versin.[211]

 

ŞİİLERİN SAHABEYE KARŞI TUTUMU

 

Kitabın bir başka yerinde şiîlerin sahabeyi kötüle­melerini, onlara hakaret etmelerini anlatırken şöyle yazar:

“Muhammed (s.a.) ümmeti, ümmetlerin en hayırlı-sıdır. Muhammed ümmeti içinde ise en iyileri, birinci yüzyılın insanlarıydı. Birinci yüzyılın insanları faydalı bilgide ve güzel amelde en üstün ve en mükemmel in­sanlardı. Fakat bu iftiracılar onları tamamen tersine tasvir ettiler. Bunların (şiîlerin) anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki sanki sahâbîler ne hakkı biliyorlardı, ne de hakkın peşinden gidiyorlardı.Hatta onların çoğu bi­lerek hakka karşı dahi geliyorlardı.

Nitekim bu şiîlerin üç halife ve tüm ileri derecedeki sahâbe-i kiram hakkında anlattıkları şöyledir: Onlara göre sahabeden çoğu hakkı (gerçeği) tanımıyordu. Hat­ta onlar zalimlere uydular.Çünkü onlar düşünebilme ve kavrama yeteneğine sahip değillerdi. Bilemeyen, dü-şünemeyen insan ise nefsanî istekleriyle veya dünya hırsıyla hareket etmiş olmalıdır. Yahutta kendi hatala­rı ve anlama eksiklikleri yüzünden olmalıdır.

Şiîler; sahâbe-i kiramdan bazılarının kendilerini halifeliğe hak sahibi gördükleri için halife olmak iste­diklerini iddia ediyorlardı.

Bütün bu iddialardan; Hz. Peygamberden sonra ümmetin tamamının dalâlete düştüğü, hak yoldan çık­tığı, onlardan hiç birinin hak ve hidâyet üzerinde olma-

dığı manası çıkar. Böyle bir durumda, yahudi ve hristi-yanların (yahudilik ve hristiyanlığın değiştirilip bozul­masından sonra bile) o müslümanlardan daha üstün olduğu sonucu ortaya çıkar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

“Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren bir grup insan vardır. Hak yolu gösterirler ve ona uygun olarak adaletli hareket ederler. “[212]

Hz. Peygamber (s.a.) de; yahudi ve hristiyanlar ara­sında 70’den fazla fırka olacağını, onlardan bir tanesi­nin kurtulacağım buyurmuştur.

Fakat eğer bu şiîlerin sözlerine inanılırsa o zaman o (sahabe) müslümanlar içinde Hz. Peygamberin vefa­tından sonra hak üzere olan bir tek zümre dahi yoktur. İnsaf ve adalete sahip bir tek fırka bile yoktur.

Ümmetin en temiz, en güzel döneminde bile böyle olursa onlardan sonra ortalık böyle bir iyi insanlar gru­bundan tamamen uzak olacaktır. O zaman bundan hristiyan ve yahudilerin, hak dini bozup değiştirmele­rine rağmen, Allah Teâlâ’nm Kur’an-ı Kerim’de; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıka­rıldınız” diye nitelediği bu ümmetten daha iyi oldukla­rı sonucu ortaya çıkar.[213]

Şiîler Ümmetin En İyilerini En kötüleri Gösterdiler:

 

Kitabın bir başka yerinde İbn Teymiye şöyle yaz­maktadır:

“Bu şiîler, ümmetin en başından en son dönemine kadar, Hz. Peygamberden sonra en üstünü ve en değer­lisi olan ve haklarında; “Siz insanlar için en hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkarıldınız” buyurulan ümmet-i Muhammed’in en hayırlı kişilerini, insanların en şerli­leri, en kötüleri olarak göstermişler ve onlara çok bü­yük suçlar isnad etmişler, çirkin iftiralarda bulunmuş­lar, onların iyiliklerini dahi kötülük olarak göstermiş­lerdir.

Buna karşılık kendini müslüman olarak bildiren nice havâi ve düzenbaz insanları, hatta ondan da öte cahil, yalancı, zalim olup küfür, fisk ve fücura daha ya­kın, iman gerçeklerinden uzak biri olmaktan başka hiç­bir şey olmayan insanları, insanların en seçkini, en üs­tünü göstermişler, bu şekilde bütün ümmeti küfürle suçlamışlar veya dalâlete düştüğünü ileri sürmüşler­dir.

Kendi inançlarına göre hak üzere olan küçük bir grupdan başka ümmetin hepsini İslâm dışına çıkarmış­lardır. Bu aynen; büyük bir koyun sürüsü içine giren bir adama; bu sürüden en iyi koyunu seç de onu kur­ban edelim, denildiğinde o kişinin sürüden topal, zayıf, cılız, hastalıklı, hiç eti yağı kalmamış bir koyunu seçe­rek; bu en iyi koyundur, bunun kurban edilmesi caiz­dir, geri kalan ne kadar koyun varsa onlar koyun değil, birer domuzdur; hepsinin öldürülmeleri gerekir, kur­ban edilmeleri caiz değildir demesine benzer.”[214]

İmam Şa’bî’nin Sözü:

 

İbn Teymiye, İmam Şa’bî’nin şöyle söylediğim nak­leder: “Yahudi ve hristiyanlar, râfızîlere nazaran kendi peygamberlerine daha çok değer verirler, saygı duyar­lar. Yahudilere; sizin milletiniz içinde en iyiler kimler­dir? diye sorulduğunda; Hz. Musa’nın ashabı ve onunla birlikte olanlardır diye cevap verdiler. Hristiyanlara; sizin milletiniz içinde en iyiler kimlerdir? diye soruldu­ğunda, Hz. İsa’nın havarileridir dediler. Râfızîlere ise; sizin milletiniz içinde en kötüler kimlerdir? diye sorul­duğunda onlar; Hz. Muhammed (s.a.)’in ashabıdır dedi­ler. İyi insanlara, Allah’ın talihli kullarına; sahabe için mağfiret duası yapmaları, onları hayır ve saygı ile yâdetmeleri emredildiği halde râfızîler onlara sövdüler, onlara çirkin sözler söylediler.”[215]

Sahâbîlere Düşmanlık, Kâfirlere Sevgi:

 

“Müslüman toplumunu bir tarafa bırakarak daima yahudi, hristiyan ve müşriklerle beraber olmak râfi-zîlerin sürekli alışkanlıkları olmuş, değişmez âdetleri haline gelmiş, her zaman onların dostluklarının hasre­tini çekmişlerdir. Muhacir ve Ensar’dan oluşan bu ilk müslümanlara düşmalık taşıyan, kâfirlere ve münafık­lara sevgi besleyen bu insanlardan daha çok hak yol­dan çıkmış, yolunu şaşırmış, dalâlete düşmüş kim ola­bilir![216]

İbn Teymiye daha sonra, şiîlerin kâfirlerle bir ol­masını, onlara yardım ettikleri olayları anlatırken şöy­le der:

“Onların çoğu, kalplerinin tâ derinliklerinde kâfir­lere sevgi beslerler. Müslümanlara nazaran çok çok fazla onları severler. Nitekim Moğollar doğudan gelip müslümanları katliam yaptıklarında, Horasan, Irak, Suriye ve Arap yarımadasında müslümanlarm oluk oluk kanlarını akıttıklarında işte bu râfızîler müslü-manlar karşısında onlara yardımcı olup onların tarafı­nı tutmuşlardır.

Aynı şekilde Şam, Halep vs.deki şiîler de müslü-manlar karşısında İslâm düşmanlarına pek fazla yar­dımcı olmaktaydılar. Yine hristiyanlar Suriye’de müs-lümanlarla savaştıklarında bu râfızîler onlara yardım etmekte idiler. Aynı şekilde eğer yahudiler Irak’ta veya bir başka yerde bir devlet kursalar bu râfızîler onların en büyük yardımcıları olacaklarını göstereceklerdir.

İşte bu bakımdan onlar daima kâfirlere, müşrikle­re, yahudi ve hristiyanlara yardım için, müslümanlara karşı onlarla birlikte olmak için hazırdırlar.”[217]

Katılık ve Vicdansızlık:

 

İbn el-Mutahhar el-Hulî kitabının bir yerinde Hâce Nâsıruddîn Tûsî’yi anlatırken, onun adını büyük bir saygı ve kutsallık verircesine anmış ve; “en büyük imam olan üstadımız; milletin, hakkın, dinin yardımcı­sı Hasan Tûsî oğlu Muhammed —Allah onun ruhunu mukaddes kılsın—”[218]ifadesini yazmıştır. Bunun üzerine İbn Teymiye’nin iman hamiyeti coşmuş; Hâce Nâsıruddîn Tûsî’nin adiliklerini, Abbasî halifesinin ve Bağdat halkının katliam edilmesinde onun rolünü, sa­pık inanç ve düşüncelerini anlatırken büyük bir hayret ve şaşkınlıkla şöyle yazmaktadır:

“Şaşılacak şey ki; bu yazar Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman (r.a.) ve ilk dönem müslümanları (sahabeler) ve onlardan sonraki müslümanların Önderleri, imamları olan ilim ve din ehli kişiler hakkında küstahlık yap­makta, onlara çok çirkin suçlamalarda bulunmaktadır. Doğrudan onların hakkında edepli kelimeler kullanma­makta, onlara çirkin davranışlar yakıştırmaktadır. Bu­na karşılık Islama, müslümanlara düşmanlığı herkes tarafından apaçık bilinen bir kimse için; en büyük imam olan üstadımız ve Allah onun ruhunu mukaddes kılsın, diye yazmaktadır. Halbuki bu adam; Nâsıruddîn Tûsî’nin ve ona bağlı olanların inandıkları akidelere küfür fetvası vermiş, böyle inananların kâfir olduğunu söylemiştir. Gerçekte bu insafsız adam şu Kur’an-ı Kerîm âyetinin tarifine uygun düşmektedir:

“Şu, kendilerine Kitap’tan biraz nasip verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenler için: ‘Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadırlar’ de­diklerini görmedin mi? İşte onlar, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Kime de Allah lanet ederse ar­tık ona asla bir yardımcı bulamazsın.[219]

Şiilerin Tuhaflıkları:

 

İmam İbn Teymiye şöyle yazıyor: ”

Hz. Peygamber ile soy ilişkileri olanlara (aynı soy­dan gelenlere) yani Hz. Peygamberin ana babalarına, onların çocuklarına büyük saygı göstermek şiîlerin sü­rekli âdetidir. Fakat; onun hayat ortağı ve hayat arka­daşı olan ailelerine gelince, bunlar hakkında saygısızlık yapmakta, ileri geri konuşmaktadırlar. Bütün bun­lar taassubun ve nefsanî hareket etmenin bir yansıma­sıdır. Nitekim Hz. Fâtıma’ya ve Hz. Hasan’la Hz. Hü­seyin’e saygı göstermekteler. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’yi ise kötülümekte ve ona karşı çıkmaktalar. Bir başka tuhaflıkları da şudur: Ebu Bekir oğlu Muham-med’e saygı göstermekte son derece aşırı davrandıkları halde onun babası Hz. Ebu Bekir hakkında saygısızlık göstermekteler. Bu konuda İbn Teymiye şöyle yazar:

“Rânzîler Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e say­gıda çok aşın davranırlar. Hz. Osman’a karşı ayaklan­maya katılanları övmek onların çok eski bir âdetidir. Aynı şekilde Hz. AH ile birlikte savaşanları da çok Överler. O derecede ki, Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muham-med’i babasından üstün görürler. Ne tuhaf manzara ki, bü ümmet içinde Peygamberden sonra en üstün olan kimseye bunlar lanet etmekteler. Hz. Peygamberin sohbetinde dahi bulunmamış, İslâm’da büyük bir hiz­met görme üstünlüğü taşımayan kimseyi de övmekte­dirler. Soylara saygı duymak ve onları yüceltme konu­sunda bu kimseler çok tuhaf çelişkiye düşmekte ve tezatlar göstermektedirler.”[220]

Sahabeye Kin Duymak, Kalbin Pisliğine İşarettir:

 

Bu konuda da şöyle yazar:

“İnsanın gönlünde, mü’minlerin en hayırlıları ve Peygamberden sonra Allah’ın velilerinin baş tacı olan Mmselere kin beslenmesi kalplerin en tehlikeli hastalığı ve en kötü pisliğidir. Bu bakımdan Muhacirlere, En-sara ve ilk müslüman olanlara kalplerinde kin duyma­yanlara, onlar için dua ve istiğfar edenlere ganimet malları içinde bir pay ayırılmıştır:

“Onlardan (Muhacirler ile Ensardan) sonra gelen­ler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbi­miz; muhakkak ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisın.[221]

Halifeleri Kötüleyenlerin Hali:

 

“Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) gibi mübarek kişileri iki tür insan ancak kötüleyebilir: Birincisi, münafıklar ve zındıklardır ki, onlar bu ikisini kötülemek ve karşı çıkmakla, aslında Hz. Peygamberin şahsına ve onun getirdiği din İslama karşı çıkmaya, onu kötülemeyi he­def alan İslâm düşmanı kişilerdir. Râfızîlerin o büyük üstadları (Tûsî) da böyle bir kişiydi. Bâtmîlerin önder­leri de aynı durumdaydı. İkincisi de; nefsine uymakta ve cehalette çok ileri gitmiş olan cahil kişilerdir. Her ne kadar içlerinden müslüman olsalar da, şiîlerin avam tabakasının durumu böyledir.”[222]

Peygamberliğe iftira:

 

Hz. Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a (r.a.); Hz. Pey­gamberin özel ilgisi olduğu, onun üçünün de Hz. Pey­gambere yakınlık ve özellik taşıdıkları herkes tarafından kesinlikle bilinen bir gerçektir. Üçünün de Hz. Peygamberle aile bağlan vardır. İkisinin kızı Hz. Pey­gamberin nikâhı altında idi. Biri de Hz. Peygamberin iki kızı ile evlenmişti. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde Hz. Peygamberin onları kötülediği, onlara lanet ettiği gö­rülmemiş ve duyulmamıştır. Aksine onları sevdiği, on­ları övdüğü herkes tarafından bilinir. O halde iki du­rum ortaya çıkmaktadır:

1) Ya bu üç kişinin Hz. Peygamberin sağlığında ve ölümünden sonra iç bakımdan ve dış görünüş bakımın­dan temiz duygulu, vefalı, sağlam ve doğru inançlı, düzgün karakterli kimseler olduklarına inanılacaktır; ya da bu kimselerin Hz, Peygamberin hayatında ve onun vefatından sonra dürüst ve doğru olmadıklarına, (Allah korusun) dinden saptıklarına inanılacaktır.

2) ikinci durum da, eğer bu sapmalarına, bu yanlış durumda bulunmalarına rağmen bu üç kişi Hz. Pey­gambere yakınlık elde etmişlerse o zaman şu iki şey­den birini kabul etmek gerekecektir: Ya Peygamberi­miz onların gerçek durumlarını bilmiyordu veya bili­yordu da —hâşâ— onlara yağcılık yapıyordu. Bu iki durumdan her biri Hz. Peygamberin şanına büyük bir leke, büyük bir iftiradır. Onun peygamberliğine karşı geliştir. O zaman iş şairin şu sözüne dönecektir:

“Eğer sen bilmiyor idiysen o zaman bu bir felâket­tir.

Eğer biliyor idiysen, o zaman felâket çok daha bü­yüktür.”

Ve eğer; Peygamberimizin hayatı boyunca onlar doğru yol üzerinde idiler denilirse, o zaman bu; Hz. Peygamberin kendinden sonraki durumlar hakkında

haberler vermesinde ve kendinden sonra bu kişilerin başına gelecekleri bildirmesinde yanıldığına işaret olur. Gerçek şu ki, bu tür sözleriyle râfizîler Hz. Pey­gamberin mübarek kişiliğine çok büyük iftira etmekte­dirler.

İmam Mâlik hazretleri şu sözüyle ne kadar doğru söylemiştir: Aslında râfizîler, insanlar; “Hz. Peygamber kötü adamdı da o bakımdan kötü arkadaşları, kötü dostları vardı. Eğer iyi adam olsaydı iyi arkadaşları olurdu” desinler diye Hz. Peygamberin mübarek kişili­ğini kötülemek istemişlerdir. Bu bakımdan ilim ve ba­siret sahipleri; râfizîlik, zındıkların, dinsizlerin bir oyu­nudur demişlerdir.[223]

Sahâbîlerin Üstünlükleri Kesin Delillere Dayanır:

 

İbn Teymiye sahâbe-i kiramın adaletli ve doğru oluşlarını İslâm’ın çok önemli temel meselesi olarak kabul eder ve onların doğruluğuna, güvenirliğine, şaş­maz dürüstlüklerine kesinlikle inanır. Onların İslâm öğretiminin en güzel örnekleri olduklarını, Hz. Pey­gamberin eğitiminin ve anlattıkları talimatın yaşayan birer timsâli bulunduklarını kabul eder. Ona göre sahâbe-i kiramın üstünlükleri o derece şüphe götürmez ve kesindir ki, Kur’an-ı Kerim’in açık ifadeleri ve sahih hadisler şüphe götürmez şekilde bunu ortaya koymuş­tur. O bu konuda şöyle yazar:

“Kitap, sünnet ve şüphe götürmez rivayetlerle sahâbe-i kiramın üstünlükleri, güzellikleri ispat edildiğine göre bazısı kesik, bazısı değiştirilmiş ve saptırıl­mış olan rivayetlerle bu gerçeklerin reddedilmesi ge­çerli değildir.

Bu rivayetler içinde öyleleri var ki, bu gerçeklere onların hiçbir yalanlayıcı etkisi de olmamaktadır. Çün­kü kesin kanaat, şüpheyle ortadan kaldırılamaz. Biz; Kitap ve sünnetle, imamlarımızın aynı görüşte birleş­meleri ile, onları destekleyen sağlam rivayetler ve akıl mantık delilleriyle kesinkes inandık ki, sahâbe-i kiram Peygamberden sonra insanların en üstünüdürler. Bu kesin ve sağlam bilgi ve inanca şüpheli, tereddütlü şey­ler etki yapamaz. Nerde kaldı ki bâtıl olduğu açığa çı­kan şeyler etkibili”[224]

 

Sahâbe-i Kiram Masum Değillerdi:

 

İbn Teymiye sahâbe-i kiramın, peygamberler gibi ve Hz. Peygamber gibi masum (günah işlemez) olduk­larına, onlardan hiç bir hata ve kusur çıkamayacağına inanmamaktadır. Ama o şuna kesinlikle inanmaktadır ki; ümmetin bütün fertleri içinde onlar en adaletli, Al­lah’tan en çok korkan, sözlerine en çok güvenilen, en doğru konuşan ve en dürüst kimselerdi. Eğer onlardan hatalar veya günahlar olmuşsa bile buna karşılık Öyle güzel ameller ve Allah’ı, Resulünü memnun eden Öyle güzel işler yapmışlardır ki, hatalarının keffareti olmuş­tur. Herşeye rağmen onların iyilik ve sevap kefesi hata ve kusur kefelerinden daha ağırdır. Bu konuda da şöy­le yazmaktadır:

“Hz. Peygamberden sonra hiçbir kimsenin günahsız olduğuna inanmadığımızı biz daha önce yazdık. Nerde kaldı ki içtihadda hata olacağına inanmayalım. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Doğruyu (Kur’anı) getiren Hz. Peygamber ve onu tasdik eden müminler ise, işte onlar takva sahibi kim­selerdir. Onlara, Rableri katında ne dilerlerse vardır. İşte bu, güzel ve iyi iş görenlerin mükâfatıdır. Çünkü Allah onların daha önce işledikleri amelin en kötüsünü bile örtüp bağışlayacak ve yapmakta oldukları güzel amellerin en güzeliyle mükâfatlarını kendilerine vere-çektir.[225]

“İşte bu sözü söyleyenler, cennetliklerle beraber o seçkinlerdir ki, kendilerinden işledikleri güzel ameli kabul edeceğiz, günahlarını da bağışlayacağız. Bu, on­lara vaad edilmiş bulunan gerçek bir vaaddir. “[226]

 

 SAHÂBE-İ KİRAMIN ÖRNEĞİ  TARİHTE YOKTUR

 

İbn Teymiye diyor ki: İnsan olmanın gereği olan beşerî hatalarına ve insanî kusurlarına rağmen, bütün olarak peygamberlerden başka insan türünün hiçbir kitlesi ve insanlık neslinin hiçbir toplumu sahâbe-i ki­ramdan daha güzel bir hayat ve hareket tarzı göster­memiştir. Onların hayatlarında yer yer hafiften bir miktar leke göze çarpsa da bu, beyaz bir elbisenin bir yerinde küçük bir leke gözükmesine benzer. Başka mil­letlerin bütün amel defterleri, hayat sayfaları baştan başa lekelerle simsiyah kesilmiş olup, ancak yer yer birkaç beyaz nokta göze çarparken; bembeyaz, koca­man bir elbisede küçücük bir lekeyi görüp buna karşı­lık baştan sona elbisenin beyazlığını hiç görmemek an­cak kusur arayanların hatasıdır.. İbn Teymiye böyle di­yerek şunları yazmaktadır:

“Sahâbe-i kiram, ümmetin en hayırlılarıdır. Üm-met-i Muhammed içinde onlardan daha çok hidâyet ve hak din üzerinde birleşen, ayrıcalıktan ve tefrikadan uzak kalan hiçbir grup ve zümre yoktur. Onların haya­tında eksik bir hareket ve davranış görülse de bu du­rum başka bir ümmetin durumuyla karşılaştırıldığın­da, bunun hiçbir önemi olmadığı görülür. Yanlışlık; bembeyaz elbisede küçücük bir lekeyi görüp de küçü­cük bir beyazlığı kalmış, kapkara kesilmiş bir elbiseyi görmeyen kimsededir. Bu büyük bir ahmaklık ve çok büyük haksızlıktır.

Eğer o büyük insanlar kendi seviyesindeki insan­larla karşılaştırıhrsa onların üstünlükleri ortaya çıkar ve kendi kafasına göre hayalî bir benzetme yapan, ken­di görüşüne göre bir ölçü koyan o kişinin, Allah Teâlâ’nın yaratmadığı böyle bir hayalî kurgusuna de­ğer verilemez.

Bu hayalcilerden (şiîlerden) biri kendi kafasında masum bir imam canlandırmaktadır. Öbürü de kafa­sında öyle bir başka imam canlandırmaktadır ki o can­landırdığı imamla masum olan imam arasında, her ne kadar açık açık masumdur demese de, bir fark bulun­mamaktadır. Bu kişi; âlimin, şeyhin veya emirin ya da sultanın Öyle olmasını .öngörüyor. O ne kadar fazla bil­gili, ne kadar dindar, ne kadar iyi meziyetli olursa ol­sun, Allah ona ne kadar güzel işler yaptırmış olursa ol­sun; o kişinin kafasında canlandırdığı imamın hiçbir şeyi kendisine örtülü kalmayacak şekilde bilmesi ge­rektiğini, hiçbir şeyde hata yapmaması, insanlık gereği Özelliklerden uzak kalması ve onun hiçbir zaman öfke­lenmemesi gerektiğini ileri sürmektedir ki buna imkân yoktur. Hatta onlardan pek çok kişi bu tür imamlar hakkında peygamberlerde bile olmasını istemedikleri şeyleri bu imamlar hakkında gerekli görmektedirler,”[227]

İbn Teymiye; bütün tarihi inceleyen insanın, çeşitli milletlerin, ırkların, ümmetlerin durumlarını araştıran ve çeşitli insan toplumlarını inceleyen bir kişinin; sahâbe-i kiramdan daha çok birlik içinde, hakka bağlı, fitne ve bölünmeden nefret eden, nefsaniyet ve dünya menfaatçılığından uzak hiçbir toplumun geçmediğine

kesinlikle inanacağım ısrarla yazmaktadır. Bu noktada o şöyle yazar:

“Kim dünyanın bütün fırkalarını, durumlarını, olaylarını iyice okumuş, incelemişse açıkça görecektir ki; hidâyet ve olgunlukta sahâbe-i kiramdan daha üs­tün daha çok birlik içinde olan, tefrika ve ayrıcalıktan, onlardan daha çok uzak duran hiçbir nesil geçmemiş­tir. Allah’ın yaratıkları içinde sahâbe-i kiramın en iyi olduklarına Kur’an tanıklık etmekte ve şöyle buyur­maktadır: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; siz iyiliği emreder, kötülükten menedersi-niz ve Allah’a iman edersiniz. [228]

Sahabenin Müslümanlara Bıraktıkları:

 

s İbn Teymiye çok doğru ve yerinde olarak şöyle de­mektedir: Bugün müslümanların elinde bulunan bilgi ve din sermayesinde ne varsa, hayır ve bereket biriki­mi varsa, islâmî değerlerin yüceliği, İslâm’ın yayılması, hayırlı bir işe ne gibi teşvikler ve hayırlı yolda ne gibi muvaffakiyetler varsa, hatta aslını sorarsanız yeryü­zünde bugün iyilik güzellik adına ne göze çarpıyorsa hepsi, sahâbe-i kiramın fedâkârlıklarının, samimiyet, âlicenaplık ve vefakârlıklarının sonucudur. Ve onların mübarek varlıklarının bereketi ve feyzidir. İbn Teymi­ye büyük bir coşkuyla şöyle yazar:

“O günden başlayarak kıyamete kadar müslüman-larda bulunan bütün iyilik ve hayırlar, meselâ; iman, İslâm, Kur’an, bilgi ve kültür, ibadetler, cennete girme, cehennemden kurtuluş, kâfirlere üstünlük, Allah’ın adının yüceliği, bütün bunların hepsi sahâbe-i kiramın gayretlerinin sonucudur. Onlar dini insanlara ulaştır­dılar ve Allah yolunda cihad ettiler. Allah’a iman eden her mü’min kıyamete kadar sahâbe-i kiramın iyiliğine minnettar kalacaktır. Şiîlerde ve daha başkalarında bulunan iyilik ve hayırlar da sahâbe-i kiram sayesinde­dir; sahâbe-i kiramın iyiliğiyle râşid halifelerin iyilik­lerine bağlıdır. Çünkü onlar din ve dünyanın her hayrı­nın sorumlusu ve kaynağıdırlar.[229]

Hz. Ebu Bekir’in Halife Oluşu Hz. Peygamberin Peygamberlik Delilidir:

 

İbn Teymiye, çok isabetli bir görüşle şöyle demekte­dir: Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimizden sonra halife olarak devlet idaresinin başına geçmesi; Hz. Peygam­berin peygamberliğinin mükemmelliğinin bir delili ve onun hak peygamber oluşunun ispatıdır. Hz. Peygam­berin ruh yapısı, peygamberlik ruh yapısmdaydı. İdarî, siyasî bir yapıda değildi. Daima kendi çocuklarını veya kendi aile fertlerini kendi yerlerine aday gösteren, veli­aht yapan padişahlarla, dünya krallarıyla onun hiçbir ilgisi, benzerliği yoktu. Allah korusun, eğer onda bir sülâlecilik düşüncesi olsaydı; Hz. Ali’den, Hz. Ab-bas’dan (r.a.) başka Hâşimoğullarmdan kendi yerine geçirerek, aday göstererek bir sülâle saltanatının teme­lini atabileceği daha pek çok kimseler vardı. Bunu ya­pabilme gücü ve Allah tarafından kendisine verilmiş insanları etkileme yeteneği de vardı. Bu yetki ve haki­miyetini kendi sülâlesiyle sürdürebilirdi. İbn Teymiye bu konuda şöyle yazıyor:

“Şu mesele üzerinde çok iyi düşünülmesi gerekir ki, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in halifelikleri; Hz. Pey­gamberin peygamberliğinin mükemmelliğinin ve ku­sursuzluğunun delilidir. Bununla onun hak peygamber olduğu açıkça anlaşılmaktadır. O bir padişah değildi, kral hiç değildi. Çünkü kralların eskiden beri prensip­leri, oğullarını herkese üstün görerek devleti onlara teslim etmeleridir. Bununla onlar, kendi kafalarına gö­re devleti idare ederler ve mevkilerini korurlar.

Günümüzde çevre ve bölgelerimizdeki genel valile­re, yüksek mevkilerdeki devlet idarecilerine baktığı­mızda aynı prensiple hareket ettiklerini görürüz. Bü-veyhoğulları, Selçuklular, doğu ile batı, Suriye ile Yemen’in bütün sultan ve melikleri kendi çocuklarına ve kendi ailelerinin ferdlerine devleti teslim etmekte­dirler.

Aynı şekilde hristiyan ve müşrik krallar da böyle yapmaktadırlar. Frenk kralları ve Cengiz Han ailesi­nin hanları, daima devlet idaresinin kral ailelerinin elinde kalmasına çalışmışlardır. Onlar; şu kral ailesin-dendir, şu kral ailesinden değildir; şu kral ailesinin öz adamıdır, şu kral ailesinin öz adamı değildir derlerdi.

Bu bakımdan Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in (r.a.) halife seçilip de İslâm devletinin başına geçmeleri ve Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas (r.a.), amcasının oğlu Hz. Ali, Ukayl, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Rebîa, Abdülmuttalib oğlu Haris oğlu Ebu Süfyan ve benzerlerinin halife olmaması, Hz. Peygamberin (s.a.) o krallık sistemine bağlı olmadığını gösterir.

Bundan başka Abdimenâfoğulları arasında Hz. Os­man, Hz. Hâlid, Hz. İbban vb. vardı. Abdimenâfoğul­ları ise Kureyş içinde en saygı değer, haşmetli ve Peygamberimize soyda en yakın olanlardı.

İşte bunlara rağmen Hz. Ebu Bekir’in arkasından Hz. Ömer’in halife olması; Hz, Muhammed’in (s.a.) Al­lah’ın kulu ve O’nun elçisi olduğuna en büyük delildir.

Halifelik konusunda, sadece soy yakınlığından veya hanedan üstünlüğünden dolayı kendi soyunu tercih edip öncelik vermediği için o bir sultan, kral, padişah da değildir. Aksine iman ve takva bakımından bu dav­ranıştan ortaya çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed (s.a.)’in ümmeti, Hz. Peygamberden sonra da sadece Allah’a ibadet edecek, Allah’ın emri üzerine yürüyecek­tir. Soy veya sülâle, yahut şahsî ikbal ve yeryüzünde kişisel şan şöhret amacı gütmeyecektir.

O derecede ki; bazı peygamberler için izin verilen saltanat kadarını bile kabul etmediği açığa çıkmakta­dır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygambere; “Kul peygam­ber kalmayı mı istersin, yoksa padişah peygamber ol­mayı mı istersin1?” diye teklif ettiğinde o, kul peygam­ber kalmayı tercih etmiştir.

Gerçekte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in İslâm dev­letinin başına geçmeleri, işte bu kul peygamber olma­nın sonucudur. Eğer kendi ailesinden birini kendi yeri­ne vekil tayin etseydi o zaman insanların; “o, servetini kendi mirasçıları için biriktirmiş” deme fırsatı ellerine geçerdi.[230]

Cahiliyet Irkçılığı:

 

Aslında Hz. Ali’nin halifeliğe hak sahibi olduğunu, Hz. Peygamberden sonra devletin başına onun geçme­sinin tavsiye edildiğini ileri süren ve hakiki amca oğlu ve damadı olan biri dururken başka bir kimsenin halife olabileceğini kafalarına bir türlü sığdıramayan bütün bu fırkalarda; cahiliyet kokusu ve cahiliyet dönemi in­sanlarının ırkçılığı ve soyculuğunun kokusu ve gururu bulunmaktadır. Onlar; makam ve mevkilerin sadece ai­le yakınlığına ve aynı soydan olmaya göre verilmediği­ni, bilâkis yetenek, beceriklilik ve meziyetlere göre ve­rildiğini hiçbir zaman anlayamamışlardır. Arabistan, Iran, Hindistan ve İslâm öncesi bütün ülkelerin düşün­cesi, anlayışı işte böyleydi.

“Mutlaka Hz. Ali halife olmalıydı” kararını verenler ve kesin olarak bu görüşü ortaya koyanlar; aslında kendi millî ananelerine, ülke ve bölgelerindeki uygula­malara, kendi karakterlerine kıyas yapmışlardır. İslâm’ın ruhuna göre değil, kendi alışkanlıklarına ba­karak karar vermişlerdir. Onlar peygamberlerin müca­delelerini, arzu ve isteklerini, onların geniş duygu dün­yalarını, himmet ve çabalarını hiç anlamamışlardır.

“Herkesin düşünme seviyesi kendi ruh yapısı Ölçü-sündedir.”

İmam İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazar:

“Râfızîlerin sözleri, hemen hemen cahiliyet dönemi müşriklerinin sözlerine benzer. Onlar; soyları ve atala­rı hakkında dehşetli katılık gösterirler ve büyük bağlı­lık duyarlardı. Sülâle temeline dayalı şeyleri korurlar, severlerdi. îman ve takvada insana bir zarar vermeyen şeyleri, kabul edilemez diye değerlendirirlerdi. Bunla­rın hepsi de cahiliyet işleridir.[231]

 

ŞİÎLER VE HZ. HÜSEYİN

 

İbn Teymiye’ye göre şiîler, ehl-i beytin cahil dostla­rı, ahmak sevenleridirler. Onlar; haddi aşan övgüleri, aşırılıkları, mübalağacılıkları ve yalan yanlış rivayet­leri, uydurma olayları ile ehl-i beyti kötü duruma dü­şürmektedirler. O şöyle yazar:

“Şiilerin Hz. Hüseyin oğullarına kendilerini bağlı göstermeleri, onlara saygı duyup Övmeleri de aslında Hz. Hüseyin oğulları için bir musibet ve imtihandır. Çünkü onları şiîler, övgü sayılamayacak şeylerle öv­mektedirler. Onlar hakkında hiçbir ispat ve delili ol­mayan iddialarda bulunmaktadırlar. Onlar hakkında öyle bir takım şeyler söylemektedirler ki; eğer Hz. Hü­seyin evlâtlarının üstünlükleri sünnîlerin sözlerinden ve kitaplarından öğrenilmeseydi,şiîlerin onlar hakkın­da anlattıkları, övgüden çok yergi olurdu.”[232]

Bir başka yerde şöyle yazar:

“Bu şiîlerin; menkıbelerin ve hâdiselerin gerçek yö­nünden haberleri yoktur. Onlar bu menkıbe ve hâdise­lerin iç yüzünün anlatıldığı, gerçekliğinin ispat edildiği ilim yollarını da bilmemektedirler.[233]

Taassub Belirtileri:

 

Minhâc el-Kerâ?ne adlı kitabın yazarı İbn Mutah-har el-Hulî, Hz. Ali’nin ve ehl-i beyt imamlarının imam oluşlarım açığa koyma yolunda ve onlarla ilgili menkı­be ve olaylar hakkında pek çok âyet, hadis ve rivayet toplamıştır[234]Bu âyetleri, hadisleri ve rivayetleri gö­rünce, taassubun insanı nereye kadar götürebileceği tahmin ediliyor. Bu âyetlerin çoğunun veya hemen he­men hepsinin, ya ehl-i beytle hiçbir ilgisi yoktur ya da bütün müslümanlarla ilgilidir. Onun naklettiği hadis ve rivayetlerin çoğu da ya uydurma veya zayıftır. İbn Teymiye’nin deyimiyle; başı sonu belli olmayan uydur­ma rivayetler, yani başı ayağı belli olmayan hadisler demektir.

Bu konuda şiî yazar büyük bir cür’etle ve korkusuz­ca davranarak pek çok hadisi Buhârî ve Müslim’e ve diğer pek çok hadisi de Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine dayandırmıştır. İbn Teymiye; bunların Buhârî, Müslim ve Müsned’de izine rastlanmamaktadır demekte, bazı hadisler hakkında da; hiçbir hadis kitabında ve islâmî eserlerin hiçbir yerinde bunlar gösterilemez, diye yaz­maktadır. Şiîler, Kur1 an ve hadisten hiç anlamadıkla­rından dolayı basit tabirleri bile anlayamazlar. Bazı kereler de hiç çekinmeden yanlış açıklamalarda bulu­nurlar.

Ayetleri yazarken şiî yazar çok enteresan tuhaflık­lar göstermiştir. Onun, âyetleri açıklamasını görünce insanın aklına şu tuhaf latîfe geliyor: Aç bir adama; iki iki daha kaç eder? diye sorulmuş o da; dört ekmek eder demiş. Şiî yazar kırk âyet yazmış. Bu âyetler ona göre, Hz. Ali hakkında nazil olmuşlardır. Örnek olarak bir­kaç tanesini buraya alalım:

“Bugün ben sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi de tamamladım,. Size din olarak İslâm’ı seçtim.”

Bu âyet hakkında şiî yazar, Ebu Naîm’in rivayet et­tiği bir hadisi naklederek, bu âyetin Gadîr-i Hum hutbesinden sonra nazil olduğunu ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söylemektedir: “Allah en büyüktür. O dinini kemâle erdirmiş, nimetlerini tamamlamış, be­nim peygamberliğime ve benden sonra da umarım ki Ali’nin yerime geçeceğine Rab razı olmuştur.”

İbn Teymiye, öncelikle hadisçi bir üslûbla şöyle yazmaktadır:

“Bu hadis, hadis ilmi erbabının görüş birliğiyle uy­durmadır. Hadis kitaplarından, güvenilir hiç bir kitap­ta bulunmamaktadır.” Sonra da tefsirci ve tarihçi bir üslûpla ispat ederek şöyle demektedir:

“Sahih hadis kitaplarından, müsnedlerden ve tef­sirden Öğrenilmektedir ki; bu âyet arefe günü Arafat’ta vakfe sırasında nazil olmuştur. Bir yahudi Hz. Ömer’e; sizin kitabınız Kur’an’da öyle bir âyet var ki, eğer o biz yahudilere nazil olsaydı, nazil olduğu günü bayram ya­pardık, dedi. Hz. Ömer de; hangisi? deyince, yahudi; “Bugün ben sizin dininizi tamamladım….” âyetini oku­du. Hz. Ömer: Bu âyetin hangi gün ve nerede nazil ol­duğunu çok iyi biliyorum. Bu, arefe günü Arafat’ta Hz. Peygamber vakfede iken nazil olmuştu, dedi. (İbn Tey­miye diyor ki:)

Başka kaynaklarda da bu mesele şöhret bulmuş ve tevatür derecesine ulaşmıştır ve müslümanların bütün kitaplarında vardır. Bu, cuma günü Zilhicce’nin dokuzunda meydana gelen ve Gadîr-i Hum hutbesinin söy­lendiği günden dokuz gün önce olmuş bir olaydır. O halde bu âyetin Gadîr-i Hum esnasında nazil olduğunu söylemek nasıl doğru olabilir?:

Bu rivayet içinde nakledilen diğer başka sözler ise şöyledir: “Ya Rabbi, onu (Ali’yi) koruyanı koru, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu perişan edeni perişan et.” Hz. Peygamberden daha çok duaları kabul olan kim olabilir? Eğer bu hadis doğ­ru olsaydı bu dua gerçekleşirdi. Fakat tarihte bunun tersi gerçekleşmiştir.”

Şiî yazar:

“Suları acı ve tatlı olan iki denizi salıvermiş, bir­birlerine kavuşuyorlar. Fakat aralarında birbirlerine karışmaya engel olan (Allah tarafından) bir perde var­dır. ” âyetindeki “iki denizden” maksat Hz. Ali ve Fatı-ma’dır ve “ikisinin birbirine karışmasına engel olan bir perde vardır”dan maksad Hz. Peygamberdir. “O ikisin­den inci ve mercan çıkar”dan maksat ise Hasan ve Hü­seyin’dir, diye yazmaktadır. İbn Teymiye buna şöyle ce­vap vermektedir:

“Bu tür sözleri, bilip anlamadan konuşmaya alışan­lar söyler. Bu, Kur’an-ı Kerim’i açıklama yerine; mül-hidlerin, Karmatîlerin, Bâtınîlerin Kur’an-ı Kerim’i tef­sir etmelerine benzer. Hatta bu uydurma tefsir ediş, onların çoğundan daha kötüdür. Bunu ancak sarası tutmuş insanlar hezeyan halinde söyler.”

İbn Teymiye daha sonra bu izah ve tefsirin yanlış olduğuna altı delil göstermektedir:

“Birinci delil: Bu âyet Rahman sûresinin bir âye­tidir. Onun Mekke’de nazil olduğu da tartışmasız, ihti­lafsız kesindir. Hz. Hasan ve Hüseyin ise bunun nazil oluşundan birkaç sene sonra Medine’de doğmuşlardır.

İkinci delil: Bu âyetin açıklamasını Furkân sûresi­nin 53. âyeti yapmaktadır: “O Allah’dır ki iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı, susuzluğu giderir; bu beriki tuzlu ve acıdır.”

Eğer bundan kastedilen Hz. Ali ve Fatıma olsaydı, onlardan birini tuzlu ve acı kabul etmemiz gerekecekti.

Üçüncü delil: Eğer “engel”den kastedilen Hz. Pey­gamber olsaydı onun bir set, engel ve perde olduğu ka­bul edilecekti ki, bu bir övgü değil tam tersine kötüle­medir.”[235]

İşte bu şekilde bu bölüm tuhaflıklar ve acayiplik­lerle doludur. İbn Teymiye bir tefsirci, hadisçi, fıkıhçı, tarihçi ve tenkidçi üslubuyla cevaplar vermiştir ki bu, onun güçlü zekâsına, geniş bilgisine ve tartışma gücü­ne açık bir delildir. O, bütün bu deliller üzerinde ince­lemesini yaparken şöyle yazar:

“Hz. Ali’nin üstünlüğü, velayeti ve yüksek değeri öyle sağlam ve kabul görmüş yollarla ortadadır ki, bun­larla kesin ve kat’î bir kanaate varılabilir. Bu deliller ortada dururken yalan uydurmaya, yanlış ifadeler kul­lanmaya, şüpheli rivayetler ve açıklamalarda bulun­maya gerek yoktur.”[236]

Kitabın, fikirlerin çarpıştığı diğer bir bölümü de; Minhâc el-Kerâme adlı kitabında şiî yazarın genel ola­rak sahâbe-i kirama, özel olarak da Hz. Ebu Bekir’e ve Hz. Ömer’e; bilhassa Hz. Ebu Bekir’e saldırdığı ve iti­razlarını topladığı yerlerde anlattıklarıdır. Yazarın id­diasına göre bu itirazlar Kur’an-ı Kerim’den, hadisler­den, siyerden ve tarihî gerçeklerden alınmıştır. Bu sal­dırılar ve karşı çıkışlar; düşmanlığın, okuma yazma bilen kültürlü bir insanı bile nereye götürebileceğini is­pat eder. Burada, buna sadece iki örnek sunuyoruz:

Kur’an-ı Kerim’in; Hz. Ebu Bekr’in özelliğine en büyük delil olan, ümmetin hiçbir ferdinin ortak olmadı­ğı üstünlüğünü anlatan meşhur âyeti işte şu âyettir:

“Eğer siz peygambere yardım etmezseniz Allah ona kesinlikle yardım edecektir. Hani Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi (Peygambe­rin arkadaşı Hz. Ebu Bekir ile, Sevr dağındaki) mağa­radaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına şöyle di­yordu: Mahzun olma ve üzülme. Zira Allah’ın yardımı bizimle beraberdir.”

Minhâc el-Kerâme kitabının yazarı bu âyet hakkın­da şu iddialarını ileri sürmektedir:

“Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir’i, kendisi Mekke’den ayrıldıktan sonra belki ihbar edebi­lir diye yanma aldığından dolayı bu âyette anlatılanla ona bir değer ve üstünlük verilemez. Çünkü bu ihbar işinde Hz. Peygamber Ebu Bekir’e güvenmiyordu.

İkincisi: Bu âyetin içinde bizzat Hz. Ebu Bekir’in hicvedilişi vardır. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in ona “üzülme” demesinden —hâşâ— onun çok korkak oldu­ğu ve sabırsız olduğu, Allah’a kesin inancı olmadığı ve O’nun hükmüne güvenmediği anlaşılmaktadır.

Üçüncüsü ise şudur: Kur’an-ı Kerim’in genel pren­sibi olarak, neresinde sekîne indirildiği bildirilmişse orada mutlaka müminleri onun içine katmaktadır. Fa­kat burada sadece Hz. Peygamber anılmış, Hz. Ebu Be­kir anılmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, sekîne onun üzerine inmemiştir.”

İbn Teymiye; öncelikle bu âyette Hz. Ebu Bekir’e ne gibi üstünlükler ve meziyetler bahsedildiğini ortaya koymakta, Hz. Peygamber ile birlikte olmanın ne gibi bir Özellik ve üstünlük taşıdığım ispat etmektedir. Şiî yazarın; Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir’i düşmanlara haber vermesin diye yanma aldığını, bundan da Ebu Bekir’in güvenilemez biri olduğunu, Hz. Peygamberin ona güvenmediğini söylemesine gelince; bu o kadar mânâsız, değersiz ve saçma bir sözdür ki, cevap verme­ye bile değmez. Çünkü dünyanın en aklı kıt adamından daha kıt akıllı biri, böyle nazik ve tehlikeli bir yolcu­lukta öyle güvenilemez bir adamı yanına almaz, der.

İbn Teymiye bu noktada şöyle yazmaktadır:

“Akıl, bilgi, ilim ve tecrübede en üstün bir insan olan Hz. Peygambere böyle bir ahmaklığı ve cahilliği yakıştıran adama Allah akıl fikir versin![237]

İbn Teymiye şöyle yazmaktadır:

“İşittim ki, bu kitabın kendisi adına yazıldığı padi­şah Harbende’ye[238] Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygambere kin duyardı ve ona düşmandı. Buna rağmen o en tehli­keli yolculuğu olan hicret sırasında onu yanına aldı, denildiğinde bunu duyan padişah şöyle demiştir: Böyle yerlerde başka nasıl denilebilir! (Bu yaptığı aklı başın­da bir kimsenin hareketi olamaz.) Hz. Peygamber’in mübarek şahsiyeti bundan münezzehtir.”

İbn Teymiye daha sonra her bir iddiaya teker teker cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim’in nerelerinde üzüntü, endişe ve korkudan bahsedildiğini; büyük peygamber­ler, sâlih mü’minler ve ehl-i beytten hangilerine korku ve üzüntü bildirildiğini göstermiştir.

Şiî yazarın; Kur’an-ı Kerim’de sekîne indirilmesi­nin bildirildiği her yerde daima mü’minler de zikredilmektedir, demesine gelince; bu sözden, Kur’an-ı Kerim’de çok yerde böyle olduğu yanlış kanaati ortaya çıkmaktadır. Halbuki sadece bir tek âyette[239] sekîne indirildiği yerde Peygamberle birlikte mü’minler de zikredilmiştir. O âyette şudur:

“Andolsun ki Allah size birçok yerlerde ve Huneyn savaşı sırasında Allah size yardım etti. O gün sizin çokluğunuz size güven vermişti de bir faydası olmamış­tı. Yeryüzü onca genişliğine rağmen başınıza dar gel­miş, bozularak arkanızı dönmüştünüz. Sonra Allah; Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi.[240]

İbn Teymiye diyor ki: Burada müminlerin zikredi-lişi özel bir durum gösterir. Çünkü, “Sonra da bozula­rak arkanızı dönmüştünüz” buyurulmuştur. Bunun aksine Kur’an-ı Kerim’de sadece mü’minlerin zikredil-diği sekinenin indirilişi anlatıldığı bir tek yer vardır. Bundan sonra da İbn Teymiye bunun sebeplerini ve güzel yönlerini uzun uzun yazmaktadır[241]

Bu adamın bu kör taassubuna bir başka örnek şu­dur: Rivayetlerde bildirildiğine ve siyerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber Bedir Savaşı sırasında Bedir ala­nında çardağın altında idi[242] Hz. Ebu Bekir de yanın­da bulunuyordu. O malum yazar; Hz. Peygamber (s.a.) eğer Hz. Ebu Bekir’e savaşmasını emretseyci, işin bo­zulacağım bildiğinden dolayı Ebu Bekir’i yanında tutu­yordu. Çünkü Hz.Peygamberin sasvaşlarında birkaç defa Ebu Bekir kaçmıştı demektedir. İşte bu söz üzeri­ne İbn Teymiye’nin ilim ve imanı coşmakta ve şöyle yazmaktadır:

“O malum yazar, Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Peygam-ber’in savaşlarında birkaç kere kaçmaya yeltendiğini yazmaktadır. Bu sözünden anlaşılıyor ki o, Hz. Pey­gamberin savaşları konusunda tamamen bilgisiz ve ca­hildir. Bu da şaşılacak bir şey değildir. Çünkü onun bağlı olduğu zümre ne Hz. Peygamberin ahvalini, ha­yatını bilir; ne mücadelelerinden, hayat düzeninden haberdardır; ne de bunlara ilgi duyar.

Bir kere onun; Bedir savaşının savaş yapılan ilk muharebe olduğundan haberi yoktur. Bu savaştan Ön­ce, Hz. Peygamberin ve Hz. Ebu Bekir’in katıldığı hiç­bir savaş olmamıştır. Bedir harbinin; Hz. Peygamberin savaştığı ilk harb olduğunda siyerciler, hadis ve megâzî bilginleri, fıkıhçı ve tarihçilerin hepsi ittifak et­miştir. Hz. Ebu Bekir’in katılmadığı İbn el-Hadramî olayından başka Bedir savaşından Önce savaşma duru­mu ortaya çıkan hiçbir sefer veya gaza olmamıştır. O halde, Hz. Ebu Bekir, Bedir savaşından önce birkaç ke­re harp meydanından kaçmayı istemişti demek nasıl doğru olur?

Bir başka şey de şu ki; Hz. Ebu Bekir’in herhangi bir savaştan kaçtığı görülüp duyulmamıştır. Bunu is­patlama sorumluluğu, iddiacının üzerine düşer. Hangi savaştan kaçmayı istediğini onun ispat etmesi gerekir.

Üçüncüsü de; —hâşâ— eğer Hz. Ebu Bekir öyle korkak idiyse o zaman Hz. Peygamberin onu çardakta kendi yanında tutması doğru değildi. Hatta öyle adamı harp sahasına getirmek bile uygun düşmezdi. Kaldı ki Hz. Peygamber, bütün sahabe içinden kendi yanında bulunmak, kendine refakat etmek için özellikle onu seçmişti.[243]

Hz. Ali Hakkında Çelişki:

 

İmam İbn Teymiye diyor ki: Hristiyanlar Hz. İsa’yı, bir taraftan Allah’ın oğlu ve ilâh yapmışlar; diğer taraf­tan da çarmıh olayı ile onu güçsüz, biçâre bir insan gö­rünümünde canlandırmışlardır. Hristiyanların anlat­tıklarıyla o, “ıer’çeşit zillet, aşağılanma, alay ve eğlence hedefi ve deneme tahtası haline getirilmiştir. Aynı şe­kilde şiîler de Hz. Ali için öyle bir takım yetenekler, güçler ve nitelikler ortaya sürmüşlerdir ki bunlardan, onun derecesinin Hz. Peygamberden daha üstün oldu­ğu zannedilmektedir. Ve eğer o olmasaydı İslâm’ın ge­lişmeyeceği, ancak onun Hayber’i yerle bir eden pençe­si ve pırıl pırıl parlayan Zülfikâr isimli kılıcıyla islâm fetihlerinin gerçekleştiği, küfrün yerle bir edildiği ka­bul edilmektedir. Diğer taraftan ise üç halifenin halife­liği sırasında onun güçsüz, mahkûm, çaresiz olduğu gösterilmekte; onun yapılan herşeyi kendi vicdanına ve inancına ters gördüğü anlatılmakta, kendisine ve ehl-i beyte her çeşit hakaret ve aşağılamaya uğratıldığı hal­de onun hiçbir şey yapamadığı anlatılmaktadır. Bu açık bir çelişki ve asla yakışık almayan bir tezattır. İbn Teymiye şöyle yazıyor:

“Bu şiîler, iki tezatı birleştirmektedirler: Bir taraf­tan onlar güç, kuvvet ve cesarette Hz. Ali’yi herkesten

daha üstün ve ileride göstermekteler. Hatta o kadar ki, Hz. Peygamberin dinini onun kurduğu ve Hz. Peygam­berin kendisinin de ona muhtaç olduğu zannedilecek-tir. Dini kurmakta onu Allah’a ortak gostermekteler; sonra da İslâm’ın üstün gelip güçlenmesinden ve in­sanların İslama girmesinden sonra ona öyle bir acizlik, güçsüzlük, üzüntü ve takiyye yakıştırmaktadırlar ki, sözlerine bakılırsa ondan daha zayıf, güçsüz, biçare bir insan yoktu.

Halbuki, îslâmı kabul ettikten sonra daha önceki dönemlerine nisbetle o insanların daha çok hak ve ha­kikate bağlandıkları kesinlikle bilinmektedir. O halde kâfirleri yenerek onları İslama sokan Hz. Muham-med’in getirdiği dini ayakta tutmakta Allah’a ortak olan öyle bir kişi neden bu gücünü, kudretini kendisine haksızlık yapıp zulmeden bu insanları mağlup ve peri­şan etmekte kullanmadı? Halbuki onlar sayı bakımın­dan da kâfirlerden azdı. Güç, kuvvet bakımından da zayıftı. Ve bu muhalifler herşeye rağmen hakka daha yakındılar. “[244]

İmamet Konusu:

 

İbn Teymiye, imamet konusunda da çok geniş bilgi vermekte ve şiîlerin belirlediği imameti ve onu dinin bir bölümü kabul etmelerini şiddetle reddetmektedir. Bunu ispat yolunda şiîlerin ileri sürdükleri bütün aklî ve naklî delilleri de reddetmektedir. İleri sürdükleri kaybolan imam inancı ile alay etmekte; bu inançla boz­gunculuk, ayrıcalık, amelsizlik ve tahrifattan başka hiçbir fayda elde edilemeyeceğini ispat etmektedir[245]

Şiîlerin Kur’an ve Hadis Karşısındaki Tutumları:

 

İbn Teymiye şiîlerin, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye, onun mânalarını ve açıklamalarını öğrenmeye, delille­rini araştırıp bulmaya hiç ilgi duymadıklarını yazmak­tadır. Aynı şekilde onların, sağlam ve zayıf hadisleri tanımaya, hadislerin mânalarım, maksatlarını, sahabe ve tabiîlerin anlattıklarını anlamaya hiç önem verme­diklerini bildirmektedir. Onların sermayelerinin ve bil­gi kaynaklarının, sadece bazı ehl-i beytten nakledilege-len ve içlerinde doğru, yalan herşey olan bir takım söz­lerden ibaret olduğunu açıklamaktadır[246]

Cami, Cuma ve Cemaate İlgisizlikleri:

 

İbn Teymiye bu konuda da şöyle yazıyor:

“Şiîler, peygamberler hatta imamlar hakkında o de­rece aşırılığa gitmişlerdir ki, onları Allah’tan başka rabler (ilâhlar) haline getirmişlerdir. Peygamberlerin emrettiği, ortağı olmayan bir tek Allah’a ibadet etmeye önem vermemişlerdir. İhtişamlı, bakımlı tutulmalarına ve içlerinde Allah’ın adı anılmasına emir verilen mes-cidleri perişan bıraktıklarını, içlerinde cuma namazı ve cemaatle namaz kılmadıklarını görürsün.

Onlara göre mescidlerin büyük değeri yoktur. Eğer arasıra mescidlerde namaz kılsalar bile teker teker namaz kılarlar. Mezarlara, üzerlerine yapılmış türbelere çok değer verirler. Müşrikler gibi oralara koşarlar, uzaklardan seyahat yaparak, hacıların Kabe’yi ziyaret için geldikleri gibi oraları ziyarete gelirler. “[247]

Sonraki Şiîler Mutezile’ye Bağlıdırlar:

 

Sonraki şiîler; akıl bilgileri konusunda genellikle Mutezile’nin peşinden giderler. Bir kısmı da Yunan fel­sefecilerinin peşinden gitmiştir. Bunların üzerinde fel-sefeciliğin hâkimiyeti vardır. Bunların âlimlerinden bi­ri olup felsefe, itizal ve râfızîliği kendinde toplayan, Minhâc el-Kerâme’nin yazarının bu konuda yazdığı ki­tabın akaid, ilm-i kelâm bahislerini açtığı yerlerde iti­zal ve felsefe kokusu açıkça hissedilmektedir.

İbn Teymiye bunlara genişçe cevap vermiştir. Bu bölüm derin felsefe ve kelâm üslûbu ve konularıyla do­ludur. İbn Teymiye akıl ve nakil bilgilerinin iki denizi­nin de yüzücüsü olduğundan o her zaman yaptığı gibi coşarak konuya girmekte ve o kitabın teker teker her harfini reddetmektedir. Sonunda o; bu fırkanın akıl bil­gilerini çok yüzeysel bildikleri ve amiyane oldukları, âlimlerin de bu bilgide mektep çocuğu görünümünde oldukları sonucuna varmaktadır[248]

Şiilerin Geçmişteki Tutumları:

 

İbn Teymiye yer yer şöyle yazmaktadır: Tarihin her devrinde şiîler; kâfirlerin ve müşriklerin tarafım tut­muşlar, İslama ihanet etmişler ve İslâm devletine zarar vermişlerdir. En sonunda İbn Teymiye’nin kalemi şunu yazmak zorunda kalmıştır: “Onların İslâm içinde­ki günlerinin hepsi kapkaranlıktır. Yani onların İslâm’la ilgili tarihleri simsiyahtır.”[249]

Ehl-i Sünnet Yolu Ilımlı Yoldur:

 

İbn Teymiye şöyle yazıyor: İslâm fırkaları içinde sadece ve sadece ehl-i sünnet olanlar orta ve ılımlı yol üzerindedirler ve aşırılıktan, ifrat ve tefritten korun­muşturlar. Onlara göre ehl-i beyt sevgisi ile sahâbe-i kirama hürmet arasında hiçbir çelişki yoktur. Onlar bu iki nimeti kendilerinde toplamışlardır. İşte bu da ger­çek İslâm’dır. Kitabının bir yerinde diyor ki:

“Ehl-i sünnet, bütün mü’minlere sevgi havasım te­neffüs eder, ilim ve doğrulukla konuşur. Onlar ne ceha­let ehlindendir ne de nefsaniyete uyan kimselerdendir. Onlar gerek râfızîlerin, gerek haricîlerin, ikisinin de tutumundan bizardır. Bütün sahabeye saygı duyar, on­ların değerini, kıymetini bilir ve kabul eder. Onların üstünlüklerine inanır. Bütün bunlarla birlikte yüce ehl-i beyt mensuplarının şeriatta geçen haklarının ve­rilmesini gerekli görür.”[250]

 

ŞERİAT İLİMLERİNİN YENİLENMESİ VE CANLANDIRILMASI

 

İbn Teymiye Dönemi:

 

İbn Teymiye’nin doğduğu dönemde şer’î ve dinî bil­giler çok genişlik kazanmıştı. Özellikle, hadis, tefsir, fı­kıh ve fıkıh usûlünden her bir konu üzerinde o kadar büyük çapta kitaplar yazılmıştı ki bu konulardan biri üzerinde dahi otorite olmak ve o güne dek gelen ilmî bi­rikimleri özet olarak bilmek bile normal bir insan için çok büyük bir ilmî başarıydı. Fakat yine de onun döne­minde bu ilmî eserlerin tümünü gözden geçiren pek çok bilgin ve eğitimci bulunuyordu.

Bunlar arasından Öyle zeki, hafızası güçlü ve ilmî çalışmaları, sürekli okuması, devamlı öğretim ve öğre­nimle uğraşmasından dolayı bu kitap yığınlarının önemli bir bölümünü kafasına yerleştiren, Öğretim ve tartışma sırasında bundan zorlanmadan faydalanan ve onu hemen aktarabilen sayılı kimseler de mevcuttu.

Allâme Kemâleddîn b. Zemelkânî, Takıyyüddîn Ali b. Sübkî, Şemseddin Zehebî, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî bu­na birer örnektirler.

Tabakât eş-Şâfiiyyetü’l-Kübrâ’jı incelediğimiz za­man o dönemdeki ilmî gücün, birikimin, kafalarda ne kadar çok bilgi biriktirildiğini ve ilmî branşlaşmanın ne dereceye ulaştığını tahmin edebiliriz. Öyle bazı kim­seler vardı ki bunlara, şer’î ilimlerin ansiklopedisi denilmesi doğru olacaktır.

Fakat bilgi ve kültürde genişlik olduğu kadar dü­şüncede derinlik yoktu. Bir süreden beri; bütün bu ilmî birikime, kitaplara tenkidçi ve maharetli bir bakışla bakan, daha önceki dönemlerin ilim otoritelerinin gö­rüş ve düşüncelerini farkeden ve onların karşısına çık­ma gücü taşıyan, meseleler ve görüşler üzerinde kendi­sinin de şahsî bir görüşü olan kimselerin azlığı sürüp geliyordu.

Önceki dönemlerin büyük bilginleri değerli ilmî eserler bırakmıştı. Daha sonra gelen bilginlerin işi ise; sadece bu eserleri iyice okumak, onların şerh ve izahını yapmak, özet ve kısaltmasını yapmaktan ibaretti. Bir süreden beri bu eserlere önemli sayıda ve değer verile­bilecek ölçüde bir katkı olmuyordu. Şahsî yeteneğin or­taya koyduğu veya müctehidçe görüşler belirten dene­bilecek herhangi bir kitap ender bulunuyordu.

O devrin en iyi ve iftihar edilecek eserleri kabul edilebilen kitaplarının cevheri, özü de sadece; yazarı­nın kendinden önceye âit dağınık bilgileri bir araya toplamak ve düzenli bir şekilde sıraya koymaktan iba­retti. Veya bu eser, daha önce yazılmış olan fıkıhla ilgi­li bir metnin (yazı dizisinin) güzel bir açıklaması idi.[251]

 

İbn Teymiye’nin Bilgi ve Eser Yazma Özellikleri:

 

İbn Teymiye Allah vergisi keskin hafizasıyla bütün bu ilmî birikimi elde etmiş, onu fikir bakımından haz­metmiş ve ondan kendi eserlerinde hakkıyla faydalan­mıştı. Ama onun kabına sığmayan, dalgalı karakteri, onun meseleleri çok güzel açıklayan, incelikleri hemen çözen beyni ve onun akıcı, işlek kalemi buna doyamı-

yor; sadece nakil, rivayet, açıklama, özetleme veya alıntı ile yetinmiyordu.

Kur’an-ı Kerîm’i derinden kavraması, şeriatın ama­cını derinden bilmesi, fıkıh usûlü ve teşri’ usûlündeki güçlü yeteneği her eserinde onunla beraberdir. O, han­gi konuda eline kalemi alırsa, kendinden kattığı yeni bilgiyle o konuya can vermektedir. Onun hiçbir eseri yoktur ki onda bir miktar yeni ilmî gerçekler, ilmî ince­likler, tenkidçi araştırmalar ve yeni temel konularla il­gili meseleler bulunmasın. Kur’an-ı Kerim’i anlamak için yeni bir yol, şeriatın amacını kavramak için yeni bir kapı açılmamış olsun.

Onun iki büyük eseri el-Cevâb es-Sahih ve Minhâc es-Sünne üzerinde geniş bir bakış yapılmış ve içindeki­lerin özeti yukarıda anlatılmıştır.

Bu iki eserinden başka onun müctehidçe bakış ve görüşünü, kavrama gücünü ve tenkid yeteneğini ispat eden ve her dönemin kafalarına yeni ve sağlam ilmî ve fikrî gıda sunan, o devrin ilim sahiplerinin, içinde yeni bilgi malzemeleri, yeni deliller ve yeni buluşlar gördük­leri çeşitli eserleri vardır. Örnek olarak; Kitâb en-Nübüvvât, er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, İktizâ es-Sırât el-Müstaklm sayılabilir. Bunlar sadece çok üstün ilmî eserler ve kendi konularında başarılı kitaplar değil, hatta insan zihnini düşünmeye sevk eden ve insanların önüne yeni ilmî saha, düşünme ve inceleme için yeni meseleler ve konular getiren, düşünce oluşturan ve düşünceyi geliştiren türden kitaplardır.[252]

Tefsir:

 

İbn Teymiye, tefsir dalını kendi düşünce ve eserle­rine özel konu yapmıştır. Onu bu tutku o kadar sarmıştı ki, içinde Kur’an-ı Kerim’in tefsirine ait bir bölüm bulunmayan, âyetlerle ispatlamaların, âyetlerin izah ve tefsirlerinin bulunmadığı bir eserini görmek zordur. Onun önüne bir âyet geldiğinde o âyeti tefsir etmeden ileri geçmez. Öğrencilerinin anlattığına göre onun tefsi­re ait yazdıkları kitap yığını 30 ciltten fazladır. Eğer bu tefsir birikimi ele geçirilseydi, tefsir ilminin çok de­ğerli ve güvenilir kaynağı olacağında hiç şüphe yoktu.

Bakış ve görüş derinliği, rivayetlere tam bir bilgi hâkimiyeti ve onlara dayanma, âyetleri hayata uygula­ma, çevresini ve toplumunu tanıma, davetçi ruh ve iyi­liği emredip kötülükten menetme heyecanı taşıma ve Allah’ın kendisine lütfettiği din gayreti gibi özellikle­rinden dolayı onun kaleminden çıkan tefsir; —her ne kadar bu düzenli geniş tefsir bugün ele geçmemişse de— belki de en güzel ve en derli toplu tefsir olurdu.

Fakat, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli sûrelerinin tefsiri üzerinde yazdıkları basılmıştır. Ve bunlardan; onun tefsirci özellikleri ve tefsirdeki üstünlükleri anlaşıl­maktadır. Bunlardan İhlâs sûresinin tefsiri, Felâk ve Nâs sûrelerinin tefsiri ve Nûr sûresinin tefsiri bir süre önce Mısır’da basılmıştır. Ayrıca bugünlerde onun deği­şik kitaplarında tefsirle ilgili bölümler bir araya topla­narak basılmıştır[253]

Onun tefsirle alâkası, bu konuyla meşguliyeti ve kendini ne derece ona verdiği daha hayattayken her­kesçe biliniyordu. Bu onun öyle bir ayrıcalıklı özelliği kabul ediliyordu ki, cenaze namazı ilân edilirken dahi, “Kur’an’m tercümanının namazını kılmaya gelin” diye ilân edilmişti.

Tefsir usûlü üzerinde de onun küçük bir risalesi vardır. Bildiğimiz kadarıyla İbn Teymiye’nin bu risale­si tefsir usûlünün ilk müstakil kitabıdır.[254]

Hadis:

 

Hadis ve hadis açıklamaları üzerinde her ne kadar İbn Teymiye’nin ayrı bir eseri yoksa da, hadis ilmi ye­dinci ve sekizinci asırlarda öyle bir genişliğe ve yüksek­liğe ulaşmıştı ki artık ondan sonra bu işe bir ihtiyaç kalmamıştı. Ama yine de onun eserlerinde usûlü hadis, esma er-ricâl, cerh ve ta’dîl, hadis tenkidi, hadis fıkhı ile ilgili ele geçen maddeler eğer bir araya toplansa bü­yük bir eser meydana gelmiş ve önemli bir birikim elde edilmiş olur. Özellikle onun eserlerinde görülen konu­lar üzerindeki cesur ve araştırıcı görüşleri başka bir yerde bulmak zordur. Bu konuda Minhâc es-Sünne ki­tabında ele geçen bilgiler ve ağızdan ağıza dolaşan pek çok meşhur hadisler üzerindeki sözleri onun çok fayda­lı ve ender rastlanan ilmî yadigârıdır.[255]

 

Fıkıh Usûlü:

 

 

Fıkıh usûlü onun hoşlandığı ve zevk aldığı bir ko­nuydu. Bu sahada o, güçlü bir yetenek elde etmişti ve müctehid değeri taşıyordu. Onun yazdığı hiçbir eser, bu temel konulardan uzak değildi. İktizâ es-Sırât el-Müstakîm isimli kitabında ve yazdığı fetvalarında bu konuda pek çok bilgi birikimi vardır. Ve yine bazı müs­takil risaleler, meselâ; Risale el-Kıyâs, Minhâc el-Vüsûl ilâ İlmi’I-Usûl ve benzeri eserler de bırakmıştır. [256]

 

Kelâm İlmi

 

İbn Teymiye’nin eserleri eğer konularına göre bira-raya toplansa görülecektir ki, ilm-i kelâm ve akaid onun yazılarının en az yarısını kaplayacak veya üçte ikisini tutacaktır. Çeşitli yer ve şehirlerin[257] adıyla anılan bu konudaki eserleri; Isbahâniyye Şerhi, Hamevî Risalesi, Tedmûriyye, Vâsıtıyye, Keylâniyye, Bağdâdiyye, Ezheriyye risaleleri ve benzerleridir. Bu eserlerde onun bu konudaki temel görüşleri, ispat gü­cü, dinî hamiyet ve gayreti, bilgi ve zekâsı göze çarp­maktadır. [258]

Fıkıh:

 

Onun döneminde her mezhebin fıkhı; üzerine yeni bir şey ilâve edilmesi zor olacak kadar yazılıp çizilmiş, düzene konulmuştu. Yine de o, pek çok konularda ve hükümlerde müctehidçe bir bakış ve incelemelerde bu­lundu. Kitap, sünnet, icma, kıyas ve fikıh usûlü ışığın­da hükümler çıkardı ve ictihad etti. Fıkıhla hadis ara­sında uyum yapmaya çalıştı. Fıkhî görüşleri ve detay­ları sağlam hadislere bağlamaya çalıştı.

Yeni ortaya çıkan meseleler, durumlar ve yeni ihti­yaçlar için hüküm çıkarma, ictihad yapma yönüne git­ti. Her mezhebin müctehidleri, fıkıhçıları nasıl her asırda yeni meseleler üzerinde ictihad yapmışlar ve hü­küm koyma görevi yaparak gelmişlerse, aynı şekilde İbn Teymiye de (bazı basiret erbabı kişiler onun ictihad yapma şartlarına sahip olduğu görüşündeler) bu yeni meseleler üzerinde içtihad yapma yönüne gitmiş ve kendi kanaat ve tercihlerine, kendi fetvalarına ait bü­yük bir birikim bırakmıştır. Bu birikim İbn Teymi-ye’nin Fetvaları olarak dört büyük cild halinde bulun­maktadır. Bu eser sadece fıkıh meseleleri ve hükümle­rini değil, hatta pek çok ilmî meseleleri ve usûl konula­rını içine alan çok kıymetli ve nadir bir hazinedir. [259]

İbn Teymiye’nin Kendinden Sonraki Dönemlere Etkisi:

 

Büyük bir genişlik ve derinliğe sahip olan bu muaz­zam ilmî çalışma sonucu ortaya konan eserlerde akıl ve nakil yanyanadır. İbn Teymiye; şeriat ilimlerinin yeni­lenmesine, canlanmasına çalışmış, bunu da başarmış­tır. İslâm düşüncesini kuşatan donukluk ve çöküntüyü uz akla ş tır mı ş, yeni ilmî yollar, yeni düşünce kapıları açmıştır.

Öyle araştırmalar ve eserler hazinesi bırakmıştır ki, onları incelemekle düşüncede genişlik, karakterde faaliyet, tefekkürde hareket ve canlılık meydana gel­mektedir. Bu eserlerin etkisiyle her devirde ortaya bü­yük yazarlar, üstün düşünceli düşünürler, coşkulu ısla­hatçılar ve samimi davetçiler çıkagelmişlerdir.

  1. 8. asırdan sonra görülen bu düşünce ve ıslâh ha­reketinde, İbn Teymiye’nin payı şüphesiz çok daha faz­la göze çarpar. O; islâmî düşüncelerin, İslâm ilimleri­nin büyük yenileyicileri arasında sayılmaya lâyıktır. Özellikle 12. Hicri yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının çeşitli köşelerinde ortaya çıkan yenileme, düşünce ve ilmî canlanışların hepsinin temelindeki en büyük itici güç ve kaynak, İbn Teymiye’nin eserleridir. [260]

 

İSLÂM TEFEKKÜRÜNÜN DİRİLTİLİŞİ

İnançların Kaynağı Kitap ve Sünnet:

 

İbn Teymiye’nin müstakil bir yenileme başarısı, belki de onun hayatının en büyük başarısı ve onun ay­rıcalığını gösteren hizmeti: Onun İslâm tefekkürünü canlandırması dır.

İslâm tefekkürünün diğer tefekkür sistemleri kar­şısındaki üstünlüğü, ayrıcalığı; onun temelinin vahye ve Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğine dayanma-sındadır. İslâm’ın inançları ve gerçekleri; kıyaslara, tecrübeye, zan ve tahmine, benzetmelere (kıyaslara) ve insan zekâsına, dayanmamakta, aksine Allah’ın bildir­diklerine ve Hz. Peygamberin insanlığa ilettikleri üze­rine dayanmaktadır.

Hz. Peygamberin; Allah’ın varlığı hakkında, sıfatla­rı, fiilleri hakkında, kâinatın ve dünyanın başlangıcı ve . sonu hakkında, âhiret ve amellerin özellikleri, sonuçla­rı hakkında ve dinle doğrudan ilgili diğer tabiat ötesi . meseleler hakkında söylediklerinin hepsi akaid (inanç sistemleri)dir. Ve işte onlar gerçeklerdir. Vahiy ve pey­gamberlikten başka aslında onları öğrenmenin sonra da onlara kesin inanmanın hiçbir başka yolu yoktur.

Çünkü bütün bilgileri ve gerçekleri öğrenme aracı ancak ilk ve Öncelikli ilkelerdir. Bu dinî ve görünmeyen gerçeklerin ilk ve Öncelikli ilkelerine de hiçbir kimse sahip değildir. Herhangi yeni bir şeyi öğrenme vasıtası

ise bilgilerin, bilinmeyene ulaşacak şekilde düzenlen­mesidir. Fakat maddî ve tabiî öncelikli bilgileri elde et­tiğimiz gibi, o görünmeyen ve dinî gerçeklerin öncelikli bilgilerini ve gereklerini bilmemekteyiz. Allah’ın zâtı ve sıfatları; aklın ve duyu ile algılamanın ötesindedir ve O’nun hakkında insan hiçbir deneyime, müşahadeye (gözü ile görmeye) sahip değildir. Ne de insan bu nok­tada kıyaslama yapabilecek bir temele sahiptir. “O’­nun (Allah’ın) hiç bir benzeri yoktur.” Dolayısıyla bu konuda, Allah’ın kendi zâtı ve sıfatlarını bilmeye kesin iman nimetini bizzat bahşettiği, hidâyet ve ışık lütfetti­ği insanlar topluluğuna güvenmekten başka bir çıkar yol yoktur. Bizim onun karşısında hiçbir inkâr ve tar­tışma hakkımız yoktur.Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de bir peygamber ağzıyla şöyle anlatılmıştır: “Siz Allah ko­nusunda benimle tartışıyor musunuz? Halbuki Allah beni bu noktada doğru yol üzerinde kılmıştır.” [261]

Felsefenin Boş Çabası:

 

Allah’ın zâtı ve sıfatları öyle açık ve net bir gerçek­tir ki, bu gerçek ortada dururken felsefenin, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Fakat, nice bin seneden beri felsefenin bu boş çabasını sürdürmesi, insanlık ilim tarihinin çok enteresan bir olayıdır.

Felsefe, en üstün zekâlarını ve en yetenekli beyin­lerini; ilkelerini ve önermelerini dahi bilmediğini itiraf ettiği bir konuda sarfetmiş ve kendisi hakkında hiçbir kesin bilgi elde etme ve kafi görüş ortaya koyma aracı olmayan bir konuda harcamıştır. Sonra da felsefeciler o konuda öyle incelemeler ve izahlar ortaya koymuş, hiç çekinmeden öyle kararlar vermişlerdir ki, bu yaptıkları dilbilgisi âlimlerinin bazen bir kelime hakkındaki di-dişlemelerine benzer hareketlerden başka birşey olma­mıştır. Hatta kimya ilmi erbabının ilaçlar ve bitkiler hakkında yaptıkları gibi hareket etmişlerdir. Onlar, tartışmalar ve açıklamalarda öyle ileri gitmişler ve öy­le kılı kırk yarmışlardır ki, bütün bu anlattıklarıyla sanki onlar tamamen bildikleri, gördükleri ve kendi is­tekleriyle hareket ettirdikleri, görülen, duyu organla­rıyla algılanan bir varlıktan bahsetmektedirler, [262]

Kelâmcıların Felsefecilikleri:

 

Bundan daha enteresanı; felsefeyi red ve İslâmı sa­vunmak için ortaya atılan İslâm kelâmcılarmm duru­mudur. Felsefeyi reddedelim derken onlar, felsefenin tabirlerini, deyimlerini, varsayımlarını benimsediler ve Allah’ın zâtı, sıfatları hakkında öyle kesin, kararlı ve geniş incelemeli konuşmaya başladılar ki, sanki onlar da gözle görülen, duyularla algılanan bir varlıktan ve­ya herhangi bir tabiî meseleden sözeder gibi konuşma­ya başladılar.

Halbuki onlar felsefeyi reddetmek için ortaya çık­mışlardı. Kendileri de felsefenin varsayımlar, tahmin­ler ve deyimler ormanında kayboldular. Soru sorma, cevap isteme ve tartışma cezbesine kapıldıklarından felsefenin kendi ilkeleri ve önermeleriyle tartışma ve araştırma yapmaya hakkı olmadığı bir konuya girmesi­ni tenkid etmeyi unuttular.

Kelâmcılar felsefecilere şöyle demeliydi: Sizin ince­leme ve araştırma sahanız sadece riyazi ve tabiî konu­lardır. Siz kendi inceleme ve araştırmanızı bu saha içinde sınırlı tutmalısınız. İlahiyat konusuna müdahale etmeniz çizginizi aşmak ve akıl bilgilerine dalmaktır.

Yine onlar, Kur’an-ı Kerim’in hikmetli ve belagatli ifadesiyle felsefecilere hitap ederek şöyle demeliydiler:

“işte siz o kimselersiniz ki; haydi, hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz şeyde münakaşa ettiniz. Ya hiç­bir bilginiz olmayan şeyde niçin münakaşa edersiniz? Oysa Allah gerçeği bilir, siz bilmezsiniz.”[263]

Daha Sonraki Asırlarda Islâmî Tefekkür:

 

Daha sonraki yüzyıllarda İslâm tefekkürünün (dü­şüncesinin) çöküşü öyle bir noktaya gelmişti ki; Al­lah’ın varlığı, kâinatın yoktan var oluşu, Allah’ın bir oluşu ve âhiret gibi bütün temel inanç prensiplerini is­pat için, temeli felsefe üzerine kurulmuş olan kelâm-cılarm düzenledikleri deliller, ispatlar ve önerme sıra­lamaları; temel prensip ve asıl kabul edilmişti. Çok kü­çük çaptaki hadisçiler ve fıkıhçılar grubunu bir tarafa bırakırsak, genellikle onlar da, kelâmcıları ve akıl teo-risyenlerini ölçü kabul etmişlerdi.

Kitap ve sünneti, hükümlerin ve akaidin (inançla­rın) kaynağı kabul etme yerine kelâmcıların yazdıkları kitapları akaidin kaynağı haline getirmişlerdi. Felsefe­nin karşı çıkışından kurtulmak için veya felsefenin or­taya koyduğu bazı prensipleri ayakta tutmak için, dini de ona uygun gösterebilmek için, onlar âyet ve hadisle­ri te’vil (bilinen mânanın dışında farklı mânaya çek­me) yoluna gidiyorlardı.

Felsefeyi reddetmelerine rağmen, onlar üzerinde felsefenin öyle etkisi vardı, onlar felsefeden o kadar yıl-mışlardı ki, onlar felsefeyi reddederek kendi kelâm ilimlerinde değişiklik yapma yerine âyet ve hadislerin tefsir ve izahlarını başka yönlere çekmeye ve te’vile gi­diyorlardı. İbn Teymiye bu zihniyeti anlatırken şöyle yazmaktadır:

“Durum şudur: Her zümre, peygamberlerin getirdi­ği bilgiler ve Öğretiler hakkında bir kanun ortaya koy­muştur. Neyi ve hangi şeyi onların aklı kabul edebili­yorsa onlar onu asıl kabul etmişlerdir. Ona inanıyorlar ve sadece ona güveniyorlar. Peygamberlerin getirdiğini de kabul ediyorlar. Ama, peygamberlerin getirdikleri­nin ne kadarı onların kanununa uyuyorsa onları kabul ediyorlar, uymayanı da kabul etmiyorlar”[264]

Kelâmcıların bu inanışlarını, anlattıklarını asıl ve Ölçü kabul ettikten sonra ve bu görüşleri çok yüce, de­rin bilgiler ve çok üstün kararlar ve tanımalar kabul ettikten sonra ortaya şöyle bir karmaşa çıkmaktadır: Eğer bu asıl bilgi ve temel tanıma yolu ise o zaman Hz. Peygamberin ve sahâbe-i kiramın sözlerinde neden bu yoktur? Onların ifadelerinde bu açıklamalar ve incele­meler neden bulunmamaktadır?

Felsefe ve ilm-i kelâma kendini tamamen kaptırıp onlara iman etmiş olup, kafaları onlarla tamamen bü­yülenmiş ve yılmış olanlar bazen açık açık bazen de dillerinin altından şöyle diyorlardı: O devir başlangıç devriydi. O devrin insanları sade, basit kişilerdi. Onlar bu gerçekleri ve bu derin bilgileri tanımıyorlardı.

Felsefenin büyüklüğüne inanan,  aynı zamanda sahâbe-i kiramın büyüklüğünü de kabul eden kişiler ise, bir şaşkınlık ve bir çıkmaz içindeydiler. Bu konuda hiçbir kavrama varamıyorlar di. İbn Teymiye bu çeşitli  zümrelerin kafa yapısını, düşünce tarzını anlatırken şöyle yazmaktadır:

“Kelâm ilminin bu konularının içinde dinin temeli­ni oluşturduğuna inananlardan ve onlar içinde küllî bilgiler (her çeşit bilgiyi içine alan bilgiler), Allah’ı ta­nıtan bilgiler, hikmetin gerçeği ve felsefenin temeli ol­duğunu kabul edenlerden pek çoğu; Hz. Peygamber (s.a.), dinin temel prensiplerini bilmiyordu diyorlar. Saygz duyanlar ise; bilmesine biliyordu ama onları açıklamamıştı diyorlar.

içinden peygambere saygı duyup ona hürmet göste­renler; sahabe ve tabiinden olanlar bu temel bilgileri bilmiyorlardı diyorlar. Kalplerinde sahabe ve tabiîlere hürmet olan, o kelâmcı ve felsefecilerin sözlerine de saygı duyanlar ise; bir şaşkınlık ve keşmekeş içinde bu­lunmaktadırlar. Onlar; bu büyük zâtların, ilimlerin en üstünü olan bu konulardan neden hiç bahsetmedikleri­ne cevap bulamamaktadırlar.

Hz. Peygambere iman eden, kalpleri ona saygı ve hürmetle dolu olan kişiler de, Hz. Peygamber; dinin bu temel meselelerini neden açıklamadı, neden izah etme­di, halbuki diğer konulara nazaran insanların bunlara ihtiyacı çok daha fazladır diyerek bunu anlamakta zor­luk çekiyorlar.”[265]

İmam İbn Teymiye; bu ilm-i kelâm ve felsefe hay­ranlarının, onlardan başka kaynak kabul etmeyip onla­ra tapanların, Allah’ın ve Resulünün buyruklarının mücmel (kapalı) olup bunlarla hiçbir kesin bilgiye ve doğru yola ulaşmaya imkân olmayacağım kabul ettik­lerini yazmaktadır. Ve anlaşılması imkânsız kendi sözlerini sağlam ve kesin kabul ettiklerini, Allah ve Resulünün sağlam ve kesin buyruklarını da anlaşılma­sı imkânsız sözler kabul ettiklerini, söylemektedir. [266]

AKLA AŞIRI DEĞER VERMELERİ

 

Felsefecilerle kelâmcılar birleşerek yüzlerce akıl halinde hep bir ağızdan öyle çığlık attılar ve Allah’ın zâtı ve sıfatları meselelerinde aklı öyle bir ölçü ve ka­rar aracı kabul ettiler ki, sanki onlar; bu konularda, bi­zim beş duyu organlarımızın duyularda, tecrübe ve istikra (tümevarım)nın, fiiliyatta olduğu gibi karar ver­meye yetkilidir, dediler. Böyle bir durumun sonucu ola­rak; ister şer’î konularda olsun ister fikhî konularda ol­sun akıl; şeriatı ispat etmek için, şeriatın geçerliliğini kabul ettirebilmek için temel ölçü haline geldi.

İslâm’ın bu 6. asrında hiçbir düşünür ve âlim aklın bu sınırsız hâkimiyetine, egemenliğine karşı İslâm bayrağını kaldırma cesareti gösteremedi.

İslâm’ın hücceti büyük âlim İmam Gazâlî (rah.a.), felsefenin ilahiyat bölümüne karşı kalemini kullandı ve bunu şiddetle eleştirerek hücumlarına ve basit görüp alaya almasına hedef yaptı. Ama aklın bu başıboş hâki­miyetine ve onun mâkulata müdahale etmesine karşı hiçbir etkili ses yükseltmemiştir.

İbn Teymiye (bildiğimiz kadarıyla) bu duruma kar­şı yüksek sesle protesto feryadı basan ve bütün cesare­tiyle inançların ve gerçeklerin asıl kaynağının vahiy ve peygamberlik ile Kitap ve sünnet olduğunu; aklın onu destekleyici ve kabul edici olduğunu, ama bunu ispat etmeye temel yeteneği olmadığını ortaya koyan ilk kişi­dir. Bir yerde o açık bir şekilde şöyle yazmaktadır:

“Akıl kendi varlığı içinde şeriatı ispat etme yetkisi taşımamaktadır. Onun yaratılışında bu yetki yoktur. Ona öyle bir nitelik verilmemiştir. Bu niteliğe ne daha önce sahipti ne de ona mükemmel olma niteliği veril­miştir. “[267]

Aklın Ölçüsü ve Yeri:

 

İbn Teymiye’nin sözü şöyledir: akıl sadece tanıtan ve yol gösterendir. Onun görevi, insanoğlunu; peygam­berlerin doğruluğunu ve kusursuzluğunu kabul edip itiraf etmeye ulaştırmak, sonra bir kenara çekilmektir. Akıl; peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmenin ve verdiği hükümlerde ona i aat etmenin şart olduğu­nu ortaya koymaktadır. O, peygamberin doğruluğuna genel ve mutlak olarak dalâlet etmektedir.

İbn Teymiye’ye göre aklın durumu tamamen şu mi­sâle benzer: Halktan bir adamın, müftüyü tanımayan birini alarak onun yanına götürmesi, işte bu müftü ve âlim kişidir diye tanıtmasıdır. Sonra eğer bu yol göste­ren adamla müftü arasında bir meselede görüş ayrılığı olursa o zaman fetva almak için gelen o kişinin müftü­nün sözünü tercih edip, yol gösteren adamın sözüne uy­maması gereklidir. Böyle bir durumda o yol gösteren adamın; seni buraya getiren benim, eğer ben sana yol gösterme şeydim seni bu müftüye kim getirebilirdi de­me hakkı yoktur[268]

îbn Teymiye; peygamberliği bilip tanıdıktan sonra aklın görevi; peygambere güvenmesi ve ona itaat etme­sidir. Nasıl her ilim dalında o ilim dalının kurucusuna uyulmakta, nedensiz ve niçinsiz onun tavsiyelerine göre hareket edilmekte, onun belirlediği şekilde davranıl-makta, onun söz ve görüşü kesin kabul edilmekte ise, aynı şekilde görülmeyen meselelerde, emir ve hüküm­lerde ve tabiat ötesi meselelerde peygamber bir senet özelliği taşımaktadır. Onların söz ve görüşü kesin ve kafidir demektedir. O, şöyle yazar:

“Bir kimse akıl yoluyla, falan kişinin peygamber ol­duğunu öğrenir de onun haber verdiği bir şeyi anlamakta zorlukla karşılaşırsa, aklı ona bu şeyi, bilgisi  kendinden daha fazla olan kişiye başvurmasını, ondan ı bunu sorup öğrenmesi yolunu gösterir.

Kendi görüşünü onun görüşünden üstün tutmaması ve peygamberliğine inandığı kişinin karşısında aklının yetersiz ve zayıf olduğunu kabul etmesi gerekir. O Peygamber; Allah Teâlâ’yı, O’nun isimlerini, sıfatlarım ve âhiret gününü daha iyi bilmektedir. Bu avamdan kişi ile bir peygamber arasında olan fark, avam tabakası ile tıp bilginleri arasında olan farktan çok çok daha fazla büyüktür.

İş böyle olunca, o kişi kendi aklının gereği bir yahu-r di tabibe dahi uyuyor, onun tavsiyelerine göre hareket Gederek yiyecek, içecek, hazım ve müshil gibi ilâçların oranını, miktarını belirlemesine ve onların verdiği sı­kıntılara, eziyetlere, bu kişi doktordur, sahasında ben­den çok daha iyi bilgi sahibidir, ona güvenir de tavsiye­lerine uyarsam sıhhat bulurum, iyileşirim diyerek kat­lanıyor. Halbuki o, doktorların yanıldığını da bilmekte­dir. Pek çok kişi tabiplerin reçeteleri ve tedavileri ile sağlığına kavuşmamaktadır. Hatta bazan bu ilaçlar ölüme bile sebep olmaktadır. Kendi tahmin ve kanaati, tabibin teşhisine aykırı olsa da o kişi tabibin sözünü kabul eder ve onu uygular.

İşte bu örnekten peygamberler karşısında diğer insanların durumunun ne olduğunu anlamak gerekir.

Sonra şunu da unutmamalı ki, Allah’ın peygamber­leri sözlerinde doğrudurlar ve kendilerine doğru bilgi­ler verilmektedir. Onların verdikleri bilgilerin gerçeğe aykırı olması imkânsızdır. Sadece kendi akıllarına da­yanarak onların söylediklerine karşı çıkanların ceha­letlerinin ve dalâletlerinin hiçbir dayanağı yoktur, “[269]

Peygambere Şartsız İman Gereklidir:

 

Akılcılık ve felsefeden etkilenen kişilerin zihin ya­pısı o hale gelmişti ki; şeriatın bir meselesi akıl ve fel­sefe prensiplerine uygun düşüyorsa kafaları bunu ka­bul ediyor, akıl ve felsefe prensip ve kaidelerine uyma­yan şeriat meselelerini ise kabul etmekten âciz kalıyor ve kafalarım binlerce şüphe ve tereddüt kaplıyordu.

İçlerinden korkusuz ve cür’etli olanlar, açıkça inkâr ediyorlar ve şeriatın akla uygun olması şarttır, bu me­sele akla aykırı olduğundan dolayı kabul edilemez di­yorlardı. Bu derece cür’etli olmıyanlar ise o meseleyi başka yöne çekiyor, çok uzak ve ilgisiz başka mânalara götürmekten çekinmiyorlardı.

İbn Teymiye yer yer, peygambere şartsız iman et­menin gerekli olduğunu ve peygamberin gerçek yerinin ve durumunun ona şartsız bir şekilde iman edilmesi gerektiğini ortaya koymakta ve gerçekte ancak bunun adına iman dendiğini şartlı kabul etmenin adının şeri­at tabirinde iman olmadığını ispat etmekte ve şöyle yazmaktadır:

“Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir şart olmadan peygambere kesin bir şekilde iman etmediği sürece insan, mü’min (iman etmiş) olamaz. Eğer; ben peygam­berin sözüne ancak o söze aykırı olan bir karşı görüş çıkmadığı sürece inanırım derse o kişi, o peygambere iman etmiş sayılmaz. İşte bu bilinmesi gerekli ana bir prensiptir. “[270]

Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazar: “İslâm dininde şu mesele kesin ve açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, insanların peygamberleri tasdik etmeleri, onlara iman etmeleri; genel ve kesin şekilde hiçbir şart ve kayıt olmaksızın, onun verdiği haberleri, getirdiği bilgileri, kesinlikle kabul ederek inanmaları, onun verdiği her emre itaat etmeleri ile mümkündür. Buna ters düşen herşey geçersizdir.

Bir kimse peygamberlerin sözlerinden kendi aklı­nın kabul ettiklerine inanır, onları kabul eder de buna uymayan sözlerini reddederek kendi aklını peygamber­lerin verdiği bilgilerden üstün tutarsa, arkasından da; ben peygamberi doğru kabul ediyorum derse, bu kişi çelişkili söz söylüyor demektir ve aklı bozuk bir zındık­tır. Ve kim ki; ben kendi aklımla anlamadığım (aklım yatmadığı) sürece peygamberin verdiği bilgileri kabul etmem derse, onun kâfirliği de apaçık ortadadır.[271]

 

Aklın İçi Boş Kalesi:

 

İbn Teymiye bundan sonra da; akıl ve nakil arasın­da çok kere zıtlık ve çelişki bulunmaktadır, iddiasında bulunan ve; “Peygamberlerin akâid ve hakâik (inançlar ve gerçekler) olarak ileri sürdükleri şeyler, bazı kereler kesin akla ve açık gerçeğe aykırıdır ve binlerce sene­den beri elde edilen düşüncelerin, buluşların sonucu olan ve felsefenin dayanak noktası olan gerçeklerle ve prensiplerle çatışmaktadır” diyen akılcıların bu görü­şünü tenkid etmekte ve şunu ispat etmektedir ki; pey­gamberlerin verdikleri bilgiler ve Kitap ile sünnetin yazılı ifadelerine aykırı gösterilen bütün akıl prensiple­rinin çoğu sadece hayâllemelerden, vehimlerden ibaret­tir. İyice üzerinde durulup incelendiğinde onların, ak­lın uydurdukları, aklın içi boş kaleleri oldukları görü­lür. Eğer onlar ilmî bir tenkide ve sorgulamaya çekilir de onlara yakından şöyle bir bakılırsa sadece lâf ebeliği ve şişirme olduğu anlaşılacaktır. Bunlar hiçbir ilmî te­mele dayanmamaktadır. O, bu konuda da şöyle yazar:

“Akılcıların; pek çok akıl verileri ile Kitap ve sün­netin yazılı ifadelerinin ters düştüğünü iddia ettikleri kaideleri iyice inceleyip süzgeçten geçirdiğimiz ve sağ­lam bir tenkidini yaptığımız zaman görülecektir ki, on­larda hiçbir gerçeklik yönü yoktur. Bu aynen bir çocu­ğun veya çocuk kadar aklı gelişmemiş bir adamın; kor­kuluğun kollarını sallayarak veya birbiriyle çırpıştırı­larak korkutulmasına benzer. Bu akıl verileri üzerinde iyice düşünülür de onlar üzerinde derin bir inceleme yapılırsa, onların bizzat peygamberlerin verdiği bilgile­rin doğruluğunu ispat eden açık deliller olduğu anlaşı­lır ve peygamberin verdiği bilgilerin gerektirdiği şeyle­rin hepsinin doğru olduğu görülür.

Sadece gerçeği bilmemekten dolayı ve içten ve dış­tan yılgınlığa uğramasından Ötürü peygamberin verdi­ği bilgilerin doğruluğunu kabul etmeyen kişi; tamamen bâtıl ilâhlardan korkan ve onların kendisine bir zarar verebileceğini düşünen ya da imanının zayıflığından

dolayı kendisi bizatihi zayıf olan, İslâm düşmanından korkarak panik içinde kalan bir kişiye benzer.[272]Kitabın bir diğer yerinde de şöyle yazar: “Felsefenin heybetli ve şatafatlı sözlerinden, onla­rın aslını astarını bilmeden, gerçek yüzlerini anlama­dan korkan insanlar; iç yüzünü ve gerçek durumunu öğrenme imkânı bulamadığı için sadece kıyafetini ve ihtişamlı manzarasını görmesinden dolayı pısırık bir düşman karşısında titreyen kimseye benzer. Ama onla­rın iç yüzünü öğrenen insan; onların son derece zayıf ve güçsüz olduklarını görecektir. Nitekim Allah Teâlâ; “Kâfirlerin kalplerine yakında korku düşüreceğiz. Şundan ötürü ki onlar, ibadet edilmeleri konusunda Allah’ın hiç bir delil ve hüccet indirmediği put gibi varlıkları Allah’a ortak koşmuşlardı.”[273] buyurmak-tadır.[274]

İlim Erbabının İlimsizliği:

 

İbn Teymiye diyor ki: Bu akılcıların çok övündükle­ri, adına da ilahiyat dedikleri görüşleri iyice tetkik edi­lir de üzerinde düşünülür ve bu görüşün peşinde giden­lerin, peygamberlerin sözlerine karşı ileri sürdükleri bu iddialar insaflı bir ölçü içinde gözden geçirilirse; de­lilerin ipe sapa gelmez sözleriyle o sözler arasında hiç­bir fark olmadığı anlaşılır.

“Akıl sahibi bir kimse bu kişilerin sözlerini dikkatle inceler de, kendi akılları ve bilgilerine güvenerek pey­gamberlerin sözlerini reddeden ve büyük bir yeteneğe, derin bir araştırmaya sahip olduklarım iddia eden bu insanların ileri sürdükleri görüşleri derin bir araştır­maya tabi tutulursa görülecektir ki; felsefenin zirvesi­ne ulaştıkları halde akıl ve hikmetin en yüksek seviye­sinden dem vurarak konuşan bu insanların sözleriyle, delilerin sözleri arasında hiçbir fark yoktur. Onlar doğ­ru ve hak olduğu açık bir şekilde belli olan sözleri red­dediyorlar, bâtıl ve asılsız olduğu apaçık meydanda olan sözleri de kendi hileli ifadeleri, tumturaklı sözle­riyle geçerli kılıyorlar.”[275]

 

Sağlam Akılla Doğru Nakil Arasında H Çelişki Yoktur:

 

Fakat İmam İbn Teymiye akla değer vermekte, ona saygı göstermektedir. Ona göre; Kur’an-ı Kerim’de akılla hareket edilmesi, ondan faydalanılması telkin edilmiştir. Sağlam akıl ve doğru nakil arasında hiçbir zaman çelişki olamaz. O diyor ki: Ben geniş araştırma­larım ve uzun incelemelerim sonunda hiçbir zaman akılla naklin çatıştığını, çeliştiğini görmedim. Bir şart­la ki, akıl sağlam olmalı, nakil de doğru ve değiştiril­memiş olmalıdır.

İşte bu konu üzerinde o kendisinin büyük bir kitabı olan Beyân-ı muvafakati Sarîh el-Ma’kûl Li-Sahîh el-Menkûl isimli eserim yazmıştır.[276] Bu kitapta o; ge­nişçe, delilli ve ispatlı olarak; makul ve menkul arasın­da tam bir uyum olduğunu ortaya koymuş, vahiy ve peygamberlikle, Kitap ve sünnetle sabit olmuş sözlerin hepsini sağlam ve mükemmel aklın tasdik ettiğini, ak­lın daima bu nasslan ve nakledilegelen o söz dizilerini tasdik edip destekleyegeldiğini ispat etmiştir. Kavra­yışlı bir bakışla ve dikkatli bir incelemeyle hareket edilecek olursa, aklın bu nakledilegelen metinleri ka­bul edip desteklediği görülecektir, demekte ve şöyle yazmaktadır:

“Kendilerinde hiç şüphe olmayan sağlam ve açık akıl önermeleri (aklî deliller), hatta kesinlik belirten fıtrî (yaratılıştan gelen tabiî) bilgilerin hemen hepsi peygamberlerin verdiği haberlere aykırı değil, tam ola­rak uygundur. Sağlam aklî delillerin hepsi nakil ve rivayetlere uygundur. Allah’a şükür, ben çeşitli fırkala­rın sözlerini ve meselelerini incelediğimde, kesinlikle bunun doğru olduğunu gördüm.”[277]

Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazmaktadır:

“Sağlam bir nakil, hiçbir zaman kesin akıl prensip­leri ile çatı sınamaktadır. Ben ihtilaflı konularda bile bu prensibi keşfettim. Ve gördüm ki; açık ve kesin nasslara karşı öne sürülen herşey sadece fasid şüphe­lerden ibarettir. Bunların geçersiz olduğu akılla sabit olmakta; hatta akılla bu şüphelerin tamamen ters düş­tüğü, şeriatın da tamamen uygunluk gösterdiği ortaya çıkmaktadır.

Ben çok önemli ana meseleler olan Allah’ın birliği ve sıfatları konularına, kader, peygamberlik ve benzeri meselelere bu bakışla baktım da gördüm ki, peygam­berlerden nakledilenler, duyulanlar hiçbir zaman akıl­la isbat edilen şeylere aykırı düşmemektedirler. Hatta kesin akla aykırıdır denen nakil ve rivayetler incelendiğinde; ya uydurma hadis oldukları ortaya çıkıyor ya da rivayet şekli zayıf olduğu görülüyor. Bu bakımdan onlar delil diye gösterilemezler.

Biz biliyoruz ki, akla uymayan, akıl açısından mu­hal olan (olması imkânsız olan) şeyleri peygamberler haber vermemiştir. Aksine aklın hayran olduğu şeyleri haber vermiştir. Peygamber; hiçbir zaman aklın red­dettiği şeyi haber vermez. Aksine iç yüzünü, gerçek yö­nünü anlamaktan aklın âciz kaldığı şeyleri haber ve-

rir.”[278]

İbn Teymiye iddia ederek (onun iddiası büyük bir değer ve önem taşır) şöyle demektedir: “Bir hadis veya Hz. Peygamberden nakledilen bir haber de asla akla aykırı değildir. Böyle akla aykırı görülen bir hadis var­sa bu; hadis ilmi erbabı nazarında ya zayıf bir hadis veya uydurma bir hadistir.”[279]

 

Kur’an’da En Üstün Aklî Deliller Vardır:

 

İbn Teymiye, kelâmcıların ve felsefecilerin; (Kur1-an-ı Kerim, temeli sadece nakle ve işitmeye dayanan bir kitaptır) iddialarını kabul etmeyi kesinlikle redde­der. O, kitabında yer yer, Kur’an-ı Kerim’de en üstün ve en güzel aklî delillerin bulunduğunu ispat etmiştir. O deliller öyle sağlam, ispatlı ve sağlamlığı öyle açıktır ki; iyice incelendiğinde, örümcek ağı kadar zayıf olduğu görülen filozof ve kelâmcıların delilleri onlara ulaşa­maz. İbn Teymiye bu konuda da şöyle der:

“Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de öyle aklî deliller or­taya koymuştur ki, onların bu akıl bilgileri içinde bu­lunmaları gereklidir. Felsefeciler ve kelâmcılar ise onlan tam olarak tahmin bile edemezler. Bunların ileri sürdükleri delillerin ve sonuçların özünü, Kur’an-ı Ke­rim en iyi şekilde ortaya koymuştur.”[280] Kitabın diğer bir yerinde de şöyle yazar: “Hz. Peygamberin; yaratıcının isbatı ve O’nun sıfat-; lan ve fiillerinin bilinmesi konusunda, dünyaya sundu-‘ ğu deliller ve sözler sağlam akla uygundur. Ve akıllıla-nn en üstün akıl yeteneklerinden, akli görüş ve buluş­larından üstündür. Önceki ve sonraki filozoflar ile kelâmcıların Öğündükleri ispat delilleri, Kur’an-ı Ke-rim’de arasıra zımnen (dolaylı olarak) zikredilmekte­dir. Fakat bu filozoflar hak ve bâtılı değişik kılıklarda gösterdiklerinden bunu dosdoğru bir şekilde anlatmamaktadırlar.”[281]

Peygamberlerin Öğrettiklerinde Yanlışlık  Yoktur:

 

Felsefeciler, kelâmcılar ve onlarla aynı türküyü söyleyenler grubu içinde pek çok insan; Hz. Peygambe­rin Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında tam bir açıklık ve genişlikle hareket etmediğine inanıyorlardı. Hatta bunların gizli, örtülü bir biçimde açıklandığına, Kur’an-ı Kerim’in büyük bir bölümünün açıklanmaya muhtaç olduğuna ve Allah Teâlâ’nın daha önceki dö­nemlerde kelâmcılara bunu açıklama ve izah yeteneği verdiğine, akaidi ve dinî gerçekleri geniş ve ispatlı bir şekilde ümmetin önüne koymaları gerektiğine inanı­yorlardı.

Onlar şöyle diyorlardı: Peygambere, açıkça insanlara Allah’ın emrini iletmesi emrolunmuştu. O da din açısından açıklanması ve izahı gerekli olan şeyleri açıklamış, izah etmişti. Akâid (inançlar), dinin temelini ilgilendiren meseleler, insanın saadetinin, kurtuluşu­nun ve gerçek bilginin mümkün olmadığı Allah’ın zâtının ve sıfatlarının bilinmesi nasıl kapalı ve müp­hem bırakılabilirdi? Anlaşılması ve anlayarak okunma­sı ve üzerinde düşünülerek tedbir alınması yer yer bil­dirilen, içinde böyle davranmaya davet edilen bir Kitap nasıl böyle bir kapalılık ve müphem durumda bırakıla­bilirdi. İbn Teymiye bu meselede şöyle yazar:

“Hz. Peygamber, tebliğ görevini yerine getirdi. Tam ve açık bir şekilde Allah’ın sözünü insanlara iletti. O sözdeki maksat ve mânayı da onlara açıkladı. Kur’an ve hadiste eğer dıştan görünen mânası anlaşılmayacak bir kelime varsa Hz. Peygamber mutlaka başka keli­melerle onun mânasını açıklamış ve ne demek istediği­ni belirlemiştir. Onun; dış mâna ve maksadı geçersiz olan bir kelime söylemesi ve o kelimenin ne demek ol­duğunu açıkça belirlememesi imkânsızdır.

Açıklamasını yapmadığı ve sadece, insanlar onu kendi akıllarıyla düşünüp anlayabilirler diye açıklama getirmediği sözün, ne mânaya geldiğini anlamalarını insanlardan istemesi ise hiçbir zaman aklın kabul et­meyeceği bir şeydir. Gerçekte bu; Allah’ın buyruklanm eksiksiz, kusursuz insanlara ulaştıran bir peygambere karşı çok büyük bir iftiradır. “[282]

Kitabın bir başka yerinde de şöyle yazıyor:

“Allah Teâlâ, Peygamberine, “belâğun mübîn=açık ve net bir şekilde Allah’ın buyruklarım insanlara ulaş­tırma”^ emretti. Ondan daha fazla Rabbinin emrine uyan ve O’nun enirine göre hareket eden kimse de yok­tur. Bu durumda şurası kesindir ki, o peygamber bu açık ve net tebliği yerine getirmiştir. Bu açık tebliğle birlikte onun anlatışında, sözlerinde gizleme, örtme ve müphem bırakma olamaz.

Kur’an-ı Kerim’de kendilerine müteşâbih âyetler denilenlere gelince; Allah’tan başka hiçbir kimse onla­rın te’vilini (ne mânaya geldiğini) bilemez. O halde bu­rada te’vilden maksat tefsir (açıklama) değildir. Aksine onların gerçek mânası, onların oluş şekli ve onların mealidir.[283]

İbn Teymiye’nin Başarısı:

 

İbn Teymiye’nin bu başarısından biz onun, akaidin (inancı ilgilendiren herşeyin) kaynağının Kur’an-ı Ke­rim ile Hz. Peygamberin sünnetlerinin, kısaca vahyin kaynak yapılmasına ve âyetle hadis nasslarının Ölçü kabul edilmesine güç kazandırmıştır. Hayatı boyunca bunu savunmuştur. Hiçbir eserinde bu davet ve savun­manın olmadığını göremeyiz. Böylece o; felsefe, ilm-i kelâm ve yabancı düşüncelerden hayli yara alan, zayıf­layan İslâm düşüncesine güç ve tazelik bahşetti.[284]

 

TAKLİD DÖNEMİNDEN ÖNCE MESELELERİNİN KAYNAĞI KİTAP VE SÜNNETTİR

 

hicrî asırdan önce, herhangi bir müctehide veya herhangi bir (amelî) mezhebe uymanın yaygmlaşmadı-ğı, böyle bir âdetin ortaya çıkmadığı, tarihten anlaşıl­maktadır. İnsanlar herhangi bir âlime uymadan veya herhangi bir mezhep belirlemeden ve ona bağlanma­dan dinî hayatlarını yaşıyorlar, ona göre amel ediyor­lardı. Ve onlar şeriata göre amel ettiklerini, doğrudan doğruya Hz. Peygamber efendimizin peşinden gittikle­rine inanıyorlardı. Aynı şekilde gerektiği zaman her­kesçe bilinen, değer verilen bir âlimden bilmediklerini öğreniyorlar, sonra da onunla amel ediyorlardı. 4. yüz­yılda bile herhangi bir mezhebe katıksız uyma ve onun yolunda, onun prensiplerine göre fıkıh elde etme ve fet­va verme diye genel bir alışkanlık da yoktu. Şeyhülislâm Şah Veliyullah Hazretleri, Hüccetullâhi’l-Bâliğa isimli eserinde şöyle yazmaktadır:

“4. asırda bile ümmetin iki tabakasının davranışı ayrı ayrıydı. Genel halk; icma olan meselelerde ve müs-lümanlar arasında veya genel müctehidler arasında hiçbir ihtilâf olmayan meselelerde, şeriatın sahibi (ge­tiricisi) olan Hz. Peygambere uyuyorlardı. Abdest, gusül, namaz ve zekâtın nasıl yapıldığım ana-babalarm-dan ya da şehirlerindeki hocalardan ve eğitimcilerden öğrenerek uygulamayı sürdürüyorlardı. Ortaya basit bir durum çıkarsa onu, kolayca ulaşabildikleri bir müftüden sorup Öğreniyorlardı. Bu noktada hiçbir mezhep şartı da yoktu.

Hz. Peygamberin hadisleriyle uğraşan özel kesim ise; ortada sahih hadisler ve sahabenin haberleri var­ken başka bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Bazı fikıhçıla-rm üzerinde amel ettikleri, amel etmemek için ise hiç kimsenin elinde makul bir mazereti bulunmadığı her­hangi bir meşhur sahih hadis veya sahabe ve tabiînden olanların topluca söyledikleri birbirini destekleyen söz­ler, onlar için yeterliydi.

Eğer ortaya çıkan sorunda, rivayetlerin çelişkili ol­masından veya tercih sebebinin açık olmamasından ya­hut o şekildeki başka bir problem ortaya çıktığında ön­ceki fıkıhçılardan herhangi birinin sözüne başvurduk­larından dolayı kalbi tatmin edecek bir çıkış yolu (çö­züm) bulunamazsa, bu konuda ortaya çıkan iki görüş­ten hangisi daha güvenilir ise, ister Medinelilerin görü­şü olsun isterse Kûfelilerin görüşü olsun onu tercih ederlerdi.

Onlardan tahric ehli (hüküm çıkarma yeteneği) olanlar ise; açıklık olmayan bu tür konularda hüküm çıkarma ve mezhep içtihadına gitme yoluna başvuru­yorlardı. O içtihad ehlinin yaptıkları içtihadlar mez­heplerine bağlanıyor, birine Hanefî, birine Şâfİî deni­yordu.

Hadisçilerden kimin bir mezhebe temayülü olduğu görülse veya pek çok konuda bir mezheple aynı görüşte olduğu ortaya çıksa o mezhepten olduğu ileri sürülü­yordu. İşte böyle Nesaî ve Beyhakî’ye, Şafiî denilir. O devirde fetva ve adalet (kaza) makamlarına müctehid olan kişiler tayin edilir ve içtihad yeteneği olana da

fakîh denilirdi.”[285]

Mezheplere Uymanın Başlangıcı ve Sebepleri:

 

  1. yüzyıldan sonra ise, birazı âlimlerin ihtilâfları, tartışmaları ve farklı anlayışlara gitmeleri yüzünden; birazı, onların din ve ahlâk ölçülerinin basitleşmesin­den; birazı, ilmî çöküş, cesaretsizlik ve tembellikten do­layı bir mezhebe uyma zorunluluğu ortaya çıktı. Önce­ki devirlerde yaşamış olan müctehid imamlara ve sis-temleşmiş mezheplere uymanın tercih edilmesinde ve çağdaşlarının yerine daha öncekilerin fetvalarına göre amel edilmesinde; sağlamlık ve emniyet olacağı düşü­nüldü.

Fakat bir süre daha, sonraki asırlarda göze çarpan kesin belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymanın o aşırılığı henüz ortaya çıkmadı. Gitgide kesin bir belirleme, sıkı sıkıya yapışıp ondan ayrılmama ve bir kişiye uymada aşırı davranma be­nimsendi. Bunun da durumu teşriî değil, intizamî idi. Dağınıklıktan ve keyfî davranışa göre hareket etmek­ten kurtulmak için, bir de uygulama kolaylığından do­layı bir mezhepe uymak fiilen yaygınlaştı. Zaten böyle olması da tabiî bir şeydi ve gerçeklere de uygundu.

Özellikle Moğol akınlarından sonra, İslâm dünyası­nı fikri bir gerileme ve ilmî bir çöküş kaplamıştı. İçti­had yapma kabiliyeti taşıyan yüksek kişiler tükenmiş­ti. Fırkalar, fitneler kol geziyordu.

İşte böyle bir durumda, Kitap ve sünnete uygun ol­duğu kesinleşen, araştırma, inceleme ve münakaşa merhalelerini aşmış olan, sistemleri tamamlanmış ve düzenli bir şekil almış olan mezhepler üzerine amel edilmesinde bir sağlamlık ve emniyet olacağı düşünül­dü.

Yukarıda saydığımız özellikler dört mezhepte tam olarak bulunduğundan dolayı genel olarak sadece onlar tercih edilip benimsendi.[286]

Bir Mezhebe Uymanın Değeri:

 

Fakat bu bir mezhebe uymanın değeri; sadece o mezhebe uyan kişinin, uyduğu mezhebin kurucusuna (imamına), gerçekten Kitap ve sünnete göre amel etti­ğine, şeriat sahibi Hz. Peygamberin izinden gittiğine inandığı için uymuştur. İmam kendisiyle peygamber arasında bir vasıtadır. Nasıl ki herhangi bir çağdaşı âlim vasıta ise o da öyledir. O mezhep imamının duru­mu; sadece meseleleri dile getiren veya açıklayan biri olmaktır, kendisine kesinlikle uyulan veya şeriat ko­yan biri değil. Şah Veliyyullah’m bu konudaki sözleri şöyledir:

“Bir mezhebe uyan o kişi; sadece Hz. Peygamberin sözlerine bağlıdır. O; Allah ve Resulünün helâl dediğini helâl kabul eder, Allah ve Resulünün haram dediğinin haram olduğuna inanır. Fakat o, Hz. Peygamberin buy­ruğunu doğrudan doğruya anlayamadığından ve ondan rivayet edilen çeşitli hadislerin hangisine göre uygula­ma (amel) yapacağını belirleme gücü olmadığından ve de Peygamberin buyruklarından bir meseleyi ispat et-“(J, me kabiliyeti taşımadığından  dolayı büyük değer taşı-; yan bir âlime, göründüğü kadarı ile o, doğru fetva veri-?, yor ve Hz. Peygamberin sünnetine uygun hareket edi-v yor diye uymaktadır. Eğer onun bu tahmininin tersi çı- a karsa o, hemen hiçbir inceleme yapmadan, ısrarla ora-

ya bağlı kalmaya devam etmeden o fetvadan, o mezhe­bi takip etmekten vazgeçecek (ve hadise göre amel ede-cek)tir.”[287]

Bu tür taklide ve (sadece sünnete göre hareket et­menin fiilî bir şekli olan) bir mezhebe uymaya hiç kim­senin karşı çıkmayacağı açıktır. Böyle avamdan insan­ları; içtihadla veya meseleleri çözmekle sorumlu tut­mak, gücünün üstünde olan şeyle sorumlu tutmak de­mektir ve açık bir hükmü inkârdır. Bu şekilde bir mez­hebe uyma (taklid etme) veya belirli olan ya da olma­yan bir fıkıh ya da bir müctehide başvurma prensibi her devirde âdet olagelmiştir. İster arasıra yapılsın, is­ter sürekli yapılsın bu başvurmaya karşı çıkılamaz. Şah Veliyullah hazretleri bu konuda şöyle diyor:

“Fetva sorma ve fetva verme âdeti müslümanlarda Hz. Peygamberden beri sürüp gelmektedir. Bir kişinin herhangi bir kişiden daima fetva istemesi ile, bazan bi­rinden bazan da diğer birinden istemesinde hiçbir fark ortaya çıkmaz. Çünkü onun kafasında bizim yukarıda anlattığımız konu vardır. Yani onun asıl uyduğu kimse Allah’ın Rasûlü Hz. Peygamber efendimizdir.

Böyle bir fıkıh mezhebinin kurucusuna, Allah’ın vahiy ile fıkıh ilmini indirdiğine inanmadığımız ve ona bizim itaat etmemizin farz olduğunu, onun masum ol­duğunu kabul etmediğimiz sürece bunda ne gibi bir sa­kınca olabilir?

Biz eğer o mezhep imamlarına veya müctehidler-den birine uyarsak; onun, Allah’ın Kitabını ve Peygam­berinin sünnetini çok iyi bildiğine inandığımız için uya­rız. Onun görüşünün ya Kitap ve sünnetin açık bir ifadesine dayandığını, ya da bu ikisinden hüküm çıkardı­ğını bildiğimiz için uyarız. Yahut bir takım yakın işa­retlerden dolayı; filan şekildeki şer’î hükmün sebebi hakkında onun kalbi tatmin olmuştur ve o nassla belir­lenmeyeni, nassla belirlenene kıyas etmiştir diye kabul ettiğimiz için uyarız.

Bir mezhebe uyan kişi bir bakıma şöyle demekte­dir: “İnancıma göre Hz. Peygamber (s.a.), bu sebebin bulunduğu yerde hüküm ve karar böyle olmalıdır de­miştir ve müctehidin kıyas yaparak ortaya koyduğu mesele ise bu genel hükmün içine girmektedir” Böyle bir durumda da bütün bu içtihadlar aslında Hz. Pey­gambere bağlıdır. Fakat herşeye rağmen bu metodda bir ölçüde tahmin ve zanna dayanan şeyler vardır. Öy­le olmasaydı da mesele apaçık ve nassa dayalı olsaydı hiçbir iman sahibi kişi asla bir müctehide uymazdı.

Artık kendisine itaat etmemizi Allah’ın bize farz kıldığı masum peygamberden, sağlam senetlerle bize bir hadis ulaşırsa ve bu hadis o müctehidin görüşünün aksini gösteriyorsa, biz de bu hadisi bırakıp o kıyasa dayanan içtihadın peşine gidiyorsak —ki o içtihad, sa- dece tahmine ve bir kanaate dayanmaktadır— o zaman  bizden daha zalim kim olabilir ve yarın kıyamet günü  Allah’a nasıl cevap verebiliriz?”[288]

Daha Sonraki Asırlarda Ortaya Çıkan Aşırılık ve Sapmalar:

 

Fakat gitgide halk arasında cehalet etkisini göster-diş ve yer yer müctehidlerin durumu; araç ve vasıta olma yerine amaç ve bir tür şeriat koyucu ve kendisine mutlak itaat edilen kimse şekline dönüştü. İnsanların bu mezheplerle ilgisi o derece derinleşti ve öyle bir ta-assub meydana geldi ki, artık hiçbir şekilde o mezhep­lerin bir kırıntısından veya bir noktasından vazgeçmez hale geldiler.

Bu konuda halk, bu mezhepleri sünnete uyma ka­bul ederek benimsediklerinden dolayı fazlaca suçlana­maz. Onların bir mezhebi tercih etme sebeplerini bil­meleri ve ona göre bir mezhebi terketmeleri veya bir mezhepten diğer mezhebe geçmeleri hem zordu, hem de tehlikeliydi.

Ama pek çok âlimin durumu da şu merkezdeydi: Eğer kendi imamlarının veya mezheplerinin herhangi bir meselesinin hadis ve sünnete aykırı olması kesinle­şirse ve o meselede imamlarının görüşü zayıf, diğer müctehidlerin veya mezheplerin görüşü daha sağlam olup hadis ve sünnete uygunluğu ortaya çıkarsa, kendi mezheplerinin görüşüne aykırı sağlam ve kesin hadis­ler bulunsa bile onlar bu içtihadı terketmeye ve hadis­lere göre amel etmeye yanaşmıyorlardı, buna uymaya razı olmuyorlardı. Bu tür insanlar hakkında 7. asrın ünlü Şafiî mezhebi âlimi Şeyhülislâm İzzeddin b. Ab-düsselâm şöyle yazmaktadır:

“Ne kadar tuhaftır ki, bazı mezheplere uyan fıkıh âlimleri, kendi imamlarının delilinin savunulamayacak kadar zayıf olduğunu öğrenseler bile o meselede imamı taklide devam etmektedirler. Kitap ile sünnetin ve sağ­lam kıyasların desteklediği mezhebi terketmektedirler. Bunu sadece imamlarını taklit etmekten vazgeçmeye tahammül edemedikleri için yapmaktadırlar. Hatta Ki­tap ve sünnetin açık mâna ve maksadını ortadan kal­dırmak için binlerce tedbire başvurmaktadırlar. Kendi

imamlarını savunma uğruna, her tür uzak ve dayanık­sız te’villerden kaçınmamaktadırlar.”[289]

İşte bu türden kendi imamlarının hatasız ve kusur­suz olduğuna inanan bir halk topluluğu meydana geldi. Bunların kalbinde imamlarının peşinden gitmeyi hiçbir şekilde terketmeme duygusu kökleşti. Şah Veliyyullah Dehlevî hazretleri bu tür halkı anlatırken şöyle yaz­maktadır:

“îbn Hazm; taklîdin haram olduğunu söylüyor. Onun bu sözü; belirli bir müctehidi taklid eden, onun hata yapmasının imkânsız olduğuna inanan, o ne de­mişse kesinlikle doğrudur diyen ve deliller onun görü­şünün aksine de olsa imamına veya bağlandığı âlime uymaktan vazgeçmeyeceğine kesinlikle karar veren ki­şi hakkında doğrudur. Bu tür taklid hakkında, Adiy b. Hatim hazretlerinin rivayet ettiği şu hadis zikredilmiş­tir: Ben Hz. Peygamberin şu âyeti okuduğunu işittim: “Onlar (yahudiler ve hristiyanlar) Allah’ı bırakarak âlimlerini ve papazlarını kendilerine rabler edindiler.” Peygamberimiz buyurdu ki: “Onlar, onlara ibadet et­miyorlardı, onların yaptıkları; sadece bu papazlarının ve âlimlerinin helâl dedikleri şeyleri helâl, haram de­dikleri şeyi de haram kabul etmekti. “[290]

İbn Teymiye’nin Taklid ve İçtihad Hakkındaki Görüşü:

 

Peygamberin peşinden gidiyormuş ve ona uyuyor-muşcasma, ona denk ve paralel bir şekilde şartsız ve kayıtsız bir kimseye uymaya her devrin güçlü âlimleri ve araştırmacı bilginleri karşı çıkmışlar, bunu reddet­mişlerdir. Onlar ne İbn Hazm ve diğer bazı aşırı âlimler gibi taklid etmenin haram olduğuna inanmış­lardır, ne de peygambere tabi olup ona itaat etmekten hiçbir farkı olmayan böyle bir şartsız, sınırsız taklide izin vermektedirler. Bu âlimlerden, görüşleri ve bu me­sele üzerinde yazıları çok ölçülü ve ılımlı olanlar; önce­ki âlimler arasında Şeyhülislâm İbn Teymiye, daha sonra gelenler arasında da Şeyhülislâm Şah Veliyullah Dehlevî hazretleri vardır. Hafız İbn Teymiye, bir taraf­tan da halkın ve müetehid olmayan âlimlerin; fakihlere ve müctehidlere başvurmaktan ve onları taklid etmek­ten başka çareleri olmadığını açıklar ve bunu kabul eder. Müctehidlerin durumu aracı ve vasıta olmaktır. Mezheplere uymak fiilî bir mecburiyet ve tabiî bir olay­dır der. Buna uygun olarak bir yerde şöyle der:

“Allah ve Resulüne itaat etmek, Allah ve Resulü­nün helâl kıldığını helâl, Allah ve Resulünün haram kıldığım haram kabul etmek, Allah ve Resulünün vacip kıldığını vacip olarak uygulamak, bütün insanlara, cin­lere vaciptir (gereklidir), her şahsa gizli ve açık olarak her durumda farzdır. Fakat öyle bir takım hükümler var ki, onları pek çok insan bilmediğinden dolayı, onla­rı kendilerine öğreten kişilere başvurmuşlardır.

Çünkü onlar peygamberin talimatım, öğrettiklerini daha çok bilmektedirler. Onların ne demek olduğunu ve amacını daha iyi tanımaktadırlar. Böyle olunca müslümanların kendilerine uydukları İslâm müetehid-lerinin durumu, araçlara ve yollara benzer; insanları peygambere kadar ulaştıran yol göstericilere benzer. O müctehidler Peygamberin sözünü insanlara ulaştır­maktadırlar. Kendi ictihadları ve yeteneklerine göre Peygamberin, o sözüyle neyi kasdettiğini anlatmaktadırlar. Allah Teâlâ bir âlime; diğer bir âlimin sahip ol­madığı ilim ve idrâki lütfetmiştir. Bir âlimin herhangi bir mesele üzerinde öyle bir bilgisi olabilir ki, onu öteki âlim bilemeyebilir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Davud’u ve Süleyman’ı da hatırla. Hani onlar, ge­celeyin bir kavmin davarlarının zarar verdiği tarlası hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların verdiği hükme şahitler idik. Biz o meselenin hükmünü Süley­man’a bildirmiştik. Onların herbirine hüküm ve ilim vermiştik.[291]

Bakınız Dâvud ve Süleyman (a.s.) ikisi de Allah’ın üstün değerde peygamberidirler. İkisi tek bir konu üze­rindeki davada karar verdiler. Allah Teâlâ onlardan bi­rine (Hz. Süleyman’a) bu davada özel bir anlama yete­neği lütfetti. Ama ikisini de övdü. Âlimler de peygam­berlerin miras ççısıdırlar, âlimlerin hükümler konusun­daki ictihadları, (karanlıkta veya bilinmeyen bir yerde bir takım tahminî işaretlerle) çeşitli kimselerin Kabe yönünü tahminen belirlemelerine benzer. Bunlar dört adam olsa da, onlardan her biri kendine uyan kimse­lerle ayrı ayrı yönlere doğru namaz kılsalar ve onların her biri doğru yönün kendi namaz kıldıkları yön oldu­ğuna inansalar, dördünün de namazı geçerlidir. Her ne kadar bu dört ayrı yöne namaz kılanlardan ancak biri doğru olarak Kabe yönüne namaz kılmış olsa ve kendi­sine iki misli ecir ve mükâfat verilecek olan müctehid de olsa farketmez. Nitekim sahih bir hadiste; “Hükme­den, karar veren biri; içtihad ettiği zaman doğruyu bulursa (isabetli ictihad ederse) ona iki mükâfat var­dır, îctihad eder de yanılırsa onun için bir mükâfat vardır.” buyurulmaktadır.[292]

Biraz daha ileride İbn Teymiye şöyle diyor: Özel bir mezhep üzerinde bir kişinin yetişmesi ve Özel bir tarza uygun olarak ibadetlerini ve şeriatın emirlerini yerine getirmesi gayet tabiî bir durumdur. Eskiden beri bu böyle sürüp gelir. Fakat müslümana yakışan şudur ki; o kendini temelde Allah ve Resulünün emrine uyan ve sadece onlara itaat eden biri kabul etmeli, Kitap ve sünnetle sabit olan şeyi kabul etmeye, hiç tereddüt et­meden onun peşinden gitmeye hazır olmalıdır:

“insanlar genellikle ana-babalarının veya büyükle­rinin veya hemşehrilerinin din ve mezhebi üzerine yeti­şir ve ona göre gelişir. Bu; din konusunda çocuğun ken­di anne-b ab asının, koruyucularının ve hemşehrilerinin peşinden gitmesine benzer. Fakat insan erginleşip de aklını başına alınca -hangi konuda olursa olsun- Allah ve Resulüne itaat etmeye bağlı kalmayı tercih etmek zorundadır.

Bu bağlılık Allah Teâlâ’mn şu buyruğunda belirtti­ği kişilere olmamalıdır:

“Allah’ın size indirdiklerine tabi olun diye onlara söylendiğinde, onlar: Biz ancak babalarımızı, ataları­mızı üzerinde bulduğumuz yol üzerinde yürürüz, dedi­ler. ”

İmdi, Allah ve Resulüne itaat edip onların emirleri­ne uyma yerine, kendinin ve ebeveyninin alışkanlıkla­rına, kendi milletinin örf, âdet ve ananelerine bağlı ka­lan kişi; Allah’ın tehdidine lâyık olan cahiliyet insanla­rından olacaktır. Aynı şekilde kendisine bir konuda doğru yol ve şeriat hükmü açıkça belirdiği, kendisine Allah’ın peygamberi eriyle birlikte gönderdiği talimat ulaştığı halde yine de bunu kabul etmeyen ve kendi âdet ve alışkanlıklarına yönelen kişi kötülenmeye lâyık ve azaba müstehaktır.”[293]

Ibn teymiye; böyle araştırıp bulma ve delillerle is­pat etme yeteneği taşıyan ve bu konuda en sağlam gö­rüşün kime ait olduğunu, hangi içtihadın daha isabetli olduğunu bilen âlimler hakkında daha geniş bilgi vere­rek şöyle yazar:

“Delillerini bulup bir meselenin iç yüzünü kavra­makta yeteneği olan bir âlimin başka birine uyması ke­sinlikle ona haramdır denilmiştir. Başka bir görüş de, kesinlikle caiz olduğu hakkındadır. Daha başka bir gö­rüş ise; mecburiyet halinde caiz olacağı şeklindedir. Meselâ; kendisinin doğrudan araştırıp bulmasına za­man bakımından imkân olmadığı hallerde durumu böyledir, denmiştir. İşte bu son görüş doğruya daha ya­kındır.[294]

Şüphesiz ki tam ictihad yapmaya yetkisi olan biri hakkında İbn Teymiye’nin karar ve kanaati şöyledir: Eğer bir yerde, bu tam içtihad yapma yetkisine sahip olan kişinin gözüne nasslar (kaynakların yazılış şekli) ilişse de bu nasslara karşı koyacak ve onları bertaraf edecek, bir başka sebep de ortada yoksa o zaman onun bu nasslara uyması şarttır. Bu noktada şöyle der:

“Uyduğu mezhebin içtihadlarındaki bir meselede nassı bertaraf edecek bir delil olmadığını kesinlikle an­layan, tam içtihad yapmaya gücü yeten birinin, nassa uyması şarttır. Eğer uymazsa (ve nassa aykırı olan kı­yas veya içtihad üzerinde devam ederse) o zaman o ki­şi; “Onlar ancak zan ve tahmine ve nefislerinin isteklerine uyarlar” âyetindeki ilâhî tehdide lâyık olur. Al­lah’a ve Rasûlüne en çok isyan edenlerden olur.”[295]

İbn Teymiye’nin Fıkıh Değeri:

 

İbn Teymiye’nin amelî durumu konu edilirse bunu şöyle özetliyebiliriz: O, çeşitli konularda daha çok İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebine göre fetva ver­miştir. Pek çok meselede İbn Teymiye’nin kanaat ve fetvaları; dört mezhebe veya doğru yolda olan imamlar­dan herhangi birinin içtihad ve fetvasına uygun düşer. Bazı konularda kendisi içtihad etmiş, Kitap, sünnet, ic-ma ve kıyas ışığında fetva vermiştir. Bunların hepsini gözönünde tutarak onun hakkında doğru bir sonuca varmak istersek bir cümleyle deriz ki: O, Hanbelî mez­hebine bağlı[296] bir müctehiddi[297]

İbn Teymiye’nin Daveti ve Etkisi:

 

İbn Teymiye’nin ıslahat ve yenileme çalışmaların­daki başarısı şudur: O nasıl Kitap ve sünneti, akaidin (inançların) kaynağı yapmaya bütün gücüyle davet et­miş, kendisi de başarılı bir şekilde bunun üzerinde amel etmişse, aynı şekilde Kitap ve sünneti fıkıhla ilgi­li meselelerin ve hükümlerin kaynağı yapmaya, onları hak ve doğruluğun Ölçüsü kabul etmeye şiddetle davet etmiştir. Kendi devrinde de bu davetine uygun davra­narak, yaşayarak bunu göstermiştir. “Bir şeyde anlaş­mazlığa düşerseniz onu Allah’ın ve Peygamberinin buyruklarına başvurarak çözünüz” âyetine göre hare­ket etmede örnek olmuştur.

Onun bu daveti; bir süredir yeni düşünce ve incele­meleri, hükümler ve meseleleri Kitap ve sünnetle kar­şılaştırma işinin tükendiği, içtihad ve hüküm çıkarma akışının bir süredir durgun olduğu fıkıh ortamlarında, ümmetin ilmî toplumlarında, yeni ilmî ve fikrî canlılık meydana getirdi; doğrudan doğruya Kitap ve sünnete başvurma hareketini doğurdu.

Böylece o, İslâm’ın ilk asırlarında bulunan ve müs-lümanların hayatının temeli olan sağlam ve gerçek islâmî düşünceyi canlandırdı. O; bütün bu ilmî ve amelî başarılarından dolayı Allah Teâlâ’nın, bu dini ye­nileme ve canlandırma görevini yaptırdığı İslâm tarihi­nin seçkin kişilerinden biridir.

Âyet:

“İşte bu Allah’ın en büyük bir lütfudur ki onu dile­diklerine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.”[298]

[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/161-163.

[2] er-Reddu’1-Vâfır, s.31.

[3] A.g.e., s.30.

[4] Zadu’1-Meâd, c.l, s.336.

[5] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.

[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/163-167.

[7] A.g.e., s. 161.

[8] er-Reddü’1-Vâfır, s.71.

[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/167-172.

[10] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 156-157.

[11] A.g.e., s. 156-157.

[12] A.g.e., s. 156.

[13] A.g.e., s. 156.

[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/172-175.

[15] Örnek olarak Bk. İktîda es-Sırât el-Müstâkîm, Muhalefetti Ashâbi’1-Cehîm.

[16] Bk. Nûr Sûresinin tefsiri, İhlâs sûresinin tefsiri vs.

[17] Örnek olarak bk. Minhâc es-Sünne ve Hristiyanlığı değişti­renlere en sağlam kitabi cevap.

[18] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 155.

[19] . A.g.e., s. 155.

[20] Nüzhetul-Havâtır, c.2, s. 140.

[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/175-180.

[22] Karşı çıkma ile değişik görüş ileri sürme arasında fark ol­duğu unutulmamalıdır. Farklı görüş sahibi olma, her ilim sahibi ve araştırıcının hakkıdır ve bu hak hiç bir devirde âlimlerden çekilip alınamaz. Burada farklı görüş değil; kar­şı çıkıştan, dalâlet ve küfürle itham etmenin sebeplerinden bahsedilmektedir.

[23] Sonradan gelen âlimlerin en büyüklerinden olan, Şâh Ve-liyyullah Dehlevî, eserlerinde yer yer buna işaret etmekte­dir. İzâletü’1-Hafâ isimli eserinin bir yerinde bu konuyu izah eder: c.2, s.84.

[24] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.144.

[25] Allâme Numan Alûsî   bu şahsî görüşleri Cilâü’l-Ayneyn isimli eserinde (s. 43) bir araya toplamıştır.

[26] İbn Batûta, Seyahatnamesinde bu olayı gözüyle gördüğü; bir olay olarak anlatmıştır. Biz bunu ünlü Suriyeli âlimj Behçet al Beytâr’a söylediğimizde demiştir ki: Tarihî açıdan bu rivayet tamamen geçersizdir. İbn Batûta’mn kendisi 726 yılının Ramazan ayında Şam’a geldiğini söylemektedir. Halbuki, İbn Teymiye’nin ondan en az bir ay önce hapsedildiği kesindir. Hem de İbn Teymiye hiçbir zaman Emevî camiinde hatiplik görevi yapmamıştır. O zaman ha­tip Celâleddin Kazvînî idi. Bundan da anlaşılıyor ki; ya İbn Batûta benzetti veya yanlış ifade kullandı.

[27] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.

[28] Mektubât, c.l, 260 No.lu mektup.

[29] Cilâlü’l-Ayneyn, s. 43-44.

[30] Nass; âyet ve hadislerin söz dizilerine denir.

[31] Fass; Muhiddin Arabi’nin Füsûs el-Hikem adlı eseri kaste­dilmiştir.

[32] Kitap ve sünnetin hükümleri ve talimatı demektir.

[33] Muhiddin Arabi’nin meşhur kitabının adıdır.” (Y. Karaca)

[34] Mektubât, el., Mektup No: 100.

[35] Buharı ve Müslim.

[36] Bu kitap 1329 H. de Mısır’da basılmış ve İbn Teymiye hak­kında çok değerli bilgiler veren önemli bir eserdir.

[37] . Doğumu H. 909 Mısır, vefatı H. 973 Mekke. Eserleri arasında dört ciltlik Tuhfetu’l-muhtâc, ez-Zevâcir, es-Savâik ve el-Fetâvâ özellikle meşhur olanlarıdır. Bu İbn Hacer el- Mekkî, İbn Hacer el-Askalân’dan ayrı ve ondan daha sonra u”      gelen biridir. İbn Hacer el-Askalânî, meşhur hadis imamı “son derece araştırmacı ve keskin görüşlü bir âlimdir. Sonraki bilginler arasında onun gibisini bulmak zordur. İbn  Hakem el-Mekkî, ilim, keskin görüş, geniş anlayış ve incelemede ünlü adaşına erişemez.

[38] Bu kitap Mısır baskısı ile 362 sayfa tutmaktadır. 1928 H.de  Mısır’da Bulak Matbaasında basılmıştır.

[39] Herat (Afganistan)’lı idi. Devrinin büyük âlimlerinden sayılirdi. Mekke’ye göç etti ve oraya yerleşti. Hac menâsikinin, fıkıh ve hadisin en seçkin âlimi er in dendi. Eserleri arasında Mirkât, Fikıh-ı Ekber Şerhi, Şifâ Şerhi, Şemâil-i Tirmizî Şerhi, Nuhbe Şerhi, Şâtibiyye Şerhi, Cezeriyye Şerhi, Hulâsa-i Kâmûs vs. meşhurdur. Tasavvuf lezzetine de aşina idi. 1014 H. yılında vefat etti. Ezher Camii’nde büyük, kalabalık bir cemaatla gıyabında cenaze namazı kılındı.

[40] . Bu arapça mektubun bir bölümüdür. Şah Veliyyullah Dehlevî Hazretleri, çağdaşı büyük bilginlerden Thathlı Muhiddîn’e cevap olarak yazmıştı. Bu zât, Şah Veliyyullah Dehlevî’den; İmam İbn Teymiye’nin görüşlerinde tek başı­na kaldığı için bazı meselelere ve ona karşı çıkanların ihtilâf ettikleri konulara değinerek bunlar hakkındaki gö­rüşünü sormuştu. Bu mektuplar mecmuası Şah Veliyyul-lah’m ünlü talebesi Hacı Muhammed emin Keşmîrî tarafın­dan derlenmiştir. Bu mektup Cilâu’l-Ayneyn isimli kitapta da aynen nakledilmiştir.

[41] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/181-200.

[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/201-204.

[43] el-Ukûdü’d-Dürriye, s.6.

[44] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 145.

[45] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/204-206.

[46] A.g.e, s. 196.

[47] er-Reddü’1-Vâfır, s. 36.

[48] A.g.e., s. 38.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/206-207.

[49] A.g.e., s. 65.

[50] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 166.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/207-209.

[51] A.g.e.,s. 158.

[52] A.g.e.,8. 157.

[53] A.g.e.,S.157.

[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/209-212.

[55] Medancu s-Salıkîn, el, s. 96.

[56] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 164.

[57] Medâricü’s-Sâlikîn, el, s. 496.

[58] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/212-213.

[59] er-Reddül-Vâfır, s. 36.

[60] el-Vâbil es-Sayyib, s. 66.

[61] Medâricü’s-Sâlikîn.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/213-214.

[62] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s. 149.

[63] Cilâü’l-Ayneyn, s. 8.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/214-215.

[64] el-Kevakibü’d-Dürriye, s. 161.

[65] Cilâü’l-Ayneyn s. 6.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/215-217.

[66] er-Reddül-Vâfir, s. 89.

[67] Medâricu’s-Sâlikîn, c.2, s. 250.

[68] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/217-218.

[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/221.

[70] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/222-224.

[71] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/224-225.

[72] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/225-226.

[73] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/226-227.

[74] A.g.e., s. 351.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/227.

[75] A.g.e.,s. 328.

[76] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 82.

[77] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/228-229.

[78] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/229-231.

[79] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 295.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231.

[80] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/231-232.

[81] Bu iki eser 1346 yılında Mısır’da Selefiye matbaasında bir kitap halinde, biri diğerine derkenar olarak basılmıştır. (Yu­suf Karaca)

[82] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/232-234.

[83] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/234-235.

[84] er-RedAle’l-Bekrî,s. 377.

[85] A.g.e., s. 56.

[86] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 134.

[87] et-Tevessül ve’1-Vesîle, s. 15.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/235-238.

[88] A.g.e.,s. 132

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/238-239.

[89] Zümer, 39/43-44.

[90] Secde, 32/4.

[91] Bakara, 2/255.

[92] Ziyaretü’l-Kubûr risalesi, s. 106-112, özet olarak.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/239-242.

[93] . A.g.e., s. 104-105.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/242-244.

[94] Hac, 22/75.

[95] el-Vâsıta Beyne’l-Halkı ve’l-Hakk, s. 45-46.

[96] A.g.e., s. 46.

[97] A.g.e., s. 46.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/244-247.

[98] er-Red ale’l-Bekrî, s. 234.

[99] A.g.e., s. 281.

[100] er-Red Ale’l-Ahnaî, s. 102

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/247-249.

[101] A’râf, 7/29.

[102] Cin, 72/18.

[103] Tevbe, 9/18.

[104] Bakara, 2/187.

[105] Bakara, 2/114.

[106] er-Red Ale’l-Anhaî, s. 49.

[107] er-Red Ale’l-Bekrî, 313. İbn Teymiye’nin bu yazdıklarının gerçek olduğu, tarihî araştırmalarda görülmüştür. Mısır’da  Hz. Hüseyin’in başının gömülü olduğu, Hz. Zeyneb’in, Hz.  Sekîne’nin cesedlerinin gömülü olduğu, Necef de Hz. Ali’nin, Şam’da Hz. Peygamber’in eşlerinin ve Hindistan’da bazı , meşhur mezarların, tarihî olarak gerçek olduğu şüphelidir.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/249-251.

[108] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 311.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/251-253.

[109] Tefsîru Sûreti’l-îhlâs, s. 118.

[110] Kitâbu’n-Nübüvvât, s. 274.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/253-255.

[111] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/255-257.

[112] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258.

[113] Tabakâtu’1-Ümem, s. 47

[114] Geniş bilgi için İbn Nedim’in Fihrist’ine, Tabakâtü’l-Etıbbâ ve Ahbâru’l-Hukemâ vs. kitaplara bakabilirsiniz.

[115] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/258-260.

[116] eljCem’u Beyne Re’yi’l-Hakîmeyn.

[117] Müridin, şeyhine hayranlık duyarak kendini yok edip herşeyiyle ona bağlanması demektir. (Y.K.)

[118] Lütfî Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 155.

[119] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/260-263.

[120] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/264-265.

[121] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 143.

[122] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.

[123] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 134.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/265-266.

[124] Meâric el-Usûl, (Mecmua er-Resâilu’1-Kübrâ’dan), s. 186.

[125] Tefsiru Sûreti’l-îhlâs, s. 57.

[126] Nakz eî-Mantık, s. 178.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/266-268.

[127] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 395.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/268-269.

[128] Yunusu, 10/39.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/270-271.

[129] Tefsîru Sûreti’I-îhlâs, s. 57.

[130] Nakz el-Mantık, s. 177.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/271-272.

[131] Tefsîru Sûreti’l-İhlâs, s. 67.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273.

[132] Nakz el-Mantik, s. 113.

[133] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 206.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/273-274.

[134] Tefsîru Sureti’1-İhlâs, s. 37.

[135] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn, s. 221.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275.

[136] er-Red Ale’l-Bekrî, s. 115

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/275-276.

[137] en-Nübüvvât, s. 22.

[138] A.g.e., s. 168.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/276-279.

[139] A.g.e., s. 148.

[140] .A.g.e.,s. 148.

[141] A.g.e., s. 240

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/279-282.

[142] Nakz el-Mantık, s. 162.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282.

[143] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/282-283.

[144] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 255.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/283-284.

[145] A.g.e., s. 255.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/284-285.

[146] A.g.e., s. 321.

[147] A.g.e., s. 150,

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/285-286.

[148] en-Nübüvvât, s. 153.

[149] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/286-288.

[150] Nakz el-Mantık, s. 114.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/288.

[151] Makâsidu’l-Felâsife, s. 3.

[152] Lütfı Cuma, Tarih-i Felâsife-i İslâm, s. 120-121.

[153] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/289-290.

[154] er-Red Ale’l-Manükıyyîn, s. 27-28

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/290-292.

[155] A.g.e.,S.31

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/292-293.

[156] Nakz el-Mantık, s.155.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/293-294.

[157] er-Red Ale’I-Mantıkıyyîn, s. 194.

[158] A.g.e., s. 167.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/294-295.

[159] A.g.e., s. 199.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/295-296.

[160] A.g.e., s. 200

[161] A.g.e., s. 3

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/296.

[162] A.g.e., s. 255

[163] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/297-298.

[164] Nakz el-Mantık, s. 164.

[165] İbn Haldun, Mukaddime, s. 473.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/298-300.

[166] er-Red Ale’l-Mantıkıyyîn mukaddimesi.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/300-302.

[167] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/302-303.

[168] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/303-305.

[169] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/306-307.

[170] Geniş bilgi için bkz. c.l, s. 381.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/308-309.

[171] Bu kitap 1395 sayfadır 1322 H. (1905 M.) yılında Mısır’da basılmıştır.

[172] ibn Teymiye, s. 519.

[173] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/309-311.

[174] el-Cevâb es-Sahîh, c.l, s. 119-120.

[175] A.g.e., s. 199.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/311312.

[176] A.g.e.Jc.l,s.l8.

[177] . A.g.e., c.3, s. 134.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/313-314.

[178] A.g.e., c.2, s. 10.

[179] A.g.e., c.l, s. 368-369.

[180] A.g.e.,c.l,s. 368.

[181] A.g.e.,c.l,s. 372.

[182] A.g.e., c.2, s. 12-13.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/315-318.

[183] A.g.e., c.l,s. 376.

[184] A.g.e., c.l,s. 380.

[185] A.g.e., c.l,s. 373.

[186] A.g.e., c.l,s. 373.

[187] A.g.e. c.2, s. 4

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/318-320.

[188] A.g.e.,c.3.,s.l81.

[189] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/321-322.

[190] A.g.e., c.3, s. 181-182.

[191] A.g.e., c.3, s. 155.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/322-323.

[192] A.g.e., c.3, s. 185-186.

[193] A.g.e., c.3, s. 189-190.

[194] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/323-326.

[195] Zâriyat, 51/7-9.

[196] A.g.e., c.3, s. 126.

[197] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/326-329.

[198] A.g.e., c.2, s. 312$len 3. cildin 3. sayfasına kadar.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/329.

[199] A.g.e., c.4, s.16, 78-95.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/330-331.

[200] A.g.e., c.4, s. 66-224.

[201] A.g.e., c.4, s. 178.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/331-332.

[202] A.g.e, c.4, s. 181.

[203] A.g.e., c.4, s. 82

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/333-335.

[204] A.g.e., c.4, s. 81-82

[205] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/335-336.

[206] A.g.e.,c.l,s. 181.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/336-338.

[207] A.g.e., c.l, s. 115-116.

[208] A.g.e., c.l, s. 117-118.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/338341.

[209] Bu kitap büyük boy olarak 4 cilt halindedir. Kitabın top­lam sayfası 1214’dür. H. 1322’de Mustafa el-Bâbî Halebî’-nin gayretiyle Mısır’da Emeviye matbaasında basılmıştır. Büyük âlim Zehebî bunun özetini el-Müntekâ ismiyle yapmıştır. Şu anda bu eser Muhammed Nasîf in ilgisi ve üstün himmetiyle ve Prof. Muhibbuddîn el-Hatîb’in gayre­tiyle Mısır’da yayınlanmıştır.

[210] Nemi, 27/18.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/342-345.

[211] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 81.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/345-346.

[212] . AYâf, 7/15.

[213] Minhâc es-Sünne, c.l, s. 152.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/347-348.

[214] A.g.e., el, s. 40

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/348-349.

[215] A.g.e., c.l, s. 6.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/349-350.

[216] A.g.e.,c.2, s. 83.

[217] A.g.e., c.2., s. 84.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/350-351.

[218] A.g.e., c.2, s. 99.

[219] Nisa, 4/51, 52.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/351-352.

[220] A.g.e., c.2, s. 200-201.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/352-353.

[221] Haşr, 59/10.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/353-354.

[222] Minhâc es-Sünne.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354.

[223] . A.g.e., c.4, s. 123.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/354-356.

[224] .A.g.e., c.3.,s. 209.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/356-357.

[225] Zümer, 39/33-35.

[226] Ahkâf, 46/16.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/357-358.

[227] Minhâc es-Sünne, c.3, s. 242.

[228] A.g.e., c.3, s. 241.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/359-361.

[229] A.g.e., c.3, s. 245.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/361-362.

[230] A.g.e., c.4, s. 126.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/362-364

[231] A.g.e., c.4, s. 287.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/364-365.

[232] A.g.e, c.  2, s. 125.

[233] A.g.e., c. 2, s. 126.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/366.

[234] A.g.e., c.4, s. 2-79, 80-129- 209-213.

[235] A.g.e., c.4, s. 67-68.

[236] A.g.e., c.4, s. 186.

[237] A.g.e., c.4, s. 255.

[238] Minhac es-Sünne ve bazı tarih kitaplarında bu Moğol hakanı bu isimle de anılmaktadır.

[239] Bir başka âyet ise şudur: “Hani o kâfirler kalplerindeki ca-hiliyet çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, Peygamberine ve inananlara huzur indirdi…” (Fetih, 48/26)

[240] Tevbe 9/25-26.

[241] Minhâc es-Sünne, c.4, s. 274-277.

[242] Bedir meydanında bir çardak kurulmuştu, altında Hz. Peygamber secdeye kapanmış bir vaziyette dua halinde bulunuyordu. Bu sırada Peygamberimizin yanında sadece  Hz. Ebu Bekir vardı. Bkz. Siyer ve Hadis kitapları.

[243] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/367-375.

[244] MinMc es-Sünne, c.4, s. 56.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/375-376.

[245] A.g.e., c.3, s. 249-250.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/376-377.

[246] A.g.e., c.3, s. 40.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377.

[247] A.g.e., c.l, s. 131.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/377-378.

[248] A.g.e., c.l, s. 5.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378.

[249] A.g,e., c.4, s. lll.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/378-379.

[250] A.g.e., el, s. 165,

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/379.

[251] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/380-381.

[252] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/381382.

[253] Testini İbn Teymiye adıyla Kayyime matbaasında Bom­bay’da basılmıştır.

[254] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/382-384.

[255] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.

[256] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/384.

[257] Genellikle fetva isteği hangi şehirden gelirse verilen cevap risalesine o şehrin adı verilirdi.

[258] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385.

[259] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/385-386.

[260] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/386.

[261] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/387-388.

[262] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/388-389.

[263] Âl-İİmran, 3/66.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/389-390.

[264] Beyân-ı Muvâfakat-ı Sarîh el-Ma’kûl li-Sahîh el-Menkûl c.l, s. 3.

[265] A.g.e., el, s. 3

[266] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/390-393.

[267] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/394-395.

[268] A.g.e., c.l, s. 46.

[269] A.g.e., c.l, s. 80.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/395-397.

[270] A.g.e.,c.l, s. 101

[271] A.g.e.,c.l, s. 101

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/397-398.

[272] A.g.e., c.4, s. 153.

[273] Âl-İ İmran, 3/151.

[274] Sarîh el-Ma’kul, c.4, s. 154.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/398-400.

[275] A.g.e., c.3, s. 272.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/400-401.

[276] Bu kitap Minhâc el-Sünne’nin kenarında dört cild olarak yayınlanmıştır.

[277] Sarîh el-Ma’kûl, el, s. 74.

[278] A.g.e., el, s. 83.

[279] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/401-403.

[280] A.g.e., c.l, s. 14.

[281] A.g.e., c.3, s. 68.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/403-404.

[282] A.g.e., c.3, s. 10.

[283] A.g.e., c.l, s. 167. İbn Teymiye çeşitli kitaplarında uzun uzun açıklayarak, te’vil’in üç mânaya geldiğini anlatmış­tır. Biri, Kur’an’m kullandığı terim olarak, gerçek yüzü ve meali kastedilmiştir. Diğeri öncekilerin kullandığı terim olarak, kelimenin tefsiri kastedilmiştir. Üçüncü şekilde de daha sonraki âlimlerin ve kelâmcıların kullandıklarıdır. Bu da, kelimenin dış mânâsı çıkmadığı için başka mânaya kullanılmasıdır.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/404-406.

[284] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/406.

[285] Huccetullâhi’l-Bâliğa, c.l, s. 122

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/409-411.

[286] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/411-412.

[287] A.g.e., el, s. 124.

[288] A.g.e., c.l, s. 125.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/412-414.

[289] A.g.e., el, s. 124.

[290] A.g.e.,c.l,s. 124.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/414-416.

[291] . Enbiyâ, 21/78-79.

[292] Şeyhülislâm İbn Teymiye Fetvaları, c.2, s. 201-202.

[293] A.g.e.,c.2, s. 202.

[294] A.g.e., c.2, s. 384.

[295] A.g.e., c.2, s. 385.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/416-421.

[296] Bağlı müctehid demek; temelde ve teferruatlarda müctehid olduğu halde ictihad ve ispat tarzlarında bir mezhep ima­mına uyan ve genellikle onun çizgisinden ayrılmayan kim­se demektir.

[297] İbn Teymiye’nin fıkıh değerini, onun müctehid olarak dere­cesini daha iyi anlamak için bakınız: Muhammed ebu Zeh­ra, İbn Teymiye, s. 350-352.

Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421.

[298] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/421-422.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.