İmamların Fıkhi İhtilafında Hadislerin Rolü – Muammed Avvame

phpThumb_generated_thumbnail Muammed Avvame - İmamların Fıkhi İhtilafında Hadislerin RolüMUKADDİME

MEZHEB İMAMLARI NAZARINDA HADÎSLERİN DEĞERİ

Onların hadîs’e bağlanma hususundaki şiddetli arzu­larını ve hadislerle amel etmeğe olan aşırı rağbetlerini an­layabilmemiz için, imamlar nazarında hadîslerin değerini açıklayacak kısa bir mukaddimeye ihtiyaç vardır.

İmam Ebû Hanife (80-150) şöyle demiştir: “İçlerin­de hadîsle meşgul olanlar bulunduğu müddetçe insanlar salâh içersindedirler. Ne zaman ilmi, nadîs’in dışında arar­larsa o zaman bozulurlar!”(Şarani,Mizanul Kübra,1,51)

Yine şöyle demiştir: “Allâhın diniyle ilgili bir konuda şahsi görüşünüze göre hüküm vermekten sakınınız, sün­nete tabî olunuz. Kim sünnetten ayrılırsa sapıtır.”(age,1,51)

İmam eş-Şâfii (150-204) de şöyle demiştir: “Rasûlullahtan (s.a.v.) bir hadis rivayet ettiğim halde; o hadisten başka bir hükme varırsam, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi yeryüzü beni taşır!”(İmam es-Subki’nin “Ma’nâ Kavli’l-lmâmi’l-Muttalibi,Mukaddime)

Birgün eş-Şâfiî bir hadis rivayet eder. el-Humeydî (v. 219) -Buhâri (194-256)’nin şeyhlerindendir- “Bu hadîsi ka­bul ediyor musun?” der. eş-Şâfiî “Sen beni belimde zünnarla kiliseden çıkarken mi gördün (ben müslüman değil miyim) ki Rasûlullahın bir hadîsini duyup da onu kabul etmeyeyim?!” cevabını verir!(age,Mukaddimeden)

İmam Mâlik (95-179) in sünnetle ilgili şu benzetmesi ne kadar güzeldir: “Sünnetler Nuh’un gemisidir; kim o ge­miye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur.”(Suyûti”Miftâhu’l-Cenne,Hatime)

İmam Ahmed b. Hanbel (164-241) de şöyle demiştir: “Kim Rasûlullahın hadisini reddederse, o kimsenin helak olmasına ramak kalmıştır.”(İbn Cezvi,Menakıbul-İmam Ahmed,syf;182)

Yine şöyle demiştir: “İnsanların bu zamanki kadar ha­dis talebine muhtaç oldukları bir devir bilmiyorum -İmam Ahmed H. 241’de vefat etmiştir!- Ashabından biri ona “Ni­çin böyle?” demiş, İmâm da “Birçok bid’at ortaya çıktı. Her kim hadisi bilmiyorsa o bid’atlara düşer” cevabını verdi.

Bunlar, imamların menâkıb ve terceme-i hallerine dair eserleri süsleyen birçok sözden birkaçıdır. Bu sözle­rin tek bir nokta üzerinde durduğunu görüyoruz, o da: Rasûlullahın sünnetine sarılmanın zaruri oluşu; kim sün­neti öğrenir de onunla amel ederse onun kazançlı ve kurtuluşa eren kimselerden olduğu, her kim de sünnetten yüz- çevirirse, bunun hüsran ve doğru yoldan ayrılma alâmeti olduğudur.

Müslümanın kalbinde ve aklında -onların ilimde imam olduklarına inanması yanında- bütün imamlara karşı böy­le bir düşünce yerleşirse, o takdirde o kimsenin; her biri sünnet’e yaklaşmak için gayret sarf etmiş olmakla birlikte o imamların şer’i hükümlerde niçin ihtilâf ettiklerini araş­tırmasında bir mahzur yoktur. Fakat onların imam olduk­larına inanmıyorsa, aksine: “Onlar adamsa biz de adamız” diyorsa veya onların, boğulacak olan bir kimsenin kurtu­luş çâreleri araması gibi, sahip oldukları görüşlerin delil­lerini araştırmakla ömürlerini geçirdiklerine inananlardan da değilse, o kimse böyle bir araştırmaya lüzum görmeye­cek, bilâkis imamlar hakkında böyle bir inanca sahip olma­dığı için, kendisini onlardan daha âlim görerek imamlara hücuma geçecektir.

Bundan sonra, “İmamların İhtilâf Sebeplerine” geçiyo­rum.

1.SEBEP

HADÎSLERLE AMEL EDEBİLMEK İÇÎN GEREKLİ ŞARTLAR

 

Birinci sebeple ilgili olarak gözönüne alınması gereken dört nokta vardır; Bunların ikisi sened, ikisi de metin ile il­gilidir.

Bu dört nokta şunlardır:

1-Hadîs’in sahih olabilmesi için gereken şartların ba­zısındaki ihtilâfları.

2 -Amel edebilmek için hadisin sahih olması şart mıdır?

3-Hadisin lâfızlarının Rasûlullahın söylediği şekilde tesbiti.

4-Hadîsteki kelimelerin okunuşunun tesbiti.

Birinci Nokta: Mevzudan tamamen uzaklaşmamak için bunu kısaca arzedeceğim.

Ulemâ sahih hadisin beş şartı olduğunda müttefiktirler. Bu şartlar şunlardır: Senedin muttasıl olması, râvînin âdil olması, râvînin zabt sahibi olması. Hadisin metin ve senedinin şâz olmaması ve hadisin sıhhatına zarar verecek bir illetin bulunmaması.

1-Senedin muttasıl olmasına gelince: İttisal için ge­rekli şartın ne olduğunda, bizzat muhaddisler arasın­da ihtilâf vardır. Bu mesele hadisçilerce râvî ile şeyhi ara­sındaki “Lika Meselesi (Mes’eletu’l-Likâ)” olarak bilinir, îmam el Buhari (194-256) ve başkaları, şeyh ile râvînin bir kere dahî olsa buluşmuş olmalarını şart koşmuşlardır. İmam Müslim (v. 261) ile diğerleri ise, bu buluşmanın fii­len tahakkukunu değil, imkân dâhilinde olmasını şart koş­muşlar ve hattâ İmam Müslim, kendisinin bu görüşü üze­rinde icmâ olduğunu ileri sürmüştür.(Mukaddimetu Sahihi Müslim, 1,130 (Nevevi şerhi ile birlikte).

Buna göre, Müslim ile onunla aynı görüşte olanların itti­sal ile ilgili bu anlayışlarına dayanarak sahih olduğunu söy­ledikleri hadisler, el-Buhâri’ye göre sahih değildir. İttisal için Müslim’in görüşünü kabul eden fakih, bu şekilde muttasıl olan bir hadisle ihticâc eder ve bu konudaki hadîsin sahih ol­duğunu söyler. Halbuki İmam el-Buhâri’nin Müslim’e muha­lif olan görüşünü kabul eden diğer fakîhler onu sahih addet­mez ve dolayısıyla hadîsi, fıkhî bir hüküm çıkarmak için delil olarak kabul etmezler ve bu hadîse dayanılarak verilecek hü­kümler onlar nazarında fâsiddir.

İttisal ile ilgili diğer bir husus mürsel hadistir ki, bu konudaki ihtilâf biraz önce zikredilen misaldekinden daha geniştir.

Tâbiîn’in Rasûlullaha isnâd ettiği hadis demek olan mürsel, muttasıl değildir, lâkin muttasıl olmaması hadîse zarar verip, ıhticâc edilmesine engel teşkil eder mi?

Muhaddislerin cumhuru mürsel hadîsin zayıf olup, delil olamayacağını kabul ederlerken; Fakihlerin cumhu­ru ki İmâm Ebû Hanife (80-150), Mâlik (95-179) ve iki ri­vayetten birine göre Ahmed b. Hanbel (164-241) de bun­lardandır- irsalin zararı olmadığını kabul etmişlerdir.

Binaenaleyh onlara göre mürsel hadis de hüccet (delil)dir ve onunla amel edilir.

İmâm eş-Şâfii (150-204) bu ikisi arası bir yol tutmuş ve böyle bir hadisin zayıflığı çok az olduğu ve bu mürsel’i destekleyen dört husus mevcud olduğu takdirde, kendisi- ne göre bunun hüccet sayılacağını söylemiştir.(bknz;eş Şafi,Er-risale,syf;462)

Buna göre, üç imamın veya onlardan birisinin, bu dört destekleyici husustan birisiyle desteklenmemiş olan bir mürsel hadisle ihticâc ederek kabul ettikleri fıkhı bir hükme, muhaddislerin cumhuru gibi eş-Şafiî de muhaliftir.

Mürsel hadislerin sayısı hiç de az değildir. Bilâkis Allâme el-Kevserî “Mürsel olduğu için hadîsin zayıf olduğunu söyle-yen bir kimse, amel edilmiş olan sünnetin yarısını atmış olur demektedir.(Kevseri,Tenibul Hatib,syf;153) Lâkin İmam eş-Şâfii’nin ileri sürdüğü desteklerle takviye edilmiş olan kısmını gözönüne alacak olur­sak, bu mürsellerin sayısı çok azalacaktır.

2- Râvinin âdil olması: Bu konudaki ihtilâf sahası çok daha geniştir. Râvide bulunması gereken adalet sıfatının mâhiyeti hakında ihtilâf edilmiştir.

Ravinin cerha uğramamış bir müslüman olması yete’rli mıdır? Ve bu takdirde onun âdil olduğuna hükmede­bilir mi?

Veya buna, adaletinin görülür bir şekilde sabit olma­sı şartı da ilâve edilir mi? Bu şart bulunmazsa ona mestur denilir.

Keza, bir tek imamın onun âdil olduğunu söylemesi yeter mi veva her râvinin en az iki imam tarafından âdil ol­duğunun söylenmesi mi gerekir?

Bu noktadaki ihtilâflara, nelerin müslümanın ada­let sıfatını kaldırıcı bir cerh sebebi sayılabileceğine dair ihtilâflar da ilave edilmelidir. Bununla ilgili olarak, açık­lanması ve kurcalanması uygun olmayan pekçok gerçek vardır: Iraklı olduğu, Re’y ehli olduğu veya “Mihne” olay­larında Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul ettiği için nice râvîlerin adalet sıfatı heder edilmiştir!.. Bunlar, ancak bu ilmi ve bu ilmin târihini iyi bilen kimselerin idrâk edip sa­kınabileceği hususladır.

Muhaddis veya Fakîh imamlardan birisi, bir kimsenin âdil olduğunu söylerken, muhaddis veya fakîhlerden bir diğeri onu cerhetmektedir. Âdil veya zayıf olduğunda it­tifak edilen râvîler, ihtilaflı olan râvîlere nazaran son dere­ce azdır.

Bu ihtilâf sebeplerine bir diğeri daha ilâve edilebilir: Bu, ihtilâfların sahasını, biraz önce gördüğümüzden de fazla genişleten bir mülâhazadır ki, o da şudur: Bazan ihti­laflı bir râvinin sayısı onlarla ifade edilebilecek kadar hadîs rivayet ettiği olur.Bu durumda o râvinin âdil olduğu kanaatına meylederse onun rivayetlerinden çıkarılan bütün hü­kümleri kabul eder; onun cerh edilmesine meyleden ise bu rivayetleri reddeder.

İşte ihtilâf buradan doğmaktadır ve ihtilâfa düşenlerden her biri kendisinin sünneti delil olarak kabul ettiği­ni ve fıkıh ve hadis ile ilgili ictihadlarında muhaddislerin koyduğu kaidelere tâbi olduğunu ileri sürmektedir ve el­bette hiçbirimiz onların bu dediklerini inkar edemeyiz!..

3- Sahih hadîs için gerekli diğer şartların tahakku­kundaki ihtilâflar: Ancak râvinin zabt sahibi olabilmesi için İmam Ebû Hanife (80-150) nin ileri sürdüğü bir şarta dikkati çekmek yerinde olur. Bu şart, “Râvinin, bir hadisin râvîsi sıfatını kazandığı andan, kendisine rivayet ettiği âna kadar olan müddet içersinde, kendisine unutkanlık arız olmaması” şartıdır (AIiyyu’l-Kâri, Şerhu Musnedi Ebi Hanife, s. 3’de, İmam et-Tahâvîden Ebû Hanife’ye varan bir isnad ile.) ki, bu, sert bir şarttır. Ebû Hanîfe’yi böy­le bir şartı ileri sürmeğe sevkeden şey, râvilerde müşâhade ettiği ızdırab (tereddüd) ve tasarruflarıdır. Böyle bir şart koşmakla o, bazı hadislerin zayıf veya sahih olduğunu ka­bul etme hususunda başkalarından ayrılacaktır.

İkinci Nokta: Amel edilebilmesi için hadisin sahih ol­ması şart mıdır? Bunun cevâbı şudur:

Hadîs sahih veya hasen derecesine varırsa, amel edilmeğe ve şer’i hükümler konusunda delil olmağa elverişli olacağında ulemâ ittifak halindedirler.

Zayıf hadise gelince; Alimlerin cumhuru, bu gibi ha­dislerle, faziletler ve müstehablara dair konularda-, bunun için gerekli şartlar da mevcut olduğu takdirde, amel edile­bileceği görüşündedirler. Bu, bilinen bir husustur.

Lâkin bazı imamlar, zayıf hadîsler ile şeri hükümler yâni helâl ve haram konularında da amel edilebileceğini kabul etmişler ve hattâ zayıf hadisi; İslâm âlimlerinin ekse­riyetinin ve belki de, muhalefetine îtibar edilmeyen birka­çı hariç tamamının, şeriatın kaynaklarından biri olduğunu kabul ettikleri; kıyâsa tercih etmişlerdir.

Bu sahada zayıf hadis ile amel etmek, müctehidlerden üç imamın; Ebû Hanife (80-150), Mâlik (95-179) ve Ahmed (164-241)’in, (Aliyyü’I-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtih Şerhu Mişkâtil-Masâbih, 1,19.) aynı zamanda Ebû Dâvud (202-275), en-Nisâi (215-303), İbn Ebî Hatim (240-327) gibi, hadîs imam­larından bir gurubun mezhebidir. (es-Sehâvî, Fethu’l Muğîs, I, 80, 267) Lâkin bunun iki şartı vardır: Hadîs çok zayıf olmayacak ve bir meselede ondan başka bir hadîs bulunmayacak.

İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle de­miştir: Babama “Bir kimse bir beldede bulunur ve orada, sahihi ile zayıfını ayıramayan bir hadis ehli ile bir de re’y ehlinden başkasını bulamaz da, bir mesele ile karşılaşırsa, bu meseleyi hangisine sorar?” dedim; babam bana “Hadis ehline sorar, re’y ehline sormaz. Çünkü hadîsin zayıfı bile re’y’den daha kuvvetlidir.” cevabını verdi.(İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 68; es-Sehâvî, Fethul-Muğis, I, 80’de bunun benze­rini nakleder ve isnadı sahihtir.)

İmam eş-Şâfiî (150-204) bile, bir meselede başka bir hadis bu­lunmadığı zaman -mürsel hadîsin zayıf olduğu görüşünde bu­lunduğu sıralarda- mürsel hadis ile amel ediyordu. eş-Şâfii den bunu, es-Sehâvi Fethut-Muğîs, 1,20,142 ve 268 de Şafiî imamla­rından el-Mâverdî (364-450) kanalıyla nakletmiştir.

Zayıf hadîs ile amel edebileceğimiz diğer bir saha daha vardır ki o da şudur: Bir hadis, ikisinden birinin tercih edil­mesi mümkün olmayan iki mânaya gelebilecek bir lafızla gelir de, iki taraftan birini tercih etmeyi gerektirecek zayıf bir hadis bulunursa, o takdirde, zayıf bile olsa bu hadisin tercih ettireceği mânâyı kabul ederiz. (lbnul-Kayyım, Tuhfetul-Mevdûd bi-Ahkâmil-Mevlûd, s. 29)

Bu münasebetle, günümüzde bazı kimselerin yayma­ya çalıştıkları bir görüşün aksine, geçmiş imamlarımız nezdinde zayıf hadîsin de bir değeri ve itibârı olduğuna işaret edelim. Çünkü bu kimseler zayıf hadisi tamamen geçersiz saymışlar ve mevzu hadîslere ilhak ederek, ikisini aynı se­viyede tutmuşlardır.

Üçüncü Nokta: Rasûlullahın sözünün tesbiti mesele­sidir. Bununla, Rasûlullahın bir mânâyı, rivayet edilen bir başka lafızla değil de, gördüğümüz lafızlarla ifade ettiği hususunu te’kid zaruretini kaydediyorum. Bunun zaruri olduğu; bir hadis iki değişik lâfızla rivayet edilip, her bir lâfızdan çıkarılacak olan hükümler birbirinden farklı oldu­ğu zaman görülür.

İşte bu meselede, sınırlarını ancak bu mevzu ile meş­gul olan müetenid imamların bilebildiği geniş bir ihtilâf sa­hası vardır.

Hadis ve Usûl imamlarının ıstılahında bu meselenin adı “Rivâyetu’l-Hadîs bi’l-Ma’nâ hadisin mânâ olarak rivayeti” dir.

İlim ehlinin ekseriyeti, mânâ olarak rivayeti caiz gör­müşler, fakat delâlet ettiği mânâların aynı olduğunu zan­nederek bir râvinin bir kelimeyi, farklı mânâdaki başka bir kelimeyle ifade edebileceğinden korkarak, mânâ olarak ri­vayette bulunan râvinin Arab dilini iyi bilmesini ve keli­melerin mânâlarına vâkıf olmasını şart koşmuşlardır. (Bkz: el-Hatıb el-Bağdâdi, el-Kifâye, s. 167,198.)

Lâkin İmam Ebû Hanife (80-150) başka bir şart daha koşar ki, bu şartın isabetli ve mühim olduğunu ancak bu işe girişenler bilir. Bu şart, mânâ olarak rivayette bulunan kimsenin fakîh olmasıdır, (Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadisuhum, s. 35.) tâki lafızlar üzerinde yapacağı değişikliğin doğuracağı neticeyi bilebilsin.

Bu hususta iki misâl veriyorum:

Birinci misal: Ebû Dâvud; İbn Ebî Zi’b -Mevlâ’t- Tev’eme Salih (b. Nebhân)- Ebû Hur ay ra kanalıyla şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah “Bir kimsenin mescidde cena­ze namazını kılmasında bir beis yoktur (felâ şey’e aleyhi)” buyurmuştur. (Avnul-Ma’bûd Şerhi Süneni Ebû Dâvûd, III,182.)

Bazı eski nüsha ve rivayetlerde ifade bu şekildedir. Bazı rivayetlerde ise “(mescidde cenaze namazı kılana) sevab yoktur (felâ şey’e lehu)” şeklindedir. Nitekim bu şe­kildeki bir rivayet Abdurrazzak’ın el-Musannef’inde (III, 527) yine îbn Ebî Zi’b -Salih- Ebû Hurayra kanalıyla riva­yet edilmiştir. Ebû Hurayra aynı rivayetin sonunda “ona sevab yoktur (felâ şey’e lehu)” demektedir.

Bu rivayeti îbn Ebî Şeybe’nin el-Musannef’indeki (IV, 152) yine îbn Ebî Zi’b’den rivayet edilen şu hadis teyid et­mektedir. Hadîsin ifâdesi şöyledir: “Mescidde cenaze na­mazı kılanın namazı (nın sevabı) yoktur.” (Ebû Hurayra) şöyle devam etmiştir: “Rasûlullahın (s.a.v.) ashabı yer bu­lamazlarsa, namazı kılmaz ve geri dönerlerdi.”

îbn Mâce’nin (1,486) îbn Ebî Zi’b kanalıyla rivayet etti­ği hadiste de “ona sevab yoktur” denilmektedir.

Bu sebeple el-Hatîb (392-463) “mahfûz olan ‘ona sevab yoktur’ şeklidir.” demiştir. Nitekim Nasbu’r-Râye’de de (II, 275) bu şekildedir.

Birinci, …kılmasında bir beis yoktur/’ rivayetini ka­bul eden imamlar, mescidde cenaze namazının kerâhatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu, İmam eş-Şafiı (150-204) ve başkalarının mezhebidir.

İkinci, “ona sevab yoktur.” rivayetini kabul eden imamlar ise, mescidde cenaze namazı kılmanın mekruh ol­duğunu söylemişlerdir. Bu da İmam Ebû Hanîfe (80-150) ve başkalarının mezhebidir.

İkinci misâl: el-Buhâri (II, 257) ve başkaları, İbn Ebi Zi’b -ez-Zuhri- Saîd b. el-Museyyib -Ebû Hurayra kanalıy­la, Rasûlullahın “Kameti duyduğunuz zaman namaza gi­diniz. Yolda sakin ve vakar ile yürüyün, acele etmeyin. Ye­tiştiğiniz rekâtları kılar, yetişemediklerinizi tamamlarsınız (fe-etimmû)” dediğini rivayet etmişlerdir.

Bu hadisi, Abdurrazzak, el-Musannef’inde (II, 287) ve İmam Ahmed b. Hanbel el-Müsned’inde (II, 270); Abdur­razzak -Ma’mer- ez-Zuhrî -Said b. el-Museyyib- Ebû Hu­rayra kanalıyla “yetişemediklerinizi kazâ edersiniz (ve mâ fâtekum fakdû)” şeklinde rivayet etmişlerdir.

İki rivayetteki tek bir kelimenin “tamamlayınız” ve “kazâ ediniz” şeklinde farklı olması, fıkhi bakımdan mü­him ihtilâflara sebeb olmuştur.

İhtilâf şudur: Namaza imamla beraber başlamamış olan kimse, dördüncü rekâta yetişip bu rekâtı imamla beraber kılmış olursa, yetişemedi­ği üç rekati nasıl kılacaktır?

Birinci, “tamamlarsınız” rivayetine, göre o kimse imamla kıldığı rekati, imamına nisbeten dördüncü rekât ol­masına rağmen, kendisine nisbetle birinci rekât kabul eder ve imam selâm verince kalkıp ikinci rekati kılar, çünkü o, namazını tamamlamaktadır. Bu rekatte fatiha ve zamm-ı sûreyi okur, subhâneke’yi okumaz, münferid (tek başına) kıldığı zaman ikinci rekatte ne okuyorsa onları okur. Böylece ikinci rekati kıldıktan sonra teşehhüde oturur. Sonra kalkar kalan iki rekati kılarak namazını tamamlar. Bu son iki rekatte sadece fatiha okur. İşte bu, bir grub âlimin mez­hebidir ki İmam eş Şafiî (150-204) bunlardandır.

İkinci, “kazâ edersiniz” rivayetine göre ise, o kimse imamla kıldığı rekati gerek kendisine gerek imamına nis­betle dördüncü rekât olarak kabul eder, imam selâm verin­ce kalkar ve bir rekât kılarak bunu birinci rekât sayar. Çün­kü o, imamla kılamadığı rekatleri kaza etmektedir. Bu re­katte tıpkı münferiden kıldığı zamanki gibi, subhâneke, fa­tiha ve zammı sûre okur. Bu rekatten sonra teşehhüde otu­rur. Sonra kalkar ve fatiha ile zamm-ı sûre okur, son rekatte ise sâdece fatiha okur. Bu da âlimlerden diğer bir gurubun mezhebidir ki İmam Ebû Hanîfe (80-150) bunlardandır. Bu sonuncusu ile iki rivayetle de amel edilmiş olmaktadır. Na­maz, kıraat bakımından kazâ edilmiş; ku’ûd (kâ’de’ler) ci­hetinden de tamamlanmıştır.

Burada, iki kelime arasında râvinin mühimsemediği! bu gibi farklardan doğan daha pekçok hüküm vardır. Ama râvî fakıh ve meselâ bu iki kelime arasındaki farktan do­ğan hükümleri bilen biri olsaydı, hadisin lafzına bağlı ka­lır, mânâ ile rivayet ettiğini ve bunun caiz olduğunu sana­rak, o kelimeyi değiştirmezdi. (el-Hatîb’in el-Kifâye’de (s. 168) verdiği diğer bir misale bakınız. Orada İs­mail b. Uley ye (110-193) Şû’be b. el-Haccâc (82-160)’ın yanlışını düzeltmekte­dir. Şûbe hadiste İsmail’den daha yüksek olduğu halde, İsmail fıkıh ile meş­gul olduğundan, Şûbe’nin yanlışını düzeltme hakkına sahip olmuştur. Şû’be İsmail’e “Fakihlerin gülü, muhaddislerin efendisi” derdi.)

Dördüncü Nokta: Hadisteki kelimelerin hareke ba­kımından okunuşunu tesbit etmektir. Bunun mânası, Rasûlullahın bir kelimeyi, merfû, mansûb, mecrûr vb. nasıl okuduğunun araştırılmasının zarureti demektir. Arab dili­nin inceliği ve basit bir nahiv ihtilâfının ne gibi mühim ne­ticeler doğurabileceği hepimizce malumdur.

Üçüncü Nokta’da zikredilen hadîste görüldüğü gibi, bunun zarureti; râviler bir kelimeyi farklı şekillerde riva­yet ettikleri zaman ortaya çıkar. Çünkü bir kelimenin bir tek şekilde rivayet edildiğini tesbit ettiğimiz zaman fıkhî ihtilâfı ortadan kaldırmış oluruz. Rivayetler farklı olunca, fıkhî ihtilâfların doğması kaçınılmaz olur.

Bunu aşağıdaki misalle açıklayabiliriz: Kasab bir ko­yunu şer’i usûle göre boğazladığında, hayvanın karnından ölü bir cenin çıksa, bunu boğazlamadan yemek helâl midir veya helâl olması için boğazlanması şart mıdır.

Bu meselede Rasûlullahın….hadisini görüyoruz. Hadisin rivayetleri farklıdır: ibnu’l Esîr (544- 606), en-Nihâye’de (II, 164) şöyle diyor: merfû ve mansûb olarak rivayet edilmiştir. Merfû olarak rivayet eden bunu, zekâtu’l-cenini” mubtedâsının haberi kabul etmiş­tir ve bu suretle ananın boğazlanması karnındaki yavru­sunun da boğazlanması demek olur ve yavrunun da ayrı­ca boğazlanması gerekmez. Mansûb olarak okuyana göre takdir;……şeklinde olur, harfi cerr hazf olununca, mecrûr olan kelimenin harekesi mansûb olur. Veya takdir; …..şeklinde olur.

Masdar ile sıfatı hazfedilmiş ve muzâfun ileyh onun yeri­ne kâim olmuştur. Bu mânaya göre ise, anasının karnından ölü olarak çıktığı zaman yavrusunun boğazlanması şarttır. Kimisi de her iki ‘’zekate’’ kelimesini mansûb olarak rivayet et­miştir ve hadisin mânâsı “cenini anası gibi boğazlayın” de­mek olur. îbnui Esîr’in sözü bitti.

Son iki rivayete göre, helâl olması için cenin’in bo­ğazlanması şarttır. Birinci rivayetin ise iki mânâya gelme­si muhtemeldir. Birisi: Anasının boğazlanmasının cenin’in boğazlanması yerine geçeceği; diğeri de, belağatli bir ben­zetmeyle, cenin’in boğazlanmasının anasının boğazlanma­sı gibi olacağıdır.

İmam eş-Şafiî (150-204) ve başkaları, meşhur olan – bi­rinci ve ikinci “zekât” kelimelerinin merfû okunduğu- ri­vayetin muktezâsıyla amel etmişlerdir.

İmam Ebû Hanîfe (80-150) ve başkaları ise son iki riva­yetin muktezâsıyla amel etmişlerdir. Her iki taraf da, görü­şünü başka delillerle de desteklemişlerdir. Allâhu A’lem.

Başka bir misal daha verebiliriz: Bu, Rasûlullahın “Sâime olan (husûsi bir şekilde beslenmeyip, otlakta yayı­lan) kırk devenin zekâtı bir Bintu Lebûn (iki yaşını doldur­muş dişi deve)dir. (Cinsi ne olursa olsun) hiçbir deve hesab dışı tutulmaz. Sevabını umarak zekâtını veren sevabı kazanır; Zekâtını vermezse, hem zekâtı hem de malının ya­rısını alırız. Bu, Rabbimizin hakkıdır Muhammedin ailesi­ne bundan hiçbir şey yoktur.” hadîsidir. Bunu Ebû Dâvud, en-Nesâi ve başkaları rivayet etmiştir. (Avnul-Mâ’bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvud, II, 12; en-Nesâî, V, 16)

(Hadisteki) ‘’şatra malihi’’kelimelerinin nasıl okunacağı ihtilaflıdır. Bu, “ş” ve “r” harfinin fethasıyla, muzâf; ikinci kelime muzâfun ileyh olarak mı okunacak yoksa “ş” harfi merfû, “tı” harfi şeddeli ve “r” harfi fethalı olarak meçhul fi’l-i mazi şeklinde; ikinci kelime de nâib-i fail olarak mı (yani “şatra mâlihi” şeklinde mi yoksa “şuttıra mâluhu” şeklinde mi) okunacaktır.

Okunuş şekline göre hadisin mânâsı değişmektedir. Çünkü birinci “şatra mâlihi” şekline göre mânâsı “Zekâtı vermeyene ceza olarak, hem zekât alınır, hem de malının yarısı alınır” olur. Meşhur olan budur, ancak imamların çoğu bununla amel etmemişlerdir. (Cumhura göre bu, İslamın başlangıcında, bu şekilde mal ile cezalandırma­nın caiz olduğu zamanda idi. Bugün ise zekâttan fazlasını almak caiz değildir. (Hâşiyetu’s Sindi ala’n-Nesâi, V, 16)” (Mütercim) )

İkinci, “şuttıra mâluhu” şekline göre mânâsı “Onun malı ikiye ayrılır ve zekât toplayıcısına ikisinden birisini tercih etme hakkı verilir ve o da zekâtı (ceza olarak) malın iyi olan kısmından alır” olur. Bu, İmam Ahmed (164-241)’in önde gelen ashabından İbrahim el-Harbî (198-285) nin ter­cih ettiği görüştür. İbrahim el-Harbî ilim, verâ ve zühdde İmam Ahmed b. Hanbel ile kıyaslanırdı. el-Harbi, hadîsi rivayet eden râvinin hata yaptığını söylemiştir. İmam Ahmed’in de buna benzer bir görüşte olduğu mezkûrdur. Doğrusunu Allah bilir.

ikinci sebebe geçmeden önce, pekçok kişinin zihinle- rini işgal eden iki şüpheye temas etmemiz gerekir. Bunlar;

“Sahih hadis varsa benim mezhebim odur” sözü ile,

“Amel edebilmek için hadisin sahih olması kâfidir.” görüşü’dür.

Birinci şüpheyi şöyle serdediyorlar. Diyorlar ki: “İmam eş-Şâfii (150-204), “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur” demiştir. İşte meselâ -Sahihayn’daki hadisler sahih­tir ve onlarla amel ettiğimiz zaman, sabit bir sünnet ile ve müslümanların muteber bir imamının mezhebi ile amel et­miş oluruz. eş-Şâfiî’nin mezhebinin, sadece mezheb kitap­larında kendisinden rivayet edilenlerden ibaret olduğunu söylemek ilim mantığına yakışmaz.

İkinci şüpheyi de şu şekilde açıklayabiliriz: “Allah bize, Peygamberine (s.a.v.) uymak suretiyle kulluk etmemizi em­retmiştir. Resûlullahın sahih bir hadîsi varsa, onunla amel et­mek ve Rasûlullaha uymak için, bu yeterlidir. Daha önce zikredildiği üzre eş-Şâfiî (150-204) nin el-Humeydî (v. 219) ye “Sen beni, belimde zünnarla kiliseden çıkarken mi gördün…” dediği gibi, bir müslümanın Rasûlullahtan sahih olarak sa­bit olan bir hadisle amel etmekten geri durması caiz değildir.

Allah kimsenin; ilimdeki derecesi ne kadar büyük olursa olsun, masum olmadığı müddetçe; kimseye tâbi ol­masını emretmemiştir.

Birinci şüpheye cevab olarak deriz ki: “Sahih hadis varsa benim mezhebim odur.” sözünü îmam eş-Şâfiî (150- 204) ve başka imamlar da söylemiştir ve hattâ bu, “Lâ ila­he illallah Muhammedu’r-Rasûlullah” sözünün ne demek olduğunu idrak eden her müslümanın lisânı hâli ile söylediği bir sözdür.

Şu kadar var ki, o imamların bu sözle kasdettikleri “Hadis, amel edilmeğe elverişli olursa, benim mezhe­bim odur” demektir. Bunun açıklanmasını Hanefi, Şafiî ve Mâliki mezhebine mensub imamlara bırakıyorum. Onlar, kasdedilenin bu olduğunu ve kimin bu şekilde amele ehil olduğunu açıklamışlardır.

Hanefilere gelince: el-Kemâl b. el-Humâm (v. 861 )m şeyhi Allâme İbnu’ş-Şıhneti’l-Kebir el-Halebî el-Hanefî, “el-Hidâye” üzerine yaptığı şerhin baş taraflarında şöyle demektedir: “Sahih bir hadîs mevcûd olur da, mezhebin görüşüne aykırı olursa, hadîsle amel edilir ve mezheb bu olur; hadîsle amel etmesi, Hanefî mezhebine uymuş olan bir kimseyi Hanefî olmaktan çıkarmaz. İmam Ebû Hanıfe (80-150) nin “Sahih bir hadîs varsa benim mezhebim odur” dediği doğrudur ve bunu îbn Abdilberr (368-463) Ebû Hanîfe’den ve başka imamlardan nakletmiştir. îbnu’ş- Şıhne’nin sözü bitti.

Onun bu sözünü, İbn Âbidin (v. 1252), Haşiyesinin baş tarafında (I, 68) nakletmiş ve şu notu eklemiştir: “İmam eş- Şarânî (897-973) de bu sözü, dört mezheb imamından nak­letmiştir. Bunun; nassları, muhkemini mensûhunu incele­meğe ehil olan kimselere mahsûs olduğu aşikârdır. Mez­heb ulemâsı delili inceler de onunla amel ederlerse, bunun mezhebe izafe edilmesi doğru olur, çünkü mezheb sahibi buna izin vermiştir. Şüphe yok ki, şayet mezheb imamı, de­lilinin zayıf olduğunu bilseydi onu terkeder ve daha kuv­vetli olan (bu) delile tâbi olurdu.”

îbn Âbidin (v. 1252), matbu olan Mecmuatu’r-Resâil’indeki Şethu Resmi 1-Mufh adlı risalesinin 24. sayfasında da bu söze temas etmiş ve İbnu’ş-Şıhne’nin sözünü naklederek, bunun daha önce  hâşiye’sinden naklettiğimiz üzre, bir şarta bağlı ol-duğunu söylemiş, sonra diğer bir şart daha ilâve ederek şöyle demiştir: “Yine derim ki, bunun mezhebteki bir görüşe uygun olması şartının konması da gerekir.” Çünkü imamlarımızın üze­rinde ittifak ettikleri delili bırakıp da, onların terkettiği bir delili alarak içtihad etmeğe izin verilmemiştir. Çünkü imamların içtihadi, o kimsenin içtihadından daha kuvvetlidir. Belli ki imamlar, o kimsenin gördüğü delilden daha kuvvetli bir delil görmüşler ve bu delille amel etmemişlerdir. (Sonra İbn Abidin 25. sayfada şöyle der: “Lâkin bazan imamlarımız, ittifak ettikleri esasları, zaruret v.s. dolayısıyla -meselâ Kur’ân öğretme ve benzeri tâatlardan ücret alma meselesinde olduğu gibi- terketmişlerdir.”)

Dikkatleri iki noktaya çekmek isterim:

Birincisi: Kötü niyetli bazı kimseler İbnu’ş-Şıhne’nin bu sözünü “Hâşiyetu İbn Âbidîn”den nakletmiş ve îbn Âbîdin’in buna cevab vermediğini, bunun mezheb imam­larının ve özellikle -mezhebin muhakkik ulemâsının so­nuncularından olan- İbn Âbidin’in görüşü olduğu zannını uyandırarak insanları kandırmağa çalışmışlardır.

Nitekim aynı şekilde eş-Şa’râni nin el-Mizânu’l-Kubrâ’sından naklettikleri ibarelerde de böyle yapmışlardır ve onun sözünün ar­kasına saklanarak insanlara “eş-Şa’rânî âlim, sûfi, muteber bir kim­sedir sözü dört mezheb mensublarınca makbuldür” demişlerdir.

Hakikaten de öyledir, lâkin onların bu sözleri doğru olsa da niyet­leri bozuktur, doğru söze bâtıl bir kisve giydirmeğe çalışmışlardır.

İkincisi: İbn Âbidin’in İbnu’ş-Şıhne’nin sözüyle ilgili ola­rak söylediği “Bunun, nassları, muhkem ve mensûhunu ince­lemeğe ehil olan kimseye mahsûs olduğu aşikârdır (lâ yahfâ enne…)” sözü çok mühimdir. Çünkü “lâ yahfâ” demek, bizim bugün, konuşmalarımıza “bedîhi” dememiz gibidir. O bu şartı, bedihî ve doğruluğu herkesçe kabul edilen, kabul etmekte tereddüd veya ihmal gösterilmesi caiz olmayan hu­suslardan biri kabul etmiştir. Mesela “Güneş doğuyor” sö­zünün, vaktin gece değil gündüz olduğunu ifade etmesi na­sıl bedıhidyattan ise, aynı şekilde İmam’ın “Sahih hadis var­sa benim mezhebim odur” sözü de, bedîhî ve müsellem ola­rak, bunun; nassları, nassların nâsih ve mensûhunu ve buna benzer meseleleri incelemeğe ehil olan kimseler için olduğu­nu ifade eder, yoksa câhillerin ve mağrur ilim taliplerinin bu sının aşmağa cüret etmeleri caz değildir.

İnsanları aldatıp, zihinleri bulandırmak isteyenler bu za­ruri şartı unutmuşlardır. Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn.

İbnu’ş-Şıhne’nin sözü ile İbn Âbidin’in Hâşiye’sinde, bu sözle ilgili şartını,Allâme, Müfessir, Muhaddis, Fakîh, Seyh Abdulğaffâr Uyûnu’s-Sûd el-Hanefî, “Def’u’l-Evhâm an Mes’eleti’l-Kırâati Halfe’l-İmâm” adlı risalesinin 15. sayfasında nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu, yerinde bir şart (kayıt)tır. Çünkü biz zamanımızda, ilim ehli olduğu­nu sanan ve aşağıların aşağısında olduğu halde kendini Süreyya’dan daha yükseklerde gören pekçok kimseye rast­lamaktayız. Bazan bu kimseler -meselâ- Kütübü Sitte’den birini okur ve orada Hanefi mezhebine muhalif bir hadis görür, soma da “Ebû Hanife’nin mezhebini yere çalın ve Rasûlullahın hadisiyle amel edin” der. Halbuki bu hadîs mensûh olabilir veya senedi daha sağlam bir hadîse mu­halif olma v.b. amel edilmemeyi gerektiren bir durumda olabilir, o da bunu bilmez. Eğer hadîslerle amel edilmesi bu gibilere kayıtsız şartsız havale edilse, pekçok meselede hem kendileri dalâlete (hataya) dûçâr olur, hem de kendi­lerine soru soranları dalâlete dûçâr ederler

Sünnet ile amel dâvasında olanlar işte burada kıyameti koparırlar ve: “Siz, sünnet ile amel eden ve insanlara hadîs mûcebince fetva veren bir kimsenin dalâlette olduğuna na­sıl hükmedersiniz?” derler.

Biz de deriz ki: Evet, bu makama ehil olmadıkça, buna hükmederiz. Bu hükmü, bizden önce, hadis ve fıkıh imamlarından birisi, yani İmam Ebû Muhammed Abdul­lah b. Vehb el-Mısri (v. 197) -Medine-i Münevvere’de İma­mı Mâlik (95-179)’in; Mısırda da el-Leys b. Sa’d (94-175)’ın önde gelen tilmizlerinden idi- “Hadîs, âlimler hâriç insan­ların dalâlete düşmelerine sebeb olur” demiştir. Keza Kâdi Iyâz (476-544) da, Tertîbu’l-Medârik, 1,96’da, aynı şeyi söy­lemiştir; ilerideki sayfalar ve devamında inşaallah daha fazla izahat verilecektir.

Şâfiîlere gelince: İmam en-Nevevi, (631-676), el- Mecmû’ adlı eserinin mukaddimesinde (I, 104) şöyle de­mektedir: “eş-Şâfiî (150-204) nin bu sözü; sahih bir hadîs gören herkesin “Şafiî’nin mezhebi budur” deyip, hadisin zahir mânâsına göre amel edeceği mânâsına gelmez. Bu ancak, mezhebde ictihad mertebesinde olanlar içindir ve şartı da, eş-Şâfiî’nin bu hadîsi görmediğine veya sahih ol­duğunu farketmediğine dair zann-ı ğâlib olmasıdır. Bu ise ancak, eş-Şâfii’nin bütün eserlerinin ve eş-Şafiî’ den ilim al­mış olanların eserlerinin ve benzerlerinin mütâleasından sonra hâsıl olur. Bu öyle zor bir şarttır ki, bunu pek az kim­se yerine getirebilir.”

Bu şartı ancak şundan dolayı ileri sürmüşlerdir: Çün­kü eş-Şâfiî (150-204), görüp bildiği halde, hadîsin sıhhatına ta’n edildiği, mensûh olduğu,tahsis edildiği veya te’vil edildiğine dâir bir delili olduğu için, o hadîsin zahiriyle amel etmeyi terketmiştir.

eş-Şeyh Ebu Amr -yani İbnu’s-Salâh (v. 643)- da şöyle demiştir: “eş-Şâfiî (150-204) nin bu sözünün ifâde ettiği şe­kilde amel etmek kolay değildir. Fakih olan herkes, kendi­sine göre hüccet olan her hadisle amel edemez. Şâfiilerden, bu yolu takib edenlerden biri; eş-Şâfifnin ashabından Ebu’l-Velîd Mûsâ b. Ebi’l-Cârûd’dur. O, eş-Şâfifnin, ken­disinin bilip başkasının bilmediği bir mâni dolayısıy­la, sahîh olduğunu bildiği halde bilerek terkettiği bir ha­disle, amel etmiş ve “Hacamatçının da, kan aldıranın da orucu bozulur.” hadîsi sahihtir, binaenaleyh ben derim ki; eş-Şâfiî de “Hacamatçının da, kan aldıranın da orucu bo­zulur” demiş olmaktadır.” demiştir. Ebu’l-Cârud’un bu sözü reddedilmiştir, çünkü eş-Şâfiî, sahih olduğunu bildi­ği halde, mensûh olduğuna, kani olduğu için hadisi ter- ketmiş ve mensûh olduğunu açıklamış, bunun delillerini zikretmiştir.” en-Nevevî (631-676) nin sözü ve İbnu’s- Salâh (v. 643) ‘tan nakli burada sona erdi.

İmam et-Taki es-Subkî (683-756) “Mecmuatu’r-Resâili’l- Muniriyye” II, 98-114. sahifelerinde yer alan “Ma’nâ Kavli’l- İmâmi’l-Muttalibî: İzâ Sahha’l-Hadîsu fe-huve Mezhebi” adlı risalesinin baş tarafında, İmam İbnu’s-Salâh’ın ve bir kısmını naklettiğim İmam en-Nevevinin sözlerini zikretmiş ve 102. sayfada, bu ikisine muvafakat ederek şöyle demiştir: “Bu söz,önüne gelenin aldanıp bu iddiada bulunmaması için, bu mer­tebeye erişmenin zorluğunu açıklamaktadır.” (Yani, ehil olmadığı halde bu işe cüret eden, mağrur bir kimsedir.)

İki satır sonra da şöyle demiştir: îbn Ebi’l-Cârud’un meselesine gelince, onun sözü, araştırmadaki kusuru sebebiyle reddedilmiştir, yoksa eş-Şâfifnin aslında güzel olan sözü ve bu sözü ile amel etmenin imkânı reddedilmiş değildir. Bu meselede îbn Ebi’l-Cârud ile aynı görüşü payla­şanlardan biri de Şâfiîlerin büyük imamlarından ve Saîd b.el-Âs’ın neslinden olan Ebu’l-Velîd en-Neysûbûrî Hassan b. Muhammed’dir (v. 349) O, bu söze istinaden, eş-Şâfiî”nin mezhebinin, hacamatçının ve kan aldıranın orucunun bozulması olduğuna yemin ederdi. Daha önce zikrettiğimiz üzere eş-Şâfî (150-204) hadisin sahih olduğunu bildiği hal­de, mensuh olduğunu söyleyerek, bu hadisi terkettigi için Sâfiiler, İbn Ebi’l-Cârud’un hata ettiğini söyledikleri gibi, onun da hata ettiğini söylemişlerdir. Bu, bazı müctehidlerin hataya duçar oldukları bir meseleye benzemekteyse de, bu meselede anlayışlar farklı olduğu için hatâdan bahset­mek güçtür.

Ebu’l-Hasen Muhammed b. Abdilmelik el-Keraci eş- Şâfiî (458-532)nin -Fakih ve Muhaddis idi- sabah namazın­da kunutu okumadığı ve “Bence Rasûlullahın sabah nama­zında kunûtu terkettigi sahihtir.” dediği nakledilmiştir.

Ben de -yâni es-Subkî- s bah namazında kunûtu bir müddet terketmiştim. Sonra öğrendim ki, Rasûlullahın sa­bah namazında okuduğu sahih olan kunût, Ri’l ve Zekvân kabilelerine, ayrıca sabah namazı dışında da ettiği bed­dua imiş. Sabah namazında kıyamdan sonra kunût dua­sını mutlak olarak terketmesine gelince, bu konuda îsâ b. Mâhân’ın rivayet ettiği bir hadîs vardır; İsâ hakkında,malûm Olduğu üzere te’nkidler mevcuttur.” Onun hakkın­da söylenenler, zikretmenin yeri burası değildir. Sonra tek­rar konutu okumağa başladım; şimdi artık kunûtu okuyo­rum. Burada eş -Şafiî’nin sözüne ters düşen birşey yoktur; bunun sebebi bizim görüşümüzün kusurudur.” İmam es- Subki nin sözü sona erdi.

Bu sözler, düşünen kimseler için ne kadar ibretlidir!, ibn Ebi l-Cârud un -ki o eş-Şâfii’nin tilmizlerindendi ve ilimdeki mevkii malumdur- ve onun gibi, belki ondan daha âlim olan Ebu’l-Velîd en-Neysâbûrî (v.349)’nin -o da, sadece râvi değil, hem rivayet hem de dirayet ehli imam­lardandı- hâli böyle olursa; bununla birlikte, yemin ederek, eş-Şâfiî (150-204)nin mensûh olduğunu kabul ettiği için bi­lerek terkettigi bir hadis ile amel edilmesinin eş-Şâfiî’nin görüşü olduğunu ileri sürerlerse, bu âlimlerin hâli bu olur­sa, zamanımızdakilere ne demeli! eş-Şâfiî’nin bir tek fıkhi görüşünü bile anlamaktan âciz olanların, eş-Şâfiî’nin  sözü ile amel etmeleri caiz midir?

İşte Ebu’l-Hasen el-Keracî (458-532)! Gördüğün gibi es-Subkî (683-756) ona “Fakih ve Muhaddis” demiş, tale­besi es-Sem’âni (467-510)de “İmam, vera’ sahibi, âlim, fa­kih, muftî, muhaddis, şâir, edib” unvanlarını vermiştir. (et-Tâkî es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, VI, 138.)

Buna rağmen, mezheb imamına muhalif olarak hadîsin sa­hih olduğunu ve imamının “Sahih hadîs varsa, benim mez­hebim odur.” ve “Benim görüşümü terkedin, hadisle amel edin” sözlerine dayanarak kunutu terketmiştir. Bunun­la birlikte, kendisinden sonra gelenler onu tenkıd etmiş­lerdir; es-Subkî de bunlardan biridir. Tabakâtu’ş-Şâfiiyye,

VI, 138,139’da onun terceme-i hâlini verdikten sonra, mez­kur görüşüne temas ederek şöyle demiştir: “Onun önün­de, aşılması son derece zor iki engel vardır. Kunutun neh- yedilmesiyle ilgili hadîsin sahîh olmasına gelince, heyhat, bunu tesbit edebilmesi çok zordur. Kunutun terkedilmesi- nin eş-Şâfiî’nin mezhebi olduğunu kabul etmesi de aynı şe­kilde zordur.”

İmam et-Takî es-Subkî (683-756) de, üzerinde yetiştiği Şafii mezhebine uyarak sabah namazlarında kunûtu oku­yordu. Sonra el-Kerâcî’nin bu meselesine muttali olunca kunûtu terketmiştir. Daha sonra tekrar kunûta döndüğü­nü görüyoruz. es-Subkî ki, haklı olarak “Müctehid-i Mut­lak” veya “Müctehid fi’l-Mezheb” olarak vasıflandırılmış­tır. Onun muasırı Hafız ez-Zehebî (673-748) -ki aralarında, aralarının açılmasına sebeb olan ihtilâflar vardı- onun, hadis v e fıkıh ilminde asrının şeyhi olduğunu söylemiş ve es-Subki Şamda Emevi Camiinin hatibliğine tayin edildiğinde,onun hakkında;

Hâkim, Bahr, Takî, asrın bütün şeyhlerinin en hafızı, en müttakisi, onların en büyük kadısı Ali üzerine çıktı­ğında, Emevî Câmiinin minberi ona müheyya olsun!” bey­tini söylemiştir.

Bu derece ilim sahibi olduğu halde, es-Subki bile böy­le tereddüdde kalırsa, ondan daha aşağı derecede bulu­nan bir kimsenin, eş-Şâfinin sözünün zahirine sarılıp da; hem kendinin hem de başkalarının kafasını karıştırıp, müslümanların bizce de kabul edilen muteber ve mutemed imamlarından birinin sözü ile amel ettiğini ileri sü­rerek, sahih olan her hadisle amel etmeğe kalkışması caiz olur mu?

Başkalarının başına gelenlerden ibret alıp da, küçük­lüğümüzden beri, Allahın kendisine uymamızı nasib ettiği bir imamın görüşlerine tâbi olmamız gerekmez mi?

Sonra es-Subkî (683-756), mezkûr risalenin 106. sayfasın­da, Ebû Şâme el-Makdisî (599-665) ye ait ve içersinde mevzuumuzla ilgili kısımlar bulunan uzun bir metin nakleder ve bu metnin başında es-Subki “Îbnu’s-Salâh’ın tilmizi ve en- Nevevî’nin şeyhi Ebû Şâme -ki hadîse ittibâ hususunda mü­balağa gösterenlerdendider ki…” diyerek daha sonra onun sözünü nakleder. Bunun sonunda Ebû Şâme şöyle demekte­dir: “Buna ancak, içtihadı malum olan bir âlim kalkışabilir ki, eş Şafiî (150-204) nin ‘Benim görüşüme muhalif bir hadîs gör­düğünüz zaman, hadisle amel edin, benim görüşümü terkedin/ sözüyle kasdettiği böyle bir kimsedir, yoksa herkes bu işe kalkışacak demek değildir.”

Muhaddis, fakih, takva sahibi imamlardan naklettiğimiz bu son derece mühim açıklamalar neticesinde,eş Şâfiinin bu sözüyle kimi kasdettiğini ve onun, aslında böyle olmadıkları halde, ilme ve âlimlere karşı büyüklük taslayanları kasdetmediği anlaşılmış olmaktadır.

Mâliki ulemâsına gelince: es- Subkî 108. sayfada; el-Furûk, el-îhkâm, v.b. eserlerin müellifi, İmam, Hucce, Usûlcü Şihabuddîn Ebu’l-Abbâs el-Karâfî (626-694) el- Mâlikfnin “et-Tenkih” ve onun şerhinden, bu mertebeye ehil olan bir kimsenin durumunu açıklayıcı bir nakilde bu­lunmuş ve şöyle demiştir: “Şafiî fukahâsının pekçoğu buna istinaden ‘Şafii’nin mezhebi şudur, çünkü bu konuda sa­hih bir hadis vardır’’ diyorlar, bu yanlıştır. Çünkü bu söz o hadîse muarız başka bir hadisin mevcud olmadığını hak­lı olarak ortaya koyabilecek şekilde, şeriatın tamâmını bil­me ehliyetine sahip kimselere mahsustur. Müctehid-i mut­lak olmayanın, şeriatın tamamını ihata ettiğini söylemesi­ne ise itibar edilmez. Şâfiilerden bu görüşte olanların, böy­le bir fetvayı vermeden önce, şeriatın tamâmını ihâtâ etme ehliyetini hâiz olması gerekir.”

Yâni: Bir meselede sahîh bir hadis var diye, o hadisin hükmünü Şafiî mezhebine izafe etmek istersek; onu ancak mükemmel bir araştırmadan sonra izafe edebiliriz. Tâ ki o ha­dise muarız başka bir delil olmadığını kesinlikle bilelim. Mu­arız başka bir delil olmadığını bilmek ise, sâdece hadîslere de­ğil, şeriatın tamâmına vâkıf olma ehliyetine sahip kimselere mahsustur. Bu bilgiyi ise müetehidden başkası elde edemez.

Birinci şüphe ile ilgili olarak İbn Abidin, İbnu’s-Salâh (v. 643) ve tilmizi Ebû Şâme (599-665), Ebû Şâme’nin tilmizi en-Nevevî (631-676), el-Karâfî (628-694) ve es-Subki (683-756) gibi imamlardan naklettiğimiz bu cevabın hulâsası şu- dur: Mezkûr sözüne dayanarak İmam eş-Şâfiî veya başka bir imamın mezhebine herhangi bir hükmü izafe etme id­diasında bulunabilecek bir dereceye, ancak ictihâd veya ona yakın bir mertebeye varan kimseler ulaşabilir.

Böylelikle anlaşılmıştır ki; Bizim gibilerin, hadîs sahih bile olsa, mücerred herhangi bir hadise vâkıf olmasına da­yanarak, bunun Şafiî’nin mezhebi olduğunu ve o hadîsle amel edince, mûtemed bir imamın muteber bir fıkıh mez­hebiyle amel etmiş olacağını iddia etmesi doğru değildir.

Yine anlaşılmıştır ki; Geçmiş âlimlerin büyüklerinden bir gurup, bu sözün zahiri ile amel etmiş fakat onlardan sonra gelen âlimler, onların hatalı olduklarını söylemişler­dir ve onlar bunu tatbik edip etmemede tereddüd etmişler­dir. Akıllı bir kimseye yaraşan, ibret almaktır!

Bununla beraber İmam’ın bu sözünün hayalî bir naza­riye olmayın, bu sözde bir hakikat payı olduğunu da inkâr etmiyoruz, ancak her işin ehli vardır ve insanın haddini aş­maması lâzımdır.

İkinci şüphenin cevabına gelince, deriz ki: Bu şüphe, iki esâsa dayanmaktadır.

Birincisi: Hadîsin sahih olması, onunla amel edebil­mek için kâfidir.

İkincisi: Biz Rasûlullahâ uymakla memuruz, insanlar­dan fulan veya falana uymakla değil!

Birincinin cevâbı; “Sahih hadis varsa, benim mezhebim odur.” sözüyle ilgili birinci şüphenin cevâbmda mevcuttur. Aynı şekilde burada da deriz ki: Hadîsin sahih olması, onun­la amel edebilmek için yeterlidir, sözünün mânâsı, hadîsin amel edilmeğe elverişli olması bunun için kâfidir, demektir. Hadisin amel edilmeğe elverişli olması ise ancak, onun metin ve senediyle ilgili pekçok şartı hâiz olmasından sonra müm­kündür. Bu şartların bir kısrru hadis ilmiyle ilgili, bir kısmı da usûl ilmiyle ilgilidir. Hadîsin senedindeki râvîlerin tedkiki bazılarının zannettiği gibi, öyle Takribu’t-Tehzib’e bakmakla halledilebilecek bir iş değildir. Bu ancak, hadis ve hadîs ilim­leriyle, usûl ve furû’da mütebahhir olan imamların üstesin­den gelebileceği büyük bir iştir.

Bu yanlış anlayış sebebiyle; fıkıhtan önce, ihya etmek istedikleri sünneti yıkmış oluyorlar. Keza bu anlayış, in­sanları yanlış yola da sevkeder.

İmam, Hafız îbn Abdilberr (368-463) Câmiu Beyânı’l- îlm, II, 130’da, senediyle Kâdî, Müctehid îbn Ebî Leylâ (v. 148)’dan şöyle rivayet eder: “Bir kimse (hadîslerin) bir kıs­mını alıp, diğerlerini terketme ehliyetine sahip olmaldıkça, hadîs fıkhına sahip olamaz.”

İmam, Hafız îbn Hibbân (v. 354) da, el-Mecrûhîn adlı eserinin mukaddimesinde (I, 42) İmam Abdullah b. Vehb (v. 197) den senediyle şunu nakleder: “Üçyüz altmış âlimle görüştüm, Mâlik (95-179) ile el-Leys (94-175) olmasa,*ilimde yolumu şaşırırdım.”

Sonra yine ondan şöyle rivayet etmiştir: “ilimde dört ki­şiye tâbi olduk: ikisi Mısır’da, ikisi Medine’de. el-Leys b. Sa’d ve Amr b. el-Hâris (91-147) Mısırda; Mâlik ve el-Mâdşûn (v. 164) Medine’de! Bunlar olmasaydı biz dalâlete düşerdik.”

Hafız îbn Abdilberr de el-İntikâ’sında (s. 27,28) ondan, bunun gibi bir söz daha nakleder. Allâme el-Kevserî de, Al­lahın yardımı olmasa idi, onun dalâlete nasıl dûçâr olacağı­nın sebebini açıklayan başka bir rivayet nakletmiş ve şöy­le demiştir: “îbn Asâkir’in, senedi ile îbn Vehb’den rivaye­tinde şöyledir: “Mâlik b. Enes ve el-Leys b. Sa’d olmasay­dı mutlaka helak olurdum: Ben Rasûlullahın her hadisiyle amel edilir zannederdim.’ Başka bir rivayette “(derişik ha dişler sebebiyle, yolumu) şaşırırdım” denmiştir, el-Kevseri şöyle demiştir: “Nitekim fıkıhtan uzak, amel edilmeğe el­verişli olanla olmayanı ayırd edemiyen ravilerin çoğu bu durumdadır. el-Kevserî’nin nakli ve notu sona erdi.

Kâdı lyazın Tertîbu’l-Medârik, II, 427’deki rivayeti ise şöyledir: “İbn Vehb (v. 197)’ Allah beni Mâlik (95-179) ve el- Leys (195-175) sayesinde kurtarmasaydı, ben yolumu şa­şırırdım/ demiştir. Ona, ‘Bu nasıl olur?’ denildi, cevaben; ‘Birçok hadîs topladım ve hangisiyle amel edeceğimi şaşır­dım. Onları Mâlik’e ve el-Leys’e arzediyordum, onlar da bana ‘Bunu al, bunu bırak’ diyorlardı.”

İşte İbn Vehb, 34. sayfada geçen “Hadis, âlimler hâriç insanların dalâlete düşmelerine sebep olur.” sözünü bu­nun için söylemiştir. Yine aynı sebeple İmam Mâlik, kız- kardeşinin oğullan Ebûbekr b. ebî Uveys (v. 202) ve İsmail b. ebî Uveys (v. 226)’e şu vasiyette bulunmuştur: “Görüyo­rum ki bu ilmi -hadis toplayıp, rivayetleri işitmeyi- seviyor ve taleb ediyorsunuz.” Onlar “Evet” dediler. İmam Mâlik de: “Eğer hadîsten istifâde edip, Allahın sizinle başkalarını da faydalandırmasını istiyorsanız, hadisleri azaltıp, onla­rın fıkhını öğrenmeğe bakın.” dedi. el-Hatib, el-Fakih ve’l- Mutefakkih, II, 28’de, bunu senediyle rivayet etmiştir.

Yine senediyle, İmam el-Buhârî (194-256) nin meşhur ho­calarından Ebû Nuaym el-Fadl b. Dukeyn (v. 218) in şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Ebû Hanife (80-150)’nin önde gelen ta­lebelerinden Zufer (b. el-Huzeyl) (110-158)’e uğrardım, o -el­bisesine bürünmüş bir halde- “Sen akıllı bir adamsın, gel de hadislerini elekten geçireyim” derdi, ben de işittiğim hadîsleri ona gösterirdim, o da “Bununla amel edilir, bununla edilmez; bu nasıhtir, bu da mensûhtur.” derdi.

Bu sebeple İmam Mâlik (95-179), kendilerinden hadis aldığı kimseleri seçerdi. Seçerken kişinin sika ve makbul olmasına bakardı. O, rivayet ettiği hadisi anlayan dirayet ehlinden alabilmek için, onlar arasında seçme yapardı.

Kâdi Iyâz, Tertîbu’l-Medârik, I, 124, 125’de şöyle de­miştir: “İbn Vehb (v. 197) der ki: “Mâlik, el-AIlâf b. Hâlide -rivayeti makbul olanlardan idi- baktı ve “Duyduğuma göre siz bu adamdan hadîs alıyormuşsunuz” dedi. Ben : “Evet alıyoruz” dedim. Mâlik, “Biz ancak fâkih olan (râvî) lardan hadîs alırdık.” dedi.

Mâlik bu hususta, hocası İmam Rabîatu’r-Re’y (v. 136)’e uymuştur. el-Hatîb, el-Kifâye, s. 169’da Mâlik’den, Rabîa’run İbn Şihâb ez-Zuhrî (50-124)’ye şöyle dediğini nakleder: “… mademki sen Rasûlullahın hadîslerini rivayet ediyorsun, o halde hadîslerin mânâlarını kavramağa çalış!”

Mâlik ve Rabia’dan önce, Kûfe’nin imamı ve fakihle- k rin şeyhi İbrahim en-Nahaî (v. 95) aynı şeyleri söylemiş­tir. Yine el-Hatîb ondan şu rivayeti nakleder; “Muğîra ed- Dabbî (v. 136) İbrahim’in meclisine geç gelir. İbrahim ona, “Ey Muğîra, niye geciktin?” der. Muğîra: “Bir şeyh -yâni râvilerden biri- geldi, biz de ondan hadis yazdık.” der. İb­rahim: “Görüyorsun ki biz, hadisleri ancak helâl ile haramı birbirinden ayırabilen kimselerden alıyoruz. Bakarsın râvi hadîsi rivayet ediyorken, farkında olmadan helâli ile hara­mını birbirine karıştırıverir.” der.

el-Hatıb, el-Fakîh ve’l-Mutefakkih, II. 15-19’da, İmam eş-Şâfıi (150-204)’nin ilminin vârisi İmam el-Muzeni (v. 264) ‘den uzun bir nakilde bulunur. Sonunda el-Muzeni şöyle demektedir: “Allah size rahmet etsin, topladığınız hadislere iyi bakın ve ilmi fıkıh ehlinden arayın ki fakih olasınız.”

Bunlar, hadîslerle ilgili araştırma yanında, fakih imam­lara başvurmanın zaruretiyle ilgili şeylerdir. Onların iddia ettikleri gibi hadîsin sahih olması, onunla amel etmenin vâcib olması için yeterli değildir.

Burada, bu iddia ile ilgili olarak, onun asılsızlığının ve değeri olmadığının ortaya çıkması için, açıklanması zarurî olan başka bir husus vardır.

Sahabenin ve onlardan sonra gelen selefimizin geçmişi göstermektedir ki, Onlar, bir hadisi kabul edip, onunla amel edebilmek için; hadîslerin rivayetiyle iktifa etmiyorlar, üste­lik o hadislerle amel edilip edilmeyeceğini de araştırıyorlardı. el-Kevseri’nin “Nitekim fıkıhtan uzak, amel edilmeğe elveriş­li olanla olmayanı ayırd edemiyen râvîlerin çoğu bu durum­dadır.” dediği daha önce zikredilmişti.

Şimdi de Tertîbu’l-Medârik’den (I, 61) uzun bir nakilde bulunacağım. Burada, selefin; bazılarının amel etmesine ba­karak, herkesin amel ettiği veya hiç kimse amel etmediği için, sika râvîlerce rivayet edilmiş olsa bile, amel etmeyi terkettik-leri hadisler karşısındaki durumu açıklanmaktadır.

Kâdî Iyâz şöyle demektedir: “Medine ehlinin ameline (tatbikatına) müracaat etmenin vâcib oluşu ve (rivayetler)e muhalif olsa bile, onlara göre bu tatbikatın (amelin) hüc­cet oluşu ile ilgili bâb: Ömer b. el-Hattâb’ın minberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Billahi, amel edilegelenin hilâfına rivayette bulunanın benden çekeceği var.” îbn el Kasım (v. 191) ve İbn Vehb (v. 197) şöyle demişlerdir: “Mâlik’in nazarın­da, amel’in (Medinelilerin tatbikatının) hadisten daha üs­tün olduğunu gördüm.” Mâlik (95-179) de şöyle demiş­tir. Tâbiîn den ilim ehli kimselere hadîsler rivayet ederler, bunlar da o zâtlara: Biz bunu bilmiyor değiliz, lâkin amel başka türlü süregelmiştir.” dediklerini duyarlardı.

Malik şöyle demiştir: “Muhammed b. Ebîbekr b.Amr.b.Hazm’ı gördüm, kadı idi. Kardeşi Abdullah Çok hadis rivayet eden sadûk bir kimseydi. İşittim kî Muhammed bir hüküm verdiği zaman, kardeşi Abdullah o hükme muhalif bir hadîs rivayet eder ve kardeşini azarlayarak, ona: “Bu mevzuda şu hadîs yok mudur?” derdi Kardeşi de “Evet var” derdi. Bunun üzerine diğeri “Niye hadîse göre hüküm vermiyorsun?” der, o da “Sen asıl Medinelilerin ameline -yani Medine ulemâsının ittifak ettikle­ri hükümlere- baksana!” derdi.

Bununla, Medînedeki tatbikatın hadisten daha üstün olduğunu kasdederdi.

İbn el-Muazzel (v. 240) şöyle demiştir: “Birisinin İbn el-Mâcîşûn (v. 213)’a “Niye hadisi rivayet ettiniz de, sonra (onunla amel etmeyi) terk ettiniz” sualini sorduğunu işit­tim, o “Bir bildiğimiz var ki ona dayanarak terkettiğimiz bilinsin diye” cevâbını verdi.”

İbn Mehdi (v. 195) de şöyle demiştir: “Medine ehlinin geçmiş tatbikatı, hadîsten üstündür.” Yine şöyle demiştir:

Rabîa (v. 136) da şöyle demiştir: “Bir kişinin bin kişi­den rivayetini; bir kişinin yine bir kişiden rivayetine tercih ederim; Çünkü bir kişinin yine bir kişiden rivayeti sünneti elinizden almaktadır.”

İbn Ebî Hâzim (v. 184) de şöyle der: “Ebu’d-Derdâ’ya suâl sorarlar, o da cevâb verirdi. Onun cevâbına muhalif olarak, “biz şöyle bir hadis duyduk,” derlerdi. O da “O ha­disi ben de duydum, lâkin benim eriştiğim amel edilegelen tatbikat, başka şekildedir’’ derdi.

İbn Ebi’z Zinâd (100-174) şöyle demiştir: “Ömer b. Abdilazız (v. 101) fakıhleri toplar ve Medinede tatbik edi­len sünnetleri ve hükümleri sorar, sonra onları yazdırırdı. Medine’de tatbik edilmeyen hadîsleri ise, kaynağı sika bile olsa, ilga ederdi (yazdırmazdı).” Kâdi Iyâz’dan yapılan na­kil sona erdi.

Alime yakışan, hadis ve fıkhın her ikisine başvurmak ve ilmî zihniyet olarak, her birini sınırlan içersinde muhafaza etmektir. Kâdî Iyâz, Tertîbu’l-Medârik, II. 541’de; Muvatta’ı îmam Mâlik’den rivayet eden Endülüsün parlak zekâsı İmam Yahyâ b. Yahya el-Leysî (v. 234)’nin biyografisi esna­sında şunları nakleder: “Yahya şöyle demiştir: Abdurrahman b. el-Kâsım (v. 191)’ın yanma giderdim, o bana “Nereden ge­liyorsun ey Muhammed?” der, ben de “Abdullah b. Vehb’in yanından geliyorum.” derdim. O da: “Allahtan kork, çünkü amel :yani Medine âlimlerinin ittifak ettikleri hükümler- bu hadislerin çoğuna muhaliftir.” derdi. Sonra tekrar Abdullah b. Vehb (v. 197)’e giderdim, o da bana “Nereden geliyorsun” der, ben de ona “İbn el-Kâsım’ın yarımdan” cevabını verir­dim, o da bana “Allahtan kork, (ondan öğrendiğin) bu mese­lelerin çoğu reydir.” derdi.”

Sonsa Yahya şöyle der: ‘ .Allah ikisine de rahmet etsin ikisi de doğru söylediler.Ibnul Kâsım be’ni, Medine ehlinin ameline uymayan hadislerle amel etmekten nehvetti,dediği doğrudur.

İbnn Vehb de beni rey külfetinden ve reyi çoğaltmaktan nehyedip,hadislere tabi olmayı emretti, onun da dediği doğrudur/’ Sonra Yahya şöyle devam eder: “İbn El Kasımın reyine tâbi olmak rüşd’dür, İbn Vehb’in rivayet ettiği hadîslere uymak da hidâyettir/’

Hafız ibn Receb el- Hanbelî (v, 795) de “Fadlu İlmu-s’Selef  alel Halef adlı kıymetli risalesinin 9. sayfasında şöyle de­miştir: İmamlara ve hadisçilerin fakihlerine gelince, onlar sahih hadis ile ancak, o hadis ile sahabe ve ondan sonraki­ler veva onlardan bir kısmı, tarafından amel edildiği takdirde amel ederlerdi. Ama onlarca, terkedilmesinde ittifak edilmiş olan hadîslerle amel etmek caiz değildir. Çünkü onlar hadisi, onunla amel etmemeyi gerektiren bir bilgiye sahip oldukla­rı için terketmişlerdir. Ömer b. Abdilaziz (v. 101) şöyle demiş­tir: “Sizden öncekilerinkine muvafık olan ictihadlara uyunuz, çünkü onlar sizden daha âlim idiler!”

Sonra 13. sayfada şöyle demiştir: “insan onlardan -imam­lardan; eş Şafii (150-204), Ahmed (164-241) ve diğerlerindeıv sonra ortaya çıkan şeylerden sakınmalıdır. Çünkü onlardan sonra, yeni pekçok şey ortaya çıktı. Zahirîler ve benzerleri gibi, hadîs ve sünnete tâbi olma iddiasında olanlar çıktı. Hal­buki onlar, farklı anlayışları sebebiyle imamlardan ayrıldık­ları ve kendilerinden önceki imamların amel etmedikleri amel ettikleri için, sünnete son derece muhaliftirler.

Î’Iâmu’l-Muvakkı’in, 1, 44’de İmam Ahmed (164-241) şöyle dediği nakledilir: “‘Bir kimsenin elinde, içersinde Rasûlulahın hadisleriyle, Sahabe ve Tâbiîn’in ihtilâfları bulunan bir kitap varsa, ilim ehline bunlardan hangisinin kabul edileceğini sorup da, böylelikle sahih bir hükümle amel etmiş olmadıkça, o kimsenin istediğiyle amel etmesi, dilediğini tercih edip onunla hüküm vermesi ve amel et­mesi caiz değildir.”

İmamın “bunlardan hangisinin kabul edileceğini ilim ehline sormadıkça…” sözüne dikkat et. Bu söz şuna işaret etmektedir: Bir kimse sahih bir hadis görür ve sahih olma­sına bakarak hadisin sahih olmasının, onunla amel edebil­mek için yeterli olduğunu zannederek, onunla fetva ve­rir. Lâkin îmam Ahmed böyle alelacele fetva vermenin caiz olmadığına ve üstelik fıkıh ve marifet ehli âlimlere, bu hadîsle amel edilip edilemiyeceğinin sorulmasının şart ol­duğuna işaret etmektedir. Onlar bu hadîsin amel etmeğe elverişli olup olmadığını kendisine söylerler.

İmam, müctehid Sufyân es-Sevrî (97-161) de şöyle de­miştir: “öyle hadîsler vardır ki, onlarla amel edilmez.” Ha­fız îbn Receb bu sözü “Şerhu İleli’t-Tirmizî” s. 29’da nak­letmiştik Daha önceki sayfalarda İbn Ebî Leylâ (v. 148)’nın “Bir kimse, (hadîslerin) bir kısmını alıp diğerlerini terketme (ehliyetine sahip olma) dikçe, hadîs fıkhına sahip ola­maz.” dediğini zikretmiştik.

İkinci noktanın; “Müslüman, başkasına değil Rasûlullaha uymakla emrolunmuştur” cümlesinin cevâbına gelince, bu sözü söyleyene deriz ki: Senin, “Sünnete sarılmaya teşvik eden ve sünnetin ilmen ve amelen terkinin inhiraf, hüsran ve dalâlet olduğunu söyleyen îslâmın imamlarının görüşlerin­de bir nebze bahsedilmişti…” sözün, o mezheb imamlarının hidâyet üzre olmadıklarını ve Rasûlullaha ittibâ etmemiş olmadıklarını gerektirir. Bu yüzden de sen Rasûlullaha uymak için onlarınkinin dışında bir yol arıyorsun demektir. Sen on­ların, sanki Allahın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinden bir de­lile dayanmaksızın, insanlar için helâl ve haram konusunda hükmü kendileri veren ruhbanlar şeklinde tasavvur ediyor­sun. Halbuki onlar, onları seven birisinin tasavvur ettiğinden daha çok sünnete bağlıydılar ve onlar kendilerinden sonra gelenlere sadece, müezzinin imamın tekbirlerini arka saflara ulaştırması gibi, Rasûlulahın emirlerini ulaştırıyorlardı.

Eğer dersen ki: Ben dînimin hükümlerini delilleriy­le anlamak istiyorum. Bu hükmü, Ebû Hanife (70-150)nin dediği şekilde anlayamadım, fakat eş-Şâfiî (150-204)’nin dediği şekil üzre anlıyorum. Delilini anlamadığını zaman herhangi bir ameli şevkle yerine getiremiyorum. Bu se­beple, bu meselede eş-Şâfinin mezhebine göre amel ede­ceğim, bunda bir mahzur var mı?

Cevab şudur: Bu, bir mezhebden diğerine geçiş;

-Ya mukallidin, muhtâc olduğu bir meselede o mez­hebi taklid etmesinden ileri gelir ki, bunda bir beis yoktur ve caizdir.

-Ya mezheblerin kolay taraflarını araştırmağa müsteniddir, bu caiz değildir ve mevzuumuzun dışındadır.

-Ya da bir meselede araştırma ve içtihad neticesi or­taya çıkar.

Bu takdirde bakılır:

-Eğer araştırıcı bu makama -müçtehidlerin delilleri arasında tercih yapabilme makamına- ehil ise ve tarafsız­sa, bunda bir beis yoktur.

-Yok, ehil değil ise, araştırmasında tarafsız da değil ise –ki selefe müntesip oldukları iddiasıyla,imamlara hürmette kusur eden ve onlara karşı alimlik taslayanların hali de budur ve onların hali isyan,bozgunculuk,münakaşa ve mücadeleden başka bir şey değildir-bizim reddettiğimiz ve hangi lakab ve nisbet arkasına gizlenirse gizlensin,kimseyi tasdik etmediğimiz husus da budur.Bu yanlış fikirlere aldanmış olanlara deriz ki;Bir meselede Hanefi mezhebinden Şafii mezhebine geçmek,başka bir meselede ise-mesela-Maliki mezhebine,bir diğerinde ise Hanbeli mezhebine geçmeğe varır.Bu silsile dördüncü bir meselede ya ilk mezhebe veya dört mezheb dışında, tabileri bulunmayan diğer mezheblere varır.

ed-Dâriminin Sünen’indeki (I, 91) Halife Ömer b. Ab­dilaziz (v. 101)’in “Kim dinini münâkaşalara hedef yaparsa, çok sık görüş değiştirir/’ sözüyle kasdettiği de budur. Sonra, birden çok mezheble birden amel eden bu kimsenin akıbeti, kendisinin dört mezheb dışına, sonra da kırk mezheb dışına ilâh., çıkmasına varır.

Başından geçen bir hâdisede İmam Mâliki Ömer b. Abdilaziz’in bu sözünü delil olarak kullanmıştır. Burada bizim de zikretmemiz münasiptir. Bunu İbn Abdilberr’in el-İntikâ’sından (s. 33) İmam Mâlikin ashabından Ma’n b. İsâ (v. 198)’ya varan bir isnad ile zikrediyorum:

Ma’n b. İsâ anlatıyor: “Birgün Mâlik mescidden dönü­yordu. Elimi tutmuş bir halde iken Ebül-Cuveyriyye deni­len bir adam -Mürcie’den olmakla itham edilirdi- ona yetişti ve “Ey Ebû Abdillah, beni dinle, sana delil getirip görüşümü açıklayacağım, birşey söyleyeceğim.” dedi. Mâlik “Ya beni mağlub edersen,O’’benim dediğimi kabul edersin’’ dedi. Mâlik “Şayet ben seni mağlûb edersem?” dedi, o “O Zaman ben senin görüşünü kabul ederim” dedi. Mâlik “Eğer biri gelir de, onunla konuşursak, o da ikimizi mağlûb eder­se?” dedi. O: “Onun görüşünü kabul ederiz” dedi. Mâlik (95. 179) “Allah Muhammed’i (s.a.v.) tek bir din ile göndermiştir. Görüyorum ki sen daldan dala atlıyorsun. Ömer b. Abdilaziz (v. 101) “Kim dinini münakaşalara hedef yaparsa, çok sık gö­rüş değiştirir.” demiştir, cevabını verdi.”

İmamların yolundan başka bir yolla, delile tâbi oldu­ğunu iddia eden bu kimse, farkında olmadan ve hattâ sün­neti neşr ve ona davet ettiğini iddia ederek hiçbir imamın söylemediği görüşleri ileri sürer.

Bu fikir, daha başka tehlikelere açılan bir dehlizdir. İmam Mâlik (95-179) bu tehlikeye en güzel şekilde dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: “İmamlara tâbi olun ve onlarla mücadele et­meyin. Eğer cedelde başkalarından üstün gördüğümüz her adama uyacak olsaydık, Cebrail’in getirdiklerini reddetme durumunda kalacağımızdan korkulurdu.” (eş-Şa’rânî, el-Mizânu’l-Kubrâ, I. 51.)

Üstelik senin, Ebû Hanîfe (80-150)’nin görüşünün deli­lini anlayamadığın halde, eş-Şâfiî (150 -204) ninkini anladı­ğını iddia etmen, daha önce zikrettiğimiz âlimlerin yaptıkla­rına, benzemektedir, O âlimler bir meselede eş-Şâfinin gö­rüşüne muhalif sahih bir hadîs olduğunu iddia etmişler ve mezheblerindeki hükmü bırakıp, sahih olduğunu kabul et­tikleri hadîslerle amel etmişlerdir. Senin bu yaptığın, onların bu haline benzemektedir, hattâ aynı şeydir. Bunun akıbetini görmüştün. “Fakîhlere tâbi olmak dînin selâmetidir.” diyen Sufyân b. Uyeyne’den Allah razı olsun.

Okuyucu, üç imamın -Mâlik (95-179), İbn Uyeyne (v. 198), ve îbn Vehb (v. 197)’in (s. 43 v.d. da)- fakîh imamlara tâbi olunması ve tâbi olunmadığı takdirde insanın dînî ba­kımdan tehlikede olduğu hususundaki sözlerinin birbirine mutabık olduğuna dikkat etsin.

Bunlar, “Fakîhlerin ihtilâf sebepleri” nin hadislere aid birinci sebebiyle ilgili hususlardır.

Bundan sonra ikinci sebebe geçiyorum.

2-SEBEP

HADÎSLERİ FARKLI ŞEKİLDE ANLAMALARINDAN DOĞAN İHTİLÂFLARIN AÇIKLANMASI

İmamların hadîsleri farklı şekillerde anlamaları, iki se­bepten doğmaktadır:

1– Anlayışlarının ve akli mevhibelerinin farklı oluşu.

2-Hadîsin lafzının birden fazla mânâya gelmesinin mümkün oluşu.

Birinci Husus: -ki bu, araştırıcıların tabiatlarından do­ğan bir ihtilâftır- akıl sahibi hiç kimse bundan şüphe ede­mez. Çünkü insanlar; akıl, idrak ve düşünce bakımından birbirinden farklı seviyededirler ve bu farklılık bazen ya­ratılıştan ve fıtraten olur; bazen de kültürlerin farklı olu­şunun veya İlmî seyahatlerin ve âlimlerle görüşmenin ya da bir kimsenin, kendisini insanların kurnazlık ve hilele­rini anlamada mümârese sahibi yapan meselâ kadılık gibi bir vazifede bulunmasının veya -meselâ- ticaret gibi bâzı dünyevî işlerle meşgul olmasının bir neticesi olarak; son radan kazanılmış olur.

Bazan da Allah, fazlı ile, birtakım kimselere bütün bu vesileleri hazırlar ve onları fıtraten “Sanki görüp işitmiş gibi, senin hakkında (isabetli) tahminde bulunacak kadar parlak zekalı (Beyt)” denilen kimseler haline getirir.

Sonra onlara, çalışmakla kazanılacak vesileleri de ha­zırlar ve onların kuvvetlerini arttırır. Bütün bunlar, geçmiş­te ve halen olagelen şeylerdir.

Hamdolsun, Allah bunu istisnasız bütün İslam âlimlerine ve imamlarına nasib etmiştir. Ancak bu, onların hepsinin aynı seviyede olmalarını gerektirmez. Bu sebeple, onların bu nok­tadan farklı olmalarından bazı ihtilâflar doğmuştur.

Bâzı misallerle bunu açıklayayım:

İmam Ebû Hanîfe (80-150), kıraatta ve hadis rivayetin­de meşhur olan el-A’meş (61-148) ‘in yanındaydı. İmama bir mesele soruldu ve “şu meselede ne dersin?” denildi. İmam da “Benim görüşüm şudur” dedi. el-A’meş (61-148); Bu görüşe nereden varıyorsun?” diye sordu, imam ona: Ebû Sâlih’den, o da Ebû Hurayra’dan; Ebû Vâil’den, o da Abdullah b. Mes’ud’dan ve Ebû Iyas’dan, o da Ebû Mes’ûd el-Ansâri’den olmak üzere Rasülullahın “Hayra vesile olan, onu işleyen gibi sevap alır” buyurduğunu bize, sen rivayet ettin,

Yine Ebû Sâlih’den, o da Ebû Hurayra’dan Rasülullahın “Yâ Rasûlulah, evimde namaz kılıyordum, yanıma bi­risi geldi, onun gelişi hoşuma gitti” diyen birisine “Sana iki sevap var: Birisi gizli, diğeri de aşikâr (ibadet) sevabı!” de­diğini de bize sen rivayet ettin.

Keza el-Hakem’dcn, o da Ebu’l-Hakem’den, o da Huzeyfe’den, o da Rasülullahtan şunu rivayet ettin;

Ebu’z-Zubeyr’den, o da Câbir’den, merfû olarak şunurivayet ettin;

Yezıd er-Rakâşı den, o da Enes/den, merfû olarak “şunu rivayet ettin” dedi. el-A’meş (61-148), “Yeter yeter, sana yüz günde rivayet ettiğimi, bana bir saatta rivayet et­tin. Senin bu hadislerle amel edeceğini tahmin etmemiş­tim. Siz fakihler; sizler doktorsunuz, biz (hadisçi)ler ise ec­zacılarız. Sen ise, ey koca adam, hem doktor hem eczacı­sın.” dedi.

İmam Ahmed (164-241) de eş-Şâfiî (150-204)’ye “Şu meselede ne diyorsun?” demiş, eş-Şâfıi de cevab vermiştir. Ahmed de “Bunu neye dayanarak söylüyorsun; Bu konu­da Kur’ân veya Hadîste birşey var mı?” demiştir – Yine Ah­med b. Hanbel şöyle devam etmiştir-; eş-Şâfii bu konuda Rasülullahın bir hadisini rivayet etti ki, o hakikaten nass bir hadîs idi.

el-Hatîb de Târihu Bağdâd, XI. 158’de, Hadîs ve Hanefî fıkhı ricalinden İsâ b. Ebân (v. 220)’ın biyografisinde, Mu- hammed b. Semâ’a (v. 233)’dan şöyle rivayet etmiştir: “İsâ b. Ebân, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (129- 187)’nin namaz kıldığı ve fıkıh meclisi akdettiği mescidde bizimle beraber namaz kılıyordu. Ben onu Muham­med b. el-Hasen’in yanına gitmeğe davet ediyordum, İsâ b. Ebân da “Onlar, hadîse muhalefet eden kimseler” diyor-

İsa, iyi bir hadis hafızıydı. Birgün bizimle beraber sabah namazını kıldı, o gün de Muhammed b. el-Hasen’in günüydü. Meclise oturuncaya kadar onu bırakmadım.Muhammed in işi bitince, kendisine yaklaştım ve “Bu, kar­deşin oğlu Kâtib Eban b. Sadaka’nın oğludur. Zeki ve ha­dis konusunda bilgili birisidir. Ben onu, sana davet ediyo­rum, kabul etmiyor ve bizim hadislere muhalefet ettiğimi­zi söylüyor” dedim.

Muhammed ona döndü ve “Ey oğulcağızım, hadîslerin nesine muhalefet ettiğimizi gördün? Bizi dinlemeden, hak­kımızda söylenenlere inanma!” dedi. O gün Isâ, hadis ile ilgili yirmibeş mesele sordu, Muhammed b. el-Hasen de cevablarını verdi, mensûh olanlarını gösterdi ve delilleri­ni sıraladı.

Çıktıktan sonra İsa b. Ebân (v. 220) bana şöyle dedi: “Hakikat nuru ile aramda bir perde vardı, şimdi kalktı. Al­lahın mahlûkatı arasında, insanlara gösterdiği böyle biri­nin bulunabileceğini sanmazdım.” İsâ, Muhammed b. el- Hasen (129-187)’e son derece bağlandı ve ondan fıkıh öğ­rendi.

Her ne kadar, bu son rivayet, ileride gelecek olan ikind sebep, yani hadise vâkıf olma konusundaki ihtilâflarıyla il­gili delil teşkil etmekteyse de: bu rivâvetlerin dediklerimiz için de delil teşkil ettiği aşikârdır.

İkinci Husus: Anlayış farkı dolayısıyla, imamlar ara­sında ihtilâfların doğmasına sebep olan ikinci hususa ge­lince, o da hadislerin lafızlarının birden fazla mânâya imkân vermesidir.

Bu da, vâki ve müşâhade edilen bir husustur. O halde, bu farklı anlayışların sahih olabilmesi için:

 Arab dili açısından makbul ve caiz olması, arab dili”ne aykırı olmaması veya bu anlayışta tekellüf ve zorlama olmaması,

 Başka nass larla sabit olan diğer hükümlerle çatışma­ması, gerekir.

Ben bu iki şartı, meseleyi biraz daha açıklamak için zikrediyorum, yoksa ihtilâf sebeplerinden bahsetmekte ol­duğumuz fıkıh imamları, bu mülâhazalardan habersiz ol­maktan münezzehtir.

Bir nassın birden fazla mânâya ihtimâli bulunması kar­şısında, imamın, bu iki manadan birini tercih etmesine yar­dımcı olacak karineleri araştırmaya gayret etmesi gerekir.

Bir nassın birden fazla mânâya gelme ihtimâlinin bu­lunmasını bir misalle açıklamamızda bir beis yoktur.

Rasûlullahtan “Alıcı ile satıcı, birbirlerinden ayrılma­dıkça muhayyerdirler.” hadisi rivayet edilmiştir. İmam­lar buradaki teferruk’un (birbirlerinden ayrılmanın) mânâsında ihtilâf etmişlerdir. Kasdedilen onların kendi­lerinin ayrılmasımıdır? Yani. “Alıcı ile satıcı, bir mecliste veya akid yerinde beraber bulundukları müddetçe, alıcı ile satıcı, akdi icra veya bozma arasında muhayyerdirler. Biri diğerinden biraz uzaklaştığı ve meclisten ayrıldığı zaman, ikisinin de akde uyması gerekir, ikisinden birisi, diğeri razı olmadan akdi bozamaz.” demek midir? Nitekim eş-Şâfii (150-204) ve başkaları bu görüştedir.

Veya teferruk’dan maksad, onların sözlerinden cayma­ları mı demektir? Yâni: Akid yapanlardan her biri, akid ko­nusuyla, ona taallûk eden hususlarda konuşmaya devam ettikleri müddetçe, akdi icra veya bozma arasında muhay­yerdirler. Akid yapıp da, başka bir konuya geçerlerse, iki­sinin de akde uyması gerekir. Diğerinin muvafakati olma- dan, öteki akdi bozamaz” demek midir? Ki bu da Ebû Hanife (80-150) ve başkalarının görüşüdür.

İki tarafın da delilleri vardır. Ben, sözü kısa kes-mek İçin, delillerin bir kısmını zikrediyorum ve maksadım-  bu açıdan ihtilâf sebeplerini açıklamaktır, yoksa her iki ta­rafın bütün delillerini zikretmek ve iki mezheb arasında tercihte bulunmak değildir. Bu, bizim gibilerin işi de değildir.

imam eş-Şâfii ve onunla aynı görüşte olanlar, görüş­lerinin doğruluğunu isbat etmek için hem eser, yâni nakli; hem de nazar, yâni aklî deliller ileri sürmüşlerdir.

Eser’e yâni nakle gelince: Hadisin râvisi Abdullah b. Ömer’in tatbikatını delil getirmişlerdir. Çünkü o, bir kim­seden birşey satın aldığı zaman, ondan birkaç adım uzak­laşır, sonra işi varsa tekrar onun yanına varırdı. Sahabenin, rivayet ettiği hadisi anlayışı, başkasının anlayışından daha çok doğruya yakındır.

Nazar’a gelince: Hadîs “Alıcı ile satıcı, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler.” demektedir.

Akid yapacak olan iki tarafta asıl olan, onların birbir­lerinden ayrı olmalarıdır. Yani: Satıcı -meselâ- dükkânında olur, müşteri de -meselâ- evinde olur. Müşteri satıcıya gi­der ve akid yerinde bir araya gelerek akid yaparlar. Sonra yerlerine dönerler. Bu, onların birbirlerinden ayrılmaları­dır. Rasûlullah (s.a.v.) da “…birbirlerinden ayrılmadıkça…” sözüyle, onların yerlerine dönmelerini kasdetmiş olur ki, bu da her birinin kendi yerinde olmasıdır. Allâhu a’lem.

Ebû Hanife ve onunla aynı görüşte olanlar da, görüş­lerinin doğruluğunu, gerek nakli gerek aklî delillerle ispa­ta çalışmışlardır.

Nakle gelince;’’Ey İman edenler !Aranızda aranızda, birbirinizin mallarını haksız olarak yemeyin. Ancak birbirinizin kar­alıklı rızasına dayanan ticâret hâriç.” (en-Nisâ 29) âyetini delil getirmişlerdir. Âyet, akdin bağlayıcı olması için kar­alıklı rızânın esas olduğunu ifade etmektedir. Bu karşılık­lı rızanın alameti ise ıcâb ve kabul (birinin “aldım”, diğe­rinin sattım demesi) dür. Bu da, ikisi arasında tahakkuk etmiştir.

“…birbirlerinden ayrılmadıkça…” sözünün mânâsına gelince; âyetle çatışmaması için, ona başka bir mânâ veri­lir: Buna verilecek mânâ “Sözleşmelerinden ayrılmadık­ça (caymadıkça)” demektir. Teferruk’un; şahısların bir­birlerinden ayrılması mânâsına gelmesi mümkün olma­yan bir şekilde, sadece “sözleşme ve anlaşmadan dönme mânâsına geldiği birçok şer’i nass vardır.” Meselâ “Allâhın ipine sımsıkı sarılın, birbirinizden ayrılıp dağılmayın (ve lâ teferrakû)” (Âl-i İmrân 103); “Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o hüccet geldikten sonra ayrılığa düştü­ler.” (Beyyine 4) ve bunların dışında daha birçok âyet böyledir.

Nazar’a gelince: Bu konudaki delilleri, Hafız îbn Abdilberr’in el-İntikâ, s. 49’da rivayet ettiği şu’ kıssada yer almaktadır: Sufyân b. Uyeyne (v. 198) şöyle demiştir : “Ebû Hanîfe (80-150), Rasülullahın hadîslerini, çeşitli mi­saller vererek, kendi bilgisiyle reddederdi. Ona Rasülullahın “Alıcı ile satıcı birbirlerinden ayrılmadıkça, muhay­yerdirler.” hadisini söyledim. Ebû Hanife: “Eğer bir gemi­de olurlarsa, birbirlerinden nasıl ayrılacaklar, buna ne der­sin?” dedi. Sufyân : “Bu sözden daha kötü bir söz işitilmiş midir?” demiştir.”

İmamın bu cevabı, maksadını kısaca açıklayan, son de­rece ince ve ustaca bir ifâdedir. İmam şunu demek istemiş­tir: Eğer teferruk’dan kasıd, insanların birbirlerinden ay­rılmaları ise, öyle durumlar vardır ki, insanların bir birle­rinden ayrılmaları mümkün değildir. Meselâ: Denizin or­tasında küçük bir kayık içersinde olur ve birinin diğerin­den ayrılmasına imkân olmaz. Böyle bir durumda, iki­si arasındaki akid meclisi mevcud olmaya devam edecek, onlar, günlerce veya daha uzun müddet uzasa bile, bu hal­de bulundukları müddetçe de ortadan kalkmayacağından, bu, meşakkatli bir duruma yol açacaktır.

Bu misâl Sufyân b. Uyeyne’nin anlayışına ters gelince, İmam Ebû Hanife’nin; hadîse aklı ile karşı çıktığını zannet­miştir, fakat iş öyle değildir.

Bu, bir nassın iki mânâya gelmesine bir misâl teşkil etti­ği gibi, birinci noktaya; âlimlerin akli ve fıtri mevhibeleri se­bebiyle ihtilâf etmelerine de misâl teşkil eder. Allâhu A’lem.

Son derece mühim bir hususa işaret edebilmek için, bu ana sebeple, yâni imamların hadîsi anlamadaki ihtilâflarıyla ilgili misalleri çoğaltmak istemiyorum. Bu mühim husus şu­dur: Kitab ve Sünnetten çıkarılan bu şer’î hükümler, bu iki kaynaktan uzak, onlarla ilgisi olmayan şeyler değildir. Kitab ve Sünnet nasıl İslâmın iki ana kaynağı ise, bu ikisinden çıka­rılan fıkıh da, derece bakımından bu ikisine tâbîdir ve fıkhı bu iki kaynaktan ayırmak caiz değildir.

Reyhânetu’s-Selef, İmam Abdullah b. el Mübarek’den Allah razı olsun. O, “Bu, Ebû Hanife (80-150)’nin rey i (görüşü)dir” demeyin, lâkin “Bu, hadîsin tefsiridir.” deyin sözüyle bu mânâya işaret etmiştir.

İbn Hazm (v. 457) bu mânâya daha açık bir şekilde işa­ret etmiş ve şöyle demiştir: “Müctehidlerin istinbât ettikle­ri bütün hükümler, âvâm delillerini bilmese de, şeriattan sayılır ve bunları inkâr edenler, imamların hatâ ettiklerini ve onların Allahın kendilerine izin vermediği bir hükmü vazetmiş olduklarını söylemiş sayılır ve bu sözü söyleyen de doğru yoldan sapmış bir kimsedir.”

Bu sözü, Mevlânâ Şeyh Zafer Ahmed el-Osmânî et- Tehânevî “İncâu’l-Vatan” s. 53’de nakletmiş ve şu notu eklemiştir: “Ben de derim ki: Bu, kıyâsı kabul etmeyen zâhirinin sözüdür. Onun, Allahın şeriatının muhafızla­rı olan müctehid imamlara karşı gösterdiği şu edebe ba­kın! O, bu sözünü, el-Muhallâ’sını telifinden sonra söyle­miş olsa gerektir.”

Muhterem okuyucu İbn Hazm (v. 457)’ın özellikle “avam bunların delillerini bilmese de…” sözüne dikkat etmeli­dir. Çünkü o, “avam” kelimesini, usûl âlimlerinin kullandı­ğı mânâda kullanmıştır. Usûlcüler âmî (avam) sözünü; bilgi ve araştırmada hangi dereceye varmış olursa olsun, mücte­hid olmayan herkes için kullanmışlardır, yoksa bizim burada kasdettiğimiz, ilim talibi olmayanlar değildir.

Binâenaleyh İbn Hazm (v. 457)/ın demek istediği dur: Fakih imamların fıkhı, şeriattan ma’duddur ve onla­rın delillerini bilmemiz şart değildir. Çünkü onların delil ya bizim anlayamadığımız incelikte olduğu veya bize ulaş­madığı veyahutta biz muttali olamadığımız için, bizim ta­rafımızdan anlaşamayabilir. Vallâhu a’lem.

Ebû Hanife ve diğer İslâm ulemâsının fakihlerinin, on- binlerce meseleden müteşekkil fıkhı, Rasülullahın sünneti­nin tefsirinden başka birşey değildir. Bunlar, İslâma sonra­dan sokulmuş hükümler de değildir. Onların hiçbir görü­şü, teşri kaynaklarından birine dayanmaksızın kafaların­dan uydurdukları şeyler de değildir.

Biz, “Ebû Hanife’nin fıkhı, eş-Şâfii’nin fıkhı…” dedi­ğimiz zaman, bunun mânâsı “Ebû Hanife’nin anlayışı, eş- Şafinin anlayışı…” demektir. Bu anlayış ne içindir? Sade­ce ve sadece Allahın Kitâb’ını ve Resulünün sünnetini an­lamak içindir. Böyledir, çünkü malum olduğu üzere fıkıh, arab dilinde fehm (anlayış) demektir.

Buradan, insanlar arasında, onların ehemmiyet ver­medikleri yaygın bir fahiş hatâyı anlamamız mümkündür. Bu hatâ, bazı kimselerin kendi fıkıhlarını ve insanlara ar- zettikleri ilimlerini “Fıkhu’s-Sunne (Sünnet Fıkhı)” veya “Fıkhu’s-Sünneti ve’l-Kitâb (Kitâb ve Sünnet Fıkhı)” adı altmda takdim etmeleridir.

Sünnet ve Kitâb fıkhı, bu ikisinin anlaşılma şeklidir. Ya onların takdim ettiği kimin anlayışıdır? Bu; Zeyd, Amr gibi, tamnmayan kişilerin anlayışıdır. Lâkin onlar bu an­layışı kaldırıp, insanlarda, kendilerinin onlara dinin asıl kaynağını takdim ettikleri zannını uyandırmak için -çün­kü bu takdirde onlar insanları Ebû Hanife, eş-Şâfiî, Mâlik ve Ahmed in fıkhından tamamen uzaklaştırmış ve insanlara:’’Ey insanlar Muhammedin (sav) fıkhını mı istersiniz yoksa Ebu Hanife ve eş Şafiininkini mi ?’’deme imkanı elde etmiş olacaklardır,kendi anlayışlarını Kitab ve Sünnete izafe etmişlerdir.

Onların bu sözü söylemeleri ancak,kendi fıkıhlarını Kitab ve Sünnete izafe edip,Ebu Hanifenin fıkhını Kitab ve Sünnete değil Ebu Hanifeye,eş Şafiinin fıkhını da Kitab ve Sünnete değil eş Şafiye izafe ettikten sonra mümkün olabilir.Bundan dolayı Kitab ve Sünnetin bi hakkın sadık bir şerhi olan bu büyük İslam fikri,Kitab ve Sünnetten ayırıp;doğru olanları,ötekilerin sofralarından artan kırıntılar,hataları ise kendilerinden,olan bir anlayışı insanlara getirmişler ve görüşlerinin hepsini Kitap ve Sünnete izafe etmişlerdir.

Onların bu sözlerine aldanan, sâdece; kendi asırların da Sünnetin; marifet rivayet, tahammül, telâkki, şerh, tarif ve zabt bakımından yaygın oIuşun yanında, dindarlık, takva, verâ’, ilim, anlayış ve istinbât kuvveti hususunda imam oldukları kabul edilmiş olan müçtehidlerin fıkhından ha­bersiz olmalarından dolayı aldanmıştır.

İslâmî ilimlerin bütün dalları ile onları her taraftan ku­şatmış olan canlı bir ilmi muhitin, bugünkü haleflerimiz için söz konusu olmasına imkân yoktur. Hatta  öyle ki sen, âlimlik taslayarak müctehid olduğunu iddia ettiği hal­de, insanlara söylediği yaldızlı sözleri yazarken arapçayı doğru dürüst kullanamayan, Allah katında işlediği fahiş hatâdan haberi olmayan ve âlimlik taslayıp, şeriata teslim olduğunu göstermek için “İsmet (masumluk) Allaha mah­sustur (el-ismetu liİlâhî)” diyenleri görürsün. Allahı koru­yacak kimdir? Neyden koruyacaktır? Bu sözleriyle ilgili bir nass var mıdır? Eğer söylediği sözün mânâsını bilmiyorsa, işte felâket budur. Yok, biliyor da söylüyorsa, dinde tecdid iddiasında bulunmadan önce, gitsin tecdid-i iman ile yeniden müslüman olsun!

Allahtan, bizi doğru yola iletmesini, söz ve fiillerimizi müstakim kılmasını dileriz.

 

3-SEBEP

ZAHİRDE BİRBİRİNE AYKIRI GİBİ GÖRÜNEN HADÎSLER KARŞISINDA TÂKÎB ETTİKLERİ METODDAKİ İHTİLÂFLARI

Bu sebep, fakihlerin ihtilâf sebeplerinin en mühimle­rinden sayılır. Bu konuda, iki mühim ilimden faydalanıla­bilir: Hadis ilmi ve Usûl-i Fıkıh ilmi.

Hadîs ilmine gelince: Bir meseledeki hadisler ve bu me­seleye, gerek yakın gerek uzak ilgisi bulunan eser (haber) leri bilmek için gereklidir.

Usûl-i Fıkıh ilmi ise; Kitâb ve Sünnet’teki diğer nassların ışığında, bu ilmin kaidelerinden ve yerleşmiş hükümle­rinden faydalanmak için gereklidir.

Nitekim aşağıda göreceğimiz gibi, müteârız (çelişik) nassların arasını bulmakta büyük rol oynayan, ince zekâ ve isabetli düşünce de bu sebebe girmektedir.

Hadîs ilmini öğrenmeğe yeni başlayan bir kimse de bi­lir ki, çoğu zaman bir meselede, hükme delâleti farklı, olan ve bazan ikiden çok mânâya gelebilen birçok hadîs bulu nur. İşte bu durumda ulemâ, şu yolları takip etmiştir:

1– Müteârız iki hadisin arasını bulmak ve her ikisini tevil ederek, ikisinin mânâlarının birbirine uygunluğunu sağlama metodu.

2- Eğer ikisinin arasını bulmak mümkün olmazsa, nesh prensibine başvurulur; hadislerden birinin diğerini neshettiğine hükmederler.

3- Eğer nesh de sözkonusu olmayıp, neshe hükmetme­ğe yardımcı olacak karineler de bulunmazsa, iki hadisten birini tercih yolunu seçerler ve hadîsin birini diğerine ter­cih ederler.

Bazı âlimler, üçüncü metodu ikinciye tercih ederek, önce araları bulunur, olmazsa tercih o da olmazsa nesh, de­mişlerdir. Bu metodlardan bahsedersek söz uzar. Bu konu­da kısaca söyleyeceklerim şunlardır:

Anlayış, iki müteârız hadisin aralarının bulunmasın­da (cemi) en büyük rolü oynar. Bazı âlimler böyle müteânz iki hadîsi anlayamadıktan için, onların arasını bulmanın imkânsız olduğunu iddia ederken; Allah başka bir âlime, bu iki hadîsin arasını nasıl bulacağını anlamayı nasîb eder. Bu sebeple âlimler, zahirde birbirine zıd gibi görünen müteârız iki hadisin arasını bulmanın imkânsız olduğunu iddia edebil­mek için, acele etmeyip, meseleyi iyice inceleyerek, emîn ol­manın, zarureti üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır.

2– Eğer iki hadisin arasını bulmak mümkün olmazsa; imam, ikisinden birisinin mensûh olup olmadığını ince­lemeğe geçer. Buna karar vermek için, buna yardım eden karinelerin bulunması şarttır. Bu karinelere “Muarrifâtu’n- Nesh’’ denilir. Bunlar dörttür: ”nehyetmiştim, şimdi artık ziyaret edebilirsiniz.” hadisinde olduğu gibi, bizzat Rasülullahın açıklamasıyla bilinir.

İkincisi: en-Nesâi’nin, Câbir b. Abdillah’tan rivayet et­iği “Rasülullahın (s.a.v.) en son hâli, ateş değmiş şeyleri yedikten sonra abdest almayı terketmek olmuştur.” hadi­sinde olduğu gibi, sahabenin açıklamasıyla bilinir.

Üçüncüsü: Bazı rivayetlerde H. 8. senede olduğu söy­lenen Şeddâd b. Evs’in “Kan aldıranın da, hacamatçının da orucu bozulur.” hadisinin; yine bazı rivayetlerde H. 10. senede Vedâ Haccında olduğu söylenen, îbn Abbâs’ın “Rasûlullah, ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırdı.” hadîsiyle neshedilmesi gibi; nesh, târih sayesinde bilinir.

Bazan nesh, neshe delâlet eden karinelerle bilinir. Meselâ bir hadîsi rivayet eden bir sahâbînin, daha son­ra müslüman olmuş olması ve hadîsi işittiğini açıkça ifa­de etmiş olması gibi ki, bu takdirde bu hadis, ondan daha önce müslüman olmuş ve müslüman olduğu zaman onu Rasûlullahtan işitmiş olan bir sahâbînin rivayet ettiği ha­disi nesheder.

Bunun dışında, üzerinde durup düşünülmesi ve ince­den inceye araştırılması gereken, daha başka incelikler de vardır.

Dördüncüsü: Hadisin aksine bir icmâ bulunması ile neshedildiği bilinir. Bu icma’ın vuku bulup bulmadığını ve icmâa muhalefet eden olup olmadığını tesbit etmek, son derece güç bir iştir.

3- Eğer nesh de sözkonusu olamıyorsa, imam, iki hadîsten birini tercih şıkkına geçer.

İki hadis arasında tercih yapmak ise meşakkatli ve son derece güç bir iştir. Çünkü birinci safha -ikisinin arasını bulma safhası- anlayış ve dirayet ister; ikinci safha -nesh safhası- da, buna muttali olmayı ve buna delâlet eden bir rivayetin mevcudiyetini gerektirir. Tercih’e gelince: Hem dirayet hem rivayet ister. Dirayet, yüksek bir anlayış ve parlak bir zekâ ister. Rivayet de, bir meseledeki hadislerle ilgili bütün külli ve cüz’ileri bilmeyi gerektirir. Hadîslerin isnadları ise ne kadar da yorucudur! Bu; hadisleri rivayet eden sahâbîleri, hayatlarını, sıfatlarını, hadîste kullandık­ları lafızları v.s. buna benzer hususları bilmeyi gerektirir.

Usûl âlimleri, müteârız iki hadîsten birini tercih et­meyi gerektiren sebeplerin neler olduğunu tesbitte güç­lük çekmişlerdir, el Hâzimi (548-584) “el-İ’tibâr fi’n-Nâsîh ve’l-Mensûh mine’l-Âsâr” adlı eserinin mukaddimesinde bu meseleye temas etmiş ve (s. 9-23’de) tercih sebeplerinin ellisini zikretmiş, ayrıca bu sebeblerin pekçoğuna misal de vermiştir. Bu bahsi bitirirken de (s. 23’de) “Bunlardan baş­ka, bu muhtasarı uzatmamak için zikretmekten vazgeçtiği­miz daha pek çok sebep vardır.” demiştir.

Sonra Hafız el-Irâkî (725-806) gelmiş ve îbnu’s Salâh (v. 643)’ın “Ulûmu/1-Hadis”ine yazdığı haşiyede, el-Hâziminin bu sözünü nakletmiş ve (s. 245’de) “Tercih sebeblerinin sa­yısı yüzden fazladır. el-Hâziminin bunları muhtasar olarak zikrettiğini gördüm. Önce el-Hâziminin zikrettiği elli sebeble başlıyorum, sonra akabinde, diğerlerini zikredeceğim.” de­miş ve 110 sebeb zikretmiştir. Sözlerinin sonunda (s 250’de) şöyle demiştir: “Bunların dışında daha başka, tercih sebebleri vardır ki; bunların kimisinin kabulü münâkaşalıdır -yani di­ğer bir kısmı da makbuldür demektir-; keza zikrettiğimiz se­beblerin bazıları da münakaşalıdır.

Buradan; zahirde müteârız iki hadîs gördüğü zaman, pekçok tercih sebebi arasında başka sebeblere hiç itibâr etmeksizin, hemen Sahihayn’daki hadîsleri Sahîhayn’da olmayan hadislere tercihe kalkışan bazı kimselerin cehaletini -veya câhil gibi görünmelerini- anlıyoruz. Halbuki HaflZ el-Irâkî (725-806), tercih sebeblerini sıra ile zikreder­den “Hadisin Sahîhayn’da olması, Sahîhayn’da olmayan hadîslere tercih edilme sebebidir” şartını, 110 şart içersin­de, 102. sırada zikretmiştir.

Bu adamlar ister gafil olarak ister gafil gibi görünerek; yüzbir tercih sebebini heder etmiş olmaktadırlar. İşte ilmin hakiki önderleriyle âlimlik taslayanlar arasındaki fark budur! Allah hepimize hidâyet ve selâmet ihsan etsin.

İmamların, fıkhı görüşlerindeki iftilâhlarının vuku bulduğu bu geniş sahada; bir tek fıkhi hükümde bile, içti­hadın ne kadar zor olduğunu ve aynı şekilde, imamlarımı­zın ne kadar yüksek bir İlmî seviyeye erişmiş olduklarını anlamamız mümkündür. Üstelik benim zikrettiklerimin; müçtehidin bilmesi gereken diğer pekçok ilim bir yana, sa­dece üzerinde durduğumuz açıdan bile, ancak ilk bilgiler mesabesinde olduğunu da hatırlatırım.

Üçüncü sebeb ile ilgili olarak söyleyeceklerimin sonun­da, pek ihtilâf mevzuu olmamış ve imamların üzerinde ya­zıp çizdikleri; “Berâe sûresi hâriç, Besmelenin Kur’an’dan bir âyet olması; muktedînin imamın arkasındaki kıraa­ti rükûa eğilip doğruluşta ellerin kaldırılması” konuların­da, bu konulara dâir eserler telif ettikleri gibi, üzerinde ka­lem oynatıp eser telif etmedikleri basit bir noktayla ilgili bir metin nakledeceğim.

Bu metni nakletmenin yegâne sebebi, bahsetmiş oldu­ğumuz üç metodu, bir tek meselede toplamış olmasıdır.

İmam en-Nevevî Şerhu Sahihi Müslim, XIV, 80’de “Ağar­mış saçların, sarı veya kızıla boyanmasının müstehab; siyaha boyanmasının haram olduğuna dâir bâb”da, sövle demektedir: “Mezhebimize -eş-Şâfii mezhebine- göre, kadın ve erkeğin, ağarmış saçlarını sarı ve kızıla boyamaları müstehab, si­yaha boyamaları da, en sahih olan görüşe göre, haramdır. Si­yaha boyamanın tenzihen mekruh olduğu da söylenmiştir. Tercih edilen, -şerhedilmekte olan- “Siyah renkten kaçınınız” hadisine dayanarak, haram olmasıdır. Mezhebimiz budur.

Kâdî Iyâz şöyle demiştir: “Sahabe ve Tabiinden olan selef, boyayıp boyamamada ve boyanın renginde de ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı boyamayı terketmek efdâldir, demiş ve Rasûlullahın; ağarmış saçları boyayıp rengini değiştir­mekten nehyettiğini, çünkü kendisinin ağarmış saçları­nın rengini değiştirmediğini, rivayet etmişlerdir. Bu görüş, Ömer, Ali, Ubeyy ve başkalarından rivayet edilmiştir.

Diğerleri de, boyarım efdâl olduğunu söylemişlerdir. Sa­habe, Tâbiûn ve daha sonrakilerden bir gurup; Müslim ve başkalarının zikrettiği hadislere dayanarak, ağarmış saçlarını boyamışlardır.                                                                     ,

Sonra onlar yine ihtilâf etmiş, ekserisi -ki İbn Ömer,Ebû Hurayra ve başkaları bu guruptadır. Bu, Ali’den de ri-vayet edilmiştir- sarıya boyamış, kimisi de kına ve ketem bitkisiyle, bazıları da za’ferân ile boyamışlardır.

Bir kısmı ise siyaha boyamışlardır. Bu, Osman, Ali’nin oğulları Haşan ve Hüseyin, Ukbe b. Âmir, İbn Şîrîn (v. 110), Ebû Burde (v. 103,104) ve başkalarından rivayet edilmiştir.

Kâdî Iyâz şöyle devam etmiştir: et-Taberâni “Doğ­ru olan şudur ki; Saçın beyazlarının boyanması ve boyan­masının yasaklanmasıyla ilgili olarak, Rasûlullahtan riva­yet edilen bütün hadisler sahihtir ve aralarında tenakuz yoktur. Boyamasını emrettiği kimseler, saçının beyazı Ebû Kuhâfe’ninki gibi olanlar -ki son derece beyaz olup, güzel görünmüyordu-, yasaklamış olduğu kimseler ise, saçında­ki beyazlık az olanlardır.”

et-Taberâni şöyle devam etmiştir: “Selef bu hususta, vaziyete göre her iki şık ile de amel etmişlerdir. Üstelik bu­radaki emir ve nehyin, vucûbiyet ifade etmediğinde icmâ edilmiştir. Bu sebeple seleften bir kimse, kendisininkinin tersini yapan öbürüne itiraz etmemiştir.”

Ayrıca et-Taberânî, bu iki şıktan birinin nâsih diğerinin mensûh olduğunu söylemek de doğru değildir52 demiştir.

Kâdi Iyâz şöyle demiştir: “Bir diğeri ise şöyle demiştir: ‘Bu mesele iki şekildedir: Bir kimsenin bulunduğu mem­leketin âdeti boyamak veya boyamamak ise, o kimsenin, âdeti terketmesi, gösteriş yapmak içindir ve mekruhtur. İkincisi: Beyaz saçların zerâfetine göre değişir. Beyazları, boyanmışından daha güzel görünen kimsenin boyamayı terketmesi evlâdır. Beyazları çirkin görünenin ise boyama­sı evlâdır.” Kâdi Iyâz’ın naklettikleri bunlardır. “Bunların en doğrusu ve sünnete en uygunu, nakletmiş olduğumuz, mezhebimizin görüşüdür.” en-Nevevinin sözü sona erdi.

Geçmiş imamlar, görünüşte müteârız olan hadisleri top­layıp, bunları tedkik ederek, araştırma sonunda vardıkla­rı neticeleri açıklamaya büyük bir ihtimam göstermişlerdir. Bu konuda, İmam eş-Şâfiî (150-204) “İhtilâfu,l-Hadîs”ini, İbn Kuteybe (213-276) “Te’vîlu Muhtelifi’1-Hadîs”ini -ki bazı yerleri tenkide uğramıştır- telif etmiştir. Bu iki kitâb matbûdur. Kâtib Çelebi Keşfu’z-Zunûn’da Zekeriyyâ es-Sâcî (217-307) ‘nin “İhtilâf u’l-Hadîs” isimli bir eseri oldu­ğunu zikretmektedir.

İmam İbn Cerîr et-Taberî (224-10) nin “Tehzibu’l-Âsâr” adlı bir eseri vardır. Kâtib Çelebi bu eser hakkında “Saha­sının, eşi olmayan tek eseri” demektedir.

İmâm Ebû Cafer et-Tahâvî (237-321) nin de bu mev­zuda iki büyük eseri vardır. Birisi “Şerhu Maâni’l-Âsâri’l- Muh telif eti’l-Me’ sûra” dır, birçok defa basılmıştır. Eser -onun imam ve müctehid olduğuna şehâdet etmesine rağ­men- Hafız el-Kuraşfnin “el-Cevâhiru’l-Mudıyye”sinde zikrettiğine göre, üstelik et-Tahâvi’nin ilk eseridir.

Onun ikinci eseri “Muşkilül-Âsâr”dır, pekçok defa ba­sılmıştır, dört cilttir, fakat Allâme el-Kevser^nin “el-Hâvî” adlı eserinde (s. 34) söylediğine göre, basılmış olan bu kı­sım, aslının yarısı bile değildir.

Bunlardan başka, bu hususta yazılmış müstakil eserler, kitaplarda yer almış olan araştırma ve makaleler de vardır.

 

4-SEBEP

SÜNNETE VUKÛFLARINDAKİ FARKLILIKLARINDAN DOĞAN İHTİLÂFLARIN

AÇIKLANMASI

Bu sebepten bahsederken, söze, İmâm eş-Şâfii (150- 204)’nin “er-Risâle”sindeki şu sözleriyle başlamak istiyo­rum: “Sünnetlerin hepsine muttali olmuş ve bilmediği ha­dis bulunmayan herhangi bir kimse bilmiyoruz. Bütün hadîs âlimlerinin ilimleri biraraya getirilse, o zaman bü­tün sünnetler ihâtâ edilmiş olur. O âlimlerin ilimleri dağı­nık bir halde olduğuna göre, o kimsenin bilmediği hadis­ler elbette olacaktır. Sonra onun bilmedikleri, başkaları ta­rafından bilinmektedir. Onlar hadis bilgisi bakımından bir­kaç tabakadırlar: Kimisi, bir kısmını bilmese bile ekserisi­ni bilir; kimisi de başkasının bildiğinden daha az hadise vâkıftır.”

Bir kimsenin; kendisinin veya başkasının, Rasûlullahın hadîslerinin hepsini, tamamen bildiğini iddia etmesi, mücTehid imamlardan İmam eş~Şâfii’nin de dediği gibi mümkün değildir.

Hadisleri ezberleyip, onlara vakıf olma konusunda imamların farklı seviyelerde olmalarının mânâsı; meselâ onlardan, en çok hadis bileni, kendisine tâbi olunması ko­nusunda en fazla hak sahibi olacak demek değildir. Onun çok hadis bilmesi, başkalarından üstün olması için sebep teşkil edebileceği gibi; fıkıh ve istinbât konusunda derece­sinin yüksek olması da, bir başkasının ondan üstün olması için sebep teşkil edebilir.

Hadîslere vâkıf olmayla ilgili olarak, bir kimsenin ictihad derecesine varması ve kendisinin müctehid oldu­ğunun kabul edilebilmesi için gerekli şart, o kimsenin hadîslere geniş bir şekilde vâkıf olmasıdır. Bütün imamlar bunun üzerinde ittifak etmişlerdir.

Meselâ İmam Ahmed (164-241), bu sahada meşhur bir kimsedir. Keza İmâm Mâlik (95-179), eş-Şâf iî (150-204) ve bâzı kimseler onun hakkında şüphe izhâr etmiş olmasına rağmen Ebû Hanîfe (80-150) de böyledir. Kendisi hakkın- daki bu şüpheden dolayı, diğerlerini bırakıp, sâdece Ebû Hanife’den kısaca bahsedeceğiz.

Hadis bir bakıma tahammül ve semâ’ (işitme), diğer bakımdan da rivayet ve edâ demektir.

Muhaddis önce, hadîsi şeyhlerinden dinler; “Tahammülü’l- Hadîs” dedikleri budur. Sonra da bunu başkalarına rivayet eder; Buna da “Edâ” denilir.

Rivayet ettiği hadîsler çoğalınca, insanlar onun tahammül’ünün az veya çokluğuna delâlet eden rivayetle­rine sahip olurlar. Lâkin hadîsin rivâyetiyle meşgul olma­dığı takdirde, bazı vesilelerle rivayet etmiş olduğu hadîsler, onun tahammül’ünün az veya çokluğuna delâlet etmez.

Ebûbekr (r.a.) erkeklerden ilk musluman olan, Rasûlullahla En çok beraber bulunan ve Sahabenin şehâdetiyle, onların en alimi olan bir kimsedir. Buna rağmen Ebûbekr’den bize, onun ashabın en âlimi olduğunu göstermesi şöyle dursun, ashabın diğer alimlerinden biri olduğuna delâlet etmesi bile mümkün olmayacak kadar az rivayeti intikâl etmiştir. Bunun böyle olmasının birçok sebebi vardır ki, onların ele alınması ayn bir mevzudur.

Sahabeden Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin(r.a) rivayetleri de Ebûbekr’inkine yakındır. Tabiin ve Etbâu’t-Tâbiîn’den bu durumda olanların sayısı da pek çoktur.

Bizzat imâm Mâlik’in bile rivayetleri azdır. Halbuki tilmizi eş-Şâfiî (150-204) onun şöhretini “İş hadîse gelin­ce, Mâlik (95-179) bu sahanın yıldızıdır. O ki, kendi eliy­le yüzbin hadîs yazdığını söylemiştir. (Tertibu’l-Medârik,121 ve 124)” sözleriyle ifade etmiştir. Hattâ Allâme ez- Zurkânî, Muvatta’ şerhinin mukaddimesinde (I. 7) İbnu’l Heyyâb’dan, İmâm Mâlik’in yüzbin hadîs rivayet ettiğini nakletmektedir.

İmam eş-Şâfii de aynı durumdadır. Kitaplarında mev-cud hadisler, onların hadîs ilminde imam oluşlarıyla ve bu sahadaki şöhretleriyle ki hakîkaten bu şöhrete lâyıklardır mütenâsib çoklukta değildir.

Bazılarının “eş-Şâfiî, sahih olduğunu bildiği her hadisi kitaplarında zikretmiştir.” sözü, bütün hadislere değil, sadece ahkâm hadislerinin sahih olanlarına hamledilir.

Mâlik ve eş-Şafii’nin rivayetlerinin oluşunun sebebi onların fıkıh, fıkıh öğretimi, ictihâd, istinbât, ictihâd ve fıkhın esaslarının (usûl-i fıkh’ın) tesbîtine, hadis rivayetinden daha çok ağırlık vermeleridir; yoksa onların hadis bilgilerinin ve vâkıf oldukları hadislerin azlığından değildir. Bilâkis onlar çok hadis toplamış, fakat az rivayet etmişlerdir.

İmam Ebû Hanîfe’nin hâli de budur; Çok hadis toplamış fakat az rivayet etmiştir. Bunun böyle olduğuna açıkça delâlet eden birçok rivayet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

— ez-Zebîdî, “Ukûdu’l-Cevâhiri’l-Munife”, s. 32’de şöyle rivayet etmiştir: Yahya b. Nasr şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin yanına vardım. Ev kitaplarla dolu idi. Bunlar ne” dedim, “Bunların hepsi hadistir, bunlardan ancak, fay­dalanılabilecek pek az mikdârını rivayet ettim.” dedi.

Aliyyu’l-Kârî de “el-Cevâhiru’l-Mudıyye”ye ek olarak basılmış olan Menâkıb’ında (II. 474) Muhammed b. Semâ’a (v. 233)’dan, “Ebû Hanîfe (80-150) nin, eserlerinde yetmiş bin küsur hadis zikrettiğini ve “el-Âsâr” adlı eserini kırk- bin hadîsten seçerek meydana getirdiğini” rivayet etmiştir.

İmam Ahmed (164-24l)’in “Dörtyüzbin hadîsi ezberle­miş olanın ictihâd ve fetvaya ehil olabileceğini” söylediği, ilerideki sayfalarda gelecektir. Kendisinin muasırı olan ve daha sonra yaşamış olan imamlar, Ebû Hanîfe (80-150)’nin fakih ve müctehid olduğunu, hattâ bütün âlimlerin fıkıhta onun ilmine muhtâc olduklarını kabul etmişlerdir. Bunun mânâsı, onun bu kadar (dörtyüzbin) veya ondan daha faz­la hadîsi bilmesi demektir.

Bu görüşte olan ve içtihada ehil olmak için bu kadar büyük miktarda hadisi ezberleme şartını koşan İmanı Alı nıed de, İmam Ebu Hanife’yi öven, büyük imamlardan­dır. İmam el-Aynî (v. 855) bunu, “el-Binâye”sinde zikretmiş. Allâme Zafer Ahmed et-Tehânevi de bunu “Kavaid fi Ulûmi’l-Hadis”inde (s. 328) nakletmiştir.

Allâme es Sâlihî eş-Şâfiî, Ukûdu’l-Cumân’ında (s. 63 ve 319’da) İbn Hacer el-Mekkî el- Heytemî eş-Şâfiî “el- Hayrâtu’l-Hısân” (s. 23) da ez-Zerenceriden şunu nakletmişlerdir: “İmam Ebû Hafs el-Kebîr, İmam Ebû Hanîfe’nin şeyhlerinin sayılmasını emretmiş, tabiînden olanların sa­yısı dört bini bulmuştur.” Sonra es-Sâlihî onun şeyhlerin­den bir kısmını, harf sırasına göre, s. 64-87’de, yirmiüç say­fa halinde zikretmiştir. Bu, o kadar büyük bir rakamdır ki, hemen hemen onun dışında, hadis ilmine kendini hasret­miş olan bir başkası için zikredilmemiştir.

Yine “el-Hayrâtu’l-Hisân”da, 25 ve 26. sayfalarda şöyle denmektedir: Ebû Yûsuf (113-182) şöyle demiştir: “Hadîsin tefsiri hususunda Ebû Hanîfe (80-150)’den daha bilgilisini görmedim. Sahih hadisi tanımada benden daha dirayetliydi.”

İmam Ebû Yûsuf ki, Cerh ve Ta’dîl ilminin imamı, Hadîs hafızlarının sultânı Yahya b. Maîn (161-234) onun hakkında; “Re’y ehli içersinde, hadis konusunda Ebû Yûsuf’dan daha sağlam, ondan daha büyük hafız ve riva­yeti ondan daha sahih birini görmedim.” demiştir. Bunu ez-Zehebî, “Menâkıbu Ebî Hanîfe ve Sâhibeyhi” adlı eseri­nin 40. sayfasında zikretmiştir.

Yine aynı eserin 61. sayfasında Ebû Yûsuf’un şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ebû Hanife bir görüş üzerinde karar kıldığı zaman, onun görüşünü destekleyen bir hadîs veya eser bulabilmek için Kufe şehrinin âlimlerini dolaşırdım.

Bazan iki veya üç hadis bulur, ona getirirdim. O, hadislerin kimisine “Bu sahih değildir” veya “Mâruf değil»dir derdi. Ben de ona “Senin görüşüne uygun olduğu hal­de, bunların illetini nasıl biliyorsun?” derdim, bana: “Ben Küfe ulemâsının bütün ilmini bilirim” cevabını verirdi/’

Kûfe’ye sahabeden binbeşyüz kişi gelmiş ve burayı ilimle doldurmuşlardır. Hattâ Ali b. Ebî Tâlib’in şehâdetiyle, burayı sadece İbn Mes’ûd’un ilmi doldurmuştur. el- Müsned, I. 405’de, İbn Mes’ûd’dan onun ashabını topladı­ğı ve onlara “Vallahi ben öyle ümid ediyorum ki, şu anda içinizde; Din, fıkıh ve Kur’ân ilminde, diğer İslâm beldele­rindeki âlimlerden daha üstün kimseler yetişmiş durum­dadır.” dediği nakledilmiştir.

el-Hâkim de, “Ma’rifetu Ulûmi’l-Hadis” adlı eseri­nin 240. sayfasında, 49. olarak ayrı bir ilim dalı tesbit et­miş ve müteakiben: “İlimlerden bu nevi; Tabiîn ve daha sonrakilerden hadîsleri ezber ve müzâkereye, kendileriy­le ve isimleriyle teberrük edilmeye lâyık, şark ve garbın meşhur sika imamlarını bilmektir.” başlığıyla husûsi bir kısım ayırmış ve Medîne-i Münevvere’den kırk, Mekke-i Mükerreme’den yirmibir ve Küfe’den ikiyüzbir râviyi zik­retmiş, bunlar arasında Ebû Hanife’yi de saymıştır.

Ebû Hanîfe, hem kendi ifadesiyle, hem de başkalarının şehâdetiyle Küfe âlimlerinin bütün ilimlerini toplamıştır. el-Buhârî (194-256)’nin Sahih’inde zikrettiği şeyhlerinden Yahya b. Âdem (v. 203) şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe, belde­sinin bütün hadislerini toplamış ve vefatına kadar bunları tedkik etmeğe devam etmiştir.”

es-Sayrnarî “Ahbâru Ebî Hanifete ve Ashâbihi” adlı eserinde, senediyle birlikte, el-Hasen b. Salih (100-199) en -Sika, takılı ve âbidlerdendir- onun şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: “Ebû Hanîfe (80-150), hadîslerin nâsih ve mensûhunu çok sıkı araştırır ve Rasûlullah ve ashabından rivayet edilen, sahih olduğunu gördüğü hadîslerle amel ederdi. Kûfe’lilerin rivayet ettiği hadîsleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi. Bulunduğu beldenin âlimlerinin amel etmekte olduğu hususlara uymakta titizlik gösterir­di. O, “Kur’an’ın nâsuhu ve mensûhu vardır; keza hadi­sin de nâsihi ve mensûhu vardır.” derdi. Vefatına kadar Rasûlullahın en son amel edegeldiği hususlardan Kûfe’ye neler intikâl etmişse, Ebû Hanife onları bilirdi.”

Rasûlullahın vefatından önce, en son amel etmekte ol­duğu hükümleri bilmenin ehemmiyetini öğrenmek için; el- Hatib’in el-Fakih ve’l-Mutefakkih, 1.222’de Yahya b. Âdem (v. 203)’ den naklettiği şu söze bakmak gerekir: Yahya b Âdem şöyle demiştir: “Rasûlullahın sözü varken başkası­nın sözüne ihtiyaç yoktur. Ancak Rasûlullahın vefatı esna­sında bu şekilde amel ettiği bilinsin diye, “Rasûlullahın, Ebûbekr ve Ömer’in sünneti” denilirdi.”

İmam Ebû Hanife’nin ilmi, sadece beldesinin hadîslerine münhasır kalmamıştır. Üstelik o, Hicazlıların rivayetlerini de tamamen biliyordu. Bu rivayetlere; Yezid b Ömer b. Hubeyre’nin, istemediği halde onun zorla kadı­lık vazifesini deruhte etmesinde ısrarının neticesi Küfe’den ayrılıp Mekke’ye yerleştiği zaman, muttali olmuştur. Onun Mekke’ye geliş tarihi H. 130 senesidir. Sultan Ebû Ca’fer el- Mansûr 136 senesinde başa geçinceye kadar Kûfe’ye dön­memiştir. Bu müddet, bir müctehidin hayâtında ve Mekke gibi, her sene hacca gelen âlimlerin ve muhaddislerin mel-cei olan ilmi bir muhit için, kısa sayılmaz.

Buna, onun menâkıbıyla ilgili eserlerde zikredildiği- ne göre, ellibeş defa haccettiği de ilâve edilmelidir. Her seferinde o, Mekke, Medine ve diğer İslâm beldelerinin âlimleriyle görüşüyordu. Bundan dolayıdır ki, es-Sâlihi nin Ukûdu’l-Cumân, s. 64-87’de zikrettiği onun şeyhleri ara­sında Mekke’li Medine’li ve diğer şehirlerden pekçok isim görürsün.

Az önce el Hâkim’in Ebû Hanîfe’yi Küfeli râviler; “Tabiîn ve sonrakilerden, hadisi ezber ve müzârekeye, kendileriyle ve isimleriyle teberrük edilmeğe lâyık, şark ve garbın meşhur sika imamları” arasında zikrettiğini gör­müştük. Malumdur ki, bir kimsenin hadîsi, ezberlenmek ve müzakere için, ancak o kimse çok rivayet eden birisi ol­duğu zaman toplanır.

İmam Ebû Hanîfe (80-150) icâzeten rivayeti caiz gör­mezdi. Bu görüş, cerh ve ta’dil ilminde zamanının ima­mı olan Şu’be b. el-Haccâc (82-160)’dan da nakledilmiştir. Şu’be bu meselede şöyle demektedir: “Eğer icazetle riva­yet caiz olacak olsa, rıhle (hadîs talebi için yapılan seya­hatler) ortadan kalkardı.” Hadîs taleb ederek seyahatlara çıkmak şart olduğuna göre, Ebû Hanîfe sadece kendi bel­desinin râvilerinden hadîs almakla nasıl iktifa edebilir?

Bu konuda daha pekçok şey söylenebilir, lâkin bu mü­nasebetle burada zikrettiklerimden fazlasına lüzum gör­müyorum. İmam Ebû Hanife’nin çeşitli yönlerinden bu yönünü, Allâme, muhakkik, hafız, fakih Şeyh Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tehânevî (v. 1394 H) “İncâu’l-Vatan ani’l-İzdirâi bi-İmâmi’z-Zemen” adlı eserinde geniş bir şekilde ele almıştır. Bu eserde, başka yerde birarada bulun­ması mümkün olmayan nakiller yer almıştır.

Bazı seviyesizler, artık bundan sonra da hâlâ bu imam hakkında söz söylemeğe cür’et etmeğe devam edecekler midir?

Bütün bunlarla beraber, hepimiz kabul ediyoruz ki; Bu büyüklüğüne rağmen, ne Ebû Hanife ne de eş-Şâfiî, hadis­lerin hepsini tamamen ihâtâ etmiş değillerdi. Her biri za­manında tek olmalarına rağmen Mâlik (95-179), Ahmed (164-241), es-Sevri (97-161), el-Leys b. Sa’d (94-175) ve el Evzaî (88-157) -Allah hepsinden razı olsun- hakkında söy­lenecek olan da budur.

Bazı imamların, sünnetin pek az bir kısmına muttali olamadıklarını gösteren birkaç misal vermekte beis gör­müyorum:

— İmam Ebû Hanîfe (80-150), bir kimse birşeyi vak­fettiği zaman, o kimsenin vakfa riâyetinin şart olmadığı­nı ve bundan dönmesinin caiz olduğunu, ancak vakıf vasi­yet yoluyla veya kâdının hükmü ile olursa bunun müstes­na olduğunu söylemiştir. İmam, vakfa riâyetin şart oluşu­na dâir herhangi bir rivayete muttali olamamıştır.

Bu meselede, bütün ashabı ve diğer imamlar ona mu­halefet etmişler ve vakfa riâyet etmenin şart olduğunu söy­lemişlerdir. Hanefî mezhebinde fetva, Ebû Yûsuf ve Mu- hammed (I.29-187)’in “Vakfın icrası şarttır (ondan dönüle­mez)” görüşü üzre verilmiştir.

İsâ b. Ebân (v. 220)’da şöyle demiştir: “Ebû Yûsuf (113- 182) Bağdad’a geldiğinde, İsmail b. Uleyye (110-193) ken­disine, İbn Avn-Nâfî-İbn Ömer tarikıyla, Hz. Ömer’in Hayberden hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivayetini nakledesiye kadar, vakıfların satılmasının caiz oldağunu söyleyen Ebû Hanıfe’nin görüşündeydi- Ibn Yûsuf (113-18.:) bu rivayeti duyunca, “Bu, muhalefet edilmedi mümkün olmayan birşey! Eğer Ebu Hanife bunu duymuş olsaydı, onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi.” demiştir.

İbn Ebî Hatim er-Râzî (240-327), el-Cerhu ve’t ta’dıl’inin mukaddimesinde (s. 31) senediyle, İmam Mâlikin en önde gelen ashabından olan Abdullah b. Velıb (v. I97)’den şunu ri vayet etmiştir. îbn Vehb şöyle demiştir: “Mâlik (93 179)’e, abdest alırken ayak parmaklarının arası açılarak yıkanmasının hükmü soruldu, Mâlik, “Şart değildir” dedi, ben de ses çı­karmadım. Sonra onun yanındakiler dağılıp gidince Malik’e: Elimizde bu meseleyle ilgili bir hadîs vardır.” dedim. Malik Nedir o?” dedi. Ben, “Bize el-Leys b. Sa’d ve İbn Lehf a ve Amr b. Haris (üçü de) Yezid b. Anır el-Ma’âfiri den, o da Ebû Abdirrahman el Habeliden, o da el-Mustevrid b. Şeddûd el-Kuraşi’den, onun “Rasûlullah’ın, elinin küçük parmağıy­la ayak parmaklarını araladığını gördüm.” dediğini rivayet etti.” dedim. Mâlik, “Bu hasen (makbul) bir hadîs. Şu âna kadar bunu duymuş değildim.” dedi. Sonra Mâlik’e bu mese­le sorulduğunda, ayak parmaklarının aralanmasını emretti­ğini duydum.”

el-Beyhekî, Menâkıbu’ş-Şâfii, I. 528’de, İmam Ah- med b, Hanbel (164-241)’in şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: “eş-Şâfiî (150-204) bize, “Siz hadis ve ricali konusun­da benden daha bilgilisiniz. Sahîh bir hadis olduğu zaman, (râvileri) ister Kufi ister Basri ister Şâmî olsun, bana haber verin ki, o hadisin hükmüne tâbi olayım.” dedi.”

İbnu’l-Kayyım’ın Kitâbu’r-Rûh’unda (s. 13) şöyle denmektedir: el-Hallâl (v.321), “el-Câmi”‘inin “Kitâbu’l-Kıraati inde’l-Kubûr” kısmında şöyle demiştir: ”Bize el-Abbâs b. Muhammed ed-Dûri, Yahya b. Maîn’den, o Mubeşşir el-Halebrden, o da Abdurrahman b. el-Alâ b. el- Leclâc’dan, o da babasından tahdîs etti. Babası şöyle de­miştir: Ben öldüğüm zaman beni kabre koy ve “Bismillâhi ve alâ Sünneti Rasûlillahi”de ve toprağımı güzelce düzelt, sonra başucumda Bakara’nın baş tarafını oku, çünkü ben Abdullah b. Ömer’in böyle dediğini işittim.”

el-Abbâs ed-Dûri (v. 271) demiştir ki: Ahmed b. Hanbel (164 – 241)’e “Kabrin başında Kur’an okunmasına dair bir rivayet biliyor musun?” diye sordum, “Hayır” dedi. Yahya b. Main (161 -234)’e sordum, o bana bu hadisi rivayet etti.

el-Hallâl da şöyle demiştir: Bana el-Hasen b. Ahmed el-Verrâk, Ali b. Mûsâ el-Haddâd’ın -ki sadûk bir kimsey­di- şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ahmed b. Hanbel (164- 241) ve Muhammed b. Kudâme el-Cevherî (v. 237), bir ce­nazedeydiler, ölü defnedilince, âmâ bir adam kabrin ba­şında Kur’an okumağa başladı. Ahmed adama, “Bana bak, kabrin başında Kur’an okumak bid’attir.” dedi. Kabris­tandan çıktığımızda, Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’e, “Ey Ebû Abdillah, Mubeşşir el Halebî (v. 200) hakkında ne dersin? Ondan hiç hadis yazdın mı?” dedi, Ahmed “Evet” dedi. Bunun üzerine “O halde, Mubeşşir bana Abdurrahman b. el-Leclâc’dan, o da babasından, ba­basının, kabre defnedildiği zaman kabri başında Bakara sûresinin baş ve son kısımlarının okunmasını vasiyet et­tiğini ve îbn Ömer’in böyle vasiyet ettiğini işittiğini” riva­yet etti” dedim.

Ahmed b. Hanbel ona, “Dön de, o adama Kur’an okumanın caiz olduğunu söyle” dedi.

Bunlar, nâdir olmakla beraber, imamların bazı hadîslerden haberleri olmadığına ve hayatlarında veya ve­fatlarından sonra, ashabından bazılarının, onların bu du­rumlarına göz yummayarak, bunu tashih ettiklerine; bir kimsenin sünneti tamamen ihata edemiyeceğine dâir mi­sallerdir. Kemâl sıfatı ancak Allah’a mahsustur.

Bu ihtilâf sebebi ile ilgili bazı şüpheler vardır ki, onlara inşâallah temas edeceğim. Ancak onlara geçmeden önce, bazılarının aklıma gelen bir suâli cevaplandıracağım.

Suâl şudur: Niye bu sebebi, sonuncu sırada zikrettin?

Cevap: Ben bunu, bilerek, kasden yaptım. Ayrıca pek- çok kimsenin konuşmalarında, yazılarında bu sebebi zikret­tiklerini, bunu ihtilâf sebeplerinin birincisi kabul ettiklerini ve imamlardan birinin bir hadisi terk ettiklerini gördükleri za­man hemen ‘İmam bu hadisi görmemiştir. Eğer görmüş ol­saydı, onun hükmünü kabul ederdi. Görmemiştir, çünkü bir kimsenin, sünnetin tamâmını tek başına bilmesi mümkün de­ğildir.” dediklerini bildiğim için zikrettim.

Fakat iki şeyden dolayı, bu kimselere hâlâ hayret ederim:

Birincisi: Onlar imamın bir hadîsi görmediğine ve dola­yısıyla ona muhalif bir görüşe sahip olduğuna dâir küçük bile olsa, bir delil elde etmek için, o imamın bütün eserleri­ni noksansız gözden geçirmiş değillerdir. İlim ehlinden ba­zılarının: “Ebû Hanîfe “Fâtiha’sız namaz olmaz” hadîsini görmemiştir.” dediğini işittim. Halbuki Ebû Hanîfe bunu, defalarca basılmış, şerhedilmiş, elimizde mevcud meşhur “el-Müsned”inde rivayet etmiştir.

Eğer bu iddiada bulunan, imamın bütün eserlerini ta­mamen inceleyip de, eserlerde bu hadisin aynısını bulama­mış olsaydı bile, yine de imamın bu hadisi bilmediğini söy­lemesi caiz olmazdı. Bir baksana, sahih bir hadisi Buhâri ve Müslim’in eserlerinde arasan ve bulamasan, bu imamların bu hadîsi görmediklerini söylemen doğru olur mu? Eğer söylüyorsan, o zaman senin ne büyük ilmin var? Ne bü­yük imamsın sen!!!

İkincisi: Bir imamın bir hadise muttali olmadığını söy­leyen, sâdece kafadan konuşmaktadır ve müslümanların imamlarından biri hakkında, bilgiye, delil ve burhana da­yanmaksızın söz söylemektedir. “Bu hadîsi ben görme­dim” diye sanki imamın kendisi mi söylemiştir!?

Dolayısıyla, bu sebebin son olarak zikredilmesi; ilim mantığının ve imamlara karşı gösterilmesi gereken İslâmi terbiyenin gereği olan tabiî bir durumdur

Zekî bir müslüman, önce kendini itham eder ve imam­lara dil uzatıp, kendisinin muttalî olduğu bir hadisi gör­mediklerini söyleyerek onları itham etmez.

İmam es-Subkî (683-756)/nin “Ma’nâ Kavli’l-İmâmi’l- Muttalibi”, (s. 99)’da, İmam Ahmed b. Hanbel 4164- 241)’den naklettiği şu rivayetin güzelliğine bakınız:

es-Subki der ki: Ebû Eyyûb Hamid (Humeyd) b. Ah­med el-Basri şöyle demiştir: “Ahmed b. Hanbel’in yanın­da bir meseleyi görüşüyorduk. Birisi Ahmed’e: “Ey Ebû Abdillah, bu konuda sahih bir hadîs yoktur.” dedi. Ahmed ona: “Eğer bu konuda sahih bir hadis yoksa eş Şafiî (150- 204)’nin görüşü var. Onun delili bu konudaki en sağlam şeydir.” dedi.

Sonra İmam Ahmed sözüne devam etmiş ve adama, kendisiyle eş-Şâfii arasında geçen bir kıssayı anlatmıştır. Bu, eş-Şâfii bir görüş ileri sürdüğü zaman onun, mutlaka sünnetten bir delile dayanmış olduğunu fakat bu delilin, hem de kime, İmam Ahmed gibi birine kapalı kalmış oldu­ğunu gösterir.

İmam Ahmed şöyle demiştir: “eş-Şâfii’ye “Şu meselede ne diyorsun?” dedim, bunun üzerine eş-Şâfii bu konuda bir hadîs söyledi ki, hadîs tam bir nass idi.” Yani: eş-Şâfii nin gö­rüşüne o derece açık bir şekilde delâlet ediyordu ki, hadisin lafzının başka bir mânâya gelme ihtimâli yoktu.

İmam Ahmed, bu kadar yüksek bir edeb sahibi olursa, her müslümanın aynı şekilde davranması evleviyetle gere­kir. Alah bizi, bütün hayırlara muvaffak kılsın.

Bu sonuncu sebeple ilgili olarak ortaya atılan şüphele­re gelince, bunlar şunlardır:

1- Bir kimse şöyle diyebilir: İmamların bazı hadisle­ri görmediğini delillerle gösterdiğine göre, buna bakarak onlar hakkında “Yine bu meselede, o imamın başka şeyle­ri, keza üçüncü ve dördüncü ilah… meselede başka şeyleri görmemiş olması da mümkündür.” denebilir. “O halde, bir meselede mutmain olabilmemiz için delili kendimiz araş­tırmalıyız.” denebilir.

Cevab: İmamın görmemiş olduğu şeyler, nâdir ve az olup, ashabı da onun bu noksanlığını tamamlamış; Ebû Hanîfe’nin ashabından Ebû Yûsuf (113-82) ve Muhammed (129-187); eş-Şâfii’nin ashabından el-Muzenî (v. 264) ve el Buveyti (v. 231); Mâlik’in ashabından Eşheb (140-204) ve İbn el Kasım (v. 191); keza Ahmed (164-241)’in de ashabın­dan bunlar gibi bir grup imam, kendi mezheblerini tamam­lamışlar ve bu suretle, bu mezhebler iyice oturmuştur.

O, İslâmın altın çağında yaşamış müctehid bir imam iken yine de pek az bazı şeyleri görememişse, son saflar­da bulunan bir mukallid, ana meselelerle ilgili pekçok şeyi haydi haydi göremez.

İmam, nâdir olduğu için misâl vermesi bile zor olan pek az meselede, bazı şeyleri göremediği zaman; nâdir 0lan bir hükmü, bütün meselelere teşmil etmek, akıl ve ilim mantığına sığmaz. Bilakis mantık, küll’ün hükmünün nâdir olanlara teşmil edilmesini gerektirir.

Yâni biz, “İmam bu hadîsi görmemiş ve falan mesele­de şu hükmü vermiştir. Onun şu hadîsi görmemiş olması da muhtemeldir. Bu sebeple falan meselede de şu hükmü ver­miştir. Bu şekilde bu ihtimâl, imamın ictihadlarının tamâmı için mevzûu bahistir. Binâenaleyh biz, imamlardan ayrı ola­rak kendimiz yeni bir fıkıh tesis etmeliyiz. Çünkü bu ihtimâl karşısında imamlar arasında fark yoktur.” diyemeyiz.

Bilâkis şöyle dememiz gerekir: “İmam falan mese­lenin deliline muttali olmuş ve o delile göre hüküm ver­miştir. İkinci bir meselede de, onun deliline muttali olmuş ve o hükme varmıştır. İşte onbinlerce meselede durum bu şekildedir.Bu meseleye gelince -onbinlerce meseleden sa­dece bir tanesidir- onun deliline muttali olamamıştır.” de­riz ve imamın başka delillere muttali olduğunu bildiğimiz için, burada durur, daha fazla birşey söylemeyiz. Bu du­rum sayılamayacak kadar çoktur.

2- Bazıları da şöyle demektedir: Bugün hadis kitapla­rı pek çoktur. Bugünkü araştırıcılar, geçmişte eskilerin elin­de mevcud olandan daha çok sayıda hadislere sahiptir. Bu kitapların çeşitli fihristlerle birlikte basılması neticesinde, bu eserlerden istifâde imkânı, eskilere nisbetle daha çok­tur. Bu sebeple bu eserlere başvurarak, orada sabit olan hükümleri alıp, diğerlerini terketmek; orada delili olan fıkhi hükümleri tesbît edip, delili olmayanlarından ayırmak kolaylaşmış olacaktır.

Bunun cevâbı birkaç noktadan verilebilir:

a– Bugün en büyük hadîs kitabı, el-Muttakî el Hindî’nin “Kenzu’l-Ummâl”idir. Bu eserde kırkaltıbin hadîs vardır. Ancak bu eserden, yukarıdaki sözü söyleyenin anlattığı şe­kilde istifâde etmek mümkün değildir. Çünkü kaynakların çoğuna müracaat edip, hadîsin senedinin tedkiki mümkün değildir. O takdirde iş, hadislerin senedlerinin bilinmesi­ne bağlıdır.

b– Kenzu’l-Ummâl’deki hadîslerin sayısı, müctehid imamlarının işittikleri ve kendilerinden nakledilmiş olan hadîslerin sayısından çok daha azdır. İmam Ebû Hanîfe’nin, zikretmedikleri bir yana, sâdece eserlerinde zikrettiği hadîslerin sayısının yetmiş küsur bin olduğu önceki sayfalar­da geçmişti. Yine orada, imam’ın “el-Asâr” adlı eserini kırk- bin hadisten seçerek meydana getirdiğini zikretmiştik.

Daha önceki sayfalarda da, İbnu’l-Heyyâb’dan İmâm Mâlik’in işitip de rivayet etmedikleri hâriç, yüzbin hadîs riva­yet ettiği de geçmişti. İmam Ahmed (164-241)’in, el-Müsned adlı eserini yediyüzellibin hadisten seçtiği meşhurdur.

İ’Iâmu’l-Muvakkı’în, I. 45’de zikredildiğine göre, biri­si imam Ahmed’e “Bir kimse yüzbin hadis ezberlerse fakih olmuş olur mu?” diye sormuş, imam da “Hayır (fakih olmuş olmaz)” demiş, adam “îkiyüzbin hadis ezberlerse?” diye sormuş, yine “Hayır” demiş, “Üçyüzbin ezberlerse?” diye sormuş, yine “Hayır” demiş, “Dörtyüzbin hadis ez­berlerse?” diye sorunca, imam eliyle “Şöyle böyle”, yani, “Eh, böyle bir kimse belki insanlara fetva veren müctehid bir fakih olabilir.” mânâsına eliyle işaret etmiştir.

Gerçi bu büyük mikdarlar içersine; mevkuf, maktu’, mükerrer isnadlı hadislerin dâhil olduğunu inkâr etmiyor.Lâkin mevkuf rivayetlerle, mükerrer isnadlı rivayetle-  bu gibi mükerrer isnadlı hadîslerden herbirinin laf­zı değişik olmaktan hâli değildir- hadîsi anlama ve ondan istifâde etmede büyük rolü olduğu için, yine de büyük bir fark mevcuttur.

c- Bu kadar çok hadîsin mevcud olduğunu farzetsek bile, diğer ihtilaf sebepleri mevcud olmağa devam etti­ği müddetçe, imamlar arasındaki ihtilâflar ortadan kalk­maz ve devam eder. Diğer ihtilâf sebeplerinin, imamların ihtilâfındaki rolü, bahsetmekte olduğumuz dördüncü se­bepten çok daha büyüktür.

d– Yine, mevcud hadîslerin ictihâd için kâfî olduğunu farzetsek büe, hadislerin çok olması, ictihad için tek başma yeterli değildir. Peki, ictihâd için gerekli diğer şartlar nere­de? Ki bunlar da; usûl ile ilgili kendi tercih ettiği hüküm­leri ve kaideleri koyabilmesi için, müctehidin bütün İslâm ilimlerinde: Usûlu’d-Dîn (Tevhid), Tefsir, Fıkıh ve fıkıh usûlünde imam olmasıdır. Onun, başkasının usûl prensip­lerine dayanması caiz değildir. Şayet dayanacak olursa, ic­tihad iddiasında bulunduğu, halde, mukallid olmuş olur. Ayrıca, arapçanın muhtelif dallarında; Nahiv, Sarf, Lügat, îştikâk’da ve Maânî, Beyân ve Bedi’ gibi belagat ilimlerin­de de imam olması gerekir.

Ayrıca, ibâdet, takva, verâ’, zühd, nefis tezkiyesi gibi sâlih amellerle ve İslâm dininin kemâlâtıyla mutasıf olma­sı ve bu sahada da imam olması gerekir.

et-Taberâni nin “el-Mu’cemu’l-Evsat”ında Hz. Ali’den ri­vayet ettiği bir hadiste Resûlullah bu hususa dikkat çekmiştir. Hz. Ali, “Yâ Rasûlullah, bir meseleyle karşılaştığımızda, bu­nunla ilgili bir emir veya nehiy bulamazsak, ne yapmamızı emredersiniz?” demiş, Rasûlullah da “O meselede, fakîhlere ve âbidlere danışın. Bir tek görüşe göre amel etmeyin.” ceva­bını vermiştir. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’inde (1.178) bu hadîsin râvilerinin; rivayetleri sahih sika kimseler olduğunu söylemiştir, es Suyûtî de, Miftâhu’l-Cenne, s. 40’da, bu hadi­sin sahih olduğunu söylemiştir..

Rasûlullah bu hadisinde, ilim ve anlayış yanın­da ibâdetin de şart olduğuna işaret ederek “Fâkihlere ve âbidlere…” buyurmuştur.

ed-Dârimi’nin es-Sünen’inde (I. 49) mürsel olarak ri­vayet ettiği şu hadis de bu mânâyı desteklemektedir. Rasûlullaha, Kitâb ve Sünnette cevâbı bulunmayan, sonra­dan ortaya çıkacak meselelerde nasıl bir yol takib edilece­ği soruldu, “O meselede mü’minlerin âbidlerine müraca­at edilir.” dedi.

en-Nesâî, es-Sünen’inde (VIII. 230) İbn Mes’ûd’dan, onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bizim hüküm ver­me durumunda olmadığımız bir zaman geçti, sonra Al­lah (c.c.) bizim, gördüğünüz mevkie erişmemizi takdir etti. Bugünden itibaren, içinizden her kim hüküm ver­me mevkiinde bulunursa, Allah’ın Kitâb’ıyla hükmetsin. Eğer hükmü Kur’an’da bulunmayan bir meseleyle karşı­laşırsa, Rasûlünün hükmettiği ile hükmetsin. Şayet hük­mü Kur’an ve Sünnet’te bulunmayan bir meseleyle karşılaşırsa,sâlihlerin verdiği hükme uysun. Eğer ne Kur’an ve Sünnet’te hükmü bulunan, ne de sâlihlerin hüküm verdi-ği bir mesele ortaya çıkarsa, kendisi ictihâd etsin, “Ben korkarım’ demesin. Helâl bellidir, haram bellidir, bunun dışındakiler şüphelilerdir. Şüphelileri bırak, şüpheli olmayana sarıl.” Ebû Abdirrahman, yani İmam en-Nesâî, “Bu hadis son derece sağlamdır (Ceyyidun ceyyidun)” demiştir.

Sonra senediyle, Ömer b. el-Hattâb’ın, Kadı Şurayh (v. 80)’a gönderdiği mektubu rivayet etmiştir ki, o mektup da tamamen bu mânâdadır.

Meşhur sika râvîlerden ve Ebû Hanîfe (80-150)’nin has tilmizi olmada Ebû Yûsuf (113-182)’un arkadaşı Hafs b. Ğıyâs (117-177)’ın verdiği hükümleri tedkik ettiği za­man Ebû Yusuf şöyle demiştir: “Hafs ve emsalleri, geceleri çok namaz kılmakla (İlâhi) yardıma mazhâr olurlar.” Gece ibâdeti sâlihlerin şiarıdır. Bir defasında da, “Hafs Allah’ın rızâsını gözetmiş, Allah da onu muvaffak kılmıştır”; diğer bir rivayette de, “Gece ibâdetinden dolayı Allah onu mu­vaffak kılmıştır.” demiştir.

Tezkiratu’l-Huffâz, s. 526 ve Tehzîbu’t-Tehzib, VI. 448’de kendisinin ashabından Abdulvahhab b. Abdilha kem el-Verrâk (v. 250) hakkında Ahmed b. Hanbel (164- 241): “Salih bir adam. Bunun gibisini Allah, hakka isabet etmeğe muvaffak kılar.” demiştir.

Hattâ onlar, ilme; salâh, ibâdet, haşyet ve zühd gibi sı­fatlarla muttasıf olarak başlamak için, ilim öğrenmeğe baş­lamadan önce, Allah’a çokça ibâdetle meşgul oluyorlardı. İbn Ebî Hatim, el-Cerhu ve’t-Ta’dil’inin mukaddimesinde (s. 95) İmam, müctehid Sufyân es-Sevrî (97-161 )’nin, “Bir kimse ilim öğrenmek istediğinde, başlamadan önce yirmi sene ibadetle meşgul olurdu.” dediğini rivayet etmiştir.

3- Bu sebeple ilgili son şüphe de şudur: Onlardan ba­zısı şöyle demektedir: Eğer müctehid imamların hepsi de sünnete tamamen muttali olmuş olsalardı, onların biri bile, herhangi bir meselede, zayıf bir hadîsi delil olarak kullan­maz ve bu imama muhalif olan başka bir imamın elinde, bu zayıf hadise mukabil sahih bir hadis bulunmazdı. Çün­kü sahîh hadîs olunca zayıfına ihtiyaç kalmaz. İmamın za­yıf hadîsi delil Olarak kullanması, onun bu sahih hadîsi görmediğine delâlet eder.

Bunun cevabı şudur: İmamlar sünnete tamamen mut­tali olmuşlardır. Onların hayatlarını, araştırıcı bir gözle, in­saflı ve kalbi onlarla ilgili şüphelerden ve ve onları küçük görmekten uzak olarak inceleyen bir kimse, bunun böyle olduğunu görecektir.

İmamların, kırkaltabin küsur muhalif sahîh hadisler bulunduğu halde, zayıf hadîslerle istidlal etmesine gelin­ce, insaf sahibi herkes bilir ki, bu sözde mugalâta vardır ve hakikat tersyüz edilmiştir. Bunu açıklamak için, birkaç i nokta üzerinde durulması gerekir.

Birinci nokta: Bir mezhep imamının dayandığı deliller. sadece o mezhebin fakîhlerinin kitaplarında, o mezhe­bin delili olarak zikrettikleri hadîslerden ibaret değildir. Evet, çoğu zaman mezheb imamının delil olarak kullan­dığı hadisi zikretmekte, mezheb imamıyla müttefiktirler. Fakat bu muvafakat, imamın tercih etmiş olduğu görüşün delili olarak zikrettikleri her hadîse şâmil değildir.

Zikrettikleri fıkhi hüküm, o imamın verdiği hüküm­dür; Lâkin çoğu zaman, delil imamın delili değildir. Bu sa­dece, o müellifin, imamının verdiği hükme uygun buldu­ğu ve o hükmün delili olarak zikrettiği bir hadîstir. Mezheb imamının ise başka bir delîli vardır ki, onu en iyi Al­lah bilir.

Bu mülâhaza, ençok Hanefi mezhebi için geçerlidir. Çünkü Ebû Hanîfe fıkhını ve delillerini bizzat kendisi ted­vin etmemiştir. İmam Mâlik ve Ahmed’in de durumu he­men hemen budur. İmam eş-Şâfii de el-Umm adlı eserin­de fıkhının ve delillerinin ancak az bir kısmını zikretmiştir.

Meselâ Hanefî, el-Merğinânî (v. 593)’nin el-Hidâye’sinde; Şafiî, eş-Şirâzî (393-476)’nin el-Muhezzeb’inde; Mâliki İbn Ebi Zeyd eİ-Kayravâni (v. 386)’nin er-Risâle’sinde ve Hanbelî İbn Kudâme (v. 620)’nin el-Muğni sinde ve diğer kitaplarda­ki pekçok hadis, aslında o mezhebin imamının delili değildir.

Mezhebin kitaplarından birinin hadîslerini tahric et­miş olan bazıları, mezheplerden birisine noksan isnâd etme hatâsma düşmüşlerdir. Çünkü onlar, bu kitabın ha­dislerinin çoğu hakkında muhaddislerin, “Mevzu bir ha­distir, zayıf bir hadîstir, merfû olarak böyle bir hadîs bilin­memektedir…” dediklerini görmüş ve bu hadislerin bizzat mezheb imamının delili olduğunu zannetmişlerdir. Mev­zu hadislerle istidlal eder, mevkuf ve maktu hadisleri ref ederse, onun Allahın şeriatında imam ve müctehid oldu­ğunu nasıl kabul edebiliriz ki!?

İkinci nokta: Bazan fakîh, bir delili zikreder ve delîl hakîkaten imamının da delilidir. Sonra bir muhaddis, mez­heb imamlarından sonra yaşamış muhaddislerin kitapla­rından; Süneni Erbaa, Müsnedler ve Mu’cemler v.s. kitap­lardan o hadisi bulur ve bu müctehid imam bu hadîsi, ken­dine has bir isnadla, delîl olarak kullanılmağa elverişli sa­hih bir senedle rivayet etmiş olduğu halde, o kimse bu ki­taplardaki isnadlara bakarak o hadisin zayıf veya mevzu I olduğuna hükmeder ve tabii o zaman, bu hadis de delil olarak kullanılmağa elverişli olmayacaktır.

Her kim hadisi, Ashâb-ı Tahrîc’in itimâd ettikleri, elde mütedâvil hadis kitaplarındaki, muhaddislere aid tarikler­den incelerse; hadîsin delil olmağa elverişli olmadığını gö­rür ve imamı kötülemeğe, ayıplamağa girişir ve içinde giz­lediklerini ağzından kaçırır.

Her kim de o hadîsi hakkıyla araştırır, bizzat mezheb imamlarının kitaplarında arar ve -eğer bize kadar gelmiş­se- bulursa, onun sahîh ve delil olarak kullanılmağa el­verişli olduğunu görür ve hakimin hakkını teslim eder, imamların gerçekten imam olduğunu kabul ederek onlara boyun eğer, onları kötüleyenlere de aksini yapar.

Şimdi bunun misâllerini görelim:

Fethu’l-Kadir şerhi ile birlikte bulunan el-Hidâye’de (IV. 139) el-Merğinâni (v. 593) “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” hadîsini zikretmiş ve merfû oldu­ğunu söylemiştir. ez-Zeylai de bunu Nasbu’ r-Râye’de (III. 333) senedindeki inkıta’ ile birlikte Hz. Ömer’in ve ayrıca Muaz b. Cebel, İbn Mes’ûd ve Ukbe b. Amir’in sözü olarak tahric etmiştir. Bunlara varan isnadda İbn Ebî Ferve vardır ki, metruk bir râvidir. Aynı sözü, ez-Zuhrî’nin sözü olarak da rivayet etmiştir. ez-Zuhrî (50-124) Tâbiîndendir ve sözü (şer’i bir) delil olamaz.

İbn Hazm (v. 457) bu hadîsin merfû olduğunu kabul etmediğinden, el-Muhallâ’da, (XI. 152,153) ona ve bu hadîsle amel eden fakîhlere sert bir dille çatmış ve âdeti ol­duğu üzre, uzun uzun yazıp çizmiştir.

el-Kemâl b. el Hümâm (v. 861)’da Fethu’l-Kadir’de ona cevab vermiş ve hadîsin manasının doğruluğunu,Sahihayn’daki bazı hadîslerle ispat etmiş ve şöyle demiş­tir: “Rasûlullah’tan ve Ashâb’tan rivayet edilenler incelendiginde, bu mesele kesin bir şekilde hallolur. Nitekim Rasûlullah’ın zinasını ikrar ettikten sonra Mâiz’e “Herhal­de sen onu öptün, belki de sadece temas edip dokundun/’dediğini ve her seferinde onun “Evet Öyle” demesini kendisine telkin ettiğini biliyoruz. Bunun; Mâiz bu “Evet öyle”sözünü söyleyince bırakılmasından başka mânâsı ve fay-dası yoktur. Aksi takdirde bu sözler, faydasız ve mânâsız  olurdu.

Rasûlullah (s.a.v.), borcunu îtirâf edene, “Belki de sen­de emânet idi de kaybolmuştur.” veya benzeri sözler söy­lememiştir. Hâsılı bütün bunlardan, had cezalarının şüphe karşısında kaldırılacağında, şüphe olmadığı anlaşümakta- dır. Bu, şer’an sabit olan kesin bir mânâdır. Bunda şüphe etmek, zaruri bir şeyde şüphe etmek demektir.”

Bu, nefis bir incelemedir. Bunun neticesi, hadisin sahih ve merfû bir tarikle sabit olduğunun ortaya konmuş olma­sıdır. ‘

Bu, “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırınız.” hadisini, Ebû Hanîfe de Müsned’inde rivayet etmiştir. Müsned’in “Kitâbu’l-Hudûd”unun dördüncü hadisidir. (Bkz: Matbaatu Şeriketi’l-Matbûâti’l-İlmiyye tab’ı, s. 32) Ayrıca, Allâme es-Sünbühli (?) ‘nin Tensiku’n-Nizâm Şer- hu Musnedi’l-İmâm, adlı eserinin (Karaçi tab’ı) 157. say­fasında zikredilmiştir. Senedi şudur: Miksem (v. 101), İbn Abbâs’ın, “Rasûlullah (s.a.v.) “Şüpheli durumlarda had ce­zalarını kaldırınız.” buyurdu.” dediğini rivayet etmiştir.”

Miksem sika’dır. Zamanında, Mısır’ın imamı Ah- gned b. Salih el-Mısrî (170-248), el-Iclî (182-261), Yâkub b. Sufyân (v. 277) ve ed-Dârakutni (306-385) onun sika oldunu söylemişlerdir, ibn Abbâs ise malum! Merfû olarak Abbâs a varan, bundan başka sahih bir isnâd yoktur.

Buradan anlıyoruz ki, mezheb imamlarının kendileri­ne has isnâdları vardır. Yine anlıyoruz ki, onların fıkhının hadîslerini, mümkün olduğu takdirde kendi eserlerinden tesbit etmek zaruridir. Eğer mümkün olmazsa, o hadîsleri diğer muhaddislerin eserlerinden ve bu muhaddislerin tahric ettikleri hadîslere bakıp, imamlar aleyhine hüküm vermemek ve bu hadîsleri, onların mezheblerinin zayıflı­ğına delil saymamak şartıyla, tahric ederiz.

Ben bu mülâhazada, Allâme, Fakih Kasım b. Kutlu- boğa el-Cemâlfnin, “Munyetu’l-Elma’î fî-mâ Fâtemin Tahrîci’l-Hidâyeti li’z-Zeyla’î” adlı risalesinden faydalan­dım. Çünkü o, Nasbu’r-Râye’nin eksiklerini tamamladı­ğı hadislerin çoğunu, Hanefî fıkhının gerek hadîs ve gerek fıkha dâir ana kaynaklarından çıkarmıştır.

Üçüncü nokta: Bazan, fakih imamların delili olan hadîslerin, ister kendilerine âid, ister muhaddisler tarikiy­le olsun, isnadlarının zayıf oluşu doğru olabilir. Lâkin on­ların Kur’an ve Sünnet’ten veya ikisinden, bunları destek­leyecek sayısız delilleri olur.

Bu mülahaza: İmam İbnu’l-Hümâm’ın, “Şüpheli du­rumlarda had cezalarını kaldırınız.” Hadisinin zayıf oldu­ğunu kabul etmekle beraber, hadisin mânâsını takviye etmede tâkib ettiği yol’dan çıkarılabilir.

Bu noktayı ortaya koyan diğer bir misâl de şudur: Fukahâ, İbn Abbâs’ın “Boşama hakkı, ancak kadın­la evlilik münasebetinde bulunana (kocasına) aittir.” merfû hadîsiyle istidlal ederek, boşama hakkının erkeğe âid olduğu­nu söylemişlerdir. Bu hadîsi, İbn Mâce (1.672de) Yahya b. Bukeyr -İbn Lehfa- tarıkıyla rivayet etmiştir. İbn Lehfa zayıf ve muhtelit bir râvîdir. Hadîsi İbn Mâce’den başkası da rivayet etmiştir. O tarîkler de, zayıf râvilerden hâli değildir. Bu hadîs hakkında en fazla söylenebilecek olan şey, eş-Şevkâninin, Neyful Evtâr (VI. 253)’daki “Hadisin çeşitli tarîkleri birbirini takviye eder.” sözüdür ki, hadîsin hasen olduğunu söyleyen­ler de, bundan dolayı söylemişlerdir.

Bununla birlikte, hadisin zayıf olduğunu kabul etsek bile, onun delil olarak kullanılmasını tenkid etmemiz ge­rekmez. Çünkü o zayıf hadisi destekleyen ve boşama’yı kadına değil erkeğe izafe eden Kur’an âyetlerinden delil­ler vardır. Allah (c.c.) “Ey Peygamber (ve Ümmeti) kadın­ları boşadığınız zaman, onlan temizlik müddetleri içersin­de boşayın. (Talâk 1)” ve “Kadınları boşadığınız zaman id- detleri tamamlanınca… (Bakara 231)” ve “Boşanmış kadın-

lar kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler… (Bakara 228)” buyurmuştur. Bunun benzerleri çoktur.

İbn el-Kayyım da buna işaret etmiş ve Zâdul-Ma’âd’da, “Rasûlullah’ın, boşama hakkının koca’nın elinde olup, baş­kasının hakkı olmadığına hükmettiğine dâir kısımda (ez- Zurkâni’nin Şerhu’l-Mevâhib’inin haşiyesinde, VII. 201’de) şöyle demiştir: “Zikredilen îbn Abbâs hadîsinin isnadında zayıflık varsa da, Kur’an onu desteklemektedir ve fakihler de bununla âmel edegelmişlerdir.”

Bu suretle hadis hüccet (delil) olur ve muhalefeti caiz olmaz.

Bazan fıkıh musannifları bir hükmün delilini zikre­derler ve onu merfû bir hadîs olarak Rasûlullah’a nisbet ederler; muhaddisler ise bunu, Tâbiîn’den falan ve falanın sözü olarak tahrîc ederler, bunu gören de fıkhî hükmün or­tadan kalktığını ve kökünden ilğâ edildiğini; binâenaleyh fakîhlerin fıkhı ile müctehidlerin içtihadının bâtıl olduğu­nu zanneder. Halbuki bu meselenin kati ve zan ile değil kesinlikle sabit bir delili vardır.

Bunun misâli, bazılarının öğle ve ikindinin farzında kıraatin kendi içinden yapılacağına ve yüksek sesle okun­mayacağına dair istidlalidir. Onların bu konudaki delili, “Salâhı’n-Nehâri Acmâun=Gündüz kılman namazlar dil­siz (seşsiz)dir.” hadisidir. Halbuki hadis bâtıldır ve merfû olarak aslı yoktur. Bu sâdece, Mucâhid (21-100-4), Ebû Ubeyde b. Abdillah b. Mes’ûd (v. 80’den sonra) gibi bazı Tabiîlerin sözüdür. Bunu Hafız ez-Zeyla’i Nasbu’r-Râye de, II. cildin başmda ve es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene (s. 265, 266)’de ve bunun benzerini Abdurrazzak, el- Musannefinde (II. 493) el-Hasan el-Basri (32-110)’nin sözü olarak nakletmişlerdir.

Şu kadar var ki, bu, fıkhı hükmün bâtıl olmasını ve gündüz namazlarında açıktan kıraat etmeyi kendimi­ze mubah kılmamızı gerektirmez. Çünkü bu hüküm, el- Buhâri’nin Habbâb b. el-Erati hadîsiyle sabittir. Habbâb’a (.a.) “Rasûlullah öğle ve ikindi namazlarında birşey oku­yor muydu?” diye soruldu, “Evet” dedi. Biz, “Okuduğu­nu nereden anlıyordunuz?” dedik, “Sakalının oynamasın­dan.” cevâbını verdi.

Sahihu Müslim’de de, Ebû Sa’îd el-Hudriden, onun şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullahın öğle ve ikin­dide kıyamda ne kadar durduğunu ölçtük: öğle namazının ilk iki rekatinde “Secde” sûresi okunacak kadar durduğu­nu, son iki rekatinde de bu müddetin yansı kadar durdu­ğunu gördük…”

İkisi de Sahihayn’da bulunan bu hadîslerin, mezkûr hükmü desteklemesine; müslümanların bu hükmü nesil­den nesile nakletmesini ve hiçbir itiraz görmeden onlar arasında yayılmış olmasını da ilâve etmek gerekir. Bütün bunlar kat’ıyyet ifade eder, o halde bu hükmün sahih oldugu; kendilerine uyulması veya görüşlerinin kabul edilmesi vâcib olmayan seleften bazılarının sözünden ibaret mak­tu’ bir hadis’e değil, sahih olduğu kat’î olan bir delile da­yanan bir hükümdür.

Aslında zayıf, fakat hârici şâhid ve delillerle kuvvet­lendirilmiş olan bu hadislerle istidlal edenler, sâdece, bu hadîslerin hükme açık bir şekilde delâlet etmelerinden do­layı istidlal etmiştir, yoksa onların zâti kuvvetlerinden do­layı değil.

Bütün bunların hulâsası şudur: Bugün elimizde mevcud fıkıh kitaplarında gördüğümüz zayıf ve benzeri hadîslerin kimisi bizzat imamın delilidir, kimisi de -ki bu pek çoktur- bunu delil olarak kabul eden müellifin istidlal­leridir.

Hadislerin zayıf olması, bu hadîslere istinâd eden hük­mün de zayıf olmasını gerektirmez. Çünkü bazen Kur’an âyetlerinden, bazen de kesinlikle sabit sahîh hadîslerden onu destekleyen deliller bulunur.

Dördüncü nokta: Bazan bir hadîsin, hem müctehi- de hem de muhaddislere aid tarikleri zayıf olur, onu sa­bit ve sahih kılacak deliller (şevâhid) de bulunmaz, lâkin imamın bununla, mezhebine uygun olarak istidlali; başka hadis bulunmadığı ve daha önce açıkladığım gibi, çok za­yıf olmadığı zaman; zayıf hadîsle ihticâc etme kabilinden olur. Hadîsin zayıfı ise, re’y ve kıyastan hayırlıdır. Vallâhu a’lem.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.