Rabıta, müridin kendisini mürşidiyle yüz yüze gelmiş gibi hayal ederek ondan manevî feyiz aldığını zihninde canlandırmasıdır.
Bu uygulama ilk olarak Nakşibendî tarikatında, özellikle Hint kökenli şeyhler arasında ortaya çıkmıştır. Rabıtanın kuralları ve ayrıntıları ilk kez Nakşibendî tarikatının önemli simalarından Halid-i Bağdâdî (ö. 1825) tarafından sistemleştirilmiş ve Halidiye koluna bağlı bazı kitapçıklarda yer almıştır. Rabıta kelimesi daha önce de kullanılsa da, bu sadece kelime anlamıyla sınırlıydı; Halid-i Bağdâdî’den önceki hiçbir Nakşibendî veya diğer tarikat kaynaklarında, müridin şeyhine rabıta yapması gerektiğine dair bir ifade yer almamaktadır.
Rabıtanın tasavvuf geleneğine dâhil olmasında Halid-i Bağdâdî’nin Hindistan seyahati belirleyici olmuştur. Bu seyahat sırasında, Budist rahiplerin müritleri üzerinde uyguladığı meditasyon tekniklerinden etkilenmiş ve benzeri yöntemleri kendi müritlerine uygulamaya başlamıştır. Böylece rabıta adı altında ortaya konan uygulamanın temelleri atılmıştır.
Rabıta zamanla sadece Nakşibendîlik içinde değil, diğer tarikatlar arasında da yayılarak tasavvufun temel esaslarından biri hâline gelmiştir. Her tarikat kendi içinde azda olsa farklı tanımlar ve küçük değişiklikler yapmış olsa da öz itibarıyla rabıta; şeyhin hayal edilmesi, ruhaniyetinin çağrılması ve ondan medet umulmasıdır. Bu yönüyle rabıta, açıkça bir ruh çağırma ayinidir.
Rabıta ve Ruh Çağırma Ayini
Ruh çağırma, diğer batıl dinlerde de farklı adlar altında uygulanmaktadır. Aziz, ermiş, dede, ruhban ya da evliya olarak görülen bazı kişilerin, Tanrı katında yüksek bir makamda olduğuna inanılır. Bu kişilerin Allah ile insanlar arasında aracı oldukları, olağanüstü güç ve yetkilerle donatıldıkları kabul edilir. Bu sebeple bu kişilere yapılan rabıta, onları kutsallaştırma ve ilahlaştırma sürecinin bir parçası hâline gelir.
Hâlbuki İslam’a göre vefat etmiş kimselerin ruhları berzah âleminde bekletilir; geri döndürülmeleri veya çağrılmaları mümkün değildir. Hayatta olan insanların ruhları da bedenlerinden ayrılarak başka bir mekânda zuhur etmez. Allah-u Teâlâ bu yetkiyi yalnızca meleklere ve cinlere vermiştir; insanlara değil. Dolayısıyla rabıta, hem itikadî bir sapma hem de şirk tehlikesi taşıyan bir bidattir.
Tasavvuf Önderlerinin Rabıta Tanımları
Halid-i Bağdâdî, “Risâletün fî Tahkîki’r-Rabıta” adlı eserinde rabıtayı şu şekilde tanımlar:
“Müridin, Allah’ta fani olmuş şeyhinin suretini sürekli zihninde canlandırması ve onun ruhaniyetinden yardım istemesi demektir. Bu, müridin edeplenmesi ve şeyhinin huzurunda olduğu gibi, gıyabında da feyiz alabilmesi için gereklidir. Çünkü mürid, ancak şeyhinin suretini hayal etmekle huzur bulur, nurlanır ve çirkin davranışlardan sakınır.”
Muhammed Emin Erbilî, “Tenviru’l-Kulûb” adlı eserinde rabıtayı şu ifadelerle tarif eder:
“Zikrin dokuzuncu şekli mürşide rabıta etmektir. Bu, müridin kalbini şeyhinin kalbine yöneltmesi, onun şeklini hayal etmesi, kalbine nur okyanusundan feyizlerin aktığını düşünmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Zira müridin Allah’a ulaşabilmesi için vesilesi şeyhidir.”
Abdülhakîm Arvâsî de “Rabıta-i Şerîfe” risalesinde rabıtayı şöyle tanımlar:
“Rabıta, ilahî sıfatlarla tahakkuk etmiş bir kâmil zata kalp bağlayıp, huzurda ve gıyabında o zatın suretini hayalinde muhafaza etmektir.”
Rabıta Nasıl Yapılır
Tarikatlarda rabıta genellikle üç şekilde icra edilir:
1 – Mürid, şeyhinin suretini hayalinde canlandırarak iki kaşı arasına bakar ve ruhaniyetine yönelir. Bu hal, kendinden geçinceye kadar sürdürülür.
2 – Mürid, kendini şeyhinin şekil ve suretine bürünmüş olarak hayal eder. Buna “telebbüs rabıtası” denir.
3 – Mürid, şeyhini kalbinin ortasına indirir ve kalbini uzun bir dehliz gibi düşünerek, şeyhini bu dehlizden kendisine doğru yürürken tasavvur eder.
Mehmed Zahid Kotku, “Tasavvufî Ahlâk” adlı eserinde insan-ı kâmili şöyle tarif eder:
“İnsan-ı Kâmil, Mir’âtullah’tır. Her kim kâmil insanın ruhaniyetine basiret gözüyle bakarsa, onda Cenâb-ı Hakk’ın tecellisini görür.”
Bu tanıma göre demek ki rabıta; Allah’ın aynası olan ve kendine ‘İnsan-ı Kâmil’ denilen bu şekilde yarı insan, yarı tanrı ve insanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan birilerine yapılıyor.
Rabıta ile Ölülerden Medet Beklemek
Arvâsî, “Mezarlara Rabıta Keyfiyeti” başlıklı metninde, müridin ölmüş bir şeyhe nasıl rabıta yapacağını detaylarıyla anlatır. Mezar başında oturan mürid, dış âlemle bağını koparır; kalbini temizler, şeyhin ruhaniyetini nurdan bir varlık olarak tahayyül eder ve ondan feyiz bekler. Bu şekilde mürid, mezardaki kişiden ruhsal yardım ve enerji talep eder.
Oysa Kur’an’a göre ölüler, genel anlamda ne işitir ne cevap verir ne de yardım edebilirler. Allah Teâlâ, ölülerden medet ummayı, şirk ve sapıklıkla eş tutmaktadır:
“Allah’ın yanı sıra, kıyamete kadar dualarına karşılık veremeyecek olan putlara ve benzeri yaratılmışlara yalvaranlardan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, onların yakarışlarından habersizdirler.” (Ahkâf, 46/5)
Tasavvuf Ehlinin Rabıtaya Getirdiği Delillere Gelince
Tasavvuf ehli, rabıtayı ya uydurma hadislere dayandırmakta ya da rabıtayla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan sahih hadislere ve ayetlere zoraki yorumlar yükleyerek meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Bu kişiler, selef-i sâlihîn ve müfessir âlimlerin hiçbir şekilde bu anlamı çıkarmadığı ayetleri ve hadisleri, rabıtaya delil gösterme çabası içindedir.
Tasavvuf Ehli Uydurma Hadisleri Rabıtaya Delil Getirmeye Çalışır
Uydurma bir hadiste şöyle denmektedir:
“Hz. Ebû Bekir, Resûlullah’ı (s.a.v.) tuvalette bile hatırından çıkarmadığını söyleyince, Peygamberimiz bunun pek önemli olmadığını haber vermiştir.”
Oysa bu rivayet, hem senet hem de metin açısından sahih olmayıp uydurma bir hadistir.
Bir başka uydurma rivayet ise şöyledir:
“İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız, kararsız kaldığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.”
Hadis ilmine vâkıf âlimlerin ittifakla belirttiği üzere, bu söz de uydurmadır. Güvenilir hadis kaynaklarında böyle bir rivayet yer almamaktadır.
Tasavvuf Ehli Sahih Hadisleri Rabıtaya Delil Getirmeye Çalışır
Tasavvuf ehli yalnızca uydurma hadisleri değil, aynı zamanda rabıtayla hiçbir ilgisi olmayan sahih hadisleri de bu amaca hizmet ettirmek için kullanmaktadır. Meselâ, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Yine başka sahih rivayetlerde:
“Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek,”
“Beni, çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiçbiriniz gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” buyrulmuştur.
Tasavvuf ehli, bu gibi sahih hadisleri şeyhe duyulan aşırı sevgiye ve rabıtaya delil getirmeye çalışmaktadır. Oysa bu hadislerden rabıtaya delil çıkarılması mümkün değildir.
Tasavvuf Ehli Konuyla Alakası Olmayan Ayetleri Rabıtaya Delil Getirmeye Çalışır
Tasavvuf ehli tarafından savunulan rabıta, Kur’an ve Sünnete aykırı olmasına rağmen bazı ayetler saptırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak dikkatle incelendiğinde bu ayetlerin rabıta ile doğrudan ya da dolaylı bir ilgisinin bulunmadığı açıkça görülmektedir. Tasavvuf ehli, tefsir usulünden kopuk bir yaklaşımla, zahirî anlamları göz ardı ederek ayetleri keyfi yorumlarla tahrif etmektedir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve O’na vesileler arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa erebilesiniz!” (Maide, 5/35)
Bu ayet, takva, vesile arayışı ve cihad gibi üç temel emri içermektedir. Bu ayetin tefsiri şöyledir:
“Ey iman edenler! Allah’tan gelen ilkeler doğrultusunda hayatınıza yön vererek, her türlü kötülükten titizlikle sakının ve yaptığınız iyiliklerle yetinmeyerek, sizi O’na yaklaştıracak daha güzel ve yararlı davranışlar sergilemeye çalışın! Bunun için, karşınıza çıkacak her fırsatı, her imkânı ganimet bilin! O’nun sevgisini kazanmak için türlü sebepler, vesileler arayın ve O’nun yolunda malınızı ve canınızı feda ederek, yeryüzünde ilâhî adâleti egemen kılmak için var gücünüzle mücadele ve cihad edin ki, dünyada ve âhirette kurtuluşa erebilesiniz! Bunun için, asıl yatırımı ahirete yapmalı, dünyanın gelip geçici güzelliklerine kapılıp da, sizi bekleyen gerçek hayatı ihmal etmemelisiniz.” (Maide, 5/35)
Ayetin bu bağlamı, rabıta adı verilen ve şeyhin hayaliyle yapılan mistik trans hâlinin meşruiyetiyle hiçbir şekilde örtüşmemektedir. Kur’an’ın bu ayette vurguladığı vesile, doğrudan Allah’a yönelen meşru ibadetlerdir; herhangi bir şahsın zihinde hayal edilerek aracılık edinmesi değil.
Rabıtaya delil getirilmeye çalışılan bir başka ayetin meal ve tefsiri ise şudur:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten, korkun. Tasdik eden, sadıklarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119)
Bu ayetin tefsiri şöyledir:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten, isyan etmekten korkun. Yasakları çiğnemekten titizlikle sakının. Allah’ın koruması altında olmayı isteyin ve bunun için gereken her şeyi ciddiyet ve samimiyetle yerine getirin. Hayatın hangi noktasında, hangi zaman ve mekânda, hangi konum ve durumda olursanız olun unutmayın orada sizi cennete götüren bir yol vardır. Bu yol Kur’an ve sünnet ile açıkça beyan edilmiştir. O yola girmeye, o yolda olmaya çalışın. Yani takvalı olun. Bir de Allah ve Resulü’nün bildirdiği hakikatleri tasdik eden, gerçekten yürekten inanan ve bu imanına sadakatle bağlılığını niyet, eylem ve söylemleriyle ortaya koyan sadıklarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119)
Bu ayetin mesajı, sadıklarla dostluk ve dayanışma içinde olmayı öğütler; ancak hiçbir şekilde şeyhi zihinde hayal ederek ona bağlanmak, onun ruhanî tasarrufuna sığınmak gibi bid’atları meşrulaştırmaz.
Maide Suresi 35. ayetin nüzul sebebi şöyle anlatılmaktadır;
Rivayet edildiğine göre Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir topluluk Medine’ye gelerek Peygamberimizi (s.a.v.) ziyaret etmiş ve müslüman olmuşlardı. Çölün havasından şikâyette bulunan bu adamlara Allah’ın elçisi ilgi göstermiş hem İslam’a ısınmalarını ve hem de dinlenmeleri için onları Medine dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki; bu vahşi çöl adamları konukladıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Peygamber (s.a.v.) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüşler ve develeri alıp kaçmışlardı. İşte Maide suresi 35. ayeti yakalanan bu canilere uygulanacak had cezasını bildirmek için kendisinden önceki ayetler ile bir bütünlük içinde nazil olmuştur. Bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah’ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 33-37. ayet-i kerimeler birbirini tamamlayıcı bilgiler olarak inmiştir.”
Tevbe Suresi 119. Ayetin nüzul sebebi o kadar meşhurdur ki
İlimden az çok nasibi olanlar bile bunu bilebilirler. Bu ayet Peygamber’in (s.a.v.) hicri 8. yılda tertip ettiği Tebük seferine katılmaktan geri kalan Şair Ka’b b. Malik, Hilal ibni Umeyye ve Mirara bin Rabi adlarındaki üç sahabe hakkında inmiştir. Bundan önceki ayette (Tevbe Suresi: 118) adları açıklanmamış olsa bile bu seferden geri kalan üç kişinin oldukları tüm âlimler tarafından icma ile kabul edilmiştir. Ve bu konuda sahihayn de ve sünenler de hadisler vardır. Şimdi bu ayetleri başka yöne çekenlerin iman, akıl, bilgi ve ahlak bakımından hangi alçaklıkta olduklarını bir kez daha teşhis edebilmek için bu ayeti ve önceki ayeti beraber okumak gerekir. Bu ayetler birbirini tamamlayıcı bilgiler içerdiği gibi ayetlerin sibakına/ öncesine ve siyakına/ sonrasına ve bakıldığında ne denilmek istendiği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Tevbe Suresi 119. ayetin öncesi ve nüzul sebebi
İyi birer müslüman oldukları hâlde, kendilerinden hiç beklenmeyecek bir gaflet göstererek Tebük seferine katılmayan üç sahabe uzun süre cezalandırılmışlar ve sonunda Allah-u Teâlâ onları affettiğini bildirmişti.
Allah, hiçbir mazeretleri olmadığı hâlde Tebük seferinden geri kalan; Kâb bin Mâlik, Mürâre bin Rabî ve Hilâl bin Ümeyye adındaki üç sahabenin tövbelerini kabul edip onları bağışlamıştır. Cihadı terk ettikleri için işledikleri suçun karşılığı olarak Resulullah (s.a.v.) onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu yüzden hiç kimse yüzlerine bakmıyor, en yakın dostları bile selâmlarını almıyordu. Doğup büyüdükleri şu yaşadıkları şehirde yapayalnız kalmışlardı. Hiçbir yerde huzur bulamaz, hiçbir şeyden tat alamaz olmuşlardı. Pişmanlık ve vicdan azabıyla içleri kan ağlıyordu.
Böylece, Allah’ın gazabından kurtulmak için, yine Allah’a sığınarak tevbe etmişlerdi. Nihâyet, elli günlük çetin bir imtihanın ardından, Onların tövbesinin kabul edildiğini bildiren ayetler indirildi. Yaşanan bu olaylar müslüman bir toplum için cihadın ne kadar önemli olduğunu, cihadı terk etmenin ise ne kadar büyük bir suç olduğu anlatılıyor. Bu suçu işleyenlerin tövbe ederek kendilerini düzeltmeleri gerekir. Bu olay, kıyamete kadar gelecek olan bütün tövbekârlara bir örnektir. Yüce Allah, müslümanların benzer hatalara düşmemesi için O’na karşı isyan etmekten korkmaya, yasakları çiğnemekten sakınmaya davet ediyor.
Allah’ın koruması altında olmayı isteyin ve bunun için gereken her şeyi ciddiyet ve samimiyetle yerine getirin. Hayatın hangi noktasında, hangi zaman ve mekânda, hangi konum ve durumda olursanız olun unutmayın orada sizi cennete götüren bir yol vardır. Bu yol Kur’an ve sünnet ile açıkça beyan edilmiştir. O yola girmeye, o yolda olmaya çalışın. Bir de Allah ve Resulü’nün bildirdiği hakikatlere gerçekten inanan ve bu imanına sadakatle bağlılığını niyet, eylem ve söylemleriyle ortaya koyan sadık Müslümanlarla bir ve beraber olmaya çalışın.
“Ertelenen üç kişinin de öyle ki, bütün genişliğine rağmen dünya başlarına dar gelmiş ve ruhlarını dayanılmaz sıkıntılar kaplamıştı. Allah’tan O’na sığınmaktan başka bir çare olmadığını anlamışlardı. Nihâyet, Allah onların tövbesini kabul etti ki, Rabblerine yönelip tövbe etsinler. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Tevbe, 9/118)
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten, korkun. Tasdik eden, sadıklarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119)
Rabıtanın Uydurma ve Saptırılmış Delillerle Savunulması
Tasavvufî anlayışta rabıta adı verilen uygulama, müridin şeyhinin suretini zihninde canlandırması, onun ruhaniyetinden yardım dilemesi, ibadet esnasında ona yoğunlaşması gibi bâtıl unsurlar barındırmaktadır. Bu uygulama, ne Kur’an’da ne sahih sünnette ne de selef ulemasının icmasında yer bulmuştur. Bunun aksine, İslam’ın özünde tevhid akidesi gereği ibadet yalnızca Allah’a yöneliktir.
Müridin şeyhine karşı duyduğu sadakat, zamanla bir bağlılıktan öte bir köleliğe dönüşmekte; irade ve kişilik erozyonuna sebep olmaktadır. Rabıta, kişiyi kulluktan uzaklaştırmakta, şeyhini ilâhî bir otoriteye dönüştürmektedir. Bu durum, Gümüşhanevî’nin “mürid, şeyhin elinde teneşir tahtasındaki ölü gibi olmalıdır” şeklindeki ifadeleriyle tasavvuf geleneğinde sistemleştirilmiş bir köleliğe işaret eder. (Gümüşhanevî, Câmiu’l-Usûl, s. 118)
Tefsirde Usul ve Bid’at Tehlikesi
Tefsirde temel ilke, ayetin bağlamı ve lafzî delaletidir. Herhangi bir ayeti keyfî bir yoruma tâbi tutarak, İslâm tarihinde görülmemiş bir uygulamaya meşruiyet kazandırmak; ayetlerin anlamını tahrif etmek demektir. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sözlerinden döndükleri için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden oynatıyor, anlamlarını değiştiriyorlardı…” (Maide, 5/13)
Bu ilahî ikaz, ilahi metinleri tahrif etmenin büyük bir cürüm olduğunu bildirmektedir. Ayetleri bağlamından koparıp rabıta gibi Kur’ân ve Sünnet’te temeli olmayan bâtıl uygulamaları meşrulaştırmak, tefsiri değil tahrifi ifade eder.
Tasavvuf Ehlinin Tahrifine Bir Örnek Daha
Tasavvuf ehlinin rabıtaya delil göstermeye çalıştığı ayetlerden biri de Yusuf Suresi 24. ayetidir. Tıpkı daha önceki örneklerde olduğu gibi, bu ayet de tasavvufçular tarafından bağlamından koparılmış ve hakikatten uzak, bâtıl anlamlar yüklenerek rabıtaya dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Oysa ayetin doğru meali ve tefsiri okunduğunda, şeyhe rabıta gibi bir uygulamayla herhangi bir ilgisinin olmadığı açıkça anlaşılır. Ayetin meal ve tefsiiri şöyledir:
“Gerçekten kadın Yusuf’u arzulamıştı; eğer ihanet ve nankörlüğün çirkin bir davranış olduğuna dair Rabbinin kendisine ilham ettiği uyarı ve işaretini göz ardı etmiş olsaydı, Yusuf da yenilip ona yönelecekti. Fakat Allah’ın yardımı sayesinde, arzularına gem vurarak iffetini korumasını bildi. İşte böylece Biz, onu kötülük ve ahlâksızlıktan korumak için kalbine sebat ve kararlılık verdik. Çünkü o; dürüstlüğü, samimiyeti ve tertemiz ahlâkıyla seçkin kullarımızdan biriydi.” (Yusuf, 12/24)
Bu ayet, Allah’ın peygamberi olan Yusuf’un (a.s.) iffeti korumaktaki kararlılığını ve Rabbinden aldığı manevî desteği vurgulamaktadır. Ayette ne bir insanın başka bir insanı hayal etmesi, ne de onun ruhaniyetinden yardım istemesi gibi rabıtaya benzer bir durum söz konusudur. Yusuf’un içsel direnci, doğrudan Allah’ın yardımıyla şekillenmiş; herhangi bir beşerî aracıya bağlanmamıştır. Bu apaçık gerçek, sağduyulu her müminin kolaylıkla kavrayabileceği bir husustur.
Ey hakikati örtüp bâtıla tapanlar! Ey körü körüne büyülenmiş kalabalıklar!
Allah’tan korkun ve O’nun ayetlerini tahrif etmeyin! Dinin özünü çarpıtarak kendi hevâ ve hevesinize alet etmeyin. İyi niyetiniz, samimiyetiniz ya da bağlılık iddialarınız; Allah’ın azabından sizi korumaya yetmez!
Teslimiyetin Adresi: Allah ve O’nun Elçisidir
Allah Teâlâ, gerçek teslimiyetin yönünü şöyle bildirmektedir:
“Eğer bunca delillere rağmen, onlar yine de hakikati kabullenmeye yanaşmayıp seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: “Ben, tüm benliğimle Allah’a teslim oldum, benim izimden gelenler de kendilerine kitap verilmiş olanlara ve ümmilere de ki: “Siz de teslim olmak istemez misiniz?” Eğer teslim olurlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, senin görevin, yalnızca ulaştırmaktan ibarettir. Allah, kulları görmektedir.” (Ali İmran, 3/20)
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim sünnetimi ve benden sonraki doğru yolu bulmuş râşid halifelerimin sünnetini alin ve onlara, azı dişlerinizle ısırırcasına simsiki sarılın. (Dinde asli olmayıp) sonradan çıkarılan yeniliklerden sakının. Çünkü (dinde) sonradan çıkarılan her yenilik, bidattir. Her bidat, dalâlettir (sapıklıktır) Her dalâlet (in sahibi) de ateştedir.”
Delilsizlik Üzerine Kurulu Bir İnşa
Bu bölümde açıkça gördük ki; tasavvuf ehli:
- Rabıtaya dayanak oluşturmak için uydurma hadisler üretmekte,
- Rabıta ile hiçbir ilgisi olmayan sahih hadisleri bağlamından koparmakta,
- Kur’an ayetlerini ise tahrif ederek bâtıl anlamlara yormakta ve
- Tüm bunları, şeyhlerine duydukları aşırı sevgi ve kör bağlılık uğruna meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Bu tavır, apaçık bir taassup, derin bir cahillik ve tehlikeli bir bid’at sapkınlığıdır. Rabbimizin indirip koruduğu kitap, hiçbir şekilde bu tür yorumlara açık değildir. Yüce Allah, bu tahrifatın aynısını daha önceki ümmetler için anlatmış, onları uyararak bizleri ibret almaya çağırmıştır:
“Allah’ın ayetlerini az bir karşılıkla sattılar da (bunu yaparken) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten yaptıkları ne kötüdür!”(Tevbe, 9/9)
“Kendilerine kitap verilenlerden öyleleri vardır ki, bir kitaptan bir parça okursun, onu kitaptan sanırsın; oysa o kitaptan değildir. Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.”(Âl-i İmrân, 3/78)
Sonuç; Tasavvuf ehli, Allah’ın dinini, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi tahrif ederek bozmaktadır. Bu, dinin özüne karşı işlenmiş büyük bir cürüm ve ihanettir. Hidayet isteyen herkes için kurtuluş yolu bellidir: Kur’an’a ve sahih sünnete sımsıkı sarılmak. Rabıta gibi uydurma ve şirk kokan uygulamalardan ise uzak durmak…
Müsennif VELİOĞLU
Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar
İslami Okul Okulların En Önemlisi