Pazar, 4 Cemaziyelevvel 1447

İSLAM’DA VELİ KAVRAMI

 

Veli kelimesi sözlükte; dost, arkadaş, yardımcı, koruyucu, sahip, yakın, komşu, akraba ve sorumlu gibi anlamlara gelir.

Kur’an’da ise bu kelime; koruyucu, kollayıcı, dost, efendi, sahip ve yardımcı gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.

El-Velî; Allah’ın en güzel isimlerinden biridir. Bu isim, Allah’ın mümin kullarına yardım ettiğini, onları koruyup gözettiğini, işlerini kolaylaştırdığını ve onlara yakın olduğunu ifade eder.

Veli kavramı insanlar hakkında kullanıldığında, Allah’a iman eden, ibadet ve itaatiyle O’nun dostluğunu kazanan; Allah’ın da kendisinden razı olduğu mümin kişiyi tanımlar. Bu dostluk, karşılıklı sevgi ve sadakat üzerine kuruludur. Allah ile müminler arasındaki bu derin sevgi bağı, Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir:

“Hem Allah onları sever, hem de onlar Allah’ı severler…” (Mâide, 5/54)

Allah’ın Genel Dostluğu

Genel anlamda Allah, bütün müminlerin velisidir. Onları küfrün karanlığından çıkararak tevhidin aydınlığına eriştirmiş, böylece büyük bir lütufta bulunmuştur.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allah, inananların velisidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğutlardır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/257)

Allah’a olan yakınlık, kulun iman ve takvasıyla doğru orantılıdır. İslâm’ın emir ve yasaklarına titizlikle riayet edenler, O’nun dostluğuna daha çok yaklaşır; gevşeklik gösterenler ise bu yakınlıktan uzaklaşır. İmanı bütünüyle terk edenler ise Allah’ın dostluğundan tamamen mahrum kalır. Bununla birlikte, Allah Teâlâ bütün müminlerin dostudur. Velâyetin gölgesi iman bağı üzerinden herkesi kuşatır; o, yalnızca seçkin bir zümreye mahsus değildir. Ancak dereceler farklıdır: en yüce mertebede peygamberler bulunur, ardından sıddîklar, şehitler ve salihler gelir. Müminlerin en alt tabakasında olanlar ise işledikleri günahlar sebebiyle cehenneme girseler de, imanları sayesinde orada ebedî kalmazlar. Böylece velilik, iman eden herkese açılmış bir kapı, derecelerle yükselen bir yolculuk ve takvâ ile erişilen bir yakınlık olarak tecelli eder.

Şeytanın Dostluğu ve Küfrün Velayeti

Kur’an’da yalnızca Allah’ın dostluğundan değil, aynı zamanda şeytanın dostluğundan da söz edilir. Şeytan, kâfirlerin velisidir; kâfirler de onun dostluğunu benimseyerek ona tâbi olurlar. Aynı şekilde, inkârcılar da birbirlerinin velileridir. Bu velayet, Allah’ın hükümranlığını tanımayı reddeden; kendilerini ilahlaştırarak tâğutlaşan cin ve insan şeytanların kurduğu karanlık bir bağdır.

Küfrün önderleri; yalan, hile, baskı ve karalama gibi yöntemlerle insanları ilimden, imandan ve hidayetten uzaklaştırır. Sonra da onları şirk, küfür, cehalet ve günah bataklığına sürükleyerek ebedî azaba mahkûm ederler. Bu bağlamda Yüce Allah şöyle buyurur:

 “İnkâr edenler de, birbirlerinin dostlarıdırlar…” (Enfal, 8/73)

Allah’ın Hususî Dostları Kimlerdir?

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın bütün müminlerin velisi olduğu açıkça bildirilir. Bununla birlikte bazı ayetlerde O’nun kendisine hususî dost edindiği seçkin kullardan da söz edilir.

Peki, kimdir bu özel dostlar?

Allah Teâlâ, bu kimselerin isimlerini doğrudan bildirmemiş; bunun yerine onların iman, takva ve salih amellerle şekillenmiş vasıflarını açıklamıştır. Böylece müminlere bir ufuk çizilmiş; bu yüksek makama erişmek isteyenler için ahlâkî ve imani bir örneklik ortaya konmuştur.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar iman eden ve sakınan kimselerdir. Dünyada da ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte bu, en büyük mutluluk ve kurtuluştur.” (Yunus, 10/62-64)

Bu ayet-i kerimeler, Allah’ın hususi dostlarının kimler olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır: Sahih imana sahip olan, takvâ üzere yaşayan, erdemli ve istikametli bir hayat sürdüren müminler. Bu dostluk, yalnızca sözde bir iddia değil; samimiyet, teslimiyet ve salih amellerle ortaya konan bir bağlılığın ve sadakatin karşılığıdır.

Kötülüğün her türünden sakınan, hakkı gözeten, nefsiyle mücahede eden ve ahireti önceleyen bu seçkin müminler, Allah’ın özel velâyetine mazhar kılınırlar. Onlar, dünyada Allah’ın koruması altında huzurlu bir hayat sürer; ahirette ise ebedî saadetin müjdesine kavuşurlar.

Dolayısıyla bu zümre; sahih imanla yaşayan, salih ameller işleyen, hayatını takvâ ve ihlâs üzerine bina eden müminlerden oluşur. Bununla birlikte biz insanlar, bu kimselerin kimler olduğunu, sayısını, derecelerini yahut isimlerini kesin olarak bilemeyiz. Onlar, Allah katında seçilmiş, fakat bizlere gizli bırakılmış kullardır.

İbn Kesîr şöyle der: “Allah dostları olan evliyaullah; iman eden ve takva sahibi insanlardır. Her takva sahibi Allah’a dosttur.”

İmam Kurtubî de bu konuda şöyle der: “Velî, lügatte yakın olan demektir. Bu ayette geçen veliler, müminlerin seçkinleridir. Onlar, Allah’a itaat ederek ve masiyetlerden sakınarak Allah’a yakınlaşmışlardır.”

Kur’an bu seçkin müminlerin vasıflarını şöyle özetlemiştir:

“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Sana indirilenlere ve senden önce indirilenlere iman ederler. Ahirete de kalpleriyle inanırlar. İşte onlar, Rablerinin gösterdiği dosdoğru yolda olanlardır; kurtuluşa erenler de onlardır.” (Bakara, 2/3-5)

“Gerçek erdem, yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Asıl erdem; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmek; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve esaret altındakilere infak etmektir.” (Bakara, 2/177)

Allah’ın Dostları ve Velayet Anlayışı

Ebû Hureyre’den (r.a.) rivayet edilen kudsî bir hadiste, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Her kim Benim bir dostuma düşmanlık ederse, ona savaş ilan ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle Bana yaklaşamaz. Farzların ardından nafile ibadetlerle de Bana yaklaşmaya devam eder. Nihayetinde Ben onu severim. Onu sevince, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Diliyle her ne isterse, ona mutlaka ihsan ederim. Bana sığındığında da onu korurum. Benim, bir kulumun ölümünden dolayı gösterdiğim tereddüt kadar, başka hiçbir konuda tereddütüm olmamıştır. O, ölümden hoşlanmaz, Ben de kulumun canını almakla ona sıkıntı vermekten hoşlanmam.” (Buhari hadis no: 6502)

 

Bu hadiste geçen “velî”den maksat; Allah’ı tanıyan, O’na hakkıyla itaat eden, ibadetlerinde ihlâs ve istikrar sahibi olan mümin kimsedir. Böyle bir mümin; sahih inançla yaşayan, takvayı hayatının merkezine yerleştiren, kulluk bilincini tüm alanlara yayan seçkin bir şahsiyettir.

Hadiste zikredilen “Allah onun kulağı, gözü, eli ve ayağı olur” ifadesi mecazîdir. Burada kastedilen, Allah’ın o kulunu desteklemesi, ona yardım etmesi ve hayatını rahmet ve inayetiyle yönlendirmesidir. Yani bu ifade, “İman edip emirlerime uyan kulumun her işinde onun yardımcısı olurum” anlamına gelmektedir.

Bu hâl, kulun bütün varlığıyla Allah’a yöneldiğini, işlerini yalnızca O’nun rızasına uygun bir şekilde gerçekleştirdiğini gösterir. Böyle bir kulu Allah düşmanlarına karşı muhafaza eder, dualarını kabul buyurur, ihtiyaçlarını karşılar. Çünkü o kul artık nefsini değil, yalnızca Rabbini razı etmeye çalışan bir ihlâs timsali hâline gelmiştir.

Resûlullah (s.a.v.) bir başka hadisinde şöyle buyurur:

“Allah’ın dostları, nerede ve hangi durumda olurlarsa olsunlar, Allah’tan hakkıyla korkan kimselerdir.” (Buhâri; Ahmed b. Hanbel)

Kalpleri Allah’a Havale Etmek

İslam kişinin zahirine göre hüküm vermeyi, kalpleri ise Allah’a havale etmeyi emreder.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a kasem ederim ki, içinizde öyle adam bulunur ki, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve kendisi ile cennet arasında bir ziradan (Yaklaşik 50 cm) ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap (yani o yazının hükmü) ona galebe eder, cehennem ehlinin ameli ile amel eder de cehenneme girer. Keza içinizde öyle adam bulunur ki, cehennem ehlinin ameli ile amel eder, kendisi ile cehennem arasında bir ziradan ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap ona galebe eder, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve cennete girer.” (Buhârî Kader 1; Müslim Kader 1; Kenzu’l-Ummal h. No: 576)

 

Enes (r.a.) şöyle anlatıyor: “Uhud gününde bizden birisi şehit düşmüştü. Onu bulduğumuzda açlıktan karnına bir taş bağlamış olduğunu gördük. Annesi, onun yüzündeki toprağı silerek ‘Ey oğlum! Cennet sana kutlu ve mübarek olsun!’” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): “Onun cennete gireceğini nereden biliyorsun? Kim bilir belki de o kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur, kendisine zarar vermeyeceğini bildiği halde kimseye yardımda bulunmazdı.” dedi. (Heysemi 10/303, Hayatüs sahabe, 184)

 

Bu hadislerden anlaşıldığı üzere, bir kişide İslâm’a ait alametler mevcutsa, zahire göre onun mümin olduğuna hükmedilir; kalbinin durumunu ise yalnızca Allah’a havale ederiz. Çünkü insanların kalplerinde gizli olanı bilmemiz mümkün değildir. Kimin hidayet üzere sebat edeceğini, kimin sapacağını yahut bir kimsenin hangi hâl üzere öleceğini de ancak Allah Teâlâ bilir. Dolayısıyla insanlar hakkında zahire göre hüküm vermek, hüsnü zanla hareket edip nihai hükmü Allah’a bırakmak en doğru tutumdur.

Allah Teâlâ, falan veya filan kişiyi hususi dost edindiğine dair bizlere herhangi bir isim listesi bildirmemiştir. Bu sebeple, “şu kişiler Allah’ın özel velisidir” şeklinde kesin ifadeler kullanmak, Allah adına söz söylemek ve O’na yalan isnat etmek olur. Bu konuda istisna yalnızca Allah’ın bizzat haber verdiği kimselerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yalnızca Hz. İbrahim’in özel dostluğa mazhar olduğu açıkça bildirilmiştir.

Dürüst ve erdemlice bir hayat sürerek, tüm benliğiyle Allah’a teslim olan ve İbrahim’in inanç sistemine uyan kimsenin dininden daha güzel din olabilir mi? Allah, İbrahim’i dostluğuyla şereflendirmiştir.” (Nisâ, 4/125)

Bu ayet-i kerimede Allah Teâlâ, öncelikle İbrahim (a.s.)’ın hayatını ve inanç esaslarını bize tanıtmaktadır. O, dosdoğru bir hayat sürmüş, tüm benliğiyle Allah’a teslim olmuş, batıl inançlardan uzaklaşmış ve hak din üzere sebat etmiştir. İşte bu üstün vasıfları sebebiyle Allah tarafından hususi dost edinilmiştir.

Bu ayetten anlıyoruz ki, Allah’a hususi dost olmak isteyenler, İbrahim (a.s.)’ın yolunu izlemelidir. Cenâb-ı Hak, adeta “Ey müminler! Siz de İbrahim gibi dosdoğru olursanız, ben de sizi hususi dost edinirim” buyurmaktadır.

Ancak şu da unutulmamalıdır ki peygamberlik sona ermiş, vahiy kapısı kapanmıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ’nın kimleri hususi olarak dost (velî) edindiğini kesin biçimde bilmemiz mümkün değildir. Zira bu konuda Allah tarafından herhangi bir isim listesi verilmemiştir; bundan sonra da böyle bir bilgilendirme söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla “Falanca Allah’ın dostudur” yahut “Filanca özel bir makama sahiptir” şeklindeki isnatlar, Allah hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmak anlamına gelir ki bu, son derece ağır bir sorumluluk ve büyük bir iftiradır.

Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatından sonra farklı coğrafyalarda yaşamış milyarlarca Müslüman arasından Allah’ın hususi velî edindiği kimselerin kimler olduğunu bilmek imkânsızdır. Dahası, bu şahıslara hangi manevî derecelerin veya makamların verildiğini insanlar hangi bilgiye dayanarak söyleyebilir? Böyle bir iddia, ne aklî ne de naklî delillere dayanmaktadır.

İşte bu sebeple Allah Teâlâ, insanlar adına velî tayin edilmesini yasaklamış; herhangi bir kimseye mutlak bağlılık geliştirilmesini ve onun sorgusuz sualsiz izlenmesini uygun görmemiştir. Zira böylesi bir bağlılık zamanla Allah’ın otoritesini gölgeleyebilir ve beşerî şahsiyetlerin ilahî sıfatlarla yüceltilmesine kapı aralayabilir. Oysa gerçek velâyet, yalnızca Allah’ın ilminde saklıdır. Bu konuda kesin ifadelerle konuşmak, gaybı bilme iddiası taşır ki bu, büyük bir cürettir.

 

İslam Veli Edinmeyi Yasaklamıştır

Kur’an ve Sünnet, Müslümanlara yalnızca Allah’a bağlı kalmalarını, hayatlarını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemelerini emreder. Buna karşılık, Allah’ın yanında koruyucu, kurtarıcı veya aracı olduğu iddia edilen kişi veya yapılara bağlanmayı yasaklamıştır. Bu yasak, Allah’ın otoritesini gölgeleyen beşerî velâyet anlayışlarına karşı açık bir uyarıdır:

“Rabbiniz tarafından size indirilenlere uyun. O’ndan başka velilerin peşinden gitmeyin! Ne kadar da az düşünüyorsunuz!” (A‘râf, 7/3)

Bu ayette, Müslümanların Kur’an ve Sünnete bağlı kalması emredilmekte; Allah’tan başka velilerin peşinden gitmeleri yasaklanmıştır. Çünkü Allah’ın dışında veli kabul edilen şahıslar, insanları vahyin bildirdiği hak yoldan uzaklaştıran, kendi yöntemlerine ve uydurdukları yol ve anlayışlara yönlendirirler.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine Allah’tan başka dostlar edinenlere gelince, Allah onları görüp gözetlemektedir! Sen onlardan sorumlu değilsin.” (Şura, 42/6)

Bu ayet-i kerimede kendilerine Allah’ın yanı sıra yardımcı, koruyucu, kurtarıcı oldukları iddia edilen veli/evliya edinilen kişilere tabi olanlar ve onlara itaat edenler tehdit ediliyor.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Demek onlar, Allah’ın yanı sıra dostlar ediniyorlar, öyle mi? Oysa dost Allah’tır. Çünkü ancak o’dur ölüleri diriltecek olan! Ve sadece O dur, her şeye kadir olan!” (Şura: 42/9)

Kur’an’ın bu ayetleri, Allah’ın yanı sıra veli/evliya adı altında yardımcı, koruyucu yahut kurtarıcı edinenlere uyarıdır. Onlara kayıtsız şartsız itaat edenler tehdit edilmektedir. Oysa gerçek koruyucu ve hakiki dost yalnızca Allah’tır. İnsanların O’nun yanına koydukları hiçbir güç, Allah’ın koruması ve himayesiyle kıyaslanamaz; çünkü O’ndan başka sığınılacak merci yoktur. Kur’an, Allah’a yakınlığın ölçüsünü açıkça ortaya koymuştur: İman etmek, farz ibadetleri yerine getirmek, günahlardan sakınmak ve takvayı kuşanmak. Bu vasıflara sahip olan her mümin, Allah’ın dostluğu ve yardımına mazhar olur. Nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşanlar ise O’nun özel sevgisine erişir. Kur’an’da bu seçkin müminlerden şöyle bahsedilir:

“Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönecek olursa, Allah öyle bir toplum getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu olurlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın lütfudur; onu dilediğine verir. Allah (lütfu) geniş, bilendir.” (Mâide, 5/54)

“Ne bir ticaret, ne de alım satım onları Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz; Onlar, gönüllerin ve gözlerin allak bullak olacağı Günden korkarlar.” (Nûr, 24/37)

Naklettiğimiz ayetlerden ve hadislerden şu hükümler çıkarılabilir;

1 – İslam, ermiş, evliya gibi isim silsilelerini reddeder; “Falanca-filanca Allah’ın evliyasıdır” diyerek belirli kişi veya gruplara özel bir kutsiyet atfetmek, İslam’ın ruhuna aykırıdır.

2 – İslam, tasavvuf ve tarikat gibi bir yol ve usul uydurmayı reddeder; Şeyhe bağlanmak, el vermek gibi uygulamalar, İslam’ın tevhid ilkesiyle bağdaşmaz; bu tür yapılar, bidat ve şirk tehlikesi barındıran yapılanmalardır.

3 – İslam, velâyeti belirli kişi veya tarikatların tekeline bırakmamıştır. Kur’an ve Sünnet, velâyeti yalnızca iman, takva ve salih amellere bağlamıştır. Bu vasıflara sahip her müslüman Allah’ın dostluğunu kazanır.

Kur’an ve Sünnet ’in ortaya koyduğu ölçü açıktır: İman esaslarına inanan, farz ibadetleri yerine getiren ve büyük günahlardan sakınan her mümin, Allah’ın veli kulları arasındadır. Bunun üzerine nafile ibadetlerle O’na yaklaşanlar ise Allah’ın hususi sevgisine ve yardımına mazhar olurlar. Bu ilahî beyanlar, her müminin Allah’a yakın olma potansiyeli taşıdığını ve O’nun dostluğuna erişebileceğini göstermektedir. Ayetlerde isimler zikredilmeyip yalnızca Allah’a yakın kulların nitelikleri belirtilmiştir. Bu da, veliliğin seçkin bir zümreye mahsus olmayıp iman eden herkes için mümkün olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Sonuç: Allah Teâlâ bütün müminlerin dostudur. İman, takvâ ve salih amellerde öne çıkan kullarını ise özel velâyetine mazhar kılar. Ancak ne Kur’an’da ne de hadislerde bir “evliya listesi” sunulmuş, “işte bunlar Allah’ın özel dostlarıdır” denilmemiştir. Kur’an, ümmet içinde ayrıcalıklı bir ruhban sınıfı oluşturmaz; aksine her Müslümana şu ilkeyi hatırlatır: “Bu vasıfları taşırsan, sen de Allah’ın dostu olabilirsin.”

Her mümin, bu hakikatten kendine pay çıkarmalı ve Allah’ın rızasını kazanmak için gayret göstermelidir. Asıl soru şudur: Milyarlarca Müslüman içinde Allah’a yakınlık derecemiz nerededir? Bu muhasebe, hem tefekkür hem de sorumluluk bilinci açısından önemlidir. Bazı sahabelerin fazileti ayet ve hadislerle sabit olsa da, vahyin sona ermesiyle birlikte, kimlerin Allah’a daha yakın olduğunu yalnızca O bilir. Bizim görevimiz ise zahire göre hükmetmek ve hüsnü zan beslemektir; bunun ötesi gayba taşan tehlikeli bir iddiadır.

Tarih, zahiren takvâ sahibi, hatta şehit sanılan bazı kişilerin aslında küfür üzere öldüğünü bildiren vahiy örneklerine şahittir. Bu, kesin hüküm vermekten sakınmamız gerektiğini gösterir; en fazla “Allah şehadetini kabul etsin, inşallah şehittir” denilebilir.

Ne var ki tarih boyunca başta Şiiler ve sûfîler olmak üzere birçok fırka, bu sınırları aşarak imamlarını ve şeyhlerini neredeyse Allah’ın yerine koyacak derecede yüceltmişlerdir. Bu yaklaşım, İslam’ın temel ilkesi olan tevhide aykırıdır ve şirke götüren büyük bir sapmadır.

Müsennif VELİOĞLU

Yol Gösterenler ve Yoldan Saptıranlar

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.