HAZIRLIK
Bilindiği gibi İslam en son ilahi nizamdır. Bu inanç sistemi insan hayatının temeli ve bütün insanlığa hayat nizamı olmak için gelmiştir. Bu inanç; İslam ümmetinin, insanlığın varoluşu ve amacı konusunda eksiksiz ve kapsayıcı bir düşünceden doğan tüm alemi kapsayıcı kumanda makamına yükselmesini sağlamak için gelmiştir. Allah katından inen Kur’an ise tüm bunları açıklayan bir emirler kitabıdır. İslam’ın kumanda ettiği bu hayırlı girişimden başka hayırlı hiçbir şey yoktur. Tüm cahiliyye nizamlarında hayırdan eser bulmak imkansızdır. Bu nedenle insanlık, İslam’ın gölgesinde yükseldiği bu yüce dereceye hiçbir zaman yükselememiştir. Dünyada bu nimete eşit hiçbir nimet yoktur. Bu nimetten yararlanabilme şerefine kavuşmak ta aynı şekildedir. İnsanlık İslam nizamından nasipsiz bırakıldığı zaman bütün kurtuluş yollarını ve çarelerini kaybeder. Ve insanlığı bu hayır düzeninden nasipsiz bırakanlar kadar insanın insanlığına tecavüz eden başka bir zalim bulunamaz. Kişioğlu ile yaradanının istediği yücelik, temizlik ve kemalin arasına girmek isteyenler, şüphesiz ki en büyük zalimdir.
Bundan dolayı tüm alemi kapsayıcı bu “ilahi düzen daveti”nin insanlığa ulaşması ve tebliğ edenlerin karşısına çıkan bütün sulta ve engellerin yıkılması şarttır. İlahi davet ulaştıktan sonra herkesin bunu kabul edip etmemekte hür olması, itaat edenleri engelleyici engel ve sultanın bulunmaması da elbette insani bir haktır. Birtakım kimseler Allah’ın davetim kabule yanaşmaz ve kaçınırlarsa, ilahi davetin yaygınlaşmasını ve devam etmesini engellemeye hakları yoktur. Yapılacak antlaşmalar çerçevesinde hürriyet ve güveni temin etmek ve Müslümanların hiçbir düşmanla karşılaşmadan kendi davalarını tebliğ edebilmelerini sağlamak gerekir.
Allah’ın hidayet verdiği insanlardan bir kişi eğer bu davete gönül verirse artık hiç kimse onu zulüm ve fitne taktikleriyle -yolundan çevirmeye kalkışmamalıdır. İnsanları Allah yolundan alıkoyan ve onları hidayet düzeninden uzaklaştıran bir düzenin hakimiyetini istememek de mü’minlerin doğal bir hakkıdır. Müslümanların her türlü zulüm ve fitneyle karşılaştıkları zaman kendilerini kuvvet kullanarak korumaları inançlarının bir gereğidir. İnanç hürriyetini güvence altına almak, Allah’ın hidayetine ulaştırdığı kimselerin emniyetini temin etmek, Allah’ın nizamını yeryüzünde hakim kılmak ve bütün insanlığa müjdelenen o kapsayıcı hayırdan yoksun bırakmamak için kuvvet kullanmak; meşru bir görevdir.
Müslümanların üzerine, bahsedilen bu insani haklardan doğan bazı görevler yüklenmektedir. Bu ilahi daveti insanlığa hürriyet içinde tebliğ ederken Müslümanların önüne dikilen veya inanç hürriyetini sınırlayan tüm kuvvetleri devirmeleri bu çeşit görevlerden biridir. Müslüman, din tamamen Allah’ın oluncaya ve yeryüzünde hiçbir kuvvetin Allah’tan uzaklaştırma imkanı kalmayıncaya kadar durmadan dinlenmeden cihad edecektir. İnsanları dine girmeye zorlamak için değil. Allah’ın dinini yeryüzünde yüceltip bu dine girmek isteyenleri korkutacak hiçbir şey kalmayıncaya, Allah’ın dinini tebliğ etmekten ve dinde kararlılık gösterip gereklerini yerine getirmekten alıkoyan hiçbir kuvvetin korkusu kalmayıncaya ve dinin hakimiyetini yeryüzünde sağlayınca-ya kadar cihad edecektir.
Yeryüzünde hak ve hakikat ehlini yolundan döndürecek, hidayetten sapıklığa çevirecek hiçbir sulta düzen ve idarenin kalmaması için İslam’da cihad düşüncesinin genel prensipleri bunlardır. Ve İslam tarihinde cihad hareketleri bu düşünce sınırları içerisinde gerçekleşmektedir.
Evet; cihad sadece ve sadece belirtilen bu yüce gayeler uğruna yapılırdı. Başka hiçbir gaye gözetilmezdi. İslam’da cihad inanç içindir. İslam inancını tecavüz ve fitnelerden korumak, bu inancın emrettiği insan hayatıyla ilgili prensipleri ve ilahi kanunları korumak içindir. Cihad yeryüzünde inanç sancağını dalgalandırıp bu sancağa saldırmak cesaretini gösterenlerin daha saldırmadan başını ezmektir. Ta ki bu inanca gönül vermek isteyenler yeryüzünde karşılarına dikilecek hiçbir engel olmayacağını bilsinler ve zorlanmadan, hürriyet içinde bu dine girebilsinler.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.”
”Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden sizde onları çıkarın! Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram da onlarla savaşmayın ki, onlarda sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün; kafirlerin cezası böyledir.”
“Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
“Onlarla savaşın ki fitne ortadan kalksın din yalnız Allah’ın dini olsun, (yalnız O’na tapılsın) Eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara Suresi, 190-193)
bazı rivayetlerde belirtildiğine göre bu ayetler savaş konusunda inen ilk ayetlerdir. Bundan önce mü’minlere zulmedilmiş olmalarından dolayı kafirlerle savaşmalarına izin veren ayet indirilmişti. Mü’minler bu ayetin inişiyle kendilerine verilen iznin, üzerlerine farz kılınacak cihad emri için bir başlangıç olduğunu hissettiler. Hacc suresinde şöyle buyuruluyordu: “Kendileriyle savaşılan (mümin)lere (savaşma) izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kadirdir.” “Onlar, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, bazı insanları ,diğer bazılarıyla savması olmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar, mescitler yıkılırdı. Allah, kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, galiptir.” “Onlar ki kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar) namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler. Kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Ve bütün işlerin sonu Allah’a aittir.” (Hacc Suresi, 39-41)
Mü’minler kendilerine niçin cihad izni verildiğini biliyorlardı: Zulüm edildikleri için. Aynı zamanda Mekke’de kendilerini müdafaa etmekten alıkonulmuşken zulümden dolayı, intikam işareti de verilmiş oluyordu. Mekke’de onlara şöyle denilmişti: “Ellerinizi çekin. Namazı kılın, zekatı verin.”
Ve bu çekilme, Allah’ın takdir ettiği bir hikmetten dolayıydı. Biz sadece hesaba ve sayıya gelmeyen sebeplerin, gizli sebepleri konusunda beşeri ölçülerle bazı çözümlemelerde bulunabiliriz.
Mekke de savaşın yasaklanmasının birinci sebebi olarak biz şunu görüyoruz. Her şeyden evvel emre uymaksızın kumandaya boyun eğmek ve izni beklemek için, mü’min Arapların sabır konusunda nefislerinde bir arzu meydana getirmektir. Zaten onlar cahiliyet devrinde, yaradılıştan gelen bir kahramanlığa sahip olmanın şiddetli heyecanı içindeydiler. İlk davete hemen koşuyorlar, zulme karşı sabredemiyorlardı. Bu ümmete emanet edilen o büyük görevleri yüklenmek için, bu çeşit alışkanlıkları frenleyebilmek; ölçülü ve tedbirli bir kumandanın emrine itaat edip hükmüne ve tedbirine boyun eğmek için gerekliydi. Hatta bu itaat yaradılıştan gelen kahramanlık sahibi, ilk davet anında savaşa koşmaya alışmış sinirliler hesabına olsa dahi…
İşte bu yüzden Ömer b. Hattab gibi insanlar, vatan, soy ve aile koruma gayretini; Hz. Hamza gibi kimseler, delikanlılığını ve bunlara benzeyen diğer Müslümanlar her türlü şiddet hareketine karşı soğukkanlılıklarını koruyarak, sabırla karşılık veriyorlardı. Ve sinirlerine hakim bir halde sadece Resulullah’ın işaretini bekliyorlardı. Büyük kumanda makamından gelecek emirlere boyun eğiyorlardı. Halbuki bu kumanda makamından gelen emir, kendilerine: “Ellerinizi çekiniz, namaz kılınız ve zekat veriniz” diyordu. Ve böyle bir zamanda o emir sayesinde yüce bir görevin yüklenicilerinin nefisleri kırılınca yaratılıştan gelen kahramanlıkla derin düşünce ve soyunu koruma ile itaat arasında uygun bir denge kurabilmişlerdi.
ikincisi ise; Araplar gururuna ve onuruna çok düşkün bir topluluktu. Müslümanlar arasında, Araplardan gelebilecek her harekete bire iki karşılık verebilecek kimseler yok değildi. Fakat Müslümanların zulme dayanabilip sabırla karşılık vermeleri gururuna düşkün olan Arapların gönüllerini okşayıp İslam’a karşı sempatilerini artırılabilirdi. Nitekim Kureyşliler; Haşimilere boykot ilan edince bu durum ortaya çıkmıştır. Haşimilere karşı baskı hareketi fazlalaşınca gurur ve onur sahibi kimseler bu duruma karşı çıktılar. Yaptıkları anlaşmayı içeren sayfaları parçalayıp attılar. Ve böylece aniden ortaya çıkan bu tehlike de pasif direnme hareketiyle ortadan kaldırılmış oldu. Hz. Peygamberin hayatı ve siretini, bir hareket taktik ekseni olarak araştırdığımızda belirtilen bu durumlar açıkça ortaya çıkar.
Üçüncü olarak İslam; Mekke’de her evi kanlı bir savaş sahnesine çevirmek istemiyordu. Zira ilk Müslümanlar, müşrik ailelerin fertlerinden birileriydi… Her evde mutlaka birkaç kişi müşrik idi. Ve müşrik anne-babalar Müslüman olan kendi evlatlarına her türlü zulüm ve işkenceyi uygulamaktan çekinmiyorlardı. Onları dinlerinden döndürmek için ellerinden gelenleri ardlarına bırakmıyorlardı. Aynı zamanda bu zulüm planını uygulayan bir otorite yoktu. Şayet Müslümanlara o gün korunma izni verilmiş olsaydı; bu, her evin bir mezbaha ve savaş meydanı haline gelmesi, her yuvadan oluk oluk kan akması demek olacaktı. Böyle bir şey, kabile ve kavmiyet duyusu ile yetişmiş olan Arapların gözünde İslam’ı yuvalar dağıtıcı, aileler arasında fitne alevlerini serpici bir “ayrılıkçılık daveti” haline sokacaktı. Bu da sonuç olarak ya Müslümanların toptan yok olmasına veya başka yollara sapmasına sebep olacaktı. Halbuki hicretten sonra durum hiçte böyle değildi. Müslümanlar bağımsız bir birlik kurmuşlardı. Karşılarında kendilerine düşman, teşkilatlanmış Mekkeli kuvvetler yer alıyordu. Müslümanlara karşı ordular hazırlayıp saldırılara girişiyorlardı. Bundan dolayı hicretten sonraki durum: Mekke’de her Müslüman’ın müşrik aileler içindeki fertlerin durumundan çok farklıydı.
İşte Mekkeli Müslümanların, fitne ve zulme karşı savunmada bulunmalarını yasaklayan hikmetin ardında insan lehine beliren sebeplerden bazıları. Bunlara ilave olarak denilebilir ki, o zaman henüz Müslümanlar azınlıktaydı. Mekke’de kuşatma altında bulunuyorlardı. Bu durumda müşriklerle açıktan bir savaş hareketine girişmiş olsalardı toptan öldürülebilirlerdi. Halbuki Allah onların çoğalmalarını, güvenli bir kural altında olmalarım istedi. Bundan sonra da onlara savaş izni verildi.
Her ne şekilde olursa olsun savaş hükmü; bundan sonra yarımadadaki İslam hareketinin şartlarına uygun olarak, aşamalı bir şekilde ilerlemesine devam etti. Daha sonra da yarımadanın dışında aynı şekilde gelişti. Henüz yeni inen bu ayetler, iki ordu arasındaki çatışmanın başlangıç durumundaki gereklerine uygun birtakım hükümler içeriyordu.
Bu ayetler Medine’deki mü’minleri asıl vatanları Mekke’den çıkaran, dinleri için kendilerine her türlü zulmü uygulayan Kureyş’li müşriklerin durumunu açıklaması yanında cihada dair bazı önemli konuları da belirtmektedir. Ayet-i kerime Müslümanlara; kendileriyle eskiden savaşmış ve halen de savaşmaya devam edenlerle savaş yapmalarını fakat sının aşmamalarını ve bu hususta ileri gitmemelerini emrederek başlıyor.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.”
Savaşmayla ilgili bu ayetlerin başlangıcında, ilk olarak savaş hedefi belirtiliyor. Ve savaş meydanlarında altına toplanacakları sancak açık bir şekilde belirtiliyor.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın.”
İslam’da savaş yalnız Allah içindir. İnsanlığın uzun müddet yaptığı savaşlarda takip ettiği hiçbirisi için değil. Savaş sadece Allah yolundadır. Yeryüzünde hakimiyet kurmak, şan ve şeref sahibi olmak, ganimet ve kazanç elde etmek için değil. Hammadde kaynakları, açık pazarlar s-ağlamak ve bir sınıfı başka bir sınıfa veya bir cinsi başka bir cinse hakim kılmak için de değildir. İslam’da cihad yalnız Allah içindir. Cihad, yeryüzünde Allah’ın kelamını yüceltmek, hayatta O’nun nizamım hakim kılmak ve mü’minleri dinlerinden döndürecek fitne ve batıla yönelme pisliğinden korumak içindir. Bu hedeflerden başka hedeflerde yapılan savaşlar İslam nazarında meşru değildir. Ve bu savaşlara katılmalar için Allah katında hiçbir mükafat ve makam yoktur.
Hedefler ve amaçlar belirtildikten sonra da savaş sahası sınırlandırılıyor.
“Fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.”
Düşmanlık; çok kere savaşa katılanların, savaşa girmeyen ne İslam olması ne de Müslümanlar için bir problem oluşturmayan kadın, çocuk, ihtiyar ve çeşitli dinlere bağlı rahiplere saldırmasını ifade etmektedir. Düşmanlık; bazen de geçmiş ve günümüzdeki cahiliyye savaşlarında olduğu gibi, bilinen savaş kurallarını çiğneyerek insanlık dışı alçakça hareketlerle ortaya çıkar. İslam ise bu çeşit alçakça hareketlerden nefret ettiği gibi takva şuuruyla da asla bağdaştırmaz.
Savaş adabına dair İslam’ın takip ettiği metod Resulullah (s.a.s)’in ashabına bulunduğu tavsiyelerde de açıkça görülmektedir.
İşte İslam’ın giriştiği savaşlarda uyguladığı usûl ve kural… İşte Müslümanların yöneldikleri hedef…
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın…”
Müslümanlar sayılarının çokluğuyla zafer kazandıklarını biliyorlardı. Zaten mü’minlerin sayıları azdı. Savaş hazırlıkları ve silah gücüyle de zafer elde etmiyorlardı müminler. Zira onların harp gücü düşmanlarınkinden çok azdı. Onlar sadece imanları, itaatleri ve Allah’ın yardımıyla zafer elde ediyorlardı. Müslümanlar Allah’ın kendileri için vermiş olduğu rütbelerden uzak kaldıkları zaman tek güvenceleri olan zafer araçlarından uzak kalmış oluyorlardı, işte bu yüzden kendilerini dinlerinden döndürmek isteyen en çirkin eziyetlerle onlara zulüm yaparak öldüren düşmanlarıyla savaşırken bile bu usullere uyuyorlardı. Resulullah öfkeyle heyecanlanınca Kureyşten iki kişinin yakılmasını emretti. Sonra geri dönerek yakılmamalarını söyledi. Çünkü Allah’tan başka kimse insanları yakamazdı.
Bundan sonra ayetin akışı Müslümanlarla savaşan, onların dini hakkında fitneler çıkaran ve onları memleketlerinden çıkaran kimselerle savaşma konusunda daha da fazla üsteliyor. Ve her ne şekilde olursa olsun nerede bulurlarsa bulsunlar onları öldürünceye kadar savaşmalarını bildiriyor. Ancak Mescid-i Haram hariç. Kafirler orada savaşı başlatırlarsa onlara karşılık verilir. Fakat Allah’ın dinine girerlerse daha önce Müslümanlara ne kadar zulmetmiş olurlarsa olsunlar ve ne kadar savaşıp fitne çıkarmışlarsa da ellerini onlardan çekerler.
“Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden sizde onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlarla savaşmayın ki onlarda sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa hemen onları öldürün; kafirlerin cezası böyledir.”
Gerçekten dine tecavüz insan hayatında mevcut olan en mukaddes şeye tecavüzdür. Bundan dolayıdır ki; fitne öldürmekten daha kötü; nefsi öldürmekten, ruhu ve hayatı yok etmekten daha şiddetli olarak açıklanmıştır. Bu fitne ister tehdit, ister fiili eziyet ile olsun ister dolayısıyla insanları sapıklaştıran, Allah nizamından uzaklaştıran, O’nun nizamını inkar ettiren veya ondan yüz çeviren bozuk bir nizamı yerleştirmekle olsun; hiç farkı yoktur. Bunun en yakın örneği dinin tebliğ edilmesini yasaklayan ve dinsizlik öğrenimini hür kılan sosyalizmdir. Sosyalizm zina ve şarap gibi İslam’ca haram olan. şeyleri serbest kılıp fertleri de çeşitli araçlarla bunlara yöneltmeye çalıştığı gibi; diğer yandan da Allah nizamındaki meşru erdemlere uymayı da kötü gösterir. Kendisinin koymuş olduğu o yeni ve bozuk düzeni, insanların ondan ayrılmasına imkan bırakmayacak bir şekilde zorunlu kılar.
İslam’ın inanç hürriyeti için koymuş olduğu düzen budur. İnsan hayatında akideye vermiş olduğu değer bu şekildedir. İslam’ın tabiatı ve insan varlığının gayesine bakış tarzı insanın varoluşundaki gaye ibadettir. Sahibini Allah’a yönelten her hayırlı hareket ibadet sınırları içerisine girer. Şüphesiz ki insanın sahip olduğu şeylerin en doğal olanı inanç hürriyetidir. İnsandan bu hürriyeti çekip alan, onu doğrudan veya dolaylı olarak dininden döndürmeye girişen kimse insanı öldürmeye kast edenden daha büyük bir cinayet işlemiştir. İşte onun için İslam onların düşüncesini öldürmeyi fitne, öldürmekle eşit ve ona ölümle karşı koyar. Bundan dolayıdır ki Allah onlara, “onlarla savaşın” (ve gatiluhum) demiyor da “Onları öldürün” (Vaktülûhum) diye emrediyor. Her ne durumda olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar onları öldürün, onları öldürürken istediğiniz silahı da kullanabilirsiniz. Şu kadar var ki yakarak yahut da işkence ederek öldürmek İslamî esaslara uymaz. Mescid-i Haram’da da öldürmek yoktur. Çünkü Allahu Teala orasını emniyetli bir yer kılmıştır. Dostu İbrahim (s.a.)’nin duasını kabul ederek Mescid-i Haram’ın çevresini emniyetli bir yer haline getirmiştir. Orayı tüm insanları dönüp dolaşıp toplandıkları ve orada güvene ve refaha kavuştukları bir yer olarak kılmıştır. Orada bu makamın hürmetine uymayan kafirlerden başkasıyla savaşınız. Şayet kafirler güvenilir belde sınırları içerisinde Müslümanları öldürmeye başlarlarsa işte o zaman Müslümanlar da onları öldürmekten geri kalmazlar. İşte insanları dinlerinden çeviren ve çevresinde güvenilir bir şekilde yaşadıkları hürmetine uymayan kafirlerin hak ettikleri cezadır: Bununla beraber vazgeçerlerse şüphesiz Allah Gadir ve Rahimdir.
Allah’ın rahmet ve affına uygun sonuç; küfürden yüz çevirmektir. Yoksa sadece Müslümanlarla savaşmak veya onları dinlerinden döndürmeye son vermekten oluşmaz. Müslümanları öldürmekten vazgeçmek sonuçta kendileriyle anlaşma yapmaya zorunlu kılan fitnelerden vazgeçmektir. Fakat bu hareket onlara Allah’ın rahmet ve affedişle küfür ve düşmanlıktan sonra bu değerlere erişebilmeleri için kafirleri imana teşvik söz konusudur. Kafirleri bu değerlere teşvik eden ve yalnızca Müslümanlar safına girmekle onları affedip üzerlerinden kısas ve diyeti kaldıran İslam; ne mükemmel bir dindir.
Savaşmanın gayesi; insanları Allah’ın dininden saptırmamak, onları; içinde yaşadıkları düzenin kuvveti veya benzeri tesirlerle dinlerinden döndürmemek ve üzerlerine aldatıcı, şaşırtıcı ve karışıklık çıkarıcı şeyleri musallat kılmamak için verilen bir teminattır. Bu teminat, Allah dininin aziz olması, taraftarlarını kuvvetlendirmesi, düşmanlarının ondan korkarak insanlara zulüm ve fitne yoluyla hücuma girişmemesi, imam isteyen kimsenin herhangi bir kuvvetin kendisine engel olacağından, kendini zulüm ve fitnenin geleceğinden korkmaması için verilmiştir. Şu halde Allah’ın dini galip gelinceye kadar İslam cemaati bu tecavüz edici kuvvetlerin kökünü kazımakla yükümlüdür. |