Cumartesi, 18 Şevval 1445

Said Nursi hayatı ve eserleri

*****

Said Nursî 1873 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğmuştur. Ciddi anlamda sadece üç ay medrese tahsili yaptığı kabul edilmektedir. (Tarihçe, 33) Buna rağmen ‘Molla Said’in daha 16 yaşlarında iken, yaptığı tartışmalarda yörenin bütün âlimlerini susturduğuna inanılmaktadır. Cizre’nin (Tarihçe, 40) , Siirt’in (Tarihçe, 37) daha doğrusu bütün Doğu Anadolu’nun alimleri mat edildikten sonra, 1896’da İstanbul’a gelir gelmez, orada da meydan okurcasına bütün ulema ile münazaraya girişmiş, onları da susturmuştur! (Tarihçe, 48) Artık Nursi’nin hedefi bütün dünya âlimleridir: 35 Yaşlarında iken, o günlerde İstanbul’a gelmiş bulunan, Ezher Şeyhlerinden Şeyh BAHlD ile münazaraya girişmiş ve haliyle onu da pes ettirmiştir! (Tarihçe, 49-50) .
Bu yıllarda (1907) Said Nursî delilik muamelesi görerek, Toplası Tımarhanesine kapatılmıştır. (Şahiner, 70 vd.)

 

  1. Abdülhamid’in ‘istihdafına karşı çıkan Nursî, 1908 yılında Selanik Hürriyet meydanında meşrutiyet nutku atacak kadar meşrutiyetçidir. (Şahiner, 81)

 

Osmanlı istihbarat servisi olan Teşkilat-ı Mahsusa’da Nursî görev almıştır. (Şahiner, 128-131)

 

1.Dünya savaşında Ruslar’ın eline esir düşmüş ve esareti yaklaşık iki buçuk yıl kadar sürmüştür. (Tarihçe, 104)

 

Yeni kurulan Kuvay-ı Milliye’yi destekleyen Nursî, çağrı üzerine 1922’de Ankara’ya gitmiştir. (Tarihçe, 124}. Ve o şimdi artık cumhuriyetçidir. (Emirdağ L. 27) . 1950 Yılından itibaren de demokrat olacaktır…

 

1950 Mayısında DP’nin iktidara gelmesiyle Reis-i Cumhur Celal BAYAR’a telgraf çekerek, yeni hükümeti tebrik eder. (Emirdağ L. 280) Celal Bayar da bil mukabelede bulunmuştur. (Şahiner, 350)

 

Nursî’nin öğrencileri de DP’lilere akıl vererek, hem nurcuları ve milleti memnun etmek, hem de Amerikan yardımlarını kaybetmemek için ezan meselesini vs. tamir etmeleri gereğini tavsiye ve telkin ederler. (Emirdağ L. 288)

 

Bu kanaatin asıl sahibi de kendisidir. (Tarihçe, 547) CHP döneminde hapishanelerle barışık olan Said Nursî için 1956 yılı artık DP’lilerin bizzat, kitaplarını yayınlamak için teklifte bulundukları bir dönemdir. (Şahiner, 376)

 

Her şeyin bir karşılığı olmalıdır; O da ‘dindar demokratları’ her fırsatta över ve 1957 seçimlerinde oyunu da onlara verir… (Şahiner, 378)

 

1960, Said Nursi’nin ölüm yılıdır.

 

Said Nursî bir mutasavvıf olarak adlandırılmamasına rağmen, bütün söylemleri, dini anlayış ve yorumlayış biçimi tamamen tasavvufîdir; tasavvuf kültürünün bütün mantalitesini içkindir. Yani o, adı konulmamış bir mutasavvıftır.

 

Said Nursi, risalelerini Allah’a atfeder. Kitaplarının hemen hemen tamamında, kendisinin Allah tarafından görevlendirildiğine inandığını gösteren beyanatlara rastlamak mümkündür. Hatta bu kanaati o kadar kesin ki, kendinde manevî kuvvetler bulunduğuna, istese 28 senelik düşmanlarından intikamını bir günde alacağına inanmaktadır. (Tarihçe, 550)

 

Fakat özellikle ‘Sikke-i Tasclîk-i Gaybî’ adlı risalesinde baştan sona, kendisinin bilgileri doğrudan Allah’tan aldığını olanca çıplaklığıyla, gayet samimane(!) anlatmaktadır. Onun zihin yapısını anlamak için sadece bu risalesini tetkik etmek yeterlidir. Kitabının adı da, kendisine gaibden gelen bilgilerin doğruluğunun, ispatının kanıtı, mühürü anlamını ifade etmektedir…

 

Nursî’nin, andığımız kitabında anlattığı, kendisiyle ilgili bir anekdot, ta küçükten beri nasıl bir haleti ruhiye ile yetiştiğini ifşa etmektedir: Daha kendisi 8-9 yaşlarında iken, etrafındakilerin Nakşî olmalarına ve orada meşhur Hizan Gavsı’ndan istimdat ederlerken, kendisi Gavs-ı Geylanî’ye hitab etmekte, ondan istimdat etmektedir! Binlerce kez, kaybolan bir şeylerini buldurmak için Gavs’ı yardıma çağırmış ve yardım görmüştür(!) (Sikke, 116)

 

Yani molla Said övüneyim derken, kendini ele vermiş… Çünkü Allah’tan başkasını bu anlamda yardıma çağırmanın şirk olduğunu Kur’an bize öğretmektedir.

 

Said Nursi’nin doğup-büyüdüğü çevrenin, şeyhlerin mutlak otoritesine dayalı mistik kültürü, evliyalar menkıbeleri, onun gelecekteki kişiliğinin ve din anlayışının temelini oluşturuyordu.

 

O da diğer sufiler gibi kitap yazımına rüya ile başlıyordu. Çocukluğunda (12-13 yaş) gördüğü bir rüyada Hz. Peygamberin elini öpmüş ve Peygamber, ‘ümmetine sual sormamak kaydıyla’ ona Kur’an ilimlerinin verileceğini müjdelemiştir. (!) (Tarihçe, 32-33)  Bir başka rüyasında da Abdulkadir Geylanî ona Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya giderek, onu namaz kılıp zulümden vazgeçmeye çağırması, aksi durumda öldürmesi talimatını vermiştir. Molla Said de rüya gereğince davranmıştır. (Tarihçe, 39 vd.)

 

Şimdi burada Said Nursi’ye, rüyada Allah’tan Kur’an ilimlerini almanın imkânından, kendisinin yoksa nebi mi olduğundan sormazdan önce; A. Kadir Geylani’nin, mezarda çürümüş olduğu halde, dünyaya nasıl hükmettiğinin, bu gücü nereden aldığının, yoksa yarı-ilah mı olduğunun sorulması ilzam eder. Üstelik kabirden dünyayı yöneten Geylanî’nin, söz konusu görevi bizzat kendisinin ifa etmeyip de Nursi’yi görevlendirmesi de bir nebze çelişki olmuyor mu?

 

Anlaşılan o ki, böyle büyük(!) rüyalarla anlatılmaya çalışılan küçük(!) dünyalar var, onun için bu rüyalara ihtiyaç var!

 

Said Nursî, risaleleri yazmakta kendisinin sadece bir ‘mütercim’ olduğuna kesin olarak inanmaktadır. O, bu risaleleri ihtiyarı dışında yazmıştır! (Sikke, 91) . O yalnızca, kendi hissesine ‘şükretmek’ düşen bir mütercimdir. (Sikke, 60)

 

Şakirtlere göre, Celcelutiye, Mesnevi-i Şerif ve Fütuhul Gayb gibi eserlerin müellifleri, nasıl yalnızca bunların mütercimleri iseler, Üstadları da aynen öyledir! Risale-i Nur tamamen Kur’an’ın nurudur. (Sikke, 215) ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan etme görevini kendisine, ‘vakıa-i sadıka’ da gördüğü ‘mühim bir zat’ vermiştir! (Sikke, 187) Bu mühim bir zat, Allah mıdır, peygamber midir, bilemiyoruz.

 

Said Nursî, kendisinin Şark tarafından zuhur edecek nur olduğuna (Sikke, 189) kesin inanmıştır, Hemen hemen bütün risalelerini kendisinin yazmadığını, kendinin bundan aciz olduğunu, hakikatleri beyan etmede o kadar başarılı olmadığını… Anlatır. Dolayısıyla Nursi’nin yazıları ‘doğrudan doğruya bir inayet-i ilahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-İ Kur’aniyye’dir. (Sikke, 192, 195)  Yani, risaleler, telaffuz edilmese de vahiyden başka bir şey değildirler! Zaman zaman, risaleleri yazarken, kuş vs. suretinde gelip, kendisini murakebe ve taltif eden (Sikke, 196) , gayb âlemiyle bağlantılarını ifşa(!) eder.

 

Şakirtleri, üstatlarının ‘zevahiri kurtarmak için’ üç aylık bir tahsil müddeti içinde evvel ve ahirin âlemlerine, ledünnî ilimler ve eşyanın hakikatına, kâinatın esrarına, ilahî hikmetlere varis kılındığına inanmaktadırlar. Ve üstelik şimdiye kadar hiç kimse bu makama nail olamamıştır! (Sikke, 216) . Nursi’nin bizzat kendisinin de, Risale-i Nurlar dışında bir tek kitaba dahi ihtiyaç duymamış (okumamış) olması (Kastamonu L. 48) , acaba, geleneksel kabuldeki, peygamberin ümmî oluşuna bir atıf, bir nazire midir bilinmez… Risale-i Nur onun değildir (Emirdağ L. 46, 49) , Allah’a aittir…

 

Said Nursi’nin, ‘izin olmadığından yazılmadı’; ‘bir iki sahife yazdım, perde kapandı…’; ‘birden şiddetli ihtar ile’; ‘bir meseleyi beyan etmek ihtar edildi’; (Kitaplarının tamamına yayılmış durumdadır, örnek için, Sikke, 152) gibi mütemadiyen tekrar ettiği ifadeler, Allahtan vahiy aldığına kesin olarak inandığının gayet açık ve net delilleridir.

 

Kur’an’ın 33 ayeti hem Said Nursi’yi, hem de Risaleleri ta o zamandan ihbar etmiştir! Bu ayetlerden bazıları, 3/18, 4/176, 5/14, 108/1 ayetleridir. (Kastamonu L. 54, 137-138)  Said Nursi’nin, kitaplarının vahiy ürünü olduğunu ispatlamak için en çok başvurduğu ve yüzde yüz inandığı bir yöntem de cifir/ ebced hesabıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî risalesi bununla doludur.

 

Zümer, Casiye ve Ahkaf surelerinin başlarında bulunan ‘tenzîlül Kitab’ ifadesi, o gün için Kur’an’a delalet ediyordu, şimdi de Risalen Nur’a delalet etmektedir. (Sikke, 78-79)

 

Said Nursi, Celcelûtiye adını verdiği tamamen uydurma, bir sözde dua metninin de kendisinden bahsettiğinden emindir! (Sikke, 107)  Ona göre celcelutiye, Peygamber’e vahiyle inmiştir. (Sikke, 101)

 

Şu halde hem Allah doğrudan ve rüya yoluyla, hem Kur’an aracılığıyla, hem Peygamber vasıtasıyla, hem Celcelûtiye, hem Hz. Ali ve hem de A. Kadir Geylani aracılığıyla Said Nursi’yi haber vermiş, risale-i nurun ‘imanı kurtaracağım’ müjdelemiştir! !

 

Risale-i Nur’un tamamını buraya derç edemeyeceğiniz için bu kadar iktibasla yetiniyor ve rüya-zan-vehim-uydurma rivayet geleneği-cifir-ayetlerin kasten yanlış yorumlanması gibi bâtıl ayaklar üzerine bina edilmiş bir nurculuk düşüncesinin etkisinden bütün Müslümanların korunmasını temenni ediyoruz.

 

Said Nursi’nin, Allah’tan kendisine inzal edildiğine, yazdırıldığına mutlak surette iman ettiği risalelerdeki bu kanaatlere katılmak mümkün değildir. Allah’ın, Hz. Muhammed (SAV.)’den sonra hiç bir kimseye vahiy indirmediğine iman ediyoruz. Nursi’nin iddiaları zandan, vehimden, kuruntudan başka bir şey değildir.

*****327*****

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.